3 Mayıs 2024 Cuma

Birgün KÖŞEBAŞI - 3 MAYIS 2024 -


Lanet olası radikaller! (Berkant Gültekin)

Tartışmalarla dolu bir 1 Mayıs’ı daha geride bıraktık. Ödenen vergiler halka, polis barikatları, plastik mermiler, biber gazı, kapanan yollar, geniş ulaşım kısıtlamaları, faşizan uygulamalar, “terörizm” suçlamaları vs. olarak döndü.

İktidar “Darbe zihniyetinden kurtulmak için yeni anayasa yapalım” diyor ama İstanbul dün, darbe sonrası ilk sabaha uyanmış gibiydi. Devlet, Avrupa yakasında kuş uçurtmamak için dünyanın en büyük metropollerinden birini resmen kilitledi. En işlek caddeler trafiğe kapatıldı, Taksim’e bağlanan tüm güzergahlarda yaya geçişlerine bile izin verilmedi. Ulaşım sisteminin fişi çekildi, sokak aralarına varıncaya kadar yüzlerce noktaya polis barikatı konuldu. Caddelerde, köşe başlarında bekleyen polis grupları, gelen geçene kimlik kontrolü yaptı. Turistler kendilerini bir film setinde bulmuş gibi şaşkın şaşkın yaşananları seyretti.

Bozdoğan Su Kemeri’nin altındaki görüntü ise tarihe geçti. Kemerin altında kaskları, kalkanları ve bilumum koruyucu ekipmanlarıyla yan yana dizilen, arkalarına TOMA’ları alan polisler, şehrin meydanı ve tarihsel 1 Mayıs alanı olan Taksim’e yürümek için Saraçhane’de toplanan emekçilerin önüne set ördü. Sanki karşılarında İstanbul’da 1 Mayıs kutlaması yapmak isteyen yurttaşlar değil de kenti işgal etmeye gelen kuvvetler vardı. Su kemeriyle Taksim arasında kalan bölümde de onlarca polis kontrol noktası oluşturulmuştu. AYM kararına rağmen Saraçhane’de toplanan kalabalığa polis aracından sürekli “Yaptığınız eylem kanunsuzdur” anonsu geçildi. Esas kanunsuzluğu kimin yaptığı ise ortadaydı.

1 Mayıs’a dair değerlendirme yaparken, öncelikle İstanbul’daki ablukaya rağmen Saraçhane’de ya da başka bir noktada bir araya gelen herkesi tebrik etmek gerekir. Çünkü evden çıkıp bir eylem noktasına gitmenin başlı başına mesele olduğu bir günde, inandıkları değerler adına kilometrelerce yürüyen yurttaşlar, elbette bunu alkış için yapmıyorlar ama hiç şüphesiz ki alkışın en büyüğünü hak ediyorlar. Bu duruş, iktidarın her türlü baskı ve sindirme politikasına rağmen halkı teslim alamayacağını bir kez daha gösterdi.

Saraçhane’deki 1 Mayıs’ın en olumsuz yanı ise kitlenin sergilediği özverinin, sorumlularca gereken kararlılığın gösterilmemesi sonucu sahipsiz bırakılması, kaderine terk edilmesiydi. DİSK başta olmak üzere tertip komitesi iyi bir sınav veremedi. Toplanma alanı, Taksim’e dair daha önce dile getirilen iddiayla denk düşmeyecek ölçüde çabuk terk edildi. Sözün arkasında duracak, iddiayı kuvvetlendirecek, binbir zorlukla alana ulaşan kalabalığa güven verecek netlikte bir tavır takınılamadı. Çok açık ki insanların Saraçhane’ye gelmeden önceki beklentisi, daha uzun erimli, inatçı bir direniş pratiğiydi. Ama buna karşılık gelecek bir 1 Mayıs refleksi geliştirilemedi. Haliyle insanlardan, “Madem yürümeye çalışmayacaktınız, madem sözünüzün arkasında durmayacaktınız, neden buraya geldiniz?” diye son derece haklı bir tepki yükseldi.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in ve İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutumları da dillerindeki Taksim idealine yakışmadı. Burada Özel’i ayırmak gerekiyor çünkü CHP lideri, Taksim’de oldukça ısrarcı gibiydi. Özel, salı günkü grup toplantısında, Taksim’de 1 Mayıs kutlamasını hak gören AYM kararını okumuş, kararı kartona bastırıp kürsüden kameralara göstermişti. Saraçhane’de de aynı yazı elindeydi. Dahası Özel, partinin başına geçmeden önce açıkladığı Tutum Belgesi’nde “CHP, yeni dönemde toplumun hak taleplerinin yalnızca parlamentoda değil, sahada ve sokakta da sözcüsü olacaktır” demiş, parlamento dışı etkin muhalefet yöntemlerini destekleyeceklerini vadetmişti. Ama 1 Mayıs gibi özel bir günde bile açıklama yapıp olay yerinden uzaklaştı. Barikatın önüne gelecek mi gelmeyecek mi diye tartışılırken Özel, alanda dahi durmamayı tercih etti. Sözünü eylemiyle kıyaslayınca, “Dağ fare doğurdu” desek hata olmaz.

1 MAYIS SOLDUR, “SOLCU BAYRAMI”DIR

Bir de TV kanallarında ve sosyal medyada 1 Mayıs’a dair o denli hayret verici yorumlar yapıldı ki, onlar da en az devlet şiddeti kadar dikkat çekiciydi. “1 Mayıs solcu bayramı değildir. 1 Mayıs işçi ve emekçilerin birlik, mücadele günüdür” türü sözler, büyük bir özgüvenle dile getirildi. Anlaşılıyor ki postmodern teoriden türeyen kimlik siyaseti, muhalif çevrelerde bile büyük bir fikri tahribat yaratmış. Ağızlardan çıkanı kulaklar duymuyor.

Bu akla göre “işçi” ve “solcu”, birbirine karşıt iki kavram. Birinin varlığı, diğerinin yokluğunu zorunlu kılıyor. İşçi varsa sol, sol varsa işçi olmamalı; emek mücadelesi de solun kapsama alanına girmemeli. Çünkü solun, sınıf mücadelesinin taşıyıcısı olduğu, geçmişe ve bugüne sınıfsal bir çerçeveden baktığı, yaşamı ve politikayı sınıf çatışmasını süzerek anlamlandırdığı unutulmuş. Sol, sadece etnik, kimliksel ve kültürel taleplerle ilgilenmesi gereken, yaşam tarzına müdahaleden kaynaklı sorunlara muhalefet etmeyi kendine merkez alan bir siyasi akım olarak zihne kazınmış.

Halbuki 1 Mayıs’ın, II. Enternasyonal’in 1889’da Paris’te düzenlediği kongrede alınan karar sonrası “İşçi Bayramı” olarak kabul edildiği gerçeği bile bu kavrayışı baştan boşa düşürüyor. Eğer bugün dünyada, emeğini sermayedara satarak, artı değer üreterek, alın teriyle geçinen insanlara adanmış bir gün varsa, bunda en büyük pay, solun, sosyalizmin, Marksist ideolojinindir. İşçi yığınlarını bir “sınıf” olarak tanımlayan, onun sosyal ve ekonomik gerçekliğini tarihsel bağlama oturtan, “her şey özünde sınıfsaldır” diyen, özgürlüğün ancak sınıfın kurtuluşuyla mümkün olabileceğini tespit eden ve bu doğrultuda devrimci faaliyet yürütmeyi kendine görev bilen Marksizmdir, sosyalistlerdir. Bu yüzden bazılarına öyle görünmeyebilir ama 1 Mayıs soldur, solun en büyük bayramıdır. İşçilerin tarih boyunca kazandığı bütün haklar da egemenlerin hediyesi değil, sol siyasal aklın ve mücadelenin sonucudur. 1 Mayıs’la ilgili konuşmadan önce bu gerçeğin hazmedilmesi gerekir.

Yine solu 1 Mayıs’tan izole etmek isteyen bu hatalı kavrayışla birlikte, solun her eylemini marjinalleştirmeye meyilli bir algı yaratma çabası da göze çarpıyor. Devrimcilerin gözü pek tavrı, “radikallik” denilerek itibarsızlaştırılmak isteniyor. Bu tezviratı Saraçhane’de de gördük. “Radikallik” denen de Anayasal hakları ayaklar altına alınmış yurttaşların polise yönelik tepkisi. Kullanılan en sert alet, bayrak çubuğu... Bir şehrin üstüne karabasan gibi çökülmüş, her köşe başı tutulmuş, hayat felç edilmiş, 1 Mayıs’a gelen gelmeyen herkes cezalandırılmış, ortada Ağrı dağı kadar büyük bir Anayasal suç var ama radikal olan bu suçu işleyenler değil, bu zorbalığa çıplak elleriyle direnenler, polis kalkanına karşı göğsünü siper edenler… Aklın terazisi şaşarsa, sözün çapı da bu kadar oluyor işte.

80 öncesi “radikallik” denince insanların aklına farklı şeyler geliyor, derin teorik ve politik tartışmalar yürütülüyordu. Fakat düzen, 12 Eylül sonrası öyle bir zihin dünyası şekillendirdi ki, süreci akışına bırakıp her sataşmaya “eyvallah” desek, bir süre sonra trafik polislerinin kestiği cezalara itiraz etmek bile “marjinallik” sayılacak. Meşru bir hak için direnmenin adı “radikallik” olmuş ama tabii bu da coğrafyaya göre farklılık gösteriyor. Mevzu Türkiye’de olunca devreye “muktedire saygı”, “makbul vatandaş” olma çabası giriyor. Batı’daki Gazze eylemlerinde, polisle çatışan, barikatlara yüklenen direnişçilere “provokatör”, “marjinal”, “radikal” denebiliyor mu? Hayır, ne münasebet! O mertebe sadece bizim solcularımıza ait. Edirne’den öteye geçince bir anda entelektüel kapasite yükseliyor, bilinçler parıl parıl parıldırıyor.

1 Mayıs böyle geçti. Yasakların, baskıların, şiddetin olmadığı, özgürce kutlanacak nice 1 Mayıs’lara…

                                                            /././

3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü: “Basını Süpürün” (Gözde Bedeloğlu)

Anayasa’nın 34. maddesi çok açık; “herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.” Anayasa Mahkemesi (AYM), 2023 yılının Ekim ayında verdiği kararla, yıllardır Taksim Meydanı’ndaki 1 Mayıs kutlamalarının engellenerek, gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının ihlal edildiğine hükmetmiş ve 1977 1 Mayıs’ına gönderme yaparak, Taksim Meydanı’nın ortak hafızadaki önemini vurgulaşmıştı. Buna rağmen işçinin, emekçinin Taksim Meydanı’na gidişi bir kez daha engellendi.  

                                                            *** 

Saraçhane’de toplanarak Taksim’e yürümek isteyen işçilerin önüne polisten duvar örüldü. Artan yoksulluk ve sömürüye karşı sesini duyurmak isteyen işçilerin üzerine polis biber gazı sıktı, plastik mermi kullandı.

217 kişi gözaltına alındı. AYM’nin Anayasa’ya uygundur dediği yürüyüşü İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya ‘kanunsuz’ ilan etti. İstanbul Valisi Davut Gül, anayasal hakkını kullanırken gözaltına alınan işçiler için “devlet yarına bırakır ama yanına bırakmaz” dedi. Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Oktay Saral, anayasal hakkı konusunda direten işçileri hukuk ve kural tanımamakla suçlayarak, “sizin gibilere demokrasi çok fazla, ya devlet başa ye kuzgun leşe” ifadelerini kullandı. Bütün bu sözler, iktidarın ‘daha özgürlükçü ve kapsayıcı bir Anayasa’ yapma iddiasıyla siyasi parti ziyaretlerine başladığı bugünlerde kayda geçti. 

                                                       *** 

Gerek Saraçhane’de toplanan Emek Partisi üyelerinin ellerindeki Evrensel gazetesine polis arama noktasında el konulduğuna dair basına yansıyan bilgi olsun, gerek korteji takip eden gazetecilere yönelik polisin canlı yayında duyulan “basını süpürün” emri olsun, gerekse Taksim’in işçiye kapatılmasıyla AYM kararına açıkça karşı çıkılması olsun, bunların hiçbiri daha fazla özgürlük için yeni Anayasa konuşulan bir ülkede yaşanmaz, yaşanamaz. Basın, ülkedeki tüm özgürlüklerin güvencesidir ve yıllardır olduğu gibi bağımsızlığını yok etmek, maddi-manevi baskı altında tutarak işlevsizleşmesine sebep olmak aynı zamanda toplumun da özgürleşmesine engel olmak demektir. Özgür basın, demokrasinin sağlıklı işleyebilmesi için gerekli olan bir kamu hizmetidir.  

                                                        *** 

Bugün, 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü. 1993 yılında Birleşmiş Milletler’in aldığı bir kararla hükümetlere bir çağrıda bulunulmuş ve gazetecilerin görevlerini yapabilme özgürlüğünün güvence altına alınması istenmişti. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 26’ıncı ve 28’inci maddelerinde açıkça belirtildiği gibi, “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka bir yolla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdehalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. Basın hürdür, sansür edilemez.” Dolayısıyla 1 Mayıs günü emekçinin yürüyüş hakkıyla birlikte, alandan ‘süpürülmek’ istenen gazetecilerin de görevlerini yapabilme özgürlüğü gasp edildi.  

                                                           *** 

Türkiye’de her yıl çok sayıda gazeteci fiziksel saldırıya uğruyor, sözlü olarak tehdit ediliyor, sansürleniyor, gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. Basın kuruluşlarının haber içeriklerine erişim engelli getiriliyor, para ve yayın durdurma cezaları veriliyor, basın kartları iptal ediliyor. Basın İlan Kurumu ve Radyo-Televizyon Üst Kurulu gibi denetleme görevi bulunan kuruluşların kestiği cezalar gazeteler ve televizyon kanalları üzerinde baskı oluşturuyor, ayakta kalmaları zorlaştırılıyor. Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün hazırladığı 2023 Dünya Basın Endeksi’ne göre Türkiye, 180 ülke içerisinde 165’inci sırada. Rapora göre Türkiye’de ulusal medyanın yüzde 90’ı hükümet kontrolünde. Yerelde gazetecilik yapmak ise çok daha zor. 22 Nisan Kürt Gazeteciler Günü’nden bir gün sonra Mezopotamya Ajansı, Yeni Yaşam Gazetesi ve Yeni Özgür Politika çalışanı 9 gazeteci, yaptıkları haberler sebebiyle gözaltına alındı, 3’ü tutuklandı. Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği’nin (MLSA) gazetecilik ve ifade özgürlüğü davalarını takip ederek oluşturduğu haftalık listeler, adliyelerin gazeteciler için nasıl da ikinci bir mesaiye dönüştürüldüğünün kanıtı. 

                                                              *** 

AKP iktidarının basın özgürlüğüne karşı son hamlesi de 2022 yılında yürürlüğe giren ‘Dezenformasyon Yasası’ oldu. Buna göre TCK’ye ‘yanıltıcı bilgiyi alenen yayma’ suçu eklendi. ‘Yanıltıcı bilgi’ olduğu ileri sürülen haber veya sosyal medya paylaşımlarını beğenen ve paylaşan kişilere de hapis cezaları verildi. Uluslararası Af Örgütü’nün Dünyada İnsan Haklarının Durumuna İlişkin hazırladığı 2023/2024 raporuna göre Türkiye’de terörle mücadele ve dezenformasyon yasaları ifade özgürlüğünü sınırlandırmak için kullanıldı. Raporda, 6 Şubat depremlerinden sonra hükümetin deprem bölgesine müdehalesini eleştirdikleri gerekçesiyle gazeteciler dahil en az 257 kişinin gözaltına alındığına yer verildi.   

İktidar, bir yandan ülkenin ‘yeni, sivil, demokratik, özgürlükçü ve kapsayıcı’ bir Anayasa’ya ihtiyacı olduğunu söylüyor, diğer yandan 1 Mayıs’ta, sadece bir gün içinde, Anayasa’nın 3 maddesine birden karşı gelen kararlar alıyor. Söz, eylemle örtüşmüyor.

                                                                 /././

Yine, yeniden Anayasa (İlhan Cihaner)

Siyasetin, dolayısı ile medyanın ilgisi yeniden Anayasa tartışmasına yoğunlaştı. Bu yoğunlaşmanın nedeni ise Cumhurbaşkanı ile Sayın Özel’in yapacakları görüşme. Görüşme, ben yazıyı gönderdiğim sırada yüksek olasılık devam ediyor olacak. Ama bu gündem epey devam edecek gibi. Ben de eksik kalmayıp bir “Anayasa” yazısı yazayım!

Öncelikle genel olarak hukuk devleti, özgürlükler ve siyasete dair tartışmaları ve Anayasa tartışmalarını “halkın gerçek sorunu bu değil, millet aç” diye özetleyebileceğimiz yaklaşımla ötelemek pek doğru değil. Halkın açlık ve yoksulluktan kurtulması için verilecek mücadele ile hukuk devleti, özgürlük ve Anayasa mücadelesi birbirini dışlayan şeyler değil. Bu bahaneye sığınanlar zannedersiniz her gün barikatları parçalıyor! Ayrıca özellikle siyasal özgürlükler ve etkin bir hukuk devleti, emek mücadelesine alan açar. İşte dün Taksim, Saraçhane ve Beşiktaş’ta yaşananlar. 1 Mayıs, iktidarın emek düşmanı bir pratiği olduğu kadar hukuk devleti ve Anayasayı ayaklar altına almasıyla sonuçlandı. 

GELELİM ANAYASA’YA

Ülkemizde herkesin Anayasa ile bir “derdi” var. Ancak anayasaların “hükmünü icra etmeleri” ancak belirli bir “hukuki, toplumsal ve siyasi iklim/zemin” varsa söz konusu olabilir. O da en genel tanımıyla hukuk devleti ve anayasaya saygı. Anayasa tartışmalarını başlatan ve ülkenin çeyrek yüzyılına hâkim olan siyasi iktidarın derdi ne peki? Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi Kılıçdaroğlu’nun gündeme getirmesi ile gollük pas haline gelen başörtüsü, aile ve LGBTİQ+ meselesi, laiklik mi? Erdoğan’ın tekrar seçilmesi, 50+1 oranının değiştirilmesi ya da parlamenter sisteme geçiş mi? Ya da 31 Mart sonuçları ve ekonomik yıkımın seçmen tercihlerinde etkili olmaya başladığı iklimi değiştirmek mi? Biri, birkaçı veya hepsi olabilir. Bence göz ardı edilmemesi gereken bir husus da iktidar, bürokrasi ve sermayenin Erdoğan sonrasına hazırlığı, bu bağlamda mevcut “kazanımlarını” Anayasal güvence altına alma istekleri. Ne de olsa AKP/MHP sonrası hiçbir iktidar bu kadar pervasız davranamayacaktır.

Burada AKP’nin anayasa ve yasalarla kurduğu ilişkiyi hatırlamak gerekli. AKP dönemi anayasacılığı “İstismarcı Anayasacılık, Askıda Anayasa” gibi kavramlarla açıklanır oldu. Hele söz konusu kanunlar ve yargı kararları olunca durum daha vahim. Detaylandırmaya bile gerek yok. Anayasa değişikliklerinin hepsinde izledikleri şablon (hatta suç yolu/iter criminis diyebiliriz) aynı: önce sistemi/kurumu işlemez hale getir, sonra bunun propagandasını yap, az konuşan ağır adamlarını ve “Lümpen Anayasacıları” (bu da benim Anayasa literatürüne katkım olsun!) sahaya sürüp süslü cümlelerle kamuoyunu ikna et, uzlaşmaz görünmekten ürken muhalefeti arkana tak ve amaca ulaş. Sonra yeri geldiğinde kendi değiştirdiğin kurallara bile uyma! Böylelikle anayasa dahil mevzuatımız kanunlar hiyerarşisinin alt üst olduğu bir “bulamaca” dönüştü. AKP/MHP iktidarının kadro ve zihniyet olarak bu tutumundan koptuğuna dair en küçük bir işaret yok. İşte 1 Mayıs, Can Atalay, Kobane Davası, Gezi Davası, basın özgürlüğü, akademinin hali...

Tam da burada, anayasayı artık zemini kalmayan sivil/askeri anayasa, tüm sorunları anayasaya bağlama, anayasanın geçirdiği değişimleri görmezden gelme, anayasa yapmayı metine indirgeme gibi tuzaklara düşmemek gerek. Bu yaklaşımlar devletin niteliğini ve iktidar ilişkilerini saklar ki asıl amaç bu ilişkileri ezilenlerden ve hukuk devletinden, barıştan yana kuracak bir dinamik yaratmak olmalı. Anayasa arkasından gelir. Tüm sorunları anayasaya bağlama yaklaşımının yanlışlığını ise bizatihi AKP döneminde yaşadık. Aynı metin olduğu halde bazı özgürlükler aşama aşama yok edilebildi. Mahkemeler bile anayasayı takmıyorum diyecek noktaya geldiler. Özetle: sorunumuz bir anayasa yazma (hatta Anayasa) sorunu değil. “…çünkü sorunlar öncelikle metnin kendisinden kaynaklanmamaktadır. Metinler, daha çok kendi tarihsel, toplumsal koşullarının bir ifadesi, yansıması, temsili ve en fazlasından hayata giydirilmek istenen kuralların bir manzumesidir. Her durumda anayasa metinleri, belirli bir sosyo-politik durumla koşullanmış ürünlerdir. Bu çerçevede metinler iktidar ilişkileri içinde şekillendikleri gibi, aynı ölçüde kendileri de şekillendirilmek istenen yeni iktidar ilişkilerini vaaz ederler…” (Ayhan Yalçınkaya)

BU OYUNA ALIŞTIK

Tabii ki anayasa üzerine çok uzun yazılabilir. Ama güncel tartışma Sayın Özgür Özel’in yapacağı görüşme. AKP tarafı bu görüşmeyi açıklamalarla ve TBMM başkanının ziyaretleri ile anayasa eksenine oturtmaya çalışıyor. Sayın Özel TBMM başkanı ile görüşme sonrası özetle “önce mevcut anayasaya uyun, sonrasına bakarız” diyerek doğru tutum aldı. Ancak yukarıda değindiğim hukuksuzluklar duruyor ve iktidar geçmiş tutumundan kopmamış iken komisyon kurmak gibi tuzaklara düşmemek gerekir. Ayrıca değişimin kurumsal ve siyasi hafızayı sıfırlamasına gerek yok. Bu oyunu çok yaşadık.

Yapılması gerek her görüşme masasına ezilenlerin, yağmalanan çevrenin, yoksulların, özgürlüğün, barışın temsilcisi olarak oturmak ve bu tartışmaları halka mal etmek.

                                                            /././

Yusuf Tekin’in ‘eğitim sektörüne’ büyük katkısı: Orta direk özel okul kapısında (Ozan Gündoğdu)

4+4+4 sisteminin dayatıldığı 2012’de her 100 liralık eğitim harcamasının 66,8 lirasını en yüksek gelirli yüzde 20’lik dilim yapıyormuş. Geride kalan 10 yılda, orta gelirliler de özel eğitim harcamasına katlanmaya başlıyor.

Eğitim bir sektör müdür? Yoksa kamusal bir hizmet mi? İktisat tarihi bu sorunun tartışıldığı metinlerle dolu. Fakat en liberal metinler dahi, eğitimin tıpkı sağlık gibi olumlu toplumsal fayda yarattığını kabul ediyor ve en liberal metinler dahi eğitim ve sağlığı “yarı kamusal hizmet” şeklinde kategorize ediyor. Yani, özel kesim tarafından da sunulabilir, fiyatlanabilir ama kamusal fayda yarattığı için kamu tekeli de müdahil olmalıdır.

Peki Türkiye’de eğilim ne yönde değişiyor? Eğitimin özel kısmı mı yoksa kamusal kısmı mı ağırlık kazanıyor?

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in talimatıyla hazırlanan yeni müfredat, Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli başlığıyla bakanlığın web sitesine konuldu. Bugün müfredatı incelemek isteyenler için son gün.

Yusuf Tekin yeni müfredatı “Yerli ve milli, milletimizin maneviyatına ve fıtratına saygılı” olduğunu söyleyerek savunuyor. Müfredatın detayları konunun uzmanları tarafından detaylıca ele alındı ve inceleme süreci devam ediyor.

Buna göre Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’nin gayesi son derece açık; İslamcı anlatının kendi ifadesiyle söylemek gerekirse “ahlaklı bir nesil yetiştirmek” arzusundalar. Bu anlatıda, Türkiye’nin içinde bulunduğu tüm sorunların kökeninde ahlaksızlık yatıyor. Haliyle yeni müfredatta göze çarpan dersler ahlak temasını işliyor. 80 yıllık vatandaşlık dersi ‘Ahlak ve Vatandaşlık’ dersine dönüşüyor. Ortaokul ve liselere Türk Sosyal Hayatında Aile dersi ekleniyor. Kültür ve Medeniyetimize Yön Verenler dersinde, Sezai Karakoç, Nurettin Topçu, Necip Fazıl Kısakürek gibi antikomünist isimler çocuklara rol model olarak tanıtılıyor. Tarih derslerinde ideolojik arka plan derinleşiyor, biyoloji derslerinin ağırlığı azaltılıyor. Matematik ise fazlalıklardan kurtuluyor. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Buna karşın, İslamcı olmayan geniş halk kesimleri için müfredatın ideolojik arka planı tedirginlik veriyor. Peki bu tedirginlik piyasada ne tip reaksiyonlara neden oluyor? 

KAMU OKULLARINI BEĞENMİYORSAN ÖZELE GİT

Yusuf Tekin, Türkiye’nin Milli Eğitimi’nin son 10 yılına damga vurdu. 2013-2018 arasında “gölge bakan” olarak anılan bir bakanlık müsteşarıydı. 2018’de müsteşarlıklar kaldırılınca, Hacı Bayram Veli Üniversitesi’ne rektör olarak atandı. 4 Haziran 2023’ten bu yana da Milli Eğitim Bakanı…

Yusuf Tekin idaresindeki milli eğitimde son 10 yılda yaşanan bir değişimi verilerle sunalım. MEB’in Örgün Eğitim İstatistikleri’ne göre 4+4+4 sistemine geçilen 2012/2013 Eğitim Yılı’nda 992 adet özel ilkokul varmış. Bunun yanında aynı yıl 904 ortaokul bulunuyormuş. İlk ve ortaokulda toplam özel okul sayısı 1896 olarak kayda geçmiş.

Sonra ahlaklı, maneviyatına ve mukadderatına sahip çıkan modern dindar bir nesil yetiştirme hayaliyle yanıp tutuşulan 10 yıl geride kalmış.

2022/2023 Eğitim Yılı’na geldiğimizde özel ilkokul sayısının 2065’e, özel ortaokul sayısının 2266’ya çıktığını görüyoruz. Aynı dönemde öğrenci sayısı da özel ilkokullarda 167 bin 381’den 348 bin 720’ye, özel ortaokullarda 164 bin 294’ten 376 bin 426’ya çıkmış. Yani nereden baksanız, kamusal olmayan “Eğitim Sektörü”nü 2 kat büyütebilmiş Yusuf Tekin. Bu haliyle, tüm özel okul patronlarının gençlerin maneviyatı için yanıp tutuşan Yusuf Tekin’e bir teşekkür borcu var. Zira Yusuf Tekin sayesinde eğitim harcamaları milyarlarca dolarlık bir pastaya dönüşüyor. Zincir kolejlerin iktidarla temaslı sahipleri de Türkiye’nin yeni zenginler listesine adlarını yazdırıyorlar.

ÖZEL OKULLARIN YENİ MÜŞTERİLERİ ÜCRETLİLER

Özel okul tercihinin arkasında türlü türlü nedenler var. Güvenlik, mesai saatlerinin uyumsuzluğu, dil eğitimi vs. vs… Fakat tüm bu nedenlerin içinde bir kök neden oracıkta duruyor. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının çok önemli bir kısmı Türkiye Cumhuriyeti’nin Milli Eğitim Bakanlığı’na güvenmiyor. Böylece imkanlar zorlanıyor ve çocuklar özel okullara gönderiliyor.

2010’lu yılların başına dek, özel okul tercihi, yüksek gelir gruplarının tüketim alışkanlıklarındandı. Fakat, son 10 yılda, orta gelir grubunun da özel okulları tercih etmesi üzerine düşünmeye değer bir takım veriler sunuyor.

TÜİK’in Hanehalkı Tüketim Harcamaları verilerine daha yakından göz atalım.

4+4+4 sisteminin dayatıldığı 2012’de her 100 liralık eğitim harcamasının 66,8 lirasını en yüksek gelirli yüzde 20’lik dilim yapıyormuş. Geride kalan 10 yılda, özel eğitim hizmeti en zenginlerin tekelinden çıkıyor ve orta gelirliler de özel eğitim harcamasına katlanmaya başlıyor. Böylece 2022’ye gelince her 100 liralık eğitim harcaması içinde en zengin yüzde 20’lik dilimin ağırlığı 59,6 liraya düşüyor. Peki en zenginlerin payı 7 puan kadar azalırken kimin payı artıyor? Cevap alt ve üst orta gelir gruplarında…

Açıklama: Son 10 yılda en yoksul ve en zenginlerin eğitim harcamasındaki payı azalırken,
bütün yük orta gelirlerin sırtına yükleniyor.

ORTA DİREK KOLEJLERİN KAPISINDA İNDİRİM PEŞİNDE

2012’de en zengin ikinci yüzde 20’lik dilimin 100 liralık eğitim harcamasının 16,7 lirasını üstlendiğini görüyoruz. 2022’de bu tutar 19,4 liraya çıkıyor. 2012’de en zengin 3’üncü yüzde 20’lik dilimin 100 liralık eğitim harcamasının 9 lirasını üstlendiğini görüyoruz. 2022’de bu tutar 10,9 liraya çıkıyor. En zengin 4’üncü dolayısıyla en yoksul ikinci yüzde 20’lik dilim 2012’de her 100 liralık eğitim harcamasının 5,6’sını üstenirken bu tutar 2022’de 8,6’ya yükseliyor. En yoksul grubun eğitim harcamalarındaki payı geçmiş 10 yılda diğer grupların tersine artmak bir yana azalıyor. 2012’de eğitim harcamalarının yüzde 2,3’ünü üstelenen bu grup, 2022’de eğitim harcamalarının yüzde 1,5’unu üstleniyor.

Özetle; son 10 yılda eğitim sektörünün tüketici pazarı en zenginlerden orta gelirlilere doğru genişliyor. Bu genişleme sayesinde özel okul sayısında da dudak uçuklatan artışlar gözleniyor. Burada tespit edilmesi gereken bir diğer nokta, yeni müşterilerin hemen hepsinin ücretli, meslek sahibi gruplardan oluşmasıdır.

Eğer, eğitimi de inşaat gibi, sanayi gibi, bankacılık gibi bir ekonomik faaliyet olarak kavrıyor, eğitimin kamusal niteliğini göz ardı ediyorsanız -ki eğitimin kamusal niteliğini en radikal liberaller dahi yadsımıyor- bu gelişme son derece olumlu sayılabilir. Nitekim, Yusuf Tekin’in çabaları sayesinde, halk kesimleri kamu okullarından kaçmaya başlamış, özel sektör böylece büyümüş. “Bu durum Türkiye’nin ekonomisine de katkı sağlıyor, istihdam artıyor, büyüme hız kazanıyor” da denilebilir.

Fakat Yusuf Tekin, ahlaklı nesiller yetiştirmeye çabalarken, eğitim sisteminin de tümüyle çökme riskiyle karşı karşıya olduğunu belirtmek gerekir. En zenginlerin yurtdışına, orta direğin zincir kolejlere, garibanın mesleki eğitim merkezlerinde torna tezgahına geri kalanların da proje okullara veya imam hatiplere gönderildiği bir eğitim modeli… Adına Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli deniyor. 

                                                                /././

Marifet iltifata tabi (Yalçın Karatepe)

Ekonomim gazetesine bir röportaj veren Uluslararası Para Fonu (IMF) Türkiye Masası Şefi James Walsh, “TCMB’nin para politikasını sıkılaştırma ve finansal sistemi reforme etme konusunda uzun bir yol kat ettiğini; faiz oranlarını bu kadar yükselterek, para politikasını ve finans sektörünün verimliliğini engelleyen birçok mali düzenlemeyi de basitleştirdiği için büyük övgüyü hak ettiğini” söylemiş.

Evet, yapılan açıklamadan ekonomi yönetiminin IMF’nin övgüsüne mazhar olduğu anlaşılıyor. Sanırım iktidar da bundan memnun olmuştur. Peki, IMF Türkiye’de iktidarın yaptıklarını neden övüyor? Bunun gerekçesini şu sözde bulabiliriz: Marifet iltifata tabi. Meali: yaptıkları takdir edilen, övülen kimse daha fazlasını yapmaya çalışır.

IMF, ekonomi yönetimine dizdiği övgüyü aleni bir biçimde ifade ederek aynı yolda yürümesini ve daha fazlasını yapmalarını teşvik ediyor.

Peki, IMF’den takdir alan işlerin sonucu ne oluyor, isterseniz bir de ona bakalım. Dün İstanbul Sanayi Odasının(İSO) “Türkiye PMİ İmalat Sanayi Nisan Ayı Raporu” yayımlandı. Satın alma yöneticileri anketi olan PMİ ekonominin nereye gitmekte olduğunun öncü göstergesi olarak kabul ediliyor. Nisan ayında endeks 49,3 seviyesine gerilemiş. Bu değerin 50’nin altında olması imalat sanayinde üretimin yavaşladığının bir göstergesi olarak yorumlanır. Evet, ekonomi “soğuyor.” Bunun yakın zamanda istihdama nasıl etki edeceğini de tahmin edebiliriz. Pek çok insan işini kaybedecek. Olsun, pek de önemli değil. Zaten programın bu sonucu ortaya çıkaracağı beklenerek uygulandığını da biliyoruz. Başka türlü iç talebi nasıl “dengeleyecekler?” IMF’den Walsh aynı mülakatta şunu da söylemiş: Türkiye’de […] iç talebin zayıfladığını görmek istiyoruz.

İşsizlik artarken çalışanların maaşlarına da zam yapmazsanız IMF’yi memnun edecek olan iç talebin zayıfladığını görürsünüz. İstedikleri de bu. Peki, bu olunca ne olacak, iktidarın dört gözle beklediği yabancı yatırımcı hemen gelecek mi? O kadar kolay değilmiş, biraz daha aynı yolda yürümek gerekiyormuş. Walsh diyor ki “Türkiye’ye ilgi duyan birçok yatırımcıyla konuştuk. Duyduğum mesaj şuydu: Reformlar iyi ve doğru yönde gidiyor. Ancak bugünlerde bu reformlara katılan çok sayıda ülke var. Yani herkes birçok farklı pazara bakıyor. İlerleme kaydetmeye devam etmek önemli olacak.”

Bunun anlamı ne? Öyle kolay para yok. Eğer yabancı sermayenin gelmesini istiyorsanız, onların işlerini kolaylaştıracak, istedikleri zaman gelip istedikleri zaman gitmelerine imkân verecek düzenlemeler yapmaya devam etmelisiniz. Sizin dışınızda başka ülkeler de var. Eğer Türkiye’de daha fazla para kazanacaklarını düşünürlerse gelirler, yoksa başka yerlerde kazanma imkânları var oralara giderler.

Zaten önemli olanın “yabancı sermayenin” kolay para kazanması değil mi, başka türlü nasıl düze çıkarız? Peki, kim kaybedecek? Onu siz zaten biliyorsunuz. İnsanlar önce işini kaybedecek, işini kaybetmeyenler ise ellerine geçen para miktarı artmayacağı için satın alma güçlerini kaybedecekler.

Demem o ki “kazan-kazan” bir model kurgulamadılar. “kazan-kaybet” sistemi uyguluyorlar. Kazananın ve kaybedenlerin kim olacağını biliyoruz. İktidar ve onun yandaşları da bunu açıkça söylüyorlar. Bedel ödemeden enflasyonu düşürmek mümkün değil diyenleri hatırlıyor musunuz? İşte o “bedel ödeyecek” grubun kim olduğunu iyi bilin.

                                                               /././

O barikat, o barikatınız...(Zafer Arapkirli)

Çarşamba günü İstanbul Fatih’de, tarihi Bozdoğan Kemeri’nin önüne kurulmuş olan “yüksek yoğunluklu tahkimat” görünümlü polis barikatı, 1 Mayısların daha doğrusu yasaklı 1 Mayısların, faşist yasakların tarihi simgelerinden biri haline geldi, şimdiden…

Üniformalı kasklı insan vücudu, galvanize metaller, sert plastik kalkanlar ve benzeri malzemelerden müteşekkil o duvarın temelinde, Cumhuriyet tarihinin en pervasız, en sorumsuzca hak ihlâllerinin yanı sıra, yürürlükteki T.C. Anayasası’nın 34’ncü maddesi, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’nın 3’ncü maddesi ve hepsinden de “taze bir hüküm” içermek suretiyle, Anayasa Mahkemesi’nin 12.10.2023 tarihli kararı vardı.

Hani meteoroloji jargonunda “perfect storm” (bilinen tüm unsurları ve en aşırı özellikleri ile bir araya gelmiş mükemmel fırtına) diye bir tabir vardır ya... Tam da öyle bir “mükemmel hukuksuzluk” abidesi gibi duruyordu o duvar orada.

∗∗∗

Temelinde, yukarıda saydığım unsurların yanı sıra, 2009 yılında AKP hükümetinin (evet, yanlış okumadınız. Bugünkü AKP hükümeti ve bugünkü “şahsım”) aldığı kararla “1 Mayıs’ın bayram ilan edilmesi”, bununla da yetinilmeyip 2009, 2010, 2011, 2012 yıllarında “Tabuları yıktık” diyerek Taksim’de kutlanması gibi tarihi çelişki içeren emsaller bile vardı.

Başka bir tabirle, bu sayılanların “alayını toprağa gömüp”, üzerlerine tonlarca ağırlıkta beton döküp, o betonun üzerinde yanyana dizilen kasklı, kalkanlı, gaz bombalı, plastik mermili tertibat vardı.

Ama bütün bunlardan daha elim ve daha vahim olmak üzere...

O barikat, faşizmin “kendi yaptığı yasalara, kendi yapıp millete onaylattığı anayasaya, o anayasadaki ‘AYM kararları kesindir (...) Herkesi bağlar...’ şeklindeki kesin hükümlere” utanmazca nanik yapan bir iradenin vücut bulmuş haliydi.

İşte o barikatın önüne gelen her yaştan ve her meslekten emekçiler, çıplak elleriyle, plastik bayrak sopalarıyla, tekmelerle, buna isyan ediyorlardı.

Ceberut iktidarın temsilcileri, onların yandaşı ve yardakçısı kiralık medya organları ve sözüm ona “muhalif cenahtan” sözüm ona “mutedil, barışçı, aklıselim sahibi” takılan tatlı su liboşları, hep bir ağızdan “Ama olmadı ya... O şiddet görüntüleri, polise saldırılar” gibi iğrenç bir söylemle, o isyanı o direnişi karalamaya çalıştılar.

Hani şu meşhur lâf vardır ya:

“Şimdi durduk yerde tatsızlık çıkmasın canım ya...” muhabbeti.

O barikata karşı çıkan ve “Açın yolu, özgürlüğümüzü kullanalım,” (elinde Anayasayı ve AYM kararını göstererek,) yasa dışı bir emri uyguluyorsunuz” diyen kitleyi “tatsızlık çıkarmakla” suçlayanlar hiç utanmadan, görmezden geldiler “asıl tatsızlığı çıkaranın”, o duvarı örenler, o gün İstanbul halkını evlerine hapsedenler, geçmişin sevimsiz sıkıyönetim ve olağanüstü hâl hayaletini canlandıranlar olduğu gerçeğini.

∗∗∗

Haydi daha açık yazalım:

Biri gelip, evinizin önüne elinde kalkanı ile dikilecek. Yasa ve vicdan dışı bir şekilde, üstelik taptaze bir mahkeme kararına rağmen kapınızı açmanızı engelleyecek ve siz o kapıyı zorlamayacaksınız? Orada öyle bekleyip “Aman abi şimdi boş yere tatsızlık çıkmasın” diye eliniz kolunuz bağlı kalacaksınız? Öyle mi?

Ama işte, faşizmin esir aldığı kafalar böyle düşünmenizi ve oturup kabullenmenizi ister.

Bütün bunlar da yetmiyormuş gibi...

1 Mayıs öncesinde, (mealen) “Emekçilerin Taksim’e gelip kutlamaya hakları var. Üstelik bu konuda AYM kararı var. Ben de orada olacağım. Tek bir olay çıkmaması, kimsenin burnunun bile kanamaması konusunda kefilim” diyecek kadar güçlü ve alkışlanacak bir “önderlik” görüntüsü içinde olan, son seçimde halkın “Türkiye’nin birinci partisi” unvanını verdiği CHP’nin lideri, o duvara direnen kitleleri “barikatın önünde bırakıp gitmeseydi” daha iyi olmaz mıydı?

Onunla birlikte, Taksim için bildirimde bulunan ve “Mutlaka orada olup hakkımız olan kutlamayı yapacağız” diyen sendika ve meslek örgütlerinin liderlikleri de, barikata dayanan ve zorlayan kitlenin bizzat önünde “ya önderliğini yapmak, ya da birlikte çıkıp gitmek” konusunda inisiyatif almaları gerekmez miydi?

Antifaşist mücadele azimlerinden ve bu konudaki pırıl pırıl geçmişlerinden/sicillerinden zerre kadar şüphemiz olmayan bu insanların, Çarşamba günü son anda yarattıkları hayal kırıklığını sorgulamamız gerekmez mi?

Ama bütün bunlara karşın, o barikatı zorlayan ve dün gazetemiz BirGün’ün manşetinde özlü biçimde dile getirildiği üzere, “Üstüne üstüne yürüyen” kitle, gaz ve cop ve plastik mermi yeme, gözaltına alınma pahasına oradan başı dik ve alnı açık ayrılmıştır.

Zaten o duvarlar, o barikatlar ve bu halkın sonunda özgürlüğü tadacağı güne kadar giderek zayıflamaya mahkûm o engeller, o kitlenin sayesinde bir bir yıkılacaktır.

Formülü ve güzergâhı da, Nazım Hikmet şöyle dile getirmiştir, 99 sene önce, ta 1925’te:

“O duvar,

O duvarınız

Vız gelir bize vız.

Bizim kuvvetimizdeki hız,

Ne bir din adamının dumanlı vaadinden,

Ne de bir hülyanın günlü yakışındandır.

O yalnız

Tarihin durdurulmaz akışındandır...”

99 sene sonra, Usta’nın o “yol tarifinden” hareketle tekrar ediyoruz.

O barikat, o barikatınız.

Vız gelir bize vız...

(BİRGÜN)

Ankara-Tel Aviv geriliminde yeni perde: Türkiye, İsrail'le ticareti tüm ürünleri kapsayacak şekilde durdurdu - T24

 Ticaret Bakanlığı açıklamasında, tüm ürünleri kapsayacak şekilde ticaret durdurma kararının Gazze'ye kesintisiz insani yardım akışı sağlanana kadar geçerli olacağı vurgulandı

Ankara-Tel Aviv geriliminde yeni perde: Türkiye, İsrail'le ticareti tüm ürünleri kapsayacak şekilde durdurdu
Ticaret Bakanlığı, tedbirlerin ikinci aşamasına geçildiğini ve Gazze'ye kesintisiz insani yardım akışı sağlanana kadar Türkiye-İsrail arasında ihracat ve ithalat işlemlerinin tüm ürünleri kapsayacak şekilde durdurulduğunu açıkladı.

Ticaret Bakanlığı, İsrail-Hamas savaşının 209'uncu gününde, Türkiye'nin İsrail'le olan ithalat ve ihracatının tamamının Gazze'ye insani yardım akışı kesintisiz sağlanana kadar durdurulduğunu açıkladı. Bakanlık, yaptığı açıklamada, "Devlet düzeyinde alınan tedbirlerin ikinci aşamasına geçilmiş, İsrail'le ilgili ihracat ve ithalat işlemleri tüm ürünleri kapsayacak şekilde durdurulmuştur" ifadeleri kullanıldı. 

Ticaret Bakanlığı'nın açıklaması

Bakanlık açıklamasında ayrıca "İsrail hükümeti, Gazze'ye kesintisiz insani yardım akışına izin verinceye kadar Türkiye söz konusu yeni tedbirleri kesin ve kararlı bir şekilde uygulayacak" ifadelerine yer verildi.

9 Nisan'da Ticaret Bakanlığı'nın 54 ürün grubunda ticaret kısıtlaması getirdiği hatırlatılan açıklamada, "Alınan bu kararda, İsrail Gazze'de derhal ateşkes ilan edene ve yeterli miktarda ve kesintisiz insani yardım akışına izin verinceye kadar kısıtlama tedbirlerinin yürürlükte kalacağı vurgulanmıştır. Buna rağmen, İsrail hükümetinin saldırgan tutumunu sürdürdüğü, Filistin'deki insani trajedinin kötüleştiği müşahade edilmektedir" denildi. 

Filistin Milli Ekonomi Bakanlığı ile koordinasyon 

Ticaret Bakanlığı açıklamasında "İşgal altında yaşamak zorunda kalan Filistinli kardeşlerimizin bu kısıtlamalardan etkilenmemesi için Ticaret Bakanlığımız ile Filistin Milli Ekonomi Bakanlığı arasında gerekli çalışmalar koordine edilmektedir" ifadelerine yer verildi. 

Bloomberg, akşam saatlerinde iki Türk yetkiliye dayandırdığı haberinde Türkiye'nin İsrail'le ticareti tamamen durduğunu yazmış; İsrail Dışişleri Bakanı Israel Katz konuya ilişkin bir açıklamada bulunmuştu. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın İsrail ile anlaşmaları bozduğunu söyleyen Katz, İsrail'in yerel üretime ve diğer ülkelerden ithalata odaklanarak ticari alternatifler yaratmak için çalışacağını söylemişti. 

TIKLAYIN | Bloomberg: Türkiye, İsrail ile tüm ticari ilişkileri durdurdu

Erdoğan, "O iş bitti" demişti

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, son olarak 24 Nisan'da Ankara'da ağırladığı Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier ile ikili basın toplantısında gelen bir soru üzerine “İsrail ile yoğun ticari ilişkileri artık ayakta tutmuyoruz, o iş bitti” açıklaması yapmıştı.

54 ürün grubunun ticareti kısıtlanmıştı

Ticaret Bakanlığı, 9 Nisan'da aldığı kararla 54 ürün grubunun İsrail'e ticaretini kısıtladığını duyurmuştu.

Bakanlık'ın 9 Nisan'daki açıklamasında "İsrail, Gazze'de derhal ateşkes ilan edene ve yeterli miktarda, kesintisiz yardıma izin verinceye kadar belirlenen kısıtlamalar yürürlükte kalacaktır" denilmişti. 

TIKLAYIN | Türkiye, savaşın başlamasından altı ay sonra, 54 ürün grubunda İsrail'e ihracatı kısıtladı

TIKLAYIN | Türkiye'nin savaşın 6'ncı ayında İsrail'e ihracat kısıtlamasına tepki: "Bunun için 14 bininci çocuğun öldürülmesini mi beklediniz?"

TIKLAYIN | Altı soruda Türkiye-İsrail ticari ilişkileri

Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin (TİM) açıkladığı verilere göre ihracatında yüzde 393 oranında artış görülen zeytin ve zeytinyağı başta olmak üzere kimi gıda ürün grupları listede yer almamıştı. Buna karşın listede yer alan ürün gruplarının ihracatında halihazırda düşüş yaşandığı görülmüştü.

TIKLAYIN | Savaşın başlangıcından altı ay sonra gelen İsrail’e ticaret kısıtlaması: Türkiye'den İsrail'e ihracat hangi ürünlerde sürüyor?

Bakanlığın İsrail'e ihracat kısıtlaması getirdiği ürünler arasında 'Uçak Benzini-Jet Yakıtı' yer alıyordu. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı, Türkiye'nin İsrail'e jet yakıtı sattığı haberlerini yalanlamıştı. Başkanlık, konuya ilişkin olarak yaptığı açıklamada, "Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu'nun (EPDK) verilerinde de görülen jet yakıt satışının İsrail savaş uçaklarıyla herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Yakıt alan uçakların tamamı yolcu uçağıdır. Kamuoyunun hassasiyetleri üzerinden yürütülen manipülasyon kampanyalarına itibar etmeyiniz" ifadelerine yer verilmişti. 

Türkiye'den İsrail'e ihracatına kısıtlama getirilen 54 ürün grubu şöyleydi:

1-Alüminyum profiller 
2- Alüminyum teller
3- Boyalar
4- Bakır profiller, çubuklar ve teller
5- Beton mikserleri
6- Çelik borular ve bağlantı parçaları
7- Çelik filmaşin
8- Çelik kaplar
9- Çelik köprü aksamı
10- Çelik kuleler
11- Çelik profiller
12- Çimento
13- Çimentodan, betondan veya suni taştan inşaat için bloklar ve levhalar
14- Demir çelikten tüm inşaat malzemeleri
15- Demir-çelik tüm teller
16- Ekskavatörler
17- Elektrik kabloları
18- Elektrik panoları
19- Fayanslar
20- Fiberoptik kablolar ve elektrik iletkenleri
21- Forkliftler
22- Granit
23- Halat ve kablolar
24- Hırdavat ürünleri
25- Hidrolik yağlar
26- İnşaat demiri
27- İnşaat makineleri
28- İnşaat yalıtım malzemeleri
29- İnşaatta kullanılan camlar
30- Kimyasal bileşikler
31- Kimyasal gübreler
32- Klinker
33- Kovalar, kepçeler, kürekler, kıskaçlar ve kancalar
34- Kükürt
35- Madeni yağlar
36- Makaralı zincirler
37- Mermer
38- Metal işleme makinaları
39- Metallerin işlenmesinde kullanılan kimyasallar
40- Mineral gübreler
41- Motor yağları
42- Paletler
43- Plastik borular
44- Sandviç paneller
45- Seramikler
46- Solvent boyalar
47- Tel çekme makinaları
48- Testere makinaları
49- Tuğlalar
50- Uçak benzini ve jet yakıtı
51- Vernikler
52- Vinçler
53- Yapıştırıcılar ve tutkallar
54- Yassı çelik ürünleri

T24 KÖŞEBAŞI - 3 Mayıs 2024 -



                                                                     /././

Dışişleri ve Diyanet sessiz: İsrail'de polisi bıçakladıktan sonra öldürülen imam Hasan Saklanan'ın hikâyesi (Candan Yıldız)

Hasan Saklanan'ı tanıyan isimler cenazenin kendilerine ne zaman teslim edileceğini bilmediklerini söyledi. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından da resmi bir açıklama henüz yapılmadı

                                                                Hasan Saklanan

Diyanet personeli imam Hasan Saklanan'ın Kudüs'te İsrail polisini bıçakladıktan sonra çok sayıda kurşunla öldürülmesi Türkiye-İsrail ilişkilerini nasıl etkileyecek? İsrail devletinin yayınladığı görüntülerde 34 yaşındaki Urfalı imam Saklanan Kudüs'te Müslümanlar için kutsal ibadet yerlerinden biri olan Mescid-i Aksa'ya çıkan dar sokaklardan birinde 30 Nisan'da öldürüldü.

7 Ekim'den bu yana İsrail'in Gazze'deki katliamlarına karşı Türkiye'nin İsrail politikasında radikal bir değişiklik olmadı. İki ülke arasındaki ticari ilişki olup olmadığı sorusunu Cumhurbaşkanı Erdoğan, Almanya Cumhurbaşkanı  Steinmeir'in ziyaretinde netleştirdi: "İsrail'le yoğun ticari ilişkileri artık ayakta tutmuyoruz, o iş bitti."

Yoğun ticari ilişkiler biterken Hamas'ın siyasi kanadının iki önemli isminin Halid Meşal ve İsmail Haniye'nin Türkiye'deki temasları da İsrail tarafından yakından takip edildi.

Ahmet Davutoğlu da Haniye ve Meşal'le görüştü

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Hamas'ı Kuvayı Milliye'ye benzetmesinin etkisi var mıdır bilinmez ama, Urfalı Diyanet imamı, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Hasan Saklanan'ın bir arkadaşıyla birlikte Hamas'a katılmayı hedeflerken Kudüs'te İsrail polisi tarafından öldürülmesiyle ilgili Dışişleri Bakanlığı'ndan henüz bir açıklama gelmemesi dikkat çekici. Zira İsrail'in düşman olarak gördüğü Hamas'a Türkiye'den katılımların olması diplomatik krize yol açma potansiyeline sahip. Hasan Saklanan'ı tanıyan isimler cenazenin kendilerine ne zaman teslim edileceğini bilmediklerini söyledi. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından da resmi bir açıklama henüz yapılmadı Hasan Saklanan hakkında.

Diyanet-Sen'e muhalif, Manevi, İlkeli ve Liyakatli Diyanet Çalışanları Sendikası Mil Diyanet Sen bir açıklama yayımladı Hasan Saklanan'la ilgili. Sendika başkanı Celaleddin Gül'den bilgiler almaya çalıştım. Gül, " İsrail'in zulmü durdurulmadığı için insanlar gidiyor. Kapılar açılsa binlerce insan Hamas'a katılmak için gidecek. Ali Erbaş aileyi arasaydı Urfa şube başkanımızın haberi olurdu. Cumhurbaşkanımız Erdoğan'ın da aileyi araması, taziye dileklerini iletmesi temennimiz" dedi. Hasan Saklanan'ın Urfa Kepez kırsalındaki evinin önünde de taziyeler devam ediyor.

Saklanan'ın evi önünde taziyeler

Hasan Saklanan'ın ölümü İslami çevrelerde de geniş yankı buldu. Trabzon'da, Urfa'da gıyabi cenaze namazı kılınırken İstanbul'da Ayasofya Camii önünde öldürülen imam için lokma dağıtıldı. Hüda-Par İstanbul'da, Özgür-Der de Ankara'da yarın Saklanan için gıyabi cenaze namazı için çağrı yaptı. Diyanet'in düzenlediği turla Ürdün üzerinden İsrail'e geçtiği doğrulanan Hasan Saklanan, arkadaşlarının verdiği bilgiye göre son iki aydır Gazze'ye geçerek Hamas'ın askeri kanadı El Kassam Tugayları'na katılmanın yollarını arıyordu. Mil Diyanet Sen Urfa Şubesi'nin Hasan Saklanan için "Peygamberlerin dahi gıpta ettiği şehitlik makamına yükseldi" sözündeki "şehit" vurgusu, Gazze'de savaşa katılmak isteyen Saklanan'ın da temel motivasyonuydu. Benzer gidişlerin sürüp sürmeyeceğini, İsrail'in bu son olaydan yola çıkarak sınır politikasını nasıl değiştireceğini önümüzdeki zamanlarda göreceğiz.

TIKLAYIN: Kudüs'te öldürülen Diyanet personeli imamın hedefinin Hamas'a katılmak olduğu iddia edildi

                                                                /././

Kamu tasarrufunda farkı ne yaratacak? (Çiğdem Toker)

Ne temsil, tören harcamalarında ne kırtasiyede ne araç kiralamalarında tasarruf sağlanmış değil. Peki bundan sonra ne değişecek de kendilerinden tasarruf beklenen bürokrasi bu plana sadık kalacak?

Cumhurbaşkanlığı Sarayı'ndaki makam araçları

Kamuda yeni başlatılacak tasarruf önlemlerine ilişkin haberler çoğalıyor. Makam ve hizmet araçlarının yanı sıra, yatırımlar ve bütçedeki diğer harcama kalemlerinin de tek tek gözden geçirilip, giderlerin özelliğine göre kuralların belirleneceğini okuyoruz.

Yeni dönemdeki tasarruf konusunda "tedbir" değil "plan" sözcüğünün kullanılması dikkat çekiyor. Yani bir defalık ya da kısa dönemli değil, daha geniş bir zamana yayılacak bir politika kastediliyor. Bu, çok anlaşılabilir bir terminoloji farkı. Zira, Mehmet Şimşek'in Hazine ve Maliye Bakanlığı'na getirilmesi ve onun da göreve gelir gelmez tasarruf genelgesini yeniden tedavüle sokmasının üzerinden neredeyse bir yıl geçti.

Kamu kuruluşlarının Şimşek imzalı o genelgede özen gösterilmesini istediği konularda ve harcama kalemlerinde arzu edilen sonuç alınmamış olmalı ki, bugün yoğun biçimde tasarruf planı tekrar gündeme geldi. O zaman da şu soruyu sormak ve cevabını beklemek de kamuoyunun hakkı:

Yaptırım mı uygulanacak?

Yeni dönem tasarruf planında, geçen sene verilen tasarruf tedbirleri talimatından farklı olarak uygulamayı sağlayacak ne olacak? Ne temsil, tören harcamalarında ne kırtasiyede ne araç kiralamalarında tasarruf sağlanmış değil. Peki bundan sonra ne değişecek de kendilerinden tasarruf beklenen bürokrasi bu plana sadık kalacak?

Bir yaptırım mı uygulanacak? Devlet memurlarına ilişkin mevzuattaki disiplin hükümleri mi işletilecek söz gelimi? Yeni dönem tasarruf planı, hazırlık ve taslak aşamasından çıkıp yürürlüğe girerken, bu soruların da cevaplanması aydınlatıcı olur. Yani Bakan Şimşek'in bürokrasiye tasarruf talimatının bir yıl öncesine göre daha etkili olmasını sağlayacak bir mekanizma kurulacaksa, saydamlık açısından yayımlanması beklenir.

İhalelerde tasarruf nasıl olacak?

Yeni dönemde uygulanacağı belirtilen tasarruf planında dikkat çeken diğer bir ayrıntı "doğrudan temin" yöntemine mercek tutulacağı. Kamu idarelerine, ihalelerle kıyaslandığında daha kolay satın alma yolu olarak tanımlanan doğrudan temin, büyük tutarlara ulaşıyor. Bu konuda bir sınırlama ihtiyacının duyulması, suistimal ihtimalini akla getiriyor. Gerçekten de klasik bir ihale yöntemi olmayan doğrudan temin, son yıllarda kamu kuruluşları ve yerel yönetimlerin yoğun tercih ettiği bir usule dönüştü. Normalde kırtasiye, elektrik malzemesi vb gibi küçük ölçekli gündelik gereksinimler için başvurulan doğrudan teminde sınırlama ve denetim önem taşıyor. Çünkü doğrudan temin bir yana, Kamu İhale Kanunu'na tabi ihale usullerinde dahi, yapılan hatalar Sayıştay uyarılarına karşın tekrarlanıyor. Bazı inşaat yapım ihalelerinde yargı kararları bile kamu kuruluşunun, özellikle 21/b usulüyle yaptırılan ihalelerde, tekrarına engel olmuyor.

Kamuda yeni bir dönem açılacak ve yeni bir tasarruf planı uygulanacaksa işe kamu ihalelerindeki usulsüzlükler ile KÖİ projelerinde "kalem oynatma", ek sözleşme, zeyilname, erteleme gibi yollarla müteahhit şirketler lehine, kamu aleyhine olan işlerden başlamak zorunlu. Tabii buna politik olarak gücün ne kadar yeteceği su götürür. Politik güçten kastım; makro ekonomide tam yetki verilen Bakan Şimşek'in, maliye politikalarının alt kalemlerinde aynı manevra alanının sağlanıp sağlanmayacağı.

Nihayetinde trilyonluk kamu kaynağının döndüğü kamu ihaleleri ve KÖİ projelerinde köklü kararlar söz konusu olduğunda, son sözün Cumhurbaşkanı Erdoğan'da bittiğini dünya alem biliyor. Tasarrufun lafta kalıp kalmayacağını belirleyecek hakiki unsur da bu.

                                                                   /././

Sinan Ateş cinayetinden gözaltına alınan iki polis, nasıl Özel Harekatçı oldu? (Tolga Şardan)

Söz konusu iki polisin, kim tarafından ve nerede hazırlanan listeyle Özel Harekatçı olduğu sorusunun yanıtı önemli. Kim ya da kimlerin referans olduğu önemli

Sinan Ateş

Eski Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş'in öldürülmesiyle ilgili savcılık soruşturması tamamlandı. Hazırlanan iddianame, Ankara 32. Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderildi hafta başında.

Mahkeme, iki haftalık inceleme sürecini yürütüyor. 

İddianameyle ilgili kulislere fazla bilgi sızıntısı yok henüz. Adli soruşturma çerçevesindeki gelişmeleri T24'te Asuman Aranca sık sık gündeme taşıyor.

Genel bilgilerin ötesine geçen içeriğin gün ışığına tam olarak çıkmaması beraberinde farklı yorumları getiriyor, kuşkusuz.

Bu noktada şunu belirtmek gerekir ki; mesleki tecrübem, dosyanın siyasi boyutunun henüz çözülemediğini söylüyor. Zira, geçmişte benzer konulardaki adli soruşturmalar hakkındaki iddianameler, mahkemeye gönderildiğinde kulislere düşerdi.

Fakat bu defa öyle olmadı. Kaynaklar, gazetecilerin bu konudaki sorularını yanıtsız bırakıyor.

Ayrıca, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan ile MHP Genel Başkanı Bahçeli'nin hafta başındaki buluşmasının, bu sürecin dışında kaldığını düşünmek doğru olmaz.

Kanımca, AKP ile MHP arasındaki siyasi bağlantının geleceği için iddianamenin mahkeme tarafından incelenme süresi çok önemli.

Mahkemenin, iddianamede eksik bulup savcılığa iade etmesine şaşırmamak gerek.

Soruşturmadaki Özel Harekatçı polisler

Söz konusu soruşturmayla ilgili epeyce farklı bilgiler gündeme geldi zaman içinde.

Büyüteç'te, pek bilinmeyen bir ayrıntıyı gündeme getirdim bugün.

Hatırlanacağı üzere; cinayetten hemen sonra gözaltına alınan iki Özel Harekat polisi halen tutuklular.

İki Özel Harekatçı'nın Ateş'e yönelik silahlı saldırıdaki konumu, cinayette tetiği çeken katil zanlısı Eray Özyağcı'yı özel bir araçla Ankara'ya getirmeleri.

Savcılıkça yürütülen soruşturmada, muvazzaf yani görev başındaki Özel Harekatçılar Aşkın Mert Gelenbey ve Murat Can Çolak, yakalandı.

Şimdi söz konusu iki Özel Harekatçı polisle ilgili ilginç ve önemli bir süreci paylaşacağım.

15 Temmuz sırasında bilindiği gibi darbe girişiminde yer alan FETÖ'cü Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının asıl hedeflerinde birisi de Gölbaşı'ndaki Emniyet Genel Müdürlüğü Özel Harekat Başkanlığı yerleşkesiydi.

Darbe girişimin başarısızlıkla sonuçlanmasıyla beraber hükümette alınan kararlardan birisi, Özel Harekatçı polis sayısının artırılması oldu.

Bu amaçla, Özel Harekatçı polis yetiştirilmesi benimsendi. Karar 2016'nın sonbaharında uygulamaya konuldu.

Bir parantez açayım; bu karar uygulamaya konuluncaya dek, Özel Harekâtçı polisler, meslekten seçildi hep. Birimin ilk kurulduğu 1980'li yıllardan bu yana böyleydi.

Polis olarak Emniyet teşkilatında görev yapan polislerden gönüllü olanlar, Özel Harekat Dairesi'nce açılan sınav ve kursları başarıyla tamamlayanlar, Özel Harekatçı oldular. 2016 ve öncesinde Özel Harekat'a girip şimdilerde söz konusu birimlerde görev yapanlar, bu yöntemle kamuflaj giydi.

Bu seçme yönteminin amacı, az ya da çok mesleki tecrübeye sahip olmak, teşkilat ve üniformanın aidiyetini taşımak ve personeli devlet adına göreve hazırlamaktı.

Parantezi kapattım.

2016'daki karardan sonra Emniyet Genel Müdürlüğü, Özel Harekat'a ilk kez dış kaynak olarak tanımlanan dışarıdan personel almaya başladı.

Yani, henüz polislik ve üniformayla tanışmamış lise mezunu kadın ve erkek gençlere, Özel Harekat polisi olma yolu ardına kadar açıldı!

Polis Akademisi Başkanlığı'nca açılan bilgi ve spor sınavını geçenler, kendilerini Özel Harekat Polisi eğitiminde buldular.

Emniyet teşkilatını yakından takip eden bir gazeteci olarak o dönemi de yakından izledim.

Bu dönemde, çeşitli yerlerde hazırlanıp Polis Akademisi Başkanlığı'na ulaştırılan torpil ve tavassut (aracılık etme) listelerinden söz etmeme sanırım gerek yok!

Çeşitli yerlerden kastım tabii ki, iktidar ve iktidara yakın olan siyasi oluşumlar!

Listeler hazırlandı, sonrasında mevcut siyasetten gelen talepler olumlu değerlendirildi ve Özel Harekat birimlerinde görevlendirilecek personel alımı gerçekleştirildi.

Yakın zamana kadar söz konusu yöntemle Özel Harekat'a tam 17 bin kişi alındı.

Dikkatinizi çekiyorum; bin, 2 bin, 5 bin, 10 bin değil, 17 bin kişi. Özel Harekatçı sayısı zaman içinde 24 bine çıktı.

Tayin, emeklilik, suça karışma, ceza ve branştan çıkarma gerekçeleriyle ayrılanlar sonrasında güncel sayı yaklaşık 17 bin kişi şu aralar.

Bu tabloya bakınca, dış kaynak alımıyla göreve başlayan herkesi aynı kefeye koymak elbette doğru yaklaşım olmaz.

Halihazırda terörle mücadelede bu şekilde iş başı yapıp aktif çalışan pek çok personel mevcut.
Demek istediğim, dış kaynaktan yapılan personel alımlarında genel olarak kayırma ve torpil konusu.

Polisler nasıl girdiler?

Gelelim, Sinan Ateş cinayetine katıldıkları iddiasıyla tutuklanan iki Özel Harekatçı polisin durumuna.

Yaptığım araştırmada, iki polisin "dış kaynak" personel alımı sırasında teşkilata girdiklerini tespit ettim.

İşte sürecin kırılma noktası tam burası maalesef.

Bu noktada daha ileri bir yorum yapmak istemem, zira işin ucu farklı yere gidecek büyük olasılıkla.

Avukat Öktem'de vekalet iddiası

Sinan Ateş cinayeti soruşturması demişken; ulaştığım bir bilgiyi daha paylaşayım.

Aynı soruşturmada önemli bir tutuklu, dosyanın kilit isimlerinden. Avukat Serdar Öktem bu isim.

Öktem'in konumu çok özel bir yerde. Avukat olması bir yana, özellikle Ülkücü camia içinde yer alan ve çok fazla bağlantıları olan bir şüpheli. Hatta önceki Ankara Emniyet Müdürü Servet Yılmaz'la da yakın olduğu biliniyor.

Emniyet içinde çokça konuşulan bir iddia var; Öktem'in üzerinde Emniyet Genel Müdürlüğü'nün vekaletinin bulunduğu.

Bunun anlamı, Öktem'in Emniyet Genel Müdürlüğü'nü kurumsal olarak ilgilendiren yargı süreçlerine kurum adına görev almak!

Öktem'in hangi Emniyet Genel Müdürü ve hangi İçişleri Bakanı görevdeyken söz konusu vekaleti aldığına bakmak lazım doğal olarak.

* * *

Sinan Ateş soruşturması ve sonrasındaki yargılama aşaması çok sıcak günlere gebe. Hem siyasette hem de bürokraside.

(T24)