6 Mayıs 2024 Pazartesi

AKP’nin ‘maarif modeli’: Yeni müfredat taslağı ne getiriyor? (I) - DOSYA - soL/Özel

TKP’li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu - soL işbirliğiyle hazırladığımız Yeni Müfredat Dosyası’nın ilk bölümünde Türkçe, Matematik ve Fen Bilimleri’ne odaklanıyoruz.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın "Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli" adını verdiği yeni müfredat programı geçen hafta açıklandı. Bakanlık, yeni müfredatı bir öğretim programları ortak metninde taslak olarak eğitimcilerin ve kamuoyunun incelemesine sundu.


Taslağa ilişkin kapsamlı bir inceleme farklı alanlardan 10'un üzerinde eğitimcinin oluşturduğu TKP’li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu ve soL’un işbirliğiyle bir dosya haline getirildi. Dosyanın ilk bölümünde MEB’in Öğretim Programları Ortak Metni’ne ve Türkçe, Matematik ve Fen Bilimleri derslerine ilişkin program taslağına odaklanıyoruz.

‘Geçmiş’ten kasıt geçmişin bilimsel birikimi değil

Yeni müfredat programı, eğitimi "bir ayağı geçmişte duran, diğer ayağı insanlığın geleceğine uzanan ufuklar açan bir kapı” şeklinde tanımlamış. Hiçbir eğitim bilimi kaynağında karşılaşmayacağınız bu tanım daha ilk cümlelerde yeni müfredatın amacının iktidarın kendi eğilimlerini sızdırmak olduğunu anlayabiliyorsunuz.

Evet kimi kaynaklarda geçmişle bağ kurmak ve böylece günümüz bilgi birikiminin sürekliliğini yeni nesile fark ettirmek eğitimin amaçları arasındadır. Ancak tanımın devamında önünüze konan "milli manevi değerler manzumesi ile maddi gelişmenin zirvesini hedefleyen bu süreçte temeli milletimiz oluşturur" cümlesi, geçmişten kastın geçmişin bilimsel birikimi olmadığını anlamamıza yetiyor.


MEB, tanıtımında Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’ni bütüncül bir program olarak tanımlıyor. Bu bütünün bileşenleri olarak da öğrenci profili, beceriler çerçevesi, erdem-değer-eylem modeli, sistem okur yazarlığı ve alana ait bilgi kümeleri kavramlarını geliştirmiş. Bunlar arasında "erdem-değer-eylem modeli”nden ne anlamamız gerektiği gerek ilk cümlede yapılan eğitim tanımından gerekse biraz sonra MEB'in son tanımından çıkarılabiliyor.

Metnin devamında Öğretim Programlarının Perspektifi başlıklı kısımda "Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’nin merkezinde insan vardır" deniliyor. Sonra insanın "madde ve manadan" oluştuğu iddia ediliyor.

Bilim dışı tespitler: 'Kalp ruhun merkezi'

İleriki bölümlerde müfredatın hedeflediği "öğrenci profilinin oluşturulmasında ontolojik, epistemolojik ve zamansal bütünlük sağlanacağı" anlatılıyor.

"Yetkin ve erdemli insanın ontolojik bütünlüğü” tarif edilirken yukarıdaki "mana" teriminin yerini "ruh" almaya başlıyor. Ruhun kalp ve zihni içerdiği iddia ediliyor. Buna göre ruh, beden ile birlikte insanın iki ontolojik yanından birini ifade ediyor. Buradan değerler eğitiminde işlenen kalbin merkezinde olduğu iddia edilen "meyillerimiz ve yönelimlerimiz" gibi iç insanın iç dünyasını şekillendiren "değerlere" varılıyor. Bu değerler arasında vatanseverlik, merhamet, şefkat, iyilikseverlik ve seçiciliğe yer veriliyor ve kalbin ruhun, yani bu değerlerle birlikte ahlaki inancın merkezi olduğu ifade ediliyor.

Yeni müfredat programın insan tanımında ruhun insanın bir bileşeni olduğunu iddia etmesi, kalbin ruhun merkezi olduğunu ve inanç ve ahlakın merkezi olduğunu savunması "ontolojik bütünlük" başlığında ele alınmış. Böylece bu bilim dışı tespitlere felsefi bir görünüm kazandırılmaya çalışılmış. Amaçlanan öğrenci profili için şart olan epistemolojik bütünlük ise bilgi ve bilgelikten oluşturulmuş. Bu amaçla, amaçlanan öğrenci profilinin ihtiyaç duyduğu eğilim ve beceriler sıralanmış.

Üçüncü olarak belirtilen zaman bütünlüğünden kastın öğrencinin toplumun parçası olarak toplumla ortak bir geçmişe sahip olduğu vurgulanıyor. Böylece öğrencinin sadece akademik anlamda değil toplumsal çerçevede başarılar ve deneyimlerinin de onun eğitim profilinin bir parçası olduğu sonucuna varılıyor. İkinci cümlede belirtilen halen uygulanmakta olan ve öğrencilerin okuldan mezun olana kadar katılmaları gereken sosyal sorumluluk projelerine işaret ediyor.



Öğrenci profilinin bileşenlerine tamamlayıcı olarak eklenen aksiyolojik olgunluk (değerler, ahlaki bilinç ve estetik bakış açısı) başlığı ise duyuşsal temel olarak tanımlanıyor. Aksiyolojik olgunluğa ulaşmış öğrencinin ontolojik, epistemolojik ve zamansal bütünlüğüyle birlikte yeni müfredat programın amacı olan "kendini gerçekleştirmiş" veya "kamil insan" olacağı ifade ediliyor. Böylece Türkiye Yüzyılı Maarif Model’ini oluşturan iki ana bütünlük "beden ve ruh" şeklinde son kısımda bir kez daha özetleniyor.

Amaçlardan sonra program tasarımı bileşenleri öğrenme çıktıları çerçevesinden başlanarak açıklanıyor. Her bir alanda amaçlanan beceriler, alan öğretmenlerinin inceleyebileceği bir tabloda sıralanıyor.



Öğretim programlarının temel bileşenlerinden programlar arası bileşenlere gelindiğinde bu bileşenin öğretim programının tamamlayıcısı olduğu vurgulanıyor. Programlar arası bileşenler, "Sosyal-duygusal öğrenme becerileri", "Ahlaki pusula olarak milli manevi değerler" ve "sistem okur yazarlığı" başlığında toplanıyor. Bu üç bileşenin eğitimin örtük hedefini özetlediği vurgulanıyor. Bunlardan değerler eğitiminin verildiği sosyal-duygusal öğrenme becerilerine öğretim programlarının tamamına nüfuz eden bir beceri seti olarak önemli bir yer veriliyor.

Bir koçbaşı olarak 'değerler eğitimi'

Bu becerileri geliştirmeye yönelik öğretim uygulamalarının öğretmenleri, öğrencileri, okul yöneticilerini, velileri ve diğer paydaşları kapsayacak şekilde geliştirmek gerektiği vurgulanırken diğer paydaşlardan ne anlaşılması gerektiği açıklanmıyor.

Ancak "bir sistemin düzenli ve verimli işlemesi için sistemde yer alan bütün unsurların uyum içinde olması önemlidir" ibaresiyle başlayan cümlesinde MEB'in değerler eğitimini başta öğrenci, veli öğretmen, ve idareciler olmak üzere eğitimin tüm unsurlarını kendi benimsediği değerlerle uyumlu hale getirmeyi ve ya eğitim sistemine kendi kadrolarını monte etmek için değerler eğitimini bir koçbaşı olarak kullanmak istediği anlaşılıyor.



Taslağın sonraki kısımlarında en çok önem verilen Erdem-Değer-Eylem Modeli ayrıca ele alınması gereken bir başlık. Bu kısımda değerin insanın kişilik yapısının temel taşlarından birisi olduğu üzerinde duruluyor. Dikkat çeken bir başka nokta ise değerin kişinin varoluşsal olarak anlam kazanmasına, hayata anlam katmasına katkıda bulunduğunun belirtildiği ve yeni müfredatın varoluşçu felsefeyi benimsediğini bir defa daha vurgulayan kısım.

Modelde yer alan değerlerin temel dayanağının milli ve manevi değerlerimiz olduğu belirtiliyor ancak evrensel değerlerin de göz ardı edilmediği ekleniyor. Modelin ana hedefinin erdemli insan, nihai hedefin ise huzurlu aile ve toplum, yaşanabilir çevre olduğu vurgulanıyor.



Erdem-değer-eylem modelinde çatı değerler olarak saygı, sorumluluk ve adalet sıralanıyor. Değerleri hangi alana daha çok katkı sağladığına göre sınıflarken kişisel hayat için önemli olan tasarruf, sabır, mahremiyet, mütevazılık, sağlıklı yaşam ve çalışkanlık; aile ve sosyal çevre değerlerinden insan, sevgi, dostluk, özgürlük, dürüstlük, vatanseverlik, yardımseverlik ve aile bütünlüğü; fiziksel çevre değerleri olarak da temizlik, duyarlılık, estetik ve merhamete yer verilmiş. Değerler şema halinde de verilirken dini çağrışım yapacak kavramlar kullanmamaya dikkat edildiği fark ediliyor. Ancak uygulamada değerler eğitiminin cemaat ve tarikatlarla MEB'in imzaladığı protokoller sonucu dinci vakıf ve dernek kadrolarına ihale edildiği de bilinen bir gerçek.

Yeni müfredat taslağındaki dersleri ayrı ayrı inceledik.

Dosyanın bu bölümünde Türkçe, Matematik ve Fen Bilimleri derslerine ilişkin değerlendirmeleri yayımlıyoruz. Diğer derslere ilişkin değerlendirmeler bundan sonraki bölümlerde yer alacak.

1) Türkçe:

Dilbilgisi müfredattan çıkarılmış

Türkçe dersinde dinleme, konuşma, yazma etkinliklerinin kapsamı artırılmış buna karşılık "ezber" olduğu dile getirilerek dilbilgisi konularının birçoğu sınıf kademelerinden çıkarılmıştır.

Dilbilgisi konuları "ezber" değildir aksine öğrencilerin kullandıkları dilin yapısını ve mantığını anladıkları; ses, biçim ve cümle yapısını inceleyip, kurallarını saptayan bilim dalıdır.

Dilbilgisi konuları müfredattan çıkarılmış ancak yerine getirilen konuşma, dinleme, yazma etkinliklerinin kalabalık sınıflarda nasıl uygulanacağına dair bir planlama yapılmamış; programda önerilen etkinlerin uygulanması için sınıfların onar kişiden oluşması gerekmektedir.

Sekizinci sınıf müfredatında “fiilde çatı” konusuna yer verilmiş ancak bu konunun “cümlenin ögeleri” konusu anlatılmadan verilmemesi gerekir ancak bu konu sekizinci sınıf müfredatından çıkarılmıştır. Dilin etkili ve doğru kullanılmasına yönelik etkinlikler göze çarparken bu konunun öğretilmesini sağlayan “anlatım bozukluğu” müfredattan çıkarılmıştır.

2) Matematik

Piyasanın ve dini söylemlerin izleri

İlk bakışta beş matematik alan becerisi temelinde bir müfredat oluşturulduğu görülmektedir. Bunlar: "matematiksel muhakeme", "matematiksel problem çözme", "matematiksel temsil", "veri ile çalışma ve veriye dayalı karar verme", "matematiksel araç ve teknoloji ile çalışma".

Bilişim Sistemleri Mühendisliği alanı başta olmak üzere piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirilmiş ve İslam’ın Altın Çağı olarak bilinen dönemdeki matematikçilere (Bûzcânî, Ebu Kâmil, Kerecî, Şerefeddin Tûsî, Kaşî, Fârâbî, Bîrûnî, Kindî...) bol atıflarda bulunulan bir Matematik müfredatıyla karşı karşıya olduğumuz görülmekte. “Türk-İslam Kültürü’nden örnekler, açıklanan kazanımların birçok yerinde geçmektedir. Değerler eğitimi adı altında dini söylemler, diğer bütün derslerde olduğu gibi Matematik branşında da müfredata serpiştirilmiş durumda. Ayrıca piyasaya uyumlu olarak “rekabet gücü yüksek bireylerin yetiştirilmesi” hedeflenmiş olduğu açık.

Açıklanan programdan bazı alıntıları örnek olarak verelim:

Alışveriş fişleri üzerinden ürünlerin fiyatı ve Katma Değer Vergisi (KDV) gibi durumlar incelenerek, bilinçli harcama yapmanın ve vergi ödemenin toplumsal sorumluluk ve vatandaşlık görevi olduğu ifade edilerek sorumluluk ve vatanseverlik değerinin kazanılması desteklenir.”

Yukarıdaki kazanım, 5.sınıf 1. temada geçmektedir. Vergi ödeme üzerinden bir vatanseverlik tariflendiği amaçlanmaktadır.

Öğrencilerin gerçek yaşam durumları üzerinden tasarruf değeri konusunda bilinçlenmeleri amacıyla ihtiyaç duydukları kadar ürün almaları, gelecek nesilleri düşünerek temiz bir çevre bırakmaya özen göstermeleri veya sürdürülebilir tüketim tercihinde bulunmaları teşvik edilerek duyarlı olmaları desteklenir.”

5.sınıf 5. temada geçen bir cümle bu şekildedir. Çevre temizliği ve sürdürülebilir tüketim tercihlerinde bulunmak dünyadaki çevresel sorunları çözebilecekmiş gibi bir algı oluşturulmak istenmektedir. Kapitalizmin bir sonucu olarak ortaya çıkan çevresel felaketlere değinilmeden sorumluluğu tamamen tekil insanlara atan bir yaklaşım geliştirilmiştir. Bu yaklaşım tüm müfredata sirayet etmiş durumdadır. 

Bu görevin sonucunda ayrıca öğrencilerle kamu malları ve ortak yaşam alanlarını özenli ve temiz kullanma, gıda israfını önlemeye yönelik çalışmalara etkin katılma, çevre temizliği ve atık yönetimi konusunda örnek davranışlar sergileme üzerine tartışmalar yapılabilir. Böylece tasarruf ve temizlik değerlerinin kazanılması desteklenebilir.

6.sınıf 1. temadan paylaşılan bu alıntıya bakılacak olursa;  İsraf sözcüğü dini bir sözcüktür ve laik eğitim verdiğini iddia eden bir kurumun hazırladığı müfredatta bulunmaması gerekmektedir. Tasarrufun gerekliliğini çevre ve insan ilişkileri üzerinden anlatılması doğru olanıdır. Fakat hazırlanan müfredatın amacı açık bir şekilde ortadadır.

'Silindir'e medrese örneği

…Örneğin öğrencilerden Türk İslam sanatlarında silindir şeklindeki öğeleri (Erzurum’daki Çifte Minareli Medrese gibi) incelemeleri istenerek bu sanatları tanımaları, silindirin mimaride hem işlevsel hem de estetik açıdan önemli bir rol oynadığını görmeleri sağlanabilir. İşlevsel olarak bu öğelerin yapısal sağlamlığa sahip olduğunu, estetik olarak ise yapılara ve eşyalara zarafet (D7.1) kattığını fark etmeleri beklenir.”

Yukarıdaki alıntı 8. sınıf 4. temadan alınmıştır.

Kullanılan gerçek yaşam problemlerinin ekonomi, fizik gibi disiplinlerle ilişkili olmasına ve toplumsal yarara vurgu yapmasına özen gösterilir (D20.2). Örneğin üretilen/talep edilen ürün miktarının bağımsız değişken, ürün fiyatının bağımlı değişken olarak kabul edildiği arz-talep doğrularında piyasa denge fiyatını bulmak için neler yapılabileceği sorgulanır.

Bu cümle 9. sınıf 2. temadan alınan bir pasaj.

Geometrinin tarihsel süreçte ortaya çıkışı, zamanla kuramsal ve aksiyomatik bir yapı kazanması; öğrencilerin seviyelerine uygun soru, kavram ve açıklamalarla tartışılır. Türk kültür ve medeniyetinde geometrinin tarihsel gelişim sürecine katkı sağlamış bilim insanlarından (Ebü’l-Vefâ el-Bûzcânî, Kûşyâr b. Lebbân, Kadızâde-i Rûmî, Nasîrüddîn-i Tûsî) ve yaptıkları çalışmalardan bu çıktıya yönelik olanlar tanıtılır ya da öğrencilerden araştırma yapmaları istenir.”

9. sınıf 4. temadan yapılan bu alıntıdaki bilim insanlarının özellikle seçilmesi dini ideolojik yönelimin bir sonucudur.

Seçilen örnekler arasında Türk-İslam mimarisine ait yapıların olması; öğrencilerin millî ve manevi değerlere saygı duyma eğilimlerinin, kültürel mirası korumaya verdikleri değerin geliştirilmesine hizmet eder.”

9. sınıf 6. temadan.

Gerçek yaşamda karşılaşılan iki nicelik arasındaki doğrusal olmayan ilişkiler grafik ve tablo üzerinden incelenerek farklı fonksiyon temsillerine olan ihtiyacı öğrencilerin fark etmeleri sağlanır. Örneğin bir şirketin kampanya yaparken elde edebileceği gelire ilişkin olarak en yüksek gelirin nasıl hesaplanabileceği tartışılır. Bu noktada en yüksek gelir değeri matematiksel araç ve teknolojilerden (elektronik tablolar gibi) yararlanılarak grafik ve tablo yöntemiyle incelenebilir. “

10. sınıf 2. temada geçen alıntıda verilen “şirket geliri” örneği piyasacılığın bir kanıtı olarak göze çarpmakta.

İntegral tamamen kaldırılıyor

Bunların haricinde 12. sınıf matematik ders programlarında yer alan integral konusunun programlardaki yeri, yapılan bir önceki değişiklikte önemli oranda daraltılmıştı. Yeni Ortaöğretim Matematik Programı’nda ise tamamen kaldırıldı. Programda, nicelikler arası değişimleri incelemenin temel araçları limit ve türev konularının ağırlığı artırıldı. 

Önümüzdeki süreçte ders kitapları hazırlandığında Yeni Program’da gericiliğin ve piyasacılığın ne boyutlarda yer aldığını daha net göreceğiz.

3) Fen Bilimleri

Bilimin evrenselliği hiçe sayılarak anlamsız bir rekabet dili kullanılmış

Tüm sınıflarda Fen Bilimleri müfredatı incelendiğinde, aşağıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere bir amaç doğrultusunda yazılan bu müfredatın amacının bilimsel eğitim olmadığı açıktır.

Konuların örneklerinin tamamı Osmanlı Devleti'nden seçilmiş, ibadethanelerin incelemesi yapılmak üzere sıralanmıştır.

Konularda ‘’sadeleşmeye’’ gidilmesi ise zaten yok denecek kadar az kalan bilimsel bilginin müfredattan çıkarılması olarak belirlenmiştir.

Akraba evliliği konusunda dahi dolaylı olarak "sakınca yoktur" demekten çekinmeyen bu müfredat bilimsellikten uzaktır.

Örnek olarak verilen bilim insanlarının bilimsel ilerlemedeki katkısından daha çok Türk-İslam bilim insanlarından olması öncelenmiştir ve her ünitede özellikle bu durum vurgulanmıştır.

Bilimin evrenselliği hiçe sayılmış, anlamsız bir rekabet dili kullanılmıştır. Bu tutum bilimsel bilginin bir birikim sonucu oluştuğunu vurgulamanın dışında bilgiyi kanıtlayan ya da tahmin edilir duruma getiren bilim insanlarını önemsiz hale getirme çabasının da göstergesidir. Müfredatta yer verilen bilim insanlarının tek ortak özelliği İslam devletlerinde çalışmalarının olmasıdır. Bunun açık şekilde yazılmış olması müfredatın laik ve bilimsel eğitime aykırı olduğunu açıkça göstermektedir. 1739 sayılı yasada yer alan “laiklik, bilimsellik, karma eğitim, eğitim hakkı” gibi ilkelere uymayan bu müfredat öğrenciye ve yaşama da uygun değildir.

Fen Bilimleri müfredat taslağında dikkat çeken bölümler şöyle:

'Gökyüzündeki komşularımız ünitesinde 'mahremiyet' değeri'

5.SINIF

1. Ünite: GÖKYÜZÜNDEKİ KOMŞULARIMIZ VE BİZ

Değerler başlığında; Adalet, Çalışkanlık, Dürüstlük, Estetik, Mahremiyet, Sorumluluk, Vatanseverlik, Yardımseverlik belirlenmiştir. 

Öğretme ve Öğrenme Uygulamaları başlığında ise dikkat çeken ibareler yer almaktadır. 

Ay’ın evrelerinin anlatımı sırasında uygulanması istenen bir etkinlik örneği "Öğrencilerin Ay’ın evrelerini oluş sırasına göre isimlendirmeleri istenir. Ay takviminde dinî bayramlar ve Ramazan ayının hangi gök cisimlerinin hareketlerine göre belirlendiği araştırılması istenebilir" şeklinde belirlenmiştir.

Zenginleştirme basamağında ise Ay, Güneş ve Dünya için yapılan bilimsel çalışmalardan bahsedilmek için "Müslüman bilim insanlarından Battani ve Fergani'nin Güneş'le ilgili çalışmalarını kısaca araştırmaları istenebilir" tercih edilmiştir. Konuya dair bilimsel ilerlemeyi doğru şekilde ele almak yerine belirlenen isimler üzerinden örnek verilmesi tercih edilmiştir.

Bu ünite için seçilen değerler içindeki mahremiyet başlığının hangi konu hedef alınarak yazıldığı ise belli değildir. 

Newton'dan öncesinde sadece Müslüman bilim insanlarına odaklanılmış

2. Ünite: KUVVETİ TANIYALIM 

Değerler başlığı için yine konudan bağımsız adalet, Çalışkanlık, Sabır, Sorumluluk, Vatanseverlik, Yardımseverlik gibi kavramlar verilmiştir. 

Öğretme ve Öğrenme Uygulamaları basamağında ise yine bilinçli bir tercih olarak "İstanbul’un fethinde Fatih Sultan Mehmet’in gemileri yağlı kalaslar ve yuvarlak nesneler kullanarak karadan hareket ettirdiğine değinilir" örneği verilirken bunun güncellikten uzak olduğu önemsenmemiştir.

Farklılaştırma basamağında ise yer çekimi teorisindeki bilimsel ilerlemeyi şu şekilde vermektedir:

"Hazinî, yer çekiminin her cismi yerkürenin merkezine doğru çeken bir gücün varlığı ile ilgili bir teori ileri sürmüştür. Bu teori, kendisinden yaklaşık 500 yıl sonra gelen Newton tarafından kanıtlanmıştır."

"Dünya dönüyorsa, ağaçlar ve taşlar neden fırlamıyor?” sorusuna, o dönemde “Merkezde bir çekicilik olduğu için her şey dünyanın merkezine düşer.” cevabı verilerek "Biruni’nin bu konudaki çalışmalarının araştırılması istenebilir.’’ denilmektedir.

Newton’dan öncesine işaret edilirken sadece Müslüman bilim insanlarına odaklanılmıştır. Bilimsel kaynaklar ise Yunan filozof Aristo’nun M.Ö 4. Yüzyıldaki görüşleriyle birlikte başlayan, Hint filozoflarının görüşlerini de ekleyerek birçok bilim insanın çalışmalarının ve katkılarının beraberinde konuyu bir gözlemden çıkarıp ölçülebilir ve tahmin edilebilir bir olgu haline getiren Newton’un 1687’de yayınladığı kitabı ile çalışmaları duyurduğu vurgulanmaktadır. Tarihteki bilimsel ilerlemeler dahi taraflı ve eksik verilmektedir.

'Canlıları Tanıyalım' ünitesi çıkarılmış

3. ÜNİTE: CANLILARIN YAPISINA YOLCULUK 

Yeni müfredatta bir önceki müfredatta olan Canlıları Tanıyalım ünitesi çıkarılmıştır. Bu ünitede canlıları benzerlik ve farklılıklarına göre sınıflandırma yapılmaktaydı. Öğrencilerin çevrelerindeki canlıları gözlem yoluyla sınıflandırılması istenmekteydi. Ardından bilimsel olarak sınıflandırmanın ne demek olduğu ve temelleri anlatılmaktaydı. Eski müfredatta yeterli şekilde ele alınmadığı için eleştirilen bu konu canlılar dünyasına bir bakış kazandırılması açısından önemli bir başlıktı. Evrimsel ilerlemeden bahsedilmemesi tercih edilse bile canlıların sınıflandırılmasında bilimsel bilgiler bu alt yapıyı kendiliğinden oluşturuyordu. Yeni müfredatta ise sınıflandırma konusu çıkarılmış yerine canlıların yapısına yolculuk ünitesi getirilmiş durumda. Burada canlıların sınıflandırılması yapılmadan canlının yapı taşı olan hücre anlatılıp bitki ve hayvan hücresi kıyası verilmekte.  

Konunun temelinde ve konu içinde süreklilik aranmaksızın verilen bu bilgilerden sonra sistemler konusundan destek ve hareket sistemi bu üniteye eklenmiş durumdadır. Ve başka bir sistemle de devam edilmemektedir. Öğretmenlerin mevcut müfredat eleştirileriyle birlikte sistemler ünitesi için ‘’bir süreklilik gözlenerek ve yeterli ders saati verilerek anlatılmalıdır’’ talebinin tam aksine farklı sınıf düzeylerine bölünmüş şekilde süreklilik gözlenmeden hazırlanan bir müfredat görülmekte.

'Cami kapısında insan silüetleri' ödevi

4. ÜNİTE: IŞIĞIN MADDE İLE ETKİLEŞİMİ 

Konunun zenginleştirme basamağında verilmesi istenen örnek "Sivas Divriği Cami ve Darüşşifası’nın yapımı sürecinde mimari tasarımı ön plana çıkarmak amacıyla cami kapısında gölge olarak beliren insan silüetlerinin nasıl oluştuğuna yönelik araştırma ödevi verilebilir" şeklindedir.

Konu için bilimsel ve güncel, öğrencilerin her gün karşılaşacağı birçok örnek bulunabilecekken özellikle bu gibi örneklerin seçilmesi şaşırtıcı değildir. Bu zorlama örneğin seçilmesi de ancak müfredatının asıl amacına uygun olması üzerinden açıklanabilir. 

5. ÜNİTE: MADDENİN DOĞASI 

Madde ve Değişim ünitesi adı yeni müfredata uygun bir şekilde Maddenin Doğası şeklinde düzenlenmiştir.

Konunun Öğretme-Öğrenme Uygulamaları basamağında diğer ünitelerde olduğu gibi öğrenci seviyesi, konunun günlük yaşamla uyumu gibi kriterlere dikkat edilmeksizin ısı yalıtımı örnekleri için ‘’Öğrencilerin Türk-İslam mimarisinde yapılmış eserleri incelemeleri sağlanır (KB2.6). Bu eserlerdeki kültürel unsurları fark etmeleri sağlanarak öğrenciler ısı yalıtımı konusunda grup araştırmalarına yönlendirilir (OB5). Örnek olarak başta Mimar Sinan olmak üzere Türk-İslam bilginlerinin çalışmaları ve kültürel mirasa ait eserler ısı yalıtımı açısından incelenir" önerileri yazıldığı görülmektedir. 

Zenginleştirme Basamağında bu kez de 721’de doğduğu bilinen ve bir simyacı olan, Geber olarak tanınan Câbir bin Hayyân’ın "kimya bilimine katkılarından bahsedilerek Türk-İslam âlimlerinin tarihe yön veren duruşlarından ve bilime verdikleri önemden bahsedilebilir" bilgisi verilmektedir.

İnsan ve Çevre yeni müfredatta yok

5. sınıflarda ünitelerden biri İnsan ve Çevre iken yeni müfredatta bu konunun kaldırıldığı görülmektedir. Bu konu içinde biyoçeşitlilik, nesli tükenen canlılar, insan ve çevre ilişkisi üzerine ikili etkileşim, yıkıcı doğa olayları anlatılmaktaydı. Ortaokulun ilk basamağı olan 5. Sınıfta Biyoloji alanında özellikle canlılar konusunda bilinçli bir azaltmaya gidildiği görülmekte. Çocukların çevre ve canlılık üzerine düşünmesi, evrimsel ilerlemeyi anlayabilmeleri için temel tanımları öğreneceği tüm konu başlıkları bu kademeden çıkarılmış. Diğer konularda eski müfredatın devamı şeklinde olduğu görülmekte. Eski müfredat için konularda bilimsel bilgilerin az olması üzerine eleştiriler varken yeni müfredat konular hakkında verilmesi istenen örneklerin tamamında İslamcılığı yayma çabasına girmiştir. Bilim insanları tercihlerini de bile bilimin evrenselliğinden uzak açık açık İslam alimlerinden seçmiş ve bu vurgulanmıştır. Bilimsel ilerlemeleri dahi buna uygun vermeye çalışmış bu amaç uğruna eksik ve yanlı bilgiler vermekten kaçınmamıştır. 

Konu bakımından en çok değişim 6. sınıfta

6. SINIF

Müfredatta konu bakımından en çok değişenin bulunduğu sınıf olarak 6. sınıf öne çıkmaktadır. Özellikle sistemler konusu uygulanan müfredatta bütüncül bir şekilde 6. sınıfta verilmekteydi. Mevcut müfredatın eksikliği olarak temel bilgi eksikliği sebebiyle anlaşılması zor olsa da bir bütün şeklinde öğreniliyor olması önemli bir maddeydi. Yeni müfredatta ise sistemler her kademeye parçalanmış şekilde anlatılmakta.

ÜNİTE: GÜNEŞ SİSTEMİ VE TUTULMALAR 

Öğretme ve öğrenme basamağındaki örnekler:

"Güneş ve Ay tutulmalarının en son ne zaman gerçekleştiği ve gelecekte en yakın hangi tarihte gerçekleşeceği hakkında öğrencilerden araştırma yapmaları istenebilir. Türk-İslam bilim insanı Fergani’nin 800’lü yıllarda Güneş ve Ay tutulma zamanlarının tespit edilmesine yönelik yöntem bulduğuna dair yaptığı çalışmalara değinilir."

"Türk-İslam bilim insanı Biruni’nin; Güneş’in Dünya’nın etrafında değil, Dünya ve diğer gezegenlerin Güneş etrafında dolanma hareketi yaptığını vurgulayan çalışmalarına değinilir."

Burada yine tercih edilen isimler bir ilerleme açısından ele alınmadan Türk İslam bilim insanları vurgusuyla sunulmaktadır.

Üreme sisteminde aile bütünlüğü ve mahremiyet

3. ÜNİTE: CANLILARDA SİSTEMLER 

Sistemler ünitesinde diğer konularda değinilen değerlere ek olarak Aile Bütünlüğü ve Mahremiyet değerleri eklenmiştir. 

İlk olarak Üreme Sistemi anlatılmakta daha sonra Denetleyici ve Düzenleyici Sistemler verilmektedir. 5. sınıfta canlıların sınıflandırılması verilmeden üreme sistemindeki farklılığın anlatılacak olması büyük bir boşluk yaratmaktadır. Sınıflandırma yapılmadan eşeyli ve eşeysiz üreme anlatılması istenmektedir. Üreme sistemine dair geçmiş öğrenimler olarak sadece bitki ve hayvan hücresi farklılığının verilmiş olması ve bunun üzerinden konunun anlatılacak olması, müfredatta da temel kabuller kısmında da yazmaktadır. Burada oluşacak öğrenmelerin boşluklar içermesi sorun olarak görülmemektedir.

Değerler kısmına eklenen maddelerin üreme sistemi ile ilgili olduğu ve üreme sistemi içinde aile bütünlüğüne değinilmesi istendiği görülmektedir. Biyolojik olarak üreme sistemi anlatılırken böyle bir değerin hedeflenmesi ise müfredatın gericilikle dolu doğrultusunu açık olarak bizlere sunmaktadır. Üreme sisteminde aile bütünlüğü ve mahremiyet gibi değerlerin hedeflenmesi oldukça sakıncalı bir bakış açısının olduğunu göstermektedir.

4. ÜNİTE: IŞIĞIN YANSIMASI VE RENKLER 

Şu anki müfredatta 7. sınıflarda anlatılan ünite yeni müfredat ile 6. sınıflara alınmıştır. Konu içeriği bakımından bir değişiklik bulunmamaktadır. Konuların sınıf kademeleri arasında değişimi üzerine düşünülerek adım atılması gereken bir başlıktır. Öğrencilerin yaş düzeyleri, sahip oldukları mevcut bilgileri göz önüne bulundurarak hareket edilmesi gerekmektedir. 2017'de yine AKP’li bakanın hazırladığı müfredatta da şimdi hazırlanan müfredatta da bu noktalara bakılmadığı bilinmektedir. 

Konunun öğrenme öğretmen basamağında "İbnülheysem’in ışık kaynaklarının yaydığı ışıkların düz ve küresel aynalarda nasıl yansıdıklarını deneysel olarak inceleyen ve yansıma kanununu geometrik yöntemlerle kanıtlayan Türk-İslam bilim insanlarından olduğu bilgisi öğrencilerle paylaşılır" cümlesi yer almaktadır.

7. ÜNİTE: SÜRDÜRÜLEBİLİR YAŞAM VE ETKİLEŞİM

Bu konuda biyoçeşitlilik ve önemi, nesli tükenen canlılar, insan ve çevre konuları anlatılmaktadır. Konunun temel kabul kısmında ise "Öğrencilerin canlıların sınıflandırılması konusunda canlı türlerini bildiği kabul edilmektedir" şeklinde belirtilmiştir. Oysa canlıların sınıflandırılması konusu 5. sınıflardan çıkarıldığı bilinmektedir. 3. sınıfta değinilen konunun derinleştirilmeden ve üzerinden geçen zamana bakılmaksızın öğrenciler tarafından bilindiği varsayılmaktadır. Bu yaklaşım bilimsel değildir.

Biyoçeşitliliğin önemi ise "Kanuni Sultan Süleyman’ın 1539 yılında Edirne’de yayınlanan Dünyanın ilk “Çevre Koruma/Düzenleme Kanunu’na değinilir" şeklinde bir örnek üzerinden anlatılmaya çalışılmıştır. Örnek ve konunun veriliş şekli öğrencilere uygun değildir.

Sindirim, dolaşım, solunum ve boşaltım sistemlerinde tek örnek: İbnü'n Nefîs

7. SINIF

3. ÜNİTE: VÜCUDUMUZDAKİ SİSTEMLER 

Sistemler ünitesinin 5 ve 6. sınıftan kalan konularına burada yer verilmektedir. Bu ünitede sindirim, dolaşım, solunum ve boşaltım sistemlerine yer verilmiştir. Sistemlerle ilgili bilim insanlarının çalışmalarına örnek olarak tek bir çalışma örneği aşağıdaki şekilde verildiği gözlemlenmiştir.

"Kalbin odacıklarına ve aort gibi özel damar isimlerine değinilmeden küçük ve büyük kan dolaşımları açıklanır. Damar çeşitlerinden atardamar, toplardamar ve kılcal damar olarak bahsedilir. Ayrıca küçük kan dolaşımında kanın oksijen oranının arttığı, büyük kan dolaşımında ise azaldığına değinilir. Küçük kan dolaşım sisteminin ilk defa İbnü'n Nefîs tarafından keşfedilerek anatomik çiziminin yapıldığı ve bunun ayrıntılı açıklamasının bundan 4 asır sonra Harwey tarafından ortaya konduğu vurgulanır."

Bunun dışında başka bir bilim insanından ve buluştan bahsedilmemiştir. Bilim insanları arasında birden fazla yerde yapılan bu kıyas ise müfredatı hazırlayan zihniyetin bilimin evrenselliğinden uzak tarihsel birikime ise bir rekabet gözüyle baktıklarını ortaya koymaktadır. Bu sakıncalı yaklaşım tüm müfredatın içine yerleştirilmiştir.

7. ÜNİTE: SÜRDÜRÜLEBİLİR YAŞAM VE ENERJİ 

Bu ünite mevcut müfredatta 8. sınıfta verilmektedir. Liseye giriş sınavında da çıkan konu 7. sınıfa alınmıştır. Ünitede madde döngüleri konusu 8. sınıfta verilmeye devam ederken besin zinciri konu ve sürdürülebilir yaşam konusu ile tasarruf başlığının 7. sınıfta anlatılması hedeflenmiştir. Bu kısımda madde döngülerinden bahsedilmediğinde doğal dengenin anlaşılması pek mümkün değildir. Madde döngüleriyle birlikte küresel iklim değişikliğini de anlatarak çevreden ve doğanın dengesinden söz etmek ve doğa için tasarrufu anlatmak önemli olacaktır. Besin zinciri ekolojik denge içinde sunulmalıdır. Yeni müfredatta ünite iki ayrı kademeye bölünmüş sürdürülebilir yaşam başlığı ise sadece kaynakların tasarrufu ile anlatılmıştır. Bununla ilgili anlatımda "Mimar Sinan’ın su konusunda yaptığı çalışmalara ve Yerebatan Sarnıcı gibi diğer su sarnıçlarına değinilir. Millî bilinç kazandırmak için ülkemizin kaynaklarını korumanın önemli olduğunu fark etmeleri beklenir" gibi benzer noktalar öne çıkarılmıştır.

Kaynakların kullanılması başlığında madde döngüleri ve ekolojik dengenin öneminin anlatılması şarttır. Buna dair yapılması gereken uygulamaların öğrenciler tarafından anlaşılması günümüzde bu uygulamaların ne kadarının uygulanıyor oluşu sorusunu beraberinde getirilmesi önleniyor ve doğanın algılanmasından ziyade faydacı bir bakış açısı ile ele alınmıştır.

Akraba evliliğinin sorunlarını normalleştirme çabası 'kazanım' diye yansıtılmış

8. SINIF

Liseye giriş sınavında çıkacak konuların olduğu 8. sınıfta ise kimi konular sadeleştirilirken bazı üniteler ise çıkarılmış ve yerine yeni üniteler eklenmiştir.

3. ÜNİTE: YAŞAMIN GİZEMİ 

Mayoz ve mitoz konuları bu ünitenin içine eklenerek 2018’de değişen müfredattaki konu bütünlüğüne geri dönüldüğü görülüyor.  

Yine bu ünitede anlatılan modifikasyon ise konu başlığından çıkarılmıştır.  

Öğrenme ve öğretmen basamağında akraba evlilikleri için kullanılan ifadeler ise dikkat çekmektedir. "Öğrencilere akraba olan kişilerin benzerlik ve farklılıklarını kıyaslayarak nedenlerini sorgulamaları için kalıtım ve karakter kavramıyla ilgili açık uçlu sorular sorulur (SDB3.3). Bu noktada 'Aslı ne ise nesli odur' atasözü verilerek bu atasözünün anlamı hakkında tartışmaları istenir" şeklinde sunulan atasözünün herhangi bir bilimsel yanının bulunmadığı görülmektedir. 

Akraba evliliklerine ilişkin kazanımlarda ve açıklamalar kısmında bulunan aşağıdaki muğlak ifadeler ise dikkat çekmektedir. 

Kazanımlarda;

FB.8.3.3.3. Akraba evliliklerinin genetik sonuçlarını tartışabilme 
a) Akraba evliliklerinin genetik sonuçlarına yönelik mantıksal temellendirme yapar. 
b) Akraba evliliklerinin genetik sonuçlarına yönelik mantıksal tutarsızlıkları tespit eder. 
c) Akraba evliliklerinin genetik sonuçları konusunda geçerli bir fikir oluşturur.

Öğretme basamağında ise; 

Akraba evliliklerinin genetik sonuçlarının her çocukta görülmemesi vb. mantıksal tutarsızlıkları tespit etmeleri sağlanır. Gruplar arasında elde edilen fikirler sınıf tartışmasına açılarak akraba evliliklerinin genetik sonuçları konusunda geçerli bir fikir oluşturmaları sağlanır (OB1, KB3.3, KB3.1). Akraba evliliği dışındaki evliliklerde daha düşük ihtimalle de olsa bu sonuçların olabileceğine değinilir.

Akraba evliliklerinin genetik sonuçlarına yönelik mantıksal tutarsızlık tespit etme adında bir kazanımın ilk kez müfredata dahil olduğu görülüyor. Böyle bir başlığı dersin kazanımı haline getirmek açık açık akraba evliliklerinin kimisinde sorun olmuyor deme çabasının göstergesidir. Hastalık taşıyan çekinik genlerin iki bireyde de bulunması hastalığın görülme ihtimalini artırırken bunun sakıncalı olduğu anlatılmalıdır. Bunun yerine yeni müfredat her iki ihtimali anlatıyor gibi göstererek adeta akraba evliliğinin sorunlarını normalleştirme çabasına girmiştir.

4. ÜNİTE: SESİN DÜNYASI 

Mevcut müfredatta 6. sınıflarda anlatılan ses ünitesi yeni müfredatta 8. sınıfların konusu haline getirilmiştir. Konuya ait verilmesi istenen örnekler her ünitede olduğu gibi güncellikten uzak, öğrencilerin günlük hayatta görebileceği ya da bilimsel bir alanda kullanılan örnekler olmayıp İslam vurgusu ile hazırlanmış olduğu görülmektedir.

Birkaç örneği paylaşacak olursak:

"Öğrencilere ASELSAN’ın geliştirdiği ormanlık alanlardan gelebilecek tehditlere karşı güvenliği artırmaya yönelik olarak ağaç, dal ve yaprak gibi engellere nüfuz edebilecek frekans bandında çalışan, askeri koşullara uyumlu bir orman içi gözetleme radarı hakkında araştırma görevi verilebilir."

"Sesin kontrol altında tutularak akustik bir ortam meydana getirilmesinin önemi üzerinde durulur. Mimar Sinan'ın yaptığı Selimiye Camii'nin iç mimarisindeki akustik uygulamalardan bahsedilebilir. Türk İslam mimarisinde akustik uygulamalarla ilgili afiş, poster, sunu vb. hazırlamalarını içeren performans görevi verilir."

"Hayalet uçakların radara nasıl yakalanmadığı konusunda araştırma yapmaları istenebilir. Eski Türk geleneklerinden olan müzikle tedavi yöntemlerini Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde yazdığı ifadelerden yola çıkarak ve İbni Sina ile Farabi’nin eserlerini kullanarak araştırıp sınıfta sunmaları istenebilir."

soL/Özel


 

soL KÖŞEBAŞI (6 Mayıs 2024)

 

Yumuşayın efendiler!(Anıl Çınar)

Bizce efendiler yumuşasın, aynı dili konuştuklarını göstersin. Koca bir aile olarak herkes ele ele sıkışsın. Parlamentosuyla, TÜSİAD’ıyla, partileri ve liderleriyle…

“Çok kutuplaştık.”

Bunca yılın kavga gürültüsünün, küfür kıyametinin geride kalması kötü müdür?

Biz hep gerçek bir kutuplaşmanın faydalı olduğunu savunanlardandık. Sahte kutuplaşmaların, sahte kavgaların Türkiye toplumunu çürüttüğünü ve uyuttuğunu söyledik. 

Kutuplaşmanın kimlerin arasında olduğu ve dolayısıyla “birbirine çatanların” kimler olduğu önemliydi. Bunun ötesi yani meclis kürsüsüne, TV ekranlarına, miting performanslarına yansıyan kavgalar sahteydi. Çünkü ortada bir oyun, bir tür danışıklı dövüş vardı.

Bunun ne kadar böyle olduğunu bazı gazeteciler çok net anlatmıştı. “Sizin ekranlarda birbirine küfür ettiğini gördüğünüz siyasetçiler mecliste şakalaşıyor, birlikte yemek yiyor” diyorlardı.

Bu görüntü mide bulandırmakla kalmıyor, halkın siyasete bakışını ve giderek ahlakını da bozuyordu. Nitekim liderler ve ağızlarından çıkanlar ön plana çıkarıldıkça, gözler de giderek bu ikisini aramaya başlıyordu.

Dolayısıyla, sadece kamera arkasında değil ekran başında da el sıkışan, anlaşan, iyi geçinen siyasetçiler görmek bizim için “mutluluk” kaynağıdır…

Erdoğan, İmamoğlu, Özel…

Yumuşayın efendiler. Siz yumuşayın ve öyle kalın. Biz bu noktada sizi sonsuz destekliyoruz!

Ancak…

Biz de kendi işimize bakmalıyız.

Gerçek bir kutuplaşmanın, sınıfsal ve programatik bir kutuplaşmanın taraflarını ön plana çıkarmazsak yumuşama her yeri alır götürür.

İki farklı Türkiye’den söz ediyoruz. Birincisi emekçilerin, hayat pahalılığının, enflasyonda fakirleşenlerin Türkiyesi. Diğeriyse, patronların, TÜSİAD’ın, AKP’nin ve CHP’nin Türkiyesi.

Mesele de burada bitiyor. Mehmet Şimşek olan biteni çok iyi özetliyor: “Türkiye'nin enflasyonu maalesef oldukça yüksek” diyen Şimşek yumuşama gereksiniminin asıl nedenini oldukça dürüst ilan ediyor: “2026 yılında biz tekrar tek haneli enflasyona dönmüş olacağız.”

Şimşek TÜSİAD’ın programını uyguluyor ve TÜSİAD büyük siyasete seslenirken diyor ki “2 yıllık dönemecin bütün yükü emekçilerin üzerine yıkılırken siz de buna göre hareket edin, gereksiz kavga ve gürültüden uzak durun, bu süreci birlikte yönetin.”

Ne var ki Türkiye gibi bir ülkede düzen siyasetinin gereğinden fazla yatışması büyük tehlikedir. Bu kadar gerilim ve sömürüyle yüklenen bir halkın düzen siyasetini komple çöpe atması hiç de istenir bir şey değildir.

Demek ki yumuşama çağrısı Erdoğan’ın bu zorlu döneme birilerini ortak etme arayışından ibaret değildir. CHP, 1 Mayıs performansında da gösterdiği gibi, bütün enstrümanları, bütün enerjisiyle sokağı, emekçi çoğunluğun tepkisini soğurma görevini işte böyle üstlenecektir.

Peki, Erdoğan’ın yumuşama çağrısının “gizli ajandasına” dair neden bu kadar farklı soru işareti dolaşıma sokuluyor?

Söz gelimi, Fatih Altaylı yumuşamayı Erdoğan’ın CHP’nin içine doğru oynadığı bir oyun olarak görüyor. Ona göre İmamoğlu’nu artık yenemeyeceğini bilen Erdoğan Özgür Özel’i pohpohlayarak, popüler hale getirerek, egosunu okşayarak alt etmeyi planlıyor.

Fatih Altaylı “şu an çok net gördüğümüz plan bu” diyor…

Ruşen Çakır, Erdoğan yeni anayasayı dayatacaktı, ama seçim sonrasında şimdi “sahiden ‘sivil’ ve ‘özgürlükçü’ bir anayasaya kavuşma şansı yakalamış durumda” diyor.

Dahası da var. Bu adımları olumlu bulan ama Erdoğan’a güvenmeyen, Erdoğan’ın tek amacının yeni anayasa olduğunu söyleyen, “Erdoğan önce samimi olduğunu ispat etsin” diyen, CHP’yi veya İmamoğlu’nu dikkatli olmaya çağıran…

Evet, yeni anayasa sonuna kadar gerçek bir gündem ve evet, özgürlük yok, hak hukuk yok. Ama bir kısmı oldukça planlı devreye sokulan, bir kısmı gerizekalılıktan ileri gelen bu yorumların hepsinin çöpe yollanması gerekiyor.

Çünkü bu yorumlar tek bir şeye hizmet ediyor, “yumuşama”nın tam da kendisine. Krizlerin ülkesi Türkiye’de düzen siyasetindeki yumuşamanın halkı da yumuşatması, ikna etmesi isteniyor.

Mesele güvenle, samimiyetle vesaireyle ilgili değil. Türkiye’de emekçilerin susturulması için büyük bir operasyon düzenleniyor. Bu operasyonda “sol”a da bir “görev” verecekleri açık.

Bizce efendiler yumuşasın, aynı dili konuştuklarını göstersin. Koca bir aile olarak herkes ele ele sıkışsın. Parlamentosuyla, TÜSİAD’ıyla, partileri ve liderleriyle…

Biz bu sırada başka, gerçek bir taraflaşmanın ve gerçek bir kavganın hazırlığını yapacağız.

                                                                 /././

Halklar ve devletler (Engin Solakoğlu)

İsrail’in Filistin’de yürüttüğü soykırım karşısında takınılan tavır bazı konuları netleştiriyor. Gezegeni kanlı pençesinde tuttuğunu düşünen emperyalist odaklarda  halklar ve devletler ayrışıyor.

Doktor G. Ebu Sitte bir estetik cerrah. Estetik cerrah deyince aklımıza hemen bilmem ne poposu, bilmem ne burnu yapıp satanlar gelmesin. Asıl uzmanlığı özellikle travma ve savaş nedeniyle  insan bedeninde, en çok da yüzünde meydana gelen zararları onarmak. Buna rekonstrüktif cerrahi deniyor.

Doktor Ebu Sitte Filistinli. Britanya vatandaşlığı da var. Tanıdığım bir çok onurlu doktor gibi sadece tıpla uğraşmıyor. Yaraları tedavi etmekle yetinmiyor, o yaraların hiç meydana gelmemesi için çaba harcıyor.

İsrail’in onyıllardır sürdürdüğü Filistin işgalinin soykırım aşamasına geçtiği Ekim ayından itibaren yaklaşık bir buçuk ay Gazze’de çalışmış. Geçtiğimiz günlerde Glasgow Üniversitesi rektörlüğüne de seçilen Dr. Ebu Sitte bir tıp çalışanı olarak alanda gördüklerini aktarıyor ve İsrail’in kıyma makinesinin fişinin çekilmesi için kamuoyu oluşturmaya çalışıyor.

Filistin’de yaşananları günü gününe takip etmeyenler için bilinen bir isim değil. Ya da değildi demek daha doğru olacak. Bu hafta milyonlarca kişi bu ismi öğrendi. İşlediği insanlık suçlarına yeni ortaklar arayan ve bu nedenle İsrail’in yok etme siyasetine koşulsuz destek veren Almanya sayesinde. Sosyal Demokratlar ve Yeşiller tarafından yönetilen Almanya Britanya pasaportu bulunan Dr. Ebu Sitte’nın gerçekleri anlatmasına engel olmak için Nisan ayında ülkeye giriş yasağı koydu. Giriş yasağının bütün Schengen bölgesini kapsadığı ise bu hafta ortaya çıktı. Fransa senatosunda yapılacak bir etkinliğe davet edilen Dr. Ebu Sitte bu gerekçeyle Fransa’ya sokulmadığı gibi gözaltına alındı ve telefonuna el konuldu.

7 Ekim’den beri bize Hamas’ı tartıştırıyorlar. Kimisi Kuvay-ı Milliye diye elma ile pırasayı benzetiyor, kimisi terörist deyip geçiyor. Bütün bir halkın 80 yıldır süren direnişini tek bir örgüte ciro etmek için elden ne gelirse yapılıyor. Ebu Sitte Hamas yandaşı değil. Üniversite direnişlerine katılanlar da. Faşist baskının hedef tahtasına oturtulmak için Hamas’a destek olmak gerekmiyor, insanlığın tarafında kalmak yetiyor.

ABD, Almanya, Fransa ve aynı kan çorbasına kaşık sallayan benzerleri aylardır, İsrail’i savunmak kisvesi altında ortak oldukları soykırım suçunu halklarından gizleyebilmek için büyük çaba harcıyorlar. Filistin bayrağı, bayrağın renkleri, kefiyesi, sloganları bizim hiç de yabancı olmadığımız bir hoyratlıkla yasaklanıyor, suç kapsamına alınıyor. Filistin konusunun tartışılacağı etkinlikler polis zoruyla etkileniyor, Alman polisi, Filistin yanlısı gösterilere, adeta Lezita patronuna sahip çıkan “yerli ve milli” kolluğun hırsıyla saldırıyor. Ancak nafile. Halkları kandırmak, nedense şimdilerde pörsümüş  turşusu pazarlanmaya çalışılan Atsız’ın rol modeli   Führer’in dönemindeki kadar kolay olmuyor. Alman ZDF televizyonunun 4 ay önce yaptığı ve muhtemelen korkudan bir daha yineleyemediği kamuoyu araştırmasına göre Alman halkının yüzde 61’i İsrail’in Gazze’ye saldırısını haklı bulmuyor.

Fransa ayrı bir trajedi. Artık iyiden iyiye aşırı sağın çizgisine çekilen Fransız sağı Filistin meselesini gündeme getirenlerin tamamına cihatçı terörist muamelesi yapılması için yeri göğü inletiyor. Bundan 80 yıl önce Yahudi Fransızları elleriyle Nazilere teslim eden Fransız faşistlerin siyasi geleneğini sürdüren aşırı sağcılar ise Arap düşmanlığı konusunda İsrailli yobazlara  taş çıkartıyorlar. Paris’in de içinde bulunduğu İle-de-France bölge yönetimi Filistin’de işlenen insanlık suçlarına dikkat çekmek için ünlü Siyasal Bilgiler (Sciences Po) Okulu’nu işgal eden öğrencilere karşı yeterince sert davranmadığı gerekçesiyle okul yönetimini bölgeden verilen maddi desteği kesmekle tehdit ediyor. Artık tamamen Likud yanlılarının eline geçen Yahudi Çatı Örgütü CRIF, devlete üniversitelere polis göndermesi çağrısında bulunuyor. Aşırı sağcı medya patronu Bolloré’nin kontrolündeki TV kanalları İsrail propagandasının en ilkel tezahürleri dışında bir görüşe geçit vermiyor. Buna rağmen geniş kitleler her fırsatta sokakları dolduruyor, öğrenciler artan polis şiddetine rağmen üniversiteleri işgal ediyor.

ABD’deki gelişmeleri izliyorsunuz. Erhan Nalçacı önceki gün yayınlanan yazısında1 enine boyuna irdelediği için ayrıntısına girmiyorum. ABD Cumhurbaşkanı artık “Soykırım Joe” lakabıyla anılıyor. Her gün başka bir üniversite yerleşkesi soykırımın durdurulması çağrısıyla işgal ediliyor. İşgallerin kimilerine  ilerici Yahudi gençlik örgütleri  öncülük ediyor. ABD’nin soykırımcı yönetiminin beyin özürlü ve zalim kolluk güçleri üniversitelere baskın yapıp buldukları “suç delillerini” sergiliyorlar.  New York’daki Columbia Üniversitesi’nde bulunan bir tanesi çok çarpıcı. Terörizm başlıklı bir akademik çalışma. Charles Townshend imzalı bir tarih kitabı. New York Emniyet Müdür yardımcısı Kaz Daughtry bu kitapla basına poz veriyor.  Emniyet Müdür Yardımcısı’nın ön adının “Kaz” olması tarihin garip bir cilvesi sayılabilir. Özetle, gezegene ayar vermeye kalkışan ABD yönetimi, İsrail’in soykırımına göğsünü siper etmek için  Aziz Nesin öykülerini gölgede bırakacak gülünçlüklere imza atıyor.

Bütün bu devletler aslında sadece İsrail’i savunmuyorlar. Batı’nın sömürgecilik hakkını, köleliği ve insanların etnik ve kültürel farklılıklarına göre farklı muameleler görmesi gerektiğine dayanan bir fikri, bir anlayışı dayatıyorlar.  Amerika kıtasının kuzeyini yerli halkından tamamen arındıran sonra da bir başka kıtanın çocuklarını gemilerle patates çuvalı gibi taşıyarak onlara 400 yıl üçüncü sınıf ve kullanılıp atılabilir canlı muamelesi yapan ideolojinin gereğini yapıyorlar. Yoksul Filistinlilere karşı sermayenin yanında  duruyorlar. Bu öylesine varoluşsal bir mesele ki “Batı” için, bu uğurda soğuk savaş boyunca geliştirdikleri ve özellikle de reel sosyalizmin önünü kesmek için nacak gibi kullandıkları “ifade özgürlüğü, demokrasi, insan hakları” kavram seti”ni (birini alana diğer ikisi bedava) çöpe atmaktan çekinmiyorlar.

Ne var ki, Washington, Londra, Berlin ve Paris’teki yönetimlerin iplerini elinde tutan, medyanın tamamına yakınını kontrol eden  sermayenin bu canhıraş gayreti yeterince etkili olmuyor. Devletler soykırımcı İsrail’in yanında saf tutarken, halklar insan kalmak için çaba gösteriyorlar. Fransa, Almanya, ABD,   İngiltere’de ve diğer Batılı başkentlerde sokakları, kampüsleri dolduran kitleler sermayenin, açgözlülüğün, üçüncü nesil sömürgeciliğin Batı Şeria ve Gazze’de  durdurulmaması halinde sıranın bir gün kendilerine de gelebileceği önsezisiyle hareket ediyorlar. Bunun önseziden bilince dönüşmesi için örgüte ve ideolojiye şiddetle ihtiyaç var.

İsrail’in Filistin’de yürüttüğü soykırım karşısında takınılan tavır bazı konuları netleştiriyor. Gezegeni kanlı pençesinde tuttuğunu düşünen emperyalist odaklarda  halklar ve devletler ayrışıyor. Bu da yeni ve daha insanca bir dünya için yeni olanaklar, Komünistler için yeni görev ve sorumluluklar demek.

                                                             /././

Özel ve Erdoğan görüşmesi deyip geçmeyin (Kemal Okuyan)

Bir kanat kendi Amerikancı yönelimleri doğrultusunda siyaset alanını yeniden tasarlamak isterken, diğer kanat da hem Erdoğan hem Özel’e “sınırları” hatırlatmanın derdinde.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel ile Erdoğan görüştü. Görüşme öncesinde Kılıçdaroğlu’nun “Saray ile müzakere edilmez, mücadele edilir” sözü çok konuşuldu, çoklukla eleştirildi. Böylece Genel Başkanlığı süresince AKP hükümetinin birçok badireyi atlatmasına yardımcı olan Kılıçdaroğlu, Özel’i sağına almış oldu.

Tabi, Erdoğan karşıtlığı temel sağcılık-solculuk kriteri olabilirse eğer… Ve bu ülkede sağ-sol kavramından geriye bir şey bırakıldıysa…

Önemli de değil. CHP’de kim sağcı kim solcu uzun bir süredir önem taşımıyor. “Yeni CHP” sağa kaymadı, Türkiye siyasetinin bir bütün olarak sağa kaymasına öncülük etti, “En Yeni CHP” kendince topluma yeni bir sol tanımını dayatmaya çalışıyor, hayırlara vesile olsun.

Özel-Erdoğan görüşmesinde asıl tartışılması gereken bu hamlenin AKP’nin ekmeğine yağ sürüp sürmemesi değil. Dediğim gibi Erdoğan’ın karşısında konumlanan herkeste mavi boncuk arayacak değiliz. Zaten konu Erdoğan’ı aştı.

31 Mart seçimlerinden hemen sonra Türkiye’de düzen siyasetinde bir “yumuşama” rüzgarı esti. Bu rüzgarın bir kaynağı, IMF reçetesi uygulayarak geniş toplumsal kesimleri inim inim inleten AKP iktidarını lafta bile olsa zorlayacak bir muhalefeti istemeyen büyük sermayeydi. Lakin bu kadar değil. Sermaye ve batılı emperyalist ülkeler çok uzun bir süredir daha yönetilebilir bir AKP ve belki Erdoğansız bir AKP arayışını sürdürüyorlar. Onlara göre AKP öncesine dönülemezdi, Erdoğan ve arkadaşları çok büyük bir “başarı”ya imza atmıştı ama zaman içinde alternatifsizliğin getirdiği “haylazlıklar”a yönelip baş ağrıtmışlardı. Yerel Seçimler Erdoğan ve AKP’yi hizaya getirmek için bir fırsattı.

Bu fırsatı değerlendirmek için seçim çalışmalarında en hafifinden “isteksiz” duran, kimileri tarafındansa partiyi sabote etmekle itham edilen açıktan ve sınırsız Amerikancı kanat hızla harekete geçti ve AKP’nin fabrika ayarlarına dönme efsanesini tekrar vizyona soktu.

CHP ile uzlaşma, AB ile normalleşme, ABD ile yakınlaşma, piyasa ekonomisinin kurallarına sıkı sıkıya uyum, insan hakları ve demokrasi alanında iyileşme…

Bu kanada örtülü hizmet edenleri de listeye dahil ettiğimizde oldukça güçlü bir odak çıkıyor karşımıza. Yalnız AKP içinde değil, medyada, bürokraside etkililer. Merak edenler için söyleyeyim, bu ekibin hoşgörü, demokrasi, insan hakları alanında dillendirdikleri zerre ilgimi çekmiyor. Piyasacı, Amerikancı tiplerin tarih boyunca hangi misyonla hareket ettiklerini unutacak ya da görmezden gelecek kadar alçalacak değiliz. 

Emekçi halkımız için, ülkemiz için tehlikeli, çok tehlikeli bir hattı temsil ediyor bunlar.

Ve artık burada partilerden söz etmiyoruz. Ölçüsüz Amerikancı tayfa birçok partiye dağılmış durumda ve gözüküyor ki, İmamoğlu’nu pek beğeniyor, onun etrafında bir projede ortaklaşıp ortaklaşmamayı tartışıyor.

Konu tek başına Erdoğan sonrasında kimin Cumhurbaşkanı olacağıyla ilgili değildir. Hatta konunun merkezinde bu durmamaktadır. Konunun merkezinde emperyalist dünyanın içine girdiği kaotik süreçte Türkiye’yi daha yakın bir işbirliği içine çekmek isteyen ABD ve yakın müttefiklerinin çabaları durmaktadır.

Peki bu mümkün müdür? Bu elbette mümkündür ve bunun mümkün olduğu son aylarda görülmektedir. 

Peki bu sözünü ettiğimiz tayfanın istediği ölçülerde mümkün müdür? Türkiye’nin bu dünya koşullarında bütünüyle Amerikancı, NATO’cu bir çizgiye yönelmesi imkansız değilse bile çok zordur. Birden fazla nedenle Türkiye kapitalizminin kendisine özgü iddialarını terk edip, bugünü ve geleceğini batılı emperyalist ülkelerin ajandasına uydurmasını bekleyemeyiz.

AKP Cumhuriyetin kazanımlarını bir bir yok edip, Yeni-Osmanlıcılığı bir resmi politika haline getirirken aynı zamanda sermaye sınıfının genişleme/yayılma ihtiyaçlarına denk düşen bir hareket alanı da yarattı. Geleneksel olarak kendi çıkarlarını ABD-İngiltere-Almanya üçgeninde gören TÜSİAD sermayesi bu hareket alanından fazlasıyla nemalandı ve mutlu oldu. Ancak yine de kendisini o üçgende daha rahat hissettikleri için bu hareket alanının daralması için zaman zaman hamle de yaptı en tepedeki patronlar.

Ancak unutmayalım, sermaye egemenliği hiçbir zaman sermaye sınıfından ibaret değildir. Son tahlilde kapitalistlere hizmet etseler ve sermaye egemenliğinin uzun süre boyunca şaşmaz kurallara bağladığı mekanizmaların dışına çıkmasalar da, olaylara öncelikle “devlet”in gözlüğünden bakan birilerileri her ülkede mevcuttur, Türkiye’de haydi haydi mevcuttur.

AKP döneminde uluslararası ölçekte elde edilen hareket alanını terk etmek istemeyenlerin başında “devlet adına hareket ettiğini düşünen”lerin olması şaşırtıcı değildir. Marksizm “devlet”e dair çok özlü ve de kapsamlı şeyler söylemiştir, bunlara girmeye gerek yok. Bununla birlikte devlet nerede başlar nerede biter sorusunun çok karmaşık olduğunu hatırlatarak devam etmek istiyorum.

Bu kesimin içinde inanmış Osmanlıcılar var. Cumhuriyeti hiç içlerine sindirmediler, hep bir rövanş hazırlığı içindeydiler. Osmanlı’ya özgü İslami devlet anlayışları yüzünden laiklikliği de karşılarına alıp aşındırmaya çalıştılar. Geçmişte emperyalist çıkarlara hizmet etmiş olsalar bile İmparatorluk özlemi onları “biz de kendi çapımızda dünya gücü olalım” noktasına getirdi.

Bugün tam boy Amerikancı kanadın karşısında yer alanlar arasında faşistlerin de olması şaşırtıcı değil. Faşizm bir yandan kural tanımaz, bir yandan kendi kurallarını koyar. Kendi tasarladıkları “vatan”ın yücelmesi için her şeyi yapmaya hazırdırlar. Geçmişte sık sık NATO’nun hizmetinde kan dökmüş olsalar da bugün kendi adlarına hiçbir kısıtlamaya razı değiller.

Ancak burada bitmiyor. Türkiye’de devletin ve düzen siyasetinin içinde büyük sermayede bencillik ve vatana ihanet gören, NATO’ya fazla yaklaşmamak gerektiğini düşünen, tarikatlardan ciddi ciddi rahatsızlık duyan unsurlar da var. Bu unsurlar emperyalist-kapitalist sistemin temellerine ilişkin sağlıklı bir değerlendirmeye sahip olmadıkları oranda Osmanlıcılık ve faşizmle hemhal olmakta bir sakınca görmüyor, emekçileri devletin yüce menfaatleri uğruna feda edilebilecek bir değersiz küme olarak değerlendirebiliyor. Bu ülkenin tarihinde sistem içinde her zaman var olan ve kimi kesitlerde kendisini daha fazla hissettiren yurtsever-devrimci birikim bugün kendisini bu pragmatik kesimden ayrıştırma yeteneğine sahip değil.

Değil çünkü henüz bağımsız bir sınıf hareketinin komünist bir siyasal çizgide yeterince güçlü bir biçimde somutlandığı bir evrede değiliz.

Son olarak devletin sürekliliğine inanan, bu anlamda sınıflı toplum gerçeğini görmeyen veya bu gerçeği önemsemeyen devletli kadroların bütün bu ideolojik karmaşada varlığını her daim sürdürdüğünü söylemek durumundayız.

Peki bütün bunların Özel-Erdoğan görüşmesi ile ne ilgisi var?

Şöyle ki, bir kanat kendi Amerikancı yönelimleri doğrultusunda siyaset alanını yeniden tasarlamak isterken, diğer kanat da hem Erdoğan hem Özel’e “sınırları” hatırlatmanın derdinde. Kimse iplerin Erdoğan’ın elinde olduğunu düşünmemeli. Erdoğan’ın bugünkü gücü, iki kanadın da şu anda vazgeçemediği kişi olmasıdır. Ancak bir kanat İmamoğlu’nun şahsında güçlü bir alternatif bulmanın rahatlığı ile hareket ederken, diğer kanat İmamoğlu’nun önünü kesip, CHP dahil bütün siyasi partileri kendi tasarımlarına yakınlaştırma derdindedir. 

Bir yaklaşımla burada milli güçlerle, gayrı milli güçler arasında bir kavga sürmektedir.

Kapitalizm; paranın egemenliği “millilik” kavramını yerin dibine sokar. Bu kavramlarla bir yere varamayız. Öte yandan, bugün “sol”un neredeyse bütün varyantlarının Saray rejimini geriletmek adına Amerikancı kanada meylettiğini hesaba katarsak ortada bayağı ciddi bir sorun olduğunu söylemek zorundayız. “Özgürlük nereden gelecekse başımız üstüne; NATO, ABD, AB fark etmez” anlayışına karşı tek söyleyeceğimiz şudur: NATO, ABD ve AB özgürlüklerin düşmanıdır. Bunlar savaşçıdır, işgalcidir, emekçileri yoksullaştıran politikaların merkez üssüdür.

Türkiye işçi sınıfını ve aydınları bu kesimlerin etkisi altından tamamen çıkarmak temel görevlerimizdendir.

Bu görev diğer tarafa kredi açarak yerine getirilebilir mi?

Hayır getirilemez. Türkiye toprağında derin kökleri bulunan kamuculuğu, ekonomik devletçiliği, laikliği, ABD ve NATO karşıtlığını Yeni-Osmanlıcı, faşizan unsurlarla harmanlanmış bir doğrultunun, dolayısıyla acımasız bir sermaye diktatörlüğü formunun içinde heba etmemek de tarihsel sorumluluğumuzdur.

Nasıl mı?

Gelin bunu da bir sonraki yazıya bırakalım.

(soL)

T24 KÖŞEBAŞI (6 MAYIS 2024)

Sinan Ateş cinayetinde dikkat çeken nokta; şüphelilerin bir kısmı Covid-19 izniyle cezaevinden çıkmış! (Candan Yıldız)

Sinan Ateş’in ailesi de iddianameye çok tepkili. Kız kardeşi Selma Ateş’le konuştum. Ateş, "Bu iddianameyi toplum vicdanı kabul edemez. Birçok görgü şahidinin ifadesi iddianamede yer almıyor” dedi

Eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı ve akademisyen Sinan Ateş suikastıyla ilgili 145 sayfalık iddianameyi okuyunca, bu olayı takip eden gazetecilerin dikkati çekeceği boşluklar ve noktalar olacaktır.

O noktalardan biri de olayda dahli olan şüphelilerin bir kısmının Covid-19 tedbirleri kapsamında Adalet Bakanlığı’nın 2020’de aldığı kararla cezaevinden izinli çıkmış olmaları…  Sinan Ateş cinayeti iddianamesine baktığımızda bazı isimler Covid-19 izni kapsamında cezaevinden çıkmış ve cinayete yardım etmiş.  Mehmet Yüce, Sinan Ateş’i öldüren, tetikçi Eray Özyağcı’yı olay yerinden motosikletle kaçıran Vedat Balkaya’ya motosikleti satan kişi.

Polis ifadesinde sabıkalı olduğunu söyleyen Mehmet Yüce, 01.06.2022 tarihinde Covid-19 izinlisi olarak cezaevinden çıkmış.

Hakan Saraç, Sinan Ateş cinayetini organize eden ekipten olan Suat Kurt’un Ankara’da kalacağı evi organize eden kişi. Hakan Saraç da “Yağma, kasten yaralama” suçlarından dolayı cezaevindeyken Ağustos 2022’de Covid-19 tedbirleri kapsamında cezaevinden tahliye olmuş.

Suat Kurt, Sinan Ateş cinayetinin planlayıcısı, polisin aradığı ama 4 yıl kaçmayı başarabilen, Gülsuyu’nda çete lideri olan Doğukan Çep’in yakın arkadaşı… Tetikçi Eray Özyağcı ve Özyağcı’yı motosikleti ile kaçıran Vedat Balkaya’nın da arkadaşı. Ankara’daki evi ayarlayan, cinayet öncesi de o evde kalan kişi… Suat Kurt da pandemi izni nedeniyle 2020’de cezaevinden izinli olarak çıkmış.

Osman Bayraktar, iddianamede cinayette yardımla suçlanıyor. Sinan Ateş’i öldüren tetikçi Eray Özyağcı’yı Ankara’ya getiren iki özel harekat polisinin de içinde olduğu aracın alındığı otoparkın gayri resmi ortağı.

Osman Bayraktar da Doğukan Çep gibi 8 yıl firar gezebilmiş. 2017’de yakalanak Maltepe Cezaevi’ne girmiş. Pandemi izni nedeniyle 2020 yılında cezaevinden tahliye olmuş.

Özensiz bir iddianame

Özensiz yazıldığı açık bir iddianame… Örneğin Tolgahan Demirbaş’ı çiftliğinde sakladığı iddia edilen Marco Pasha cafenin sahibi Aytaç Ataç’ın adı Aytaç Ateş olarak yazılmış bazı yerlerde. Örneğin, cinayetin azmettirmekten suçlanan Doğukan Çep’i, cinayetten hükümlü olduğu dönemde Maltepe Cezaevi’nden tanıyan Ufuk Köktürk’in ifadesinin bağlamı yok. Köktürk ifadesinde “Yaklaşık 6 ay kadar önce Fatih’te tanımadığım Suriye uyruklu bir şahıstan 25000 TL’ye satın aldım” diyor. Ama iddianamede neyi satın aldığı yazmıyor.

Sinan Ateş’in ailesi de iddianameye çok tepkili. Kız kardeşi Selma Ateş’le konuştum. Ateş, "Bu iddianameyi toplum vicdanı kabul edemez. Birçok görgü şahidinin ifadesi iddianamede yer almıyor” dedi.

İddianamede özellikle Eray Özyağcı’nın sözünü ettiği, plaka ve markasını vermediği aracın üzerine gidilmesi gerektiği de açık. Zira Audi marka aracın siyasi bağlantılarla ilgili olduğu yönünde iddialar var. Özyağcı her ne kadar cinayetle ilgili Suat Kurt ve Vedat Balkaya’nın adını verse de onu İstanbul’a gelinceye kadar iki aracın yardım ettiğini ifadelerinden anlıyoruz. O araçların kime ait olduğu da bu cinayetin aydınlatılmasında kritik önemde… Birçok şüphelinin “Hatırlamıyorum” diye geçiştirdiği ifadeler, dava aşamasında hatırlatılacak ya da hatırlanacaktır.

Delillerin nasıl yorumlanacağı da asıl dava aşamasında ortaya çıkacaktır. Cinayetten 16 ay sonra tamamlanan iddianamede şüphelilerin siyasi bağlantılarına hiç değinilmiyor. Şüpheliler de o bağlantıyı reddediyor. Olay günü eski MHP Mersin Milletvekili Olcay Kılavuz’un Ankara’da kullandığı evi kullanan Tolgahan Demirbaş sadece bir yerde MHP’den söz ediyor. Arkadaşına ait olan 06 MHP 96 plakasının başka birine devredilmemesi için cinayet büroda amir ve dosyada tutuklu M.E.A’yı aradığını söylüyor.

Organize bir cinayet ama bağlantıları birleştiren bir iddianame yok karşımızda…

                                                                  /././

Fark edilmeyen bir sorun: Otomobillerden alınan ÖTV…(Murat Batı)

Sorun şu: matrah güncellemesi yeniden değerleme oranına bağlı olmaması ve bunun tamamen Cumhurbaşkanının takdirine bırakılmış olmasıdır

2023 yılında motorlu araçlardan tahsil edilen ÖTV tutarı 441 milyar 232 milyon TL’dir. 2024 yılı bütçe hedefi ise 498 milyar 230 milyon TL’dir. Ancak hedeflenen tutardan çok daha fazla tahsil edilecek gibi duruyor. Nedeni ise motorlu araçlardan tahsil edilecek ÖTV’nin hesaplandığı tarifenin ısrarla güncellenmemesidir.

Daha basit bir ifadeyle motorlu araçlar için hesaplanan ÖTV’nin tabi olduğu tarife basamaklarının yükseltilmesi gerekmektedir. Ancak -yeniden değerleme oranı kadar artması gibi- otomatik bir düzenlemenin bulunmaması çok önemli bir sorundur. ÖTV tarifesinin güncellenmesi tamamen Cumhurbaşkanının takdirine bırakılmıştır.

Hatta en son matrah güncellemesi 24 Kasım 2022’de yapıldı24 Kasım 2022’de yürürlüğe giren 6417 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile otomobillere ilişkin hem ÖTV matrahları hem de tarifedeki matrah dilimi sayısı artırıldı.

Yani matrah güncellemesi yeniden değerleme oranına bağlı değil tamamen Cumhurbaşkanının keyfiyetine bırakılmıştır. Ve Cumhurbaşkanı son iki yıldır yeni bir düzenleme yapmış değil.

Şayet sadece son iki yıl yeniden değerleme oranı kadar artırılsaydı şu an 1 milyon TL’lik bir aracı 805 bin TL’ye alabilirdik.

Şöyle ki aşağıda motor silindir hacmi 1600 cm³'ü geçmeyen otomobiller için ÖTV tarifesi bulunmaktadır.

Yukarıdaki tabloya göre aracın vergisiz fiyatı 184 bin TL’yi aşmıyorsa vergisiz fiyatına yüzde 45 ÖTV oranı uygulanmaktadır. Ancak aracın vergisiz fiyatı 184 bin TL ile 220 bin TL (220 bin TL dahil) arasında ise vergisiz fiyatın tamamına yüzde 50; 220 bin TL ile 250 bin TL (250 bin TL dahil) arasında ise tamamına yüzde 60; fiyatı 250 bin TL ile 280 bin TL (280 bin TL dahil) arasında ise tamamına yüzde 70; fiyatı 280 bin TL’yi aşıyorsa tamamına yüzde 80 ÖTV oranı uygulanmaktadır.

Ayrıca ÖTV dahil çıkan tutara yüzde 20 KDV de uygulanmaktadır. Tabloda görüldüğü üzere 1600 cm³'ü geçmeyen bir aracın vergisiz fiyatı 190 bin TL ise 190 bin TL’nin tamamına yüzde 50 ÖTV oranı uygulanmaktadır. Ya da son satırında görüldüğü gibi örneğin aracın vergisiz fiyatı 290 bin TL ise 290 bin TL’nin tamamına yüzde 80 ÖTV oranı uygulanmaktadır.

Böylece bugün piyasa satış fiyatı yaklaşık 605 bin TL’nin üstünde olan motor silindir hacmi 1600 cm³'ü geçmeyen otomobillerin tamamına yüzde 80 ÖTV uygulanmaktadır.

Sorun ne?

Sorun şu: matrah güncellemesi yeniden değerleme oranına bağlı olmaması ve bunun tamamen Cumhurbaşkanının takdirine bırakılmış olmasıdır.

Enflasyonun bu denli yüksek olduğu bu günlerde bu tarifenin de gerçeğe uygun hale getirilmesi gerekmektedir. Ancak Şimşek, bu konu hakkında hiç konuşmamaktadır. Biz de konu hakkında maalesef bilgi sahibi değiliz.

Bugünden çok fazla uzaklaşmadan otomobillere ilişkin tarifeyi sadece 2022 yılı yeniden değerleme oranı (yüzde 122,93) ve bu yıl için de yüzde 58,46 oranı (YDO) kadar artırsaydık aşağıdaki yeni tarifeye ulaşmış olacaktık.

Buna göre, örneğin motor silindir hacmi 1600 cm³'ü geçmeyen ve satış fiyatı 1 milyon TL olan bir otomobil için şu an 370 bin TL ÖTV ve 167 bin TL KDV ve toplamda 537 bin TL vergi ödenmektedir.

Ancak tarifedeki basamaklar, sadece son iki yılın yeniden değerleme oranı kadar artırılsaydı bu kez aynı otomobile 208 bin TL ÖTV, 134 bin TL KDV ve toplamda 342 bin TL vergi ödeyip aynı aracı bugün yaklaşık 805 bin TL’ye satın almış olacaktık.

Yani aynı aracı bugün 195 bin TL daha ucuza almış olacaktık. Hatta önceki yıllarda da bu basamaklara YDO uygulansaydı aynı aracı bugün çok daha ucuza almış olacaktık.

Şimşek, bu konuda bir düzenleme yapar mı? bilemiyorum ama 2023 yılında motorlu araçlardan alınan ÖTV’nin toplam vergi geliri içindeki payı yüzde 10’a yakın ve bunun üzerinden ayrıca yüzde 20 KDV de bulunmaktadır.

Şayet amaç enflasyonla mücadele ise yapılması gerekenlerden biri de bu olsa gerek.

Daha yüksek oranlar da var

Yukarıdaki örnek, bizim bindiğiminiz motor silindir hacmi 1600 cm³'ü geçmeyen otomobiller içindir.

Ancak motor silindir hacmi 1600 cm³'ü geçen ama 2000 cm³'ü aşmayan otomobillerde vergisiz fiyatı 170 bin TL’yi aşmayanlar için yüzde 130; aşanlarda ise yüzde 150 ÖTV oranı uygulanmaktadır. Hatta motor silindir hacmi 2000 cm³'ü geçenlere yüzde 220 uygulanmaktadır.

Elektrikli araçlarda ise bu oranlar yüzde 10 ila yüzde 60 arasındadır.

                                                                    /././

Basın Özgürlüğü mü dediniz? (Mustafa Durmuş)

Ülkedeki iktidar bloku iktidara yönelik eleştirileri önleyebilmek için, tutuklamalar, sürgünler ve devletin denetleyici örgütü konumundaki RTÜK ve İletişim Başkanlığı dâhil olmak üzere, her türden siyasal ve iktisadi baskı aracını kullanmaktan çekinmiyor

Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) tarafından hazırlanan 2024 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi, Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde (3 Mayıs), açıklandı. (1)

Endeks 2002 yılından bu yana her yıl düzenli olarak hazırlanıyor. Kuruluş 2021 yılında medya ve akademik dünyadan uzmanlardan oluşan bir grubun yardımıyla yeni bir metodoloji de geliştirdi. Buna göre, bu yıl 180 ülke ve bölge, “siyasi bağlam, yasal çerçeve, ekonomik bağlam, sosyokültürel bağlam ve güvenliği” kapsayan beş göstergeye göre

Kuruluş bu yıl “medya özerkliğine destek ve özgür haber yapma hakkına saygıda endişe verici bir düşüş ve devlet ya da diğer siyasi ve ekonomik aktörlerden gelen baskıda artış” olduğunun altını çiziyor.

Bu durum, sıralamanın oluşturulmasında kullanılan bu beş gösterge arasında, küresel ortalamada 7,6 puanlık bir düşüşle en fazla gerileyen göstergenin “Siyasi Gösterge” (Alt Endeks) olmasına dayandırılıyor.

Basın özgürlüğünde dünya çapında gerileme

Analiz edilen 180 ülke ve bölgeden 138’inde ankete katılanların çoğunluğu ülkelerindeki siyasi aktörlerin dezenformasyon veya propaganda kampanyalarına aktif biçimde dahil olduğunu söylüyor. 31 ülkede siyasetin basına müdahalesi ise “sistematik” olarak tanımlanıyor.

Rapor yazarları ayrıca, Ekim 2023’ten bu yana gazetecilere ve medyaya yönelik rekor sayıda ihlalin yaşandığı Gazze’deki savaşa özellikle atıfta bulunarak, “gazetecilerin korunmasını sağlamak için uluslararası düzeyde siyasi irade eksikliğinin” altını çiziyor. Rapora göre, en az 22’si gazetecilik faaliyetlerini yürütürken olmak üzere, 100’den fazla Filistinli muhabir İsrail Ordusu tarafından öldürüldü.

Türkiye “çok ciddi ölçüde kötü durumdaki” ülkelerden biri

Daha geniş eğilimlere bakıldığında, 36 ülkenin endekste en kötü kategoride -basının durumunun “çok ciddi ölçüde kötü” olduğu - yer aldığı görülüyor. Aşağıdaki haritadan da görülebileceği gibi Türkiye bu 36 ülkeden biri. Ayrıca 49 ülke “zor durumda ülke” kategorisinde ve 50 ülke “sorunlu ülke” grupta yer alırken, 45 ülke “tatmin edici” ya da “iyi” bir duruma sahip. (2)

Diğer yandan, Norveç sekizinci kez üst üste birinci sıraya oturarak bir kez daha listenin zirvesinde yer alırken, onu Danimarka ve İsveç takip ediyor. Basın için en baskıcı ülkeler olarak kabul edilen son üç ülke ise Afganistan (178’inci sıra), Suriye (179’unciu ve Eritre (180’nci). Raporda şu ifadeler yer alıyor: “Son iki ülke medya için kanunsuz bölgeler haline geldi ve rekor sayıda gazeteci gözaltına alındı, kayboldu ya da rehin tutuldu.”

 

Otoriterlik arttıkça basın özgürlüğü yok oluyor!

Aşağıdaki tablo 2024 yılında, 180 ülke arasında, 100 puan üzerinden ortalama 31,6 puan ile ancak 158’inci sırada kendine yer bulabilen Türkiye’de otoriterleşmenin giderek artmasıyla birlikte medyadaki çoğulculuğun ortadan kalktığını gösteriyor. Üstelik Türkiye geçen yıla göre Siyasi Endekste (gösterge) beş sıra ve Hukuk Endeksinde dört sıra daha gerilemiş bulunuyor.

Sonuç olarak

Temel insan haklarının, bütçe hakkının, işçi haklarının, kadın haklarının, farklı kimliklerin kültürel hak ve özgürlüklerinin ve genel olarak hukukun üstünlüğünün sürekli olarak aşındırıldığı, başta büyük medya olmak üzere iletişim ve propaganda kanallarının devletin, sermaye gruplarının ve sivil toplum olma özelliğinden uzak dini cemaatlerin doğrudan kontrolü altında olduğu bir ülkede basının özgür olması beklenemez.

Ülkedeki iktidar bloku iktidara yönelik eleştirileri önleyebilmek için, tutuklamalar, sürgünler ve devletin denetleyici örgütü konumundaki RTÜK ve İletişim Başkanlığı dâhil olmak üzere, her türden siyasal ve iktisadi baskı aracını kullanmaktan çekinmiyor.

Ülke halkları için büyük fedakârlıklara katlanmış olan sosyalist gazeteci Celal Başlangıç’ın, yaptığı eleştirel habercilik yüzünden, kendi yurdundan uzak bir ülkede sürgünde (Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde) hayatını kaybetmesi, aslında ülkedeki basın özgürlüğünün gerçek durumunu göstermeye yetiyor.


Dip notlar:

(1) https://rsf.org/en/2024-world-press-freedom-index-journalism-under-political-pressure (3 May 2024).

(2) https://www.statista.com/chart/13640/press-freedom-index  (3 May 2024)

(T24)

5 Mayıs 2024 Pazar

Denizlerin örnek antiemperyalizmi - Mustafa Yalçıner / EVRENSEL

 “One minute” türü laflar etmekle yetinmedi Denizler. Sözleriyle özleri ve eylemleri her zaman birdi, çakışırdı, çakıştı; bu karakteristik bir özellikleriydi.

Ayaktakiler (Soldan sağa): Kor Koçalak, Hüseyin İnan, Recep Sakın, Mustafa Çubuk, Deniz Gezmiş. Oturanlar (Soldan sağa)  Mete Ertekin, Yusuf Arslan, Ercan Öztürk, Semih Orcan ve sedyede Mustafa Yalçıner | Mamak Cezaevi 1971 - Mustafa  Yalçıner'in arşivinden alınmıştır. 

Sadece, barış vurgusuyla ABD, genellikle öğrenci hareketinin öne çıktığı Avrupa ve örneğin hippi protestoculuğuyla İngiltere’de yaşanmadı ’68. Tümünde devrimci bir yön kuşkusuz vardı. Ancak Türkiye ’68’i bir başka yaşandı.

Amerikan emperyalizminin Vietnam işgali ve fosfor bombalarından napalma kadar nükleer dışında envanterindeki bütün silahları kullanarak olanca hunharlığıyla sürdürdüğü savaşın örneğin bir başka etkisi oldu Türkiye’de. Ülkesine tabutları içinde dönen binlerce Amerikan askeri ABD’de barış hareketini tetikler ve Muhammed Ali adını alan zamanın dünya boks şampiyonuna varıncaya kadar bedellerini kabullenerek askere gitmeyi reddeden çok sayıda ünlü barış militanlığı yaparken, Türkiye’de değişik taleplerle farklı bir hareket serpilip gelişti. Türkiye’deki işçi, köylü ve gençlik hareketinden bileşen bir halk hareketiydi.

Vietnam Savaşı şüphesiz Türkiye’yi de derinden etkiledi. Ancak bu savaşa verilen tepki barışı savunmak ve bir barış hareketi oluşturmak değil, savaşa karşı savaş ya da savaşın savaşla yanıtlanması oldu. Vietnam Savaşı, Türkiye’de emperyalizme duyulan nefreti bileyerek emperyalizme karşı mücadele sloganlarının yükselmesine götürdü. Emperyalizmle mücadele ülkedeki bütün mücadelenin belirleyeni oldu. Türkiye ve şüphesiz dünya emperyalizmin tasallutundan kurtulmalıydı. Ve bu, emperyalistlerden barış talep ederek değil, onunla savaşarak mümkündü.

Türkiye ve dünya halklarının özellikle Amerikan emperyalizmin yağma ve zorbalığından kurtulması ve bu amaçla mücadele etmek şarttı.

Emperyalistler, anladıkları dilden mücadele yoluyla, onlarca askeri üste atom silahı dahil silah ve asker bulundurdukları ülkeden kovulmalıydı. Ancak tabii ki Türkiye’yi sadece ülke dışından kuşatmak, ülke içindeyse askeri üsler kurmakla kalmamışlardı. Varlıkları bundan ibaret değildi. İşbirlikçileri vardı ve iktidardaydılar. Bugünlerde iktidarı ve burjuva muhalefetiyle kredi, borç ve doğrudan yatırım olarak gelmesi ekonominin “Rayına girmesi” için çözüm sayılan ülkeye yatırılmış yabancı sermaye işbirlikçi “ortaklar” edinmişti. Emperyalistlerin çıkarlarını kendi çıkarları biliyor, ölesiye savunuyorlardı. Montaj sanayi türünden ortak yatırımlarından ve emperyalistlerin ürettiklerini Türkiye’de, Türkiye’nin yer altı ve yer üstü kaynaklarını ucuza emperyalistlere pazarlayarak sürdürdükleri ticaretten kazanıyorlardı. Uluslararası mali sermaye ağları Türkiye’yi sarıp sarmalamış kendisine bağımlı kılmıştı. Ülke işbirlikçilerin katkısıyla yeniden sömürgeleşmişti. Emperyalistler doğrudan kendileri değil, işbirlikçileri eliyle yönetiyorlardı. Türkiye, Amerikan çıkarları için savaşmak üzere Kore’ye asker göndererek, güle oynaya NATO’ya da üye olarak, özellikle Amerikan emperyalizminin stratejisine bağlanmıştı.

Denizler emperyalizme ve işbirlikçilerine “hayır” dediler. Sloganları “Tam Bağımsız, Gerçekten Demokratik Türkiye” idi. Emperyalizmin işbirlikçileri ülkede “demokrasicilik oyunu” oynuyorlardı çünkü. Egemenliklerinin adını “demokrasi” takmışlardı.

Sözlerine bakılırsa işbirlikçiler milletin çıkarlarını savunuyorlardı, milliyetçiydiler! Türk milliyetçisi… NATO’yu ve Amerikan çıkarlarını savunan milleti nasıl savunacaksa! Henüz o dönemde “Türk-İslam sentezi”ni keşfetmemişlerdi. Türk milliyetçisiyim diyenlerle İslamcıyım diyenler hatta aralarında kavgalıydı. Bugün sentezlendiğine bakılmasın, ’68’lerde milliyetçilerle ümmetçiler ayrı saflar tutuyor, kavga ediyorlardı. Ama halka ve emperyalizmle mücadele eden evlatları olan devrimcilere karşı birleşiyorlardı.

Denizler örneğin 6. Filo’ya karşı gösteriler düzenler, Amerikan askerlerini Dolmabahçe’de denize dökerken karşılarına dikildiler. 1969 şubatında o dönem başkanlığını sonra AKP TBMM Başkanı olan İsmail Kahraman’ın yaptığı milliyetçi faşistlerin kontrolündeki MTTB ile siyasal İslamcıların kontrolündeki Komünizmle Mücadele Derneğinin “kıble” bildiği 6. Filo’yu protesto eden işçiler ve gençlere yönelik organize ettikleri saldırı “Kanlı Pazar” olarak anılır. Orada, şimdi tekelci dinci iktidarın yasaklayarak 1 Mayıs kutlamalarına kapattığı İstanbul Taksim’de işçi Duran Erdoğan’la zamanın TİP Üyesi Turgut Aytaç öldürüldü. MTTB iki gün önce sözde “Bayrağa Saygı Mitingi” düzenlemişti; oysa önünde saygı duruşu yaptıkları Amerikan bayrağıydı!

Bugün de farklı değildir. Artık can-ciğer kuzu sarması olan, ülkeyi örtülü koalisyonla yöneten hâlâ Amerikan emperyalizminin önünde dizlerinin bağı çözülen milliyetçi faşistlerle siyasal İslamcılardır. Eskiden Menderes, Demirel ve K. Evren gibiler varken, emperyalizmle iş birliğinin başında şimdi onlar var. Tekelci kapitalizmin sözcü ve temsilcileri olarak onlar iktidarda.

Geçtiğimiz yıla kadar Avrupalı emperyalistlere “Eyy Avrupa…” diye haykırıp sözde ayar vermeye, örneğin Trump’ın yaptıklarıyla mektubu karşısında suspus olsalar da Rusya’dan S-400 alıp “eyy Amerika” diyerek görünüşte efelenmeye çalışırlardı. Gerçek değildi, halkın emperyalizmden duyduğu nefreti kullanma çabasındaydılar. Davos’ta İsrailli S. Peres’e “one minute” dediklerinde de İslamcı tabanlarının Yahudi nefretiyle halkın Filistin sevgisini istismara çalışmışlardı.

Neden mi istismar? Filistin’e yardım götüren Mavi Marmara İsrail saldırısına uğradığında siyonizmle aralarını bozmaktan kaçınarak “Bana mı sordunuz giderken?” demişlerdi, bir. “Ticareti kestik” demelerine rağmen, hâlâ Amerikalı emperyalistlerin “sevgili yakını” İsrail’le ne ticari ne de diplomatik ilişkiyi kesmeye yanaşıyorlar, iki. İsrail’in soykırım uygulamakta olduğu Filistin’e hele askeri yardım adına hiçbir şey yapmıyor, ama İsrail’e hâlâ, evet hâlâ, savaşta da kullanılabilecek malzemeler ihraç ediyorlar. Nedeni, “Kasada 5 kuruş kalmamışken” ABD’ye ölesiye muhtaç olmalarıdır. Bu nedenle, o eski “eyy Amerika” lafları artık hiç duyulmadığı gibi, kredi ve F-16’lar için sadece açıkça yalvarmadıkları kalmıştır.

Denizler ve Filistin ilişkisi ise bilinir. Yakın geçmişteki bir konuşmasında CHP Lideri Ö. Özel bile bu konuda Deniz ve arkadaşlarının önder olduğunu kabul etti. “One minute” türü laflar etmekle yetinmedi Denizler. Sözleriyle özleri ve eylemleri her zaman birdi, çakışırdı, çakıştı; bu karakteristik bir özellikleriydi. Hiç yalan söylemedi, halkı hiç aldatmadılar.

Denizler Ürdün ve Lübnan’daki Filistin savaş kamplarına gittiler. Kısa süreli eğitimin ardından adları “fedai” olan Filistinli savaşçılarla birlikte İsrail içlerine düzenlenen akınlara katıldılar. Filistinlilerle sırt sırta verip siyonizme karşı savaştılar. Evet, düpedüz elde silah savaştılar. Bunu Türkiyeli hiçbir siyasal İslamcı yapmadı, hiçbiri İsrail siyonizmine karşı savaşmadı. “Din kardeşiyiz” demek ve laf üretmekle yetindi.

Denizler Filistinlilerle birlikte İsrail’le savaşırken siyasal İslamcıların ticaret yapıp ceplerini doldurmaya bakmalarının nedeni basittir.

Siyasal İslam, nerede, hangi koşullarda türemiş ve neyi temsil etmiş olursa olsun, günümüzde artık tekelci kapitalizme bağlanmıştır, tekellerin kökleri geçmişte olan gerici bir akımıdır. Artık günümüz gericiliğinin kalesi olarak, Orta Çağ gericiliği dahil her tür gericiliği kendisine bağlamış olan emperyalizme hizmet etmektedir.

Denizlerse emperyalizme düşmandır. Kişisel düşmanlık değildir; emperyalizme, zenginliklerini yağmaladığı halklara zulüm kustuğu için düşmandırlar. Ve emperyalizmle mücadeleleri, göstermelik olmadığı gibi, milliyetçiliklerinden kaynaklanmamaktadır; mücadeleleri, giderek tamamen devrimci barutunu tüketmekte olan küçük ve tekel-dışı burjuvazininki türünden Türkiye pazarını kendilerinin sömürmesi uğruna mücadele değildir. Sosyalisttirler ve nihai amaçları sömürünün son bulmasıdır.

Milliyetçi değil, enternasyonalisttirler; bu nedenle Türkiye’de olmuş, Filistin’de olmuş, mekanın ayırt edici bir önemi yoktur, temel önemde olan emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadeledir. Dolayısıyla Filistin’de ölebilecek olmaktan en küçük bir korku duymadan Filistin’de de -Türkiye’de yaptıkları gibi- emperyalizme karşı mücadele etmiş, emperyalist ve siyonist işgal mağduru Filistinli kardeşleriyle birlikte savaşmayı görev bilmişlerdir.

Mustafa Yalçıner / EVRENSEL