6 Mayıs 2024 Pazartesi

Sahaflar Çarşısı (IV) - Rus steplerinin sabırsız çocukları (Özkan Öztaş - soL/Kültür)

 Sahaflar Çarşısı'nın bu haftaki buluşmasında Rus edebiyatına giriş yapıyoruz. Ekim Devrimi öncesinde Narodniklerin hikayesini konu edinen Sabırsızlık Zamanı'nı Yusuf Şaylan'la konuşuyoruz.

Yusuf Ağabey yine erkenci. "Önce Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nde buluşalım oradan da nereye geçeceğimize karar veririz" diye kararlaştırdık. Benimse genç bir ressamla buluşmam var hemen öncesinde. İlerleyen yıllarda mevzubahis sanat olduğunda ismine daha çok rast geleceğimiz biri. Veli Aras Yalçınkaya.

Aras, son zamanlarda sanat eğitiminin kendisinin bir sanat eseri olup olamayacağına dair mesai yapıyor. Şimdilik tuvali ise ders verdiği ortaokul sınıfı. Biz sohbet ederken Yusuf Şaylan çorbasını kaşıkladı. Biz de kısa mesaimizi tamamladık. 

                                                      ***

Yusuf Şaylan'a "1 Mayıs nasıl geçti?" diye soruyorum. 

"Ankara yağmura İstanbul da sosyal demokratlara ve sendikalara rağmen iyiydi. Yağmur resmen inatlaştı bizimle. İnadımızı yenemedi ama" diyor. Malum, İstanbul'da emekçinin bayramını gaza buladılar. Onlarca insan gözaltına alındı, birçok kişi de yaralandı. Ankara'da ise bir gün öncesinden itibaren devam eden durmak bilmeyen yağmur her şeyi etkiledi. Metro seferleri iptal oldu ve yetkililer "Sokağa çıkmayın" uyarısı yaptı. Bazı altgeçitler suyla dolduğu için şahsi araçlarıyla da ulaşamayan işçiler oldu. Çocuk korteji kurmak istiyordu arkadaşlar ama çocuklar kısa bir selam verip ayrılmak zorunda kaldılar alandan. Çok ıslandı yavrucaklar. Küçük elleri üşüdü. 

                                                     ***

Söyleşiyi yapacağımız mekana doğru yol alırken Yusuf Ağabey 1994 1 Mayısı'ndan bir anekdot hatırlatıyor.   

İstanbul'da 1 Mayıs yapılmış. Abide-i Hürriyet heykelinin oradan tutturmuş bizimkiler, otobüslerin olduğu yere doğru yürüyorlar. Perpa'nın oradan otobüslere doğru gidiyorlar. Polis 1 Mayıs bitmesine rağmen otobüslerine toplu halde yürüyen komünistleri uyarıyor. Güya trafiğe kapalı bir yerde otobüslere birlikte yürümek gösteri ve yürüyüş kanuna muhalefet etmekmiş. 

"Polis uyardı falan ama biz pek oralı olmadık. Sonra müdahale ettiler. Burayı kısa geçeyim. Biz tertibimizi bozmadık, otobüslere kadar geldik. Ama biraz hırpalandık. Mesela Şoför İdris yanımızdaydı. Kafasından yaralanmıştı. Kanıyordu başı. 'Gestapolaaarrr' diye bağırışını hatırlıyorum. Bir de bir yoldaşımızın kendisine vuran polise kibarca 'Yahu neden vuruyorsun ne lüzum var buna' dediğinde polisin bir an durup düşünüp mahcubiyetle başını öne eğişi aklımdan çıkmaz. Tabii o zamanlar Perpa'nın oralarda gecekondular vardı. Biz polisle karşı karşıya gelirken de bayraklarımız düşmüştü. Bizimkiler o gecekondu mahallesine iki üç gün sonra yeniden gittiklerinde karşılaştıkları manzara ile şaşkına dönmüştü. Mahalleli yere düşen bayrakları toplamış, kirlendi bunlar diye yıkamış. Hepsini de evlerinin önünde çamaşır iplerine asmış kurutmuşlardı. Nasıl olsa komünistler yere düşen bayrağı yerde bırakmaz gelir alırlar diye beklemişler bizimkileri. Bizimkiler de sokağa girince evlerin önünde çark çekiçli bayraklar görüyorlar. Her biri çamaşır teline mandalla bağlanmış." diye anlatıyor geçmiş 1 Mayısı. 

Bu sefer kahve söylüyoruz Yusuf Ağabeyle. 1 Mayıs'ın yorgunluğunu atamamış henüz. "Hafif ağırlık çöktü. Kahveyle başlayalım" diyor. Tante Rosa kafeye oturduk. Kendimize tenha bir yer seçtik. 

Başlıyoruz.

                                                Şoför İdris. 1 Mayıs 1994

Açıkhava hapishanesinin uslanmaz devrimcileri: Çarlık Rusyası ve Halkın İradesi

Bu sefer kitabımızın adı Sabırsızlık Zamanı. Yuri Trifonov'un kaleminden çıkan bu eser 1917 Ekim Devrimi öncesinde Çarlık Rusyası'nda, özellikle de Çar'a ve imparatorluğa karşı verilen amansız mücadelenin öyküsünü anlatıyor. Lenin için de önemli bu dönem. Zira kardeşi, büyük ağabeyi de Narodnaya Volya, yani Halkın İradesi üyesi. Çar'a karşı planladığı suikast nedeniyle idam edilen biri. Lenin'in siyasi hafızasının ve tercihlerinin netleşmesinde önemli bir dönem. Dolayısıyla yakından bakmak icap eder diyor Yusuf Şaylan. 

"Şimdi bu tür kitapları Gogol'den, Tolstoy, Çehov ya da Dostoyevski'den ayıran bir şey var. O yüzden buna Rus Edebiyatı demek yerine Devrimci Rus Edebiyatı demeyi tercih ediyorum ben. Her iki alan da derya deniz. Ama denizleri birbirine karıştırmamakta fayda var. Boğuluruz sonra" diyor gülümseyerek. 

"Başka hangi kitaplar var bu dönemi anlatan?" diye soruyorum. Okurlar bu dönemi azıcık daha eşelemek istese hangi kaynaklardan faydalanabilirler diye. 

Biraz düşünüyor. "Aslında çok kitap var ama ilk aklıma gelenleri sıralayayım. Beş Kız Kardeş romanı var mesela. 5 tane Narodnaya Volya üyesi kadının hikayesini anlatıyor. Muhteşem bir kitap o da. Kızıl Başlangıç kitabı aklıma gelen bir diğer roman. Sonra Devrimin Kaması-Asev, o da güzel bir kitaptır. Halkın İradesi örgütüne üye olan bir Çarlık ajanının hikayesi. Sonra Herzen önemli bir yazar. Onun Suçlu Kim? ya da Kabahat Kimde? diye yayımlanan bir kitabı var, o da çok iyidir" diyor.

"Neden bu dönemi okumak gerekiyor?" diye sorunca Yusuf Ağabey eline kitapları alıyor. Biraz susuyor. Ben çok bölmek istemiyorum ama merakım da artıyor böyle sessizlik anlarında. 

"Mevzu uzun ama kısaca nasıl anlatılır diye düşünüyorum. 

Şimdi bizim için Ekim Devrimi çok önemli. Tüm insanlık için önemli ama bizim için malum başka bir önemi ve kıymeti var aslında. Şimdi Lenin'in görüp geçirdikleri, ağabeyini kaybetmesinin ailesinde yaşattığı travma, Çarlık'a karşı verilen ilk mücadeleler... İşte tüm bunlar Ekim Devrimi'nin güzergahını belirleyen köşe taşları olmuştur. Çar'a karşı yapılan suikastleri düşün. Öldürülen Çar dahi var. Ama düzen değişmiyor. Baskı ve zulüm devam ediyor. Bolşeviklerden önce yapılan her şey Bolşeviklere neyin beyhude ya da neyin acil olması gerektiği konusunda bir kılavuz oluyor. Mesela yine o dönemin romanlarından biri Pyotr Tkaçev, İlk Bolşevik biyografisi de önemlidir. Diyalektik bir bağ var esasında. Son Narodniklerden ilk Bolşeviklere doğru uzanan köprünün üzerindeyken yazıldı bu tarih" diyor.

                                                              Yusuf Şaylan

Bir duyguyu miras edinmek: Sabırsızlık

Sabır kelimesi komünistlerin en büyük çelişkisi belki de. Hem sabırsızdırlar ve bir an önce kurtulmak isterler bu düzenden. Hem de sabır işçileridir her biri ve bu mücadelenin çok uzun sürebileceğine dair kanaatleri tamdır. 

Lenin'e işaret ediyor Yusuf Şaylan gülerek. Sanki yakın bir akrabasından, büyük bir kardeşinden ya da yaramazlık yapan oğlundan söz eder gibi sevecen bir ifade beliriyor sesinde. 

"Esas sabırsız olan Lenin. Adam rüyasında bile kavga ediyor, tartışıyor, mücadele ediyor. Ama en çok da Narodniklerle kavga ediyor. Ağabeyi idam edilince 'Biz onların yolundan gitmeyeceğiz' ya da 'Biz onlar gibi mücadele etmeyeceğiz' minvalinde bir söz söylediği rivayet edilir. Çok gençtir Lenin henüz o yaşlarda. Muhtemelen geriye dönük bir yeniden yazılmış bir ifade bu. Ama ne önemi var? O duygu ve o mesaj Lenin'in kendisi değil midir?

Mesela Rusya'da komünist mücadele olmaz derler dönemin aydınları. Narodnikler işin başını tutar. Lenin ise Rusya'da Kapitalizmin Gelişimi'ni yazar. Lenin kapitalizmi bir tür kansere benzetiyor sanki. Yani gelişti mi gelişmedi mi sorusundan önce var mı yok mu diye bakıyor. Malum kanser hücresi hızlı yayılan bir şey. Kapitalizm de Rus topraklarını çok hızlı bir şekilde sarıyor bir yanıyla. Sonra Lenin'in baş ucu yazarlarından biridir Çernivesky. Onun 'Nasıl Yapmalı' romanına atfen 1902'de yazdığı kitabının adını Ne Yapmalı koyduğu söylenir mesela. Çernişevsky Narodniklerin önemli aydınlarından biri. Hatta Marks onun için Rus halkı ne kadar şanslı Çernişevsky gibi bir filozofları var diyor. 

Sonuçta her siyaset kendisinden önceki ileri olan her şeyden beslenir. Rusya'da Bolşevikler Narodniklerden, bizimkiler de burada Jön Türklerden ya da İttihatçılardan az çok etkilenmiş.

Buradan bize miras olan şey sadece sabırsızlık da değil. Aynı zamanda acımasız bir eleştiridir. Bir rezilliğin parçası olmayacaksak eleştiri silahını da indirmeyeceğiz. Lenin bunu çok iyi kullanır. Zira kendisinden önce de Narodnikler bunu iyi yapmıştır. Lenin'in ustalığı nedir dersen ülkeyi sömürenleri eleştirirken ülkenin kendisiyle karıştırmamıştır bu durumu. Yani Çar'dan ve kapitalistlerden duyduğu nefret onun Rus toplumuna olan sevgisine mani olmamış. Yurtseverlik de biraz böyle bir şey herhalde."

'20 yaşını geçene yaşlı denir mi?'

Roman diğer yanıyla dönemin iyi bir fotoğrafı. Mesela Narodnaya Volya, yani Halkın İradesi ya da Halkın Birliği olarak bilinen örgüt homojen değil. İçinde bir sürü ekip var. Kendilerinden önce mücadele eden dekabristler var, anarşistler var, köylüler var, aydınlar var. Karmakarışık bir yapı.

"Bu sence Lenin'i, bir örgütün nasıl olması gerektiği açısından belirlememiş, etkilememiş olabilir mi? 1870-1871 yıllarını anlatıyor roman. Tam da Narodniklerin etkili olduğu zamanlar. Sabırsızlık isyana dönüşsün diye mücadele ediyorlar. Yahu okuyunca görecekler. Muhteşem adamlar. Mesela 20 yaşını geçene şöyle bir bakıp gülümsüyorlar. Yaşlı diye. Çoğu idam ediliyor ya da cezaevlerine, işkencelere maruz kalıyor. Ama kimse bana mısın demiyor. Atılıyor kavgaya. Muhteşem bir inanmışlık ve adanmışlık var. Lenin belki de bu enerjiyi doğru yere kanalize etmeyi başarıyor. Sorunu kökten çözecek adımlar atıyor" diye anlatıyor Yusuf ağabey.

Yaşanmışlıkların bilinci

Laf lafı açınca kitaplar da birbirini anımsatıyor Yusuf Şaylan'a. Bizim sabit ayağımız Sabırsızlık Zamanı romanında ama diğer ayağımız Rus edebiyatında bir oraya bir buraya gidip geliyor. 

Turgenyev'in Arefe (ya da Arefesinde diye yayımlanan) kitabını hatırlatıyor. Orada Bulgar bir devrimciye aşık olan kişinin Rus topraklarına bakarak "Keşke bizim de topraklarımızda böylesi devrimciler çıksa" dediğini hatırlatıyor. Oysa gerçekten de böylesi bir dönemin arefesinde yani kutsal olanın öngününde olduklarını biliyor herkes. Kitabın isim tercihi tesadüf değil bu nedenle. 

Sözü Lenin'e getiriyor tekrar Yusuf Şaylan. "Yaşanmışlıkların bilinciyle hareket ettiğini söylüyor Lenin. Nedir peki o yaşanmışlıklar. Lenin'den önce yaşananlar neler? Bu roman işte bunları anlamak adına çok önemli br roman. Romana bakınca anlıyor insan. Sayfa 129'du sanırım. Pikniğe gider gibi gidiyorlar idam sehpasına. Bu basit bir şey olamaz. Kimse zalimden bıktığı için yapmaz bunu. Demek ki inanmışlar başka bir dünyanın mümkün olduğuna. 

Onlar inandı Lenin ise başardı. İşte burası bizler için önemli."

"Düzenin de devrimcilerle kurduğu ilişkiyi iyi anlatıyor" diyor Yusuf Şaylan kitap için. Yine benzer dönemleri anlamak için Potemkin Zırhlısı ve Dünyayı Sarsan On Gün filmlerine de bakmak iyi olabilir diye ekliyor.

***

Sabırsızlık Zamanı Yar Yayınları'ndan okuyucuya ulaşıyor. Bu yayınevi önemli kitaplar basıyor diyor Yusuf Şaylan. "Özellikle de devrimci romanlar açısından kıymetli bir mesaisi var arkadaşların, takdir etmek lazım. Baksana kitabın son sayfasındaki basılan kitaplar listesine. Muhteşem şeyler var" diyor.

Çaylar ve kahveler tükeniyor. Artık ayrılma vakti. Bir sonraki hafta ne yaparız diye konuşuyoruz diğer yandan.

Bulunduğumuz kafenin adı Tante Rosa. Bu bina, yıllar önce üst katında Sevgi Soysal'ın yaşadığı bir Ankara apartmanı. Kafe de adını Sevgi Soysal'ın kitabından alıyor. Merdivenlerinden inerken akla bunlar geliyor. Kahvelerin ödemesini yaparken ayaküstü Sevgi Soysal'ı konuşuyor Yusuf Ağabey mekandaki gençle. 

Çıkışta Dost Kitabevi'ne doğru yol alıyor. Kızılırmak Sokağı'nın köşesinde vedalaşıp ayrıldık. Haftaya kaldığımız yerden devam edeceğiz.

Özkan Öztaş - soL/Kültür

Sömürünün bokunu çıkarmak(!) + Çiş zamanı, değer mi? - EVRENSEL

 Sömürünün bokunu çıkarmak(!) - Mustafa Kemal COŞKUN

İşçi olmak dendiğinde genellikle anladığımız şey, üretim araçlarına sahip olmadığı için emek gücünü satarak geçinmekten ve tam da bu nedenle ekonomik bir sömürüye tabi olmaktan, buna bağlı olarak da düşük bir ücretle yaşamak zorunda kalmaktan başka bir şey değildir. Lakin bu bize bir işçinin yaşamı ve gerek iş yerinde gerekse gündelik hayatında karşılaştıkları hakkında çok az şey anlatmaktadır. Ama kıyafetinden ve konuşmasından dolayı küçük görülmekten korktuğunu, yaptığı iş bedeninde cisimleştiği için örneğin nasırlı ve büyük ellerinden utandığı için ellerini saklamaya çalıştığını, orta ve orta-üst sınıftan insanların çoğunlukla kendisine selam vermeden geçip gittiğini, kendisine saygı gösterilmezken sürekli başkalarına saygılı davranmak zorunda kaldığını, iş yerinde sürekli olarak denetime maruz kaldığını ve bu nedenle özerk çalışanlara ya da özerk olmaya özendiğini biliyorsak işçi olmanın kültürel anlamı konusunda çok daha fazla şey söylüyoruz demektir.

Bütün bunları boş yere söylemediğimizin bir örneği, çalışılan sektöre göre farklılık göstermekle birlikte işçilerin iş yerlerinde “tuvalet” süresinin kısıtlanması, hatta yer yer yasaklanmasından başka bir şey değildir. İşte işçi olmanın kültürel anlamı da bir noktada burada yatar. 2019 yılının son aylarında çıkan bir haber, bu durumun ne türden bir saçmalığa kadar gidebileceğini göstermiştir zaten: Klozetler yaklaşık 13 derecelik açıyla öne doğru eğik yapıldığında işçiler en fazla beş dakika oturabiliyorlarmış ve bu müthiş icadı(!) utanmayıp uygulamaya bile koymuşlar. Hatta ABD’de kanatlı hayvan üretiminde çalışanların tuvalete gitmeleri yasak olduğu için altlarına bez bağladıkları haber olmuştu. Bir başka haber, regl olan kadın işçilerin tuvalete gitmesinin yasaklandığını bildiriyordu. Bu, sömürü ilişkisinin bokunu çıkarmak(!) olarak görülebilir elbette, ama aslında onun çok bariz bir yansımasıdır, zira mutlak artı-değeri artırmanın en kolay yolu, işçileri çok daha fazla uzun saatler çalıştırmaktan başka bir şey değildir, bu nedenle çalışanları sürekli fazla mesai yapmaya zorlarlar, tuvalette geçirilen zaman da patronlar açısından bir artı-değer kaybı anlamına gelir.

Bu tür bir uygulama zaten iş hukukuna aykırıdır, ama asıl önemlisi, üretim ilişkisinde insanın değil de metanın öne çıkarılmasının, daha da önemlisi insanların sırf işçi olmaktan kaynaklı ne türden onur kırıcı uygulamalara maruz kaldığının açık bir örneği olmasıdır.

İnsanlar gerek iş yerinde gerekse iş dışı gündelik hayatlarında kendi kişisel dünyalarında yaşamazlar. Bu nedenle diyelim tuvalet kısıtlaması, işçilerin kendilerine duydukları öz saygıyı ortadan kaldırdığı gibi, bütünüyle onur kırıcı bir uygulamadır. Sonuçta yabancılaşmaya neden olan bir üretim biçiminin egemenliği altında yaşayan bir toplum sadece insanın yeteneklerini geliştirmesine engel olmaz, böyle bir toplumda aynı zamanda insan onuruna da saygı gösterilmez. Soyut liberal teoriler ya da insan haklarına ilişkin ayağı yere basmayan beyannameler ne derse desin, böyle bir toplumda insan onuruna ve değerine ilişkin fikirler ve öneriler sadece fikir alanında ve felsefi bildirilerde kalacaktır maalesef.

Bu nedenle, neredeyse son 20 yıldır işçilerin onurlarını korumak için sendikalaştıklarını söylemeleri hiç de boş yere değildir. Çünkü sınıfsal ve kültürel hiyerarşilerin kökleşmesinin işçiler açısından en önemli sonuçlarından biri, onurunu koruma ve böylece öz saygının dert edilmesidir. Tam da Engels’in vurguladığı gibi, gönüllü, üretken bir iş insan için ne denli büyük bir eğlence ise, mecburi bir çalışma da en acımasız ve en onur kırıcı ceza anlamına gelir. Her gün sabahtan akşama kadar insanın istemediği bir şeyi yapmasından daha korkunç bir şey olamaz. Ve bir insan kendini ne denli çok işçi olarak görürse, yaptığı iş kendisine o denli nefret dolu gelir. İşte bu nedenle iş yerinde karşılaşılan her türlü onur kırıcı ve aşağılayıcı uygulama, işçinin sadece yaptığı işten nefret ettiğini değil, aynı zamanda kendi öz saygısını ve onurunu korumak için mücadele etmesi gerektiğini de gösterir. Kaldı ki saygı ve onur arayışı, işçilerin ortaklaşa deneyimleri olduğundan onları harekete geçiren etkenler olabilir. Yani bu duygular nedeniyle ve aynı duyguları paylaştıklarını düşündükleri diğer insanlarla ortaklaşa bir çıkarın görünür olması mümkündür.

Bütün bunlar ortadayken, sermaye sahipleri daha fazla kâr için regl olmayı, işemeyi, olmadı sıçmayı bütünüyle yasaklamıyorlarsa eğer, bilin ki akılları yetmediğindendir, yoksa, utandıklarından değil.

                                                            /././

Çiş zamanı, değer mi? - Uğur ZENGİN

Çişini ne zaman yapacağına da fabrikadan ne zaman çıkacağına da kendisi değil, makine karar veriyor. Türkiye işçi sınıfının da dünya işçilerinin de içinde bulunduğu girdap tam da budur.

Ücretli emeğin girdiği her fabrika, her anlaşma görünürde eşitler arası, özgür bir anlaşmadır. Bir taraf, çalışma süresini ölçen saate bastığı anda bu eşitlik sona erer. Bu dakikadan sonra, her kuruşun da her dakikanın da taraflar arasında anlamı farklılaşır.

‘İyi adam’ iş vermiştir, kişileşmiş sermayedir. Patronun amacı açıktır; ruhu sermayenin ruhu, dürtüsü değerlenmektir. İşte bu dürtü ve ruh her daim tetiktedir. Bir işçi çalıştığı fabrikada her an ‘zamanını’ kendisi için tüketebilir ve patronun satın aldığı zamanı ondan çalabilir! Mealen, “Mesai saatinde 5 dakika tuvalete giden işçi hırsızdır!” denir. Her işçi zaman çalabilecek potansiyel hırsızdır!

Küresel iş bölümü genişliyor, sermaye yoğunlaşıyor, büyük üretim artıyor, teknolojik atılımlar, yeni makineler, kimyevi maddeler, lojistik imkanlar gelişiyor; zaman kısalıyor. Tüm bunlar üretimde emilen emeği bir yandan azaltırken diğer yandan sermaye daha fazla değer yaratmak uğruna emeğin her dakikasına daha da muhtaç hale geliyor. Bir işçinin haftada 3 gün kendisi için, 3 gün ise patron için çalıştığını düşünelim. Ya da bu zaman dilimini 10 dakikalık ikişer beş dakikalık dilime indirgeyelim. Mesai saatinde bir sigara zamanı, bir çay ya da bir tuvalet molası, zaruri ya da keyfi; sınıf mücadelesinin keskin bir parçasıdır.

Bugün fabrikaları hapishane ya da akıl hastanesivari panoptikon uygulamalarla kuşatan budur. Kameralar, kart sistemleri, vardiya sistemi, şefler, müdürler, amirler, sendika patronları… Her an gözetim altında tutulan işçiler ‘Patrondan çalmasın’ istenir ve aktif ya da pasif direniş potansiyelini sınırlamak hedeflenir…

Türkiye’de işçilere fabrikada takılmak istenen elektronik kontrol kelepçesi de, Lezita’nın ‘işçi evleri’nde barındırdığı ithal Hintli işçiler ya da siyasal iktidarın hedefi bu ‘uluslararası hapishaneleri’ ülkeye daha fazla çekmek üzerine kurulu. Hedef bir yandan fabrika içi denetimi artırmak diğer yandan çalışma sürelerini alabildiğine uzatmak. Pazarlanan işçinin zamanıdır.

Bir örnek: Çin sermayeli Huawei. 2023 yılında küresel kârını yüzde 144.5 artırarak 87 milyar yuana (400 milyar Türk lirası!) çıkaran, teknolojik atılım yapan, 207 bin işçinin emrinde çalıştığı bir şirket Türkiye hükümetinden ne istiyor olabilir? İlgi gösterdiği nedir? Huawei Avrupa Bölge Başkanı Jim Lu, birkaç gün önce Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz ve ardından Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mehmet Fatih Kacır ile görüştü. Cevdet Yılmaz, şirketin “Türkiye'de, Türkiye İçin” stratejisine olan bağlılığından duyduğu memnuniyeti dile getiriyor ve “Türkiye'deki yabancı yatırımları Türk şirketleri olarak görüyoruz” diyordu. Şirket Türkiye’deki “açık iş ilişkilerinden” memnuniyet duyduğunu açıkladı.

Huawei Türkiye’de fabrika kurma planları yapıyor. Eski Çin subayı, şimdinin multimilyarder Huawei Patronu Ren Zhengfei’nin ‘996’ isimli çalışma programına tabi Huawei işçileri haftanın 6 günü sabah 9.00’dan akşam 21.00’e kadar çalışıyor. Günde 12 saat. Yetmiyor. Huawei, işçi intiharlarıyla ünlü Apple’ın taşeron üreticisi Foxconn ile rekabet ediyor. Foxconn işçileri de haftada 6 gün 12 saat çalışıyor; tuvalet, yemek, otobüs için sıraya girdiklerini söylüyor. Huawei patronu Apple’ın üstünde kalan işçi ücretlerini rakibinin altına çekmeye çalışıyor. Türkiye’de büyük sermaye grupları da siyasal iktidar da işçilere ‘despotik hapishanelerde’ üretim yaptıran dünyanın en büyük 228. şirketinin yanında. Bu örnek sadece bugüne ilişkin değil, milyonların geleceğine ilişkin büyük bir tahayyül imkanı sağlıyor.

Almanya’da haftalık ortalama çalışma saati Türkiye’den 8 saat 20 dakika daha az. AB ortalaması da Türkiye’den 6.5 saat daha düşük. Ücretler giderek reel olarak eriyor. Ücretler düştükçe ortalama ücret -ki asgari- için dahi harcamak gereken emek, çalışmak gereken zaman dürtüsü artıyor. Ancak yetmiyor, iş süresinin uzatılması da ücretleri eritiyor! İşte girdap. Kendini harcadıkça yabancılaşıyor, yabancılaştıkça nesneye ait oluyor. Çişini ne zaman yapacağına da fabrikadan ne zaman çıkacağına da kendisi değil, makine karar veriyor. Türkiye işçi sınıfının da dünya işçilerinin de içinde bulunduğu girdap tam da budur.  

(Evrensel)


Deniz, Yusuf, Hüseyin katledilmelerinin 52. yılında aramızdalar! + Tescilli Amerikancılar ve Denizlerin mirası (Evrensel)

 

Deniz, Yusuf, Hüseyin katledilmelerinin 52. yılında aramızdalar! (İhsan Çaralan)

Bugün 6 Mayıs!

Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un 1972’nin 6 Mayıs’ında katledilmelerinin 52. yılı!

Yarım yüzyıldan beri olduğu gibi onları bugün bir kez daha özlemle, sevgi ve saygıyla anıyoruz.

Uzunca bir zamandan beri 6 Mayıs’ın içinde bulunduğu hafta, onların şahsında onlardan önce ve sonra devrimci mücadele içinde hayatını kaybeden devrimcileri anma haftası oldu!

Dolayısıyla bu hafta yapılan etkinlikler, sadece onlara duyduğumuz sevgi ve özlemi ifade etmek için değil. Onların bıraktığı devrimci mirası zenginleştirmek için sorumluluklarımızın farkına varmayı, ne yapmamız ve neyi yapmamamız gerektiğini de sorguladığımız etkinler haftası oldu. Ki böylece onları anma etkinlikleri; sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir insanlık dünyasına olan sınırsız inançlarıyla halka bağlılık, özgürlük tutkusu, emperyalizme ve iş birlikçi egemen sınıfların çürüyen, yozlaşmış düzenlerine karşı tavizsiz bir mücadele, bu uğurda darağaçları karşışında bile geri adım atmamaya varan bir kararlılık, dünya ve ülkemizdeki gelişmeler karşısında tavizsiz tutum alma… gibi onların şahsında somutlanan devrimci tutumu içselleştirip yaygınlaştırmayı amaçlayan etkinliklerle biçimlendi.

’60’LARDA FİLİSTİN TÜRKİYELİ GENÇ DEVRİMCİLER İÇİN ÇEKİCİ BİR ODAKTI!

Bu etkinlikler içinde Filistin daima sıcak gündem olarak yer aldı. Çünkü “68 başkaldırısı” olarak bilinen, Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in devrimci önderler olarak yer aldıkları ’60’ların ikinci yarısını kapsayan gençlik eylemleri üç odaktan ilham alıyordu

1) Vietnam halkının ABD’ye karşı yürüttüğü kurtuluş savaşı,

2) Küba Devrimi ve devrimci Küba’nın ABD’nin burnunun ucunda ABD emperyalizminin tehdit ve provokasyonlarına karşı yiğitçe duruyor olması,

3) Filistinlilerin İsrail ve arkasındaki emperyalist güçlere karşı yürüttüğü laik ve demokratik Filistin mücadelesi!

O yıllarda “Filistin Devrimi” de denilen direnişte, Filistinlilerin İsrail’e karşı sürdürdüğü silahlı direniş dünyada önemli bir prestije sahipti. Ama Deniz, Hüseyin Yusuf başta olmak üzere Türkiyeli genç devrimciler için Filistin direnişinin ayrı bir önemi de vardı. Çünkü Filistin Türkiye’ye çok yakın ve antisiyonist, antiemperyalist bir mücadele merkezi olarak sıcak bir çekim merkeziydi. Dahası Filistin’deki mücadele Türkiye halkları içinde de önemli bir sempatiye sahipti. Ayrıca o yıllarda üniversitedeki az sayıdaki yabancı öğrenci arasında Filistinliler hayli fazlaydı ve devrimci öğrencilerle günlük mücadele içinde yer alırken aynı zamanda Filistinli direniş örgütleriyle Türkiyeli devrimciler arasında organik ilişkiler de kurabiliyorlardı.

Dolasıyla o dönemin genç devrimcileri için Filistin’le uzaktan dayanışmanın ötesine geçebilecekleri, emperyalizme karşı fiilen savaşabilecekleri bir alan olarak heyecan verici, çekici bir merkezdi.

Deniz, Hüseyin, Yusuf başta olmak üzere çok sayıda devrimci genç Filistin’e gittiler İsrail ordusuyla yapılan çatışmalara katıldılar.

Bu yüzden de 6 Mayıs etkinliklerinde Filistin mücadelesi, bazen tarihi bir anı bazen gündemin bir parçası oldu.

Bugün ise Filistinlilerin İsrail siyonizmine karşı mücadelesi en zor dönemlerinin birisinden geçiyor.

Son günlerde ABD’de Columbia Üniversitesinde başlayıp 50 dolayında üniversiteye yayılan, arkasından Kanada ve Avrupa’da bazı üniversitelere de sıçrayan, “özgür Filistin” talebi etrafındaki gençlik eylemleri polis şiddetiyle bastırılmak istense de bu gelişmeler malum çevrelerde “Yeni bir 68 mi geliyor” korkusunu da uyandırmış bulunuyor.

6 MAYIS ETKİNLİKLERİ VE FİLİSTİN MÜCADELESİ

ABD’de üniversitelerde öğrencilerin başlatıp akademisyenlerin de önemli ölçüde destek verdiği eylemler “yeni bir 68”in habercisi midir bunu bilmek zor, ama 2024’ün 6 Mayıs etkinliklerinde Filistin mücadelesinin gündemin sıcak başlıklarından birisi olarak öne çıkması gerektiği tartışmasızdır.

Bu yüzden de;  

* İsrail’in “savaş” adı altında soykırıma vardırdığı katliamlarına karşı Uluslararası Ceza Mahkemesinde “savaş suçlusu” olarak yargılanması talebinin ciddi suçlamalarla sürdürülüyor olması,

* Savaşın ilk günlerinden itibaren İsrail’e koşulsuz destek veren ABD ve öteki Batılı emperyalist ülkelerde halkların “savaşa hayır”, “özgür Filistin” talepleriyle kendi hükümetlerinin İsrail’e destek politikalarına açıkça karşı çıktıkları protestoların giderek yaygınlaşıp güçlenmesi,

* İsrail’de içinde Arap ve Yahudi antiemperyalist antisiyonist güçlerin de olduğu muhalefetin “Savaşın asıl suçlusu Netanyahu Hükümeti’dir” diyerek, örnek bir tutum alması Filistin davasının uluslararası prestijini yeniden artırırken İsrail ve arkasındaki güçleri giderek köşeye sıkıştırmaya başlamıştır.

Ülkemizde ise tek adam yönetimi lafta Filistin dostu geçinirken gerçekte İsrail’le ticareti sürdürüyordu. Ancak iktidar; önce “İsrail’le hiçbir ticaretimiz yok” dedi, ama bunun yalan olduğu ortaya çıkınca, “Vardı ama kısıtladık” açıklamasıyla durumu kurtarmaya çalıştı. Tepkiler devam edince de “Artık tamamen bitti” açıklaması yapmak zorunda kaldı!

Dolasıyla, Filistin’le dayanışma, bölgede barış mücadelesinde son derece önem kazanmış bulunmaktadır. Hele söz konusu olan 6 Mayıs etkinlikleri olduğunda Filistin halkıyla dayanışmanın, gerçek bir antiemperyalist mücadelenin, bölgede barış mücadelesinin gündeminde öne çıkması olmazsa olmazdır.

52. YILDA FİLİSTİN HALKIYLA DAYANIŞMA ÖNE ÇIKIYOR

Bu gerçekler dikkate alındığında;

- İsrail’in Filistinlere yönelik soykırıma varan katliamına karşı sesimizi daha gür bir biçimde yükseltmek, acil bir “ateşkes” ile “laik ve demokratik bir Filistin” talebinde ısrar etmek,

- Filistin halkıyla dayanışmanın büyütülmesini öne çıkarmak,

- Tek adam rejiminin önümüzdeki aylarda bölgede çatışmaları ve gerilimleri daha da artıracak Rojava kentleri ve Irak Kürdistan’ındaki bazı bölgelere yönelik “kapsamlı askeri operasyon” girimine karşı çıkmak,

- İncirlik ve Kürecik radar üslerinin kapatılması talebini yükseltmek,

- Bölgede barışın ülkemizde demokratikleşmenin bir ayağını oluşturan Kürt sorununun barışçı ve demokratik çözümü için mücadelenin önemine dikkat çekmek 6 Mayıs etkinliklerinin önemli bir yanını oluşturmak durumundadır.

Deniz, Yusuf, Hüseyin’i, onların şahsında devrimci mücadelede yaşamını yitirmiş tüm devrimcileri andığımız 6 Mayıs etkinlikleri ancak öncesi, bugün ve önümüzdeki dönemde muhtemel gelişmeler arasındaki doğru ilişkilerin kurulduğu, barış, demokrasi ve antiemperyalist güçlerin birleşip güçlenmesine katkı sağlayan bir anma olarak geçekleştirildiği ölçüde onlara layık bir mücadele haftası olacaktır!

Biz mücadele ettikçe Deniz, Yusuf, Hüseyin ve mücadele içinde hayatını kaybetmiş tüm devrimciler aramızda olmaya devam edecektir!

                                                           /././

Tescilli Amerikancılar ve Denizlerin mirası (Yusuf Karadaş)

Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın 52 yıl önce idam edilmesi, ABD emperyalizmi tarafından iş birlikçisi iktidar eliyle Türkiye işçi sınıfı ve halklarına verilmiş bir gözdağıydı. Çünkü Denizler; ABD emperyalizmi ve NATO’nun Türkiye’ye bölgede biçtiği ‘ileri karakol’ rolüne ve ekonomik bağımlılık ilişkilerine karşı çıkıyor, emperyalistlere ve iş birlikçilere karşı işçi sınıfı ve halkın kurtuluş mücadelesine öncülük etmeye çalışıyordu.

Bugün zaman zaman kendilerini antiemperyalist gibi göstermeye çalışan ülkedeki iktidar blokunun (Erdoğan ve Bahçeli) geçmişten bugüne ABD emperyalizmi ve NATO’ya bağımlılık ilişkilerinde üstlendiği politik rollere dönüp bakmak hem bu iktidar gerçeğini ve hem de Denizlerin bıraktığı devrimci mirası anlamak bakımından önem taşıyor.

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra Türkiye egemen sınıfları ve politik temsilcisi CHP, Sovyetler Birliği’nin başını çektiği sosyalist bloka karşı ABD ve Batılı emperyalistlerin politik eksenine bağlanma yolunda adımlar atmıştı. ABD, savaştan sonra dönemin ABD Başkanı Truman’ın adıyla bilinen “Komünizm tehdidine karşı Avrupa’nın askeri ve mali olarak desteklenmesi” politikasını (Truman Doktrini) uygulamaya koymuştu. SSCB ile sınırı olan; Karadeniz, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu bakımından stratejik bir konumda bulunan Türkiye de “yardımların” kapsamı içine alınmış ve 12 Temmuz 1947’de Türkiye-ABD Yardım Anlaşması imzalanmıştı. Truman doktrininin öngördüğü “yardımlar” daha sonra dönemin ABD Dışişleri Bakanı Marshall’ın adıyla bilinen (Marshall Planı) bir plana bağlanmış ve Türkiye, 4 Temmuz 1948’de bu plana dahil edilmişti.

ABD emperyalizmi bu “yardımlar” kapsamında bazı silahlarını hibe etmiş ve bazı silahlarının alınması için kredi sağlamıştı. Böylece hem askeri ve hem de mali olarak bağımlılık ilişkilerini geliştirmişti-ki, Türkiye aynı dönemde (1947) IMF ve Dünya Bankasına da üye olmuş; böylece ülke toprakları emperyalist tekellerin sömürü ve yağmasına sınırsızca açılmıştı.

1950’de iktidara gelen Demokrat Parti (DP) döneminde Türkiye’yi “küçük Amerika” yapma sloganında somutlanan bağımlılık ilişkileri yeni bir aşamaya geçmiş, 1950’de Türk askeri, Kore Savaşı’nda ABD safında savaşa dahil edilmiş ve devamında 1952’de Türkiye, batılı emperyalistlerin savaş örgütü NATO’ya üye yapılmıştı.

1960’lı yıllar dünyada Vietnam Savaşı’yla sembolize olan emperyalizme karşı mücadele ve dayanışmanın yükselişe geçtiği yıllardı. 1968’lerde Türkiye’de de yükselişe geçen devrimci mücadelenin bir tarafında Vietnam, Filistin gibi halk mücadelelerinin desteklenmesi ve öbür tarafında ise ABD emperyalizmi ve iş birlikçi iktidarlardan kurtuluş mücadelesi yer alıyordu.

Türkiye’de yükselişe geçen devrimci mücadeleye karşı siyasal İslamcılar ve “sivil” faşist hareket (Bugünkü iktidar blokunun iki temsilcinin içinden çıktığı siyasal hareketler) bu dönem boyunca ABD tarafından desteklenmekle kalmadı, bizzat onun eliyle örgütlendi.

Bir taraftan kapitalist sömürü ve bağımlılık ilişkilerinin devamı için ‘yeşil kuşak’ projesi kapsamında “komünistlerin din düşmanı” olduğu propagandası üzerinden siyasal İslamcı örgütlenmelerin önü açıldı. Öbür taraftan ‘Başbuğ’u Türkeş ABD ve NATO üslerinde ‘gayrinizami harp’ (kontrgerilla) eğitimi almış olan “sivil” faşist hareket, Özel Harp Dairesinin bir uzantısı olarak örgütlendi. Böylece siyasal İslamcılar ve “sivil” faşist hareket o dönem ABD emperyalizmi ve NATO tarafından “yardımcı kuvvetler” olarak hazırda tutuldu.

1969 ‘Kanlı Pazar’ı (16 Şubat 1969) bu güçlerin nasıl kullanıldığının en açık göstergelerinden biri olmuştu. O gün ABD emperyalizmi ve onun 6. Filo’sunu protesto eden devrimci gençlik ve halk güçlerine karşı İslamcı M. Şevki Eygi, “Kızıl kafirlere karşı savaş” çağrısı yapmış ve İslamcı-faşist güçlerin saldırısı sonucu iki devrimci katledilmişti.

Erdoğan ve Bahçeli’nin ağızlarından düşürmedikleri iki ideoloğun; Türk-İslamcı faşizmin ideoloğu Necip Fazıl ile Türkçü faşizmin ideoloğu Nihal Atsız’ın birçok yazı ve konuşmalarında “komünizm tehdidi”ne karşı ABD emperyalizmi ve NATO’ya açık destek vermesi bile bugün zaman zaman kullanılan antiemperyalist söylemlerin sahteliğini görmek/göstermek için yeterlidir.

CİA Türkiye Masası şefinin “Bizim çocuklar yaptı” dediği 12 Eylül 1980 faşist darbesi öncesinde de bu güçler darbeye zemin hazırlanması için faşist terörün tırmandırılması ve çatışmaların derinleştirilmesi stratejisine bağlı olarak kullanılmıştı -ki, bu darbenin öncelikli hedefi kriz içindeki burjuvazinin çıkış yolu olarak gördüğü ‘24 Ocak 1980 ekonomi programının uygulanması için uygun koşulların yaratılmasıydı.

Sovyet blokunun çökmesinden sonra ABD emperyalizmi, Ortadoğu’yu neoliberal İslamcı güçler üzerinden dizayn etmeye (büyük/genişletilmiş Ortadoğu projesi) yönelmişti. Bu plan bağlamında Türkiye’de bu dönüşüme ayak direyen bürokrasi-ordu ve geleneksel sermaye güçlerine karşı Özal’lı neoliberal dönüşüm yıllarında Körfez sermayesiyle (Katar, BAE, S. Arabistan) iş birliği halindeki “liberal-reformist İslamcı güçlerin desteklenmesi” yönünde bir politika benimsenmişti. 2000’li yılların başında AKP-Erdoğan ve Gülencilerin ABD desteğinde iktidara geliş/getiriliş sürecinin arka planında bu güçlerin zamanında yedek/yardımcı kuvvetler olarak ABD emperyalizmi ve NATO’ya bağlılık konusunda kendilerini kanıtlamış, denenmiş/sınanmış güçler olmaları gerçeği yer alıyordu.

AKP-Erdoğan zaman zaman aksi söylemler kullansa da bugüne kadar ABD-NATO’nun kendisine olan güvenini hiçbir kritik dönemde boşa çıkarmadı. Sovyetlerin çökmesinden sonra NATO kendini Rus ve Çin emperyalizmine karşı konumlandırırken Erdoğan iktidarı Balkanlar, Karadeniz, Doğu Akdeniz, Kafkasya ve Ortadoğu’da NATO’nun kendisine biçtiği hiçbir görevi reddetmediği gibi hep daha fazla rol üstlenmeye ve bu rolleri emperyalist paylaşım mücadelesi için pazarlamaya çalışan bir politika izledi.

NATO, Ortadoğu’da açık açık siyonist İsrail’in işgal ve saldırganlığını destekleyen bir tutum alıp bu yönde açıklamalar da yaparken Erdoğan iktidarından NATO’ya karşı en küçük bir itiraz ya da tepki gelmedi. Erdoğan, İsrail’in Gazze’ye yönelik katliam ve işgalinden aylar sonra karşı karşıya kaldığı siyasal baskının da bir sonucu olarak İsrail’e ekonomik yaptırım kararı alırken bile bu kararı bir an önce geri almak için “İsrail’in ateşkesi kabul etmesi” gibi sorunun kalıcı çözümü için bir şey ifade etmeyen ve her an esnetilebilecek bir şartı ileri sürmekten öteye gitmiyor.

ABD emperyalizmi Türkiye’nin NATO’daki pozisyonunun Ortadoğu’da kendisine ve İsrail’e verilmiş açık bir destek anlamına geldiğini bildiği içindir ki, Beyaz Saray Ulusal Güvenlik İletişim Danışmanı John Kirby, Türkiye'nin Uluslararası Adalet Divanında (UAD) İsrail aleyhine açılan ‘soykırım davası’na müdahil olma kararı için “Bu durum değerli bir NATO müttefikimiz olan Türkiye ile ilişkilerimizi zedelemez" diyebilmektedir. Bu nedenle tıpkı İsrail Meclisi Knessetteki Komünist Milletvekili Ofer Cassif’in arkadaşımız Elif Görgü ile röportajında Türkiye ve İsrail ilişkileri için söylediği gibi “Her ikisi de, biraz yanıltıcı görünüşe rağmen, pratikte ABD’nin Ortadoğu'daki vekilleri” konumunda bulunuyorlar.

Erdoğan iktidarı, özellikle Ukrayna Savaşı’yla birlikte emperyalistler arasındaki gerilim ve kamplaşmanın yeni bir boyut kazandığı bu dönemde Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliğini destekleyerek ABD emperyalizminin politik eksenine bağlılığını bir kez daha gösterdi. Bilindiği gibi son dönemlerde özellikle Irak üzerinden ABD emperyalizminden yeni roller kapmak için yoğun bir diplomasi trafiği sürdürüyor. Ortadoğu’da İran’ı dengeleme rolüne soyunarak ABD emperyalizmi ve İsrail’in en büyük destekçisi olduğunu bir kez daha gösteriyor.

Yine Hamas üzerinden ve aslında siyasal İslamcılık çizgisi ekseninde Filistin davasını destekliyor gibi görünürken Ortadoğu’da tıpkı Filistin sorunu gibi yüzyıldır çözümsüz bırakılan ve emperyalistlerin bölgedeki egemenlik ilişkileri için kullanmaya çalıştığı Kürt sorunu karşısında İsrail’in Filistin sorunundaki politikasının bir benzerini uyguluyor. Bu nedenle Netanyahu, kendisini eleştiren Erdoğan’a her defasında “Bana ahlak dersi verebilecek en son kişi sensin” diyerek kendisinin Filistinlilere yaptığını Erdoğan’ın Kürtlere karşı yaptığını söylüyor.

Uzun sözün özü şudur ki, emperyalistlerin savaş örgütünün (NATO) ‘ileri karakolu’ olma rolüne zerrece itirazı olmayanlar, İMF’siz IMF programını uygulayarak işçi sınıfı ve emekçi halka saldıranlar ne iddia edildiği gibi antiemperyalist ne de ezilen halkların dostu olabilirler.

Denizler ABD emperyalizmi ve NATO’ya karşı mücadelenin iş birlikçi sermaye güçleri ve iktidarına karşı mücadeleden bağımsız olmadığını biliyor, bu nedenle devrimci gençlik mücadelesini işçi ve köylü direnişleriyle birleştirmeye çalışıyorlardı. Bir yandan ABD emperyalizmi ve NATO’nun Ortadoğu’daki ‘savaş üssü’ siyonist İsrail’e karşı Filistin halkının devrimci mücadelesine destek verirken, kurtuluşun halkların hak eşitliği ve ortak mücadelesinden geçtiğini gördükleri için darağacında “Türk ve Kürt halkının ortak mücadelesi”ni haykırıyorlardı.

Bugün Denizlerin mirasını sahiplenmek; ABD ve NATO’ya bağımlılık ilişkilerinin ve Ortadoğu’daki savaş ve işgallerin son bulmasını savunmaktan, iş birlikçi tekelci sermaye güçlerine karşı işçi sınıfı ve emekçi halkın insanca çalışma ve yaşam mücadelesini örgütlemekten, Kürt ve Filistin halklarının kaderlerini tayin hakkını sahiplenip mücadele ve dayanışmayı büyütmekten geçiyor.

(Evrensel)


Birgün KÖŞEBAŞI (6 Mayıs 2024)

 

Enflasyon halkın soyulmasıdır!(Aziz Çelik)

Pahalılık en önemli toplumsal sorun. Enflasyon, emme-basma tulumba gibi halktan alıyor zenginlere aktarıyor. Pahalılığın önemli sebeplerinden biri enflasyonun hatalı ölçümüdür. TÜİK hem hatalı enflasyon oranları açıklıyor hem de yargı kararlarına rağmen bilgi saklıyor.

Ülkemizin en önemli sorunu pahalılıktır. Bunun asıl sebebi ise yüksek enflasyondur. Emek gelirlerinin (ücretler, maaşlar, aylıklar) enflasyonun çok gerisinde kalması nedeniyle pahalılık daha da şiddetli bir hâl alıyor. Öte yandan yüksek enflasyonun kendisi fiyatlama davranışını bozuyor ve fırsatçılığa yol açıyor. Sermaye gelirleri veya şirket kârları enflasyondan korunmakla kalmıyor, enflasyonun en önemli sebebi oluyor. Bu durum gelir bölüşümünü daha da bozuyor.

Tanıdığımın en iyi işçi eğitimcilerinden biri olan iktisatçı Tevfik Çavdar (1931-2012) “Enflasyon bir emme basma tulumba gibidir. Halktan alır sermayeye aktarır” derdi. Pahalılık en çok emekçi sınıfları etkiler. Onların gelirleri sabittir, belirli dönemlerde artar. Fiyatlar ise piyasaya serbestçe yükselir. Daha yalın söyleyeyim: Enflasyon halkın soyulmasıdır.

Bu durum önümüzdeki temmuz ayında da devam edecek. Nisan ayı resmi enflasyon oranları açıklandı. Yıllık enflasyon yüzde 70’e, dört aylık enflasyon yüzde 20’ye dayandı. Temmuz 2024’te açıklanacak 6 aylık resmi enflasyon emek gelirleri için büyük önem taşıyor. Asgari ücretin artırılmayacağı söyleniyor. Bu durum diğer ücretlerin de artmayacağı ve alım gücünün eriyeceği anlamına geliyor.

Emekliler ve kamu görevlileri (memurlar) ise açıklanacak resmi enflasyona göre zam alacak. “Enflasyona göre” ifadesi “enflasyon kadar” anlamına bile gelmiyor. Kamu görevlileri ve onların emeklileri yürürlükteki tuhaf toplu sözleşme hükmü gereği resmi enflasyonun yaklaşık yüzde 5 kadar altında zam alacak. Diğer emeklilerin durumu ise meçhul! Enflasyon oranı emeklilerin kök aylıklarına uygulanacağı için 10 bin TL tutarındaki fiili en düşük aylık artırılmazsa emeklilerin bir bölümünün resmi enflasyon kadar bile zam alması mümkün değil.

TÜİK’E GÜVENSİZLİK!

TÜİK tarafından açıklanan enflasyona; tartışmalı yönleri, müdahaleye açık olması ve hakkındaki yaygın şaibe nedeniyle “resmi enflasyon” diyorum. Resmi enflasyon şu veya bu ölçüde hükümet müdahalesiyle yönlendirilmiş bir enflasyon oranıdır. TÜİK özerk ve bilimsel esaslara dayalı şeffaf bir enflasyon oranı açıklamadığı sürece TÜİK enflasyonuna “resmi enflasyon” diyeceğim. Resmi enflasyon halkın enflasyonu değil!

TÜİK verilerine güvensizliğin hem sokakta hem de farklı yaklaşımlara sahip bilim insanları ile sendikalar ve toplumsal örgütler arasında yaygın olduğu görülüyor. TÜİK Türkiye’nin en az güvenilir kamu kurumlarından biri. 2022’de yapılan bir araştırmaya göre TÜİK’e güven oranı yüzde 30 gibi oldukça düşük bir düzeyde kalmıştı. Muhtemelen son iki yılda bu güven daha da düşmüştür.

TÜİK adeta ülkenin en büyük işverenidir. Emek gelirlerinin neredeyse tamamı TÜİK tarafından açıklanan TÜFE oranları esas alınarak saptanıyor. TÜİK’in enflasyonu düşük hesaplaması ve milyonlarca çalışanın ve emeklinin gelirlerinin güdümlü resmi enflasyona göre belirlenmesi yoksullaşmaya yol açıyor.

TÜİK’e yönelik güvensizliğin bir dizi nedeni var. Bunları daha önceki yazılarımda ayrıntıları ile yazmıştım. Ancak TÜİK verilerinin giderek tartışmalı hale gelmesinin nedenlerinden biri, TÜİK’in son zamanlarda yargı kararlarına rağmen veri saklamasıdır. TÜİK Başkanlığı kesinleşmiş yargı kararlarını uygulamıyor.

TÜİK Ocak 2003 ile 3 Mayıs 2022 arasında kesintisiz biçimde açıkladığı ve enflasyon hesaplamasına esas olan madde fiyat listesini Haziran 2022’den beri gizliyor. 400’ü aşkın maddenin ortalama fiyatını içeren bu listenin gizlenmesi üzerine DİSK bu verilerin yayımlanmasını TÜİK’ten istedi. Ancak TÜİK bu talebi reddetti. Bunun üzerine DİSK TÜİK verilerinin açıklanması için dava açtı. Ankara 6. İdare Mahkemesi, 31 Mart 2023 tarihinde oybirliği ile istenen bilgilerin açıklanmasının TÜİK’in görevi olduğuna hükmetti.

TÜİK’TEN HUKUKSUZLUK

İdare mahkemeleri tarafından verilen kararların derhal uygulanması gerektiği halde TÜİK, yargı kararına uymayı reddetti. TÜİK bir yandan yargı kararlarını uygulamazken öte yandan idare mahkemesi kararına karşı bölge idare mahkemesine itiraz etti. Ancak TÜİK’in bu başvurusu da reddedildi. Böylece idare mahkemesi kararı kesinleşti.

Ancak TÜİK, kesinleşen bu yargı kararının gereğini yapmak yerine hukuka aykırı biçimde Danıştay Başsavcılığı’ndan “kanun yararına bozma” talebinde bulundu. Danıştay Başsavcılığı TÜİK’in bu talebini hukuka aykırı bularak 15 Mart 2024 tarihli kararı ile reddetti. Böylece TÜİK Başkanlığının yargı kararlarını uygulamamak için yaptığı hukuksuz ve eşi benzeri görülmeyen başvurusu da reddedilmiş oldu.

Kısaca TÜİK veri karartmakla kalmadı. Yargı kararları gereği açıklamak zorunda olduğu verileri açıklamamak için bin dereden su getirdi. TÜİK Başkanlığı, Anayasa ve hukuk tanımaz keyfi bir tutum içinde. TÜİK Başkanlığı Anayasa’nın 138. maddesinde yer alan “Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez” hükmünü ihlal ediyor.

Yargı kararlarını geciktirmek veya uygulamamak ceza hukuku açısından da ciddi bir suçtur. Kararının uygulanmasına engel olanlar kişisel olarak da sorumludur. Bir kamu kurumu olan TÜİK’in mahkemelerin kararlarına karşı ayak diremesi, bunların uygulanmasını geciktirmesi düşünülemez. TÜİK Başkanlığı bir yandan hukuka meydan okumakta öte yandan enflasyon oranlarındaki şaibe nedeniyle halkın ekmeğiyle oynamaktadır.

TÜİK verilenlerindeki tartışmalar nedeniyle alternatif enflasyon hesaplamaları kamuoyunda giderek daha fazla ilgi çekiyor. Alternatif enflasyon ve geçinme endeksleri resmi enflasyonun kontrolü açısından yaşamsal öneme sahip. Dahası alternatif enflasyon veya geçinme endeksleri TÜİK üzerinde bir kamuoyu baskısı da oluşturuyor.

“İKİNCİ TÜİK” İHTİYACI YOK!

Türkiye’de belli başlı alternatif enflasyon ve geçinme endeksleri şunlardır:  İstanbul Ticaret Odası (İTO) tarafından uzun yıllardır açıklanan İstanbul geçinme endeksi, Türk-İş tarafından Ankara düzeyinde açıklanan açlık ve yoksulluk sınırı araştırması, DİSK Birleşik Metal-İş sendikası tarafından yapılan açlık ve yoksulluk sınırı araştırması ve 2020’den bu yana Enflasyon Araştırma Grubunun (ENAG) e-TÜFE araştırması.

ENAG 2020 yılında Türkiye çapında web veri kazıma yöntemini kullanarak alternatif bir enflasyon hesaplaması iddiası ile ortaya çıktı. Girişim büyük yankı yarattı ve ses getirdi. Ardından TÜİK hukuksuz biçimde ENAG faaliyetlerini engellemeye çalıştı. ENAG’a dönük baskıları eleştiren yazılar yazdım ve ENAG’ın bilimsel faaliyet hakkını savundum: tinyurl.com/262qmykr

Enflasyon gibi herkesi doğrudan etkileyen bir olgu ile ilgili veri üretmek büyük sorumluluktur. Bu işi öncelikle ve layıkıyla yapması gereken geniş olanaklarla çalışan TÜİK’tir. TÜİK’in, bu önemli kamu hizmetini şeffaf, bilimsel ve kamu yararını önceleyerek yapması ve hükümetten özerk davranması gerekiyor. Ancak TÜİK maalesef özerk bir kurum değil, vesayet altında ve verilerine karşı güvensizlik var. Bu durum alternatif verileri daha da önemli ve cazip kılıyor. Bu veriler muhalefet ve medya tarafından yaygın biçimde benimseniyor, kullanıyor ve popülarite kazanıyor.

Ancak alternatif enflasyon ve geçim endeksleri büyük bir sorumluluk ve özen gerektiriyor. Milyonlarca insanın kaderini etkileyen bu verilerin sağlam bir metaveriye, düzenli serilere ve ayrıntılara dayanması gerekir. Verilerin saygınlığı ve inandırıcılığı böyle sağlanabilir. İTO ve sendikalar tarafından yapılan geçinme endekslerini -çeşitli sınırlılıkları nedeniyle- şimdilik bir yana koyarsak Türkiye çapında TÜİK ve ENAG verilerinin öne çıktığını ve karşılaştırıldığını görüyoruz. Doğal olarak bu kadar öne çıkan iki hesaplama daha fazla dikkat çekiyor ve daha fazla merak söz konusu oluyor. Detaylar merak ediliyor.

TÜİK’e alternatif enflasyon verileri açıklandığında buna ilişkin merakın ve soruların artması doğaldır. Başından beri alternatif enflasyon hesaplamalarını ilgiyle izliyorum. ENAG çalışmaya başladığında da ilgiyle izledim. Baştan itibaren metodoloji ve detay konusunda çeşitli sorularım vardı ancak yaşadıkları baskılar nedeniyle bunları öne çıkarmadım. 2022’den bu yana ise çeşitli yazılarımda ve sosyal medyada ENAG’dan beklentilerimi ve sorularımı yazdım. Bunların sadece benim sorularım ve beklentilerim olmadığının farkındayım.

SORU VE ŞÜPHE OLMADAN BİLİM OLMAZ!

9 Mayıs 2022’de BirGün’de yazdığım yazıda TÜİK’i eleştirdikten sonra “ENAG ne yapmalı?” başlığında şunları yazdım: “TÜİK ile ENAG tarafından açıklanan enflasyon oranları arasındaki büyük fark izaha muhtaçtır. ENAG ve benzeri alternatif enflasyon hesaplamaları kesinlikle gerekli ve yararlıdır. Alternatif hesaplamaların resmi hesapların kontrolünü ve resmî kurumların kendilerine çeki düzen vermesine önemli katkı sağladığı açıktır. ENAG’ın açıkladığı oran TÜİK’ten oldukça yüksektir. ENAG TÜİK ile aynı mal ve hizmet sepetinin fiyatlarını derlediğine göre arada bu denli yüksek fark olması eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu durumda ya TÜİK’in ya da ENAG’ın derlediği fiyatlarda sorun var demektir. ENAG da kendi metodunun ayrıntılarını ve ayrıntılı fiyat setlerini kamuoyuna açıklamalıdır. ENAG’ın kullandığı metodoloji ve metaverisi oldukça eksik görünüyor. TÜİK ve ENAG enflasyonlarının karşılaştırılabilmesi için ayrıntılı metaveriye ve açık kaynak bilgilerine ihtiyaç var. ENAG vakit geçirmeksizin bunu yapmalıdır.” Ayrıntılar burada: tinyurl.com/2spbbxsy

Bu görüşlerimi zaman zaman yazılarımda ve sosyal medyada açıkladım. Son olarak 3 Mayıs 2024 günü enflasyon verilerinin açıklanmasını takiben TÜİK’e yaptığım gibi ENAG’a da çeşitli sorular sorarak bu görüşlerimi tekrarladım. Daha fazla detay, metaveri ve seri açıklamaları gerektiğini yazdım: tinyurl.com/3yn3op8j

Sorularıma yanıt beklerken inanılmaz bir şey oldu: Gerek ENAG kurumsal hesabı ve gerekse ENAG kurucusu ve yürütücülerinin kişisel hesapları tarafından engellendim. Dahası, gayri ciddi, nahoş ve ad hominem ithamlara maruz kaldım. Onca ağır eleştirilerime ve açtığım davalara rağmen bugüne kadar hiçbir resmi-kurumsal hesap tarafından engellenmedim. Ne TÜİK ne SGK en İŞKUR engelledi ama ENAG engelledi!

Şurası çok net. İkinci bir TÜİK’e ihtiyacımız yok! Zaten TÜİK bilgi vermiyor, şeffaf davranmıyor. TÜİK’ten zaten mustaribiz! Alternatif veri üretme iddiasında olanlar TÜİK’in yapmadığını yapmak zorundadır. Milyonları ilgilendiren veriler açıkladığınızda sorumluluğunuz büyüktür. Sorulara yanıt vereceksiniz, şüpheleri gidereceksiniz ve eleştirileri yaptığınız işi geliştirmenin bir gereği olarak göreceksiniz. Kibre kapılmayacaksınız. Bilim soruyla ve şüpheyle başlar. Eleştiri olmadan bilim yapılmaz. Hatalı veya eksik bilgiyle doğru eleştiri ve muhalefet olmaz. Topluma faydalı iş yapmak için sorulara, eleştirilere açık ve şeffaf olmak gerekir.

Alternatif olma iddiasıyla yola çıkanların soruya, eleştiriye tahammülsüzlüğü ve saygısızlığı ile vardıkları yer hüzün verici. Tevfik Fikret’in Tarihi Kadim şiirindeki dizesi bilimle, sosyal araştırmayla ilgilenen herkesin kulağına küpe olmalıdır: “Şüphe, bir nûra doğru koşmakdır.”

                                                                    /././

Zürih’te 1 Mayıs (Selçuk Candansayar)

1 Mayıs’ta Zürih’teydik. 50’den fazla örgütün 1984 yılından bu yana 1 Mayıs Komitesi olarak düzenlediği 1 Mayıs etkinlikleri haftasına katıldık. Bu yılın teması “Kapitalizm sizi hastalandırıyor”du. İsviçre’deki yol arkadaşlarımız sevgili Hatice ve İbrahim Ağırbaş 2020 yılından bu yana Sol olarak komitedeler. İbrahim, 40 yıldır Zürih’te ve yolculuğu hep sürmüş. 1 Mayıs Komitesi’nde başlangıçtan bu yana var. Onlar hem yoldaşlık hem ev sahipliği yaptılar Zürih’te. Yoldaşlık olunca evin evim, evim evin hissini bir kez daha doyasıya yaşadık.

1 Mayıs sabahı şehrin merkezindeki Volkshaus önüne geldiğimizde binlerce coşkulu insan, kendi örgütleri, yapıları, bileşenlerinin bayrakları, pankartları altında neşe içinde slogan atarak toplanıyorlardı. Kesinlikle bir şenlik ya da karnaval havasında değillerdi, sadece devrimci heyecan, neşe ve gurur doluydular. Onlarca sol grup, İsviçre’nin ve Avrupa’nın çeşitli bölgelerinden gelip, meydanı bir arada ve tıkabasa doldurmuşlardı. İstanbul’da polis barikatları Saraçhane’den Taksim’e yürüyecek yığınları biber gazıyla, tekme tokat engellemeye çalışırken, biz marşlar, şarkılar, oyunlar, halaylarla şehrin ana bulvarından, ana meydanına kadar kilometrelerce yürüdük. Evet, tabii ki polis vardı, ama yürüyenlerden çok uzakta bir binanın bahçesinde toplanmış bekliyorlardı. İsviçre Polisi aman ne demokrat diyecek değilim, daha önce Ukrayna-Rusya Savaşı’na karşı düzenlenen barış yürüyüşünde, yürüyenleri uzun namlulu silahlarını doğrultarak tehdit de etmişler. Coplar, dipçiklerle yerlerde sürükleyerek, kaba dayakla engelledikleri yürüyüş girişimleri de olmuş. Yine de 1 Mayıs Emekçi Bayramı’nı gönül rahatlığıyla kutlamak, marşlarla sloganlarla yollara düşmek çok güzeldi.

Yürüyüşün coşkusu kadar 1 Mayıs Komitesi’nin ortak çalışarak ürettiği etkinlik ve eylem programı da heyecan vericiydi. 5 gün boyunca her gün panel, tartışma grubu ve konserlerle geçti. Kapitalizm, sağlık ve hastalık üzerine çok sayıda panel vardı. Küba’nın sağlık devriminden, sağlık çalışanlarının proleterleştirilmesi sürecine kadar kapsamlı tartışmalar yapıldı. Ben “Savaşta hayat ve ruh sağlığı” panelinde görevliydim. Jochi Weil, Shoah’tan (Holokost)  İsrail ve Filistin’e başlıklı bir konuşma yaptı. Irak’lı yönetmen Samir, savaşın medyada temsili ve haberleştirilmesini anlattı. Ben de savaş, insan doğası ve kitlesel kırımların halkları nasıl yaraladığı ve otoriter liderlerin toplumu nasıl olup da peşlerinden sürükleyebildiklerini anlatmaya çalıştım. Jochi, İsviçre’li bir “Yahudi”, barış eylemcisi. Annesi Holokost’tan kıl payı kurtulabilmiş ama kardeşlerini ve yakınlarını kaybetmiş. Jochi’nin hayatı, Holokost’un izleri altında büyüme ve fakat bu izlerden dünyanın tüm ezilenleri için barış eylemcisi kimliği inşa edebilme hikayesi. Tam bir örselenmekten özgürleşme ve hayatını kimse örselenmesin diye mücadeleye adayabilme erdemi. Jochi, Yahudilere karşı Filistinlileri ve Filistinlilere karşı da Yahudileri savunan bir barış bilgesi. Yıllardır bu alanda çalışan bir psikiyatr olarak yanıbaşımda örselenmeyi özgürleşmeye dönüştürebilen devrimci bir bilge ile aynı dertlere dair konuşabilmek çok heyecan vericiydi.

Hatice ve İbrahim’le İsviçre’de eğitim, sağlık, işçi hakları ve demokratik haklar üzerine uzun uzun konuştuk. Zürih, 480 bin nüfuslu bir şehir. Konutların %26’sı sosyalist kooperatif modeline çok benzeyen kooperatiflere ait. Kimse mülk sahibi olamıyor ama kooperatif üyeleri son derece konforlu evlerde ömürleri boyunca düşük kira ile oturabiliyorlar. Eğer iki çocuğunuz varsa kooperatif size ona uygun 4 odalı bir ev veriyor. Çocuklar büyüyüp evden ayrılınca siz artık 2 kişi kaldınız daha küçük bir eve geçin ki bu evi çocuklu üyemize verebilelim diyorlar. Sadece konut ve barınma sistemi bile kapitalizmin bu en müreffeh şehrinde beklenmedik bir kamucu anlayışla yürütülüyor. İki açıklaması var, ilkin hemen her konunun bölgesel ya da genel refaranduma götürülebilmesi ve bu hakkın mücadele ile kazanılmış olması. İkincileyin ise İsviçre’nin refahını sağlayan dünyanın kanı...

(Birgün)

İktisat topluma yarar mı? (IV) - Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

 

Yine zor duruma giren kapitalizmimize hazirandan sonra yeni senaryo lazımdı. Taze dolar girişi aranıyor. Şimdi bunun belirsizlikleri içindeyiz. Bir başlık lazımdı: Enflasyonu düşürmek, dediler. Yük kaldıracak takati kalmayan Merkez Bankası’nı merkeze yerleştirdiler.

KAPİTALİZME PARA DAYANMAZ

Dünya tablosunu akılda tutmak lazımdır. Kapitalizm 1970’lerde yavaşladı, durdu. Sonra yeniden kurgulandı, yürüdü, koştu. Hangi motorla? Daha çok “likidite”, daha çok “borç” (yükümlülük) yaratarak. 1980’lerden sonra “dolar” paraların parası oldu. Likidite ile borç birlikte koşarak dünya çapında “dolarlaşma”yı (dolarizasyon) getirdi. Kapitalizmin arzuları daha küçük çapa sığmaz. “Küresellik”ten azı olmaz. 1990’dan sonra herkes bu arzulara ayak uydurdu. Her şey buna göre şekillenecekti. Resmi yakıt dolardı yetmezdi. Büyük hacimde likidite lazımdı. Dolar kadar akışkan (likit) olacak benzerlerini icat etmek, çeşitlendirip çoğaltmak şart oldu. İcatlar finans sermayesinin zengin laboratuvarında doğdu, piyasalara vücut verdi.

Kapitalizm bu dopingle 1990’larda dünya ölçeğine taşındı: “Finansallaşma” dediler. Finans icatlarıyla kabaran likiditesi, sonsuz borç yaratma kapasitesi, durdurulmaz yayılmacılığı ile doludizgin koşacaktır. Koşu dünyada orada burada krizler yaratacak ve sonunda sistemik çöküş alameti göstererek en ağır kalp krizini kendi merkezinde yaşayacaktır. Tarih 2008.

Kuş bakışı şu görülür: 1970’lerden sonra kapitalizmin ana karakteri artık sanayicilik değildir. Sanayinin uzun dönemli bakışıyla oluşan kârları ve birikimi artık kapitalizmin dünyasını şekillendiremez. Yeni “şeyler” aranır. Başat olan artık finansal kârlardır: İcat edilen finansal “varlıklar” ve onların piyasalarda günlük (günlük!) fiyat değişikliklerinden doğan kârlarıdır. Kapitalist birikimin özü değişiyor. Artık sahneye menkul değerler (seküritizasyon), “hedge” fonlar ve türevler geliyor. Repo piyasalarında bunların finansmanı yapılıyor. Kapitalizm artık “efsane sanayici” yaratmaz. Küresel “tedarik zincirleri” yaratır. Dünya çapında emeği ucuz tutarak “zincir”e, yani dünya coğrafyasında kurulan “montaj hattı”na alır. Ford’unkinin günceli, diyebiliriz. Bunlara girmeyelim.

Her şeye “fiyatlandırılabilir finansal varlık” etiketi koydukça yerleşen, hemen her ülkede bu mantığa göre hizmete koşan kişileriyle yeni bir fenomen ortaya çıkıyor. Böylece var edilen “finansal varlıklar”ın fiyatı arttıkça (“varlık enflasyonu” başat oldukça) kapitalizmde bir ana damar oluşuyor. Kuş bakışını biraz daha yukarıya çekelim, bakalım: Kapitalizm yeni bir üretim tasarımına değil, servete doğru koşuyor. Günümüz kapitalizminde “El Dorado” (efsane cennet) servettir! Servet iktisatçı gözüyle yoktan var olmaz. Kaynakların ve tasarrufların el değiştirmesiyle, kapitalist bölüşümün aktarma kanallarıyla oluşur. Tabloyu burada kapatalım.

2008

El Dorado’dan kapitalizmin gerçeğine dönelim. Gerçek, krizlerle ilerleyen bir sistemdir. Bir zayıflık var. Sistem bir “temel çivi”den yoksundur. Finans sermayesi sistemin dokusundan (“Endojen”) yeni finans araçlarını oluşturup bunları krediye dönüştürüyor. Bunu yaparken sistemdeki bir üretken kapasiteden destek almıyor. Krediler (likidite de diyebilirsiniz) coşarak borçları (“yükümlülükler”i) büyütüyor. “Varlık” fiyatları bunlarla kârlar için koşuyor. Çılgın koşu piyasalardan başlayan “finansal dengesizlikler”i tetiklediği zaman dünya ekonomisi rayından çıkıyor. Kurallardan sıyrılıyor, “aşırı derecede esnek” hale geliveriyor (Borio ve Disyatat, BIS, Mayıs 2011). Kısaca, finans sermayesi servet hırsından beslenerek başını alıp gidiyor. Ve 2008’de sistem “krizlerin krizi” ile duvara çarpıyor. Daha önce yazmıştım, yinelemeyelim. Farklı bir noktaya bakalım.

Mitchel Abolafia Amerikalı bir profesör. Alanı iktisat sosyolojisi, organizasyon kuramı ve kamu yönetimidir. 2020’de, geniş ilgi uyandıran bir kitap yazdı. Türkçe başlığı şöyle olabilir: “Piyasanın Kâhyaları, FED Finansal Krizi Nasıl Algılayıp Değerlendirdi” (Stewards of the Market, How Federal Reserve Made Sence of the Financial Crisis). Merkez Bankacılar herhalde okumuşlardır. Ama herkesin ilgisine değer.

Bu iktisat ve finans analizi yapan bir kitap değil. Tablolar, grafikler yok. Abolafia şunu yapmış: Ağır krizin ilk işaretlerini taşıyan tarihten, 2007’nin yaz aylarından, krizin depreme dönüşerek patladığı 2008’in aralık ayına kadar FED’in karar organının toplantı tutanaklarını, üyelerin zaman içindeki görüşlerinin tümünü incelemiş. (Orada bütün görüşmeler tutanağa geçer, düzenlenir ve daha sonra yayımlanır. Bu bizde olmayan şeydir.) Abolafia kapitalizmin kalp atışlarını bulmaya girişmiş, diyebiliriz. Bir Merkez Bankası için ağır sınav, ağır kriz halinde onun kalbidir. O üyeler bu süreci ve krizi nasıl algılıyorlar ki FED 2008 “çöküşü”nden sonraki kararını veriyor? Karar kolektiftir. Ve kapitalizme son 15 yılı getirmiştir. Neye göre, neleri dikkate alarak oluştu? Bir kuyumcu titizliğiyle inceliyor ve sunuyor. Herkesi düşündürmeli, ilgilendirmeli. Hele bizi sarsarak düşündürmeli.

Kitabı okuyunca yaklaşık 16- 17 ay süren bu FED ve Kriz “filmi”ni izleyip yeni şeyler öğreniriz. Özetle, birincisi belki şudur: FED üyeleri krizi gitgide derinden algılayabildikçe ekonomiye bakış tarzlarını değiştiriyorlar. Uzmanların önlerine getirdiği rutinleşmiş, para mekaniğinde betonlaşmış görüşlerden sıyrılıyorlar. Ve büyük bir adımla, kapitalizmin bir “çöküş”le karşı karşıya olduğunu ve onlardan “mekanik çözüm” değil, bir “sistemik bakış” istediğini görüyorlar. İlginçtir, bu üyeler tecrübeli ve kuramsal bilgileriyle o güne kadar “Piyasalar çözer!” görüşü ile özdeşleşmiş kişilerdir. “Piyasalar çözmez, yıkar. Devlet çözer!”e erişiyorlar! İşin özündeki “güç meselesi”ni algılıyorlar. Kapitalizm içinden güç yaratmak zorundadır! Yetki onlarda olacaktır. Abolafia’nın deyişiyle, “Devletin en görünür eli Merkez Bankası’dır ve onun ‘Hiç Çare Kalmadığında başvuracağın ödünç verecek nokta’ oluşudur”.

İkincisi, varılan karar FED’i güçlü bir mertebeye çıkarıyor. Basitleştirelim: “Kapitalizm artık benden sorulur!” İddialı, ama son 15 yılı düşünürsek gerçek payı var. 2008, FED için dönüm noktası, daha güçlü olma mecburiyeti ve tarihi fırsat oluyor. Bunu görmek, kavramak bir ciddi entelektüel kapasite ister ve FED üyeleri bunu kavramışlardır. Müdahaleci olacaklardır. Meslektaşlarımın iyi bildiği “quantitative easing” (yani, “Ey kapitalizmimiz, merak etme seni ucuza fonlayacağım, koruyacağım!”) politikası ile başlayan çizgi FED’i kapitalizmin donanımında yeni işlevlere taşıdı. Hem WallStreet’in “piyasa kurucusu” (market-maker) hem de ABD Federal borcunun güvencesi yaptı. Dünya ölçeğinde etkisine girmeyelim. Meslektaşlarımız en geç iki ayda bir, en büyük merakla FED’in politika faizi açıklamasını beklemiyorlar mı?

PARA GETİRMEK!

Merkez Bankası bilançosunu okuyan uzmanlar 2019’dan sonraki 22 ayda bankanın net rezervlerinde mevcut ile olması gereken tutar arasında 133 milyar dolarlık bir eksiklik olduğunu söylerler. Kayıp rezerv tutarı sonra, biliyoruz, 128 milyar dolar olarak popülerleşti. Bazı uzmanlara göre kayıp daha da fazla. Bu kayıpla eşzamanlı, 2019’la başlayarak banka “swap” (kısa vadeli borçlanma) işlemlerinde “eksi”ye geçiyor ve tutarlar gitgide artıyor. Geçen şubat sonunda eksi 75 milyar doları buluyor. Kendi rezervinden yoksun ve kısa vadeli borçla bunu örtmeyi sürekli kılan bir Merkez Bankası “tarifsiz kederler” kaynağı demektir. 2000’in dönemecinde dolarizasyon ve borçlanma boyutlarına yerleştirilerek sisteme “yeni bir şube” olarak alınan kapitalizmimiz son beş yılda “tarifsiz kederler”i kalıcı yaptı. Dünya tablosuna buradan bakalım.

“128”den sonra ne var? 2021’in güz aylarında başlayan KKM (Bedeli ne olursa olsun döviz mevduatını tutalım, kaçmasın!) ile eşzamanlı sahnelenen enflasyon senaryosu var. Rezervsiz ve “swap”lı TCMB üzerine yüklenen ek bagajdır. “128”in üzerine bu ek bagajı koyarsak şu berraklaşır: 2019’dan 2023’e kadar TCMB kullanılarak bir “quantitative easing allâ Turca” yapıldı. Bazıları “nas” diyorlar! 2023’e varıldığında şirketlerin ve bankaların bilançolarından daha önce görülmemiş kârlar fışkırıyordu. Önce rezervlerden kayan dövizle, sonra enflasyonun yarattığı bize özgü bir “varlık enflasyonu” ile beslenmişlerdi. Böylesini o zamana kadar görmemişlerdi.

Olacak iş değil, ama FED’in son 15 yılı ile TCMB’nin bu öyküsünü bir masaya yatırırsak hepimizi çok düşündürecek bir tablo çıkar. Düşünmeliyiz. Orada FED Amerikan devletinin “görünür eli” olarak kapitalizmin kurtarıcılığına çıktı, burada TCMB son 20 yıllık “siyasal proje”nin görünür eli oldu ve siyasetle sermayenin etle tırnaklığını “bedeli ne olursa olsun” korumaya yönlendi. Orada FED kapitalizmdeki konumunda gitgide güçlendi; adeta kapitalizmin merkezi planlama ofisi oldu. Burada TCMB, net rezervsiz ve “swap” borçlu olarak, bırakalım dünya kapitalizmini, kendi kapitalizmimizdeki konumunda zayıfladı. Dünya sermayesi oradaki FED’in varlığına daha muhtaç noktaya gelirken burada biz dünya sermayesine daha muhtaç noktaya geldik. Artırılabilir. Uzatmayalım. Hele entelektüel kapasite meselesine hiç girmeyelim.

Geçen yıl muhalefetin cumhurbaşkanı adayı partisinin şaşaa ile düzenlediği büyük bir toplantıda konuşurken vaatlerde bulundu, “100 milyar dolar getireceğim!” dedi ve çok alkışlandı. Sonra miktarı biraz daha artırdı. Biraz daha alkışlandı. Para getirmek! Şimdi de neredeyse bir yıl olacak, bugün ekonomi işlerinden sorumlu bakan boyuna dünya finans çevrelerinde dolaşıyor. Sık sık “para getirme” yolunda adımlarını duyuruyor. Kapitalizmimizde siyasetin topluma vereceği “başarı mesajı” oradadır. İktisat politikasının ağırlık merkezi orada oluşuyor: Para getirmek! Yirmi küsur yıl önce “sahne alan” kapitalizmimiz ekonomi uzmanlarından siyaset topluluğuna kadar tutarlı bir doku ördü. Ve başarısına inanıyor.

Bilsay Kuruç / Cumhuriyet