8 Mayıs 2024 Çarşamba

T24 KÖŞEBAŞI (8 MAYIS 2024)

 

9 yaşındaki Gina’ya yönelik bütün ağır suçlar işlendi: Cinsel istismar, cinayet ve eziyet…(Candan Yıldız)

Gina Mercimek, Suriye iç savaşından kaçıp Kilis’e yerleşen bir göçmen çocuk...

Kilis’in merkez ilçesindeki bir okulda öğrenci olan 9 yaşındaki Gina, 4 Nisan 2023'te okulundan evine dönemedi. 

Ailenin kızlarını ararken hareketlerinden şüphelendiği komşuları Hüseyin Boğuç’u polise bildirmeleri sonucu Gina’nın cenazesi Boğuç’un evinin bahçesindeki su kuyusunda bulundu. 


                                                 Aziz Altınöz (solda) ve Hüseyin Boğuç (sağda)

Cinsel saldırıya da uğrayan 9 yaşındaki Gina’nın ölümüyle ilgili açılan davanın karar duruşması Kilis 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Dosyada Hüseyin Boğuç ve Azittin Altınöz tutuklu olarak yargılanıyordu.

Fail Boğuç, kasten öldürme suçundan ağırlaştırılmış müebbet, cinsel istismar suçundan 30 yıl ve kişiyi hürriyetinden yoksun kılma suçundan 12 yıl hapis cezası aldı. 

Diğer tutuklu sanık Azittin Altınöz hakkında ise beraat kararı verildi.

Altınöz hakkındaki beraat kararına aile ve davaya müdahil olan avukatlar tepkili.

Uyuşturucu kullanırken Hüseyin Boğuç’ın evini mesken eylediği iddia edilen Azittin Altınöz, Kilis Pazarcılar Birliği Başkanı’nın da oğlu… 

Dosyayı takip eden Özgürlük İçin Hukukçular Derneği’nden avukat Derya Bozkurt’la konuştum. 

Derya Bozkurt, olay günü Hüseyin Boğuç’un evine hiç gitmediğini iddia eden, pazarcı Azittin Altınöz’le ilgili dosyadaki şüpheleri, çelişkileri şöyle ifade etti:

“Olay günü iftardan sonra arkadaşlarıyla olduğunu iddia eden Azittin Altınöz’ü arkadaşları doğrulamadı. Avukatı müvekkilinin olay günü kent ormanında olduğunu öne sürerken kamera kayıtlarının silindiği ortaya çıktı. Azittin Altınöz’ün pantolonu ve çorabında Hüseyin Boğuç’a ait kan DNA’sı bulundu. Altınöz ise her gün kıyafet değiştirdiğini, terlik giydiğini öne sürse de eşi Altınöz’ün iki ya da üç günde bir çorabını değiştirdiğini, olay günü spor ayakkabı giydiğini belirterek eşini yalanlamış oldu. Hüseyin Boğuç’un evindeki çöp tenekesinde bulunan sakızdaki DNA testi de Altınöz’le uyumlu çıktı. “

İddianamede Altınöz’ün olay günü “Hüseyin Boğuç’un evinde bulunduğu, uyuşturucu madde kullandıkları, Gina’yı sokak üzerinde 4 Nisan 2023’te saat 17:07 sıralarında gördükleri, alıkoyarak ikamete götürdükleri, maktule cinsel istismarda bulundukları, sonrasında boğmak suretiyle öldürerek kuyuya attıkları” iddia edilmişti. 

Altınöz iddianamedeki dikkat çekilen çelişkili ve yalanlanan beyanlarına rağmen kişiyi hürriyetinden yoksun kılma, çocuğa cinsel istismar ve kasten öldürme suçlarından beraat etti. 

Neden beraat ettiği gerekçeli kararda yazacak. Avukatlar da karara itiraz edecek.

Azittin Altınöz ise Gina’nın ailesini ikna edemeyen gerekçelerle ve soru işaretleriyle serbest dolaşacak.

                                                          /././

Yargıya saygılı bir TÜİK aranıyor (Çiğdem Toker)

Yeni Anayasa konusunda, TÜİK'in bilgi karartmasından, yargı kararına uymamasından zerre rahatsızlık duymayan bir iktidar partisinin ardına düşülür mü?

Türkiye'de hiçbir sorun enflasyondan daha ağır, daha yaygın ve daha etkili değil. Ülke sorunlarına dair birçok saha araştırmasında -bence ilk sırada olması gereken- adalet bile ikinci sırada çıkıyor. Hâl böyleyken, muhalefetin yeni Anayasa tartışmasına mevcut statüsü gereği zorunlu, biraz da medeni açıdan birkaç temas dışında müdahil ve taraf olması, toplumun yararına ve lehine bir tutum değil. Aksine, ülkeyi bu kadar antidemokratik ve yüksek enflasyon ortamına taşımış iktidarın, yenilgiyi fırsata çevirme girişimine altın tepside bir destek sunmak anlamına geliyor.

Bin tane neden sıralanır da birini anlatalım:

Enflasyon hesabını resmi olarak TÜİK yapıyor, malum.

Peki TÜİK'in bu hesaplamada hayati yer tutan bazı maddelerin bilgilerini taammüden kararttığını, daha kötüsü, yargı kararına uymadığını unutacak mıyız?

Böyle bir yönetsel sistem içinde, yeni Anayasa konusunda, TÜİK'in bilgi karartmasından, yargı kararına uymamasından zerre rahatsızlık duymayan bir iktidar partisinin ardına düşülür mü?

* * *

Ne demek istediğimi biraz açayım.

TÜİK bundan iki yıl önce, aralıksız olarak 19 yıl boyunca yayımladığı madde sepeti ve madde fiyat listesi yayınını aniden kesti.

(2022'nin ekonomide şahane model arayışlarının dorukta olduğunu anımsatalım.)

Ani veri karartma

"Madde Fiyat Listesi", yaklaşık 400 maddenin ortalama fiyatlarını içeriyordu. Bu verileri yayımlamayı durdurmak, doğal olarak enflasyon rakamlarının sağlığı konusunda kuşkulara yol açabilirdi.

DİSK önce TÜİK'e başvurdu. TÜİK, DİSK'in bu bilgilerin açıklanması gerektiği yönündeki bilgi talebini reddetti. DİSK bunun üzerine CİMER'e gitti. CİMER ise bu bilgilerin 19 yıldır düzenli olarak açıklanan bir veri setinin başına getirilen bu tuhaf (ama elbette nedeni tahmin edilen) durum mahkemelik oldu.

Ankara 6. İdare Mahkemesi, DİSK'in açtığı davada TÜİK'in bu verileri gizlemesinin hukuka aykırı olduğu ve açıklanması gerektiğine hükmetti. (Tam bir yıl önce bu konuda yazdığım yazını linkini bırakıyorum.)

Hukuk devletlerinde idare mahkemelerinin verdiği kararların hemen uygulanması gerekirdi ama TÜİK bu karara uymadı. Uymadığı gibi kararı istinafa götürdü. İstinaf da TÜİK'in sansürcü tutumundan değil, kamuoyu bilgilenmesinden yana tutum aldı. Ankara Bölge İdare Mahkemesi 12. İdari Dava Dairesi istinaf başvurularının hukuka uygun olmadığın karar verdi.

Karar kesinleşmişti. Ancak TÜİK, yargı kararına uymamaya kararlıydı. Çok ender başvurulan bir yol olan "kanun yararına bozma" isteminde bulundu. Bu talep Danıştay Başsavcılığı'na yapıldı.

Danıştay Başsavcılığı TÜİK'in bu başvurusunu reddetti. Hukuka aykırı olduğunu bildirdi.

Bütün hukuk yolları tükendi ama... 

Nasıl?

Üç aşamada da TÜİK'in yaptığı veri karartmasının hukuka aykırı olduğu tescilleniyor ama ne oluyor?

TÜİK'in ta ilk aşamada, yani geçen sene ilk idare mahkemesi kararına uyarak açıklaması gereken madde fiyat listesi, üç kere hukuka aykırılık kararına rağmen hâlâ açıklanmıyor.

TÜİK yargı kararlarına uymamak için onca manevrada haksız çıkmasına rağmen hâlâ bu listeleri açıklamıyor. Oysa en kötü ihtimalle, Danıştay Başsavcılılığı'nın geçen mart ayındaki ret kararından sonra uymalıydı.

Yani birkaç gün önce açıkladığı mayıs ayı enflasyonunda, iki yıldır gizlediği listeyi de kamuoyuna duyurmalıydı, yapmadı.

Hatırlatalım: TÜİK, Hazine ve Maliye Bakanlığı ile ilişkili bir kurum.

Yargı kararına uymayan bir TÜİK'in ne kadar güvenilir ve saydam olduğu tabii ki çok su götürür.

İki yıldır açıklanmayan veriler konusunda, mahkeme kararlarına uyulmamasını, karartmanın sürmesini birilerinin izah etmesi gerekiyor.

Akla gelen ilk isim ise doğal olarak TÜİK'in yasal olarak ilişkili olduğu Bakan. Yani Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek.

Güven nedir?

Bakan Şimşek, programın olumlu sonuçlarının yurt dışında görüldüğü mesajını veriyor. Kredi derecelendirme kuruluşlarının programa güvendiğini söylüyor. Buna kanıt olarak da dış finansman imkanlarının artışını gösteriyor.

Bu noktada güven nedir diye sorabiliriz.

Açık ki TÜİK'in veri gizlemesi, daha fenası mahkeme kararlarına uymaması, "program"a güvenen uluslararası kurumların hiçbirinin derdi değil. Niye olsun ki? Enflasyon, onunla yoksullaşan biz "içerideki" vatandaşların derdi.

Sonuç olarak, biz vatandaşların güncel ve acil ihtiyacı yeni Anayasa değil; verileri karartmayan, mahkeme kararlarına saygılı bir TÜİK'tir.

Bir TÜİK aranıyor.

                                                                 /././

Dikkat: 2023'te emekli olanlar, bu yıl emlak vergisi ödemeyeceksiniz (Murat Batı)

Bu istisnadan yararlanmak için emekli olmanın yanında birkaç tane koşul daha bulunmaktadır. O yüzden dikkatlice bu yazıyı okumakta fayda var.

2024 yılında ödenecek emlak vergisinin ilk taksitinin son günü 31 Mayıs Cuma günüdür. Ödenmemesi durumunda ise ödenmesi gereken tutar üzerinden her ay için yüzde 3,5 gecikme zammıyla ödenmesi gerekir. Ancak bazı durumlarda emlak vergisinin ödenmesine gerek olmamaktadır. Bu durumlardan biri emekli olanlar içindir.

31 Aralık 2023 ve daha öncesinde Türkiye'deki bir sosyal güvenlik kurumundan emekli olanlar aşağıdaki şartları taşımaları durumunda 2024 ve sonraki yıllarda sahip oldukları tek konut için emlak vergisi ödemeyeceklerdir. Ancak yabancı bir sosyal güvenlik kurumundan emekli olan kişi bu istisnadan yararlanamaz.

Ancak bu istisnadan yararlanmak için emekli olmanın yanında birkaç tane koşul daha bulunmaktadır. O yüzden dikkatlice bu yazıyı okumakta fayda var. 

Konuta ilişkin şartlar

Emekliler için sahip olunan binanın hem konut olması hem tek olması hem de brüt 200 m2'yi geçmemesi gerekmektedir. Bu üç şart birlikte sağlanacaktır.

Kanun maddesinde yer alan indirimli bina vergisi uygulaması, sadece mesken (konut) vasıflı binalar için uygulanmaktadır. Bu nedenle, konut olmayan ya da konut vasfını kaybeden binalar için bu istisnanın uygulanması mümkün değildir.

Konutun belli bir kısmı, depo, dükkân gibi bir şekilde başkasına kullandırılsa bile konut, konut vasfını kaybettiğinden hem de kira geliri alındığı varsayımıyla bu indirimden yararlanılamayacaktır. Yani emlak vergisi ödenecektir.

Örneğin, SGK emeklisi Ahmet Amcanın emekli maaşından başka bir geliri bulunmamaktadır. Sahip olduğu konutunun bir odasını binanın altında bulunan kırtasiyeye depo olarak kullanması için aylık 5 bin TL'ye kiraya vermiştir. Ahmet Amca, odayı kiraya verdiği için konut, konut vasfını kaybettiğinden konutun tamamı için emlak vergisi ödeyecektir.

Özetle bir binanın kısmen veya tamamen mesken olarak kullanılmaması ya da mesken dışında bir amaca tahsis edilmesi halinde bu istisnadan faydalanılamaz. 

Genel şartlar

Bu istisnadan yararlanmak için bazı şartlarımız daha vardır. Şimdi bu koşulları inceleyelim.

Bu istisnadan yararlanmak için ilk şartımız aylık alınan kurumun Türkiye'de kanunla kurulmuş bir sosyal güvenlik kurumu olmasıdır. Emekli Sandığı, SSK, Bağ-Kur, TOBB'un Emekli Sandığı Vakfı gibi kurumlardan aylık alınması gerekmektedir. Emekli olunan yıl bu istisnadan yararlanılmıyor, takip eden yıldan itibaren yararlanılmaya başlanır.

Örneğin, Aralık 2023'te EYT'den emekli olan Ahmet Amca (diğer şartları da sağlamak koşuluyla) bu istisnadan 2024 yılından itibaren yararlanacak. Yani 2023 yılı için emlak vergisini ödeyecek ama 2024'ten itibaren ödemeyecek.

İkinci koşul gelirlerin, emekli aylığından ibaret olmasıdır. Yani kiralardan, avukatlıktan, ara sıra da olsa doktorluk faaliyetinden, market işletmeciliği gibi ticari bir faaliyetten bir gelirinin olmaması gerekmektedir. Ancak faiz, repo gibi kazanç varsa ve bu tutar 2023 yılı için 150 bin TL'yi, (2024 yılı için 230 bin TL'yi) aşmazsa sıfır oranlı emlak vergisinden yararlanılır; aşarsa yararlanılamaz.

ÖrneğinBağ-Kur emeklisi Erol Amca, emeklilik sonrası bir market açarak işletmeye başlamıştır. 2023 yılında yıllık 25 bin TL gelir elde etmiştir. Erol Amca market işletiminden yani ticari faaliyetten bir kazanç elde ettiği için (tutar ne kadar olursa olsun) bu istisnadan yararlanamayacaktır.

Üçüncü koşul emekli olan kişinin konutunun tek olması ve bu konutun da brüt 200 m2'yi geçmemesi gerekmektedir. Ayrıca 200 m2'yi aşmayan tek konuttan başka gelir getirmeyen dükkân, arsa, arazi varsa gelir getirmemek şartıyla bu istisnadan yararlanılabilir. Kanun maddesi 200 m2'yi aşmayan tek (bir) konut için bu istisnayı uyguluyor. Birden fazla konut varsa hiçbiri için bu istisnadan yararlanılmazYani ikinci bir ev varsa ikisi için de emlak vergisi ödenmek zorundadır. 

Eşin çalışmasının bir önemi yok

Emekli olan bir kişinin eşi, anne/babasının, çocuklarının, kardeşlerinin vs gelirlerinin olması sosyal güvenlik kurumdan aylık alan kişinin istisnadan yararlanmasını etkilemeyecektir. Yalnız konutun 200 m2'yi geçmemesi de gerekmektedir, geçerse hiçbir şekilde bu istisnadan yararlanılamaz.

Örneğin, SGK'dan emekli Ayşe Hanıma ait tek konut bulunmaktadır. Eşi Ahmet Bey ise banka müdürü olup aylık yüklü bir maaş almaktadır. Ayrıca Ahmet Bey'e ait kirada iki konut ve iki de dükkân bulunmaktadır. Bu durum, Ayşe Hanımı bağlamayacak ve sıfır oranlı emlak vergisi istisnasından yararlanacaktır.

Hisseli evlerde ne olacak?

Eşler tek konuta hisseli sahiplersehisseleri oranında istisnadan yararlanabilirler. Konuta hisseli sahip olunması halinde ise evin toplam brüt alanı dikkate alınacağından, toplam brüt alan 200 m2'yi aşarsa, bu istisnadan yararlanılmayacaktır. Yani burada istisna şartını sağlayan kişi kendi payına düşen kısmı kadar istisnadan yararlanacaktır. Ama evin toplam brüt metrekare bedeli 200 m2'yi aşarsa istisnadan yararlanılamaz.

Örneğin, SGK'dan emekli aylığı dışında geliri olmayan Birgül Hanım ile hâlâ bir kurumda ücret karşılığı çalışan eşi Ali Bey yarı yarıya hisseli 180 m2 konut için yıllık 1.800 TL emlak vergisi ödemektedir. Birgül Hanım hissesine isabet eden yani ödenen tutarın yarısını (900 TL) sıfır oranlı emlak vergisinden yararlandığı için ödemeyecektir. Diğer yarısını ise Ali Bey ödeyecek ve yıllık 1.800 TL yerine toplamda sadece 900 TL emlak vergisi ödenecektir. Yani ev hanımı Birgül Hanım ile çalışan eşi yarı yarıya hisseli 180 m2'lik bir konut için (brüt alan 200 m2'yi aşmadığından) çalışan eş hissesi oranında emlak vergisini öderken ev hanımı Birgül Hanım hissesine isabet eden kısım için emlak vergisi ödemeyecektir.

Örneğin emekli olan eşi ile birlikte satın aldığı 300 m2'lik konuttan dolayı eşiyle birlikte yarı yarıya ortak olan eş, kendi hissesine isabet eden metrekareyi değil evin brüt toplamı (300 m2) dikkate alınarak değerlendirileceğinden ve 300 mde 200 m2''yi aşacağından eşler diğer koşulları sağlasa dahi bu istisnadan yararlanamayacaktır. 

Ayrıca emekli biriiki ayrı eve düşük oranlı da olsa hisseli sahipse bu istisnadan yararlanamayacaktır. Dolayısıyla iki ev için de hissesi oranında emlak vergisini ödemesi gerekmektedir. Özetle iki yarım bir etmiyor!

Kira gelirinin olması istisnaya engeldir

Kira geliri elde edilmesi istisnadan yararlanmaya engeldir. Kira tutarı önemli değildir. 1 TL dahi olsa bu istisnadan yararlanılamaz. 

Sahip olduğunuz evi kiraya verip siz de kiraya çıkarsanız o zaman istisnadan yararlanabilirsiniz. Ama sahip olunan tek konutu kiraya verip başkasının evinde kira vermeden oturulursa o zaman kira geliri var kabul edilir ve istisnadan yararlanılamaz.

Örneğin emekli aylığından başka geliri olmayan SGK'dan emekli Derya Hanım oturduğu evi kiraya verip kiralık başka bir eve taşınmıştır. Bu durumda Derya Hanım istisnadan yararlanmaya devam edecektir. 

Ancak

Örneğin emekli aylığından başka geliri olmayan SGK'dan emekli Fatma Hanım oturduğu evi kiraya verip oğlunun yanına ve oğlunun sahip olduğu eve taşınmıştır. Bu durumda Fatma Hanım, kira geliri olduğu gerekçesiyle istisnadan yararlanamayacaktır.

Örneğin emekli aylığından başka geliri olmayan SGK'dan emekli Özlem Hanım oturduğu evi kiraya verip kızının yanına ve kızının da kira ödediği eve taşınmıştır. Bu durumda Özlem Hanım, kira geliri olduğu gerekçesiyle istisnadan yararlanamayacaktır.

Örneğin emekli aylığından başka geliri olmayan SGK'dan emekli Ercan Amca oturduğu evi kiraya verip oğlunun yanına ve kirayı da Ercan Amcanın üstlendiği eve taşınmıştır. Bu durumda Ercan Amca kirayı kendi üstlendiği için bu istisnadan yararlanmaya devam edecektir.

Emekli, çalışmaya devam ederse bu istisnadan yararlanamaz

Emekli olan kişi emeklilik sonrası çalışmaya devam ederse emlak vergisi ödeyecektir. Yani bu istisnadan yararlanmayacaktır.

Örneğin, Nazım Bey SGK'dan 2018 yılında emekli olmuş ve artık çalışmama kararı almış. 2019'dan bu yanadır da sahip olduğu tek konut için emlak vergisi istisnasından yararlanıp emlak vergisini ödememektedir. Ancak hayat koşulları onu çalışmaya zorlamış ve 8 Mayıs 2024 günü Samsun'da bulunan X hukuk bürosunda getir-götür işleri yapmak üzere işe başlamış. Nazım Bey 2024 yılı için emlak vergisi ödemeyecek ama 2025'ten itibaren istisnadan yararlanamayacak ve emlak vergisi ödeyecektir. 

Daha önceki yıllarda emekli olanlar ödediği vergileri iade alabilir

Evet, geçmişe yönelik 5 yıl için iade alınabilir. 2010 yılında emekli oldunuz, başkaca bir geliriniz yok, 200 m2'yi aşmayan bir konutunuz var ve bu konut için 2010 yılından bu yanadır da emlak vergisi ödediniz. Geçmişe yönelik 5 yıl için ödediklerinizi iade alabilirsiniz. İade almak için evin bulunduğu yerin ilçe belediyesine gidip istenilen belgelerle birlikte dilekçe vermeniz kâfidir. 

                                                                /././

İktidarın meşruiyet krizi ve ana muhalefetin tutumu (Mustafa Durmuş)

İktidar blokunun olası tuzakları konusunda, başta CHP olmak üzere, gerçek durumu göremeyen her yapıyı, her bireyi bilgilendirmek, bu konuda iktidarın politikalarını ve hamlelerini teşhir etmek ve bizi bekleyen daha büyük tehlikeler konusunda uyarmak gerekiyor.

Son günlerde siyasetin gündeminde CHP Genel Başkanı Özgür Özel ile Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan arasında gerçekleştirilen ancak içeriği kamuoyu ile paylaşılmayan yüz yüze bir görüşme var.

Erdoğan'ın Özel'e iadeyi ziyaret yapması beklenirken ülkede siyasette bir yumuşama, normalleşme olacağı algısı da medya tarafından pompalanıyor. Gerçekten öyle mi? Özellikle de son 9 yıldır ülkeyi kutuplaştırarak, muhalefeti Şeytanlaştırarak yöneten İktidar Bloku acaba neden uzlaşma ya da normalleşme yolunu seçer?

Kaybedilen yerel yönetim seçimlerinin verdiği mesajı mı aldılar, yoksa ekonominin daha fazla gerginliği kaldıramaz durumda olması mı bunda etkili oluyor?

Ya da bu sadece zamana oynamak ve yükseliş içine giren muhalefetin enerjisini soğurmak, bu arada karşı karşıya kaldığı meşruiyet krizini aşmak için mi tüm bunlar yapılıyor?

Bu yazının asıl konusu bu son soru. Ancak bu soruyu yanıtlayabilmek için biraz derine inmek gerekiyor.

Meşruiyet krizi nedir?

31 Mart 2024'te yapılan yerel seçimler başta Erdoğan'a ve AKP'ye olmak üzere, İktidar Blokuna ağır bir darbe indirdi. Öyle ki AKP 2002 yılında iktidara geldiğinden bu yana ilk kez ülke genelinde yapılan bir seçimde ikinci siyasal parti konumuna düştü. Kaybetmeye alışık olmayan Erdoğan, şimdi hem iç hem de dış politika açısından sonuçları olacak ciddi bir meşruiyet kriziyle karşı karşıya bulunuyor.

"Meşruiyet Krizi" kavramı 1970'li yılların başlarından itibaren kullanılan bir kavram. Bu kavramın gelişkin ekonomilerde dönemin kapitalist refah devletlerinin inişe geçişi ile birlikte meşruiyet kaybına uğramasını anlattığı ve ilk olarak Alman sosyolog ve filozof J. Habermas tarafından kullanıldığı ileri sürülüyor.

"Ekonomik olanın siyasi olanla yeniden ilişkilendirilmesi meşrulaştırma ihtiyacını artırmaktadır. Devlet aygıtı artık liberal kapitalizmde olduğu gibi sadece genel üretim koşullarını güvence altına almakla kalmıyor, aynı zamanda aktif olarak üretimin içinde yer alıyor. Bu nedenle – pre-kapitalist devlet gibi - meşrulaştırılmalıdır ..." (1)

Britanyalı iktisatçı J. O' Connor da 1973 yılında yayımlanan kitabında, kapitalist devletin sırasıyla; özel sermaye birikimini hzlandırmak ve bunu yaparken de sermayeye verdiği bu desteği toplum nezdinde meşrulaştırmak ihtiyacı içinde olduğunu ileri sürer.

Özellikle de "sosyal harcamaların" böyle bir meşrulaştırmayı sağlamaya hizmet ettiğini, ancak bu birbiriyle çelişen iki işlevin zaman içinde devletin mali bir krize girmesine, böylece devletin meşrulaştırıcı harcamalarını yapamamasına neden olduğunu ve bu durumun da devletin meşruiyetinin sorgulanmasına yol açtığını yazar. (2)

Eskisi gibi yönetememek durumu

Özetle söylemek gerekirse, meşruiyet krizi bir toplumdaki yönetenlerin  yönetsel işlevlerini tam olarak yerine getirememesini ve kamu kurumlarına ve politik liderliğe olan toplumsal inanç ve güvendeki düşüşü, dolayısıyla da iktidara olan toplumsal desteğin ciddi biçimde azaldığı bir durumu ifade ediyor.

Bir başka anlatımla bu kavramla, ciddi ekonomik krizlerle birlikte topluma daha önceki yüksek ekonomik büyümenin sağladığı göreli refahın artık sunulamamasının, yönetenlerin eskisi gibi yönetemedikleri, kendi iç çatışmalarının üstesinden gelemedikleri ve böylece yeni bir yönetim döneminin de önünün açıldığı bir politik duruma yol açması kast ediliyor.

Türkiye bir süredir böyle bir krizin emarelerine sahip. Ekonomi 2015 yılından bu yana inişte, yüksek enflasyon ve işsizlik, devasa bütçe açıkları ve kamu borçları ve geçen yıldan bu yana uygulanmakta olan kemer sıkma politikaları İktidar Blokunun gücünü ve toplum nezdindeki meşruiyetini zayıflattı. Özellikle de 31 Mart Yerel Yönetim Seçimleri böyle bir meşruiyet krizini iyice açığa çıkardı.

Otoriter sağ popülizmin bir sonucu

Erdoğan sağ popülist bir siyasetçi. Dolayısıyla da uygulamakta olduğu siyasetin önemli bir ayağını popülizm oluşturuyor (Hazine ve Merkez Bankası kaynaklarını ve ekonomi politikalarını ağırlıklı olarak hâkim sınıfların çıkarları için kullanmasının yanı sıra).

Erdoğan, 31 Mart seçimlerine kadar, yozlaşmış seçkinlerle ve eski düzenle mücadele eden bir "halk adamı" görüntüsünü başarıyla sunabilmiş olsa da, bu yerel seçimlerin sonuçları artık halkın büyük bir kesiminin buna inanmadığını ortaya koydu. Çünkü yerel yönetimlerin büyük bir çoğunluğu ana muhalefet partisinin eline geçerken, Kürtlerin yoğunluklu yaşadığı illerde DEM Parti belediyeleri büyük ölçüde kayyumlardan geri almasını bildi.

Özellikle de siyasal kariyerine başladığı İstanbul'u bir kez daha açık ara kaybetmesi, partisini besleyen rant kaynaklarının kuruması anlamına geldiği gibi, İmamoğlu karşısındaki bu kaybı, toplum nezdinde bir meşruiyet kaybı da demek oluyor.

Bir türlü düşürülemeyen yüksek enflasyon ve beraberindeki derin yoksullaşma, AKP seçmenlerini küstüren ana nedenlerden biriydi. Haziran 2023'te Mehmet Şimşek'in Hazine ve Maliye Bakanı olarak yeniden atanması yüksek enflasyona neden olan düşük faiz politikalarından geriye dönüş anlamına gelse de, yerel seçimlerin arifesinde resmi enflasyon yüzde 70'e yaklaşmıştı ve hala da artmaya devam ediyor.

Kimlikleri ayrıştırma siyaseti bir yere kadar etkili

"Tek Adam Rejimi" yıllardır kimlikler üzerinden ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı bir siyaset izliyor. Ancak bu siyaset ekonomi iyi giderken işe yarasa da, yüksek enflasyon ve hayat pahalılığı krizi sırasında pek işe yaramıyor.

Çünkü hızlı büyüyen ekonomi her zaman Erdoğan'ın cazibesinin en önemli kısmıydı, kimlik meseleleri ise kıyısından ona yardımcı oluyordu. Ancak 31 Mart seçimlerinde her ikisi de çöktü. Yıllardır Erdoğan'ın en büyük gücü olan ekonomi şimdi onun en zayıf karnı haline dönüştü. (3)

Artık Türkiye ekonomisi, kısa vadeli tasarruf açığını kapatmak, ithalatı finanse etmek, vadesi gelen ciddi boyutlardaki kısa vadeli dış borç servisini yapabilmek ve yabancıların kâr paylarını ödeyebilmek için akbaba fonların, yabancı yatırımcıların iyi niyetine ve ABD ve Avrupa devletlerinin desteğine çok daha fazla bağımlı hale geldi.

İktidarın manevra alanı hâlâ çok dar

Cari açığın hâlâ yüksek düzeyde seyretmesi, buna karşılık döviz gelirlerinin yetersizliği ve MB net döviz rezervlerinin (eksi) 50 milyar dolar civarına kadar düşmüş olması iktidarın uluslararası manevra alanını iyice kısıtlayan etmenler. Ayrıca izlenen daraltıcı para ve maliye politikalarının yüksek enflasyonu aşağıya çekme konusunda yeterli olmadığı da ortada.

Üstelik bu program başarıyla uygulanıp gereken yabancı kaynak akışı sağlansa bile, Şimşek'in kendi ifadesiyle, "uyguladığı programın ekonomi açısından olumlu sonuçlar vermesi (örneğin enflasyonun tek haneye düşmesi) en az iki yıl alacak".

Diğer taraftan, bu süreçte Türkiye ekonomisi istikrara kavuşturulsa dahi, izlenmekte olan emek karşıtı ekonomi politikalarının (AKP'nin tabanını bu seçimlerde nasıl erittiği göz önüne alındığında), bu politikaların daha ne kadar sürdürülebileceğini kestirebilmek çok zor.

Kaldı ki gerek ekonomi yönetimi gerekse de uluslararası kuruluşlar, ekonomide iç ve dış istikrar sağlansa dahi, ekonominin AKP'nin ilk iktidar yıllarındaki büyüme oranlarını yakalayamayacağını kabul ediyorlar. Bu durum da Erdoğan ve AKP için ciddi bir sorun çünkü ekonomi yönetimlerine olan güveni yeniden tesis etmeleri uzunca bir zamanı alacak.  IMF ya da Dünya Bankası'nın, ülkede uygulanmakta olan programa dönük destek açıklamaları ise halkın sıkıntılarını örtmeye, onun düşüncesini değiştirmeye yetmeyecektir.

Cam tavan yıkıldı

Ekonomideki bu olumsuz tablonun yanı sıra, son seçimlerde toplumda mevcut otoriter yönetimin alt edilebileceği umudunun yeşermesi de Erdoğan'ın meşruiyet krizini derinleştiriyor. Erdoğan'ın yenilmezliği efsanesi çöküyor, bu da potansiyel devrimci dönüşümlerin önünü açıyor.

Ancak Erdoğan'ın direksiyonunda olduğu iktidar bloku hâlâ devleti ve merkezi iktidarı yönetiyor ve eğer demokratik muhalefet etkili bir erken seçim çağrısı yapmaz ve buna uygun demokratik kitlesel mücadeleleri örgütlemezse, örneğin sadece 2028'de yapılacağı bilinen genel seçimleri beklemekle yetinirse, çok önemli bir krizi fırsata çevirme şansını tepmiş olacak.

Zira önümüzdeki bu seçimsiz 4 yıllık süreçte köprülerin altından çok sular akar, yabancı sermaye ve ABD ve AB gibi devletlerin desteğiyle NATO üyesi Türkiye ekonomisinin krizi ve mevcut meşruiyet krizi (bu kesimlerce jeopolitik çıkarlar ve mülteci sorunu gerekçe gösterilerek) atlatılır. Bu konuda Erdoğan'ın ne denli tecrübe kazandığını ve yetenekli olduğunu unutmamak gerekiyor.

Diğer yandan CHP yönetiminin 2028 Genel Seçimlerine hazırlanmak ve kendilerinden birini Cumhurbaşkanı seçtirmek dışında bir stratejileri yok gibi görünüyor. Daha öncekiler gibi, mevcut yöneticiler de siyaseti toplumsallaştırmaktan ve toplumu siyasallaştırmaktan kaçınıyorlar ve siyaseti parlamentoya sıkıştırılmış bir temsil siyaseti olarak sürdürmeyi tercih ediyorlar. Bu nedenle de Erdoğan ile yapılan görüşmenin içeriği hakkında halkı bilgilendirme zahmetine katlanmıyorlar.

İktidarın önündeki seçenekler

Diğer taraftan, demokrasiden pek de haz etmeyen otoriter bir lider olarak Erdoğan'ın içine düştüğü meşruiyet krizi bu durumunu düzeltebilmesinin ilk yolu muhalefet üzerindeki baskıyı artırmak ve bazı illerden başlayarak ortaya çıkan seçim sonuçlarını kabul etmemekti. Bunu Van'da denedi ama başarılı olamadı. Kürtler demokratik haklarına sahip çıkarak direndiler ve CHP de açıktan onlara destek verdi.

İkinci yol ise dikkatleri dışarıya çekmekti. Bunu özellikle de Kuzey Irak ve Suriye'deki askeri politikalarıyla bir süredir yapıyor ama milliyetçilik de karnı aç insanlarda eskiden olduğu kadar etkili olmuyor artık.

Kaldı ki iktidar, Bölge'deki bu girişimlerinde ABD, Rusya ve İran gibi diğer oyun kurucuları da dikkate almak zorunda. Bir başka yumuşak karnı olan Filistin topraklarının işgali ile ilgili söylem üstünlüğünü ise seçimlerin bir diğer kazananı olan Yeni Refah Partisi'ne kaptırmış gibi görünüyor.

Kürtlerle yeni bir çözüm süreci beklentisi ne kadar gerçekçi?

Bu denli sıkışmış bir Erdoğan rejimi, tıpkı 2003-2010 arasında olduğu gibi, neoliberal piyasacı ekonomi modeli üzerine oturtulmuş liberal parlamenter demokrasi ve Kürtlerle yeni bir çözüm süreci gibi bir seçeneği tekrar gündeme getirir mi?

Bir yandan, çok ağır bir kemer sıkma politikası uygularken, sokakta en son 1 Mayıs'ta görüldüğü gibi, tam bir polis devleti görüntüsü çizerken ve iktidar blokunun küçük ortağı MHP'nin açık diktatörlük hevesleri sürerken, diğer yandan Erdoğan'ın böyle bir seçeneğe yönelmesi zor gibi görünüyor ama bütünüyle de imkânsız değil. Bu ancak iç toplumsal muhalefetin ve dışarının basıncıyla mümkün olabilir.

İktidara can suyu olma riski

Elbette başta Kürtler ve sosyalistler olmak üzere, toplumun önemli bir kesimi artık barış istiyor, eşitlik ve adalet istiyor, iş ve ekmek istiyor. Çatışmalara, kutuplaştırıcı dile son verilmesini istiyor. Ancak bu taleplerin Erdoğan rejimi tarafından kolayca manipüle edilebileceği unutulmamalıdır.

Bu konuda özellikle de ana muhalefet partisi CHP'nin yönetiminin müesses nizam tarafından kolaylıkla ikna edilme riski var. Bu ülkede söz konusu muhalefet partisinin bir önceki lideri, "Anayasa'ya aykırı ama bunu yapmak zorundayız" diyerek çok sayıda muhalif Kürt siyasetçinin içeri atılmasına yol açmamış mıydı? CHP'nin yeni yönetimini benzer bir hataya düşmekten alıkoyacak bir akıl ve irade partide mevcut mudur, yaşayıp göreceğiz.

Emek, barış, demokrasi güçleri sahne almalı

Tam da bu noktada emek, demokrasi ve barış güçlerinin nasıl bir tutum takınması gerektiği son derece önemlidir. Burada yanıtlanması gereken soru şu olmalıdır;

 "Öznel niyetimiz farklı da olsa, meşruiyetini giderek yitirmekte olan bir otoriter rejime nesnel olarak yeniden meşruiyet kazandıracak, ona can suyu olabilecek işleri yapmalı mıyız?"

Bu bağlamda, örneğin, kendini muhalefette gören bazı siyasetçilerin ya da liberal iktisatçıların, ekonomiyi krizden çıkararak, yabancı sermaye girişlerini hızlandırarak, ödemeler dengesi krizini önleyerek ve bu süreçte ekonomiyi daha hızlı büyüterek yaratılacak olan kısmi istihdam ve gelirlerle yoksulların derdine çare olacağına inanmaları bizleri gerçekten endişelendirmelidir.

Uçuruma doğru son sürat gitmekte olan freni patlamış bir otobüste direksiyonu kontrol altına almak çok önemlidir ama bu müdahale otobüs yolcularını kurtarmaya yetmez. Önce otobüsü durdurmak, ardından da onun güvenli bir yoldan yolculuğuna devam etmesini sağlamak da gerekiyor.

Kısaca, iktidar blokunun olası tuzakları konusunda, başta CHP olmak üzere, gerçek durumu göremeyen her yapıyı, her bireyi bilgilendirmek, bu konuda iktidarın politikalarını ve hamlelerini teşhir etmek ve bizi bekleyen daha büyük tehlikeler konusunda uyarmak gerekiyor. Unutmayalım ki faşizme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir. 

Sonuç: Sadece meşruiyet krizinin varlığı devrimci değişim için yeterli değil!

Emekten, ekolojiden ezilen kimliklerden ve halklardan yana radikal bir değişim gerekiyor. Ancak bu değişim için, "yönetenlerin yönetemez duruma gelmeleri" anlamına gelen politik krizin varlığı (ekonomik krize ilave olarak)  yeterli değil.

Ayrıca tarih bizlere defalarca kapitalizmin çok derin krizlerinden bile beslenerek daha güçlü biçimde çıktığını ve kendiliğinden de çökmediğini de kanıtladı. Onu çökertecek bir özneye ve örgütlü bir harekete ihtiyaç var.

Yani vizyonu olan, canlı bir özneye (siyasal hareket/siyasal parti) ihtiyaç var. Bu özne doğru politikalarla işçi sınıfı ve ezilen halklar içinde hızlı bir biçimde kitleselleşebilir.

Radikal değişimin, zaman içinde ortaya çıkacak bir liderliği, örgütlü bir kitle hareketinin inşa edilmesini ve sabırlı, örgütlü bir mücadeleyi gerektirdiği unutulmamalıdır. Bu bağlamda kendiliğinden karşı çıkışlar ya da protestolar yeterli değildir. Keza hayata geçirilebilir bir devrimci, antikapitalist  seçeneğin ve buna uygun bir paradigmanın da ortaya konulması gerekiyor.

Ayrıca, dürüstçe bir hesap verilebilirlik olmaksızın her hangi bir durumu doğru okuyabilmek ve doğru yönlendirebilmek de mümkün değildir. Kötümser analizler pasifizme, aşırı iyimserlikse maceracılığa neden olur ki bu da uzun vadede hayal kırıklığı ve sonrasında pasifizm ile sonuçlanır.

Dürüstlük ve şeffaflık, aşırı güveni ve faydasız kötümserliği yenebilecek tek güçtür. Bunları kendi de müesses nizamın (kurulu düzen) bir parçası olan ana muhalefet partisinin yapabilmesi (en azından şimdilik) mümkün değil. Böyle bir duyarlılığı ancak ezilen halkların ve işçi sınıfının yanında yer alan sol-sosyalist bir siyasal parti gösterebilir.

Ancak bugün hâlâ böyle bir özne oluşturulabilmiş değil. Bu nedenle de asıl yapılması gereken, nesnel koşulların elverişliliğinden de hareketle, böyle bir özneyi hızla inşa etmektir. Çökmekte olan bir rejime "ülke ekonomisinin çıkarları" gibi soyut kavramlardan yola çıkarak cankurtaran simidini atmak, tarihsel olarak geriye dönüşü mümkün olmayan ama daha tehlikeli bir diğer yanlışı daha yapmaktan öte anlam taşımayacaktır.

Muhalefet olabildiğince çabuk sokaklara geri dönmeli ve iktidarı, neo-liberalizmi ve eşitsizlikleri teşhir edip, eleştirirken, aynı zamanda kitlelere ekonomik ve politik alternatifler anlamında neler yapabileceğini de gösterebilmeli ve halkın iktidar blokuna olan güvensizliğini, kendine olan güvene çevirebilmelidir. Çünkü halk sadece iyi sözler duymak değil, kararlılık görmek ve yanında olacağı özneye güvenmek ister.

Son olarak, olumlu bir boyutuyla, yaşamakta olduğumuz çoklu krizler, insan, barış ve doğa merkezli bir uygarlığın inşası için toplumsal enerjiyi de harekete geçiriyor. Emek, ekoloji, kadın hareketi, kimlik mücadeleleri gibi çok sayıda cephede aktif olan bu heterojen yükseliş, tarihsel yörüngeyi "barbarlaşmadan büyük devrimci demokratik bir değişime" doğru yeniden yönlendirerek muazzam bir güce dönüşebilir.

  1. Jurgen Habermas, Legitimation Crisis. London: Heinemann. 1976, s. 36.
  2. James O'Connor, The Fiscal Crises Of the State, St.Martin's Press, New York,  1973, Bölüm 2, s. 40-64.
  3. https://www.nakedcapitalism.com/the-economy-finally-doomed-erdogan-in-major-defeat-in-turkish-local-elections-what-comes (3 April 2024).
(T24)



7 Mayıs 2024 Salı

KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI (7 Mayıs 2024)

İsrail, 1.5 milyon kişinin sığındığı Refah’ta 50’den fazla yeri havadan bombaladı (T24)

İsrail Ordu Sözcüsü Daniel Hagari, Gazze Şeridi’ndeki saldırılardan kaçan yaklaşık 1.5 milyon kişinin sığındığı güneydeki Refah kentinde 50’den fazla yere hava saldırısı düzenlediklerini açıkladı.(https://t24.com.tr/haber/israil-1-5-milyon-kisinin-sigindigi-refah-ta-50-den-fazla-yeri-havadan-bombaladi,1163677)

4 öğretmen 'taciz var' dedi, Milli Eğitim ve savcılık inanmadı: Kaşıntı ve refleks (Ferhat Yaşar-duvaR)

4 öğretmen lise müdürü Necati A.'yı tacizde bulunduğu gerekçesiyle şikayet etti. Bakanlık işlem yapmadı. Savcılık ise cinsel organını düzeltmenin 'kaşıntı ve refleks olduğu' kanaatine vardı.(https://www.gazeteduvar.com.tr/4-ogretmen-taciz-var-dedi-milli-egitim-ve-savcilik-inanmadi-kasinti-ve-refleks-haber-1689302)

Suç makinesini okula güvenlik yapmışlar (İsmail Arı-Birgün)
Tam 12 ayrı suç kaydı olmasına rağmen Avcılar’daki bir lisede özel güvenlik olarak çalıştırılan Hakan Kabak’a “çocuğa karşı cinsel taciz” davası açıldı. 5 çocuğun istismara maruz bırakıldığı, bir çocuğun kelepçelendiği belirtildi.(https://www.birgun.net/haber/suc-makinesini-okula-guvenlik-yapmislar-527150)

Oğlu Borsa İstanbul'da, gelini Takas Bank'ta sınavsız işe alındı (Veli Toprak-Sözcü)
CHP'li Cevdet Akay, Ziraat Bankası Genel Müdürü Alparslan Çakar’ın oğlu ve gelininin sınavsız olarak kamuda işe alındığını açıkladı. Akay, Çakar’ın oğlu Furkan Çakar’ın Borsa İstanbul’da, gelini Hilkat Aydın Çakar’ın da kayınbabasının yöneticilik yaptığı Takas Bank’ta sınavsız işe girdiğini belirtti. Akay'ın çarpıcı iddiaları bununla da sınırlı değil...(https://www.sozcu.com.tr/oglu-borsa-istanbul-da-gelini-takas-bankt-a-sinavsiz-ise-alindi-p44556)

Mahkeme karar verdi: Hülya Koçyiğit'in damadı Ender Alkoçlar'ın şirketi iflas etti (Birgün)
Sanatçı Hülya Koçyiğit'in damadı Ender Alkoçlar’a ait Alkoçlar Otelcilik A.Ş.'nin konkordato talebi geri çevrildi. Mahkeme, 4 Nisan’da şirketin iflasına karar verdi.  Sanatçı Hülya Koçyiğit'in damadı Ender Alkoçlar’a ait Alkoçlar Otelcilik A.Ş. iflas etti ve oteller birer birer kapatıldı. Temeli 75 yıl kadar önce atılan Alkoçlar Otelcilik'in Bursa Uludağ, Bodrum ve Antalya’da otelleri bulunuyordu.(https://www.birgun.net/haber/mahkeme-karar-verdi-hulya-kocyigit-in-damadi-ender-alkoclar-in-sirketi-iflas-etti-527006)

Namlunun ucundayız - Timur Soykan / Birgün

 

Sinan Ateş iddianamesi, önemli failleri karanlıkta bıraksa bile devletteki ortakları gözler önüne seriyor. Cinayetin her aşamasında devletin kapalı sistemlerindeki bilgiler kullanılıyor. Ateş’in cep telefonu sinyal bilgilerini, adres ve plaka kayıtlarını, uçuş bilgilerini devletin içindeki ortakları örgüte iletiliyor. Bu bilgiler güvende değilse hiçbirimiz güvende değiliz.

Eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı ve Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Sinan Ateş, 30 Aralık 2022’de Ankara’nın göbeği Çukurambar’da öldürüldü. Siyasi cinayeti ne Cumhurbaşkanı Erdoğan ne de MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli kınadı. Defalarca soruşturmayı yürüten savcılar değiştirildi, siyasi müdahaleler gündeme geldi. Türkiye’de iktidarın talimatıyla işleyen yargı, iddianameyi yazmak için 2023 genel seçimlerinin ve 2024 yerel seçimlerinin tamamlanmasını bekledi. Kamuoyuna yansıyan delillerin sansürlendiği, cinayet nedeninin yazılmadığı iddianamede bile onlarca skandal var.

16 SUÇTAN ARANIYORDU AMA…

Sinan Ateş’i öldürme görevi verilen İstanbul Maltepe merkezli çetenin mensupları, firari olmalarına karşın yakalanmıyor. Adeta cinayet için elde tutuluyorlar. Torbacı çetenin lideri ‘Dodo’ lakaplı Doğukan Çep, 11 yıl önce Maltepe Gülsuyu’nda uyuşturucu çetelerine karşı yürüyüş yapan gençlere ateş açmış, Hasan Ferit Gedik’i öldürmüştü. İki yıl bile hapis yatmadı. 2018 yılında 35 yıl hüküm giydi. Sinan Ateş cinayeti nedeniyle yakalandıktan sonra polis ona şu soruyu sordu:  “Epey uzun bir zamandır 16 ayrı suçtan aranıyorsunuz, bu süre zarfında neler yaptınız, nerelere gittiniz?”

Yani Doğukan Çep, 16 suçtan aranmasına karşın İstanbul’da elini kolunu sallayarak gezmiş. Doğukan Çep bu soruya verdiği yanıtta “Firar olduğum zamanda hep İstanbul’daydım, üzerimde kimliğim hiç olmadı, herhangi bir düzenim de olmadı. Çekmeköy’deki polislerin bastığı ikametimde kalıyordum” dedi. Ayrıca Alemdağ’da bir sitede kaldığı da belirlendi. 1877 Alemdağspor Kulübü’nün binasında vakit geçiriyordu. Hatta Kocaeli’ndeki bir otele para tahsilatı için silahlı bir baskın düzenleyip ateş açmıştı.

                                                         Doğukan Çep suikasttaki en kilit isimlerden. 

POLİS KONTROLÜNDE BIRAKILDILAR

Doğukan Çep’ten talimat alan ve Sinan Ateş’i öldüren tetikçi Eray Özyağcı ise farklı suçlardan hükümlüydü, 3 yıldır firariydi. Doğukan Çep ile birlikte mekânlarda cirit atıyorlardı. Otel baskınında o da vardı.

Sürekli onları taşıyan ve Alemdağ’daki bir durağa bağlı olan iki taksicinin iddianamedeki ifadeleri dikkat çekti.

Sinan Ateş cinayetine yardım suçundan yargılanan taksici Caner Günay şöyle dedi:

“Eray ve Doğukan ile 3 ay önce İstanbul Sancaktepe Sarıgazi Mahallesi’nde polis ekiplerinin uygulama noktasına girdik. Şahıslar, T.C. kimlik numaralarını söylediler ama bir şey olmadı. Doğukan ile yaklaşık 5-6 ay kadar önce Kartal Köprüsü’nde aynı durum yaşandı. Herhangi bir gözaltı işlemi yapılmadı. Yine davanın sanığı olan diğer taksici Umut Ersoy da “İstanbul’da Bostancı Köprüsü, Ataşehir, şu an hatırlayamadığım birkaç yerde polis uygulamalarına girdik. Burada ben de Doğukan da kimliklerimizi verdik. Herhangi bir olumsuzluk olmadı, yollarımıza devam ettik.”

                                                    Tetikçi Eray Özyağcı, talimatı Doğukan Çep’ten aldı. 

CİNAYET BÜRO AMİRİ SKANDALI

Sinan Ateş cinayeti organizasyonunun devlet içindeki bağlantıları ürkütücü. İddianamede cinayetin azmettiricisi olarak suçlanan ama Ülkü Ocakları’ndaki yöneticilik faaliyetleri özenle gizlenen Tolgahan Demirbaş, Emniyet’in kapalı sistemindeki bilgileri polislerden almış. Hatta Sinan Ateş cinayetini soruşturan Ankara Cinayet Büro Amiri Mustafa Aykal ile cinayetten aylar önce Facetime üzerinden defalarca görüşmüş. Cinayetten bir gün önce Tolgahan Demirbaş ile Mustafa Aykal, Facetime üzerinden 5 görüşme yapmış. Tolgahan Demirbaş’ın telefonunda sildiği ama özel bir programla geri getirilen mesajlara göre; Tolgahan Demirbaş, Cinayet Büro Amiri Mustafa Aykal’a Sinan Ateş’in cep telefon numarasını sorgulatmış. 10 Mart 2022’de cinayetten 8 ay önce yapılan yazışmalar şöyle:

Tolgahan Demirbaş: Amirim bizim GB istedi de. 0505 529 xxxx numarası bu adres lazım bize. Sana zahmet olmazsa”

Mustafa Aykal: Bakalım reis.

Mustafa Aykal: Reis önceki GB’ye (Genel Başkan’a) çıkıyor bu numara.”

Tolgahan Demirbaş: Aynen, reis, onun ipini çekmişler.

Mustafa Aykal: Birazdan arıyorum reis.

Tolgahan Demirbaş, bu adresi Sinan Ateş’in evinin karşısına pankart asmak için istediğini savunuyor. Ama mesajda çok açık şekilde ‘Onun ipini çekmişler’ yazmış.

KENDİ SUÇUNU GİZLEMİŞ

Diğer mesajlarda ise iddianamede Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısı olduğu gizlenen Emre Yüksel, Tolgahan Demirbaş’a Sinan Ateş’in avukatı Ali Yücel’in araç plakasını gönderiyor. Bu aracın bilgilerini istiyor. Tolgahan Demirbaş da yine Cinayet Büro Amiri Mustafa Aykal’dan bilgileri alıyor. O anda Avukat Ali Yücel’in otomobilinin nerede olduğuna dair konum bilgilerini Emre Yüksel’e iletiyor.

Bunlar gerçekten akıl almaz skandallar.

Sinan Ateş cinayetini soruşturan Cinayet Büro Amiri, cinayet organizasyonunda yer almış. Yani aylarca bu soruşturmayı yürütürken failler arasında kendisinin olduğunu gizlemiş. Tolgahan Demirbaş’ın silinen mesajları geri getirilince bu gerçek ortaya çıktı.

ESKİ MİT’Çİ KONUM VERİYOR

Skandallar bitmiyor, devlet içindeki karanlık yapılanma faaliyetlerine devam ediyor. Tolgahan Demirbaş, Mart 2022’de eskiden MİT’te memur olarak çalışan Çağlar Zorlu’dan Sinan Ateş’in anlık sinyal bilgilerini istiyor. Zorlu, konum bilgisini Demirbaş’a gönderiyor.

Demirbaş, 2 Nisan 2022’de tekrar Zorlu’ya mesaj gönderiyor ve “Aynı talebi yenileme ihtimalimiz var mı’’ diye soruyor. Çağlar Zorlu mesajların devamında “İstanbul’da bulamadılar mı?” yazıyor. Tolgahan Demirbaş, “Olumsuz abi, yer uygun değildi” diye yanıt veriyor. Çağlar Zorlu ertesi gün Sinan Ateş’in Kırşehir’de bulunduğu adresin bilgisini mesajla gönderiyor. Çağlar Zorlu, bu konum bilgilerinin doğru olmadığı, başından savmak için Tolgahan Demirbaş’a gönderdiğini öne sürdü.

Sinan Ateş’in uzun süre çok sıkı ve devlet olanaklarıyla takip edildiği anlaşılıyor. Cinayet şebekesi, uçuş bilgilerine de kolayca ulaşıyor. Tolgahan Demirbaş, 14 Mart 2022’de Sinan Ateş’in uçuş bilgilerini Esenboğa Havalimanı’nda çalışan Gürsel Horat’tan istiyor. Yine iddianamede gizleniyor ama Gürsel Horat, eski Ankara Çubuk Ülkü Ocakları Başkanı. Gürsel Horat, Tolgahan Demirbaş’a, Sinan Ateş’in uçuş kaydını gösteren bilgisayar ekranından çekilmiş fotoğrafı yolluyor. Mesajlar devam ediyor:

Gürsel Horat: Başkanım siz daha iyi bilirsiniz Sinan silahla geliyordu limana. Haluk’un oradan geçebilir.

Tolgahan Demirbaş: Doğrudur reis. Bence de öyle olacak. Ona göre yapacağız planı.

ADRES VE TELEFONUNU SORGULATTILAR

Devletin kapalı veri sistemlerinden bilgileri alan sadece Demirbaş değil. Demirbaş, Ankara Ülkü Ocakları Başkan Yardımcısı (İddianamede bu da yazmıyor) Suat Yılmazzobu’ya Sinan Ateş’in eşi Ayşe Ateş’e ait kimlik bilgilerini gönderdi.  Adres, telefon bilgilerinin sorgulatılmasını istedi. Suat Yılmazzobu, 8 Nisan 2022’de Sinan Ateş’in ailesi ile yaşadığı Ankara’daki adresi ve telefon bilgilerini sorgulatarak Tolgahan Demirbaş’a gönderdi.

Aynı gün Burak Kılıç, Ayşe Ateş’in yaşadığı binanın fotoğraflarını çekerek Demirbaş’a gönderdi. Burak Kılıç, Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısıydı, yine iddianamede yazılmadı. Ayrıca MHP yönetiminde olan Etimesgut Belediyesi’nde çalışıyor görünüyordu.

27 Aralık 2022 günü İstanbul Özel Harekât Şube Müdürlüğü’nde görev yapan polisler Aşkın Mert Gelenbey ile Murat Can Çolak, Doğukan Çep ve tetikçi Eray Özyağcı ile İstanbul Ataşehir’deki bir otoparkta buluştu. İki özel harekât polisi, hakkında yakalama kararı olan tetikçiyi ‘61 OF XXXX’ plakalı siyah minibüs ile İstanbul’dan Ankara’ya götürdü. Uygulama yapan polisler, Ankara’nın girişinde minibüsü durdurdu. Ancak minibüsü kullanan Aşkın Mert Gelenbey polis kimliğini gösterdi. Böylece katil yoluna devam etti.

TÜM BİLGİLERİ KATİLLERDEYDİ

Sinan Ateş, 30 Aralık 2020 günü Ankara Çukurambar’da öldürüldü. Doğukan Çep’in Ankara’ya gönderdiği Suat Kurt, 5 gündür keşif yapıyordu. Adres, telefon ve plaka bilgilerini Doğukan Çep’ten almıştı. Sinan Ateş’i yanında iki kişiyle cuma namazına giderken görmüş ve Doğukan Çep’e bildirmişti. Bu sırada tetikçi Eray Özyağcı’yı motosikletle Vedat Balkaya getirdi. Eray Özyağcı pusuya yatmıştı. Suat Kurt, Sinan Ateş ile Selman Bozkurt ve Ahmet Keçik’in cuma namazından döndüğünü gördü ve Doğukan Çep’e söyledi. Eray Özyağcı, bir panelvanın arkasından çıkarak Sinan Ateş ve yanındakilere kurşun yağdırdı. Otopsi raporuna göre; Sinan Ateş’e isabet eden beş kurşundan dördü öldürücüydü. Selman Bozkurt da sırtından vuruldu.

Tetikçi Eray Özyağcı, Vedat Balkaya’nın onu kaçırmak için beklediği motosiklete atladı, kayıplara karıştılar. Tolgahan Demirbaş, tetikçiyle bulaşacağı yerin konumunu Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısı Emre Yüksel’e gönderdi. Bu konum daha sonra tetikçi Eray Özyağcı’ya geldi. Tolgahan Demirbaş’ın Konya yolundaki bir akaryakıt istasyonunda tetikçi Eray Özyağcı’yı otomobiline alarak kaçırdığı güvenlik kameralarına yansıdı. Tetikçinin kaskını atarak arabasına bindiği anın kamera kayıtları vardı. İfadesinde bu söylenince “Kamera kayıtlarını kabul etmiyorum” dedi. Önce Gölbaşı tarafında bir yere tetikçiyi bıraktı. İddianameye göre; Emre Yüksel ve Tolgahan Demirbaş, akşam siyah bir otomobil ile tetikçiyi alıp İstanbul’a götürdü.

İŞLEDİKLERİ CİNAYETİN BİLGİLERİ GELDİ

Tolgahan Demirbaş, cinayetten sonra da devlet sistemindeki bilgileri aldığı kişilerle konuştu. Sinan Ateş cinayetini soruşturmaya başlayan Ankara Cinayet Büro Amiri Mustafa Aykal ve Çağlar Zorlu ile telefon konuşmaları tespit edildi.

Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde komiser olan Talha Atalay ise Sinan Ateş cinayetine ait bilgi notunu Tolgahan Demirbaş’a gönderdi. Yani cinayetin azmettiricisine cinayet ile ilgili soruşturma bilgileri sızıyordu.

T24’ten Asuman Aranca daha önce Tolgahan Demirbaş’ın geri getirilen mesajlarıyla ilgili bilirkişi raporuna ulaşmış ve haberleştirmişti. Bilirkişi raporunda Tolgahan Demirbaş’ın, eski MİT memuru Çağlar Zorlu’dan aldığı Sinan Ateş’in konum bilgilerini Ülkü Ocakları Genel Başkanı Ahmet Yiğit Yıldırım’a göndermiş ve şunları yazmıştı:

“Araştırmalarım devam ediyor efendim. Az önce böyle bilgi aldım, arz ederim.”

Ancak bu bilgi iddianamede yer almadı.

Sinan Ateş cinayetinde devletin kapalı veri sistemi kullanıldı. Bu sistemde hepimizin adres, plaka, telefon bilgisi var. Bu sistemde telefonlarımızın verdiği sinyalle anlık olarak yerimiz tespit edilebiliyor, plaka tanıma sisteminden araçlarımız takip edilebiliyor. Bu bilgiler güvende değilse hiçbirimiz güvende değiliz. Sinan Ateş cinayeti gösteriyor ki; hepimiz namlunun ucundayız.

CİNAYET ANI ANLATILDI

İddianame, Sinan Ateş cinayetinin güvenlik kameralarınca anbean kaydedildiğini ortaya koydu.

İlk güvenlik kamerası kaydında Sinan Ateş, Selman Bozkurt ve Ahmet Keçik’in Çukurambar’da ofise doğru yürüdüğü görülüyor. Bu sırada Erzincan Mandırası’na ait iki araç arasında gizlenen tetikçi, belindeki silahı eline alarak karşılarına çıkıyor. Tetikçi, Sinan Ateş’e yakın mesafeden ateş açıyor ve Sinan Ateş yere düşüyor. Bu sırada Selman Bozkurt, Erzincan Mandırası isimli işyerine doğru, Ahmet Keçik ise park halindeki araçların arkasına kaçıyor. Tetikçi Eray Özyağcı, Ahmet Keçik’e doğru ateş ediyor. Eray Özyağcı kaçmaya başlayınca Ahmet Keçik, yerde yatan Sinan Ateş’in yanına gelerek onun tabancasını alıyor ve küçük servis aracını siper alarak Eray Özyağcı’ya doğru ateş ediyor. Kendisi de sırtından vurulan Selman Bozkurt, Sinan Ateş’in yanına gelerek yardım etmeye çalışıyor. Saat 13.42’de ise ambulans olay yerine geliyor.

BU İDDİANAME OYALAMA TAKTİKLERİNDEN İBARET

Sinan Ateş iddianamesi, devlet eliyle göz göre göre bir cinayetin örtbas edilmesinin belgesi olarak tarihte yerini alacak. İddianame özetle; topu taca atmak için yazılmış. Kamuoyuna da yansımış ‘önemli isimler’ hakkındaki soruşturmanın devam ettiği belirtilerek oyalama taktiğine gidilmiş.

Organize ve örgütlü bir yapının cinayeti işlediği bu iddianameden bile çok açık anlaşılırken örgüt suçlaması yok. Hatta sanıkların, MHP ve Ülkü Ocakları’nda yönetici olduğu gizlenmiş. Savcılığa sunulan bilirkişi raporunda Sinan Ateş’in konum bilgilerini aldığı belirlenen Ülkü Ocakları Genel Başkanı Ahmet Yiğit Yıldırım’ın adı iddianamede geçmiyor. Tolgahan Demirbaş’ın evinde yakalandığı eski MHP Mersin Milletvekili Olcay Kılavuz’un adı da iddianamede yok. Hatta Ayşe Ateş’in Ahmet Yiğit Yıldırım, eski MHP milletvekili Olcay Kılavuz ve diğer isimleri verdiği ifade bile sansürlendi.

Öyle bir iddianame ki; cinayetin hangi nedenle işlendiği bile yazılmamış, çünkü bu yazılırsa olay ‘önemli isimlere’ bağlanacak. Bu tarihi belge; Türkiye’de artık adalet sağlayacak yargının kalmadığını çok net ortaya koyuyor. Siyasi iktidarın talimatıyla masum insanları hapseden yargı, yine siyasi talimatla cinayeti karanlıkta bırakıyor. Artık herkes öldürülebilir ve kanı devlet tarafından yerde bırakılabilir. İktidarı elinde bulunduranlar bugün devletin gücüyle gerçeği baskıladıklarını düşünüyor ama bazı olaylar vardır, tarih önünde mahkum eder. Kendilerini muktedir zannedenler, gerçeği yok edemedikleriyle mutlaka yüzleşir. Sinan Ateş cinayeti de bugünün muktedirlerinin tarih boyunca unutulmayacak utançlarından biri olacak.

Timur Soykan / Birgün


soL KÖŞEBAŞI (7 Mayıs 2024)

İngiltere mültecileri İrlanda'ya karşı silah olarak kullanıyor (Çağdaş Gökbel)

Dublin ve Londra hattında patlak veren bu kriz iyi takip edilmeli. Bu krizin sonunda kuzey hattına fiziki bir sınır inşa edilir mi?

İngiltere, Manş Denizi'ni geçen mültecilerle ilgili aldığı kararları 10 hafta içinde uygulamaya hazırlanıyor. Hatta sığınmacılık başvurusu kabul edilmeyen bir mülteci "gönüllü" olarak Ruanda'ya gönderildi. Böylece Ruanda planı fiilen de işlemeye başladı.1 Rishi Sunak'ın liderliğini üstlendiği Tory faşizmi, İngiliz yasalarını hiçe sayarak ya da mecliste yeniden şekil vererek "insan hakları" denen temel burjuva ilkesinin, elbette 1951 yılında sağlanan uluslarası hukuki konsensusun üzerini çizdi. Muhafazakar Parti'nin içinde zaten Cenevre Sözleşmesinin artık işlevsel olmadığını söyleyen pek çok isim vardı. Ruanda kararı bir domino etkisi yapmaya hazırlanıyor. Tory liderleri vurdukları fiskenin etkisini test etmeye hazırlanıyor. Taşlar, Avrupa eksenine doğru yıkılacak. Elbette ilk etkiyi İrlanda adası yaşıyor ve İngiltere'deki sarsıntılar Dublin siyasetini zorluyor.

İngiltere, uluslarası hukuku helvadan bir puta dönüştürürken, yüzlerce yıllık komşusu ile uzlaşmayı ve büyük bir hassasiyet içeren bu ilişkileri de hiçe sayıyor. Elbette İngiltere'nin ilk şımarık tavırları değil bu. İngiltere, İsrail'in soykırım suçu işleyebilmesi için gizli anlaşmalar organize ediyor, açıktan ise Dışişleri Bakanı David Cameron aracılığıyla "askeri-ticari ilişkilerin askıya alınmak bir yana katlanarak arttıracağını" söylüyor.2 Demek ki İngiliz emperyalizmi "gemi azıya almış" durumda.

Dublin, İngiltere'deki siyasi merkezin giderek daha fazla uzlaşmaz olduğunu özellikle Brexit sürecinden sonra daha fazla deneyimledi. Dublin siyasetinin merkezinde yer alan isimler, kendisini eski Roma İmparatoru Augustus sanan Boris Johnson ile uğraşmak zorunda kaldı. Bu yazıyı Dublin ve Londra arasındaki mülteci krizi (Manş Kanalı ve Kuzey İrlanda) başladığı gün kaleme almak istemedim. Yani tarafların söylediklerini papağan gibi yineleyip, Türkçe'ye çevirmenin gazetecilik anlamında bir değerinin olmadığı açık. Öyleyse bazı sorular sormamız gerekiyor.

  • İrlanda Adalet Bakanı  Helen McEntee, ülkede nefret ve huzursuzluk dalgası hızla yükselirken, nefret dalgasını yükseltenlerin temel argümanlarından biri olan göçmenlerin Kuzey İrlanda'yı geçiş noktası olarak kullandığı tezini doğrulayan ve bu güne kadar saklanan istatistikleri neden bir anda açıkladı? Açıklamaya göre, sığınmacıların yüzde 90'nı Kuzey İrlanda'dan geçiyor.3 Bahsedilen oranın bu derece yüksek olması gerçeğe yakın görünmüyor. Gerçeklikten bu derece sapma, siyasi bazı manevralara işaret ediyor olabilir. Evet, özellikle Ruanda planından sonra ve hatta daha öncesinde İngiltere tarafından sınırdışı edilmekle tehdit edilen mültecilerin Kuzey İrlanda sınırını kullanarak Cumhuriyet'e geçtiği bir gerçek, ancak oranlar tartışmalı. Bu konuda ilk itiraz İrlanda Mülteci Konseyi (Irish Refugee Council)'nden geldi ve gerçek rakamların kamuoyuna duyurulması talep edildi.
  • Adalet Bakanlığı kaynaklarından yapılan açıklamaların ardından kameralar karşısına geçen Başbabakan (Taoiseach) Simon Harris, neden İngiltereyi ima ederek göç alanında yaratılan boşluğu İrlanda'nın doldurmayacağını söyledi?4 Bu açıklama oldukça sorunlu bir açıklama, çünkü Ukrayna-Rusya savaşı başladığında ve Ukraynalı mülteciler Avrupa'ya akın ettiğinde İngiltere cephesi, İrlanda Adalet Bakanlığını sıkıştırarak İrlanda'dan İngiltere'ye mülteci geçişinin olmaması gerektiğini telkin etmişti. Ve İrlanda başarılı bir şekilde kapasitesinin çok üzerinde Ukraynalı mülteciyi ülkede tuttu. Ne oldu da şimdi İrlanda, İngiltere'ye başkaldırdı?

Cevaplara geçmeden önce şunu not edelim. Recep Tayyip Erdoğan, "sınırları açar mültecileri gönderirim" dediğinde herkes haklı olarak isyan etmiş ve insanların siyasi bir koz olarak kullanılmasına ses yükseltmişti. Şimdi, benzer bir hamleyi hem de daha vahşi bir biçimde Rishi Sunak yapıyor ve görünen o ki Sunak'ın demokratlığına bir zeval gelmeyecek. İnsan bedenlerinin satranç tahtasına koz (piyon) olarak sürüldüğü aşağılık bir zamandan geçiyoruz. Tozu dumanı bir kenara bırakırsak İngiltere ve İrlanda arasındaki bu sürtüşmenin temel gerekçesi nedir? İlki bir sınıf çatışması. AB cephesini temsil eden İrlanda, İngiltere'deki Brexit yanlısı sınıfsal güçlerle kavga ediyor. Ayrıca İngiltere'deki milliyetçi, ırkçı (beyaz üstünlüğü ve Hristiyanlık) gruplar tarafından İrlanda iç siyasetine tüm yönlerden müdahale ediliyor. Bu müdahalenin kaynağında dünyanın başındaki iki büyük bela var: ABD ve İngiltere. NATO doktrini gereği kamçlılanan, beyaz üstünlüğüne inanan (Avrupa merkezci) ırkçı güçler, İrlanda'nın NATO'ya sürüklenmesi ve İrlanda toplumunun dünyadaki emperyalist (kolonyalist) politikalara olan doğal tepkisini ehlileştirmek için kamuoyuna sınırsız bir ırkçılık zehri zerk ediyor. Elon Musk denen şımarık milyarderin satın aldığı ve adını X yaptığı platform, bu nefret operasyonunun koç başı gibi görünüyor. SKY News yaptığı bir araştırmada, İrlanda hakkında yazılan "twitter-"' mesajlarının kaynağını araştırması ve paylaştığı istatistikler neredeyse şüpheye yer bırakmıyor. Elbette ırkçılar hemen İrlanda nüfusunu ve istatistiklerdeki ölçeklendirme yanlışına işaret ederek, bu verileri itibarsız kılmak için çalışma başlatmakta gecikmedi. Ancak İrlanda da yaşayan ve İrlandalılarla konuşan biri şu gerçeği İrlandalıların ağızlarından defalarca duymuştur: Nefret içeren politikaların kaynağında ABD'ye göç etmiş olan İrlandalılar olduğu yadsınamaz. ABD'nin merkezi ideolojisinin göç toplumu üzerindeki etkisini görmek bakımından da ibretlik bir veri ya da örnek olabilir bu.

"İrlanda dolu" etiketiyle yapılan paylaşımların ülkeler arasındaki oransal dağılımı. Buradaki rakamlarda gösteriyor ki bu etiketle yapılan paylaşımların çoğu ABD'den yapılmış. Dağılım ise şöyle: ABD yüzde 54, İrlanda yüzde 28 ve İngiltere yüzde 8,1'How international social media users are stoking Ireland's migration debate' https://news.sky.com/story/how-international-social-media-users-are-sto… Erişim Tarihi: 05/05/2023

Dublin'deki hakim siyasi partiler bu yüzden dengede durmakta zorlanıyor; ancak Londra'nın güç budalalığından unuttuğu şey Dublin'in ekonomik ve siyasal gücü. İngiliz milliyetçiliği hâlâ 1921 yılı İrlandası ile karşı karşıya olduğunu sanıyor. Geçmişte bu köşede belirttiğimiz önemli noktalardan birine bir kez daha işaret edelim, eğer Dublin merkez siyaseti düşüşe geçerse tek başına düşmez ve yanında Londra'daki hükümetleri de götürür.

İngiltere ve İrlanda arasında yaşanan mülteci krizi ki İrlanda Adalet Bakanı Helen McEntee, İrlanda'ya geçen mültecilerin tekrar İngiltere'ye gönderilmesi meselesini konuşmak için İngiltere İçişleri Bakanı James Cleverly ile görüşmek istedi. Ancak Cleverly, programını bahane ederek görüşmeyi hızla geri çevirdi. Ardından Rishi Sunak, İrlanda'nın geri göndereceği mültecilerle ilgilenmediğini, ülkenin AB'den çıktığını ve Dublin konvansiyonu ile artık bir işlerinin kalmadığını hatırlattı. İngiliz faşist siyaseti, güç şımarıklığı ile üst üste kibirli hamleler yaparken Dublin gerçekten İngiltere'ye karşı hiçbir şey yapamaz mı? Durum tam olarak öyle değil. İlk hamle Adalet Bakanı Helen McEntee'den geldi ve İrlanda yüksek mahkemesinin Ruanda kararı sonrası İngiltere'yi güvenli olmayan ülke statüsüne alan kararını aşabilmek için bir yasa tasarısı hazırlamaya başladı ve hızla meclise sunacak. Bu tasarı Ruanda kararını gerekçe göstererek İrlanda'ya geçen mültecileri İngiltere'ye geri gönderilmelerini sağlayacak.

İngiltere'nin mültecileri silah/koz olarak kullanmasındaki gerekçeyi "The Spectator" yazarı Michael Murphy, özetliyor. İrlanda'nın kendi göç sorunları nedeniyle İngiltere'nin Ruanda planını sorumlu tutamayacağını söyleyen yazar, temel İngiliz siyaseti doktirinini ortaya koyuyor.6 İrlanda'daki ırkçı grupların aynı tezleri yineliyor olmasını da ayrıca not etmekte yarar var. İngiliz ve İrlanda milliyetçiliği arasındaki bağ asla gözden kaçırılmaması gereken önemli bir ayrıntı. Dublin'in kötü göç politikalarının sorumluluğunu Londra'ya yıkmaya çalıştığı iddia ediliyor. El insaf diyeceğim ama emperyalist kibirde insafı kim bulabilir? Neticede İngiliz kaynaklarını ve milliyetçilerin hezeyanlarını biraz karıştırınca ortaya esas sorun çıkıyor. Kuzey İrlanda'ya fiziki bir sınırın (hard border) inşası. Protestanların üstünlüğü kaybetmesi ve Kuzey'deki hükümeti Sinn Fein'in kurmasıyla birlikte derin bir krize giren Londra şeytanın aklına gelmeyecek planları işletmeye başlattı. Kuzey'e komandoların indirilmesi ve Kuzey'in İngiliz işgali altında olduğunu hatırlatıcı eylemler yapılması propaganda makinesinin işine gelmiyor. Oysa mülteciler bir silah olarak kullanılınca İrlandalı politikacılara "Kuzey'de fiziki bir sınır istemeyen sizsiniz, öyleyse ceremesine katlanın" denebiliyor. Kuzey İrlanda'nın, İrlanda adasının bir parçası olduğunu düşünürsek, Dublin'in böylesine trajik bir dönüşümü kabul etmesi 1921 yılında yaşanan trajediye benzer bir çöküş olur. Kısacası sınır inşası, İrlanda merkez siyasetinin intiharı olur. İngiltere'nin mülteciler dahil eldeki tüm kozları kullanmaya çalışması, Kuzey'in sessiz bir şekilde İrlanda'ya devredilmesi çabalarını baltalıyor. Amerika'nın sponsorluğunda sessizce ilerleyen nihai çözüm çabalarına Londra hükümetinin kolay kolay boyun eğmeyeceği görülüyor. Peki, büyük ortak Amerika'nın İngiltere'nin kışkırtmalarına bir cevap üretmesi mümkün mü? Giderek güç kaybeden ve müttefik sıkıntısı çeken ABD'nin böyle bir manevra yapması söz konusu değil gibi. Şunu özellikle not etmek gerekiyor ki Kuzey İrlanda'da fiziki bir sınırın inşa edilmesi sadece Dublin siyasetinin değil Washington siyasetinin de çökmesi anlamına gelir.

Tüm bu acı sınıf kavgalarının ön cephede ezilenleri ve yok edilenleri yer yüzünün lanetlileri olan mülteciler. Teşbihte hata olmaz, ülkeleri İngiliz emperyalizmi tarafından vahşice yıkılan insanlar bir pinpon topu gibi oradan oraya gönderilmeye çalışılıyor. Dublin ve Londra hattında patlak veren bu kriz iyi takip edilmeli. Bu krizin sonunda kuzey hattına fiziki bir sınır inşa edilir mi? Bu şimdilik imkansız görünüyor ama yaşadığımız bu kaos dünyasında hiçbir şeyin imkansız olmadığını akıldan çıkarmamak gerekiyor. Yine de bu hikâyenin sonunu güçlü İngiliz siyaseti yazacakmış gibi görünüyor. Tüm Avrupa'ya örnek olan Ruanda kararı, Dublin siyasetini kendi Ruanda'sını aramaya itebilir. Dublin demek, AB demek olduğuna göre genel olarak AB siyaseti mülteciler konusunda aradığı nihai çözümü Londra siyasetinin koridorlarında bulabilir.

                                                             /././

Kılıçdaroğlu cehaleti (Yiğit Günay)

O sosyal demokrat cehalet, Kılıçdaroğlu’nun gitmesiyle bitmedi. Dün Deniz Gezmişleri anıp, bugün Bahçeli’yle görüşmenin “büyük siyaset” olduğunu sananlar var.

Gördüğüm anda “kesin uyduruktur” dedim.

Meslek editörlük olunca, insan bir yazının hangi kısmının nasıl bir araştırmanın ürünü olduğunu, nelerin hakikaten üzerine kafa yorulmuş unsurlar, nelerin sırf hava atmak için araya sokuşturulmuş atıflar olduğunu daha kolay seziyor.

Ama, aslına bakılırsa, bu sezgide editörlük deneyiminden çok, yazıda imzası olan kişiyi tanımamın etkisi vardı.

Kemal Kılıçdaroğlu’nu yani.

Geçenlerde T24’te bir yazı yazdı. Orada okumadıysanız, pek derinlikli medyamız en önemli unsurunu süzerek yazıyı “Kılıçdaroğlu haram diye saraydaki kurabiyeleri yememiş” şeklinde haber yaptı, belki gözünüze çarpmıştır.

İşte o yazıda geçiyordu şu paragraf:

“Saray, monarşik ve otokratik yönetim biçiminde devlet sisteminin merkezidir. Saray sözcüğü hem hükümdarlık makamı ve kurumsal çevresini hem de mekânını içeren soyut ve somut anlamlar taşır.” Bu tanımlama Dr. Nesrin Taşer’in bilimsel bir makalesinde yer alıyor. (Türk Kültüründe Saray Kavramı ve Geleneksel Saray Mimarisinin Gelişimi)"

Suya tirit bir alıntı, hemen ardından “bakın ben makaleler, üstelik de bilimsel makaleler okuyup yazıyorum” böbürlenmesi…

Arama motoruna yazdım. Elbette, beklenen sonuç: Kılıçdaroğlu’nun belli ki pek bir sevinerek ve övünerek yazısına aldığı kısım, makalenin bile değil, makalenin özetinin ilk iki cümlesi.

Zaten Kılıçdaroğlu’nun (veya onun imzasıyla yazıyı yazan danışmanın) makaleyi okumuş olması tuhaf olurdu, zira makale, tamamen teknik bir sanat tarihi makalesi. Üstelik, başlığını da yanlış yazmışlar, makale Osmanlı öncesi saray mimarisi üzerine… Dileyen makaleye şuradan erişebilir: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2713766

Diyeceksiniz ki, “amaaan, niye bu kadar üzerinde durdun bunun?”

Çünkü Türkiye’deki sosyal demokrasinin Mariana Çukuru’ndan derin cehaletini kavramak, Türkiye’nin çıkışını kavramanın gerek şartı.

Komünistleri “gerçekçi olmamakla” suçlayanlar, yıllarca ancak bu sosyal demokrat cehaletin ülkeyi yönetebileceğini sayıkladılar.

Oysa biz onlara hatırlatmalıyız. Devlet yönetmek, ciddi iştir.

Cehalet, yazdığı yazıya uyduruk atıflar ekleyip çocukça bilgili görünme çırpınışlarından ibaret değildir.

Aynı yazının devamında şöyle diyor Kılıçdaroğlu: “Ben, rahmetli Demirel, rahmetli Erbakan, rahmetli Ecevit gibi demokrasiyi içselleştirmiş bir siyasi rakiple değil, yargısıyla, askeriyesiyle, istihbaratıyla ‘BAAS’ partisi benzeri, devletleşmiş bir yapıyla mücadele ettim.”

Düzen muhalefetinin devrik lideri, AKP’ye baktığında kapitalizm ve sermaye egemenliği değil, “saray” ve “BAAS partisi” görmektedir.

BAAS, malum, Suriye’de iktidar olan partidir.

Kılıçdaroğlu 2010’da CHP’nin başına geçti. 2011’de “Arap Baharı” başladı, Türkiye hızla Suriye’ye gayriresmi savaş ilan etti. 2014’te ortaya çıkan ses kaydını hatırlayalım: İddiaya göre Hakan Fidan, “Gerekirse Suriye'ye dört adam gönderirim. Türkiye'ye 8 füze attırıp savaş gerekçesi üretirim, Süleyman Şah Türbesi’ne de saldırtırız” diyordu. Toplantıda, Kılıçdaroğlu’nun sevgili müttefiki Ahmet Davutoğlu da bulunuyordu.

Demek Erdoğan değil Kılıçdaroğlu’na kalsa, daha bir şevkle saldıracaktı Suriye’ye…

Fakat, esas anlamamız gereken bu da değil. Dedik ya, devlet yönetmek, ciddi iştir. İktidarı istemek, iktidara hazırlanmak da öyledir, belki daha da ciddiyet ve titizlik gerektirir.

O yüzden anlamak ve anlatmak zorundayız.

BAAS partisi 1940’larda kuruldu. Kimi sosyalizan vurguları vardı, esas olarak Arapların birliğini hedefliyordu.

Özellikle Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra BAAS, hep Batı’yla yakınlaşmanın yollarını aradı. Baba Hafız Esad, 1991 Körfez Savaşı’nda Irak’a karşı ABD’den yana tavır aldı. 11 Eylül’ün ardından Suriye istihbaratı, CIA’yle bilgi paylaşıyordu. Saddam’a karşı başlatılan savaş, süreci sekteye uğrattı. ABD’yle doğrudan müzakere kapıları kapandı.

Devreye Türkiye girdi.

2000’ler, şimdilerde pek övülen “AKP’nin ilk yılları”ydı. Türkiye, bölgede batının taşeronluğuna soyunuyordu. En açık örnek, BAAS’la ilişkilerdi. Önce o dönemki Başbakan Erdoğan, sonra o dönemki Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer Şam’a gitti. Taşeronluk, ticaret ve siyaseti gerektiriyordu. Türkiye bir yandan ticaret hacmini hızla artırıyor, diğer yandan Suriye’yi “hür kapitalist batı dünyası”nın parçası olmaya çağırıyordu.

Aşağıda, bu durumun ticarete nasıl yansıdığını görebilirsiniz: Erdoğan-Sezer ziyaretlerinden sonra, 2011’deki savaşa kadar Türkiye’nin ihracatı fırladı.

Hatırlanacaktır, o dönem Beşar Esad, Erdoğan’ın dilinde “kardeşim Esad”dı. Birlikte ailecek tatile çıkılıyor, aralarından su sızmıyordu.

Cehalet, bu ilişkiyi, “işte BAAS partisi de AKP gibi otoriter, devletleşmiş bir parti” diye açıklar.

Gerçek, tam tersi… Kılıçdaroğlu ya bilmiyor ya hatırlamıyor ama, soL yazmıştı: O dönem AKP hükümeti, Esad’a “demokrasiye geçiş” tavsiyesinde bulunuyor, “Bakın, bizde yüzde 10 barajı var, gayet istikrarlı oluyor” diye Türkiye’deki sistemi ve çok partililiği övüyordu!

Baas partisi de liberalleşmeye çalışıyor, kendi burjuvazisine ve dış sermayeye alan açıyordu. Sonradan ayağına dolanan, tam da bu oldu.

Anlaşılmayan, şu: Türkiye’nin BAAS’la yakınlaşma taktiği, “Erdoğan’ın dehası”ndan kaynaklanmıyordu. 2000’lerin ortalarında Türkiye’nin sermaye sınıfı da, MİT de, ordunun bir kanadı da Türkiye’nin “doğuya yönelmesine” karar vermişti.

TESEV’deki iktidar kavgaları, o dönem genç Ali Koç’un doğucu vizyonuna düzülen övgüler…

Unutuldu, not aldık, tümünü baştan anlatacağız. Hazırlanıyoruz.

2000’li yılları anlamak, 2020’leri çözmenin anahtarı.

Türkiye, BAAS’çılarla yakınlaşıp ticareti artırırken, Suriye’ye müdahale kanallarını da artırıyordu. 2011’de fırsat çıkınca, kaynaklar Müslüman Kardeşler ve diğer cihatçı gruplara akıtıldı. “Kardeş”in devrilmesine geçildi. Sermaye sınıfı burada hem sınırları büyütme hem de Kürt sorununu çözme fırsatı gördü.

Sonuçta beceremediler.

Ama karşılarında Demirel’i, Erbakan’ı “demokrasiyi içselleştirmiş” diye sahiplenip, AKP’yi anca “BAAS gibi olmak”la eleştirecek tıynette bir muhalefet olduğundan, beceriksizliklerinin faturasını da ödemediler.

O sosyal demokrat cehalet, Kılıçdaroğlu’nun gitmesiyle bitmedi. Dün Deniz Gezmişleri anıp, bugün Bahçeli’yle görüşmenin “büyük siyaset” olduğunu sananlar var.

Hiçbir şey anlamadılar.

Türkiye’nin sermaye sınıfı, şimdi yeni bir oyun kuruyor.

Oyunu bozmanın ilk koşulu, oyunu anlamak.

O yüzden anlamak ve anlatmak zorundayız.

(soL)

6 Mayıs 2024 Pazartesi

Kısa Kısa Gündem Başlıkları (6 Mayıs 2024)

 

Rejimin normali bu (Birgün)
1 Mayıs’ta Taksim’e yürümek istediği için tutuklanan 38 kişinin ardından 12 kişi daha gözaltına alındı. Siyaset Bilimci Tosun, “Erdoğan’ın normalleşme dediği şey ülke için geçerli değil. Kendine bir alan arama hamlesi” dedi.(https://www.birgun.net/haber/rejimin-normali-bu-526922)

Eski Mossad müdürü itiraf etti: 'Katar üzerinden Hamas'ı finanse etmemiz bir hataydı' (soL)
Eski Mossad yöneticisi Cohen, çatışmaları önlemek için İsrail'in Hamas ve Gazze'yi finanse etmeye yönelik uzun süredir sürdürdüğü politikayı doğrularken, bu politikanın bir hata olduğunu söyledi.(https://haber.sol.org.tr/haber/eski-mossad-muduru-itiraf-etti-katar-uzerinden-hamasi-finanse-etmemiz-bir-hataydi-393236)

Torpil üniversitesi (Berkay SAĞOL-Birgün)
Sık sık torpil ve özel kadro ilanlarıyla gündeme gelen Gaziantep Üniversitesi’nde bir torpil daha yapıldığı iddia edildi. Göç Enstitüsü kadrosunda şaibe gündeme geldi.(https://www.birgun.net/haber/torpil-universitesi-526912)

MHP'li vekile uzanan sahte diploma soruşturması devam ediyor: TRT temsilcisi tutuklandı (soL)
MHP'li Uysal'ın eşi tarafından kurulan KTSÜ'ye yönelik "sahte diploma" soruşturması devam ediyor. TRT Kıbrıs Temsilcisi ve dönemin üniversitenin mütevelli heyeti üyesi olan Karahasan tutuklandı.Gazeteci Sefa Karahasan, bugün 12.00 sıralarında polise giderek ifade verdi. Telefonuna ve dijital materyallerine el konulan Karahasan, ifadesinin ardından tutuklandı. Karahasan’ın yarın sabah mahkemeye çıkarılması bekleniyor. Elde edilen bilgilere göre TRT Kıbrıs Temsilcisi olan Karahasan’ın "evrakta sahtecilik" nedeniyle kurumla ilişkisinin kesilmesi için 18 Nisan’da merkeze yazı yazıldı. Karahasan’ın serbest bırakılması için üst düzey Türkiye Cumhuriyeti yetkililerin ise devreye girdiği iddia edildi. Karahasan, Türkiye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay döneminde TRT temsilciliğine getirilmişti.(https://haber.sol.org.tr/haber/mhpli-vekile-uzanan-sahte-diploma-sorusturmasi-devam-ediyor-trt-temsilcisi-tutuklandi-393230)

Tasarruf için ‘havaya’ da bakın (Mustafa Bildircin-Birgün)
Kamuda tasarruf algısı oluşturulurken, Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’nün kiralık taşıtlar için ödediği para 10 milyon TL’yi, “Sınıflandırmaya girmeyen hizmet alımı” kaleminden yaptığı harcama ise 39 milyon TL’yi aşıyor.(https://www.birgun.net/haber/tasarruf-icin-havaya-da-bakin-526918)

Seranın termal suyunu kömür yakarak ısıtmışlar (Birgün)
AKP’den Yeniden Refah Partisi’ne (YRP) geçen Erzurum Aziziye Belediyesi’nin yeni başkanı Emrullah Akpunar, önceki dönem domates üretimi için kurulan seranın termal suyunun kömürle ısıtıldığını tespit ettiklerini açıkladı. Akpunar, "Günde 3 ton kömür yakmışlar. Bu bir akıl tutulması. Sera milyonlarca lira zarar etmiş" dedi. Akpunar, belediyenin borcunun da 508 milyon 886 bin TL olduğunu belirtti.(https://www.birgun.net/haber/seranin-termal-suyunu-komur-yakarak-isitmislar-527018)

Kayıp bir kuşağın hikâyesi 'Mübadele' (I+II+III+IV) - Fulya Canşen / T24

 (I)  "Mustafa Kemal çağırdı, geldik"

30 Ocak 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması'na ek olarak imzalanan bir sözleşme ile Ege’nin birbirine kardeş sanılan iki yakası büyük çaplı bir nüfus değiş tokuşuna şahitlik etti. On dokuz maddeden oluşan sözleşme gereği, 1 Mayıs 1923 tarihi itibarıyla Türkiye topraklarındaki Rum/Ortodoks nüfus ile Yunanistan topraklarındaki Türk/Müslüman nüfus arasındaki bu uygulama Birleşmiş Milletler’in şemsiyesi altında şarta bağlanarak yapıldı. Sözleşme 1923 yılında imzalandı ama kitleler halinde göç 1924 yılında gerçekleşti. Buna değiş tokuş yani mübadele demek olayı görece hafifletiyor. Aslında Ege’nin iki yakası göçe zorlandı. Mübadele, istemeden, beklemeden, sorulmadan, bazılarının birden başına gelmiş bir zorunlu göç hikâyesi. Türkiye’ye gelenler yıllarca sustular, en sık kurdukları cümle “Mustafa Kemal çağırdı, geldik” oldu. (https://youtu.be/phE3763J3bw)

(II) "Rumca bilmeseler de Yunanistan'a gönderildiler"

1923 yılının Kasım ayında fiilen başlayan nüfus mübadelesi ile 1 milyon 200 binden fazla Ortodoks, Anadolu’dan Yunanistan’a, yarım milyona yakın Müslüman da Yunanistan’dan Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldı. Mübadelenin özünde aslında etnik köken değil, dine dayalı bir homojenleştirme isteği yatıyor. Zira mübadiller arasında hiç Türkçe bilmeyen Müslüman ya da hiç Rumca bilmeyen Ortodokslar da vardı. Mübadele tarihçiler için de adeta bir gayya kuyusu. Hangi tarafını çeksen diğer tarafı eksik kalıyor. Tek bir tarafı aydınlatanlar tarihin diğer yanını karanlıkta bırakıyorlar. Mübadeleye dair tarih yazımı uzun bir süre kendini devlet politikalarından bağımsız kılamıyor. Bu nedenle de tarihçi Prof. Dr. Elçin Macar"Tarih yanlış yazılıyor" diyor. (https://youtu.be/DJMGISoBG9U)

(III) "Yunanistan’da Müslüman, Türkiye’de gavur tohumu"

Mübadiller için 20’li ve 30’lu yıllar yollarda geçmiş desek yalan olmaz. Bir şehirden diğerine, bir kültürden bir başkasına geçerken sadece manevi değil, maddi kayıpları da oldu. Mübadilken muhacir de olan bu aileler, onlara hep geldikleri yerleri hatırlatan hatıraları da yanlarında taşıdılar. Sadece anı olsun diye değil, onlara güç versin, kökleri sert rüzgarlara kapılıp kaybolmasınlar diye. Bir de bırakılıp gidilenler var. Yazar Kemal Yalçın “Emanet Çeyiz” adlı kitabında, Denizli’nin Honaz Köyü’nde yaşayan bir Rum ailenin, sürgüne giderken Müslüman komşularına bıraktığı çeyizin, yaklaşık seksen yıl sonra aileye geri veriliş öyküsünü anlatıyor. Yalçın, dedesine emanet edilen çeyizi teslim etmek üzere Minoğlu ailesinin izini sürerken, on beş Rum ve on beş Türk mübadilin yaşam öyküsünü ve duygularını da kendi ağızlarından aktarıyor. Mübadeleyi ilk kaleme alan yazarlardan biri olan Yalçın, emanet çeyizi sahiplerine verdikten ve kitabı yazdıktan sonraki tepkileri anlatırken gözleri parlıyor. (https://youtu.be/KzSDmyS4vEU)

(IV) "Mübadiller, her iki ülkede de hep öteki oldular"

Uzun süre kendisinden söz edilmeyen mübadele, seksenli, doksanlı yıllarda yeniden hatırlandı. Pek çok yazar, sanatçı “Aslında benim ailem de Yunanistan’dan geldi” diyerek kendi göç hikayesini anlattı. Sadece hikayeler anlatılmadı, karşılıklı ziyaretler de düzenlendi. Çünkü 90’lı yıllar Türk toplumunda Kürt sorunu ile birlikte uyanan bir kimlik arayışının da yaşandığı yıllar oldu. Belki de azınlıklara eziyet çektiren çoğunluktan olmak istememenin bir yoluydu köklerini aramak. Tarih ile yüzleşmek açısından Türkiye ve Yunanistan arasında çok fark var. Yunanistan kısa süre sonra kurduğu Küçük Asya Araştırmaları Merkezi çerçevesinde mübadillerin hikayelerini harfi harfine kayda almış. Araştırmacılar köy köy dolaşıp mübadiller ile söyleşiler yaparak, sadece hikayeleri değil beraberinde getirdikleri her objeyi kayıt altına almışlar. Türkiye’de ise sanki sözleşmiş gibi kimse konuşmamış, araştırmamış, biriktirmemiş. Bugün tarihçiler bile mübadeleyi incelemek için Yunanistan’a gitmek zorunda kalıyor. Bu podcast dizisi ile biz kapalı kalan tarihe elimizde kalanlar ile küçük bir kapı araladık. (https://youtu.be/ljhPbJkLwsE)

Fulya Canşen / T24