8 Mayıs 2024 Çarşamba

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI (8 Mayıs 2024)

 

O MHP’li cinayete nasıl yardım etti?(Barış Pehlivan)

Sadece Bolu’ya gitmenin cezası 20 yıl hapis midir? 

Ne garip bir soru, demeyin. Zira gözümüzün içine baka baka, aklımıza hakaret ediliyor

Kuşku yok ki Sinan Ateş iddianamesine dair çok haber okudunuz ve analiz dinlediniz. Son olarak MHP lideri Devlet Bahçeli de sessizliğini bozdu ve şöyle dedi: “Kimin elinde hangi belge ve bilgi varsa mahkemeye sunmalıdır. Hatta şahit olarak dinlenmek isteyenlere mahkeme kapısı açılmalıdır.”

Cinayet iddianamesindeki tutuklu sanıklardan biri de Serdar Öktem. Avukat olan Öktem’in önemli bir MHP’li olduğu sır değil. Sır olan ise bu iddianamede neden yer aldığı...

Evet, iddianamede Öktem “cinayete yardım” ile suçlanıyor. Evet, bundan dolayı 20 yıla kadar hapsi isteniyor. Evet de... Ne yapmış da bu suçu işlemiş, işte o yazmıyor.

Bir defa da bin defa da okusanız, yok.

İddianameye göre; Serdar Öktem cinayet günü olan 30 Aralık 2022’de Bursa’dan Ankara’ya, oradan da Bolu’ya geçmiş. Yılın son günü de Bolu’daki bir otelden çıkmış, bir yayla yoluna sapmış, 26 dakika sonra da oradan dönmüş.

Peki, bu bilgiler ne anlama geliyor? Yok. Savcı hiçbir şey yazmıyor. Hiçbir açıklama getirmiyor.

O halde neden var bu bilgi?

“Cinayete yardım” gibi çok ağır bir suçlama yapıp buna delil olan eylemi neden yazmazsınız?

Yoksa?

Acaba MHP’li Serdar Öktem, cinayet günü Bolu’ya kiminle birlikte gitti? Ankara Ülkü Ocakları Başkanı Ömer Şanlı ile birlikte olabilir mi? İkisinin aracının plakaları neydi?

Ve sahi Serdar Öktem Bolu’da kiminle görüştü? Cinayeti işleyen tetikçi Eray Özyağcı ile olabilir mi? Cinayet gecesi tetikçi de Bolu’da bir yaylada kaldı mı? O konaklamayı sahi kim organize etti?

O PLAKALI ARACI KİM KULLANDI

Bakınız...

Bu sorular o kadar kritik ki...

Yanıtlarının hepsi aslında dava dosyasında var. Ancak savcı bunların hiçbirini iddianameye yazmıyor. Haliyle tutuklu sanık Serdar Öktem’in suçunun “sadece Bolu’ya gitmek” olduğunu sanıyoruz.

Halbuki...

Soruşturma dosyasına hâkim herkes biliyor ki Serdar Öktem cinayet anını organize eden İstanbul’daki ekiple, tetikçiyi kaçıran Ankara’daki ekip arasındaki kilit ve ortak isim.

Haliyle... Siz o kilidi koparırsanız, sanki birbirinden haberi olmayan ama aynı kişiyi öldürme suçunda rol alan insanlar yığınının günlüklerini “iddianame” diye önümüze koyarsınız. Tam da budur yargılamaya esas teşkil edecek 145 sayfa.

Demem o ki Serdar Öktem’in “suçsuzluğu” cinayetin örgütlü olmadığına kapı aralıyor.

Bakın, tetikçinin lideri Doğukan Çep’e para gönderen Ufuk Köktürk ile avukat Serdar Öktem’in arasındaki 22 ayrı telefon trafiğine girmiyorum bile. Cinayetten bir gün önce yapılan ama silinen WhatsApp yazışmasına da..

Ve çok daha çarpıcısı...

Savcı, Serdar Öktem’in “06 DB 7018” plakalı bir araçla Bolu’ya gittiğini yazıyor. Halbuki, o araç Öktem’e ait değil. Acaba o plakalı aracı şüphelilerden Ömer Şanlı kullanıyor olabilir mi? Eğer öyleyse, savcı neden bu “hatayı” yapar? Yoksa, Ankara Ülkü Ocakları başkanının ismi “geçmesin” diye bilinçli mi yapıldı?

Sorular çok, yanıtlar henüz yok. Lakin, tarih çok kez öğretti ki sakladığınızı sandığınız sır gözlerimize vuruyor. 

                                                    /././

Ekonominin bir sorunsalı TCMB (Öztin Akgüç)

Merkez Bankası’nın temel görevi, fiyat, finansal, genelde ekonomik istikrarı, kararlılığı sağlamaktır; korumak, sürdürmektir. Ancak MB’ler izledikleri yanlış politikalarla, geciken önlemlerle ekonomik krizi tetiklemekte, derinleştirmekte istikrar sağlayıcı değil istikrar bozucu da olmaktadır. Bu bağlamda neoliberal politikaların izlendiği dönemde TCMB tipik örnek olmaktadır. 1994, 2020-2021 günümüz ekonomik bunalımlarında TCMB’nin katkısı belirleyicidir. 1994 yılında da enflasyon hızlanır, kur yükselir, cari işlemler açığı büyürken, TCMB’nin faiz indirerek genişletici para politikası izlemesi krizi tetiklemiştir. 2000 yılında uygulamaya konulan “Enflasyonu Düşürme Programı”nda, IMF’nin telkinleri doğrultusunda strateji olarak döviz kuru hedeflenmesi izlenmiş, “ABD doları +0.77 Avro”dan oluş döviz sepeti çapa olarak kullanılmış, TCMB’nin iç varlık toplamı sınırlanmış, parasal genişleme bankanın dış varlık, artışına bağlanmış, sonunda ekonomi likidite bunalımıyla krize sokulmuştur. 2017 sonrası enflasyon hızlanır, kur yükselir, yurtdışına sermaye çıkışı olur, cari işlemler açığı büyürken faiz indirimi, döviz satarak kuru korumaya kalkışmak, KKM diye faiz yükü üstlenmek, ekonomik istikrarsızlığı şiddetlendirme bir yana TCMB’nin mali yapısını da bozmuş, itibarını zedelemiştir.

Sözel olmaktan çok finansal tablolar, açıklayıcı nesnel bilgiler verir. Bilanço, izlenen politikaları taşınan riskleri, risk yönetim anlayışını da yansıtır. TCMB’nin 31/12/2023 tarihli bilançosunda 2 trilyon 424 milyar TL varlığın, 1 trilyon 636 milyar TL’lik bölümü gerçek değer değil, TCMB’nin hesap planından kaynakların (dönem zararı+değerleme hesabı) UFRS (Uluslararası Finansal Raporlama Standardı) ve tek düzen hesap planına göre zarar, özkaynaktan kayıp olduğundan eksi (-) işaretle bilançonun pasifinde özkaynak tutarından indirilmesi gerekirken TCMB’nin hesap planında (A.15) bir değer gibi varlıklar arasında gösterilmektedir.

Yabancı para varlık ve yükümlülüklerin altın mevcudunun, bilanço günü itibarıyla değerlendirilmesinden kaynaklanan, lehe ve aleyhe farklar bankanın hesap planında “değerleme hesabı”nda izlenmektedir. Banka aleyhine oluşan değerleme farkı, bir değer gibi bilançonun varlık bölümünde (A.14) gösterilmektedir. UFRS ve tek düzen hesap planına göre değerleme farkının bilançoda değil, kapsamlı kâr-zarar tablosunda yer alması gerekir. TCMB’nin 2023 yılı zararı 818.2 milyar değil, UFRS ve tekdüzen hesap planına göre kapsamlı zararı, dönemin aleyhe hesabındaki 489.3 milyar TL fark da eklendiğinde 1 trilyon 307 milyar TL olmaktadır.

TCMB, 25 bin TL sermayeli anonim şirket olarak kurulmuş olup kuruluş kanununda açıklık bulunmayan hallerde özel hukuk hükümlerine tabidir. Türk Ticaret Kanunu’na göre (md.603) “şirket esas sermayesi ile kanuni yedek akçeler toplamının şirketin zararını karşılayamaması” halinde ortaklardan ek ödeme yükümlülüğü istenebilir. Kuruluş kanununda bu bağlamda açık hüküm olmamakla beraber, Hazine’nin zarar ve değerleme farkını üstlenerek karşılığında düşük faizli uzun vadeli devlet tahvili vermesi yalnız özü itibarıyla değil bilançonun yapısının muhasebe kurallarına uyması açısından da uygundur.

Para basma (seigniorage) hakkı devletindir. Hazine dolanıma banknot çıkarma hakkını, kâr Hazine’ye devredilmek üzere uzun süreli sözleşmeler ile Merkez Bankası’na vermektedir. MB’lerin dolanıma banknot çıkardıklarında faiz geliri elde etmektedirler. MB’ler kâr amaçlı olmamakla beraber doğaları gereği kâr sağlarlar. MB de zarar, olağandışı bir sonuçtar, özel “beceri” gerektirir.

TCMB’nin net rezervi olmaması nedeniyle kur riski, döviz likidite riski daha vahim. Yönetim riski vardır. Bu risk ülke genelindeki yönetim riskinden kaynaklanmaktadır.

(Cumhuriyet)

AKP’nin ‘maarif modeli’: Yeni müfredat taslağı ne getiriyor? (II) - DOSYA - soL/Özel

 TKP’li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu - soL işbirliğiyle hazırladığımız Yeni Müfredat Dosyası’nın ikinci bölümünde okul öncesi dönem ve ilkokul derslerine odaklanıyoruz.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın "Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli" adını verdiği yeni müfredat programı 26 Nisan’da açıklandı. Bakanlık, yeni müfredatı bir öğretim programları ortak metninde taslak olarak eğitimcilerin ve kamuoyunun incelemesine sundu.


Taslağa ilişkin kapsamlı bir inceleme farklı alanlardan 10'un üzerinde eğitimcinin oluşturduğu TKP’li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu ve soL’un işbirliğiyle bir dosya haline getirildi.

Dosyanın ilk bölümünde MEB’in Öğretim Programları Ortak Metni’ne ve Türkçe, Matematik ve Fen Bilimleri derslerine ilişkin program taslağına odaklanmıştık. Dosyanın bu bölümündeyse okul öncesi dönem ve ilkokul derslerini ele alıyoruz.

Dini bayramlara okulda kutlama 

“Türkiye Yüzyılı Maarif” modeli ilkokul müfredatı açısından değerlendirildiğinde, geçmişten bugüne geriye giden eğitim müfredatlarında konu içeriklerinde bazı azalmalar veya yer değişiklikleri yapılmış, dinselleşme adına meşruluk kazandıran yeni güncellemeler gelmiş, yanında da piyasacılık unutulmamıştır diyebiliriz.

İncelemeyi daha detaylandıracak olursak, belirli günler ve haftalara Kut’ül Amare eklenmiş, Hayat Bilgisi dersi ile ilişkili derslere Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi eklenmiştir. “…millî gün ve bayramlarda, dinî gün ve bayramlarda, belirli gün ve haftalarda çeşitli etkinliklerle öğrencilerin millî bilinç ve manevi değerleri geliştirilmelidir” ifadesiyle dini gün ve bayramların okullarda kutlanmasının yolu açılmıştır. Bunun yanında da Hayat Bilgisi dersinin tüm kademelerindeki konularda dini gün ve bayramlara zaman ayırılmıştır. 

Mart ayını içine alan dönemde planlanan belirli gün ve haftalarda “Şehitlik Günü” ifadesi kullanılmıştır. Emperyalizme karşı bağımsızlı mücadelesinin sembolü olan günün, şehitlik vurgusuyla anlamından uzaklaştırılması, yine dinselleşmenin başka bir boyutu olarak müfredatta yerini almıştır. 

“Öğrencilerden dinî gün ve bayramların önemini yorumlayabilmeleri (KB2.14) beklenir. Dinî gün ve bayramlara ilişkin deneyimlerini paylaşmaları (a) istenir. Dinî günlerimizin Mevlit Kandili, Regaip Kandili, Miraç Kandili, Berat Kandili, Kadir Gecesi ve Aşure Günü olduğu; Ramazan ve Kurban Bayramı’nın ise dinî bayramlarımız olduğu belirtilir. Konu ile ilgili deneyimlerini anlatmaları veya rol oynama, canlandırma gibi tekniklerle sunmaları sağlanır. Dinî gün ve bayramların önemini ifade etmeleri (b) beklenir. Dinî gün ve bayramların; millî değerlerimiz olduğu ve insanların birbirlerini ziyaret ettikleri, misafirlerine ikramlarda bulundukları (D15.5) önemli ve özel günler olduğu üzerinde durulur. Bu günlerin coşkuyla kutlandığını vurgulayan (D19.2) görsel, video, kısa film, animasyon, hikâye, şiir gibi içeriklere yer verilir. Dinî gün ve bayramların millî ve manevi değerlerimiz olduğu vurgulanarak öğrencilerden bu günlere saygı duymaları beklenir (D14.3). Öğrencilerden dinî gün ve bayramların önemine ilişkin şiir, resim, afiş gibi özgün bir ürün oluşturmaları istenir (OB1.3). Öğrencilerin hazırladıkları ürünler portfolyolarına dâhil edilir.”

'Zihin' gitti 'ruh' geldi

Müfredatta “beden ve ruh” ifadeleri yer almaktadır. Açıklamalarda ruh ifadesini zihin ile bir tutmaya dönük cümleler kurulmuş olsa da bilimsellikten uzaklaşıldığını gizleyememektedir. Zaten Hayat Bilgisi 1. sınıf müfredatında “bilim ile tanışır” ifadesi kullanılmaktadır. 1. sınıf, bilim ile tanışmak için geç kalınmış bir eğitim kademesidir.

“Öğrencilerden yardıma ihtiyacı olan bireylerin yaşamını kolaylaştırmak için fikirlerini eyleme dönüştürebilmeleri (SBAB5, SBAB5.5.SB1, SBAB5.5.SB2) beklenir. Yardıma ihtiyacı olan bireylerin yaşamını kolaylaştırmak için farkındalık projeleri geliştirmeleri (a) istenir. Bunun için öğrencilere yardıma ihtiyacı olan yaşlı, özel gereksinimli bireyler vb. ile ilgili şefkatli olma, sabırlı ve anlayışlı davranmaya (D9.2) yönelik örnek olaylar sunulur. Bu aşamada kavram karikatürleri, düşünme deneyleri gibi teknikler kullanılarak konuya dikkat çekilir. Öğrencilerin canlandırma, rol oynama gibi yöntemlerle yardıma ihtiyacı olan bireylerle empati yapmaları sağlanır (E2.1). Öğrencilere konu ile ilgili grup çalışmaları yaptırılarak sosyal sorumluluk projesi hazırlama görevi verilir. Öğrencilerden görev paylaşımı yapmaları (SDB2.2, SDB2.2.SB1) istenir.”

Örnek bilim insanı: Askeri pilot Alper Gezeravcı

İlkokul Hayat Bilgisi müfredatından alınan yukarıdaki ifadede de muhtaçlığa sebep olan durumları ortadan kaldıran değil de sadaka zihniyetini normal karşılayan bireyler yetiştirme modelinin müfredatı görülmektedir.

İlkokul kademesinde seçilen metinler, örnek olaylar öğrenmede büyük etkiye sahiptir. Bu nedenle ders kitapları en az müfredat kadar önemlidir. Uygulamadan önce sunulması gerekir. Örneğin Türkçe dersi müfredatında, her ünitede bir metin yazarının, birden fazla metni olmamasına dikkat edileceği belirtilmiştir. Önemli kişilerin örnek gösterileceğinden bahsedilmiştir. Fakat bu kişilerin kimler olacağı, hangi bakış açısıyla belirleneceği açıklanmamıştır. Matematik dersinde örnek gösterileceği belirtilen bilim insanları belirtilmemiştir. Hayat Bilgisi dersinde bilim insanları ve eserlerine örnek olarak Alper Gezeravcı yazılmıştır. Adı geçen kişinin bilimsel herhangi bir çalışması ve eseri var mıdır?

Diğer yandan önceki müfredatta sık sık yer alan girişimcilik konusu, bu müfredatta matematik dersinde paralar konusuna getirilen “finansal okuryazarlık” kavramı piyasacı zihniyetin devamlılığını göstermektedir.

Kendi gerçeğine yabancı bir müfredat

Daha öncekilerde de şimdi de müfredatların içeriğinden bağımsız olarak, her seferinde gözden kaçırılan durum, uygulanabilirlik. Müfredat planlanırken tüm okulların, öğretmenlerin, öğrencilerin eksiksiz imkanlara sahip olduğu, okul-sınıf mevcutlarının her yöntemi rahatlıkla uygulayabildiğimiz sayılarda olduğu gibi bir yanılgı mevcut ve bu halkına, ülkesine olan yabancılık değişmiyor, artıyor. Bunu müfredattan seçilen birkaç cümleyle örneklendirebiliriz:

  • “Oyun hamuru ya da kilden gök cisimlerini modellemeleri istenebilir.” Her öğrencinin tüm kırtasiye malzemelerine sorunsuz ulaşabildiğini varsayan bir örnek.
  • “Öğrencilere atık malzemeler verilerek bunları uygun geri dönüşüm kutularına atmaları istenebilir.” Devlet okullarının büyük çoğunluğunda geri dönüşüm kutuları bulunmamaktadır. Yıl sonlarında okul idareleri, okul bütçesine katkı sağlamak üzere satmak için öğrencilerin atık kitap, defter ve kağıtlarını toplamaktadır.
  • “Öz değerlendirme formunda bilim, spor, sanat, müzik, resim, doğa gibi konular ana başlık olarak ele alınır ve öğrencilerden bu alandaki merak, ilgi ve algıladıkları yetenek düzeylerini işaretlemeleri istenir.” Bu ifadede, her okulda öğrencilerin yeteneklerini keşfedebileceği deneyimler oluşturacak alanlar varmış gibi öz değerlendirme yapmaları istenmektedir. Halbuki çoğu okulda öğrencilerin rahatça koşabilecekleri ve oynayabilecekleri kadar bahçeleri dahi bulunmamaktadır.

Bu örneklerden onlarca daha yazılabilir. Her okulda interneti, kesintisiz elektriği, akıllı tahtayı, her sınıfta bilgisayarı, projeksiyon cihazını, fotokopi makinasını, spor ve müzik aletlerini…vb. imkan olarak sağlandığını düşünen bir bakanlık ve ona göre hazırlanan bir müfredat. Bu müfredatla yine öğrenci yetiştirmenin tüm iş yükü öğretmenlere, maddi yükü velilere kalmakla birlikte laik eğitimden söz etmek ise mümkün görünmüyor. 

Gericiliğe kılıf: 'Değerler eğitimi' 

Okul öncesi dönem insan yaşantısındaki en kritik yılları kapsar ve bu dönemde kazanılan davranışlar ilerideki yaşantının mayasını oluşturur. Bu veriden yola çıkıldığında okul öncesi eğitimi tüm eğitim dönemlerinin de temelini oluşturur. AKP’nin yeni eğitim taslağında da bu veri dikkate alınarak ve adeta “çocuklara ne vereceksek bu yaşta verelim” mantığı ile hareket edilmiştir. 

Erdem-değer-eylem modeli bunun bir çıktısı olarak karşımıza çıkıyor ve uzun yıllardır “değerler eğitimi” adı altında laikliği rafa kaldıran, eğitimde gericileşmenin önünü açan uygulamaların taçlanmasına sebep olacak başlıklar olarak yerini alıyor. Söz konusu taslakta ele alınan 20 değer neredeyse tüm gelişim alanlarındaki becerilerle ilişkilendirilsin isteniyor. Okul öncesi dönem çocukların işlem öncesi dönemine denk düşer. Erdem modeline bakıldığında mütevazılık, sabır, vatanseverlik, tasarruf gibi değerlerin eylem alt basamakları bu dönem içerisindeki çocuğun bilişsel gelişimi ile çelişmektedir. Bu eğitim taslağına göre öğretmenin tüm işi AKP’nin gerici emellerine hizmet etmek olacaktır.

Okul öncesi eğitim programının temel ilkelerini incelediğimizde bir önceki eğitim programında sıklıkla değinilen “kapsayıcılık” vurgusunun yerini beceri temelli eğitim vurgusuna bıraktığı görülmekte “temel beceriler, alan becerileri, sosyal duygusal beceriler, okuryazarlık becerilerinin” gelişimine vurgu yapılmakta, beceri gelişimine yönelik fiziksel ortam düzenlemeleri, öğrenme yaşantılarının planlanması, beceri temelli süreç ve sonuç değerlendirmelere dikkat çekilmektedir. Bu durum da doğalında “çocuğun işi oyundur” ilkesiyle ters düşmektedir. Öğretmenlerin beceri edindirme ve öğretme, programı yetiştirme kaygısı nedeniyle, okul öncesi çocukların en temel ihtiyaçları arasında yer alan oyun temelli öğrenme yaşantılarının yerini beceri öğretimine dayalı öğrenme yaşantılarına bırakacağı kesindir. Ayrıca Okul Öncesi Taslak Eğitim Programı içinde tanımlanan tüm öğrenme çıktıları ve alt öğrenme çıktılarının, becerilerin gelişimsel olarak öğrenci düzeylerine uygun ilişkilendirildiği ifade edilmekte ancak öğrencilerin gelişimlerinin üzerinde beklentiler yer aldığı görülmektedir. 

Örneğin Kendini Tanıma (Öz Farkındalık Becerisi) başlığı altında edinmesi gereken beceriler şöyle: Öğreneceği yeni konu/ kavram veya bilgiyi nasıl öğrendiğini belirlemek, öğreneceği konu veya kavramlara ilişkin kendisine en uygun düşünme ve öğrenme stratejisi seçmek. Kendini Düzenleme (Öz Düzenleme Becerisi) başlığı altında sayılan becerilerse şöyle: İhtiyaçlarını karşılamaya yönelik hedef belirlemek, ihtiyaçlarına yönelik hedeflerini tanımlamak, çıktılarına ulaşmayı etkileyen çevresel etmenleri belirlemek, çıktılarına uygun planlama yapar.

Öğretmenler yeni programlara hazır mı?

Taslağa detaylıca baktığımızda bunlar gibi onlarca örnekle karşılaşabiliriz. Matematik Alan Becerisi başlığı altında finans okur yazarlığı, okur yazarlık becerilerinde, dijital okur yazarlık, dijital bilgiye erişim yollarını bilmek gibi, yetişkinlerin dahi kazanmakta güçlük yaşadığı başlıkların olması “çocuğa görelik” ilkesiyle tamamen zıttır. Kaldı ki bu başlıklar çocuğa göre uyarlansa bile öğretmenlerin bunları kazandırmakla ilgili herhangi bir donanımsal süreçten geçmediği bilinmemekle beraber öğretmenlere tüm bu taslağın uygulamasına yönelik nasıl bir hizmet içi eğitim verileceği de henüz belli değildir. Mart ayının başlarında henüz değişen ve programı nasıl uygulayacağını bilemeyen okul öncesi öğretmenlerinin aradan iki ay bile geçmeden yeni programla sınanmaları da trajikomik bir durumdur. 

Söz konusu eğitim içeriği taslağında yer alan “aile katılımının, ebeveynlerin ve diğer aile üyelerinin okulda uygulanan eğitim programına katkıda bulunup yönetim ve karar verme süreçlerine katılarak aktif rol ve sorumluluklar üstlendiği çalışmalar olarak görülmesi ailelerin okulların eğitimsel hedeflere ulaşabilmesinde ve var olan durumlarının iyileştirilebilmesi ile ilgili karar alma süreçlerinde aktif olarak yer alması gerekliliği” ifadesi ise son derece sıkıntılı bir sürecin girdilerini barındırmaktadır. Veli, gördüğü, duyduğu ya da istediği her şeyi öğretmenden talep edebilecek olup, bilimsel bilgiden uzak olan yaşantıları bilim yuvaları olması gereken okullarda uygulaması için öğretmene baskı uygulayabileceği gibi tehlikeleri de beraberinde getirebilir. 

İmkansızlık kayıt dışı para talebini artıracak 

Okul öncesi eğitim programı, UNICEF destekli AB projesi olan ve 30 milyon avro bütçesi olan “Erken Çocukluk Eğitiminde Kalite ve Erişimin Artırılması” projesi ile desteklenmektedir. Bu proje ile pilot okullarda yeni müfredat bir sene boyunca 20 ilde uygulanmıştır. Belli sayıda öğretmene bu deneyim hizmet içi eğitimle aktarılmıştır. Fakat projenin bütçesinin nereye harcandığı ve eğitim ortamına katkısı bilinmemektedir. Okul Öncesi Eğitim Programı’nda öğrenme ortamları olarak bahsedilen okul içi öğrenme ortamları-öğrenme merkezleri için kullanılacak materyaller okulun kendi imkanlarına göre sağlanacağı ifade edilmektedir. Okulun maddi imkanlarının kaynağı velilerin maddi imkanları olması nedeniyle velilerden alınan bağış ve kayıt dışı paraların oranı artacaktır. Nitelikli eğitimin, eğitimde piyasacılıkla mümkün olması anlamına gelmektedir.

Yeni içerik taslağına göre öğretmenlerden detaylı günlük plan yapmaları, sınıfındaki her öğrencisinin ailesine yılda en az bir kere ev ziyareti yapmaları, aile eğitimi vermeleri gibi mesai dışı işler yapması beklenmektedir. Öğretmenlerin mesai saati dışında çalıştırılması karşılığında herhangi bir ücret verilmemektedir. Öğrencilere erdem değeri olarak saygı öğretilmesi hedeflenirken öğretmenlerin saygınlığı gözetilmemektedir.

soL/Özel


soL KÖŞEBAŞI (8 MAYIS 2024)

 

Ahmet Hakan, utanmazlık ve Eylem Tok…(Ali Ufuk Arikan)

"Patron, iktidar, gazetecilik. Bu üçgen medyada dönemin ruhunu anlamak için oldukça elverişli."

Oğuz Murat Aci 29 yaşındaydı henüz.

Bilgisayar mühendisliği bölümünden mezun olan Aci, İstanbul’da, Atatürk Oto Sanayi Sitesi'nde modifiye ve yazılım üzerine çalışıyordu.

Evliydi, bir çocuğu vardı…

1 Mart 2024 günü arızalanan ATV'sini yol kenarında tamir etmeye çalışırken, 17 yaşında şımarık bir zengin çocuğunun milyonlarca lira değerindeki lüks aracıyla çarpması sonucu sulama kanalına düştü ve yaralandı.

Şımarık zengin çocuğu, sağlık görevlileri yerine yardım için annesi Eylem Tok'u aradı. Tok, bu duruma müdahale edeceğine, ehliyetsiz şekilde araç kullanan oğlunu olay yerinden hızlıca çıkararak soluğu havalimanında aldı. Bu sırada belki de yardım ekipleri geciktiği için Aci, yaşamını yitirdi.

Tok ve oğlu ise önce Mısır, sonra ABD’ye kaçtılar.  

Basına yansıdı, yıllık 96 bin dolara lüks bir ev kiralamaya çalıştılar burada.

Şimdi ABD'de keyif sürüyorlar...

Haliyle sürekli tekrarlanıyor, adaletten kaçtılar diye. Doğrudur, adaletten kaçtılar. Ancak mevcut adalet düzeninden kaçmasalar onlar için gerçekten adaletli bir ceza gelecek miydi? Kimse bu soruyu sormuyor. Biz doğrudan yanıtını verelim.

Yazının ana konusu olmasa da bu parantez önemli: Hürcan ve Umut parantezi.

Hürcan Bulur, yine şımarık bir zengin çocuğunun, üstelik yaya geçidi üzerinde kendisine 160 kilometre hızla çarpması sonucunda hayatını kaybetti. Katili sadece 4 ay kaldı cezaevinde, mahkeme onu jet hızıyla ‘özgürlüğüne' kavuşturdu.

Umut Gündüz, alkollü bir trafik canavarının onu kaza yerinde yaralı olarak bırakıp kaçması sonrası henüz 19 yaşında hayatını kaybetti. Ailesi uzun bir adalet mücadelesine başladı, ancak bu olayda da katil birkaç ay cezaevinde misafir edildikten sonra tahliye edildi.

Düzenin adaletinden manzaralar bunlar diyelim, yazının ana konusuna dönelim.

Patron, iktidar, gazetecilik

Bu üçgen medyada dönemin ruhunu anlamak için oldukça elverişli. Üçgeni biraz açalım: Demirören (ya da Doğan), AKP ve Ahmet Hakan!

Hakan’ın bu üçgende nasıl bir yer tuttuğunu uzun uzun anlatmaya gerek yok, en etkisizi kuşkusuz o. Ama bu etkisizlik, misyonsuzluk anlamına gelmiyor. Patron ve iktidar ne istiyorsa, o şekle bürünmek, misyonun esası bu.

Koltuğa oturmaya da zaten bu özellikleri sayesinde hak kazanıyorlar.

Hatırlayalım, 2016 yılında dönemin Doğan Medya CEO'su Mehmet Ali Yalçındağ'ın düzenli olarak Bakan Berat Albayrak'a rapor verdiği ortaya çıkmıştı. Bu raporlardan birinde Hürriyet’in başına ‘kefil olduğu’ Ahmet Hakan’ı geçirmek istediğini söyleyen Altındağ şu ifadeleri kullanıyordu:

“Sonunda gördüm ki ben Ahmet’e kefil olabilirim. Benimle çok paralel düşünüyor. Ayrıca sadece size bağlı olursam çalışırım, Vuslat hanım müdahale ederse çalışamam diyor… Ben Ahmet ile bu işi yapabileceğimizi düşünüyorum. Düşünmekte fayda görüyorum.”

Bu mailler ortaya çıkınca bir süre gecikti o koltuğa oturması, ama nihayetinde kaptı koltuğu. Hem patron hem iktidar arkasındaydı. Talihsiz gecikmeye neden olan olay ne de olsa unutulurdu.

Her şey unutulur ama bu...

Gazetecilik, meslek etiği ve ilkeleri, halka doğru haberi tam zamanında ulaştırmak…
Bunlar fani şeyler, önemli olan patronun mutluluğu, koltuğun sahibi, her şeyin sahibi Ahmet Hakan gibiler için.

Tam da bu nedenle patronunun eşinin, Oğuz Murat Aci’nin katilinin kimliğini ortaya çıkarmaya çalışan muhabir Rojda Altıntaş’a yaptığı baskı, onda bir savunma refleksinin ortaya çıkmasına neden oluyor.

Patron tarafından engellenmek nedir bilmeyen Hakan, kendi çalıştığı medya grubundaki bir muhabire, patronu eliyle yapılan baskı ortaya çıkınca, dünkü köşesinde hiç sıkılmadan şunları yazdı: “Hürriyet gazetesi... Eylem Tok ve oğlu vakasında yapılması gerekeni fazlasıyla yaptı.”

Oysa haberi zamanında yapması engellenen muhabir, belki de bu gecikme nedeniyle kaçtılar diye, özür diliyor! Ahmet Hakan ise ne utanıyor, ne de sıkılıyor.

Gencecik bir muhabir işini kaybetmek pahasına "Bu noktada aileme yönelik endişelerimden dolayı 8 hafta boyunca sustum. Görüntüleri ses kayıtları dün gece bizzat kendim paylaştım. Bu noktadan sonra işsiz kalmayı göze alarak vicdanen rahat olsam da geç kaldığım için özür dilerim” diyor, Hakan ise “yapılması gerekeni fazlasıyla yaptık.”

Patron medyası ve direnenler...

Bu tablo her şeyden önce ülkede medyanın geldiği yerin özeti. Kimsenin inanmadığı, ciddiye almadığı, meslek onuruyla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir sürü patron değnekçisi var medyada.

Ama öyle ya da böyle, Eylem Tok gibilerin ya da Demirörenlerin emir eri olmayı içine sindiremeyenler de var… 

Sonunda hep zenginler, onların parayla terbiye ettiği medya ünlüleri kazanacak sananlar yanılıyorlar. 

Eninde sonunda, mutlaka, “Halka yalan söylemek suçtur” diyenler ve onların temsil ettiği değerler kazanacak. Hakan’ın dünkü yazısı ise utanç vesikalarından biri olarak kayıtlarda yerini alacak.

                                                              /././

Arjantin futbolu sosyalist öncüsünü kaybetti: Cuntaya güzel futbolla meydan okumuştu (Can Kuyumcuoğlu)

Arjantin'e ilk dünya kupasını kazandıran sosyalist teknik direktör Menotti hayatını kaybetti. Menotti, güzel futboluyla cunta yönetimine meydan okumasıyla hatırlanacak.


Arjantin futbolunun efsane isimlerinden biri olan César Luis Menotti, 85 yaşında hayatını kaybetti. 

Menotti'nin ölüm haberi Arjantin Futbol Federasyonu (AFA) tarafından açıklandı. Ölümünün nedeni ayrıntılı olarak açıklanmadı. Ancak Arjantin'deki yerel basında Mart ayında Menotti'nin şiddetli anemi nedeniyle bir klinikte tedavi altına alındığı bildirilmişti.

Arjantin'e 1978 yılında ilk dünya kupasını kazandıran Menotti, efsane futbolcu Diego Armando Maradona'nın da genç yaşlarda futbol sahnesine çıkmasını sağlayan isimlerden biri.

5 Kasım 1938'de Arjantin'in sol düşünceleriyle tanınan bir üniversite şehri olan Rosario'da doğan Menotti, genç yaşlarında yine doğduğu kentte Arjantin Komünist Parti'sine üye oldu. Menotti, fikirleri ve ilkeleriyle de ün salan bir futbol insanı olarak öne çıktı.

Menotti, aynı zamanda Arjantin halkının yanı sıra dünya genelindeki futbolseverler için siyasi bir sembol olmuştu. Genç yaşlarda Arjantin Komünist Partisi'ne üye olan Menotti, bir sosyalist olarak endüstriyel futbola karşı savunduğu estetik futbolla, 1978 yılındaki cunta yönetimine adeta meydan okumuştu.

Arjantin'de düzenlenen turnuvayı bir siyasi propagandaya çevirmek isteyen cunta yönetimini final maçında selamlamayı reddeden Menotti, bunun yerine takımıyla birlikte tribündeki halkı selamlamayı tercih etmişti. Menotti, iktidarın savunduğu "sert futbol" anlayışına karşı da göze hoş gelen futbolu ısrarla savunarak futbolseverlerin gönlünde taht kurmuştu.

Estetik futbolun son kalelerinden

"El Flaco" (İnce Adam) lakaplı Menotti, 1974-1982 yılları arasında Arjantin milli takımının teknik direktörlüğünü yaptı. 

1978'de Arjantin'e ilk Dünya Kupası'nı kazandıran efsane teknik adam, estetik futbolun son kalelerinden biri olarak görülüyordu. Arjantin milli takımının sert ve çetin bir oyun imajına bağlanmaya başladığı bir dönemde farklı bir oyun tarzıyla öne çıkmıştı.

Bir antrenör olarak kafasında birçok fikir barındıran Menotti'nin tüm bu fikirlerinin temelinde "futbolda güzellik" yatıyordu. Menotti, futboldaki güzelliğin maç sonuçlarıyla kaybolmaması veya gölgelenmemesi gerektiğine inanıyordu.

Arjantin milli takımını kurarken doğal futbol yeteneklerine geniş yer veren Menotti'nin takımı top kontrolüne dayalı tutkulu oyunuyla dikkatleri üzerine topladı. Menotti, insanlara Arjantin'in geçmişini hatırlatan etkileyici bir futbol tarzını başarıyla aşıladı.

Gösterişli oyun ve bireysel yetenekler, Arjantin Milli Takımı'nı izlemesi en keyifli ekiplerden biri haline getirmişti. Menotti'nin öğrencileri, hocaları daha taktiksel ve sert futbola karşı daha "muhafazakar" taktikleri tercih etse de, en iyi rakiplerine karşı bile korkusuz oynadılar. Bu, en açık şekilde dönemin en güçlü ekiplerden biri olan Hollanda'ya karşı 78' Dünya Kupası finalinde görüldü.

Menotti'nin kendisi şuna inanıyordu: "Bir takım her şeyden önce bir fikirdir, bir fikirden çok bir taahhüttür ve bir taahhütten ziyade bir koçun bu fikri savunmak için oyuncularına aktarması gereken açık inançlardır... Herhangi bir oyunda risk almaktan kaçınmanın tek yolu oynamamaktır.

Arjantin'in oyun tarzı Menotti'den dönemin cuntacı yönetimine karşı güçlü bir protesto niteliğindeydi. Etkileyici oyun tarzı, Arjantin'in askeri cunta tarafından ele geçirilmeden önceki kimliğini yansıtıyordu. Menotti, futbol aracılığıyla 1976'da askeri darbe yaparak iktidara gelen General Jorge Rafael Videla ve hükümetinin otoriter ve muhafazakar değerlerini açıkça reddetmiş oluyordu.

                                       Menotti, 1978 yılında Arjantin'e ilk dünya kupasını kazandırdı

Askeri cuntaya güzel futbolla meydan okuma

Menotti'nin antrenörlük kariyerindeki en unutulmaz an, 1978'de Arjantin'e ilk Dünya Kupası'nı kazandırmasıydı. Ancak bunun da ötesinde Menotti, Hollanda'ya karşı oynanan final maçında Arjantin'in o dönemki cunta yönetimine karşı direnişin "güzelliğini" de öne çıkarmış oldu.

Arjantin, o dönem 1976'da darbe yaparak iktidara gelen General Jorge Rafael Videla'nın askeri cuntası tarafından yönetiliyordu. Videla'nın yönetiminde Arjantin'deki siyasi mahkumların sayısı arttı ve Videla'ya karşı çıkan yaklaşık 30 bin kişi kayıplara karıştı.

Uluslararası toplumunun Videla'nın diktatörlük hükümeti üzerindeki baskısı, 1978 Dünya Kupası'nın ev sahibi Arjantin'in boykot edilmesinin gündeme gelmesine kadar vardı. Baskılara karşın turnuva Arjantin'de düzenlenirken Videla bu fırsatı, "Los Argentines somos derechos y humanos (Biz Arjantinliler dürüst ve insancılız)" sloganıyla hükümeti adına uluslararası topluma propaganda yapmak için kullandı.

Menotti'yse, futbolu Videla rejimine karşı bir direniş alanı olarak kullandı. Hollanda'ya karşı oynanan final maçı başlamadan hemen önce Arjantinli oyuncular, tribünde hükümet yetkilileri yerine seyircileri selamladı. Menotti, böylece cuntaya karşı halkı desteklediğini final maçı öncesinde ilan etti.

Menotti'nin futbolun güzelliğine dair düşüncesi aynı zamanda Arjantin'deki diktatörlük hükümetine karşı çıkma ilkesiyle de bağlantılıydı. Menotti'nin "güzel futbol" ilkesi, bu yanıyla da faşist liderlerin futbol da dahil olmak üzere toplum yaşamının tüm yönlerini kontrol etme çabalarının bir reddiydi.

Futbol tarihi boyunca çok az menajer, César Luis Menotti'nin yaptığı gibi bu güzel oyunun ruhunu sahaya yansıttı. Havalı giyimli ve şiirsel konuşmasıyla da öne çıkan Menotti'nin milli takıma koçluk yapma şekli, Arjantin futbolunda bir paradigma değişikliği yaratmıştı.

Menotti, Videla'nın acımasız kuralının aksine, oyuncularına bireysel becerilerini ortaya çıkarma özgürlüğü tanımıştı. Bu, oyuncuların "bir caz beşlisi gibi" özgürce hareket ettiği takımın estetik açıdan hoş bir futbol oynamasını sağladı.

Menotti'nin taktikleri, sadece izlemesi keyifli olmakla kalmadı, aynı zamanda Arjantin'in o zamanlar kusursuz olarak görülen Hollanda Milli Takımını uzatmaların ardından finalde 3-1 yendiği finalde de meyvesini verdi.

İtalya'da faşist lider Benito Mussolini'nin, İtalyan milli takımının yaratıcılığa, ifadeye ve yeteneğe çok az yer vererek fiziksel güç ve organizasyon üzerine inşa edilmesine yol açtığını savunan Menotti, bunun bir antitezini yaratmayı hedefledi.

Menotti'nin Dünya Kupası zaferinden sonra da "Oyuncularım taktik diktatörlüğünü ve sistem terörünü yendi" sözleri hafızalarda yer etmişti.

Menotti yönetimindeki Arjantin Milli Takımı, Dünya Kupası finalinde cunta yönetimi yerine halkı selamlamıştı

Endüstriyel futbola ret

Menotti, yetenekli bir teknik direktör olmasının yanı sıra oldukça üretken bir yazar olmasıyla da biliniyordu. 

1988 yılında Kompas sitesinde yayımlanan "Futbol Camiasının Temel Tutumları" adlı makalesinde, büyüyen futbol endüstrisinin futbolun güzelliğini aşındırdığına dikkat çeken Menotti, futbolu saflığından uzaklaştıran ticarileşme dalgasını kınıyordu.

Menotti, "Bu sapmaların her yere yayıldığı görüldü. Yani oyun, sahada doğal olarak oyuncular arasında görülen fiziksel mücadelelerin diğer oyunculara zarar verme çabalarına dönüştüğü yıkıcı bir form halini aldı. Sert oynamak, rakibin kariyerini bitirmeye yönelik bir hırsa dönüştü" diye yazmıştı.

Arjantin milli takımının pragmatik bir yaklaşım benimsemesini görmek, Menotti için tam bir işkence olmuştu. Onun için futbol oynamanın güzelliği sonuçtan çok daha değerliydi. Menotti, galibiyet ve kupalar gibi nihai sonuçların yalnızca tarih kitaplarına kaydedileceğine, etkileyici bir futbol oyununun ise toplumun kalplerinde derin bir yer edineceğine inanıyordu.

Menotti, aynı makalede oyunun güzelliğine olan tutkusunu şöyle açıklıyordu:

"Hayatım boyunca, her zaman ve her yerde en iyi yeteneklerimi mümkün olduğunca kullanarak, futbolun doğasında var olan güzellik standartlarını her zaman korumaya çalıştım. Tüm düşüncelerim yeşil sahaya, özellikle de futbolun içinde yer alan yetenekli oyunculara yansıyordu. Takımlarının belirli bir ayırt edici özelliğe sahip olmasını sağlayan güvenilirliği kanıtlanmış oyuncular da bundan nasibini aldı."

Her şeyden önce "futbol filozofu" olarak tanınan Menotti, sayısız köşe yazısında ve röportajda endüstriyel futbola olan tepkilerini dile getirmişti. Futbolda piyasa mantığına ve oyunun ticarileşmesine her zaman karşı çıkan Menotti bir radyo röportajında da "Futbol profesyonel bir işten çok daha fazlasıdır" demişti.

'Futbolcular makine değil insandır'

Arjantin'deki cuntanın yönetme tarzı, Cesar Luis Menotti'nin uyguladığı oyun tarzını daha da meşrulaştırmıştı. Futbolun bireysel maç kazanma arzusunun ötesine geçtiğini savunan Menotti'nin fikirleri futbolun ötesine geçiyordu ve kendi deyimiyle hayattaki mücadeleleri yansıtıyordu.

Menotti'nin bu dönemde yaptığı bir açıklama futbolseverlerin hafızasına kazınmıştı:

Bir sağ kanat futbolu, bir de sol kanat futbolu var…Sağ futbol, hayatın bir mücadele olduğunu öne sürmek istiyor. Fedakarlık gerektirir. Çelik gibi olmalı ve her yöntemle kazanmalıyız… İtaat etmeli ve çalışmalıyız, iktidar sahiplerinin oyunculardan istediği şey budur.

Menotti, bu beyanıyla, cunta döneminde futbolun, bir kölelik ve otomasyonun temelini yansıttığı yönündeki kanılara bir yanıt vermişti. Ona göre, oyuncular makine değil, önce insandı. Emeklerinin tadını alamadıklarında perişan olurlar ve refahlarını kaybederlerdi.

                              Menotti, teknik direktörlüğünün yanı sıra yazarlığıyla da öne çıkmıştı

Arjantin futboluna bıraktığı miras: Menottismo

Arjantin milli takımıyla büyük bir başarı yakalayan Menotti'nin felsefesi, Arjantin'de Marcelo Bielsa, Jorge Sampaoli, Ricardo Lavolpe ve diğer sayısız Arjantinli antrenörleri etkileyen bir düşünce okulu olan menottismo'yu miras bıraktı. Menottismo futbol dünyasında bugün de görülse de Menotti'nin bu futbol anlayışı daha kapsamlı bir felsefe ve politika bağlamının bir yansımasıydı.

Arjantinli ünlü teknik direktör Marcelo Bielsa, menottismo ilkesini benimseyen isimlerden biri oldu

Maradona'yı Arjantin futboluna kazandıran isimlerden biri

Dün Menotti'nin ölüm haberini alan Arjantin halkı, birkaç yıl önce de efsane futbolcu Diego Maradona'nın ölüm haberiyle sarsılmıştı.

Aynı dönemde birlikte çalışma fırsatı bulan Menotti ve Maradona bir madalyonun birbirinden ayrılamayan iki yüzü gibi olarak görülüyordu. Menotti, Maradona'nın büyük yeteneğini fark eden, ona 27 Şubat 1977'de Arjantin milli takımında forma giyme fırsatını veren isimdi. Maradona o sırada henüz 16 yaşındaydı.

Ancak ikili arasındaki ilişki, Menotti'nin Maradona'yı 1978 Dünya Kupası kazanan kadrosuna dahil etmemesi nedeniyle gerginleşti. Maradona'nın büyük bir oyuncu olacağı daha o dönemde geniş bir kesim tarafından öngörülüyordu. Bu nedenle birçok kişi Menotti'nin bu kararını sorguladı.

Menotti, sonrasında konuya ilişkin yaptığı açıklamada, Maradona'nın iyiliğinden endişe duyduğu için Maradona'yı Dünya Kupası'na getirmediğini söylemişti. Menotti, "Yapmam gerektiğini hissettiğim şeyi yaptım. Onu herkesten daha çok seviyorum. Diego'ya aşık oldum. O hâlâ çok genç ve kırılgan" demişti.

1978 Dünya Kupası'nı kazanmak için birlikte çalışma şansları olmasa da Menotti ve Maradona, Arjantin'in 1979 20 yaş altı Dünya Kupası'nı kazanmasına öncülük ederek, futbol tarihindeki yerlerini birlikte sağlamlaştırma fırsatını elde etmişlerdi.

                                            Maradona, Menotti'nin yanında yedek kulübesinde

Son olarak federasyonda görev almıştı

FC Barcelona ve Atletico Madrid gibi İspanya'nın önde gelen kulüplerinin yanı sıra Meksika milli takımını da çalıştırdı.

Son olarak 80 yaşındayken Arjantin Futbol Federasyonu'nda görev alan Menotti, ülkesinin çeşitli takımlarının da genel müdürü olmuştu.

                                                             /././

Normalleştirebildiklerimizden misiniz yoksa oyalayabildiklerimizden misiniz? (Fatih Yaşlı)

"Adına ister 'yumuşama' denilsin ister 'normalleşme', düzen açısından esas mesele düzenin bekasını tehdit edecek yüzü sola dönük bir toplumsal hareketin ortaya çıkmasının önünü şimdiden kesmektir."

Dünyanın kaç ülkesinde zamanında eline silah alıp dağa çıkmış gençler, üzerinden elli yıl geçmesine rağmen toplumun geniş kesimleri tarafından hala büyük bir sevgi ve saygıyla anılıyordur? Dünyanın kaç ülkesinde bir grup devrimci genç hala böylesine muteberdir?  

6 Mayıs günü Denizlere gösterilen sevgi, onlarca yıldır kendisine çekilen sağcılaştırma operasyonuna rağmen bu memleketin bağımsızlık ve sosyalizm için gözünü kırpmadan ölüme giden çocuklarını unutmadığının bir nişanesidir, o operasyona teslim olmama iradesidir. 

Türkiye’de hiçbir siyasal ideoloji böylesine figürler yaratamamıştır; denemeler olmuştur evet, emperyalizmin tetikçilerinden ya da gericilerden birtakım kahramanlar yaratılmaya çalışılmıştır ama başarılamamıştır; hiçbiri kendi kahramanlarını tüm toplumun kahramanları yapamamıştır. 

Türkiye, Yalçın Küçük’ün deyimiyle “büyülü hapishane”, halkının özü itibariyle sağcı olduğuna dair bomboş bir ezber sürekli olarak üzerine boca edilirken geleneksel sol değerlerin hala gündemi belirlemeyi başardığı dünyadaki birkaç ülkeden biridir. 

Bakın daha 6 Mayıs’tan birkaç gün önce CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Filistin meselesinden bahsederken “Filistin davasında hepimizin önderi Deniz Gezmiş’tir” diyebilmiştir. 6 Mayıs’ta ise mezarlıktaki anmaya katılmış ve biraz daha ileri giderek “Deniz Gezmiş’in yolu bütün CHP’lilerin yoludur” demiştir. 

Ancak mesele sadece 6 Mayıs ya da Denizler değildir; acaba dünyanın kaç ülkesinde 1 Mayıslar hem sosyalistler hem devlet açısından böylesine büyük bir mücadele başlığıdır?

Türkiye’de durum hala böyledir; Taksim bir politik inat olarak orada durmaktadır her iki taraf için de ve devlet hala Soğuk Savaş refleksleriyle hareket etmekte, genlerindeki antikomünizmi anında açığa çıkarmaktadır.

Denizleri “yolları yolumuzdur” diyerek anan Özel, neticede arabasına binip gitse de önce Taksim çağrısı yapmaya sonra da Saraçhane’de boy göstermeye mecbur kalmıştır; polisin verdiği manzara ile bakanın ve cumhurbaşkanının öfke yüklü açıklamaları ise kendi mecburiyetleridir. 

Çünkü son derece ironik bir biçimde sosyalist parti, örgüt ve yapılar tarihlerinin en zayıf dönemlerinden birinden geçerken, geleneksel değerleri hala güncellikle buluşabilen bir sol hayalet Türkiye’nin üzerinde dolanmaya devam etmektedir. Ama mesele sadece bu değildir; mesele 31 Mart seçimlerinin de gösterdiği üzere halkın arayışıdır, halk el yordamıyla bir çıkış aramaktadır. 

O arayışın potansiyel olarak solda durduğunu daha önceki yazılarımızda anlatmıştık. Böylesi bir yoksullaşmanın, böylesi bir hayat pahalılığın, böylesi bir enflasyonun hayatlarına damga vurduğu toplumlar kaçınılmaz olarak bir arayışa girerler ve bu arayış esas olarak eşitliğe ve adalete dairdir. 

Eşitlik ve adalet ise tarihsel olarak soldadır. Bugün toplumumuz daha çok sosyal politika, daha çok sosyal devlet, daha eşitlikçi politikalar, daha adaletli bir yaşam istemekte, bunları aramaktadır ve evet bunlar modern zamanlarda solun yarattığı değerlerdir. 

İşte bu yüzden Erdoğan’a adeta yeni bir kredi açan Özel CHP’si bu kredinin gereği olarak soldan konuşmak, amiyane tabirle kitlelerin gazını soldan almak zorundadır. Adına ister “yumuşama” denilsin ister “normalleşme”, karşımızdaki şey toplumdaki arayışı ve bu arayışın sola yönelme ihtimalini sabote etmeye yönelik operasyonun kod adıdır ve tezat gibi görünse de bu ancak “solculuk” yaparak başarılabilir. 

1 Mayıs günkü Saraçhane şovunu 2 Mayıs günü Erdoğan ziyareti, 6 Mayıs günkü mezarlık şovunu Bahçeli ziyaretinin izlemesi bir tesadüf olabilir mi?  Önce sol adına ahkâm kesilip pozlar verilmekte sonra da rejimin sahipleriyle “sıcak ve samimi” sohbetler edilmektedir. 

Özel CHP’si, Erdoğan ve Bahçeli’nin Özel ve CHP’yi muhatap almasını iktidar açısından bir zafiyet olarak göstermeyi, Erdoğan’ın Kavala’yı ya da 28 Şubat’tan cezaevinde bulunan generalleri serbest bırakmasını kendilerine verilmiş bir ödün olarak sunmayı ve tüm bunlar üzerinden iktidarı zayıflatmayı hedefliyor olabilirler. İktidarla cepheden yüzleşmek yerine mutedil ve zamana yayılmış bir stratejinin kendilerine seçimde zafer olarak geri döneceğini de düşünüyor olabilirler. Üstelik düşük bir ihtimal olsa da bu tutum işe de yarayabilir. 

Ancak bunların hiçbiri 31 Mart seçimlerinden beri tutulan yolun nihayetinde iktidara ve Erdoğan’a, daha doğrusu Türkiye’nin sermaye düzenine hizmet ettiği gerçeğini değiştirmemektedir. Seçimlerin üzerinden yaklaşık iki ay geçmesine rağmen toplumun 31 Mart’taki tepkisi üzerine bina edilen bir siyaset yoktur; Şimşek programının karşısına alternatif bir program konmadığı gibi örneğin yeni müfredat gibi son derece yakıcı bir başlıkta “dostlar alışverişte görsün”den öteye giden hiçbir şey yapılmamaktadır. 

Dahası, Erdoğan da olan biteni görmekte ve ona göre adımlar atmakta, hem karşı tarafı dağıtmaya hem de zaman kazanmaya çalışmaktadır. Örneğin Abdülkadir Selvi’nin her gün MHP’den küfür yiyeceğini bile bile o yazıları kendi inisiyatifiyle yazdığını düşünebilir miyiz? 

Sabah gazetesinde seçimin üzerinden sadece bir hafta geçmişken “makama saygı” manşetiyle başlayan Özel’i muhatap alma süreci devam etmektedir ve Selvi bir yandan Özel’i esas muhatap kılmaya çalışırken öte yandan da “yumuşama” adına atılacak adımların neler olduğunu anlatmaktadır ki aslında röportajı yapan da o yazıları yazan da saraydır.   

Peki Erdoğan ne yapmaya, neyin zamanını kazanmaya çalışmaktadır? 

Defaatle söyledik ama yine söylememiz gerekiyor. Şimşek programı bir yoksullaştırma programıdır ve bu program uyarınca Temmuz ayında asgari ücrete zam yapılmayacak, memur ve emekli maaşlarına yapılacak zamlar ise enflasyon karşısında herhangi bir anlam ifade etmeyecektir. Bu ise bütün bir emek rejimi üzerinde etkili olacak, özel sektör de çalışanlarına karşı benzer bir pozisyon alacaktır ve yoksulluk daha da yayılıp derinleşecektir.  

Erdoğan’ın esas önceliği bu sürecin kazasız belasız, herhangi bir toplumsal muhalefet dinamiği açığa çıkmaksızın ve eylemler silsilesi olmaksızın atlatılmasıdır; çünkü bu birkaç ay atlatılırsa yaz aylarından itibaren enflasyonda baz etkisiyle kısmi de olsa bir düşüş görülecektir. Yılın sonuna gelindiğinde Erdoğan’ın düşen enflasyonu göstererek toplumdan yeni bir kredi alma ihtimali ise hiç düşük değildir. 

Ancak meselenin bununla da sınırlı olmadığını görmek gerekir; örneğin Kavala’nın ya da Gezi mahkûmlarının serbest bırakılması, Şimşek programının en büyük ihtiyacı olan sıcak para akımlarının Türkiye’ye girişini hızlandıracaktır. Türkiye kapitalizminin aradığı dövizi bulabilmesi için belli bir uzlaşı, demokrasi ve istikrar makyajına ihtiyacı vardır. Hele bir de yılın ikinci yarısı Amerikan Merkez Bankası FED faiz indirimine gidecekse ABD’den çıkacak sıcak paranın bir bölümünün yüksek faiz veren ve Şimşek programını görece istikrarlı ve yumuşak bir siyasal iklimde uygulayan Türkiye’ye gelme ihtimali artacaktır. 

(Geçerken not düşelim; tüm bunlara yaz aylarında ABD cevazlı bir Kuzey Irak operasyonunun eşlik etmesi ve bunun üzerinden de yeni bir milliyetçilik dalgasının yükseltilip bir siyasal mutabakat inşasına girişilmesi yüksek bir ihtimaldir.) 

Velhasıl adına ister “yumuşama” denilsin ister “normalleşme”, düzen açısından esas mesele düzenin bekasını tehdit edecek yüzü sola dönük bir toplumsal hareketin ortaya çıkmasının önünü şimdiden kesmektir. 

Öte yandan bu istenildiği kadar kolay olmayacaktır; çünkü Özel CHP’si sürekli soldan gaz almaya yönelik işler yapsa da istemeden solun ve sol değerlerin daha çok konuşulmasına, daha popülerleşmesine yol açmaktadır. Örnek olsun, 6 Mayıs günü CHP Gençlik Kolları İstanbul’da Denizleri anma yürüyüşü yapmıştır ve kimse en devrimci sloganları atan o gençlerin samimi olmadığını, bir kurgunun parçası olarak hareket ettiklerini söyleyemez. 

Düzenin bekası adına yapılan solculuk, diyalektik gereği sahici bir sol yükselişin de kaldıraçlığını üstlenebilir; bunun içinse devrimci bir iradeye, gidişata müdahale edecek akla ve cesarete ihtiyaç vardır. 

Türkiye bir “büyülü hapishane”dir ve halkın arayışının önüne set çekmek isteyenlerle mücadele de istemeden o arayışın önünü açtıklarında bundan yararlanmayı bilme de bu hapishanenin mahkûmları olarak bizim işimizdir, solun işidir. 

                                                               /././

Erdoğan-Özel görüşmesi ve karşılıklı 'notlar': 'Dış güçler' kozu mu, antikomünizm gözlüğü mü?(Yalçın Çuğ)

Erdoğan ve Özel görüştü, Uçum ve Tan'dan karşılıklı "notlar" geldi. Biri Haziran Direnişi'ni emperyalist güçlerin planladığını öne sürdü, diğeri dünyaya ABD gözlüğüyle baktığını ilan etti.

Her şey geçtiğimiz perşembe günü AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Özgür Özel'in basına kapalı gerçekleştirdiği ve kamuoyunun içeriğini hâlâ bilmediği görüşmeyle başladı.

Görüşmede Erdoğan'ın yeni Anayasa gündemini masaya getirdiği, Özel'in de buna karşılık Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının uygulanmamasına dair konuştuğu iddia edildi.

Görüşmeden üç gün sonra Erdoğan’ın başdanışmanı Mehmet Uçum, "Bir pazar notu" başlığıyla sosyal medya üzerinden açıklamada bulundu. Bundan bir gün sonra ise görüşmede Özel'e eşlik eden eski Washington Büyükelçisi ve CHP İstanbul Milletvekili Namık Tan'dan "Bir pazartesi notu" geldi.

Biri Haziran Direnişi'nin emperyalist güçlerin planlamasıyla yapıldığını öne sürdü, diğeri dünyaya ABD ve antikomünizm gözlüğüyle baktığını ilan etti...

Karşılıklı adımlar ve görüşme: İçeriği kimse bilmiyor

Bir süredir devam eden yeni Anayasa tartışması, seçimin ardından tekrar gündeme geldi. AKP'li TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş'un neredeyse her konuşmasının ana ekseni yeni Anayasa oldu ve konu hakkında siyasi partilerin genel başkanlarıyla görüşmeler gerçekleştireceğini duyurdu.

Benzer bir dönemde AKP'ye yakınlığıyla bilinen Sabah gazetesine konuşan Özel ise ilk adımı atarak bayramda Erdoğan'ı arayacağını ve "Nezaketten ve makamlara saygıdan asla taviz vermeyeceklerini" açıkladı. Telefon görüşmesi gerçekleştirildi, açıklamalar yapıldı, karşılıklı adımlar atıldı... Sürecin sonunda Erdoğan ve Özel, geçtiğimiz perşembe günü bir araya geldi.

Görüşmenin ardından günler geçti ancak kamuoyu o gün ne konuşulduğunu hâlâ bilmiyor. Öncesinde yapılan karşılıklı açıklamalardan yola çıkılarak, ana gündemin yeni Anayasa ve uygulanmayan Anayasa Mahkemesi kararları olduğu tahmin ediliyor.

Bir pazar notu: 'Emperyalist bir planlamayla yapılan işbirlikçi gezi eylemi'

Görüşmeden üç gün sonra Erdoğan'ın başdanışmanı Mehmet Uçum, sosyal medya üzerinden görüşmeyle ilişkili olduğu düşünülen bir açıklamada bulundu. 

Uçum, "Bir pazar notu" başlıklı açıklamasında, 19. yüzyılda ABD'de ortaya çıkan sivil itaatsizliğin şiddete başvurmayan, yasaya aykırı ama vicdana uygun ve suç olmayan eylem kapsamında ortaya çıktığını anlattı. Ancak Soğuk Savaş döneminin ardından sivil itaatsizlik kavramına başka bir anlam ve misyon yüklendiğini ifade eden Uçum, söz konusu dönemde devlet karşıtı ve gayri meşru her türlü eylemin sivil itaatsizlik ve sivil direniş olarak tanımlandığı öne sürdü.

Uçum açıklamasına şöyle devam etti:

"Hak ve adalet talepli sivil eylemlerin meşruiyetini örtü olarak kullanıp 'sivil itaatsizlik' ayaklanmaları yaptırarak emperyalist yayılmacılık için uygun ortamlar oluşturmak amaçlandı. Yani 'sivil itaatsizlik' soğuk savaştan sonra emperyalizmin ideolojik kavramlarından biri haline dönüştürüldü."

"Turuncu devrimler" ve "Arap Baharları"nın bahse konu amaçla teşvik ve tahrik edildiğini yazan Uçum, Haziran Direnişi'ni hedef alarak, "Türkiye’de emperyalist bir planlamayla yapılan işbirlikçi gezi eylemi kaos hedefli yıkıcı sivil itaatsizlik eylemlerinin tipik örneğidir" dedi.

'Bir pazartesi notu': Antikomünizm

Uçum'un "Bir pazar notu"na yanıt ise Özel'le birlikte Erdoğan ziyaretine katılan eski Washington Büyükelçisi ve CHP İstanbul Milletvekili Namık Tan'dan geldi. Namık Tan'ın sosyal medya üzerinden yaptığı açıklamanın başlığı da "Bir pazartesi notu" oldu.

Yazına Uçum'un değindiği Soğuk Savaş dönemiyle başlayan Tan, antikomünist bir bakış açısıyla Soğuk Savaş sırasında yaşananlara örnekler verdi. Tan, yazısında Sovyetler Birliği'ne yönelik sıkça "işgalci", "özgürlük karşıtı", "anti-demokratik" gibi ithamlarda bulundu.

Yazısını muhafazakâr liberalizm önemli isimlerinden Raymond Aron'un çizdiği çerçeve üzerinden ilerleten Tan, açıklamasına Sovyetler Birliği'nin yıkılmasının ardından değişen dünyayı değerlendirerek devam etti. Tan, değerlendirmesini AKP-MHP ittifakının AYM ve AİHM kararlarını uygulamaması üzerinden açtığı tartışma ile noktaladı.

'Soğuk Savaş kalıntısı bir zihniyetin ürünü'

Siyaset Bilimci Doç. Dr. Cangül Örnek, Tan'ın "Bir pazartesi notu"nu soL'a değerlendirdi.

Soğuk Savaş üzerine çalışanlar olarak bazen kendi aralarında "Soğuk Savaş bitti mi" diye konuştuklarını aktaran Örnek, "Namık Tan bitmediğini gösteriyor, çünkü bu açıklama Soğuk Savaş kalıntısı bir zihniyetin ürünü" diyerek sözlerine başladı.

Örnek, Tan'ın yazısında referans verdiği Raymond Aron'un Soğuk Savaş'ta muhafazakâr liberalizmin önemli temsilcilerinden olduğunu ifade etti ve yazıda, Soğuk Savaş sırasında Batı Bloğunun sosyalist rejimleri çerçevelemek için kullandığı totaliterizm kavram setine yapılan vurguya dikkat çekti.

Örnek, güncel değerlendirmelere bakıldığında bir tür yenik Soğuk Savaş çerçevesine uyum sağlandığını aktararak, "Bundan kastım Çin ve Rusya'nın direkt hedef gösterilmesi ve her türlü baskıcı uygulamanın bu ülkelere atfedilmesi. Ki bu tamamen yanlış değil ama şu an batıdaki kapitalist ülkelerde de, başka coğrafyalardaki kapitalist ülkelerde de zaten totaliterleşme yükseliyor" dedi.

'20. yüzyıl okuması da yanlış'

Tan'ın 20. ve 21. yüzyıl tarihlerine dair okuması hakkında değerlendirmede bulunan Örnek, şu ifadeleri kullandı:

"Dünya böyle bir noktaya giderken hala Soğuk Savaş çerçevesinde sanki demokrasiler ve totaliter rejimler varmış gibi konuşmak gerçekten CHP'nin nasıl bir entelektüel önderlikle ve nasıl bir siyasi yorumla hareket ettiğini gösteriyor.

Dünyadaki gelişmelerin çok daha karmaşık olduğunu, çok daha dikkatli okunması gerektiğini söylemek gerekiyor, eski bir büyükelçi olan Namık Tan’a böyle uyarılarda bulunmak zorunda kalıyoruz. Dünya şu an onun 20. yüzyılda okuduğu gibi işlemiyor, ki 20. yüzyıl okuması da yanlış."

Laikliğe saldırı: 'Tan'ın sergilediği antikomünizmin bir sonucudur'

Tan'ın "laiklikten uzaklaşma girişimlerine karşı da külhanbeyi üsluplu kahvehane filozoflarına asla boyun eğmeyeceğiz" vurgusundan hareketle açıklamada yer alan laiklik vurgusuna değinen Örnek, "Ben de laikliği çok önemsiyorum ve laikliğin savunulması gereken en önemli ilkelerden biri olduğunu düşünüyorum" dedi.

Ancak Örnek'in, laiklik vurgusu Tan'ınkinden oldukça farklı. Örnek, laikliğin geriletilmesinin nedeni olarak, Türkiye'nin NATO politikaları kapsamında benimsediği antikomünizmi işaret ediyor:

"Türkiye bugün laiklik ve siyasal İslam konusunda bu noktaya gelmişse bunun en büyük nedeni, Türkiye'nin Soğuk Savaş boyunca bir NATO ülkesi olarak benimsediği politikalardır. Siyasal İslamın yükselişi sadece 'yerli ve milli' bir süreç değildir, siyasal İslamın Türkiye'de yükselişi tam da Namık Tan’ın sergilediği antikomünizmin bir sonucudur. Eğer bu kadar soğuk savaşçı, bu kadar NATO'cu, bu kadar antikomünist bir tarihsel süreç yaşamış olmasaydık, bugün laiklik konusunda da çok daha ileri bir noktada olurduk.

Artık bu bağlantıları kurmamız gerekiyor. Dolayısıyla bu Soğuk Savaş kuşağının Türkiye tarihini yanlış okuduğunu ve hala bağlantıları kuramadıklarını görüyoruz. Yaratılan antikomünist donanım zaten Türkiye'nin çok temel meselelerde hızla gerilemesine ve laikliğin de bu kadar yıpranmasına yol açtı."

'Süreci yürütenler bize demokrasi dersi falan vermesin'

Örnek, sözlerini sonlandırmadan önce Uçum ve Tan'ın bu "notları" yazmasına neden olan Erdoğan-Özel görüşmene de değindi.

Tan'ın yazısında "demokrasi" ve çeşitli değerlerden bahsedildiğine dikkat çeken Örnek, ancak yurttaşların o görüşmede ne konuşulduğunu hala bilmediğini vurguladı.

Örnek, sözlerini şöyle noktaladı:

"Eğer demokrasi bu kadar önemliyse önce o görüşmede nelerin konuşulduğunu yurttaşlara açıklamakla mükellefler. Kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklar sürdükçe, bu süreci yürütenler kalkıp da bize demokrasi dersi falan vermesin."

(soL)