5 Haziran 2024 Çarşamba

soL KÖŞEBAŞI -5 Haziran 2024-

 

18 komünist mi, Mehmet Şimşek mi yargılanacak? (Ali Ufuk Arikan)

"18 TKP üyesi, 12 Haziran Çarşamba günü, Şimşek ve Erkan'la sembolleşen halk düşmanı ekonomi politikalarına karşı yaptıkları eylem nedeniyle hakim karşısına çıkacak, yargılanacak…"

Tüm dünyada böyle, halk düşmanı adımlar bazı isimler ve mekanlarla özdeşleşir.

Bunun Türkiye’deki en bilinen örneği herkesin malumu. Bir de bu sürecin merkezinde olsa da kendini bir ölçüde gizleyen, bunu da düzenin her tür unsurunun desteğine borçlu olan isimler var.

Mehmet Şimşek tam da böyle biri. ABD’den transfer edilen, iktidarından muhalefetine üzerine sayfalarca övgüler dizilen ama görev ömrü Şimşek’in aksine daha kısa süren Hafize Gaye Erkan da… 

Hatırlayalım, 14 Mayıs seçimlerinin hemen ardından özel bir misyonla göreve getirildi bu ikili.

Yol haritalarında halka giden kısıtlı kaynakları daha da azaltmak, emekçilerden daha fazla kemer sıkmalarını istemek vardı, öyle de yaptılar. 

Hizmetinde oldukları sınıf, yani patronlar için ise ellerinden geleni ardlarına koymayıp, şu an içinde bulunduğumuz derin yoksullaşmanın patronlar adına ana planlayıcılarından oldular.

Malum, düzen adına oyunu patronlar kuruyor. 

İktidarından muhalefetine herkesi Şimşek’in ve Erkan’ın arkasında, tek bir cephede onlar bir araya getiriyor.

Tam da bu nedenle iktidarı da ana muhalefeti de, “normalleşme”, “yumuşama” ve “piyasanın doğruları” nakaratlarını tekrarlayıp duruyor.

Hep birlikte halkın geçim derdi, yaşadığı büyük yoksullaşma, bu tablonun gerçek nedenleri görünmesin, kimse buna kafa yormasın, itiraz etmesin istiyorlar, bunu istemeye de devam ediyorlar.

Ama birileri yaşanan bu ağır yoksullaşmanın sorumlularının kim olduğuna kafa yoruyor, gerçeklere işaret ediyor, bununla yetinmeyip mücadeleye çağırıyor ve tarihe sorulacak hesapların notunu düşüyor.

                                                            ***

Şimdi bu yazının ana konusuna gelip, AKP iktidarında sıklıkla karşılaştığımız gerçek dışı ifadelerle süslenmiş bir iddianameyle devam edelim.* Bundan yaklaşık bir yıl önce, 19 Haziran 2023’te yapılan bir eyleme ilişkin hazırlanan iddianameyle...

Söz konusu iddianame 18 komünist hakkında 3 yıla kadar hapis cezası talebiyle hazırlanmış.

Polis ekiplerinin, o gün Doğanbey Mahallesi, İstiklal Caddesi, No:10 önünde bir eyleme karşı önlem aldığını belirtiyor savcılık. İlgili adres, yani Ankara’daki İstiklal Caddesi’nde bulunan No: 10, emekçileri şu an açlığa mahkum eden düzenin önemli merkezlerinden biri olan Merkez Bankası’nın adresi.

O gün orada eylem yapmak isteyen ise Türkiye Komünist Partisi’nin üyeleri.

İddianamede “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası İdare Merkezi binası önünde ‘Enflasyon ve Kur’ konulu basın açıklaması yapılabileceği şeklinde bilgiler elde edinildiğinden aynı gün saat 12.45 itibariyle, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası İdare Merkezi binası önü ve cadde ve sokaklar olmak üzere muhtelif diğer toplanma güzergahları üzerinde gerekli emniyet tedbirleri alınmıştır” deniliyor ve saat 14.00’de ellerinde bayraklarla TKP üyelerinin, ‘Boyun Eğme Memlekete Sahip Çık / Fabrikalar, Tarlalar, Siyasi İktidar, Her Şey Emeğin Olacak’ şeklinde slogan atmak suretiyle 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na aykırı olacak şekilde yürüyüş yaptıkları” belirtiliyor.

Bu eylem nedeniyle suçlanan TKP’lilerin 3 yıl da hapsini istiyor Savcılık!

İddianameye göre “fakir ziyareti maratonu” paylaşımları yaparak halkla alay eden Mehmet Şimşek’i, İstanbul’da ev kiraları yüksek diye şikayetlenip Bodrum’dan 1,3 milyon avroya ev alan Hafize Gaye Erkan’ı Merkez Bankası önünde protesto etmek, onların halkı yoksulluğa iten politikalarına karşı çıkmak, halka bu saldırılara boyun eğme çağrısı yapmak suç.

Gerçekten bu akılsız düzen böyle korunur mu zannediyorlar?

                                                           ***

18 TKP üyesi, 12 Haziran Çarşamba günü, Şimşek ve Erkan'la sembolleşen halk düşmanı ekonomi politikalarına karşı yaptıkları eylem nedeniyle hakim karşısına çıkacak, yargılanacak…


Ancak bu hukuksuz yargılamalara, saldırılara karşın birileri ellerinde bayraklarla, bu düzenin merkezlerine not düşmeye, memlekete sahip çıkmaya devam edecek. O düşülen not güçlenmek, o düşülen not büyümek zorunda, memleketin her yerinde.

Ve evet, iddianamede yer alan iki sloganda belirtildiği üzere, bu halk boyun eğmeyecek ve memlekete sahip çıkacak, her şey emeğin olana, Şimşekler yargılanana kadar.

*İddianamede enflasyon ve kur konulu basın açıklaması yapmak isteyen TKP’lilere yapılan saldırı, darp ve ters kelepçe işlemi şaşırtıcı olmayan şekilde görünmez kılınırken, TKP’lilerin polise saldırdığı iddia ediliyor. Açıklamanın konusu, iddianamede de yer aldığı üzere enflasyon, yani halkın yaşadığı yoksulluktu. Polise saldırdı iddiasıyla TKP’lileri suçlayan savcılık, son 5 yılda geçim sıkıntısı, yoksulluk ve mobbing gerekçesiyle intihar eden 450 polise baksaydı, asıl saldırının nereden geldiği  kuşkusuz daha da berraklaşırdı.

                                                               /././

'Enerji' dolandırıcılığı vurgunu çete işi çıktı: 28 kişi, 40 şirket kurmuş (Aslı İnanmışık)

"Devlete enerji satacağız" yalanıyla yüz milyonlarca liralık vurgun yapılan dolandırıcılık vakasında ayrı ayrı kurulmuş şirketlerin tepesindeki isimlerin birlikte hareket ettiği ortaya çıktı.

Diğer adıyla piramit şeması olan "ponzi sistemi" ülkemizde son yıllarda çok sık kullanılan bir dolandırıcılık yöntemi. Sisteme göre yüksek kâr getiren bir üretim varmış gibi gösteriliyor ve ilk yatırım yapanlara ödeme, sisteme sonradan katılanların parasıyla yapılıyor. Ancak çoğunlukla ortada bir üretim dahi olmuyor.

Bunun son örneği, "enerji üretimi" vaadiyle yapılan dolandırıcılık. 

soL'un bir süredir gündeme getirdiği dolandırıcılık yöntemiyle, yurttaşlar "yenilenebilir enerji" yatırımı güneş paneli kuracağını iddia ederek fahiş fiyatlara arsa veren bir şirket eliyle "devlete enerji satacaklarına" inandırılıyor. Devletin önüne geçemediği bu sistem medya eliyle pazarlanıyor hatta bu örnekte cemaatlere kadar uzanıyor.

Dosyaya 'kısıtlama' kararı getirildi: 'Şirketlerin tepesinde aynı isimler olduğunu belirledik'

Binlerce kişinin mağdur olduğu "enerji" dolandırıcılığında resmi makamlara şikayetler sürüyor. Öte yandan şikayetler tek dosyada toplanmaya çalışılıyor.

Yaklaşık 600 milyonluk vurgunla ilgili henüz haciz işlemi dışında adım atılamamışken, dosyaya soruşturma aşamasında "kısıtlama kararı" getirilerek örgütlü suçlar bürosu ile mali suçlara devredildi.

Peki neden örgütlü suçlara devredildi?

Önce Kainat Holding'in "enerji tarlası" isimli projesiyle dolandırıcılık yaptığı anlaşılmıştı. Ardından İhya Holding isimli şirketin de ödemeleri geciktirmesi üzerine aynı yöntemi kullanarak yüzlerce kişiden para topladığı ortaya çıkmıştı.

Her iki şirketin de Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu'ndan üretim lisansı olmadığını açık kaynaklar üzerinden öğrenmiştik.

Mağdurlarla konuşan soL, sözleşmelerde şirketlerin birbirinin ismini kullanması üzerine her iki şirketin aynı elden yönetilebileceği şüphesine dikkat çekmişti.

68 kişinin davasını üstlenen Avukat Semra Acar da ana dosyanın Bakırköy Savcılığı'nda olduğunu belirterek, "Şirketlerin tepesinde aynı isimler olduğunu belirledik. Dosyayla ilgili haciz yaptık. Hatta ben hacze de gittim. Silivri'deki ofislerinden mal kaçırmaya çalıştılar" dedi. Acar, "Bu sadece bir dolandırıcılık değil, dolandırıcılığın örgütlü hali" diye konuştu.

Şirket açıklama yaptı, haciz reddedildi

soL, Kainat Holding'e ait İstanbul Silivri'deki bir deponun geçtiğimiz günlerde yurttaşlar tarafından basıldığını gündeme getirmişti. Güneş panelleri ve şirkete ait çeşitli dökümanların yer aldığı depodan eşya çıkarıldığını görenler polise haber vermiş, depodan Kainat Holding logolu motorların gitmesi engellenmişti. Ertesi gün avukat eşliğinde depoya haciz yapıldığı öğrenildi.

Kainat Holding yetkilisi kimseye ulaşılamazken, Instagram hesabındansa açıklama yapılmaya devam ediliyor. 4 gün önce yapılan paylaşımda Silivri'deki söz konusu haciz işlemi ve mal kaçırma yalanlandı. Avukat Semra Acar'ın depoya gelmediği iddia edildi.

'Mağdurum' diyerek depodan mal kaçırdılar

Avukat Acar Silivri'de haciz işlemi sırasında yaşananları anlatırken mal kaçırmaya çalışanlardan birinin örgütün başındaki yönetici isimlerden olduğunu söyledi:

"Silivri'de yaşayan mağdur gelip gidenleri takip ediyor. Önce 'mağdurum' diyen kişinin örgüt üyesi olduğu ve mal kaçırmaya çalıştığı anlaşılıyor. Polise şikayet sonrası söz konusu sabıkası olduğu ve örgütün başındaki yönetici isimlerden olduğu fark ediliyor. Kıymetli olan motorları, enerji akülerini alıp götürdüklerini biliyoruz. Pek para etmeyen paneller vs ise içeride bırakılıyor."

Dolandırıcılara yurtdışı yasağı

soL'un konuştuğu avukat Semra Acar, şikayet edilen isimlere yurtdışı yasağı konulduğunu ifade ederken, gözaltı işlemininse yapılıp yapılmadığı konusunda bilgilerinin olmadığını dile getirdi. "Savcılık çalışıyor. Dosyanın bir kısmını da mali şubeye devrettiler" diyen Acar, sürecin yavaş ilerlediğini mağdurlar açısından en büyük sıkıntının da bu olduğunu belirtti:

"Savcılığın biraz daha hızlı hareket etmesi en büyük beklentimiz. Şu anda 1 ayı geçti örgütlü suçlarda dosya ama operasyon yok. Örgüt şeması aşağı yukarı belirlendi. Savcılık bir şema çıkardı."

Dosyada ismi geçen kişilerin benzer suçlardan kaydı var

Avukat Semra Acar söz konusu kişilerin daha önce de benzer suçlardan kaydı olduğuna dikkat çekti. Acar, işin başında görünen bir ismin hâlâ Ankara Ağır Ceza Mahkemesi'nde aynı suçtan yargılamasının devam ettiğini söyledi. 

Dosyanın son durumda hangi aşamaya geldiğiyse "kısıtlama kararı" nedeniyle bilinemiyor.

---------------------------------------------------

"Kısıtlama kararı" ne anlama geliyor?

Gizlilik adıyla bilinen "kısıtlama" kararı ile Ceza Muhakemesi Kanunu 153. Maddesi yoluyla soruşturma dosyalarına erişim kısıtlanıyor. Bu yolla avukatların dahi birçok evraka ulaşması engelleniyor. Kısıtlama kararı için öncelikle toplu işlenen bir suç olması gerekiyor. Sanıkların dosyadaki bilgileri taşımasından şüphelenilerek bu kararın alındığı açıklanıyor.

Savcılığın gerekçeli olarak kısıtlama kararını neden aldığını da yazması gerekiyor ama genelde "lüzum görüldüğü üzere" denilerek bu açıklamadan da kaçınılıyor.

Adil yargılama hakkını da zedeleyen bu kararlar asıl olarak söz konusu olayın kamuoyunun ilgisinden kaçırılması amacıyla uygulanıyor. Kısıtlama için kanuna göre "iddianamenin en geç kabulüyle ortadan kalkar" deniliyor.

-------------------------------------------

'Arazileri daha önce piyasadan ucuza toparlamışlar'

Şirketin daha önce pek çok mecrada yayınlanan reklamlarının gerçekleri yansıtmadığını pek çok bölgede panel dahi kurulmadığını söyleyen Semra Acar, dosyanın büyük bir dolandırıcılık vakası olduğunu, bunun altından kalkılmasının mümkün olmadığını ifade etti. 

Daha önce haberlerimizde bahsettiğimiz taşlık ve kötü arazilerin mağdurlara yüksek bedellere satıldığını da doğrulayan Acar şunları söyledi:

"Söz konusu yerler kötü araziler. Bu arazileri zaten daha önce piyasadan ucuza toparlamışlar. Arazilerin resmi devirlerini de gördük. Arazileri ucuza alıp insanlara çok yüksek fiyatlara satmışlar. Örneğin 8 dönüm araziyi 359 bin liraya almışlar ve neredeyse 10-20 milyon getiri elde etmişler."

'Koskoca holdingin hesabından 34 bin lira çıktı'

Kooperatiflerin kurulup denetlenmesi, gerçekten amacına uygun bir faaliyet yürütüp yürütmediğinin belirlenmesi gibi konularda da eksiklikler olmasının muhtemel olduğunu belirten Semra Acar, öncelikle örgüt şeması ve şirketlerle ilgilendiklerini dile getirdi.

28 dolandırıcının yaklaşık 40 tane şirketi bulunduğunu tespit ettiklerini belirten Acar, "Koskoca Kainat Holding'in hesabından da 34 bin lira çıktı. Zaten holdinglerin sermayeleri sattıkları ürünleri dahi karşılamıyor, çok düşük bütçeli kurulmuşlar. Birçok alanda göstermelik faaliyet yürütmüşler" dedi.

Mağdurlardan eylem: 'Yakalanıp yargılanmalarını istiyoruz'

Geçtiğimiz pazar günü Kainat Holding'in İstanbul Bakırköy'deki Dünya Ticaret Merkezi ofisi önündeyse mağdurlar avukat eşliğinde açıklama yaptı. Holdingin ofisinin boş olduğunu, ticaret merkezinden içeri alınmadıklarını belirten mağdurlar yaklaşık iki aydır kimseye ulaşamadığını belirtti. 

Mağdurlar, "Elini kolunu sallaya sallaya ortalıkta dolaşıyorlar. Yakalanıp yargılanmalarını istiyoruz" diyor:

"Bir süre kira aldık ancak sonra ortadan kayboldular. Merkezleri şu anda kapalı. Kimse yok. Artık herhangi bir para alamıyoruz. Resmen dolandırıldık. Devlet yetkililerinden, çok fazla da dolandırılan olduğundan, süratle konuya müdahale etmelerini istiyoruz."

"Dünya Ticaret Merkezi'nde görüşme yaptık, sözleşme imzaladık, noterde işlem yaptık. Bize arsa satıp kira vadettiler. Sonra kira da alamadık. Bu kadar kurum içine girip de dolandırılmak akıl alır gibi değil. Maddi manevi kaybımız var. Birilerinin bizim sesimiz olması gerekiyor."

"İnternet üzerinden reklam yoluyla dolandırıldım. Birkaç ay sonra her yeri kapatıp ortadan kayboldular. Milyonlar topladılar. Mağdur sayısı fazla, kayıp çok. Yardım bekliyoruz."

                                                              /././

Şimşek programı 'çalışıyor', peki buradan nereye? (Fatih Yaşlı)

"Türkiye’nin sermaye düzeni her dönem emekçilerden patronlara servet transfer etmenin bir yolunu bulmuştur ve şimdi de izlenen yol budur."

Amiyane olmakla birlikte, açıklayıcı olduğu için sıkça kullandığım bir tabiri tekrar kullanacak olursam, Türkiye son yirmi iki yılda “seçim manyağı” bir ülke haline getirildi. Bu şaşırtıcı değil; çünkü AKP tarzı rejim inşa eden ve referans olarak “milli irade”yi gösteren partiler yollarına ancak kendilerini sürekli sandıkta onaylatarak devam edebilirler. 

Türkiye buna uygun bir şekilde son iki yılda iki önemli seçime gitti; seçimlerden ilki geçtiğimiz yıl yapılan 14-28 Mayıs cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri, ikincisi ise bu sene 31 Mart’ta yapılan yerel seçimlerdi. 

İki seçimin arasında bir yıldan daha az bir süre olsa da sonuçları itibariyle bakıldığında ortaya birbirinin neredeyse tamamen tersi bir tablo çıkmıştı. 14-28 Mayıs’ta iktidardaki ittifak hem cumhurbaşkanlığı hem de parlamento seçimlerini tartışılmayacak bir üstünlükle kazanırken, 31 Mart’ta ise muhalefet tartışılmayacak bir üstünlük kazanmıştı. Üstelik bu sefer ortada Altılı Masa, yani bir ittifak da yoktu; seçimin kazananı tek başına CHP’ydi. 

Peki böylesine kısa bir sürede ortaya böyle bir tablo çıkmasının nedeni neydi, ne olmuştu bu bir yıldan bile kısa olan zaman diliminde? 

Bu soruya vereceğim yanıtta, indirgemecilik riskini de göze alarak doğrudan her iki seçim öncesinde izlenen ekonomi politikalarına odaklanacağım. 

Nas’la 14-8 Mayıs seçimlerine 

Hatırlanacağı üzere iktidar 2021 yılının sonlarına doğru bugün akıllarda “nas politikası” diye kalan düşük faiz politikasını başlatmıştı. Bu süreçte faizler yapay bir şekilde aşağı çekildi ve hem döviz kurunun hem enflasyonun yükselmesi göze alındı. Bunun ise basit bir nedeni vardı; her ne pahasına olursa olsun çarkları döndürmek.

Ucuz faiz politikasıyla birlikte patronlar hem ucuz krediye ulaşabildiler hem de emek maliyetleri döviz bazında düştü; yani patronlar devlet eliyle ve halkın cebinden alınan vergilerle finanse edilirken, geniş halk kitlelerinin alım gücü düşürüldü, yoksulluk yaygınlaşıp derinleşmeye başladı. 

Patronlar açısından ucuz krediye ulaşmak ve emek maliyetlerinin düşmesi, işlerin büyümesi ya da belli bir seviyenin korunması ve bir iflas dalgasının yaşanmaması anlamına geliyordu; bu ise emekçiler açısından daha önceki iktidarları götüren “tencere”nin ekmek küçülse de kaynamaya devam etmesi demekti, çünkü böylece işsizlik ve istihdam belli bir seviyede tutulabiliyordu.

Ülke ekonomisi bu süreçte büyümeye devam etti ve iktisatçılar buna “yoksullaştıran büyüme” adını verdiler; ekonomi büyüyor, işsizlik belli bir seviyede kalıyor ama hayat pahalılığı artıyor, halk daha da yoksullaşırken sermaye sınıfı daha da zenginleşiyordu.

Hayat pahalılığındaki artışın hızını anlamak için enflasyon artışındaki çarpıcı hıza bakalım. Erdoğan’ın “nas politikası”nı açıkladığı Kasım 2021’de enflasyon yüzde 21.3’ken hemen ertesi ay yüzde 36’ya, altı ay sonra yüzde 73.5’e ve bir yıl sonra ise yüzde 84’3’e yükselmişti. Yani sadece bir yıl içerisinde hayat pahalılığı -resmi verilere göre- dörde katlanmış, emeğiyle geçinen kitleler aşırı hızlı bir şekilde yoksullaşmıştı. 

Dolayısıyla 2022 yılı sonlarına gelindiğinde, yani seçimlere yaklaşık altı ay kalmışken, Türkiye’de ekonomi büyümeye devam ediyor ama bu büyüme gelir dağılımının alt üst edilmesi ve geniş halk kitlelerinin yoksullaştırılması sayesinde mümkün olabiliyordu. 

Peki nasıl olmuştu da buna rağmen Erdoğan ve Cumhur ittifakı seçimi kazanmayı başarmıştı? 

Bunun birden fazla nedeni var elbette ama ekonomiye baktığımızda gördüğümüz şudur: 2022 yılının Aralık ayında asgari ücrete 2023 yılının ilk yarısı için yüzde 54.6 zam yapılmış, böylece asgari ücretteki artış bir önceki seneye göre yüzde 100 olmuştu. Emekli ve memur maaşlarına yapılan zam ise yüzde 25 olarak belirlenmişti. Bunlara EYT düzenlemesinin çıkarılması, sosyal konut projesine başlanması, aile yardımlarının daha çok yoksul aileyi kapsaması ve muhalefetin alternatif bir program sunmaması eklendiğinde tablo tamamlanıyordu. 

Ancak unutulmaması gereken bir olgu daha vardı: 2022 biterken yüzde 85’e çıkan enflasyon, seçim ayı olan Mayıs’ta 39.5’a kadar inmişti, buna bağlı olarak da seçim sonuçlarını tahmin etmemizi kolaylaştıran Tüketici Güven Endekse 91’e yükselmişti; bu endeksin 90’ın üzerinde olduğu seçimleri ise AKP kazanıyordu. 

Peki sonra ne oldu, neden Erdoğan kendisine seçim kazandıran “nas politikası”nı terk etmek ve 31 Mart seçim yenilgisinin ana sebebi olan Şimşek programını kabul etmek zorunda kaldı? 

Bu elbette ki ekonominin gerçekleriyle ilgiliydi. Faizleri yapay olarak düşürdüğünüzde dövize talebin artıp kurun fırlaması kaçınılmazdı, bunu engellemek için elde bulunan tek araç ise Merkez Bankası’nın arka kapıdan döviz satışıydı. 

O süreçte 200 milyar dolara yakın döviz satıldı, Merkez Bankası rezervleri eritildi, kasa boşaltıldı ama bu sürdürülebilir değildi; çünkü ekonomi döviz yokluğunda hızla bir ödemeler dengesi krizine gidiyordu ve öyle bir durumda iktidar da o krizin altında kalırdı. 

Şimşek programıyla 31 Mart seçimlerine 

İşte tam da bu nedenle Şimşek iş başına getirildi ve kemer sıkma programı başladı. Son derece ironik bir şekilde enflasyonla mücadele adına her şeye zam yapıldı; çünkü enflasyonu uzun vadede düşürmenin yolunun talebi düşürmekten geçtiğine inanılıyordu ve bunun için de her şeyin daha pahalı hale gelip, halkın daha da yoksullaştırılması gerekiyordu.  

Yazının başında 2023 genel seçimleriyle 2024 yerel seçimlerini karşılaştırırken “iki seçimin arasında bir yıldan daha az bir süre olsa da sonuçları itibariyle bakıldığında ortaya birbirinin neredeyse tamamen tersi” bir sonuç çıktığını söylemiştik.

Peki bunun nedeni neydi? İşte ana neden izlenen kemer sıkma politikalarıydı. Şimşek 2023 Mayıs seçimleri sonrası göreve başladığında enflasyon yüzde 85’lerden yüzde 39’lara kadar düşmüştü. Oysa bunun üzerinden geçen 9 ay zarfında Şimşek programı enflasyonu patlatmış ve 2024 Mart ayında, yani seçimler yapılırken yıllık enflasyon yeniden yükselerek 65.5’e çıkmıştı. Bugün ise enflasyon %75’e yükseldi. 

Enflasyondaki bu hızlı yükselişe bir de Erdoğan’ın seçim meydanlarında Şimşek programına açık bir şekilde destek vermesi eklenince halk kemer sıkma programının boğaz sıkma programına dönüşeceğini gördü ve oyunu bu doğrultuda kullandı; 22 yıllık tarihinde AKP ilk kez seçimden ikinci parti olarak çıkarken CHP (SHP’nin 1989 yerel seçimleri zaferi sayılmazsa) 1977’den beri ilk kez birinci parti oldu. 

Seçimler bitti, AKP en ağır yenilgisini aldı ama “nas modeli”ne dönülmeyeceği, Şimşek programının yoluna devam edeceği görüldü. Asgari ücrete yapılmayacak ara zam ve memurlarla emeklilere yapılacak cüzi zam, bu devamın işaretleridir. Yüksek faiz patronların ucuz krediye ulaşmasını zorlaştırsa da onlara vaat edilen ucuz emek cennetinde yaşamaya ve enflasyon sayesinde yüksek karlar elde etmeye devam edeceklerdir.

Öte yandan Şimşek programı öncelikli hedefine ulaştı; yani Merkez Bankası rezervleri yeniden pozitif seviyeye çıktı. Çünkü sermayeye “nereden bulursanız bulun ama bulduğunuz dövizi getirip TL’ye çevirin, size yüksek faiz verelim, kurları da düşük tutalım, böylece yüksek faiz gelirleri elde edin” denildi. Dövizin haftalardır yatay bir seyir izlemesinin nedeni izlenen bu politikadır, Türkiye’nin sermaye düzeni her dönem emekçilerden patronlara servet transfer etmenin bir yolunu bulmuştur ve şimdi de izlenen yol budur. 

Buradan nereye? 

Bununla birlikte enflasyonun bu ay itibariyle zirveye ulaştığını ve gelecek aydan itibaren baz etkisi ve mevsimsel etkilerle kısmen de olsa düşüşe geçeceğini, yıl sonunda da 45’in altına düşme ihtimalinin hayli yüksek olduğunu görüyoruz. Erdoğan daha şimdiden gelecek yılın başından itibaren buradan yazacağı yeni başarı hikâyelerinin hazırlığını yapıyor belli ki.

CHP ise kendisine seçimde verilen oyun esas nedenini bilse de ona uygun bir siyaset izlemiyor; çünkü ruhu itibariyle Şimşek programıyla bir derdi bulunmuyor, piyasacılığı tek seçenek olarak görüyor. Yapılan “tematik mitingler”, aslında hepsi aynı yerden, yani Şimşek programından kaynaklanan sorun başlıklarını bilinçli bir şekilde birbiriyle ilişkilendirmiyor, mitinglerde yapılan konuşmalarda ise “normalleşme”nin de etkisiyle ne Erdoğan ne de Şimşek programı hedef tahtasına konuluyor. Dolayısıyla da ortaya bütünlüklü bir mücadele çerçevesi ve stratejisi çıkmıyor. 

(Asgari ücrete ara zam yapılmaması kesinleşirse yaşanabilecekleri ve CHP’nin nasıl bir tutum alacağını ise hep birlikte göreceğiz.) 

Netice itibariyle, sosyalist solun ve emek hareketinin zayıflığının da büyük katkısıyla, Mehmet Şimşek ülke tarihinin en itirazsız kemer sıkma programını uyguluyor; programın karşısına kimse bütünlüklü bir alternatif program koyup, bunun üzerinden toplumsal muhalefet dinamiklerini harekete geçir(e)miyor. 

Buraya doğru bir adım atılabilmesi için önümüzde çok yakıcı bir asgari ücret ve memur/emekli maaşları başlığı var: Bütün bir toplumsal muhalefetin ve sosyalist solun asgari ücreti ve maaş zamlarını ana gündemi yapması, kampanyalara girişmesi, bunun üzerinden bir toplumsallık yaratması ve Haziran-Temmuz ayları boyunca siyasetin temel tartışma konusu haline getirmesi gerekiyor. 

Atılacak bu ilk adım yeni bir toplumsal muhalefet dalgasının yükselmesi için de bir çıkış şansı olabilir çünkü. 

                                                             /././

Kadın voleybolcularımız, meme hönkürmesi ve TRT (Serdar Kızık)

"Bakış açılarının gereği çok tahrik olmuşlar, pek kızmışlar, öfkelenmişler, köpürmüşler. E bir de maç sonu o güzel kadınlarımız ABD’yi yenince üstüne üstlük, düğmeye basılmış troller harekete geçmiş."

O son sette, dünya birincisi kadın voleybol takımımız ABD karşısında soluksuz bir maç oynarken,

Yürekler gümbür gümbür atarken,

Evlerde adeta soluklar kesilmiş, heyecandan hop oturup, hop kalkılırken,

Tribünlerde kırmızı giysili, dekolteli bir taraftarımız, aldığımız bir sayının çoşkusuyla ayakta zıp zıp zıplarken…

Dekoltesi görünmüş ekranda, kısa bir süre…

Gezi’de olduğu gibi kırmızılı kadınlardan gıcık kapan memleketteki bir grup, hönkürmeye başlamış.

Sahadaki o büyük mücadeleyi sürdüren cumhuriyet kadını voleybolcularımızı değil, kırmızı giysilerin arasındaki memeleri görmüşler…

Vay, sen misin görünen?

Bakış açılarının gereği çok tahrik olmuşlar, pek kızmışlar, öfkelenmişler, köpürmüşler.

E bir de maç sonu o güzel kadınlarımız ABD’yi yenince üstüne üstlük, düğmeye basılmış, troller harekete geçmiş.

Aklı fikri memelerde, bacak aralarında olan güruh tahrik olmuş!

TRT’ye hiddetlenmişler sosyal medyada. X’te yüklenmişler, “rezalet” demişler, “kameralar o kadını nasıl, hangi cüretle gösterir” demişler…

Ardından durumu ciddi bulan, “tabanın sesini”, bu tepkisini değerlendiren TRT yönetimi el aman demiş, bir değerlendirme yapmış ki sormayın…

Efendim, kendilerinin bir günahı yokmuş, canlı yayını ABD’li bir kurum yapıyormuş. Bu görüntüler yayın politikalarına aykırıymış, pek rahatsız olmuşlar! Ardından da kamuoyuna, şu açıklamayı sunmuşlar:

"Dün gece, A Milli Kadın Voleybol Takımımızın FIVB Milletler Ligi'ndeki 8. maçında ev sahibi ABD ile oynadığı karşılaşmanın canlı yayında ekranlara istenmeyen bir görüntü gelmiştir. Bu rahatsız edici durum, farklı mecralarda ve yanlış bir algı eşliğinde Kurumumuz ile ilişkilendirilmiştir. Kamuoyunun bilmesini isteriz ki, maçın çekimini ve rejisini ev sahibi ABD'li yayın kuruluşu gerçekleştirmiştir. TRT spor ve maçı yayınlayan tüm yayın mecraları ABD'li yayın kuruluşunun anlık ilettiği görüntüleri müdahale imkanı olmaksızın ekrana yansıtmıştır. Dolayısıyla yayın politikamıza tamamıyla ters olan bu görüntü, ABD yayın kuruluşu kaynaklıdır ve bu durumdan duyulan rahatsızlık da karşı tarafa iletilmiştir."

* * * 

Türk Bayrağının adının değişmesini isteyen Hilal Kaplan’ın yönetim kurulu üyesi olduğu TRT, yöneticilerine milyonluk huzur hakkı veren TRT, yıllardır iktidara borazanlık yapan TRT, cumhuriyet kadınları voleybolcularımızın sahadaki mücadelesini, kazandıkları zaferini gölgelemiş, gündemi değiştirmiş, tribünde maçı izleyen bir seyircinin göğüs dekoltesi üç beş saniye ekrana geldi diye izleyicilerden özür diliyor iyi mi?

Sanki Türkiye’de milyonların derdi, o memeymiş gibi…

Sanki asıl gündem kadın voleybol milli takım değil, o dekolteymiş gibi 

* * *

“Kurtuluş savaşını keşke Yunan kazansaydı“ diyen müridleri fesli gibi, aslında ABD’nin yenmesini dileyen,
Mümkün olsa kadın voleybolunu spor dallarından kaldıracak,
Kızlarımızı spor salonlarından çıkarıp, eve kapatacak,
Türk kadınının başarısını haz etmeyen, 
Tarikat evlerindeki bademcilere, tarikat yurtlarındaki çocuk tacizcilerine, 9-10 yaşındaki kız çocuklarının evlendirmesine tek laf etmeyen, 
Kadın cinayetlerine aldırmayan,
Aklı fikri memelerde, bacak aralarında olan trolcü güruh, bu açıklamayla beraber tatmin oldu mu, bilemem.

Maç sonu galibiyeti coşkuyla anlatırken “Bu, cumhuriyetin kadınlarının zaferidir“ diyen TRT spikerinin sözlerinden de hallenerek tahrik olup, ikinci bir açıklama isterler mi, onu da bilemem…

                                                                /././

AYM'nin Erdoğan'ın yetkilerini iptali: Uzlaşı, altı yıllık kanunsuzluğun üstünü mü örtecek? (Yalçın Cuğ)

Yüksek yargı, Başkanlık sisteminin temel mevzuatlarından birini büyük oranda iptal etti. Gecikmeli karar Erdoğan'a 6 yıl kazandırdı. Peki şimdi ne olacak? Eski AYM Raportörü Ali Rıza Aydın anlattı.

Anayasa Mahkemesi (AYM), "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi"nin uygulayıcısı olan temel mevzuatlardan birine ilişkin çok sayıda hükmü iptal etti.

2018 yılında çıkarılan 703 sayılı bu Kanun Hükmünde Kararname (KHK) yeni sisteme geçişte kritik öneme sahip metinlerden biriydi.

CHP, tartışmalı KHK'nin birçok maddesini, hükmünü, hatta sözcüğünü Anayasa Mahkemesi'ne taşımış ve iptalini istemişti.

AYM'nin karara varması 5 yılı aştı. 2023'ün son ayında açıklanan kararın 482 sayfadan oluşan gerekçeli haliyse bugün Resmi Gazete'de yayımlandı.

Gerekçeli kararın 6 yıl sonra açıklanması, kritik kararların oybirliğiyle alınmış olması, Erdoğan'ın kabine toplantısı çıkışında yaptığı açıklamalarda AYM'ye alıştığımız üzere üst perdeden çıkışmamış olması, gelişmenin düzen siyasetindeki istikrar ve yumuşama arayışının bir tezahürü olabileceğine işaret ediyor.

AYM'nin 2018'den 2024'e kadar beklettiği karar, Erdoğan dönemindeki birçok faaliyetin Anayasa'ya aykırı olduğunu saptıyor. Kararla birlikte Merkez Bankası Başkanı’nını süresinden önce değiştirmekten rektör atamalarına kadar Cumhurbaşkanına tanınan birçok yetki iptal ediliyor.

Karar gecikmeli, yöntemi tanıdık

Kararın ayrıntılarını soL yazarı ve eski Anayasa Mahkemesi Raportörü Ali Rıza Aydın'la konuştuk.

Ali Rıza Aydın öncelikle AYM'nin "gecikmiş" bir karar verdiğinin altını çiziyor ve bunu AKP döneminin hukuksuzluğunun tipik bir göstergesi olarak yorumluyor.

Üstelik bu gecikme aradan geçen 6 yıldan ibaret değil. İptal edilen hükümlerin 1 yıla varan sürelerin ardından yürürlüğe girmesi kararlaştırıldı. Bu süre zarfında Meclis’in yeni düzenlemelere gitmesi gerekecek. 

Aydın'a göre bu süre şu anlama geliyor:

"AYM parlamentoya diyor ki, bu konularda boşluklar doğacak, bu boşluğu doldurmak için sana süre veriyorum. Artık AYM'nin iptal kararı bilindiği için hukuk devletinin gereği olarak süre verilen maddelerin de yürürlükte kalması ve sonuç doğurması bakımından özen gösterilmesi gerekiyor."

Yani iptal edilen maddeler eğer bireysel ya da toplumsal hak ihlaline neden olursa ve bu maddeler hâlâ yürürlükte diye uygulanırsa hukuka aykırı bir durum ortaya çıkacak.

İptal edilen yetkilerle verilmiş kararlar ve yapılmış işlemler ne olacak? 

AYM'nin iptal kararı üç gerekçeye dayanıyor. KHK'nin ilk olarak yetki kapsamının, ikinci olarak amacının dışına çıktığı ve son olarak temel hak ile özgürlükler gibi düzenlenmesi yasak alanlara girdiği saptanıyor.

AYM, az sayıda maddeyi içerik bakımından iptal ederken, KHK'nin hem yetki kanununa hem de Anayasa aykırı olarak çıkarıldığını saptıyor.

Peki, iptal edilen yetkilere dayanarak geçtiğimiz 6 yılda verilen kararlar ve yapılmış işlemler ne olacak? 

"Aslında biz cumhurbaşkanlığı rejiminin bir dönemini tamamlamış olduk. Aradan bir seçim geçti. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Anayasa'ya aykırı olan maddelere dayanarak birçok işlem yaptı. Birçok kanun hükmü yürülükten kalktı, bu KHK'ye dayanılarak değiştirildi. Bunların yerlerine getirilen ek maddelerle birçok hukuksal işlem yapıldı.

Cumhurbaşkanının Anayasa'ya aykırı olan bu maddeler nedeniyle yaptığı işlemler ve eylemler nedeniyle mağdur olanlar açısından yeni bir hukuksal mücadele alanı doğmuş oluyor. Türkiye'de yargı kararlarının uygulanmadığını biliyoruz ama hiç olmazsa geciken yargı kararları üzerinden hak ihlaline uğrayanların hakları iade edilmeli."

'Cumhurbaşkanı suç işlediyse Yüce Divan yolu görünür'

İptal kararlarının yürürlüğe girmesi sürecinde Meclis'i zorlu bir sınav bekliyor.

Önümüzdeki 1 yılda Meclis'ten çıkacak kanunlar kritik öneme sahip. Ali Rıza Aydın'a göre Cumhurbaşkanı'nın Anayasa'ya aykırı olduğu belirlenen faaliyetlerinin düzenlenmesi tek başına yeterli değil. Sorgulanması gerekenin rejimin kendisi olduğunu belirten Aydın, hem hukuki hem siyasi mücadelenin önemine işaret ediyor.

"Eğer gerçekten Anayasa kapsamında ve hukuk kapsamında Cumhurbaşkanının görevi nedeniyle işlediği bir suç söz konusuysa bunun karşılığı Yüce Divan yoludur. Ancak bu yol Anayasa'daki oranlar itibariyle zor. Bir Cumhurbaşkanının Yüce Divan'a çıkarılmasının sadece matematiksel değil Anayasal bütünlük içinde de zor olduğunu biliyoruz. Ama yollardan biri de budur. Bu yol denenmelidir ama asıl yol özellikle bugünlerde "yumuşama" ya da "normalleşme" denilen süreç içerisinde siyasi mücadeleyi derinleştirmektir. 'Hukuk var, yargı var, kararlar veriliyor' diyerek hafife alamayız."

'Cumhurbaşkanı'nın yeni rektör atamaması gerekir'

İptal edilen yetkilerden ikisi kamuoyunun dikkatini daha çok çekti.

Bunlardan ilki üniversite rektörlerinin Cumhurbaşkanı tarafından atanmasına ilişkin düzenlemenin oybirliğiyle iptali oldu. Kararda rektör atamalarının KHK ile yapılamayacağına dikkat çekildi.

Bu konuda yeni bir düzenleme çıkarılması için Meclis'e 1 yıl tanındı. Verilen süre mevcut rektörlerin görevine devam edeceği, yenilerinin de iptal edilen hükme göre atanacağı şeklinde yorumlandı. Ali Rıza Aydın ise Meclis'in 1 yılı beklememesi gerektiğini söylüyor:

"AYM süreyi rektörler görevine devam etsin diye değil hukuki boşluk olmasın ve yasama organı bu konuda bir an önce düzenleme yapsın diye vermiştir. Bir hukuk devletinde rektörlük ataması gibi ciddi sonuçlar doğurabilecek bir konuda yasama organının 12 ayı beklememesi gerekir. Ayrıca AYM ne kadar süre vermiş olursa olsun hukuk devletinin gereği olarak Cumhurbaşkanı'nın yeni rektör atamaması gerekir. Atandığı zaman hukuki sakatlık doğar."

Bu noktada Meclis'in alacağı kararın niteliği de kritik öneme sahip. Aydın'a göre, AYM'nin iptal kararı göz önüne alınmalı, "KHK ile yapılamazsa kanunla yapılır" diyerek yine Cumhurbaşkanına geniş yetkiler verilmemeli.

Para politikası değişikliğinin mağdurları ne yapacak?

Dikkat çeken diğer iptal kararı, eskiden Bakanlar Kurulu’nda olan ancak 2018 yılındaki düzenlemeyle Cumhurbaşkanı’na geçen Merkez Bankası Başkanını süresinden önce değiştirme yetkisi oldu.

Aydın bu kararın da bir mücadele zemini oluşturacağı görüşünde: 

"Merkez Bankası'nın para politikaları yönünden hukuka aykırı olarak görevden alma ya da göreve atama işlemlerinde bir sakatlık varsa bu sefer bu politikalar yönünden mağdur olan, zarar görenler açısından sorun çıkacak. Bu sorunun çözümünü hukuk yoluyla aramak tek başına yeterli değil ve çok zayıf kalır. Bütün mücadele yolları denenmeli."

                                                               /././

Tepebaşı Belediyesi’nde işçi kıyımı: Sendika sessiz, işçiler niye çıkarıldıklarını bilmiyor (Yekta Armanc Hatipoğlu)

CHP’li Tepebaşı Belediyesi’nde işçi kıyımı yapılıyor. Şimdiye kadar kaç işçinin işten çıkarıldığı tam olarak bilinmezken işten çıkarılanlar arasında engelli ve hamile çalışan da var.

CHP’li Eskişehir Tepebaşı Belediyesi, işten çıkarmalarla gündemde. Tam olarak ne zaman başladığı ve ilk olarak kimlerin işten çıkarıldığı bilinmezken, işten çıkarılacak işçilerle ilgili yüzlü sayılar telaffuz ediliyor. İşten çıkarılanlar arasında engelli, hamile ve kadın işçiler de bulunuyor.

Tepebaşı Belediyesi’nde örgütlü sendika DİSK’e bağlı Genel-İş. Genel-İş veya DİSK Şimdiye kadar işten çıkarmalarla ilgili açıklama yapmazken, DİSK Eskişehir Bölge Temsilcisi Zeynep Kaya aynı zamanda belediye çalışanı.

Belediye Başkanı: 'Bütün işyerlerinde olabilir'

İşten çıkarmalar, Tepebaşı Belediye Başkanı Ahmet Ataç’a meclis oturumunda soruldu. AKP’li Meclis Üyesi Mehmet Şimşek, Ataç’a “Tepebaşı Belediyesi ve belediye şirketlerinden kaç kişi işten çıkarılmıştır? İşten çıkarılan personellerin görev aldıkları birimler nelerdir? İşten çıkarılan personellerin yüzde kaçı kadın personeldir? İşten çıkarılan personeller arasında engelli ve down sendromlu personel bulunmakta mıdır?” sorularını yöneltti.

İşçi kıyımıyla ilgili sorular için Ataç “Bütün işyerlerinde, organize sanayide bu tip hareketler olabilir” dedi. Ataç, işten çıkarmalarda “bir art niyet olmadığını” savundu:

“Dilekçeleriniz için teşekkür ederiz. Biz de bu vesileyle olayların neden olduğunu size aktarırız. Memnuniyetle aktarırız. Belediyemiz hepimizin belediyesi. Bu konuda zaman zaman bütün işyerlerinde, organize sanayide bu tip hareketler olabilir. Burada kesinlikle bir art niyet yok. Tamamen belediyemizin geleceğiyle ilgili birtakım kararlar. Yazılı olarak tek tek bunları size aktaracağız. İsterseniz o gün de tekrar tartışırız.”

‘İşçiler çıkarılıyor ama neye dayalı çıkarıldığına dair bilgi verilmiyor’

İşinden edilen belediye işçisi Fatma* ile süreci ve belediyede yaşananları, Patronların Ensesindeyiz Dayanışma Ağı (PE) Avukatı Mehmet Ali Ata ile de olayın hukuki boyutunu konuştuk.

Sözlerine niçin çıkarıldığını bilmediğini söyleyerek başlayan Fatma, işten çıkarılanlar arasında engelli işçilerin de olduğunu da söyledi:

“İşçiler çıkarılıyor ama neye dayalı çıkarıldığına dair bilgi verilmiyor. İşten çıkarılanlar arasında engelliler de var. Hiçbir belediye yetkilisi çıkarılan işçilerin neye göre seçildiği konusunda bilgi vermiyor. ‘Belediye küçülüyor, ekonomik sıkıntılar var’ deniliyor. Kaç kişi çıkarılacağına dair bir şey de söylenmiyor. Liste var deniliyor, bazıları 300 diyor, bazıları 100. Şimdiye kadar kaç kişi çıkarıldı, bunun da net bir sayısı yok.”

'Ölümü gösterip sıtmaya razı ediyorlar'

Dava açmakla tazminat almak arasında tercihe zorlanan işçilerin çoğunluğunun ekonomik sıkıntılardan dolayı tazminatı kabul etmek zorunda kaldığı öğrenildi. Fatma, sendika ve belediye bürokrasisinin işçilere ölümü gösterip sıtmaya razı ettiğini belirtti:

"Çıkarılan kişilerin zaten birbiriyle bağlantısı yok. Sendikanın iletişimimizi sağlaması lazım ama bu da yok. Sendika ‘İşçiler tazminatını alıyor zaten’ diyor. Gerçek şu, işçiler o tazminatı almaya zorlanıyor bir açıdan. Çünkü ‘Dava açarsan üç yıl davayı beklemek zorunda kalacaksın’ deniliyor. Ölümü gösteriyor, sıtmaya razı ediyorlar.”

Down sendromlu çalışanın bile işten çıkarıldığı söyleniyor. Buna doğrudan tanık olan işçiler var.

‘Sosyal belediyecilik maskesi düşüyor’

PE Avukatı Mehmet Ali Ata da, sözlerine işçilere işten çıkarma sebebi sunulmamasına değinerek başladı. Ata; kadınlar, gençler ve özel gereksinimli hassas grupların toplumun dışına itilerek evlerine mahkûm edildiğini kaydetti:

Tepebaşı Belediyesinden çok sayıda işçinin işine geçerli gerekçeler sunulmadan son verildiğini ve verilmeye de devam edeceğini duyuyoruz. İşine son verilenlerin arasında doğum izninden yeni dönen kadın işçiler olduğu gibi özel gereksinimli birçok işçinin de bulunduğu söyleniyor. Toplu işten çıkarmalar sırasında dikkate alınan kriterlerin ne olduğu ise tamamen bir muamma. Bir kamu kurumu tarafından şeffaflık olmaksızın acımasızca işlerine son verilen kadınlar, gençler ve özel gereksinimli hassas gruplar toplumun dışına itilmekte ve evlerine adeta mahkûm edilmektedir.”

Ata, kemer sıkma bahanelerinin kimseyi ikna etmediğini belirterek, yaşanan durumun “sosyal belediyecilik” maskesini düşürdüğünü söyledi:

“Daha fazla işçinin işine son verileceği söylentileri ise başta belediye çalışanlarının olmak üzere onların ailelerinin ve çevresindeki herkesin kaygılarını arttırıyor. Seçim çalışmalarında belediye imkanlarının nasıl kullanıldığı herkes tarafından görüldüğü için kemer sıkma bahaneleri ise kimseyi ikna edemiyor. Kadro bekleyen pek çok sözleşmeli işçinin işsizlik sorunuyla yüzleşmek zorunda bırakılmaları ise sosyal belediyecilik maskesini düşürüyor. Kendisini patron, belediyeleri de kendine mülk sananlar, keyfi işten çıkartmalar sonucu hesap vermeyeceklerini sanıyorlarsa yanılıyorlar.”

*Belediye işçisinin adı, kendi isteği doğrultusunda değiştirilmiştir.

(soL)

Sisli Vadi soruşturmasında gelişme: Vali'nin koruduğu AFAD Müdürü'ne yargılama kararı, kaçak tesiste adliye pikniği! - Tolga Şardan/T24

 

AFAD İl Müdürü Salih Erden de, diğer sanıklar gibi yaşananlarda ihmali olup olmadığının ortaya çıkarılması için adli yargılamaya alınacak.

İğneada longoz ormanlarındaki Foggy Valley (Sisli Vadi) adlı tesiste yaşanan sel felaketinden

Kırklareli'nin Demirköy ilçesi sınırlarındaki İğneada'da geçen eylülde yaşanan sel felaketinden sonra yaşananları Büyüteç'te aktarmaya devam ediyorum.

Kısa bir bilgi yenileme çerçevesinde olanları aktarmak gerekirse; 5 Eylül günü bölgede yaşanan yoğun yağış sebebiyle başlayan felaketler zincirinde Foggy Valley (Sisli Vadi) adlı bungalovlardan oluşan turistik tesis, sel sularına kapıldı.

Tatil yapma hayaliyle tesiste kalanlardan altı kişi yaşamını yitirdi.

Sonrasında ailelerin adalet mücadelesi başladı. Adalet savaşı demek daha doğru bir tanım olacak belki de.

Tesisin ruhsatsız yani kaçak olduğu ortaya çıktı. Gerçek sahibi üzerine değil, başka ortakların bulunduğu anlaşıldı. Dahası, geçmişte kentte görev yapan Vali Osman Bilgin'in, tesisin asıl sahibi Bülent Bayraktar ile parasal bağlantısı olduğu iddiası gündeme geldi. Bilgin'e rüşvet verildiği iddiası üzerine İçişleri Bakanlığı müfettiş görevlendirmesi yaparak iddiayı araştırmaya aldı.

Bu arada yakınlarını kaybeden aileler, soruşturmayı yürüten savcı Muzaffer Lekesiz başta olmak üzere adliye yönetimiyle yaşadıkları rahatsızlığı Adalet Bakanlığı yönetimine aktardılar.

Yargılama devam ediyor halen. İkinci duruşmalar serisi tamamlandı. Sadece, tesisin gerçek sahibi olduğu ortaya çıkan Bülent Bayraktar tutuklu.

Valilik kararını mahkeme bozdu!

Yakınlarını kaybeden aileler, olayın yaşandığı sırada kentte görevli kimi kamu görevlilerinden şikayetçi oldu. Bu isimlerin başında, doğal afetlerde birinci derecede görev yapmakla sorumlu AFAD'ın Kırklareli İl Müdürü Salih Erden vardı.

Şikayet üzerine valilik inceleme başlattı. Bilirkişi görevlendirildi. Bilirkişi, 15 Şubat 2024 tarihli raporunda, bazı teknik verileri ortaya koydu. Ayrıca 18 Eylül 2023 tarihli DSİ'den gelen raporda incelemede yer aldı.

İncelemenin tamamlanmasının ardından Kırklareli Valili İl İdare Kurulu'nca Erden hakkında karar verildi.

Kurul tarafından kaleme alınan raporda, devletin sürece nasıl müdahale ettiği, sürecin İl Valisi Birol Ekici tarafından yönetildiği bilgilerinin yanı sıra, yağışın doğal afet olarak tanımlanmasını sağlayacak bazı teknik veriler yer aldı.

Sonuç olarak, Kırklareli Valiliği, kendi çatısında altında faaliyet yürüten AFAD'ın il müdürü Salih Erden'in yaşananlarda hiçbir suçunun bulunmadığını tespit ederek hakkında 4483 sayılı yasa çerçevesinde "soruşturma izni verilmemesine" kararı verildi.

4 Mart'ta verilen ön inceleme raporunun, üç gün içinde valilikçe karara bağlandığının altını çizeyim.

Bu arada küçük bir not vereyim, kararda imzası bulunan Vali Yardımcısı Yusuf Güler, böylesine önemli bir olayı ilgilendiren önemli bir belgeyi okumadan imzalamış sanırım.

Çünkü, söz konusu kararda 5 Eylül 2023 tarihinde yaşanan olayla ilgili hazırlanan ön inceleme raporunun tarihi 4 Mart 2023 olarak görünüyor!

Eylülde yaşanan olayın inceleme raporu altı ay önce hazırlanmış meğerse!

Sorsanız "sehven" açıklaması yapılır, fakat işlerinin "sallapati" ya da "baştan savma" yapıldığının da bir göstergesi aynı zamanda bu durum.

AFAD Başkanı Salih Erden'le ilgili verilen valilik kararı, şikayetçi ailelerce idare mahkemesine taşındı.

Başvuruyu inceleyen İstanbul Bölge İdare Mahkemesi Birinci Dava Dairesi; 25 Nisan'da örnek bir karar vererek, Valilikçe hakkında soruşturma izni verilmeyen AFAD İl Müdürü Erden'in adli yargılanmasının önünü açtı:

"(…) Olayda, müştekilerin iddialarına hakkında ön inceleme yapılan ilgilinin herhangi bir kusur ya da ihmalinin bulunup bulunmadığı hususunun ancak ceza soruşturması ve kavuşturması yöntem ve vasıtalarıyla ortaya çıkarılabileceği sonucuna varıldığından itirazın kabulüne, soruşturma izni verilmemesi hakkındaki kararın kaldırılmasına, adı geçen ilgili hakkında soruşturma izni verilmesine, (…)

Şimdi, AFAD İl Müdürü Salih Erden de, diğer sanıklar gibi yaşananlarda ihmali olup olmadığının ortaya çıkarılması için adli yargılamaya alınacak.

Kaçak tesiste adliye pikniği!

Bugün Büyüteç'i Sisli Vadi'de yaşanan "karanlık sürecin" yarattığı gelişmelere ayırınca yeni ulaştığım, şimdiye kadar kamuoyuna yansımayan bir fotoğrafı ve hikâyesini de aktarayım.

Tarih: 22 Mayıs 2022, fotoğrafın çekildiği yer, kent merkezine 2 saat uzaklıktaki Foggy Valley (Sisli Vadi) adlı tesis.tesis.

Fotoğrafın çekilmesindeki amaç, Kırklareli Adliyesi'nin bahar buluşması. Ailece katılım olmuş. Katılanların başında mevcut Kırklareli Cumhuriyet Başsavcısı Hazım Arslancı ve Kırklareli Adalet Komisyon Başkanı ve Sisli Vadi'deki sel felaketi dosyasını yargılayan 2. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Hüseyin Gedik var.

Bu isimler olunca doğal olarak adliyedeki görevli hakim ve savcılar da buluşmadalar. Yine Sisli Vadi soruşturmasını yürüten Savcı Muzaffer Lekesiz ve yargılamayı yapan heyetin üyesi eşi Merve Lekesiz de aynı buluşmadalar.

"Bu fotoğrafta ne var? Stres atma amacıyla düzenlenmiş sosyal bir faaliyet" dediğinizi duyar gibiyim.

Doğru, bu fotoğrafı sosyal faaliyet olarak değerlendirmek mümkün elbette. Ancak eskilerin deyimiyle kazın ayağı pek öyle değil!

Yargı camiasında bilinir ki, böylesi buluşmalar olur olmadık her yerde yapılmaz. Özellikle taşrada böylesi buluşmaların yapılacağı yerler bizzat başsavcılar tarafından belirlenir. Yazılı bir kural olmamakla birlikte, tanıdık birilerinin tesisi ya da mekanı olmasına dikkat edilir.

Dolayısıyla bu buluşmanın adresi olan Sisli Vadi'nin sahibi ile –az önce okuduğunuz gibi, dosyanın tutuklu tek sanığı– adliye yönetiminin tanışıklığının olmaması Türkiye'deki bürokrasi şartlarında doğanın kanununa aykırı.

Sisli Vadi'nin kaçak yapılaşma olduğunu bölgedeki herkesin bilmesi bir yana Bağdat'taki Sağır Sultan bile duymuşken, bir kentin adliyesinin tepe yöneticilerinin kaçak tesiste bahar buluşması yapılmasına onay vermesini Türkiye şartlarında normal mi karşılamak lazım, bilemedim doğrusu!

Tabii işin finansal boyutu da başka. Bu buluşma için katılımcılar bir ücret ödedi mi? Yoksa, tesisin sahibi tutuklu Bülent Bayraktar'ın, Başsavcı Hazım Arslancı ile olan yakınlığı mı organizasyonun maliyetinin karşılanmasında etkili oldu? 

Diğer taraftan, Sağır Sultan'ın duyduğu kaçak turizm tesisinin faaliyette bulunmasıyla ilgili re'sen soruşturma başlatması gereken adliyenin, bu işlem için sel faciasının yaşanmasını neden beklediği ayrı soru işareti.

Başsavcı Arslancı ile dönemin Kırklareli Valisi Osman Bilgin'le olan yakınlığı da yine Sağır Sultan'ın bildiklerinden.

Zira; sel felaketine ilişkin hazırlanan bilirkişi raporunda dönemin Kırklareli Valisi Osman Bilgin'in, tesisin imar durumu, inşa süreci ve faaliyete geçmesiyle ilgili olarak yasaya aykırı işlem yaptığı bilgisine yer verildiğini hatırlatayım.

Başsavcı'nın Ankara "kritik" ziyareti!

Yeri geldiği için paylaşayım; edindiğim bilgiye göre, yakın zamanda Kırklareli'nden Ankara'ya bir heyet geldi. Heyet, Adalet Bakan Yardımcısı Ramazan Can'la görüştü.

Peki heyette kim vardı?

Başta Kırklareli Valisi Birol Ekici, Edirne Valisi Yunus Sezer, Kırklareli Belediye Başkanı Derya Bulut ve Kırklareli Cumhuriyet Başsavcısı Hazım Arslancı.

Heyetin, Ankara'da Adalet Bakan Yardımcısı Can'ı ziyaretlerin gerekçesi, bu ay çıkması beklenen HSK'nın yargı kararnamesinde durumu koruma girişimi, büyük olasılıkla.

Sisli Vadi konusunda özellikle adli soruşturma ve yargılama sırasında yaşanan olumsuzlukların, T24 ve Büyüteç başta olmak üzere gazeteciler üzerinden kamuoyuna duyurulmasının yarattığı "bürokratik sıkıntı"nın aşılması ve kararnameden Kırklareli Adliyesi'nin hasarsız çıkmasının sağlanmasına dikkat çekeyim.

Kırklareli kent yönetiminin dışında Edirne Valisi Sezer'in heyette bulunmasının ne amacı olabilir?

Yanıtı: Sezer, daha önce Kırıkkale Valisi iken Adalet Bakan Yardımcısı Can da Kırıkkale AKP Milletvekili idi.

Sezer ile Can arasında geçmişten gelen bir tanışıklık olunca, böylesi tanışıklıkların bürokraside işe yaradığını da hesaba katarsak, Başsavcı Arslancı "güçlü bir ekiple" Ankara çıkarması yapmış oldu kendince.

Ancak evdeki hesap çarşıya uymayabilir. Çünkü selde gelini ve damadını kaybeden acılı anne Safiye Yaşa, geçen hafta TBMM'ye gelen Cumhurbaşkanı Erdoğan ile temas kurmayı başardı. Erdoğan, Yaşa başta olmak üzere Sisli Vadi süreciyle ilgilenilmesi için bizzat AKP Genel Başkan vekili Efkan Ala'ya talimat verdi.

Ala, geçtiğimiz hafta acılı ailelerle görüştü. Sorunlarını dinledi ve sürecin takip edileceğini ailelere aktardı.

HSK kararnamesinin nasıl sonuçlanacağı fazlasıyla önemli hale geldi şimdi. 

Tolga Şardan/T24