6 Haziran 2024 Perşembe

soL KÖŞEBAŞI (6 Haziran 2024)

 

Başkanlı rejimin hukuken çöküşü (Ali Rıza Aydın)

Dinsel dogmalarla saldırı da, günümüzde devletin, hukukun, siyasetin içinde olanların işbirliğiyle yapılıyor ve aydınlanmanın çocuğu olan hukuku başka bir hukuksuzluğun içine itiyor.

Emperyalizmi, kapitalizmi, dinsel ve etnik gericilik uzlaşmalarını “normalleşme”, “yumuşama” başlıklarıyla sunanların önüne yeni bir Anayasa Mahkemesi kararı düştü. Düzen içi siyasetin gevşeme, rahatlama dönemine rastladı 703 sayılı KHK’nin birçok maddesinin iptali. 

Altı yıl önceki KHK’nin kararı, cumhurbaşkanı kararnamelerindeki AYM iptallerinin peşine eklendi. Başkanlı rejimin Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri'yle (CBK) ortaya çıkan hukuksuzluklar, rejimin dayanağı 2017 Anayasa değişikliklerine uyum hukuku kapsamında çıkarılan kapsamlı KHK’deki hukuksuzluklarla perçinlendi.  

Başkanlı rejimin hukuken çöküşünün onay kararlarından bir oldu 703 sayılı KHK kararı. CBK’si ve KHK’siyle bu kararlar, AKP tarafından biçimlendirilen AYM tarafından verildi. El attıkları, bizden dedikleri yargı bile görmezden gelemedi açık hukuksuzlukları. 

Elbette hukuksuzluk tek başına sorun alanı değil. Ekonomiden siyasete, eğitimden devlete tüm alanlarda çürüme yağ lekesi gibi büyüyor, sermayenin egemenliği  sürerken sömürü derinleşiyor. 

Hukuka dönerek KHK ve CBK dışındaki kimi başlıkları anımsarsak daha neler yok ki hukuksuzluk havuzunda. Seçim hukuksuzlukları, genelde ve yerelde seçme-seçilme haklarını tanımama, yargıyı yeniden ve yeniden biçimlendirme, yargı kararlarını tanımama, yargıyı baskı aracı olarak kullanma, Meclisi işlevsizleştirme, OHAL uygulamaları, darbe girişimine karşın cezalandırılmayıp yandaş yapılanlar, darbe girişimi bahanesiyle cezalandırılanlar, Haziran Direnişine karşı hukuksal ve yargısal direnme,  hak gaspına uğrayanlara ve hak arayanlara terör/terörist suçlaması,  üçüncü kez cumhurbaşkanlığı adaylığı, bu adaylığa karşı “Anayasaya aykırı ama sandıkta deviririz” aymazlığı, deviremeyince uzlaşma ve meşrulaştırma girişimleri, dinselliği ve gericiliği yaygınlaştırma, laikliği yok sayma, bilimi ve tarihselliği yok sayarak eğitimi dinselleştirme, Anayasayı ve cumhuriyetin niteliklerini yok sayma… 

Meşruiyet sorunu olan başkanlı rejimin karar, iş ve işlemlerinin hukuksal dayanağı olan KHK ve CBK’lerin kimi maddelerinin Anayasaya aykırı olduğunun AYM tarafından saptanması, hukuksuzluğun saptanmasıdır. Cumhurbaşkanı başdanışmanının anayasal yetkilerin devam ediyor olması vurgulaması hukuksuzluğun hafife alınmasıdır.

Hukuksuzluğu anayasal denetimle saptanan makam, Anayasadaki tanımla, “Devletin başı”dır, “yürütme yetkisi”ni taşıyan kişidir, “Devlet Başkanı sıfatıyla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder”, “Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını temin eder”. 

Elimizdeki CBK, KHK tablosu iki başlık halinde ne gösteriyor? 

  1. CBK’lerin kimi hükümleri Anayasaya uygun düzenlenmiyor, hak ve özgürlüklerle ilgili yasak alanı ihlal ediliyor, kanunla düzenlenmesi öngörülen konular kararnameyle düzenliyor, kanunla düzenlenen konuları dahi kararname konusu yapıyor. 
  2. Başkanlı rejimin Anayasaya montesinden sonra çıkarılan uyum hukuku belgesi (703 sayılı) KHK, dayanağı olan yetki kanununun amaç ve kapsamı dışına çıkıyor ve tıpkı CBK’ler gibi hak ve özgürlüklerle ilgili yasak alanı ihlal ediyor.

Bunları saptayan ve gerekçeli karar altına alan, iptal eden kurum ise Anayasa Mahkemesi. Mahkemenin bireysel başvuruyla ilgili kimi kararları tanımasa bile iptal kararları Resmi Gazete’de yayımlandığı tarihte ya da AYM’nin kararlaştırdığı tarihte yürürlüğe girer, diğer deyişle iptal edilen hükümler başka bir işleme gerek kalmaksızın yürürlükten kalkar. 

Öte yandan AYM’nin süre verdiği, yani iptal kararının yürürlüğe girişini ertelediği durumlarda, TBMM verilen süreyi sonuna kadar beklemez. Anayasa bu konuda TBMM’ye “iptal kararının ortaya çıkardığı hukuki boşluğu dolduracak kanun teklifini öncelikle görüşüp karara” bağlama görevi yüklüyor; Anayasaya aykırılığı karar altına alınan ve kamuoyuna açıklanan bir hükmün gereğini öncelikle yerine getir ki hukuksuzluk sürmesin, hak ve özgürlükler zarar görmesin diyor. Teknik olarak yürürlükte olan bir kuralın meşruluğunu yitirmesiyle karşı karşıyayız.   

Kaldı ki Anayasa Mahkemesi’nin Anayasaya aykırı bulduğu bu hükümlere dayanılarak birçok iş ve işlem yapıldı. Bu iş ve işlemlerden mağdur olanlara, zarar görenlere yeni bir gerekçeyle hak arama yolu doğdu. Burada AYM’nin anayasal denetim sürecini etkin ve verimli kullanmayarak uzatması da sorunları büyüten, CB faaliyetlerini meşrulaştıran bir durum olarak masanın üstünde duruyor.  

İptal kararlarının açıklanmasından, kamuoyunca bilinmesinden sonraki süreç ise daha kritik. Bir kere iptal edilen hükümlere dayanarak bakılmakta olan davalarda ilgili mahkemelerin iptal kararının yürürlüğe girmesini beklemesine gerek yok. Mahkemenin iptali gözeterek davayı karara bağlaması hukuk devleti ilkesinin gereği. Hukuk devleti ilkesinin bir başka gereğiyse hukuksal boşluk doğmaması ve TBMM’ce yeniden düzenleme yapılması için verilen süre içinde de iptal edilen hükmün uygulanmasında özen gösterilmesi, hak gasplarına yol açılmaması.

Anayasaya aykırı hükümle işlem yapmak hukuk devletine uygun düşmez. Hukukun en temel ilkelerinden biri olan kamu yararı ve Anayasanın üstünlüğü ilkesi burada devreye girer. 

Anayasal gelişme ve gerileme tezleri bize anayasaların ekonomik, siyasal, yönetsel ve toplumsal ilişkilerdeki boşluk ve hukuksuzlukları yansıtma aracı olarak kullanılmasının aracı yapıldığını gösteriyor. 

Vurgulanması gereken konulardan biri, hukuksuzluğun üzerine gitmek ama bununla yetinmemek. Hukuksuzluğun üzerine gidilmesi, sömürücülerin hukukunu ve hukukla yaratılan eşitsizliği, adaletsizliği ortadan kaldırmıyor. 

Dinsel dogmalarla saldırı da, günümüzde devletin, hukukun, siyasetin içinde olanların işbirliğiyle yapılıyor ve aydınlanmanın çocuğu olan hukuku başka bir hukuksuzluğun içine itiyor.

Hukukla koşut ama hukuk-siyaset ilişkisinden soyutlanamayacak bir durum söz konusu. Düzen içi siyasetteki “uzlaşı”nın her türlü hukuksuzluğun üstünü örtmesine ve hukuksuzluğun yeni anayasa girişimlerine bulaştırılmasına izin verilmemeli.  

Düzenin yeni anayasa girişimlerinin kendi ilişkilerini yansıtmasına karşı yapılması gereken, “bu iktidarla, bu düzen siyasetiyle yeni anayasa yapılamaz”dan öteye güçlü bir adım atarak toplumcu anayasanın, emekçilerin anayasasının yapılmasını ve uygulanmasını sağlayacak koşulları yaratmaktır.

                                                              /././

Koç'un istediği oluyor: AKP'den Milli Eğitim Akademisi'yle öğretmenleri tasfiye hamlesi (Burcu Günüşen)

Öğretmenlik Meslek Kanunu yasa taslağına göre öğretmen yetiştirmede üniversiteler tasfiye ediliyor. MEB kendi öğretmenini kendisi yetiştirecek, mevcut öğretmenleri meslekten ihraç edebilecek.

Koç Holding patronu Rahmi Koç’un milyonlarca kamu emekçisinin işten çıkarılması için yaptığı çağrı gerçek oluyor.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın hazırladığı Öğretmenlik Meslek Kanunu ve Milli Eğitim Akademisi Kanunu taslağı öğretmen olmak için üniversitelerde verilen eğitimi yok sayarken, bir yandan da öğretmenlerin meslekten ihracına zemin hazırlayacak bir düzenleme içeriyor.

Rahmi Koç geçen yıl verdiği bir mülakatta “Diyorlar ki, devlette 5.5 milyon kişi çalışıyor. Buna askerler dahil değil. Dolayısıyla 2 milyon kişiyle bu devlet rahatlıkla döner” demişti.

MEB tarafından kurulacak olan Milli Eğitim Akademisi’nin kamuda öğretmen tasfiyesinin de önünü açabileceği, taslağın 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’ndaki iş güvencesini ortadan kaldırdığı değerlendirmesi yapılıyor.

Taslağa göre Bakanlık müfettişi veya eğitim müfettişi tarafından haklarında yapılan denetim ve inceleme sonucunda öğretmenlik mesleği yeterlikleri çerçevesinde görevini yerine getirmede yetersizliği tespit edilen kadrolu öğretmenler, Milli Eğitim Akademisi tarafından eğitime alınacak.

Yetersiz bulunan öğretmenlerin hizmet sınıfı değişecek

Bu eğitimin ardından yeniden değerlendirmeye alınacak öğretmenler bir kez daha yetersiz bulunursa “genel idare hizmetleri sınıfında durumlarına uygun kadrolara" atanacak.

657 sayılı kanuna göre öğretmenler “Eğitim ve Öğretim Hizmetleri Sınıfı”nda görev yapıyor. Genel İdare Hizmetleri Sınıfı ise “yönetim, icra, büro ve benzeri hizmetleri gören” kamu emekçilerini kapsıyor.

Yani yeni kanun taslağına göre Akademide eğitime alınıp başarısız olanlar öğretmenlikten ihraç edilecek.

Üniversite öğrenimini de geçersiz hale getiren ve öğretmen olmanın yeterli tek koşulu olmaktan çıkaran bu kanunla birlikte öğretmenler atandıktan sonra akademiye giriş yaparak daha düşük bir ücretle ve her an işten çıkarılabilmenin korkusuyla öğretmenlik mesleğine adım atmış olacak.

Kamu emekçilerine yönelik saldırının aracı olacak

Öğretmenlerin eğitilmesi, daha yüksek düzeyde formasyon kazandırılması gibi olumlu ifadelerle duyurulan Milli Eğitim Akademisi aslında kamu emekçilerine yapılacak olan yeni bir saldırının da başlangıcı olarak görülüyor.

Eğitim-İş Genel Başkanı Kadem Özbay “AKP’nin kendi memurunu yaratma projesi” diye nitelediği taslak için “Bence çok tehlikeli. Ben bundan sonra bütün bakanlıklarda da bunun benzeri uygulamaların geleceğini düşünüyorum” diyor.

Türkiye Derebeylikler Cumhuriyeti: MEB de üniversiteleri tanımadı, 'kendi akademimi kuracağım' dedi

Öte yandan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, giderek adeta bir derebeylikler konfederasyonuna dönüşüyor. Suyun başını tutan, devletin kalanına güvenmiyor, kendi hegemonyasını kurmaya soyunuyor. Dışişleri'nin üniversitelere güvenmeyip kendi akademisini kurma adımının ardından, Eğitim Bakanlığı da aynı yola girdi.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın yeni müfredata göre kendi ihtiyaç duyduğu öğretmeni yetiştirmek için hazırladığı “Öğretmenlik Mesleği ve Milli Eğitim Akademisi Kanunu” taslağı eğitim fakültelerini devre dışı bırakıyor.

Öğretmen olmak için eğitim fakültesi mezunu olup KPSS’den geçmek yetmeyecek, Bakanlığın kuracağı Akademi’de içeriğini yönetmelikle belirleyeceği 2 yıllık ayrı bir hazırlık eğitiminden de geçmek gerekecek. Bu süre içinde öğretmen adaylarına yapılacak ödemeyse bugünün şartlarıyla yaklaşık 23 bin lira olacak, bu kişiler sigortalı sayılmayacak, yalnızca Genel Sağlık Sigortası primleri Bakanlıkça ödenecek.

Taslağa göre bu kanun, eğitim fakültelerinin de tamamen devre dışı bırakılması anlamına gelecek. Bu fakültelerden mezun olanların aldıkları pedagojik formasyon eğitimini tanımayacak olan MEB kendi değerleriyle öğretmenliğe hazırlık eğitimi verecek. Ayrıca kadrolu öğretmenler de yetersiz bulundukları takdirde Akademi'de eğitime gönderilecek.

Dört dönemlik MEB tedrisatından geçmeyen öğretmen olamayacak

Öğretmenlik mesleğini “genel kültür, özel alan eğitimi ve öğretmenlik meslek bilgisi bakımından hazırlığı gerektiren özel bir ihtisas mesleği” diye tanımlayan taslağa göre “öğretmenlik mesleğinin gerektirdiği bilgi, beceri, tutum ve değerleri içeren öğretmenlik mesleği yeterliklerini” Bakanlık belirleyecek.

Milli Eğitim Akademisi’nin vereceği hazırlık eğitiminin süresi dört dönem olacak. Taslağa göre bu süre, öğretmen adayının mezun olduğu yükseköğretim programına göre üç dönem olarak uygulanabilecek. Hazırlık eğitimine alınacak öğretmen adayları için güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması yapılacak.

Taslağa göre hazırlık eğitiminin içeriği, süresi ve hazırlık eğitimine ilişkin diğer hususlar Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenecek.

Akademide hazırlık eğitiminden çıkarılma şartlarının da sıralandığı taslakta “yasa dışı örgüt ve oluşumların siyasi ve ideolojik görüşleri doğrultusunda propaganda yapmak, eylem düzenlemek, düzenlenmiş eylemlere etkin biçimde katılmak; bu örgüt ve oluşumlara üye olmak, üye kaydetmek, bağışta bulunmak, para toplamak veya kişileri bağışta bulunmaya zorlamak” akademiden çıkarılmayı gerektiren davranışlar arasında sayılıyor. 

Akademide yaklaşık 2 yıllık eğitimi başarıyla tamamlayacak öğretmenlerse sözleşmeli olarak işe alınacak ve kadroya geçmek için 3 yıl daha bekleyecek. Yani mezun olduktan sonra KPSS'den geçip Akademi'ye girebilecek olan öğretmenleri 5 yıl daha "öğretmen adayı" adı altında güvencesiz çalışma bekliyor.

Akademi neyin eğitimi verecek?

Taslak Milli Eğitim Akademisi'nin kadrolarına ilişkin ayrıntılı bir bilgi vermiyor. Yalnızca YÖK Kanunu'na tabi öğretim üyelerinden sözleşmeli personel istihdam edilebileceği ifade ediliyor. Hazırlık eğitiminin içeriğine ilişkin de ayrıntının olmadığı taslakta bunun yönetmelikle belirleneceği belirtiliyor.

Halihazırda eğitim fakültelerinden mezun olup alanlarına ilişkin gerekli eğitimi ve pedagojik formasyonu almış öğretmenlerin atanması öncesinde bir de MEB tedrisatından geçecek olmaları dikkat çekiyor. 

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin konuya ilişkin daha önce Yeni Şafak’a verdiği mülakatta Milli Eğitim Akademisi’nde verecekleri eğitimin içeriğini “pedagojik formasyon” olarak nitelemişti.

Üniversitelerde verilen pedagojik formasyon eğitimini tanımayacağı anlaşılan MEB'in kendi değerlerine uygun öğretmeni yetiştirmek için bu akademiyi kurmak istediği anlaşılıyor.

Eğitim-İş Genel Başkanı Kadem Özbay akademiden çıkarılma ve disiplin cezalarındaki muğlak ifadelere dikkat çekerek, bunların kamuda güvenceli çalışma hakkına AKP eliyle el konulması anlamına geldiğini vurguladı.Özbay başka bakanlıkların da benzer düzenlemeler yapmasının olası olduğuna işaret etti:

Eylemlere katılmak vb. ifadelerle, öğretmenin güvenceli çalışmasına, belirli yeterlilikleri sağlamış, diplomalı kişilerin anayasayla güvence altında olan kamuda istihdam edilmesinin önüne tamamen AKP eliyle bir el koyma var aslında. Bence çok tehlikeli. Ben bundan sonra bütün bakanlıklarda da bunun benzeri uygulamaların geleceğini düşünüyorum."

Taslağı "AKP'nin kendi memurunu yaratma projesi" diye niteleyen Özbay "Seçme de demiyorum yaratma diyorum, çünkü mevcutta olanları da kontrol altına alabilmek, dönüştürebilmek, eğer olmuyorsa da eleyebilmek için kullandığı bir sistem. Yani hem mevcut öğretmenleri ilgilendiriyor hem de yeni başlayacak öğretmenleri ilgilendiriyor" dedi. Taslakta Akademide hazırlık eğitimine alınacak öğretmenler için "öğretmen adayı" denilmesine tepki gösteren Özbay "Üniversiteyi bitirmişse o öğretmendir, memur adayıdır aslında. Ama öğretmeni de yok sayıyor bu taslak, öğretmenlik mesleğinin diplomasını yok sayan bir anlayış" dedi.

Eğitim-İş Şube Başkanı Dağdelen: Bir partinin programı olan müfredatı uygulayacak öğretmen yetiştirecekler

Eğitim-İş Ankara 3 No’lu Şube Başkanı Doğan Dağdelen de öğretmen atamalarında mülakatın kaldırılması sözünün tutulmadığını hatırlatarak yeni ortaya çıkan taslak için “Şimdi en beterini ortaya koymuş oldular” dedi.

Dağdelen’a göre “mülakat en azından bir seferde olup biten bir şeydi” ama şu anda öğretmen olarak atanmak “işkenceye dönüştürülmüş hale geldi”.

“Eğitim fakülteleri tamamen devre dışı kalıyor” diyen Dağdelen eğitim fakültesini bitirmiş olan bir kişinin öğretmen olduğunun altını çizerek ’Siz öğretmen olan birisine diyorsunuz ki 'Hayır sizin yetiştirildiğiniz eğitim sistemini ben beğenmiyorum. Ben kendim seni öğretmen olarak yetiştireceğim’” dedi.

Taslağa göre akademideki eğitim süresince “öğretmen adayları”nın sosyal güvenceleri olmayacak, sadece sağlıkla ilgili sosyal haklardan yararlanacaklar. Yapılması öngörülen ödemeyse bugünkü hesaplamalara göre 22 bin 800 lira tutuyor.

Dağdelen “Bu süreç içinde hem teoriden hem de uygulamadan sınava tabi tutuluyorsunuz, bu sınavın sonucunda başarılı olursanız öğretmen olarak atanmaya hak kazanıyorsunuz, yetmiyor ama yine sözleşmeli olarak başlayacaksınız. Sözleşmeli başladıktan sonra da beyefendiler takdir ederlerse öğretmen olacaksınız” diye konuştu.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın “Türkiye Yüzyılı Maarif Programı” adını verdiği yeni müfredatı hatırlatan Dağdelen, Eğitim-İş’in bu müfredata “Bu bir partinin programı” dediğini ve Bakan Tekin’in de “Ben o partinin bakanıyım. O partinin genel başkanı Cumhurbaşkanımız, onun idealleri var, onu gerçekleştirmekle sorumluyum, doğrudur” minvalinde açıklamasıyla bunu doğruladığını hatırlattı.

Dağdelen “İşte bu partinin ideolojisine uygun olarak o müfredatı uygulayacak öğretmenleri süze süze, eleye eleye kendilerine uygunlarını, biraz da orada da donatarak seçme hayallerini ortaya koymuş oluyor bu eğitim akademisi formülü” dedi.

Adalet Akademisi, MİT Akademisi gibi örneklerin verilebileceğini dile getiren Dağdelen, bunlarda halihazırda çalışan ve tüm haklarından yararlanan kamu çalışanları olduğunu ve verilen eğitimin hizmet içi eğitim sayılabileceğini ancak Milli Eğitim Akademisi’nin yeni bir fakülte gibi ortaya konduğunu söyledi.

'Yandaş devşirme modeli'

Bu akademide kimlerin görev yapacağının belli olmadığını kaydeden Dağdelen “Diyanet Akademisi’nden insanlar mı oraya getirilecek? Bu hepimizin aklına geliyor. Dini ağırlıklı bir formasyonun çıkabileceğini öngörüyoruz, bunu hep birlikte göreceğiz” dedi. Dağdelen Milli Eğitim Akademisi’ni “tamamıyla bir yandaş devşirme modeli” diye niteledi.

Dr. Somel: OECD'nin belirlediği politikalarla yönlendirilen değişiklikler

Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Bölümü’nden Dr. Nazlı Somel ise son 40 yıldır tüm dünyada öğretmen yetiştirme ve istihdam konularında köklü değişiklikler yaşandığını, bunların da OECD'nin belirlediği öğretmen yeterlikleri ve politikalarıyla yönlendirildiğini belirtti. 

Somel'e göre sunulan çerçeve ise kabaca şöyle:

Mevcut öğretmenler yetersiz ve ancak birbiriyle yarıştırır ve ekonominin ihtiyaçlarına karşılayacak şekilde kendilerini yeniden-yeniden yetiştirmelerini sağlarsak yeterlilik sorununu çözeriz. Ancak bu yönelim öğretmen maaşlarının düşmesi, çalışma koşullarının ağırlaşması, sosyal haklarının törpülenmesiyle sonuçlandı; nitekim ABD ve merkez Avrupa ülkeleri dahil öğretmen eksiği (mesleğe ilginin azalması ve mesleği bırakma nedenleriyle) artmakta. Bu eksik, formal öğretmen yetiştiren kurumların mezunlarının yanı sıra herhangi bir akademik eğitim almış kişilerin, kısa eğitim programları ya da hiç ek eğitim almadan, mesleğe alınmalarıyla çözülmeye çalışılıyor. Öğretmenlik, genel söylem aksine olsa da, bir uzmanlık mesleği olmaktan çok, kısa programlarla edinilebilecek teknik bir meslek olarak görülüyor.”

Milli Eğitim Akademisi’nin de Türkiye'de uzun bir süredir varolan bu eğilimin kurumsallaşması anlamına geldiğini dile getiren Somel, halihazırda üniversitelerin hemen herhangi bir fakültesinden mezun olan kişinin seçmeli derslerden oluşan formasyon programıyla öğretmen olabildiğini hatırlattı. Somel, ücretli öğretmen uygulamasınınsa herhangi bir pedagojik formasyonu olmayan kişilerin öğretmenlik yapmasını mümkün kıldığını, ki bu kişilerin sayısının on binlerle ifade edildiğini anlattı.

'Herhangi bir toplumsal eyleme katılmanız durumunda elenmeniz olası'

Ancak Türkiye'de diğer OECD ülkelerinden farklı olarak, mesleğe ilginin düşük olmadığına işaret eden Somel “Aksine öğretmen olmayı isteyen yarım milyondan fazla genç var ve 80'in üstünde eğitim fakültesi kamu ve özel okul sektörünün istihdam ettiğinin üzerinde mezun vermekte. Öğretmenlerin ekonomik ve sosyal haklar anlamında sürekli daha azını kabul etmesinin temel kaynaklarından birisi bu” dedi.

Somel Milli Eğitim Akademisi düzenlemesinin bu sorunların katlanarak devam edeceğinin göstergesi olduğunu düşünüyor:

Öncelikle üniversite sonrası istihdamı fiilen iki yıl daha ötelemekte, sonra üç yıl sözleşmeli yani güvencesiz çalışmayı öngörmekte. Bu kademelerin her birinde elenmeniz de olasılıklar arasında, özellikle herhangi bir tür toplumsal eyleme katılmanız durumunda. Özel okul öğretmenlerinin bu projedeki yeri ise tamamen belirsiz bırakılmış durumda.”

Bakan'ın örnek verdiği ülkelerde öğretmenler üniversitelerde yetişiyor

Öğretmen yetiştirmenin Bakanlığın bünyesine alınarak eğitim fakültelerini öğretmen yetiştiren kurumlar olmaktan çıkaran bir taslakla karşı karşıya olduğumuzu ifade eden Somel şunları söyledi:

Burada ilginç olan durum, eğitim fakültelerinin programlarında, hedeflerinde henüz herhangi bir değişiklik yapılmadı. Dünyada öğretmen yetiştirmeyi lisans eğitiminin sonrasında yapan ülkeler bulunmakta, ancak bunların tamamı lisans sonrası eğitimleri yine üniversiteler bünyesinde vermekte. MEB Bakanı'nın örnek olarak verdiği İtalya, Fransa ve Belçika'da, Türkiye'de uygulanması öngörülen eğitim bakanlığına bağlı akademi tipi oluşumlar bulunmamakta. Bakan'ın ima ettiğinin tersine bu ülkelerde öğretmenler üniversitelerde yetişiyor.”

Ortada henüz bir taslak olduğunu, kesinleşmiş hali ve uygulanma biçimine ayrıca bakmak gerektiğinin altını çizen Somel, kamuoyunun vereceği güçlü bir tepkinin bu planın hayata geçmesini engelleyebileceğini ifade etti:

Eğitim fakültelerinin, öğretmenlerin ve öğretmen adaylarının mesleklerine sahip çıkmaları, öğretmenlik mesleğinin ve toplumun gerçek ihtiyaçlarını ve sorunların çözümlerini MEB'ye idrak ettirebilir.”

                                                          /././

Europa delenda est (Nevzat Evrim Önal)

Kaldı ki, Roma iyi ki yıkılmıştır. Hangi uygarlık Roma’ya benzerse, yıkılmalıdır.

Müsaadenizle bu hafta size uzunca bir kıssa anlatarak başlayacağım.

Marcus Porcius Cato, Roma Cumhuriyeti’nde senatördü. Bir pleb, yani soylu olmayan bir yurttaş olarak doğmuş, Roma’nın Kartaca’yı yendiği ve tehdit olmaktan çıkarttığı İkinci Pön Savaşı’nda Hannibal’e karşı savaşmış, sonrasında bir asker olarak yükselmiş ve Roma’nın en etkili isimlerinden biri haline gelmişti. Yıllar sonra, artık yaşlı bir senatör olarak Kartaca’yı ziyaret ettiğinde, askeri açıdan zayıf bu krallığın zenginliğinden gözleri kamaşmış, burada hem bir tehdit hem bir fırsat sezmiş ve o günden itibaren Senatodaki her konuşmasını, konu ne olursa olsun Carthago delenda est yani “Kartaca yıkılmalı” diye bitirir olmuştu.

Cato’nun bu tartışmadaki hasmı Senatör Publius Cornelius1 ise ortak bir düşmanın varlığının Roma halkını bir arada tuttuğunu savunuyor ve Carthago servanda est diyordu: “Kartaca korunmalı.” Yani kimse Kartaca’nın dostu değildi, boyun eğdirilmiş bir halkın kaderi tartışılıyordu.

Tartışmayı Cato kazandı. Uygar Roma barbar Kartaca’ya savaş açtı. General Scipio Aemilianus, Kartaca’yı 55 yıl önce dize getiren dedesi Scipio Africanus’un başladığı işi tamamladı. Kartaca’da taş üstünde taş bırakmadı ve çocuk yaşlı demeden sağ kalan her Kartacalıyı köle olarak sattı. Cumhuriyet Roma’dan İmparatorluk Roma’ya doğru atılmış büyük bir adımdır.

***

Roma cumhuriyetken köleciydi, imparatorluk olunca köle etine duyduğu iştah daha da kabardı. İmparatorluğun doruğunda Sezarların hükmü altında yaşayan her üç insandan biri köleydi. Barbar halkların yaşadığı topraklar uygar Roma için köle toplanacak birer tarlaydı; en önemlilerinden biri de soğuk, verimsiz, işgal edip elde tutmaya değmeyecek Cermenya’ydı.

Gün geldi, Nasıralı bir gencin etrafındakileri ikna ettiği inanç, kölelerin bin yıldır biriken öfkesine söz oldu. Bu söze inananlar halka eğlence olsun diye arenalarda aslanlara parçalatılıyor; ama sözün kendisi Roma’yı içten içe kemiriyordu. Sonunda çürümüş imparatorluk, Nasıralı’nın sözünün de etkisiyle ikiye bölündü. Bu arada Cermenya’nın barbar kavimleri batıya göçmeye başlamıştı. Franklar, Ostrogotlar, Vizigotlar, Vandallar ve daha niceleri bir insan seli oldular; Batı Roma’nın bir ucundan girip diğer ucundan çıktılar. 

Son Batı Roma imparatoru bir çocuktu, kuruluş destanında Roma’nın temellerini atan (ve Kabil gibi kardeşini katleden) Romulus’un adaşıydı. Babası Orestes tahta çöküp, oğlunu imparator ilan etmişti. Barbar Kralı Odoacer babayı öldürdü, çocuk imparatoru huzurundan kovdu. Tarihte benzerine az rastlanır bir adalet tecellisidir.

***

Cermenler Roma’yı yıktı, sonra aynısını kurmaya çalıştı. Krallıklardan biri kendine Kutsal Roma İmparatorluğu ismini bile taktı. Nasıralı gencin sözünü kıyafetleri altın işlemeli ihtiyarlar sahiplendi; üstelik onlar bile kendilerini yoksul Nasıralı’nın değil, onu çarmıha geren zengin Romalıların devamı sayıp, Roma Katolik Kilisesi adını aldılar. Adaletle beraber eşitlik tesis edilmeyip de salt ezilenler egemenlere dönüştüğünde pek az şeyin değişeceğinin delilidir.

Feodal Avrupa krallıkları bin yıl boyunca birbirini yedi ve bir arpa boyu yol kat edemedi. Ama tüccar burjuvalar kıtaya sığamayınca yelken açıp dünyayı fethe çıktı. Dünyanın geri kalanını sömürgeleştirdiler, bu arada kendi krallarını da ya giyotine gönderdiler ya maaşa bağladılar. Rönesans bir büyük uygarlık atılımıdır, bir yandan da Roma’ya bakıp, nasıl dünya hâkimi olunur anlama çabasıdır.

19. yüzyıla gelindiğinde, burjuva Avrupa emperyalist Avrupa olurken, işçi Avrupa Enternasyonal’i kurdu. Sloganı “Bütün ülkelerin işçileri birleşin”dir, kurucusu bir mektubunda işçilerden “uygar toplumumuzun barbarları” diye bahseder.2

Slogan 1917’de Sovyetler’de devletini ve anayurdunu buldu. Emperyalist Avrupa gamalı haç kuşanıp bu anayurdun üstüne yürüdü. Her evden bir canı, yirmi beş milyon Sovyet insanını katletti ama yenildi. Ahmet’le İvan kol kola emperyalisti inine kadar kovaladı ve uyduruk meclisinin çatısına orak çekiçli bayrağı dikti. Yeni Roma olmaya kalkışanların üzerine ikinci bir kavimler göçüdür. Tarihte benzeri olmayan bir adalet tecellisidir.

***

Ama işçi kavimlerinin nefesi devamını getirmeye yetmedi. Göç yarı yolda, Berlin’de durdu. “Devrimde durmak ölümdür” demişti en büyük düşünürleri, öyle de oldu. Emperyalist Avrupa yıkılmayınca, sayısız uğursuz dudaktan sayısız kez dökülen “Sovyetler yıkılmalı” arzusu gerçekleşti ve emperyalizm dizginlerinden boşandı. Günümüzdeki kör edici karanlığın miladıdır.

Emperyalist Avrupa, işçi Avrupa’yı satın alıp susturdu. Emperyalist Amerika’nın peşine takılıp “Yugoslavya yıkılmalı” dedi, sonra “Afganistan yıkılmalı” dedi, “Irak yıkılmalı”, “Libya yıkılmalı”, “Suriye yıkılmalı”… Sömürgeleştirdiği ve Sovyetler sayesinde bağımsız olmuş Afrika’nın üzerine tekrar çöktü. Günümüzdeki kavimler göçünün sebebidir.

***

Kıssa böyle, şimdi çıkartılacak hisseyi tartışabiliriz.

Afrika ve Asya’nın sefalet bölgelerinden Avrupa’ya kitlesel bir göç hareketi olmasının nedeni, bu bölgeler ile Avrupa emperyalizmi arasında tarihsel bir bağ olmasıdır. Avrupa Birliği içinde yaşanan göç hesaba katılmadığında İngiltere’de en fazla Hindistan ve Pakistanlı3, Fransa’da en fazla Cezayirli ve Faslı4 bulunması tesadüf değildir. Avrupalı emperyalistler, sömürgelerinden asla vazgeçmemiş, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bu ülkeler politik özgürlüklerini kazansalar dahi ekonomik bağımlılık devam etmiştir. 

Yani göçün sebebi, Avrupa’nın bu coğrafyaları yoksullaştırması ve yoksullaştırırken, kan emen vampir kurbanıyla nasıl bir bağ kuruyorsa, öyle eşitsiz bir bağ kurmuş olmasıdır. Emperyalist Avrupa ülkeleri, eski sömürgelerini hammadde toplayacakları ve ucuz işgücü çekecekleri birer köle pazarı olarak kullanmaya devam etmiştir. 

Bu bağ öyle güçlü ve aynı zamanda çelişkili ki, bugün İngiltere Başbakanı Hindistan’ın en zengin patronlarından birinin Hint asıllı damadıdır ve İngiltere’ye göçmenlerin tuhaf gemilere doldurulup açık denizlerde hapis tutulması gibi ancak korku filmlerine yakışacak girişimlerde bulunmaktadır.

Türkiye’de göç sorununu bir provokasyon ve kişisel popülarite devşirme malzemesi yapan, Zafer Partisi çevresinde öbeklenen ama bundan ibaret olmayan ideolog güruhu, entelektüel cesareti sadece kendisinden zayıfa havlamaya yetecek kadar olduğu için işin bu boyutunu bilinçli biçimde gizliyor. Örneğin Sözcü yazarı Murat Muratoğlu, geçtiğimiz günlerde “Koskoca Roma İmparatorluğu'nu yıkan göçlerde toplam sayı 3-4 milyon kişiydi! Biz şimdiden 13-15 milyon kişiye ulaştık” diye tweet6 attı, beş yıl önce ise köşesinde, Türkiye’nin Geri Kabul Anlaşmasını uygulamak zorunda olduğunu iddia ettiği bir yazıda “[Göçmenlerin] çoğu ne Avrupa'ya gider, ne Suriye'ye geri döner. Düzenlerini kurmuşlar, bu nargile burada tüter” yazıyordu.6

Okumuş karanlık işte böyle; en milliyetçiyken bile emperyalizm hayranıdır, Avrupacıdır. Oysa göçmenlerin birer istilacı olarak Türkiye’de kalmak istedikleri, “zorla geri gönderelim”ci zorbalık ideolojisinin yalanıdır. Çevrenize biraz kulak kabartsanız, göçmenlerin büyük çoğunluğunun Avrupa’ya gitmek için yol aradığını, kurdukları düzenin de insan kaçakçılarının talep ettiği on binlerce Avroyu toplamak için olduğunu duyarsınız. 2016’da Geri Kabul Anlaşması ilk gündeme geldiğinde, daha Avrupa Birliği sopanın önünde vize serbestisi havucunu sallarken, “Bekçi köpeği olup sevinmek” başlıklı bir yazı yazmıştım.7 Bugün durum tam olarak budur. Türkiye, emperyalist Avrupa ülkeleri için bir köle pazarıdır. Geri Kabul Anlaşmasını uygulayan devlet, bu köle pazarının bekçisidir. Bu yüzden insan kaçakçılığı ağlarının düğüm noktalarında devlet görevlilerinin oturması tesadüf değildir. 

Kaldı ki, Roma iyi ki yıkılmıştır. Hangi uygarlık Roma’ya benzerse, yıkılmalıdır.

Siz boş verin Geri Kabul Anlaşmasını, bugün içinde yaşadığımız pasaport rejimi bile alt tarafı yüz yıllık tarihi olan bir emperyalist uydurmasıdır. Yırtılıp atılması, ezilenlerden yana bir siyasi iradenin tecellisine bakar.

Türkiye, Avrupa emperyalizminin parçası falan değildir, asla olmamıştır ve asla olmamalıdır. Türkiye, bir sömürge coğrafyası olmaya ramak kala, Avrupa emperyalizmine karşı verilmiş bir Kurtuluş Savaşı’yla kurulmuştur. 

Bugün Geri Kabul Anlaşmasını uygulayarak Türkiye’nin düştüğü durum, NATO denen terör teşkilatına dahil olabilmek için Kore Savaşı’na asker göndermemiz ölçeğinde bir onursuzluktur. Türkiye göçmenleri geri göndermeye kalkmamalı, yollarına devam etmelerine de mâni olmamalıdır. Avrupa, yüz yıllardır gün yüzü göstermediği barbarların akınına uğramalı, nezih Avrupa kentlerinin sokakları Asyalılarla, Afrikalılarla dolmalı, sömürüye, talana, tefeciliğe, özetle emperyalist egemenliğe dayalı Avrupa, yıkılmalıdır.

İnsanlığın bir sonraki büyük uygarlığı, mutlaka bugünün bencil, sömürücü egemenliğin yıkımdan doğacak. Kimse bundan korkmamalıdır.

                                                                       /././
Kaygılanmamak için (Savaş Sarı)

Karabasana dönen yaşamlar içersinde kaybolan insanlar ancak birbirinin elinden tuttuğunda, yalnızlıktan kurtulduğunda, birliğin bir güç olduğunu hissettiğinde daha güvenli ve umutlu hale gelebilirler.

İnsanlar kendilerini ve çocuklarını güvende hissetmiyorlar. Gündelik sohbetlerde çok sık gündeme gelen konulardan biri. Sohbetlerin bir yerinde eski günlere göndermeler de muhakkak yer alıyor. Çocuk sahibi ebeveynler kendi çocukluk ve gençlik dönemlerinden, o günlerde kendilerini nasıl daha güvende hissettiklerinden, sokakların, sosyal yaşamın o zamanlar şu andakine benzer tehditleri barındırmadığından, ya da bu tehditlerin o zamanlar çok daha az hissedildiğinden sıklıkla bahsediyorlar. Geçmişe dönük bu anlatıların önemli kısmı eskiyi iyi anma duygusu ile ilgili olabilir ama toplumda ve insanlardaki kaygı gerçek ve çok güçlü. 

Şiddet, bağımlılık, iletişimsizlik, yalnızlaşma, yoksulluk, bu liste uzatılabilir. Gündelik hayatın içinde, hatta kendi hayatlarımızda bu olguların her biriyle daha sık karşılaşıyoruz. İnsanların birbiri ile iletişim kuramaz hale gelmesi, bunun sonucu olarak şiddetin çok yaygınlaşması bir vaka. Bir güç göstergesi olarak kadına yönelik şiddet ise korkutucu noktalara gelmiş durumda. Ortaokul öğrencilerinin madde kullanımının bile normalleştiği günleri yaşıyoruz. Emekçi mahallelerindeki en büyük sorunların başında yine madde kullanımı geliyor. İstatistikler yayınlanıyor, insanlar gittikçe daha az insanla temas ediyor, sosyal ilişkiler her geçen gün zayıflıyor. Çekirdek aile ve hatta tek başına yaşayanların sayısı hızla artıyor. İnsanların özellikle de çocuk ve gençlerin cep telefonu ve internete olan bağımlılığı hem bu yalnızlaşmanın en çarpıcı göstergelerinden biri, hem de insanları yalnızlaştıran önemli bir etken olarak karşımızda duruyor. Artık sokaklarda, toplu taşıma araçlarında, mahallelerde yoksullaşmanın yarattığı ağır manzaralarla çok daha sık karşılaşıyoruz. Ama asıl önemlisi insanların dayanışma duygusunun fazlası ile örselendiği günlerden geçiyoruz. 

İnsanlarda güvensizlik hissini artıran bu ve benzer olguların varlığına dair düzen cephesindeki gerekçeler ise muhtelif. 

Daha “batıcı”, “modern” yaklaşımda olanlar sıraladığım olguların yaygınlığını toplumun, insanların cehaleti ile açıklıyorlar. Çözüm olarak da eğitimin gerekliliğine ısrarla vurgu yapıyorlar. Fakat Türkiye’de toplumun okur yazar oranındaki artışı, okumuş insanların yukarıda bahsettiğimiz olgulardaki aktif özneler olarak varlıklarının yaygınlığını düşününce bu yaklaşımın hedefi ıskaladığını söylemek çok da yanlış olmaz. Bu yaklaşımı savunanların halkı, insanları aydınlatma, toplumu ve toplumsal yaşamı dönüştürme iddialarının kalmadığını söylemek de çok yanlış olmaz. Böyle olunca da bu yaklaşım ortadaki olumsuz olguları çözme iddiasından çok bir şikayetlenme halinden öteye geçemiyor.   

Muhafazakâr yaklaşım ise tüm bu olguların ortaya çıkış ve yaygınlığını dini ve ahlâki değerlerin toplumda yeterince hakim olmamasıyla açıklıyor. Çözümü de çocuklardan başlayarak toplumun genelinde dini ve ahlâki doğruların anlatılması, buna uygun nesiller yetiştirilmesi ve bu doğrular üzerinden toplumsal yaşamın belirlenmesinde görüyor. AKP’li yıllar bir boyutu ile bu görüşün toplumu yeniden dizaynı, dinsel ve gerici referanslar üzerinden yeni nesiller yetiştirilmesi çabası olarak da tarif edilebilir. Yirmi yılı aşan bu dönemde ortaya çıkan tablo yukarıda bahsettiğimiz olgular açısından rahatlatıcı olmayı bırakın, asıl kaygıyı tetikleyici bir sonuca yol açtı. Üstüne dinci gericiliğin, onun en yaygın toplumsal örgütlenme kanallarından biri olarak tarikatların savundukları değer ve kurallar toplumdaki en büyük kaygı kaynağı haline gelmiş durumda. Muhafazakâr yaklaşım şiddeti de, bağımlılığı da, yalnızlaşmayı da yoksulluğu da önlemek bir yana yaygınlaştırıyor ve derinleştiriyor. Bu anlamda toplumu bir arada ve sağlıklı kılabilecek değerleri kuvvetlendirmiyor baya baya tahrip ediyor.

Her iki yaklaşım açısından da temel bir hata ya da belki de kasıtlı bir yanlıştan söz etmek gerek. Bugün insanların sahip olduğu güvensizlik hissinin, bu hisse yol açan, bu hissi kuvvetlendiren olguların yaşadığımız toplumsal düzenle, o düzendeki çarpıklıkla ve anormalliklerle doğrudan ilişkili olduğunu atlıyor ya da bu gerçeğin üzerini örtüyorlar. Toplumsal yaşamdaki eşitsizlikler, insanın insanı sömürmesi üzerine kurulu bir düzende yaşıyor olmamız insanların kendisini güvende hissetmemesinin temel kaynağı. Bir kez bu eşitsizlik ve sömürüyü, bir kez bu soygunu normal saydığınız anda sermayenin doymak bilmez açlığı ve bu açlığın her şeyi alınır satılır bir nesne haline getiren arsızlığının yükselişi de önlenemez hale geliyor. Bugün yaşadığımız asli sorun bu. Bu düzenin ötesini göremeyen ve savunamayanlar dönüp dönüp insanlara bu düzene mahkum olduğumuz mesajını veriyorlar. İnsanlar için bundan daha büyük bir kaygı kaynağı olabilir mi?

Tamam diyecek bazılarınız, “yaşadığımız kaygılardan, bu kaygıları tetikleyen sorunlardan kurtulmak için bu düzenden kurtulmalıyız ama bu bugünden yarına hemen olabilecek bir şey değil.” Doğru, bir günde bu düzenin ortadan kalkmayacağı açık. Üstüne üstlük, tam da değindiğim gibi AKP bir dizi sorunu çözme adına yaşamı, özellikle de çocuklarımızın yarınlarını karartma konusunda ısrarlı adımlar atıyor. Bunlarla da başa çıkmamız, çocuklarımızı bu gerici saldırılardan korumamız gerek.

Kaygılarımızı ortadan kaldırmak, bu kaygılara yol açan olgularla baş etmek, güvensizlik hissi olmadan yaşayabileceğimiz yarınlara ulaşmak için hemen atılması gereken adım belli, örgütlülük. Bu karanlığı topluma dayatanlar en çok halkın örgütsüzlüğünden kuvvet alıyorlar. Karabasana dönen yaşamlar içersinde kaybolan insanlar ise ancak birbirinin elinden tuttuğunda, yalnızlıktan kurtulduğunda, bu birliğin bir güç olduğunu hissettiğinde daha güvenli ve umutlu hale gelebilirler. 

Hemen şimdi harekete geçmek, hayatımızı ve çocuklarımızı korumak adına güncel ve önemli bir adımı Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi (THTM) attı. Yaklaşık bir ay önce çok sayıda bilim insanı ve aydının imzası ile kamuoyu ile paylaşılan “Çocuklarımız için Bilimsel Eğitim İstiyoruz!” başlıklı metnin altında eğitimde yürürlükte olan kimi dinsel gerici içerik ve uygulamaların kaldırılması, AKP eli ile yeni kabul edilen gerici milli eğitim müfredatının ise kesinlikle uygulamaya sokulmaması ve geri çekilmesi yönünde talepler gündeme getirilmişti. Şimdi bu talepler etrafında bir aydır yürütülen çalışmalar yeni bir aşamaya taşınıyor. 

Kaygılanmayı bırakalım ve çocuklarımızı korumak için hemen bugün Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin çağrısına yanıt verelim.

(soL)



Milyonlarca liralık ‘bağış’ skandalı: Ver parayı, al imarı! - Bahadır Özgür / T24

 

Diyarbakır Belediyesi’nin eski kayyım yönetiminin, ‘şartlı bağış’ adı altında parayı verene ‘kişiye özel imar planı’ hazırladığı ortaya çıktı. 200 bin liradan başlayıp 4 milyon liraya kadar çıkan onlarca ‘bağışın’ sebebi yeşil, spor veya park alanı olan arsaların niteliğinin konut ve ticaret alanına çevrilmesi. Benzer olay Yozgat’ta da oldu. Savcılık geçmiş 9 yılı inceledi, eski ve yeni belediye başkanları ile beraber 63 kişi için soruşturma açtı.

Belediyelerde kayyımların imza attığı usulsüzlüklerinin sonu gelmiyor. Devasa borçlar, aynı adreslere ihaleler, lüks harcamalar, makam odalarına özel banyolar derken, bir skandal da imar uygulamalarında ortaya çıktı. Meğer parayı veren, istediği imar değişikliğini kapıyormuş. Yeşil alanların, konut ve ticaret alanına çevrilmesi için ‘şartlı bağış’ adı altında milyonlarca lira nakit para alınmış.

31 Mart seçimlerinde, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi kayyım yönetiminden kurtulup DEM Parti’ye geçti. AKP’nin yönettiği pek çok belediyede olduğu gibi kayyım da boş kasa, dağ gibi borç bıraktı. Ama esas yıkım imar konusunda görülüyor. Kentlerde neredeyse boş alan bırakmadılar, tarlaları, parkları, yeşil alanları imara açtılar. Kişiye özel planlar hazırladılar.

İşte Diyarbakır’da bununla ilgili bir skandal ortaya çıktı. İşin özeti şu: Parayı veren, imarı kapmış! Nasıl mı?

Belediyeler şartlı bağış alabiliyorlar. Bir vatandaş mülkünü cami, mezarlık, öğrenci yurdu, park vb. yapılması veya yol için bağışlayabilir. Ya da kamusal nitelikli bir hizmetin karşılığında nakit verebilir. Bu bağışlar, belediye meclisi tarafından oylanıp karar bağlanır, bağış da şartıyla beraber kayda alınır, banka üzerinden tahsil edilerek ilgili gelir kalemine aktarılır. Eğer şart yerine getirilmezse, bağışı yapan vatandaş hakkını arayabilir.

                       Belediye meclisinde yakın tarihlerde onlarca ‘şartlı bağış’ kararı onaylanmış.

Lakin Diyarbakır’daki kayyım, şartlı bağışı bambaşka boyutlara taşımış. Belediye Meclisi’nin kayıtları incelendiğinde vatandaş şartlı bağış için adeta belediyeye koşmuş. 2022 yılındaki onlarca ‘bağış’ ise özellikle dikkat çekici. Banka dekontlarına ‘şartlı’ ibaresi eklenmiş olarak yüksek meblağlarda paralar transfer edilmiş.

Peki ama gönderenlerin şartları neydi?

SEÇİL ERZAN VAKASINDAKİ BELGELERE BENZİYOR

Sorunun yanıtını belediye kararlarında göremiyoruz. Lakin bir ipucu var. Şartlı bağış yapılacağına dair başvurular, imar komisyonu raporunda belirtiliyor. Yani mesele imarla alakalı.

İşin iç yüzü, 31 Mart’ta belediye yönetimi el değiştirince ortaya çıktı. Bağış yapanlar ne olur ne olmaz diye birkaç cümleyle bağışı neden yaptığını yazıp ayrıca belediyeye teslim etmişler. Belediyenin kararlarında belirtmediği ancak vatandaşın el yazısı ile bağışı neden yaptığını gösteren dilekçeler, Denizbank ve Seçil Erzan olayındaki futbolcuların ‘belge’ niyetine sunduğu kağıtları ve evrakları hatırlatıyor.

                         Belediyeye verilen, bağışın şartının ne olduğunu içeren elle yazılmış kağıtlar...

Kimisi bir sayfa, kimisi not defterinden yırtılmış bir parça kağıt. Bazı kağıtlarda “Yeşil ve spor alanı iken konut alanına (ticari) dönüştürülmesi şartı ile bağış” yazılı sadece. Nispeten düzgün sayılabileceklerin tamamında ise şu ibareler geçiyor: “Sonunda sesimizi duyan bir belediye ile muhatap olmamızın verdiği memnuniyet karşılığında şahsıma ait arsanın bulunduğu bölgede yapılacak plan çalışması, herhangi bir yargı kararı veya belediye tarafından iptal edilmesi durumunda faizsiz ana paranın iadesi şartı ile (3.000.000) Türk Lirası bağışta bulunmak hususunu arz ederim.”

‘YEŞİL ALAN DEĞİŞSİN, TİCARET ALANI OLSUN’

Bağış yaparken belirtilen şartların tamamı, mevcut imar planlarının kendi lehlerine değiştirilmesi. Büyük kısmı yeşil alan olarak geçen arsaların konut-ticaret alanına çevrilmesi isteniyor. Alanın özelliğine, isteğe göre de bağış miktarları değişiyor. Örneğin; akaryakıt istasyonu sahibi birisi şirketi adına 200 bin lira verirken, Silvan yolunda arazisi bulunan bir başka kişi 4 milyon lira ödemiş. Bir diğeri, yeşil-spor alanı olarak geçen 228 hektar olan devasa arazisinin konut, ticari, piknik alanına dönüştürülmesini talep ediyor.

                       Üzerine elle yazılmış ‘şartlı bağış’ notları iliştirilmiş muhasebe fişleri.

Belediye yönetimi bağışları bankalar aracılığıyla tahsil etmiş, mecliste oylamaya sunup kabul etmiş. Lakin değişiklikleri yetiştirmeye de ömrü yetmemiş. Lakin kayyım yönetiminin görev yaptığı dönem ve ilk günden beri uygulamaya koyduğu tartışma yaratan çok sayıda imar değişikliği göz önüne alındığında, bu işin uzun süredir standart bir işleyiş haline getirildiği anlaşılıyor. Nitekim 31 Mart seçiminden sonra bile, yeni mazbataların verileceği gün dahi çok sayıda yeni imar planı kararını onaylamak amacıyla toplantı koymuşlar, son dakikaya kadar çabalamışlar.

Şimdi ortada önemli sorular duruyor. İmar planı değişikliği karşılığı bu zamana kadar ne kadar ‘şartlı bağış’ alındı? Paralar nereye harcandı? Diyarbakır kayyımı hakkında soruşturma açılacak mı? Açılırsa, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya izin verecek mi?

Konu doğrudan Ali Yerlikaya’yı ilgilendiriyor çünkü, tam olarak aynı meselede verdiği bir karar, hem şaşkınlık yaratmış hem de kamuoyunda taktir toplamıştı. Yakın zamanda gerçekleşmiş o olay neydi?

AYNI SUÇTAN AKP VE MHP’Lİ BAŞKANLAR SORUŞTURULUYOR

Yozgat’ın Sorgun İlçesi’nde, 2013-2021 yılları arasında yapılan imar değişiklileri ile ilgili olarak savcılığa şikayette bulunuldu. Savcılık da 2004-2019 arası belediye başkanlığı yapmış AKP’li Ahmet Şimşek ile 2019’da belediye başkanı olan ve 31 Mart’ta yeniden seçilen MHP’li Mustafa Ekici’nin de aralarında bulunduğu 63 kişi hakkında “şartlı bağış karşılığında imar değişikliği yaptıkları” gerekçesiyle soruşturma başlattı. Geçen Ocak ayında ise İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, belediye başkanlarının soruşturulması için izin verdi.

AKP’li Ahmet Şimşek ve MHP’li Mustafa Ekici, şartlı bağış karşılığı imar değişikliği suçundan dolayı İçişleri Bakanı’nın izni ile soruşturuluyor.

İmar müdürleri, mühendisler, belediye meclisi üyelerini de kapsayan soruşturma sonucunda, 9 yılda birçok imar planının ‘bağış’ adı altında nakit paralar ödenmesi üzerine değiştirildiği tespit edildi. Her iki başkan ve belediye yöneticilerinin çok sayıda iş insanı ve firmadan nakit olarak ‘bağış’ aldıkları, para belediye hesabına yattıktan hemen sonra da imar değişikliklerinin meclis tarafından onaylandığı belirlendi. Çoğunluğu inşaat firması olan şirketler için arsaların statüsü değiştirildi, en fazla 10 kat izni olan yerlerde bağış sonrası kat izinleri 15’e kadar yükseltildi.

Diyarbakır’da ortaya çıkan ‘şartlı bağış karşılığı imar izni’ uygulaması belli ki uzun yıllardır belediyelerin rutin işleyişi haline gelmiş. İncelenebilse belki de Türkiye’nin en büyük imar skandallarından birisi ortaya çıkacaktır.

Bahadır Özgür / T24

T24 KÖŞEBAŞI (6 Haziran 2024)

 

Kayyımlar, verilmeyen soruşturma izinleri; sahi hukuk neydi? (Candan Yıldız)

Cumartesi Anneleri’nin 968’inci haftada, o gün orada görev yapan kolluk kuvvetleriyle ilgili suç duyuruları ise havada asılı kaldı. Zira İstanbul Valiliği soruşturma izni vermedi. Valiliğin kararıyla ilgili itiraz başvurusu da idare mahkemesi tarafından reddedildi.

Besna Tosun'un gözaltına alındığı andan bir kare (Fotoğraf: TİHV)

Eşit hukuk yoksa, eşit vatandaşlık sadece havada asılı kalmakla kalmaz, bazılarının hayatları hep dövülür. Düşünün… Bir seçmen olarak farklı yıllarda üç kez sandığa gidiyorsunuz, inandığınız, beğendiniz bir adaya oy veriyorsunuz ama oy verdiğiniz aday görevden alınıyor. Sisteme ‘rıza’ üreten en güçlü mekanizma olan seçimler, seçme ve seçilme hakkı bir anda anlam kaybına uğruyor. Hakkarili seçmenin başına gelen de bu… 2016’da 102 belediyeden 95’ine kayyım atandı. 2019’da 65 belediyeden 6’sı, seçime girme yeterliliği olmasına rağmen kazanan adaylara KHK’li olduğu gerekçesiyle mazbatası verilmedi. Sonraki zamanlarda da 40 belediyeye kayyım atandı.

15 Temmuz darbe girişimi sonrası AKP, Meclis’e Varlık Fonu kurulmasını da içeren bir torba yasa getirdi. O torba yasada kayyım düzenlemesi de yer alıyordu. Ancak kayyım düzenlemesini içeren maddeler MHP, CHP ve HDP’nin itirazlarıyla çekildi. Ama OHAL imdada yetişti ve 1 Eylül 2016’da 674 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile belediyelere kayyım atama yetkisi, belediyelerin taşınır mallarına el koyma ve çalışanlarını görevden uzaklaştırma yetkisi valilik ve kaymakamlıklara da verildi. Sonrası zaten çorap söküğü gibi geldi…

KHK’lara karşı yargı yolu kapalı olduğu için bu karar Anayasa Mahkemesi’ne taşındı. Mahkeme ‘yetkisizlik’ gerekçesiyle başvurunun kabul edilemez olduğuna hükmetti.

OHAL’de başlayan ve sonrasında süreklilik arz eden bu devlet pratiği, Kürt seçmenin iradesinin ‘eşit’ olmadığının teyidi değil mi?

Konuyla ilgili görüşüne baş vurduğum Ceza Hukukçusu Prof. İzzet Özgenç şunları söyledi:

“Hukuk sistemimize göre, bir kişi hakkında hangi suçtan dolayı soruşturma veya kovuşturma yapılırsa yapılsın, salt soruşturma ve kovuşturma yapılması, bir seçilme engeli oluşturmamaktadır. Ancak kasten işlenen bir suçtan dolayı bir yıl veya daha fazla süreyle hapis cezasına mahkûmiyet, kesinleştiği takdirde, seçilme engeli oluşturmaktadır. Haberlerde bir yargılamadan söz edildiğine göre, ilgili belediye başkanı bakımından bir seçilme engeli mevcut değildir.

Belediye başkanı olan kişinin yargılandığı davada tutuklanmış olması, başkan olarak görevini yapmasına engel teşkil eden bir durum olur. Bu durumda, başkanlık görevini yapacak başka bir kişinin belirlenmesi gerekir. Bu bağlamdaki belirlemenin ne suretle yapılacağı ve kimin belediye başkanlık görevini icra edeceği hususundaki değerlendirmeyi idare ve anayasa hukukçularının yapması daha doğru olur. Sadece şunu söyleyebilirim: Demokratik toplumlarda, başkanın hastalık veya tutukluluk gibi sebeplerle görevini yapamaz duruma gelmesi halinde de başkanlık sıfatı devam eder; ancak bu durumda belediyede başkanlık görevini yürütecek bir vekilin belirlenmesi gerekir. Bu belirlemenin belediye meclisi tarafından yapılması, demokratik esaslara uygun olan bir yöntemdir.”

Hakkâri Belediyesi Eş Başkanı Mehmet Sıddık Akış’ın 10 yıl önce hakkında açılan davada karar çıktı ve 19 yıl 6 ay hapis cezası verildi.

Hukukun eşit olarak uygulanmadığı bir başka örnek de Cumartesi Anneleri’yle ilgili. Bu insanlar sevdiklerinin, yakınlarının akıbetini soruyor. Bilmediklerinden değil, devletin yüzleşmesini, sorumluların yargılanmasını istedikleri için bir meydanda 29 yıldır nöbet tutuyor.

1001 haftadır gözaltında kaybedilen yakınlarını arayan Cumartesi Anneleri 700. ve 950. haftalar nedeniyle yargılanıyor.

Cumartesi Anneleri 7 Haziran’da 950. hafta nedeniyle ikinci kez yargı önüne çıkacaklar. Cumartesi Anneleri’nin 968’inci haftada, o gün orada görev yapan kolluk kuvvetleriyle ilgili suç duyuruları ise havada asılı kaldı. Zira İstanbul Valiliği soruşturma izni vermedi. Valiliğin kararıyla ilgili itiraz başvurusu da idare mahkemesi tarafından reddedildi.

Oysa Cumartesi Anneleri/İnsanları Anayasa Mahkemesi’nin 700. haftayla ilgili verdiği ‘ihlal’ kararından aldığı güçle 14 Ekim 2023’te Galatarasay Meydanı’na gitmişti. Babası Fehmi Tosun’u 1995 yılında evlerinin önünde kaçıranlarla yüz yüze gelen Besna Tosun o gün ters kelepçeyle gözaltına alındı.

Aydın Aydoğan da “Astım hastası ve engelli olduğumu belirtmeme rağmen 4 saat boyunca gözaltı aracında havasız bir şekilde alıkonuldum. Olay neticesinde Eyüpsultan Devlet Hastanesi’nde tedavi oldum. Raporlarım temin edilebilir” sözleriyle polisten şikayetçi oldu. İstanbul Valiliği’nin soruşturma izni vermemesinin gerekçesi ise “kolluğun olaylara müdahalesinin acil bir sosyal ihtiyaç” olması…

Başa dönersek, eşit hukuk talebi sadece hukukun değil siyasetin de konusudur. Hatta daha çok siyasetin konusudur.  O nedenle kayyım ve Cumartesi Anneleri’ne yönelik pratiklere hep bir hukuk kılıfı bulunur.

                                                                  /././

31 Mart ayarlı “kayyım” cezası: 10 yıllık dava, bir anda 19,5 yıl cezayla bitti (Gökçer Tahincioğlu)

Akış’ın yargılandığı, bu suçlamaları içeren dava, 10 yıl önce açıldı, İddianamenin büyük bölümü, dinleme kayıtlarında yer alan ifadelerin yorumlanmasına ve gizli tanıkların iddialarına dayanıyor...

31 Mart ayarlı “kayyım” cezası: 10 yıllık dava, bir anda 19,5 yıl cezayla bitti
31 Mart yerel seçimlerinde iktidar ve muhalefetin performansı kadar, bir önceki yıl genel seçimde oyları düşen DEM Parti’nin, kayyım atanan belediyeleri geri alıp alamayacağı merak ediliyordu. DEM Parti, yerel seçimden güçlenerek, kayyım atanan hemen hemen tüm belediyeleri geri alarak ve üzerine yeni belediyeler kazanarak çıktı. Bu sonuçlardan sonra, son iki yerel seçimin ardından bu belediyelere kayyım atayan AKP iktidarının bu kez de aynı yolu izleyip izlemeyeceği merak konusu oldu. Zira AKP içerisinde de kayyım politikalarını yanlış bulan, yeniden bu yola girilmemesini isteyen bir kesim olduğunu biliniyor. Buna rağmen ilk kayyım adımı Hakkari’de atıldı. Gözaltına alınan ve yerine kayyım atanan Belediye Başkanı Sıddık Akış’ın, 10 yıldır devam eden davası da bugün 19,5 yıl cezayla bitti. Davanın tamamlanma hızı, 31 Mart’tan sonra yargı yoluyla kayyım politikalarının meşrulaştırılmasına çalışılacağını tezlerini doğrular nitelikte…
İktidarın, üçüncü kez kayyım dönemini başlattığı İçişleri Bakanlığı’nın Hakkari Belediye Başkanı Akış hakkındaki 3 Haziran tarihli açıklaması ile anlaşıldı. Aslında bir gün önce yumuşama ile ilgili açıklamalarına paralel olarak teröre göz yumulmayacağını söyleyen Erdoğan’ın sözleri, ipuçları vermişti. İçişleri Bakanlığı, Akış hakkındaki açıklamasında, şunlara dikkati çekti: 

- PKK/KCK yapılanmasında üst düzey görev aldığı, örgüt adına sözde sorgulamalar yapıp sözde vergi topladığı, yasadışı yürüyüş, terörist cenazesi gibi eylemleri organize ederek eylemlere katılım sağlamak amacıyla halka ve esnafa baskı yaptığı, kepenk kapatmaya karşı çıkan esnafı PKK terör örgütü adına tehdit ettiği,
- PKK Bölücü Terör Örgütü'nün mahalle komisyonlarında da yer aldığı ve aynı zamanda sorumlusu olduğu, kırsalla irtibatını sürdürdüğü, küçük yaştaki çocukları ideolojik söylemlerle kandırarak örgüte katılımını sağladığı, Hakkâri merkezinde yardım ve yataklık faaliyetlerini sürdürdüğü, örgütün kırsal alanından merkeze eylem amaçlı gelen teröristleri evinde barındırdığı,
- PKK Terör Örgütü'nün kırsal alanındaki kamplarına giderek orada üst düzey örgüt mensuplarıyla görüştüğü, Hakkâri merkezinde örgüt karşıtı olan vatandaşları sözde vergi adı altında haraca bağladığı ve örgütten aldığı talimatlarla vatandaşları tehdit ettiği… Bu kapsamda Mehmet Sıddık AKIŞ hakkında; Silahlı Terör Örgütünü Yönetmek, Silahlı Terör Örgütüne Üye Olmak ve Örgüt Propagandası yapmak suçlarından Hakkâri 1. Ağır Ceza Mahkemesi 2014/173 esas sayılı dava dosyası bulunduğu ve yargılamanın devam ettiği, Silahlı Terör Örgütüne Üye Olmak suçundan hakkında Hakkâri Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından açılan ve halen devam eden soruşturma olduğu ve bu soruşturma kapsamında göz altına alındığı,

Nasıl seçime girdi?

 İktidar medyası bu ağır iddiaların üzerine atladı. Hatta Van’dan Hakkari’ye dönmek üzere olan Akış’ın yurtdışına kaçmak isterken yakalandığını öne sürdü.

Akış, Hakkari’de tanınan bir siyasetçi. 10 yılı aşkın süredir kentte aktif politika yapıyor. Daha önce DEM Parti’nin öncülü partilerden BDP ve HDP’de siyaset yaptı. Hakkındaki bu ağır suçlamalar da BDP Hakkari İl Başkanı olduğu dönemde, Gülen cemaatine bağlı savcıların açtığı KCK davaları kapsamında ortaya atıldı.

Bu kadar yasadışı faaliyeti olduğu iddia edilen bir siyasetçinin bu kadar göz önünde olması, Hakkari kadar küçük bir yerde bu faaliyetleri rahatlıkla yürütebilmesi ve buna rağmen 10 yıldır açık siyaset alanında yer alabilmesi ilginç elbette.

İlk günden bu yana seçime nasıl girebildiği de tartışılıyor. Hakkında kesin bir hüküm olmadığı için seçime girmesine engel bir durum yoktu. Zaten muhalefet yapan ve hakkında dava olmayan siyasetçi de neredeyse yok gibi. Akış’ın durumu da genelden farklı değildi. Yüksek Seçim Kurulu, bu nedenle adaylığını kabul etti.

Gizli tanığın itirafları

Akış hakkındaki dava da o dönem açılan diğer KCK davaları gibi ağırlıklı olarak gizli tanık ifadelerine ve bir bölümünün yasallığı tartışılan dinleme kayıtlarına dayanıyor. 

İddianamenin büyük bölümü, dinleme kayıtlarında yer alan ifadelerin yorumlanmasına ve gizli tanıkların iddialarına dayanıyor.

O gizli tanıklardan en önemlilerinden biri “Oyunbozan”… Gazeteci Sinan Aygül, önceki gün, sosyal medya hesabından 2012’de Oyunbozan’ın yazdığı bir mektubu paylaştı. Şöyle diyordu mektubunda:

 “…4 yıldır tanımadığım kişiler hakkında polislerin hazırladığı iddiaların altına imza atıyorum. 2009’da Hakkari Emniyeti Terörle Mücadele Şubesi'nde gördüğüm baskı, tehdit ve şantaj sonucu ifade vermeyi kabul ettim. Bana baskı uygulayanlar arasında Hakkari Savcısı da vardı. Bundan sonra birçok kişi hakkında ifadeler verdim, ancak hiçbir ifadem doğru olmadığı gibi bunların tamamı polisler tarafından hazırlandı. Hiç tanımadığım, bilmediğim kişiler, Kürt siyasetçileri üzerine ifade verdim. Aslında söz konusu kişilerin hepsi de Hakkari polisinin tutuklamak isteyip de tutuklama için delil bulamadığı kişilerdi. Bu kişiler için düzenlenen komplolara alet edildim. Ben böyle bir onursuzluğa imza attıktan sonra düşürülmüşlüğün sınırsızlığı içinde kendimi kaybedip, tanıdığım bazı kişilerin üzerine de iftirayla ifadeler verdim. Bütün bunları işkence görmeme tutuklanmama karşılığında yaptım."

 31 Mart ayarlı karar

Mektup uzayıp gidiyor. Somut biçimde isimler, olaylar anlatılıyor. Ancak bu mektup da Oyunbozan’ın ifadelerinin karara esas alınmasına yetmedi.

Akış’ın yargılandığı 15 sanıklı davada, uzun süredir gizli tanıkların ifadelerinin alınması, firari sanıkların ifadelerinin tamamlanması bekleniyordu. Dava usul eksikleri, esas eksikleri tamamlansın diye erteleniyordu. Kimsenin apar topar bitirileceğine dair bir düşüncesi yoktu.

Ne hikmetse 31 Mart seçimlerinden sonra Mayıs ayındaki ilk duruşmada mahkeme, esas hakkındaki görüşünü bildirmesi için savcıya dosyayı teslim etti.

İddianameyi hazırlayan savcı, Gülen cemaatine mensup olduğu iddiasıyla hakkında dava açılan, firari durumda bulunan ve İçişleri Bakanlığı’nın “arananlar” listesinde yer alıyor.

Duruşma savcısı, buna rağmen firari savcının iddialarını aynen tekrarladı. KCK Kent Konseyi Divanı üyesi olmakla suçlanan Akış hakkındaki tezleri yineledi.

26 Mayıs’taki duruşmaya savcı hazırlıklı gelmişti. Gazeteci İsmail Saymaz’ın haberine göre, talep edilir edilmez 30 sayfalık görüşünü sundu.

Duruşma da hemen bitirilmek istendiği anlaşılır biçimde 5 Haziran’a ertelendi. Akış, duruşmaya katılan tek isimdi. “Başım dik biçimde mücadele etmeyi sürdüreceğim” dedi.

Hakkari 1. Ağır Ceza Mahkemesi, 19,5 yıl hapis cezası verdi ve 10 yıldır tutuklanmayan Akış tutuklandı.

Artık Akış’ın yerine kayyım olarak Hakkari Valisi Ali Çelik’in atanmasının “meşru” bir altyapısı var, mahkeme kararı.  Ve belli ki karşılığı olduğu görülen bu yöntem uygulanmaya devam edilecek.

                                                                 /././

Kamp notları: Türkiye normalleşir mi, tek çare Mehmet Şimşek mi? (Gökçer Tahincioğlu)

22 yıldır iktidarda olan, zorlu her virajdan başarıyla çıkan AKP’de sorunlar bir kampla halledilemeyecek kadar büyük. Ve Erdoğan’ın verebileceği kararlar dışında elde fazla bir enstrüman da yok…

Cumhurbaşkanı Erdoğan, partisinin Ankara'nın Kızılcahamam ilçesindeki "31. İstişare ve Değerlendirme Toplantısı'nda

31 Mart yerel seçimlerinin ardından 22 yıldır iktidarda olan, girdiği her seçimden birinci parti olarak çıkan AKP’de kamuoyuna sadece bir bölümü yansıyan yeni bir tartışma başladı.

AKP, 2023’teki genel seçim ve Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmıştı doğru ancak ilk kez partinin oyları yüzde 35’e gerilemişti ve Erdoğan, kurduğu ittifaklara rağmen ilk turda seçilmeyi başaramamıştı.

Muhalefetin başarısızlığının büyüklüğü AKP’deki erimenin ve tartışmanın üzerinin örtülmesini sağladı. Buna karşılık, parti içerisinde değişim talebini net biçimde dillendirenler vardı.

Yeniden Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan, bu taleplerin karşılanması için Ekim 2023’te olağanüstü kongreyi topladı.

İl ve ilçe teşkilatlarında değişim, genel merkezde değişim, kabinede değişim yapılarak, talepler karşılandı. Ya da karşılanmış görüntüsü yaratıldı.

***

Ancak sorunlar bitmedi.

Zira AKP Genel Merkezi’nde değişim talebini dillendirenler, işlerin üç beş isim tarafından yürütüldüğü, geriye kalanların Erdoğan ile görüşmeyi bile başaramadığı, bu üç beş ismin sadece kendilerine yakın isimleri kritik görevlere getirdikleri konusunda ısrarcıydılar.

O isimlerin kim olduğunu, AKP çevrelerindeki herkes yakından biliyor.

İddia o ki, değiştirilen il ve ilçe başkanları gibi yerlerine getirilenler de bu isimlere yakındılar.

***

Genel Merkez’deki değişim de tartışma konusu.

MYK değişmiş olsa da partinin vitrini olan MKYK’daki değişimin çok sınırlı kalması eleştirilerin başında geliyordu.

Öyle ki MKYK’da değişiklik yapmak istendiğinde bile MYK’da fazla seçenek bulunamadığı, bunun da bilinçli olarak böyle belirlendiği söyleniyordu.

***

Yerel seçim başarısızlığı bu tartışmaların ardından geldi. Bu noktada, eski AKP milletvekili Şamil Tayyar’ın son sosyal medya mesajlarını anımsamakta yarar var.

Tayyar, Kızılcahamam kampından sonra şu uyarılarda ve tespitlerde bulundu:

“AK Parti’de ilçe kongreleri Ekim’de başlayacak, büyük kongre seneye yapılacakmış. Bu arada ‘Türkiye Buluşmaları’ olacakmış. Bu planlamadan maksimum faydayı sağlama  konusunda iyimser olmadığımı belirtmek isterim. Aşağıdan yukarıya doğru gecikmeli bir yeniden yapılanma tasarlanıyor anlaşılan. Oysa yeniden yapılanma yukarıdan aşağıya doğru olmalıydı.

Yaşanan olumsuzlukların birinci derece müsebbipleri sigaya çekilmeden, kararlarda görece daha az etkisi olanlardan başlamak hatalı olur.  Hele süreci fail/failler yürütecekse…

Bu hata FETÖ mücadelesinde de yapıldı. Yukarıdaki karar verici sorumlular ayıklanmadan alt kademeler asli faillere emanet edilmişti…”

***

Tayyar’ın işaret ettiği konular, partideki itirazlarla paralel…

Yerel seçimde de benzer hataların tekrarlanması nedeniyle bu sonucun alındığı, değişimin bir türlü gerçekleştirilemediği, bunun da üç beş isimden ısrarla vazgeçilmemesinden kaynaklandığı konuşuluyor.

Ancak bu kısım, isimler, adaylarla ilgili…

***

AKP’de bir de MHP ile kurulan ittifakın sadece MHP’ye kazandırdığı, MHP’nin aldığı oyların iktidarda kalınmasını sağlasa da AKP’de erimeye yol açtığı düşüncesinde olan bir kesim var.

Erimenin sistematik olarak sürdüğü, sadece ekonomiye bağlanamayacağı, AKP’nin kuruluş felsefesi ile bugün yürüttüğü politika arasında en ufak bir yakınlık olmadığını savunan bir kesim.

Bu görüşü savunanlar, adalet, ifade özgürlüğü, temel haklar ve özgürlükler alanında bir dizi reform adımı atılması gerektiğini de düşünüyor.

Aynı kesim, dile getirilen söylemle olanlar arasındaki makasın açıklığına dikkat çekiyor.

Ancak kayyım politikasının sürdürülmesi, ifade özgürlüğü alanındaki uygulamalar, sembol davalarda alınan pozisyon, bu kesimin görüşlerinin dikkate alınmadığını ya da bu aşamada alınmadığını da gösteriyor.

***

Tasarruf önlemleri ile gündeme gelen Kızılcahamam kampında bu rahatsızlıkların bir bölümü ifade edildi.

2023’teki değişimin gerçek bir değişim olmadığı, asıl hesap vermesi gereken isimlerin halen işin başında olduğu, faturayı ise farklı isimlerin ödediği dillendirildi.

Ancak kampta özeleştiri havasının hâkim olduğunu söylemek, AKP açısından iyimser olur.

Erdoğan, kampta alınan karar uyarınca yeniden Türkiye turuna çıkacak.

Ancak bu yıl içerisinde bir olağanüstü kongre yapılması şu aşamada düşünülmüyor.

En erken gelecek yıl bir kongre yapılabileceği hesaplanıyor.

Bu kararın alınması durumunda ilçelerden başlanarak teşkilat kongreleri yapılacak.

Kongreye hemen gidilmemesi de bir başka rahatsızlık nedeni. Gelecek yıl yapılacak kongrede yine partideki üç beş ismin etkili olması durumunda değişim söyleminin içinin yine boş kalacağı ifade ediliyor.

Kongrenin gelecek yıla bırakılmasının bile değişim talebinin anlaşılmadığının göstergesi olduğu konuşuluyor.

***

Erdoğan’la artık görüşemediklerini söyleyen partililerin talebi doğrultusunda, partililer ve milletvekillerinin heyetler halinde görüşme yapmalarına yönelik bir adım gündemde.

Erdoğan, daha önce yaptığına benzer görüşme turları yapılırsa şikayetler ilk ağızdan dile getirilebilecek.

Ancak Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ndaki ekiple, parti tabanında rahatsızlık yaratan, partide etkili olan ekip arasındaki rekabet, bu ekiplerin tamamının tabandan kopuk olduğu düşüncesi, teşkilatların bu ekiplerin rekabeti doğrultusunda belirlendiği eleştirileri de ortada duruyor.

Tamamının birlikte düzelebilmesi için AKP’de gerçekten bir reform gerekiyor.

***

Bütün bu kaotik ortama rağmen Cumhurbaşkanlığı’ndaki düşünce, oy erimesinin ekonomiden kaynaklandığı, ekonomi düzelirse sorunların da ortadan kalkacağı yönünde.

Buna kanıt olarak da AKP seçmeninin sandığa gitmediği ancak başka partiye yönelmediğine yönelik araştırmalar gösteriliyor.

Seçmenin Erdoğan’a bağlılığının sürdüğü, partiyi ise ekonomi nedeniyle cezalandırdığı düşüncesi hâkim.

Bu nedenle ekonominin patronu Mehmet Şimşek’e tam yetki verilmiş durumda. Olumlu sonuçların AKP’yi de bu tartışmaların içinden çekip çıkartacağı düşünülüyor.

Cumhurbaşkanlığı’nın gündeminde ekonomi ve yeni anayasa var.

Tabanda ise tam da bu düşüncenin AKP’nin geleceğini riske attığı görüşleri var.

Bu görüşlerden hangisinin doğru olduğunu zaman gösterecek.

Kulislerde MHP ile orta vadede yol ayrımına gidileceğine dair iddialar da konuşuluyor ve bunun AKP’nin rayına girmesini sağlayacağı da dillendiriliyor ancak tüm bu tartışmalar henüz iddia düzeyinde.

Belki bir ilk olarak, sorunlar nedeniyle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da parti kulislerinde düşük bir tonda eleştirildiği notunu da düşmek lazım.

22 yıldır iktidarda olan, zorlu her virajdan başarıyla çıkan AKP’de sorunlar bir kampla halledilemeyecek kadar büyük.

Ve Erdoğan’ın verebileceği kararlar dışında elde fazla bir enstrüman da yok…

                                                                  /././

AYM’nin harçlar istisnasının iptal kararı, Şimşek’in istisnalarla mücadelesinin yolunu açar mı? (Murat Batı)

Olası bir durumda somut norm denetimi yoluyla AYM’ye taşınması durumunda aynı gerekçelerle bunların da iptal edileceğini öngörüyorum. Çünkü AYM’nin bu kararı süresiz istisnaların eşitlik ilkesini zedelediğini açıkça ortaya koymuştur.

5 Haziran 2024’te yayımlanan Resmi Gazete’de yer alan K.2024/35 sayılı Anayasa Mahkemesi Kararı  ile 5411 sayılı Bankacılık Kanunu m.143’te yer alan varlık yönetim şirketlerinin yaptıkları işlemler ile bunlara ilişkin düzenleyecekleri kağıtları Harçlar Kanunu’ndan istisna eden hüküm iptal edildi. 

Aynı maddede varlık yönetim şirketlerinin düzenleyecekleri kağıtlar ayrıca damga vergisikaynak kullanım destekleme fonu ve 4054 sayılı Rekabetin Korunması Kanunu m.39’dan istisna edilmeye devam edilmektedir. Olası bir durumda aynı gerekçelerle bu sayılan istisnaları düzenleyen cümleler de iptal edilebilir mi?

5 Haziran 2024’te yayımlanan Resmi Gazete’de yer alan K.2024/35 sayılı Anayasa Mahkemesi Kararı  ile 5411 sayılı Bankacılık Kanunu m.143’te yer alan varlık yönetim şirketlerinin yaptıkları işlemler ile bunlara ilişkin düzenleyecekleri kağıtları Harçlar Kanunu’ndan istisna eden hüküm iptal edildi. 

Aynı maddede varlık yönetim şirketlerinin düzenleyecekleri kağıtlar ayrıca damga vergisikaynak kullanım destekleme fonu ve 4054 sayılı Rekabetin Korunması Kanunu m.39’dan istisna edilmeye devam edilmektedir. Olası bir durumda aynı gerekçelerle bu sayılan istisnaları düzenleyen cümleler de iptal edilebilir mi?

Bu madde 2019’da AYM’ye yine götürülmüştü

Bankacılık Kanunu m. 143 ile alakalı daha önce de AYM’ye iptal talebinde bulunulmuş ancak o dönemde m. 143’te yer alan “kuruluş işlemleri de dâhil olmak üzere kuruldukları takvim yılı ve bunu izleyen beş yıl süresince” fıkrasının beş yıl ile sınırlı olması nedeniyle K.2020/44 sayılı kararıyla AYM, Anayasa’ya aykırı bulmamıştır.

Ancak 14.10.2021 tarihinde 7338 sayılı Kanun m.58 ile 5411 sayılı Kanun m.143’te yer alan “kuruluş işlemleri de dâhil olmak üzere kuruldukları takvim yılı ve bunu izleyen beş yıl süresince” ibaresi fıkradan çıkarılarak Harçlar Kanunu’na göre ödenecek harçlara ilişkin istisna süresiz hâle gelmesi nedeniyle kuralda değişiklik yapılmıştır.

Öte taraftan itiraza konu olan kural, varlık yönetim şirketlerinin yaptıkları işlemlerin ve bunlarla ilgili olarak düzenledikleri kâğıtların 492 sayılı Harçlar Kanunu’na göre ödenecek harçlardan istisna tutulduğunu hükme bağlamaktadır.

Anayasa Mahkemesi bugün verdiği Kararda şu ifadeleri kullandı: “Varlık yönetim şirketlerinin yaptıkları işlemlerin ve bunlarla ilgili düzenlenen kâğıtların 492 sayılı Kanun’a göre ödenecek harçlardan süresiz olarak istisna tutulmuş olması varlık yönetim şirketleri lehine, diğer teşebbüsler aleyhine önemli bir avantaj teşkil etmektedir. Bu avantaj varlık yönetim şirketleri bakımından giderlerinin azaltılması suretiyle kâr oranlarının artması anlamına gelmektedir. Bu şirketlerin kurulmasının teşvik edilmesi için kuruluştan itibaren belirli süre ile sınırlı olarak bunlara harç istisnası tanınması makul olsa da bunun sürekli hâle getirilmesi diğer teşebbüsler aleyhine orantısız bir avantajın oluşmasına yol açmaktadır. Ticari hayatta kârlılık esasına göre faaliyet gösteren teşebbüsler arasında varlık yönetim şirketleri lehine süreklilik arz eden bir farklılığın orantılı olmadığı kanaatine varılmıştır. (p.31)”

Böylece AYM, 5411 sayılı Kanun m. 143’te yer alan süresiz harç istisnasının ticari teamüllere uymadığı ve varlık yönetim şirketlerinin diğer teşebbüslerle farklı mali teamüllerin uygulanmasının Anayasa’nın eşitlik ilkesi ve muhtelif hükümlerine aykırı olduğu kanaatine varmıştır. Bizce de yerinde bir yaklaşım.

Ayrıca Anayasa’nın 153’üncü maddesi uyarınca mezkûr AYM Kararında itiraza konu hükmün iptaline ilişkin herhangi bir tarih belirtilmediğinden mezkûr hüküm 5 Haziran 2024 tarihi itibariyle yürürlükten kalkmıştır.

İlaveten AYM m. 153 uyarınca “iptal kararları geriye yürümez” fıkrası uyarınca da 5 Haziran 2024 ve bu tarihten sonra düzenlenecek kağıtlara ilişkin mezkûr istisna uygulanmayacak olup Harçlar Kanunu kapsamında gerekli harçların kanunda belirtilen sürelerde ödenilmesi gerekmektedir. 5 Haziran 2024 tarihinden önce düzenlenmiş kağıtlar için ise ödeme yapılmasına gerek bulunmamaktadır.

Anayasa Mahkemesi “istisna” kavramı yerine “muafiyet” kavramını kullanıyor

Anayasa Mahkemesi bu kararında 5411 sayılı Kanun “istisna edilmiştir” ifadesini kullanmasına rağmen “muafiyet” kavramını kullanarak hatalı davranmaktadırÖrneğin Kararın “İtirazın gerekçesi” başlıklı kısmı şu şekildedir: “Başvuru kararında özetle; varlık yönetim şirketlerine beş yıl süre ile tanınmış olan harç muafiyetinin sınırsız hâle getirilmesinin bu şirketlere imtiyaz tanınması anlamına geldiği, bu durumun kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı olduğu, hukuk devleti ilkesi ile de bağdaşmadığı belirtilerek itiraz konusu kuralın Anayasa’ya aykırı olduğu ileri sürülmüştür.”

AYM’nin bazı kararlarında bu tarz hatalar görebilmekteyiz. Esasa tesir etmeyen bu hatalar için görünüşte bir sorun bulunmamaktadır. Ancak vergi hukuku tekniği açısından istisna ve muafiyet farklı özellikleri haizdir. Buradan da AYM’nin kıymetli üyelerine bir hatırlatmada bulunayım.

Diğer istisnalar da iptal edilir mi?

Bankacılık Kanunu m.143’te yer alan varlık yönetim şirketlerinin düzenleyecekleri kağıtlar damga vergisi, kaynak kullanım destekleme fonu ve 4054 sayılı Rekabetin Korunması Kanunu m. 39’dan istisna edilmeye devam edilmektedir. Olası bir durumda somut norm denetimi yoluyla AYM’ye taşınması durumunda aynı gerekçelerle bunların da iptal edileceğini öngörüyorum. Çünkü AYM’nin bu kararı süresiz istisnaların eşitlik ilkesini zedelediğini açıkça ortaya koymuştur.

Daha da önemlisi bu Karar, Şimşek’in verimsiz muafiyet ve istisnalarla mücadelesi için önemli bir gerekçe de olabilir. Bu yüzden bu Kararı, yabana atmamak lazım.

 (T24)



5 Haziran 2024 Çarşamba

Birgün KÖŞEBAŞI (5 Haziran 2024)

 

Erken seçim: CHP yolu buldu, gaza basmalı (Berkant Gültekin)

Hürriyet gazetesinin iktidara yakın kalemlerinden Abdülkadir Selvi’nin “AKP’de paradigma değişiyor, Erdoğan çok köklü değişiklikler yapacak” diye yazdığı gün, Hakkari Belediyesi’ne kayyum atandı. DEM Partili Hakkari Belediye Başkanı Mehmet Sıddık Akış, 2014’ten bu yana devam eden davası ve hakkında yeni açılan bir soruşturma gerekçe gösterilerek gözaltına alındı. Duruşması bugün (5 Haziran) görülecek ama İçişleri Bakanlığı 2 gün bile beklemeden yerine kayyum atamayı tercih etti.

Ya Selvi’nin yazdıklarının aslı astarı yok ya da paradigma onun anlattığı kadar “köklü” bir şekilde değişmiyor. İşin esasını zaman içinde öğreneceğiz. Selvi’nin son dönem yazıları, iktidar içi kanatların siyasi gidişata dair fikrini ve tutumunu göstermesi yönünden önemli. AKP içinde, “fabrika ayarlarına” dönüşü, bunun mümkün olduğuna inanarak savunan bir kanadın olduğu biliniyor. Bu ekibin sesi 31 Mart yerel seçimlerinden sonra daha gür ve özgüvenli şekilde çıkmaya başladı. Selvi de aslında bu çevrenin sözcüsü.

Mealen diyorlar ki, “Bakın MHP ile ittifak yaptık, baskı uygulamaya başladık, halk bize tepki gösterdi ve seçimleri kaybettik. Tekrar eskisi gibi hukuku ve özgürlükleri savunursak bu gidişatı durdurabiliriz.” Osman Kavala ve tüm Gezi mahkûmlarının cezaevinden çıkması ve yeniden yargılanması gerektiğini söylüyorlar. Ama suçsuz oldukları için değil, AKP’nin işine yaramadığı için...

AKP’nin geçmişte hukuku ve özgürlükleri ne denli savunduğu tartışmalı tabii. Dile dolanan bir özgürlük ve demokrasi vardı ama onların iktidarı sağlamlaştırma yolunda birer meşruiyet süsü olarak vitrinde tutulduğu ortaya çıktı. “Ortaya çıkma” durumunun kimler için geçerli olduğu malum.

Saray düzeniyle birlikte onlara gerek kalmayınca da vitrini başka argümanlar süslemeye başladı. Başkanlık sistemine geçilince, iktidarın anlatısına göre Türkiye bir anda “beka sorunu” yaşamaya başladı ve güvenlik odaklı politikalar merkeze alındı. Geçmişte milliyetçiliğin “ayaklar altına alınması” siyasi bir başarı olarak anlatılıyordu ancak AKP’nin devlet yönetimindeki yeni ortağı MHP oldu.

Yerel seçimlerin ardından kamuoyunu “yumuşama” söylemiyle oyalamaya çalışan Erdoğan bile, cephanesinde yeterli barut olmamasına rağmen bir kesimi beklentiye sokabilmesine şaşırmış olmalı. Çünkü esasında memlekette bir şeylerin olumlu anlamda değişebilme ihtimali yoktu ve siyasi gelişmeler de bunu kanıtlıyor.

Bugünlerde Erdoğan’ın CHP’ye ne zaman iadeiziyarette bulunacağı konuşuluyor. Ziyarete ederinden çok anlam yükleniliyor çünkü kimileri sanıyor ki bu tür göstermelik hamleler, Türkiye demokrasisine ihtiyacı olan şifayı sağlayacak. Bu kanseri, masaj yaparak tedavi etmeye çalışmak gibi bir şey. Zira esas mesele Erdoğan’ın muhalefet dönük nobran tavrından çok, rejimin mimarisi ve çalışma sistematiğiyle ilgili.

Siyasi gücün anayasal olarak sınırlandırılamadığı ve kendisini dengelemesi gereken her organı kontrol altında tutabildiği bir rejimde, ne yumuşamanın y’sinden ne de normalleşmenin n’sinden bahsedilebilir. Halkın iradesine yapılan son darbe de bunu hatırlattı.

CHP lideri Özgür Özel’in dün grup toplantısında verdiği erken seçim mesajı önemli. Muhalefet, zayıflamış iktidarın kendi varlığını “umut” olarak pazarlamasının önüne, bizzat onun varlığını ve hatalarını tartışmaya açarak geçebilir. Saray’ın gündem belirleme kabiliyeti, anca halkın acil taleplerini önceleyerek iktidarın üzerine gidebilen bir mücadele anlayışıyla köreltilebilir.

Özel “Böyle giderse erken seçimi millet ister. Önünde kimse duramaz” sözleriyle erken seçimi tartışmaya açmış oldu. Normalleşmenin yolu da tam olarak buradan geçiyor. Yani ülkeyi yönetmeyi beceremeyen bir iktidarın erken seçimle değişmesini talep etmekten, bu yönde bir siyaset örgütlemekten... Demokrasi için gerçek normal bu. Ancak konuyu tartışmaya açmak kadar devamını getirmenin de önemli olduğu unutulmamalı. Bir bakıma yolu bulan CHP’nin, şimdi gaza basması gerekiyor.

                                                              /././

Normalleşmeden bir anda erken seçime geçildi: Cin şişeden çıktı (Nurcan Bilge Gökdemir)

Özel’in “normalleşme”, Erdoğan’ın “yumuşama” dediği sürece kayyum atandı. Önce Bahçeli sonra Erdoğan’dan gelen “kırmızı çizgi” hatırlatması ve kayyum ataması Özel’e “Erken seçim” dedirtti.

31 Mart yerel seçimlerinden AKP’nin tarihinde ilk kez ikinci parti olarak çıkması, sonraki süreçte oy desteğinde azalmanın sürmesi ”erken seçim” olabilir mi sorusunu sordururken dün itibarıyla Özel’in dilinden siyasete yansıdı. CHP Genel Başkanı Özgür Özel, yerel seçim sonrası ilk kez “erken seçim” dediği konuşmasında halktan yükselen talebi gördüğünü belirterek şöyle dedi: “Böyle giderse erken seçimi millet ister, önünde kimse duramaz. Bu kadar net. Millet sesini duymayana duyurur, kendini görmeyene gösterir, önümüzdeki demokratikleşme, normalleşme ve mağdura sahip çıkma, emeklinin yüzünü güldürme, asgari ücretliye sahip çıkma dönemini okuyan okur, okumayana bu millet okumadığı mektubu genel seçimlerde okutur.”

Bu söylemin siyaseti dalgalandırmasının, heyecan yaratmasının nedenleri açık. Öncelikle Erdoğan’ın “yumuşama”, Özel’in “normalleşme” dediği sürecin oyalama noktasına gelmesinden endişe edenler de rahatladı. Siyasette “topal ördek” konumuna karşın dümenin Erdoğan’ın elinde kalması, AKP’ye toparlanma fırsatı verilmesi ve CHP’nin yine pasif muhalefet dönemine geri dönmesi kaygıları yerini bir ölçüde de ferahlamaya bıraktı.

AKP SÜRPRİZ YAPMADI

CHP’ye “normalleşme” sürecini hasar almadan tamamlama, iktidarın kucaklayıcı, demokratikleşmeden yana bir tutumu olmadığını bir kez daha gösterme arayışına bir anlamda “kayyum politikalarının hortlaması” can suyu verdi.

Kamuoyu araştırmalarının normalleşme/yumuşama sürecinin CHP’ye oy kaybettirdiğini göstermesi ve kamuoyundan da bu yönde artan tepkiler dolayısıyla CHP Genel Merkezi, süreci bitirmek için her kesimi ikna edici bir gerekçe arayışındaydı. Bu arayış başta Kürt oyları olmak üzere muhalefetin desteğinin sağlanacağı bir ortamın oluşması beklentisini de içeriyordu. Kobani Davası, 9. Yargı Paketi hazırlıkları, Maarif Müfredatı, 1 Mayıs tutuklamaları istenilen birikimi sağladı. CHP kurmaylarının iktidarın baskı politikalarını daha da arttıracağı öngörüsü haklı çıktı ve AKP, kayyum politikalarına geri döndü.

BAHÇELİ’NİN DEDİĞİ OLDU

Bu sürece tahammülü olmadığı bilinen Bahçeli de hem hükümet ortağına hem ana muhalefet partisine şu mesajı iletti:

“Elbette kutuplaşalım ve kavgaya tutuşalım demiyoruz. Tokalaşmak varken, yumruklarımızı sıkalım da demiyoruz. Fakat normalleşme ve yumuşama kelimelerini her meselenin başına iliştirip milli haklarımızdan, milli varlığımızdan, milli kimliğimizden, egemen çıkarlarımızdan, Türk ve Türkiye yüzyılı hedeflerimizden ödün isteniyorsa, hiç kimse boşuna çabalamasın, bizim böylesi uçuk kaçık ve garabet yumuşamaya karnımız tok, yüzümüz de dönüktür.”

Erdoğan da bu konuşmanın ardından mesajı aldığını şu sözlerle gösterdi, bu arada bundan sonraki yol haritasını ve partnerinin kim olacağını da açıklıkla tarifledi:

 “Elbette siyaset belli bir çerçevede, belli sınırlar içinde yapılır. Yumuşama adı altında kimliğimizden, ilkelerimizden, duruşumuzdan, hassasiyetlerimiz ve kırmızı çizgilerimizden taviz verecek değiliz.

CHP’DEN KAYYUMA TAVIR

İktidar ortaklarının pozisyonlarını gösteren bu ifadeler, DEM Partili Hakkari Belediye Başkanı Mehmet Sıddık Akış’ın 10 yıldan bu yana sürdürülen bir soruşturma kapsamında gözaltına alınması ve yerine kayyum atanmasıyla somutlandı. Bir süredir belediyelerinin büyük bölümünde  kayyum atamalarının başlaması beklentisinde olan DEM Parti’nin Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit, partisinin bu uygulamaya tepkisini sert sözlerle dillendirirken CHP’ye de şu hatırlatmayı yaptı: “Bu mudur normalleşme, bu mudur ilk adım? AKP-MHP iktidarının anlayışı budur.”

NORMALLEŞME SÜRDÜRÜLEMEZ

Gülistan Kılıç Koçyiğit’in bu açıklamayı yaptığı sırada toplantı halinde olan CHP MYK, öncelikle Hakkari’ye bir heyet gönderme kararı aldı. Genel Merkez tepkisini dillendirdi ve bir gün sonra da Özgür Özel kürsüden, kayyum politikasını kabul etmeyeceklerini şu sözlerle duyurdu: “Sadece iddia ile kayyum atamak, yerine meclisten değil valiyi atamak demokrasiye yakışır iş değildir. Hakkari’de atanan kayyuma da Mardin Büyükşehir’e kayyum atama niyetine de CHP’nin bir belediyesine atanmasına nasıl tepki veriyorsak, buna da öyle tepki veriyoruz. Sana göre demokrasi, bana göre demokrasi olmaz.”

YOL HARİTASI BELLİYDİ

Siyaseti yeniden şekillendiren kayyum uygulaması CHP’ye yumuşama/normalleşme sürecinden kurtuluş için aradığı fırsatı verdi.  31 Mart sonrası CHP bir yol haritası belirlemişti, yüksek sesle dillendirilmese de bu rotanın sonunda erken seçimin olduğunu Özel’in yakın çalışma arkadaşları, parti kurmayları çok iyi biliyordu. 31 Mart’ta halktan hükümete sarı kart göstermeleri için oy istediğini ifade eden ve bunu bahane ederek erken seçim istemeyeceğini açıklayan Özgür Özel, erken seçim istemini halkın talebi koşuluna bağlamıştı. Kayyum kararının alındığı gün toplanan CHP MYK’de de gündeme geldi bu konu ve halkın seçim talebinde bulunmasını sağlayıcı politikalar gözden geçirildi. Emekli, çay mitingleri gibi mitinglerin sürdürülmesi, bu zeminlerde iktidar karşıtlığının yükselmesinin sağlanması ve sonuçta iktidarın çok gecikmeden erken seçime zorlanması stratejisi artık daha sıcak bir talep olarak gündemde.

Muhalefet 1 Nisan itibarıyla aslında “erken seçim” diyen geniş halk kesimleri ile artık aynı söylemde birleşti. Cin şişeden çıktı, bundan sonra CHP kararlı tutumunu sürdürürse AKP’nin “Dört yıl seçim yok” dayatmasını hayata geçirmesi çok zor olacak gibi görünüyor.

                                                               /././

Ziya Halis’i okurken…(Şükrü Aslan)

Ziya Halis’in Anılarla Mücadele Dolu Yıllarım adıyla, Ütopya Yayınları’ndan çıkan kitabını okurken bir yandan da içinden geldiği coğrafyanın; yani özel olarak Sivas’ın, genel olarak Koçgiri’nin öyküsünü düşündüm. Ziya bey Koçgiri’lidir ve bu coğrafyanın mukimleri de genellikle Kürt etnisitesinde cisimleşmiş Kızılbaş Alevilerdir. Bu kimlik dokusu yüzyıllardır Koçgiri coğrafyasının tanımlayıcı kimliği olmuş ve coğrafyanın diğer öteki kimlikleri gibi çok kez kitlesel kıyıma uğramıştır.

Koçgiri, toplumsal coğrafyası bu ülkeye/dünyaya değişik alanlarda değerli katkılarda bulunan pek çok şahsiyet yetiştirmiştir. Sanatçı, bilim insanı, iş insanı, politikacı olarak bu insanlar, dünyaya ve coğrafyalarına dair hemen her konudan söz edebilmiş, fakat kimlikleri söz konusu olduğunda susmaları için türlü engelleyici araçlarla karşılaşmışlardır. Yine de bu engellerin üstesinden gelmeyi tercih eden, bunun bedelini kabul edip mücadelesini veren Koçgirililer çoğunluktadır ve Ziya Halis onlardan birisidir.

∗∗∗

Ziya Halis 68 kuşağının bir üyesidir. Dünyada bu kuşağın üyesi olmak herhalde özgürlük arayışını deneyimlemek ve hatta onun bir tanığı ve üyesi olmak açısından gurur verici kabul edilir ama Türkiye’de bu olgunun bambaşka yüzü de vardır. Her şeyden önce 68 kuşağından olmak, ikisi tamamlanmış, diğerleri de tamamlanmamış beş darbe görmek anlamına gelir. Türkiye’nin 68’lileri 1960 ve 1980 darbeleri dışında, 1971, 1997, 2016 yarı darbe veya darbe girişimlerini de görmüş ve her birinin değişik düzeylerde mağduru ve/veya muhatabı olmuşlardır. Dolayısıyla dünyadaki örneklerinden bir ölçüde farklı olarak, kahırlı deneyimleri olan, sözcüğün gerçek anlamında çileli bir kuşak olmuştur. Bu kuşağın öteki kimliklerden bir üyesi olmak ise kendi başına bir meseledir, çünkü kendi atalarının kırım öyküleri bile kuşağın anlatılarında neredeyse yoktur. 

‘Bu ülkede Kürtler bakan da olabiliyor, daha ne istiyorlar’ diye sıklıkla duyduğumuz bir söz vardır. Ne zaman Kürtlerin taleplerine dair bir tartışma olsa bu söz değişik çevrelerden hızla tedavüle girmiştir. Doğrudur da, bakanlık yapmış kişilerden birisi de Ziya Halis’tir ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olarak görev yapmıştır. Ne var ki Ziya Halis’in bakanlığı zamanında, Koçgiri’nin orta yerinde Aleviler-aydınlar yakıldığında sesini, kendi hükümetinin başındakilere yani başbakana ve ülkenin Genelkurmay Başkanına bile duyuramamıştır. Geleneksel bariyerler hükümetin içinde de işlemeye devam etmiştir. 2 Temmuz 1993’deki bu kıyımın devamında Ziya Halis’in şehri Sivas’ta Alevi kimlik mekânı Alibaba Mahallesi bile Kelime Ata’nın çarpıcı ifadesiyle ‘Kızıldan Yeşile boyanmış’, Sivas’ın en bilinir Alevi mekânı tarihe karışmıştır.

∗∗∗

Elbette Ziya beyin bakanlık deneyiminin başka ‘görünmez sınırları’ da vardır. 1990’lı yılların kahırlı Türkiye’sinde gözaltında kayıp olayları, politik cinayetler, OHAL uygulamaları, yargı müdahaleleri gibi bir ülkenin tarihinde neredeyse her türlü musibet adeta olağan hale gelmişti. Bu koşullarda hükümetin bir üyesi yani bakan olmak belki de kendi başına bir sorundu, çünkü bu sürece yasal müdahale imkânları ve fiili imkânsızlıkların tam ortasında kalmak demekti. Aralarında Ziya Halis’in de olduğu demokrat milletvekilleri, bütün musibetlere karşı pek çok yasal girişimde bulunmuşlardı fakat bu girişimler bile aynı zamanda onların hayatları için bir tehdit anlamına geliyordu. Ziya Halis Madımak katliamı olduğunda hükümetin bir üyesiydi ama kendi ifadesiyle ‘hayatının en büyük acısını yaşamıştı’. Bütün diğer alanlarda olduğu gibi, bu ülkede bakan olmak ile ötekilerden biri olarak bakan olmak da aynı şey değildi.

Özetle Ziya Halis’in mücadele deneyimleriyle dolu anıları yakın dönem Türkiye’nin siyasi ve toplumsal tarihinin gerilimlerini anlamak açısından çok ilgi çekici ve düşündürücü anlatılarla yüklüdür. O yüzden bu bilgi ve deneyimleri çok daha dikkatle okumak, dinlemek, anlamak gerekir. Ayrıca İstanbul’daki ilgilileri, 9 Haziran Pazar günü Taksim Hill Oteldeki buluşmada Ziya Halis’i dinlemelerini öneririm.

 (Birgün)