7 Haziran 2024 Cuma

Evrensel KÖŞEBAŞI (7 Haziran 2024)

Akıl bilim dışı maarif modeli: İslamcılığın, mezhepçiliğin, tarikatçılığın, rantçılığın esasları (Adnan Gümüş)

“Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” resmi onaylarını tamamladı, bugün tanıtımına başlanacakmış. Pek çok duyarlı kişi yazdı çizdi uyardı. Daha önceki yazılarımda değinmiştim, bir kez daha toparlayalım. Bu müfredat adından başlayarak hangi yanlarıyla “bilim dışı”, hatta bilim karşıtı bulunmaktadır.

MAARİF, İRFAN, İRFANİYENİN AKIL BİLİM DIŞILIĞI: AKLI VE BİLİMİ DEĞİL SEZGİ, İLHAM, KEŞİF, TECELLİ, TASAVVUFU ESAS SAYIYOR

“Maarif” dini bir terimdir, “eğitim” anlamına gelmemektedir.

“Eğitim” kavramı yerine “maarif” teriminin seçilmesi ideolojik kasıt taşımaktadır. Maarif, arif, irfan, marifetullah aynı kökten gelmektedir. Marifet, İslam Ansiklopedisinde, “Allah ve onun sıfatları, fiilleri, isimleri ve tecellileri hakkında manevî tecrübeyle doğrudan elde edilen bilgi anlamında bir tasavvuf terimi” olarak tanımlanmaktadır. 

Gazali’den İbn Haldun’dan Ahmet Cevdet Paşa'dan Mehmet Akif’e, Cemil Meriç’e, Sezai Karakoç’a, Necip Fazıl’a, bilgi medeniyetten kültürden öte “irfan” gereklidir, bilgi bilim akıl vicdandan öte din tasavvuf, maarif, maarifetullah gereklidir. Gayba/Tanrıya erişme, dinde tanrıda huzur bulma esas tutulmalıdır.

Aklıselim, kalbiselim, zevkiselim… tüm bunlar dine uygunluk ölçüsünü aramaktadır.

“Maarif modeli” Neden akıl bilim karşıtı? Çünkü maarif anlayışı akli ve bilimsel anlayışla örtüşmemektedir.

Maarif-irfan anlayışı ile ilim/bilim anlayışı farklı felsefe ve yol yönteme dayanmaktadır. İslam Ansiklopedisi bile maarifin çok farklı bir anlayışa dayandığını yazmaktadır: “Tasavvufta ise Allah’a dair olan bilgi başta olmak üzere bütün varlık ve olayların mahiyeti hakkındaki bilgiye mârifet denilmiş ve ârif (ehl-i ma‘rifet) ile âlim arasında açık bir ayırım yapılmıştır. Bu ayırım hem mârifet (veya irfân) ile ilim arasındaki metot farkından, hem de ârif ile âlimin vasıflarının başkalığından ileri gelmektedir. İlmin elde edilmesinde âlimin dinî ve ahlâkî şahsiyetinin önemi olmadığı halde marifete ulaşmada şahsiyet merkezî rol oynar. Âlim zihnî faaliyetle mutlak surette bilen, ârif ise ahlâkî ve mânevî arınma sayesinde sezgi gücü ve derunî tecrübe ile öğrenen, anlayandır. Âlimin zıddı cahil, ârifin zıddı münkirdir.” 

“Maarif” anlayışı aklı ve bilimi hem eksik buluyor hem de dahası dinle çelişen bir bilgi durumunda aklı ve bilimi reddediyor, küfürle, münkirlikle suçluyor, nassı/dini normu esas sayıyor.

Maarif anlayışı, hümanizme de karşıttır, çünkü insanlığın yarattığı mantık, matematik, bilim, felsefe, sanat, mimari, tıp değil bizzat din mezhep esas sayılıyor. Üretim ve başarıların kaynağı insanda değil tanrıdadır.

Maarif modeli akıl ve bilim dışı, antihümanisttir, dinci, tarikatçı. maarifçidir. İrfan “hikmet/gaybın bilgisine” götürecek nübüvvet, Sünni dinciliktir, mezhepçiliktir, tasavvuf tarikatçılıktır. 

AMAÇ ‘MİLLİ GÖRÜŞ’: ‘MİLLİ [DİNİ]’ DEĞERLERLE ‘TEKAMÜL’ VE ‘TANRI’YA/HUZUR’A ERDİRME 

“Maarif” modelinin birincil amacı, “millî”/dini değerlerle “tekamül/kamil/yetkin insan” ve toplumu ve insanı “huzura çıkarma”, huzura erdirme. Ortak metinde modelin ana amaçları şu şekilde ifade edilmektedir:
“Erdem-Değer-Eylem Çerçevesi. Sağlıklı bir kişilik yapısı; insanın kişisel anlamda tekamülü, sosyal açıdan yaşadığı topluma uyumu ve fiziksel çevresiyle etkileşimi ile doğrudan ilişkilidir. Bu noktada kişilik yapısının temel taşlarından biri olan değer; insanın hem kendisi hem de çevresiyle ilişkilerinde duygu, düşünce ve davranışlarını biçimlendirir. Değer; kişinin varoluşsal olarak anlam kazanmasına, hayata anlam katmasına, kendi içinde ahenkli olmasına, ahlaklı ve erdemli bir kişilik yapısı kazanmasına ve böylece tekamülüne hizmet eder. Diğer yandan içinde yaşadığı toplumla bütünleşmesine ve nitelikli toplumsal ilişkiler geliştirmesine kılavuzluk eder. İnsanın sosyal ve fiziksel çevresiyle ilişkilerinde olumlu kişilik özelliklerinin ortaya çıkmasını sağlayan değer; insan, toplum ve çevre açısından gerekli bir yapıdır. Erdemler, eğitim-öğretim etkinlikleri sonucunda kişiye kazandırılması hedeflenen kişiliğin güçlü yanlarını ifade etmektedir. (…) Modelin ana hedefi; eylemlerden değerlere, değerlerden erdemli insana, erdemli insandan ise nihai hedef olan "Huzurlu Aile ve Toplum" ile "Yaşanabilir Çevrede Huzurlu İnsan" a ulaşmaktır.” (s. 54-55).

 Burada “millî değerler”den, “manevyattan”, “huzurdan ne kastedildiği önemlidir.

Dinci jargonda “mille” “din” anlamında “millî görüş” “dini görüş” anlamına gelmektedir.
Arapça’da “mille” din anlamına gelmektedir. Elmalı Mealine bakılırsa, Kur’an’da geçen 14 mille sözcüğü “din” olarak çevrilmiştir. AKP ve dini çevreler “milli” derken “dine” gönderme yapmaktadır. “Milli manevi değerler”den kasıt Sünni mezhebine dair değerlerdir. AKP hiçbir zaman “ulusal değerler” deyimi kullanmamaktadır, ısrarla “milli değerler” demektedir. Din derslerine dair programlarda da kök değerlerin dine dair olduğu ifade edilmektedir. Haftalık ders dağılımlarında “değerler” terimi sadece “din dersleri” ile eşleştirilmektedir.

“Huzûr” da ve gaibi dinle/tanrıyla gerilimlerden kurtulma, dinde huzura ermesidir: TDV İslâm Ansiklopedisi “HUZÛR. Halktan gāib olan sâlikin Hakk’ı kalbinde hazır bulması anlamında tasavvuf terimi. bk. GAYBET. Sâlikin kendisine gelen bir vârid ve ilhamın tesiriyle şuur halini kaybetmesi anlamında tasavvuf terimi.” “Sözlükte ‘bir şeyin bir başka şey içinde kaybolması, kişinin kendini kaybetmesi’ gibi manalara gelen gaybet, tasavvuf terimi olarak ‘sâlikin vârid ve ilhamın tesiriyle kendinden geçerek dış dünya ile ilgili şuurunu kaybetmesi’ anlamına gelir. ‘Hazır bulunmak, rahat olmak; yüce makam’ anlamlarındaki huzûr ise genel olarak gaybet halinin sona ermesiyle birlikte başlayan uyanıklık durumunu ifade eder. Gaybet halini yaşayan sâlike gāib, huzûr halinde bulunana ise hâzır denilir. (…) Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye göre her hâzır gāibdir, her gāib de hâzırdır (el-Fütûḥât, II, 544). Hak ile huzûr kendinden gāib olmak, kendinden gāib olmak ise Hakk’ın huzûruna çıkmaktır.”

PROGRAMLAMA TEKNİĞİ: SKOLASTİK VE TELKİN

Skolastik programlama dini olanı vermeye, dinle inançla çelişenleri sansürlemeye ve lince dayanmaktadır. 

Maarif modelinin programlama tekniği, dinle sünnilikle çelişen her tür konu ve bilginin sansürlenmesine/programdan çıkarılmasına, destekleyen bir şey varsa da abartılı bir şekilde dahil edilmesi şeklinde yapılmıştır, dini sorgulayıcı veya onla çelişen her tür bilgi ve görüş dışlanmıştır. Felsefede din felsefesi ünitesinde agnostizm bile çıkarılmıştır. Biyoloji ve tarih başta olmak üzere “millî görüş” ile çelişecek her konu çıkarılmıştır. Sosyoloji ve psikoloji gibi temel dersler seçmeli gruba atılmış, içerikleri milli görüşe uydurulmaya çalışılmıştır.

Öz ve özet olarak programlama anlayışları skolastiktir.

Telkin değer aşılmasının temel aracı sayılmaktadır. İslamcı jargonda telkin; hastaya veya insana kelime-i tevhidi, iman esaslarını, amentüyü hatırlatmak, telkin etmektir.

HAFTALIK DERS PROGRAMLARI VE MAARİF MODELİ: NAKLİ VE AKLİ İLİMLER AYRIMI

Maarif modelinin anlaşılması için akli-nakli ilimler ayrımı temel bir önemdedir, maarif modelinin ortak metni de haftalık ders dağılımları bu temelde inşa edilmektedir. Manastırlarda üçleme ve dörtleme vardı, Selçuklu ve Osmanlı medreselerinde nakli ve akli ilimler ayrımı bulunmaktadır.

Maarif modelinde Gazzali’nin medrese müafredatı için öngördüğü 1000 yıllık anlayış daha da geri bir formda sürdürülüyor. Nakli ilimleri (dini nübüvveti) sonsuzca, akli ilimleri nakli/dini olanla çelişmeyecek kadar verme. 

İbn Haldun (1332-1406) dönemin bilimler tasnifini şu şekilde aktarmaktadır:

* Felsefi/ akli ilimler (a-mantık; b-talim ilimleri/ riyaziyet/ matematik, hesap/ aritmetik, feraiz, muamelat, hendese/geometri, heyet, kozmografya, zaciye/yıldız ilmi, müzik; c-ilahiyyat/metafizik; d-tabiiyyat, insan, hayvan, nebat, maden, tıp, çiftçilik/ziraat), 

* Dini/ nakli/ vaz’i ilimler (a-tefsir, b-hadis, c-fıkıh, cedel ve hilâfiyat, d-usulü fıkıh ve feraiz, e-kelam, f-tasavvuf, g-rüya tabiri ve h-ilişkili lisaniyat/ dil -Arapça, kıraat, lügat, nahiv, beyan, edeb çalışmaları gibi ilimler) 

Nakli ilimlerin konusunu oluşturan nas ve hadis, açıkça bildirilmiştir, bunların felsefi/ilmi bir yolla açıklanmaya kalkışılması mukadderat-ı ilahiye, takdir-i ilahiye, nas’a karışmak olacaktır. Mütekellimîn de (kelamcılar) felsefeciler de din ile felsefeyi karıştırmamalıdır - kelamcılar akli ilimlerden; dini/ nas’ı araştırmak/ değerlendirmek için değil sadece karşıtları çürütmek için yararlanmalıdır (İbn Haldun, Mukaddime C2, 1996: 605-609).

Haftalık ders programlarında “değerler” sadece din dersleri grubu ile eşleştirilmektedir. Tüm okullar nakli ilimleri temel alacaktır, akli ilimler (diğer dünyevi bilimler, mantık ve felsefe) nakille çelişmeyecek şekilde sınırlı verilecektir. Dinle ilgili öğretim programları (dersleri) şu şekildedir 


 
Dikkat edilirse tüm ortaokullar ve liseler “medrese”ye dönüştürülmüş bulunuyor, aradaki tek fark imam hatipte zorunlu olan nakli/dini derslerin bir kısmının genel ortaokul ve liselerde seçmeli grupta yer almasıdır. Ortaöğretim düzeyinde İHL’sinde sadece birkaç ders daha din dersi bulunmaktadır.

AHİLİK, FÜTÜVVET, MTAL, MESEM: DÜNYEVİ AYAK TEKNİK SANAT DEĞİL RANTÇILIK, AYANCILIK, EŞRAFÇILIK, FEDAİLİK

Her fikir az çok bir zikri imliyor. Akaidin amel, amelin akait boyutu var. Maarif Modelinin dünyevi ayağını çalışma/ iş/ meslek kısmı olarak sayarsak mesleki teknik okullar ve MESEM-çıraklık okulu bu maddiyat kısmında yer alıyor. 

Mesleki teknik eğitime loncacılık, ahilik, fütüvvet esas sayılıyor.

Eski çıraklık kalfalık emek/işçi ayan eşraf anlayışını temsil eden ahilik/fütüvvet; kıt kanaat yaşamaya, ayan eşrafa, loncaya, sadakata, mevcut yerleşik düzene rıza göstermeye, kaderine teslim olmaya/ teslimiyete, dahası bunlar için fedailik yapmaya dayanıyor.

Malın mülkün yoksa ayana eşrafa çıraklık, kulluk, dahası fedailik edeceksin. Ayan eşraf sadece fedai ile de sınırlı değil, maddi mülkler veya mülk edinmeler köleyi/cariyeyi, ganimeti de içeriyor. 

Programda bir yandan ahilik diğer yandan girişimcilik/tüccarlık temel değer ve beceriler arasında sayılıyor. Sami dinleri, zaten bezirganlık üzerine kurulu, kazanç kaynağı en başta ticaret sayılıyor. Ticari finansal kapitalizmle zaten bir çelişkisi yok, emek sömürüsüyle de çelişkisi yok, kulluk ile, adamlık yapma ile çelişkisi yok, aksine bunlar patriyarkal aşiret tarikat, tekke, zaviye, ayanlık eşraflık, esnaflık, bezirganlık sisteminin parçalarını oluşturuyor.

Tüm bu gösterilenlerden gösterge veya anlaşılan rantiye ve kapitalizm, çıraklık ve emek sömürüsü, bunu meşrulaştıran bir talim terbiye maarif modeli işin maddi yanını oluşturuyor.

EĞİTİMİN BİRİNCİL AMACI NE OLMALIDIR? ÖRGÜN OKULUN SINIRI NEDİR? 

Eğitim bir kavramdan (Kavramlar olgu olayların sentezlenmesinden oluşur, onları ifade eden sözcükler, terimlerdir) öte idedir, idealdir, amaçtır, hedeftir.

Bir toplum veya insanlık varlığı sürdürmek ve geliştirmek amacında ise birincil hedef insan potansiyelinin gerçekleştirilmesi ve geliştirilmesine odaklanmasıdır. Bunun birincil aşaması görünün açıklığı ve geliştirilmesidir, görü ve görüş açıklığıdır, merak ve özgürce sorgulama, bunu yaparken akıl ve gerçeklikle bağını kurabilme, dünyayı evreni görebilmedir.

Norm dayatması, hele de akait ve amel dayatması, din dayatması görünün açıklığı ve gelişimini değil telkini esas almaktır. Kaldı ki tarikat tasavvuf eğer sezgisel ve subjektif/öznel bir özdeşim ise bunun örgün okulla, örgün öğretimle yapılabilmesi, hatta telkin ile bile yapılabilmesi mümkün değildir.  Farabi bile gaybın öğretiminin yapılamayacağını ifade etmektedir.

Çocukları insanı odak olan onun gözünün görüşünün vicdanının/gönlünün özgürlüğü ve açıklığını garanti eden, bunları amaç edinen bir eğitim ide ve anlayışı öncelikli olmak durumundadır. Çocuğun gözü görüsünün açıklığı her şeyden önce zengin yaşantılardan, bilgisini artırabilmesinden, zihni akli melekelerini kullanabilmesi, geliştirebilmesinden geçmektedir. Bilgi, bilim, akıl rasyonalite ve bunlara dayalı duyarlılık, beceri, değer, erdem, eylem ana altlığı oluşturmak durumundadır.

                                                                  /././ 

Sermayeyi uçur, halkı batır (Ahmet Yaşaroğlu)

Erdoğan iktidarının uluslararası sermayenin güvenilir adamı Mehmet Şimşek eliyle uygulamaya koyduğu programın (OVP- orta vadeli program) özünü ve esasını, gazetemizde pek çok haber ve yoruma konu olduğu gibi sermayeyi uçurmak, halkı batırmak oluşturuyor. Büyük sermayeye, uluslararası para babalarına aşırı kârlarla güvence vermek, üretim yapanlara ucuz iş gücü sunmak, borçları ve faizlerini düzenli ödemek üzere güvenceler vermek ve buna uygun adımlar atarak verdiği sözleri eylemleri ile kanıtlamak tek adam yönetiminin ekonomi politikasının temelini oluşturuyor.

Halk şöyle batırılıyor: Asgari ücret şu sıralar açlık sınırının 2 bin TL altına düştü. Bu makas giderek açılacak. Çünkü asgari ücrete yapılacak zammın enflasyonu azdıracağı Ekonomi Bakanı tarafından ilan edilmiş durumda. Yine aynı yaklaşıma göre açlıkla boğuşan emekliler de zam beklememeli. Genel olarak işçi ve emekçiler ülkenin geleceği ve ekonominin selameti için açlık ve yoksulluk içinde yaşamayı kabul etmeliler, enflasyonun yıkıcı etkilerine, peş peşe yapılan zamların felaketli sonuçlarına, sürekli artırılan ve bindirilen vergilerin boğucu sonuçlarına sabırla ve metanetle katlanmalılar.

Ama büyük sermaye için koşullar bütünüyle farklıdır: Onların bankaları kâr rekorları kırmakta, devlet garantili kârları güvence altına alınmakta, halkın boğazı sıkılarak elde edilen ürünler değersiz TL’nin sağladığı avantajla ihraç edilmekte, ülkeye döviz girişi, dolayısıyla borç ödemeleri garanti altına alınmakta, yabancı ve yerli tekellere soygun kapıları sonuna kadar açılmaktadır. Bu da yetmemekte teşvikler, vergi afları, ihalelerle kârlarına kâr katılmaktadır. İşçi ve emekçi halk batmakta ama büyük sermaye kanatlanıp uçmaktadır. Bütün bunlar olurken halka da bir avuntu gerekmektedir: Bu avuntuyu Erdoğan ilan etmiştir: “Kapitalizm acımasız bir sistemdir!”

Evet kapitalizm sömürü ve soygun sistemi olarak acımasızdır. Ama dünyanın hiçbir kapitalist ülkesinde sömürü ve soygunun dış koşulları güvence altına alınıp korunmadan işleyen bir kapitalist sistem yoktur. Bu koruma ve güvenceyi de kapitalist devletler sağlamaktadır. İşçi ve emekçilerin zapturapt altına alınması, baş kaldıranların ezilmesi, mücadele edenlerin bastırılması, halkın boyun eğdirilmesi için bütün güvenlik kurumları, mahkemeler, cezaevleri devreye girer ve halk boyum eğmeye “razı” edilir. Ama iktidarların işlevi bundan ibaret değildir. Kapitalist gruplar arasında soygunun paylaşımını düzenlerken, çıkardıkları yasalar ve uygulamalarla işçi ve emekçi halk üzerindeki soygun ve sömürüyü kat kat artırabilirler, olağan sömürü yöntemlerini azgınlaştırabilirler, şiddetini yoğunlaştırabilirler. Enflasyon, vergiler, yapılan zamlar, faiz politikaları bütün bunlar için birer araçtırlar. Halkın sömürülmesi acımasız ve dizginsiz bir soyguna dönüştürülebilir. Tıpkı son yıllarda ve şu günlerde bizde olduğu gibi. Bu gerçek Eski Ekonomi Bakanı Nureddin Nebati tarafından 6 Haziran 2022’de şu sözlerle dile getirilmişti: “Enflasyonla büyümeyi tercih ettik. Yoksa enflasyonu düşürmek için çok sert tedbirler alabilirdik. Bu sistemden dar gelirliler hariç, üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyorlar. Çarklar dönüyor.”

Dünyanın Hristiyanlık, Müslümanlık, Yahudilik, Budistlik vb. bütün dinleri ilk çağlardan bugünlere gelirken değişen sömürü koşullarına uyum sağlamışlar, halk kitlelerine sabretmeyi, şükretmeyi, boyun eğmeyi vaaz etmişlerdir. Kimisi bu dünyanın eziyetlerine katlanmanın mükafatı olarak cenneti vadetmiş, kimisi yeniden dünyaya başka bir kimlikle geleceğinin avuntusunu vermiş ama hiç birisi haksızlıklara ve sömürüye karşı sonuna kadar direnmeyi ve mücadele etmeyi öğütlememiştir. Onların kapitalizme ve sömürü sistemlerine olan eleştirileri daha “insani sömürü koşullarının” olabileceği ile sınırlanmışken, kapitalizmin ve sömürü sistemlerinin ürünü olan faiz gibi sonuçları yasaklamak ama iki yüzlüce bunu telafi edecek -kâr payı, sukuk, İslami bankacılık vb- sistemleri devreye sokmak olmuştur.

Bu sistemin koruyucuları ve uygulayıcıları serbestçe ortalıkta gezebilir mi? Çarsıya, pazara çıkabilir, halkın arasına karışabilir mi? Eğer ülke yüksek gelir grubuna ve az çok uygulanan demokratik bir sisteme sahipse -dünyanın birkaç ülkesi bu koşullara sahiptir- belki bu mümkün olabilir. Ama hem halklara kan kusturan kapitalizmin bekçisi emperyalist ülkelerin hem de onların iş birlikçisi olan dikta rejimlerinin temsilcilerinin bir koruma ordusu ile dolaşmaları gerekir. Adamın korunmasına günlük harcanan miktar 6.7 milyon TL imiş. Yani korunmasına günlük 394 asgari ücret ödeniyor. Özel günlerde bunun milyarları bulduğunu tespit etmek gerekir. Korksunlar ama bugünleri arayacakları günler de gelecek. O gün geldiğinde hiçbir koruma ordusu onları koruyamayacak.

                                                            /././

Kayyum zihniyeti, 10 Ekim ruhu (Nuray Sancar)

DEM Parti’li Hakkâri Belediye Eş Başkanı Mehmet Sıddık Akış’ın devam eden bir dava gerekçe gösterilerek görevden alınması ve yerine Hakkâri valisinin kayyum atanması iktidarın 10 Ekim ruhundan hiç uzaklaşmadığını gösteriyor.

10 Ekim 2015 Gar Katliamı, iktidar tarafından 7 Haziran 2015 seçimlerinde eriyen oylarını toparlamanın vesilesi yapılmıştı. Ortamın yavaş yavaş terörize edildiği bir sürecin işaret fişeğiydi bu katliam. Barış mitingine katılan 100’den fazla insan ölmüş, çok sayıda insan yaralanmıştı. Bundan sonraki süreçte Kürt bölgesinde aralıklı ilan edilen sokağa çıkma yasaklarının yaşandığı yılgı ortamında; ortak bir barış talebi için bir araya gelmeye başlamış olan, Kürtlerin de dahil olduğu genel muhalefet bulundukları yerde yalıtılmaya çalışıldı.

Bugüne gelince; son yerel seçimlerden hemen sonra Van’ın yeni seçilen belediye başkanının yerine kayyum atama hamlesine karşı protestolar 10 Ekim öncesindeki sosyal bileşimin yeniden, gelişmekte olan rayına geri döndüğünü gösteriyor. Oysa Fırat’ın öte yakasıyla beri yakasının herhangi aynı reflekste buluşması iktidarın en korktuğu şeydir. Üstelik 2015’ten sonra olduğu gibi birleşik bir iktidar yapısının seçenekleri de azalmıştır.

Bugün Sinan Ateş cinayetinde sırların birer birer açığa çıkmasının iktidarın ana gövdesiyle gayriresmi ortağı arasında yol açtığı gerilim; polis ve güvenlik aygıtındaki nüfuz mücadeleleri; iktidar çevresindeki tarikat rekabetleri ve bunların iç çelişkileri, yerel seçimlerde epey bir kitlesinin AKP’ye mesafe koyması ve bu noktada partinin son Kızılcahamam toplantısında yöneticilere yönelen hoşnutsuzluklar yukarıda işlerin pek yolunda gitmediğini gösteriyor. Yenilgi böyle sonuçlar ortaya çıkarır sıklıkla.

Bir taraf iç sorunlarla boğuşurken toplumun geniş kesimlerinde adaletsizliğe, yoksullaştırmaya, hayat pahalılığına ve baskılara karşı büyüyen tepki bir araya kolay gelmeyenleri, Kürt meselesiyle bölünenleri bir araya getiriyor. İşte o zaman devreye kırmızı çizgi giriyor!

Erdoğan’ın Kızılcahamam’da taviz vermeyiz dediği kırmızı çizginin iç politikadaki karşılığı toplumsal hizalanmayla ilgilidir, ki bu Kürtlerin yalnız bırakılması, muhalefet kesiminin parçalara bölünmesine dair iktidar hassasiyetinin ajitatif kavramıdır. Ama Erdoğan’ın tek derdi muhalefet değil; ‘Değişim isteriz, reform isteriz, halktan koptuk’ diyen seslerin kendi partisinde de artmış olduğu gerçeğiyle yüz yüze bugün.

Hem sosyolojik hem de ülkenin fiziki sınırlarını düzenlemek için kullanılan kırmızı çizgi Kürt kartıyla çizilir. İçeride Kürt sorununun sürekli terörize edilmesi bu bakımdan sadece Kürtlerin değil, diğer kesimlerin sosyolojik reflekslerini de düzenlemeyi hedefler. Van’da kayyum atandığında CHP’nin milletvekillerinden bir heyetin bölgeye gitmesi, sol partilerin liderleri ve milletvekillerinin Van’a giderek protesto eylemlerine katılması ve nihayet Karayılan’ın yakınlarda kendisiyle yapılan bir röportajda Atatürk ve arkadaşları Kurtuluş Savaşı’nı örgütlerken 'Kürt-Türk ittifakı olmadan başarı mümkün değil, diyorlar. Kemalist oluşumun başlangıcındaki çözüm tarzına dayanarak bugünkü sorunlara rahatlıkla çözüm geliştirilebilir...” diye demeç vermesi iktidarın bardağını taşırdı. Kürt siyasetçilerin bazılarının Kürt sorununu çözerse Erdoğan çözer demesinden farklı bir tutumdu bu.

Politik saflaştırma yetkisi ve yeteneğinin iktidarın güdümünden kopma ihtimali belirmiş; miting alanlarına hoşnutsuzlar doluşmaya başlamış, temmuz zamları için işçi sınıfı hareketlenmeye başlamıştır. Zaten başından beri yumuşama, normalleşme sözlerinden rahatsız olan Bahçeli’nin ’70’lerdeki Dev Genç’i sorun etmesi de bu bağlamda anlamsız değildir. Parti mensupları mafyatik ilişkilerle anılırken dikkati 12 Eylül öncesi kavgalara çekip güne taşıyarak parti içindeki kini diriltmekten başka koz yok çünkü elinde. Kimse MHP’ye yönelik siyasi cinayet ve saldırılarla anılmazken partisi Sinan Ateş cinayetine bir yanıt veremiyor.

Öte yandan Rojava’da seçimlerin yapılacağı sırada, Türkiye Irak’a operasyon yapmaya hazırlanmaktayken yapılan kayyum ataması başta Hakkâri olmak üzere, iktidarın beklediği gibi tansiyonu yükseltti. Zaten bir seferberlik yasası hazırlanmış, eski komutanlara demeç yasağı getirmek için ortam yapılmıştı.

Kayyum ataması sinir uçlarını yeterince tahrik etti.

Sınır dışı operasyona devletin, toplumun, iktidar partisi sakinlerinin ve Irak’ın hazır olduğu şüpheli. İçeride yükseltilen tansiyon bu dağınıklığı toparlayabilir; muhalefet kesimi ‘teröre’ karşı tutum almak için sıkıştırılır, cephe gerisi hizalanabilir: Yine, yeniden umulan bu.  

Yumuşamanın ömrü yatsıya kadar bile sürmedi. Süremez de. İktidar güçleri içinde bulundukları her sıkışıklıkta bütün sorunlarını sadece çivi gördükleri için ellerindeki çekiç daima hazırdır. O da daima Türk, Kürt, o partiden bu partiden, hiç fark etmez, halka iner.

Kayyum kararı geri çekilmelidir. Toplumun sinirleriyle daha fazla oynanmamalıdır. Halk, üzerinde tatbikat yapılacak arazi değildir.

                                                                  /././

Seçime tehdit, seçilmişe kayyum!(Yusuf Karadaş)

Hakkâri Belediyesine kayyum atayıp Belediye Eş Başkanı Mehmet Sıddık Akış’ı cezaevine koyan Erdoğan iktidarının tehditleri sonrasında kuzey ve doğu Suriye’de (Rojava) 11 Haziran’da yapılması planlanan yerel seçimler de ağustos ayına ertelendi. Rojava özerk yönetiminin 11 Haziran’da 7 kantonda yapmayı planladığı yerel seçimleri “Ülkemizin ve Suriye'nin toprak bütünlüğüne yönelik mütecaviz bir eylem” olarak tanımlayan Erdoğan, “Bir ‘teröristan’ kurulmasına azla izin verilmeyecek” diyerek bu seçimlere karşı ‘operasyon’ tehdidinde bulunmuştu. Erdoğan iktidarının müdahale tehdidinden sonra ABD’den “desteklemiyoruz” açıklaması gelmiş ve ardından da seçime giren bazı partiler seçimlerin ertelenmesi yönünde başvuru yapmıştı.

Rojava yerel seçimlerinin ertelenmesinde Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile askeri olarak iş birliği yapan ancak Rojava özerk yönetimini siyaseten tanımayan ABD’nin tutumunun etkili olduğu görülüyor. Çünkü ABD emperyalizmi cephesinden yapılan “Seçimler için uygun koşulların olmadığı” ve “ABD’nin bu konudaki görüşlerinin ilgili aktörlere aktarıldığı” açıklaması, Rojava’nın Erdoğan iktidarının olası operasyonları karşısında savunmasız bırakılması anlamına geliyordu.

En büyük destekçisi olduğu İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü işgal ve saldırılar nedeniyle bölgede gerilimin oldukça yüksek olduğu bir dönemde ABD emperyalizmi, bölgenin bir başka noktasında yeni gerilim ve çatışmaların yaşanmasını istemiyor. ABD’nin Erdoğan iktidarının hassasiyetlerini gözetmesinin arkasında iki temel nedenden söz edebiliriz: Birinci olarak ABD emperyalizmi, politik eksenine daha fazla bağlanmaya ve bu temelde bölgede yeni roller (Özellikle İran’ı dengeleme bakımından) üstlenmeye çalışan Erdoğan iktidarı ile ilişkileri bozmak istemiyor. İkincisi de birincisiyle bağlantılı olarak ABD emperyalizmi, NATO liderler zirvesinin kapıda olduğu bir süreçte Erdoğan iktidarının Karadeniz ve Kafkasya’da Rusya’ya karşı daha açık bir pozisyon almasını istiyor ve bunun için Irak ve Suriye’deki Kürt hassasiyetini pazarlık unsuru olarak kullanmanın hesabını yapıyor.

Burada özerk yönetimden hoşnut olmasa da Esad yönetiminin Rojava’da yapılması planlanan yerel seçimler karşısındaki sessizliğine de dikkat çekmek gerekiyor. Elbette Esad yönetiminin bu sessizliği, en büyük destekçileri olan Rusya ve İran’ın bölge politikalarından bağımsız açıklanamaz. Yine Erdoğan yönetimi ve ABD’nin aksine Rusya ve İran’ın 11 Haziran seçimleri karşısında sessiz kalmaları, fiili bir ‘onay’ ya da en azından bu süreci Suriye yönetimi ve Kürtlerin uzlaştırılmasının bir adımı olarak kullanmak istedikleri biçiminde yorumlanabilir.

Ağustos ayına ertelenen Rojava yerel seçimlerinin bu kez yapılıp yapılamayacağı, yapılırsa nasıl sonuçlar doğuracağı sorularının yanıtlarının bu iki aylık süreç içinde bölgede yaşanacak siyasi gelişmelere göre belirleneceğini şimdiden söyleyebiliriz.

Öte yandan Erdoğan’ın Rojava’daki yerel seçimleri “Suriye’nin toprak bütünlüğüne yönelik mütecaviz bir eylem” olarak değerlendirip operasyon tehdidinde bulunmasına rağmen Suriye yönetiminin bu seçimler karşısında sessiz kalması, aslında sorunun da Erdoğan iktidarının derdinin de Suriye’nin toprak bütünlüğü olmadığını görmek/göstermek için yeterlidir.

Suriye Kürtleri, kendilerini demokratik Suriye’nin bir parçası olarak tanımlayıp yerel seçimleri de siyasi çözümün bir adımı olarak değerlendirdikleri halde Erdoğan iktidarının “tehdit” tanımlamasının arkasında Kürtlerin Suriye’deki kazanımlarını ülke içinde Kürt sorunu karşısında sürdürdüğü politika için bir tehdit olarak görmesi ve dahası bu sorunu yayılmacı emelleri için kullanmaya çalışması gerçeği bulunuyor. Erdoğan’ın önceki gün katıldığı “Anadolu medya ödülleri töreninde Hakkâri Belediyesine kayyum atanmasını savunmakla kalmayıp DEM Parti’nin elindeki diğer belediyelere de kayyum tehdidinde bulunması, bu politikanın önümüzdeki dönem de iktidar tarafından kararlıca sürdürüleceğini ortaya koyuyor.

Bugün Erdoğan işine geldiğinde “Kürt kardeşlerimiz” diyor ama Kürtlerin ulusal demokratik talep ve haklarını savundukları için halk tarafından seçilen belediye başkanlarını “terörizm” ile suçlayıp yerlerine kayyum atıyor. Dolayısıyla bu politika Kürtlerin varlığını inkar etmenin mümkün olmadığı bir süreçte bu inkar politikasını siyaseten sürdürmekten başka bir anlam ifade etmiyor.

Ülke içinde seçilmiş belediye başkanlarının yerlerine kayyum atanıp halkın iradesinin yok sayılması ve Kürtlerin sınırların ötesinde yapacağı yerel seçimlerin bile tehdit olarak görülmesi Erdoğan iktidarının Kürt politikasını özetliyor. Bugün ülkede demokrasi ve bölgede barışı savunmak için öncelikle bu politikaya karşı tutum almak gerekiyor.

                                                              /././

Avrupa seçimleri AB için yol ayrımı mı? (Yücel Özdemir)

Avrupa Parlamentosu (AP) için ilk oylar dün Hollanda’da sandıklara atılmaya başlandı.

Pazar gününe kadar Avrupa Birliğine (AB) üye 27 ülkede 16 yaşından büyük 400 milyona yakın seçmen AP’nin yeni üyelerini belirlemek üzere oy kullanacak. AP’ye en fazla milletvekili gönderen ülke 96 ile Almanya. En az ise Luxemburg, Malta ve Kıbrıs 6’şar vekil gönderiyor. Genel olarak katılımın yine yüzde 50 civarında olması bekleniyor. Pazar günü açıklanacak seçim sonuçları kıta Avrupa’sının politik havasını yansıtma bakımından önemli bir veri olacak. Bu havaya bağlı olarak AB’de bundan sonra hangi siyası eğilimlerin uzlaşarak, hangilerinin çatışarak yoluna devam edeceği görülecek.

Bu seçimlerin en önemli yönü, AP’deki aşırı sağcı, milliyetçi, muhafazakar grupların ne kadar milletvekili kazanacakları ve bu sayının meclis aritmetiğini etkileyip etkilemeyeceği olacak. AB’nin karar merkezi Brüksel’den dayatılanlara karşı çıkan ya da eleştirel yaklaşan aşırı sağ, milliyetçi, faşist güçler, özünde AB’nin ulus devletlerin üzerindeki tahakkümüne, belirleyiciliğine karşı çıkıyor.

Bu çizgiyi temsil eden iki fraksiyon geçmiş dönemde AP’de temsil ediliyordu. Aşırı sağ, sağ popülist ve aşırı milliyetçiler “Kimlik ve Demokrasi” grubu adı altında bir araya gelirken aşırı muhafazakar ve milliyetçiler ise “Avrupa Muhafazakar ve Reformcuları” (EKR) grubunu kurdu.

Anketler, önümüzdeki dönem 720 sandalyeden oluşacak AP’de bu grupların kazanacağı vekil sayısının 180’e kadar çıkabileceğini ileri sürüyor. Şu anda sayıları 128. İki grubun bazı konularda güç birliği yapması ise kuvvetle muhtemel.

Almanya’da yayımlanan Süddeutsche Zeitung’un aktardığına göre, Kimlik ve Demokrasi grubunun önemli temsilcilerinden biri olan Fransız sağcı Marine Le Pen, katıldığı bir seçim toplantısında, EKR’nin önemli siması İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’yi kastederek, “Temel konularda anlaşacağımızı düşünüyorum. Çünkü ikimiz de ülkelerimiz üzerindeki kontrolü geri kazanmak istiyoruz” diyor. (27.04.2024)

Aşırı sağcıların AP’de güç olarak AB’nin ulus devletler üzerindeki etkisini kırmaya deneyecekleri anlaşılıyor. Bu nedenle Meloni de sırf partisi çok oy alsın diye AP milletvekilliğine aday oldu. Gelişmelere ve mesajlara bakılırsa Meloni ile Le Pen arasında Avrupa sağının lideri, toparlayıcı olma yarışı devam edecek. Le Pen’in hesabı Avrupa sağından aldığı desteğin de etkisiyle 2027’de Fransa’da cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmak. Anketlere göre Le Pen’in partisi şu anda Fransa’da birinci.

Sadece İtalya ve Fransa’da değil, Hollanda, Almanya, İspanya başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde aşırı sağın alacağı yüksek oylar bu seçimlerin en çok tartışılacak yanlarından biri olacağı bugünden görülüyor.

Bundan sonra asıl önemli olan, Avrupa’nın yerleşik sermaye partilerinin, sistemin kenarından merkezine doğru ilerleyen bu aşırı sağ, muhafazakar, ırkçı ve faşist parti ve akımlara karşı nasıl tutum alacağıdır. Göçmen ve İslam karşıtlığını kendilerine baş konu yapan, savaşa ve militarizme, sosyal kısıtlamalara tam destek veren bu parti ve akımlarla özellikle muhafazakar Avrupa Halk Partisi (EVP) arasında bir yakınlaşma ihtimali artıyor. Aşırı sağla mücadele yerine onunla uzlaşmadan yana olduğu anlaşılan AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, bu yakınlaşmanın mimarı gibi görünüyor. Alman basınında bir süredir yer alan haberlerde von der Leyen ile Meloni arasında bir yakınlaşmanın olduğuna işaret ediliyor. Bu nedenle de Alman hükümeti tarafından komisyon başkanlığına von der Leyen yerine başka siyasetçileri önereceği de kulislerde dolaşmaya başladı.

Muhafazakarların; sosyal demokratlar, liberaller ve yeşiller yerine aşırı sağla iş birliğini geliştiren bir sürece girmesi, bu aynı zamanda bir paradigma değişikliğine de yol açabilir. Bu partiler, pek çok Avrupa ülkesinde muhafazakar bugüne kadar aşırı sağla aralarına bir “yangın duvarı” (Brandmauer) ördüler. Yani iş birliği için kapıları kapalı tutular. Ancak bu kapı kısa bir süre önce Hollanda’da açıldı. Aşırı sağcı, İslam düşmanı Geerd Wilders’in partisi koalisyonun hem de büyük ortağı oldu.

Kapıların açılmaya devam etmesi durumunda aşırı sağcı, ırkçı, milliyetçi ve faşist partiler bulundukları ülkelerde daha fazla devlet aygıtının parçası haline gelerek, sosyal demokratlardan komünistlere karşı uzanan geniş yelpazedeki sol ile mücadeleyi göçmen ve mültecilerle mücadelenin yanına yazabilirler. Bu da daha siyasi çalkantılı, gerilimli, kutuplaşmış bir Avrupa anlamına gelecektir.

Böylesine bir tablonun ortasında AB doğal olarak mevcut gücünü kaybedecek yerine ulus devletlerin çıkarlarını önceleyen politikalar güç kazanacak. Bütün bunlar bizi doğal olarak Lenin’in 1915’te “Avrupa birleşik devletleri üzerine” yaptığı tespite görüyor: “Kapitalizm koşullarında birleşik Avrupa devletleri ya mümkün değildir ya da gericidir.” Avrupa aynı anda hem “Mümkün değil” hem de “gericiliğe” doğru ilerliyor. İkisi birbirinden kopuk değil, bağlantılı.

Aşırı sağın, AB karşıtlığının güç topladığı Avrupa’da solun neden varlık gösteremediğini ise seçim verilerinin ışığında önümüzdeki hafta irdelemeye devam edeceğiz.

EVRENSEL


 

1930'ların İstanbul'unda Kemal Tahir'le gezmek - Okan Çil / duvaR

Kemal Tahir’in 1936-1937 yılları arasında Son Posta gazetesinde yazdığı yazıları ve yaptığı röportajları ''Yüz Bin Çiçek Saksısına Bakan On Adam' adlı kitapta bir araya geldi.

Kemal Tahir’in, dönemindeki pek çok yazar ve şair gibi hayatının bir döneminde gazetecilik yaptığını biliyoruz. Üstelik Kemal Tahir’in gazeteciliğinin, dahası gazetecilik yıllarında yazdığı yazıların, gezdiği yerlerin ve röportaj yaptığı insanların onun geçmiş hayatından izler taşıdığını da söyleyebiliriz. Zira Kemal Tahir okulu bıraktıktan sonra uzun bir müddet bekar odalarında, sabahçı kahvehanelerinde aç biilaç yaşamış, yoksulluktan perişanlık çekmiş bir gençtir. Bu yüzden, yazdığı yazıların ağırlıklı olarak yoksullara, suçlulara, sokaktaki, mahkemedeki itiş kakışa dair olması akla başka bir şey getirmez.

Tabii burada bir ayrıma gitmekte fayda var: Kemal Tahir’in cezaevi hayatı öncesi ve sonrası. Bu ayrım bize sadece hapiste geçen yılları anlatmaz. Kemal Tahir, Donanma Davası kapsamında Nâzım Hikmet ve Hikmet Kıvılcımlı başta olmak üzere bir grup insanla cezaevine yeni bir şair olarak girer, 12 yılda dört beş cezaevi gezer ve nihayetinde oradan usta bir romancı olarak çıkar. Hal böyle olunca onun cezaevi öncesinde ve sonrasında yaptığı gazetecilik de değişir.

Geçtiğimiz günlerde Ketebe Yayınları etiketiyle yayınlanan 'Yüz Bin Çiçek Saksısına Bakan On Adam' adlı kitap da Kemal Tahir’in tutuklanmasından önceki döneme dair yapılan bir çalışmadır. Kemal Tahir’in 1936-1937 yılları arasında Son Posta gazetesinde yazdığı yazıları ve yaptığı röportajları bir araya getiren bu kitabın proje yöneticisi ise İsmail Coşkun’dur.

'İÇ GÜVEYSİ, İKİ BOŞ BAVULLA, BİR SÜRÜ KİTAP SAHİBİ ADAM DEMEK'

Kitap, çeşitli yazı dizileri ve birbirinden bağımsız yazı ve röportajlardan oluşmaktadır. Bunlardan ilk karşımıza çıkanı "Şair ve Romancılarımız Bu sene Bize Ne Okutacaklar?" başlıklı beş yazıdır. Kemal Tahir bu seride Nâzım Hikmet, Suat Derviş, Nurullah Ataç, Yusuf Ziya gibi pek çok kalem erbabıyla görüşür, onlardan ne üzerine çalıştıkları öğrenmek ister. Örneğin Nâzım 'Şeyh Bedrettin Destanı'nı yazmaya başladığını ve Şeyh Bedrettin’i bir sembol olarak aldığını belirtir. Onun haricinde Sadri Ertem 'Step' adında bir roman, Ethem Ziya ise 'Yosma' adında bir roman hazırladığı belirtir ama Reşat Nuri, Kemal Tahir’e bir türlü cevap vermez. "Ankete tövbeliyim," der. Çok sıkışınca, "Bir dakika müsaade et, şimdi geleceğim," der ve kaçar. Kemal Tahir boş boş oturup onu beklerken Yusuf Ziya’yla Orhan Seyfi onunla eğlenir.

Daha sonra irili ufaklı birkaç başlığın ardından 'Eski Bir Avukat Katibinin Hatıraları' başlıklı beş yazı daha göze çarpar. Kemal Tahir bu yazı dizisi için bir icra memuruyla beraber çeşitli yerlere gider ve orada gördüğü insanları, olayları yazar. Örneğin bir tanesinde bir adamı haczetmek için varlıklı bir eve giderler. Memur, icra mallarını tespit etmek için evin içinde gezerken neyi gösterse, kalfadan, "Onun değil," cevabını alır. Nihayetinde de, "Onun bütün mevcudu, üzerinde ecnebi gümrüklerin muayene kağıtları yapışık iki boş bavulla bir sürü kitap," der kalfa. Kemal Tahir de bunun üzerine adamı iç güveyi olarak adlandırır ve "iç güveysinden hallice" lafı üzerine ironik bir son yazar: "İç güveysi, iki boş bavulla, bir sürü kitap sahibi adam demek," der.

'BANA YAZIN GÜLHANE PARKI’NI SOR, KIŞIN ADLİYEYİ'

Bir başka seri de 'Bir Hizmetçi İdarehanesinde Neler Gördüm' ismini taşır. Kemal Tahir bu yazı dizisinde Yüksekkaldırım civarındaki bir dükkana girer. Pek çok kişiye hizmetçi gönderen bu yerde çalışan kızların durumlarını, kaça çalıştıklarını öğrenir. Ne var ki o dükkan sahibiyle konuşurken içeriye çalışan kızlar ve onlara iş veren insanlar girer çıkarlar. Genç kızlar "çok nazlı" olarak görülürler. En ufak bir şeyde işi bıraktıkları, anama babama gidiyorum diye çıkıp başka evde çalışmaya başladıkları söylenir. Ev sahipleri ise bu durum karşısında ne yapacaklarını bilemezler. Habire gelip yeni hizmetçi tutarlar.

Yüz Bin Çiçek Saksısına Bakan On Adam - Son Posta Yazı ve Röportajları 1936 - 1937, Kemal Tahir, 368 syf., Ketebe Yayınları, 2024.

'Adliye Koridorlarında Bir Gün' başlıklı yazıdaysa bizi aylak bir gençle tanıştırır Kemal Tahir. Sözümona Adliyeye dava haberi yapmaya gider ama orada tanıdığı ve ona yol yordam gösteren bir genç, en az davalar kadar ilginçtir. Kemal Tahir, önemli davalarla ilgilendiği için Ağır Ceza’yı sorar fakat genç, "Ağır Ceza’da bugün ehemmiyetli bir dava yok ki… Karı koca mahkemesi daha iyi," der.

Böylece onu ve arkadaşlarını peşine takıp bu kısımdaki mahkeme salonlarını, o salonların önünde bekleşen avukatların özelliklerini, davaların konularını, davalıların tavırlarını anlatır da anlatır. Yandaki arkadaşı, bu kadar şeyi nasıl öğrendin, diye sorunca, "Bir buçuk senedir boştayım. Bana yazın Gülhane Parkı’nı sor, kışın adliyeyi... Yaz gelince yaylaya çıkar gibi Gülhane Parkı’na taşınıyorum. Kış bastırınca kışlığa dönüyoruz. Hazır kalorifer yanıyor. Bin türlü hikaye dinleye dinleye keyfime bakıyorum. Dava meselelerinde öyle usta oldum ki şimdi mahkemeye bir işim düşse alimallah değme avukatı cebimden çıkarırım," der.

'ESRAR, AFYON, RAKI ONLARDA'

Sonra, 'Nasıl Eğleniyoruz' adlı dört yazılık seride sinemaları, düğünleri, gazinoları ve barları anlatır Kemal Tahir. Dokuz yazıda da ülkemizin futbolunu masaya yatırıp federasyonun eksikliklerinden, futbolcuların şevksizliklerinden ve yatırımın az oluşundan şikayet eder.

Bu gibi yazı dizilerinin yanında Kemal Tahir sokağı çok iyi bildiğinden Sahaflar Çarşısı, Beyoğlu, Topkapı, Fatih Parkı, Galata, Kartal, çeşitli bekâr hanları, köprü altları, Haydarpaşa Garı gibi yerlere de girer çıkar ve oradaki yoksullarla, kaybetmişlerle, evsizlerle, dilencilerle ve suçlularla da konuşur.

Örneğin köprü altında iki büklüm bir vaziyette Osmanlıca yazılmış bir hendese (geometri) kitabı okuyan pejmürde bir adam görür, "Bizim köprü altı bir Einstein’a gebe," diye düşünür ama adam onunla konuşmayınca ısrar etmez. Sonra yanına gelen bir çocuk ondan elindeki gazeteyi ister, okuyacağını söyler. Kemal Tahir ısrar edince, "Satıp ekmek alacağım," der. Kemal Tahir onunla biraz sohbet ettikten sonra çocuğa para verir.

Onu gören başka biri pis pis sırıtır, "Yürü piç kurusu, işin iş, gündeliği doğrulttun," der. Sonra Kemal Tahir’e buradaki hayatı anlatır. "Köprü altı başkadır. İstanbul’un hiçbir şeyi buraya benzemez. Bu, demin senden çeyreği koparan veletler yok mu, onlar bile buranın tadını almışlar. İçlerinde evli barklı olanlar bile burada yatar. Topladılar da şimdi çok görünmüyorlar. Hele havalar biraz düzelsin burası kopilden geçilmez. Zaman kötüledi. Hepsini kötü adamlar baştan çıkarıyorlar. Esrar, afyon, rakı onlarda. Bacak kadar olduklarına bakma, ne anasının gözleridir onlar."

Kitapta buna benzer daha pek çok konu, pek çok insan, pek çok olay mevcut. Kemal Tahir’in ilk dönem gazete yazıları, sadece onu anlamak için değil 1930’ların İstanbul’u anlamak için de başvurulacak bir kaynak olarak görülebilir.

Meraklısına duyurulur!

Okan Çil / duvaR

T24 KÖŞEBAŞI (7 Haziran 2024)

 

Talep' hesabında köpük var: TÜFE'deki yanlışlar, açlık ve yoksulluk çeken dar gelirlilerin talebini yüksek gösteriyor!(Ercan Uygur)

Türkiye’de dar gelirlinin talebi yüksek midir? Yoksulluğunu ve açlığını söylemeye bile çekinirken!

Son bir yıldır, ulusal gelir verileri açıklandığında bir konu hep aklımı kurcaladı. Konu Gayrisafi Yurtiçi Hasılanın (GSYH) talep veya harcama kalemlerindeki makro uyumsuzluk ile ilgili. Konu ayrıca enflasyon hesaplarıyla da ilgili.

Son birkaç yıldır resmi söylem hep şöyle oldu: “İç talep yüksek, enflasyon bu nedenle yükseldi ve yüksek kalmaya devam ediyor.” Peki hangi iç talep unsuru yüksek? Yatırım bir iç talep unsuru, tüketim de öyle, stok değişmeleri de öyle. 

Bunların tümü mü yüksek? Yüksek olan iç talep ithalatı da uyarıyor olmalı, ne kadar uyarıyor? Yoksa sorun reel değerleri bulurken mi ortaya çıkıyor? Yani bir deflatör hatası mı söz konusu? Öyle ya, birçok vatandaş yoksulluk ve açlık içinde iken, yüksek talep bir istatistiki hata olmasın?

Bir de şu soru var; talep yüksek ise, kimler, hangi gelir grupları, yükseltiyor? Gelir gruplarını ayrı düşünmeliyiz ki, doğru para ve maliye politikaları uygulanabilsin.

Şimdi uyumsuzluk ve köpük var dediğim verilere bakalım. Tablo 1’de 2022, 2023 ve 2024 birinci çeyrekte GSYH içinde harcama kalemlerinin yüzde payları var. Bu paylar hem cari fiyatla hesaplanmış GSYH için, hem de 2009 zincirleme fiyatları ile reel hale getirilmiş GSYH için verilmiştir. Veriler tümüyle TÜİK’ten alınmıştır.

Tablo 1 Türkiye’de GSYH’nın Harcama Bileşenleri, 2022-2024

Kaynak: TÜİK

1) Cari fiyat ile hesaplanan GSYH içinde harcama kalemlerinin yüzde payları.

2) 2009 bazlı zincirleme fiyat endeksi uygulaması ile elde edilen reel GSYH (zincirleme hacim) içinde harcama kalemlerinin yüzde payları.

3) Stok değişmesi içinde istatistiki hata da vardır. TÜİK, reel stok hesaplaması yapmıyor. Bu nedenle ilgili kutularda ? işareti yer alıyor.

Görüldüğü gibi, cari fiyatlarla ifade edilmiş harcama kalemlerinde, toplamın parçaları olarak, sorun yok. Şöyle ki, bu kalemler toplandığında 100 değerini veriyor. (Yuvarlamalar nedeniyle çok küçük farklar olabilir.) Toplamın 100 olması gerekir, çünkü tanım gereği, GSYH bu kalemlerin toplamına eşittir.

Ancak, enflasyondan arındırılmış, yani reel olarak ifade edilmiş kalemlerin toplamı, reel olarak ifade edilmiş GSYH toplamını, yani 100’ü aşıyor. Hem de önemli ve giderek artan ölçüde aşıyor. Reel harcama kalemleri toplamı 2022’de 111,5 iken 2023’te 114,8 ve 2024I’de 119,5 oluyor. Son veride yüzde yirmi dolayında hata var!

Burada giderek artan ve rahatsız etmesi gereken bir sorun olduğu bellidir. Bu sorun nereden kaynaklanıyor ve ne gibi sonuçları oluyor sorusuna yanıt vermeden bir noktaya dikkat çekeyim.

Cari fiyatlarla ifade edilen GSYH’da da Türkiye’de stok değişmeleri, hele diğer ülkelerle karşılaştırıldığında, çok büyüktür ve büyük dalgalanmalar gösteriyor. Bu kalemin içinde istatistiki hata olduğunu zaten biliyoruz.

Şimdi önce bazı ülkelerde reel GSYH’nın harcama bileşenlerine bakalım. Tablo 2’de OECD’nin hesapladığı, 2015=1 fiyatları ile ifade ettiği harcama kalemleri yer alıyor.

Tablo 2 OECD Ülkelerinde 2022’de Reel GSYH’nın Harcama Bileşenlerinin % Payı, GSYH ve Bileşenleri 2015 Fiyatları ile İfade Edilmiştir

Kaynak: OECD ve TÜİK

Belirteyim, tablodaki bilgiler tümüyle OECD’den alınmıştır ve TÜİK’in verileriyle çok yakındır, verileri zaten TÜİK veriyor. TÜİK reel değerleri 2009 bazlı zincirleme fiyat endeksi ile buluyor. OECD tüm üye ülkeler için, 2015 bazlı fiyat endeksi ile gösteriyor.

Tablo 2’de görülüyor ki, GSYH hesabı önemli (yüzde 10 üzerinde) hata gösteren tek ülke Türkiye’dir. ABD dışında tüm diğer ülkelerin reel harcama kalemlerinin toplamı 100’e eşittir, hata yoktur. (Yine küçük yuvarlama farkları olabilir.)

ABD’deki fark yüzde 2’den biraz yüksektir. ABD, zaten GSYH’nın üretim yönünden yapılan hesaplamasına göre harcama hesaplamasında bir istatistiki hata olduğunu açıklıyor. Bu hata daha sonra giderilmiş de olabilir.  

Türkiye’nin toplam talep veya harcama kalemleri, GSYH’ya göre neden yüksektir, nerede hata var? Belirteyim; hemen tüm ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de GSYH önce üretim yönünden hesaplanıyor, sonra harcama ve gelir yönünden bulunuyor.

Aradaki fark üretim ve harcama hesaplaması farkıdır. GSYH’nın üretim yönünden doğru hesaplandığını varsayalım. O zaman soru şudur; harcama kalemleri neden çok yüksek bulunmuştur? Özellikle bazı harcama kalemleri mi daha yüksek alınıyor?

Bu soruya yanıtı Tablo 1’de arayalım. Önce cari fiyatla ve 2009 zincirleme fiyatıyla ifade edilen payların çok farklı olduğu kalemlere bakalım. Burada ithalat kalemi hemen dikkat çekiyor; ithalat payı 2022’de cari fiyatla yüzde 42,6 iken sabit fiyatla yüzde 20,6’dır.   

İthalat’ın sabit fiyatla payının bu kadar düşmesi için ithalat fiyatının diğer kalemlerin fiyatlarından çok daha hızlı artması gerekir. 2022’de uluslararası fiyatlar yüksektir evet, ama salgın bitmiştir ve Türkiye’de KKM operasyonuyla kuru baskı altındadır.  TÜİK’e göre 2022’de 2009=1 bazlı fiyat endeksi GSYH için 7,07 iken, ithalat için 14.66’tir. 

İthalat başka bir özelliği ile de dikkat çekiyor: Reel ithalat ne kadar düşük olursa, büyüme, reel GSYH büyümesi, o kadar yüksek görünür, çünkü ithalat GSYH tanımına eksi işaretle giriyor. Bu nokta önemlidir. 

İthalat payları arasındaki fark 2023 ve 2024’te azalsa da, hala oldukça yüksektir. İhracatta da paylar farklıdır, ancak nedense fark daha küçüktür ve giderek azalmıştır. 

Önemli farklı paylara sahip bir diğer değişken özel tüketimdir. Özel tüketimde paylar 2022’de 57,3 ve 69,6 iken, 2023’te 59,4 ve 75, 2024’te ise 56,9 ve 76,5’tir. Paylar arasında 20 puan fark var ve çok yüksektir.

İthalat kaleminin tersine özel tüketimde fiyatların çok daha düşük kalmış olması önümüze TÜFE tartışmasını getiriyor. Burada iki noktayı vurgulamak gerekir;

1) Daha önceki yıllarda özel tüketim deflatörü ile GSYH defatörü birbirine çok yakındır. Örneğin 2009 bazlı deflatör 2017’de özel tüketim için 1.80, GSYH için 1,84’tür; fark çok azdır. 2024I’de tüketim deflatörü 12,70, GSYH deflatörü 17,07’dir.

2) OECD ülkelerinin tümünde tüketim deflatörü ile GSYH deflatörü birbirine çok yakındır, hatta bazı ülkelerde birincisi zaman zaman daha yüksektir. Türkiye’de neden tersine bir gelişme olduğu bellidir: Çünkü TÜİK’in TÜFE hesaplaması yanlışlar ve eksikler içermiştir. Bu sorun sürüyor.

İşte bu sorunlu TÜFE ulusal hesaplarda da sorun yaratmış ve tüketim talebini yüksek göstermiştir. Bu yanlışlar ve sorunlar nedeniyle enflasyon algılaması ve beklentisi, tüm iyimser söylemlere karşılık, yüksek seyretmektedir.

Son birkaç gün içinde yayınlanan ulusal gelir hesapları ve enflasyon verileri, bu sorunları tartışmamıza vesile oldu. Örneğin, Türkiye ekonomisini izleyen Arjantinli arkadaşlarımızla konuyu konuştuk. Kanada’dan Reşit Serpkenci ile de yazışmıştık. Meslektaşım Halil Sunalı ile de haberleştik.

Konuyu elbette uluslararası kuruluşlar ve birçok iktisatçı da biliyor, izliyor. Ortaya çıkan istatistik sorunları Türkiye’yi hem küçük düşürüyor, hem de doğru politika üretilmesine engel oluyor. Unutmayalım, istatistiğin temelinde Almanca “staat” yani devlet kelimesi vardır. Tüm hatalar devlete yükleniyor.

Şu soruyla bitireyim; Türkiye’de şimdi özellikle dar ve sabit gelirlinin talebi yüksek midir? Yoksulluğunu ve açlığını söylemeye bile çekinirken. 

                                                             /././

Mahkemeye sunulan 199 sayfalık polis raporunda skandal ifadeler: Yargıtay üyesi Yüksel Kocaman’ın villasındaki mobilyaları Ayhan Bora Kaplan mı yaptırdı!(Tolga Şardan)

Savcılık ve emniyetin beraber yürüttüğü Kaplan ve ekibine yönelik operasyonda dosyada bulunan polis araştırma raporunda Kocaman’ın ismi yer aldı.

Ankara’da organize suç örgütü lideri olduğu iddiasıyla yargılanan Ayhan Bora Kaplan dosyası çerçevesinde hazırlanan polis raporu ilginç bilgiler içeriyor.

Gazeteci Müyesser Yıldız Uğur’un gündeme getirdiği “Polis Araştırma Raporu” Kaplan ve ekibinin faaliyetlerinin gün yüzüne çıkmasını sağladı.

Sadece “basit bir rapor” değil elbette. Bu rapor, henüz dumanı üzerinde tüten Ankara Emniyeti’ndeki darbe girişimi çalışmaları yürütüldüğü iddialarının ortaya atılmasına da kaynaklık etti aynı zamanda.

Biraz geriye gidelim; şimdilerde gizli tanık olduğunu ifşa eden Serdar Sertçelik’in soruşturma çerçevesinde “M7” kod adıyla verdiği bilgiler sonrasında, dosyaya bakan Cumhuriyet Savcısı Mustafa Kaya, 8 Kasım 2023’de Ankara Emniyeti Organize Suçlarla Mücadele Şubesi’ne tek sayfalık talimat yazısı gönderdi.

Savcı Kaya’nın önceki Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Yüksel Kocaman döneminde Kaplan’la ilgili kimi şikâyet dosyalarına takipsizlik veren savcılardan olduğuna dikkat çekeyim.

Kaya, “ivedi / önemli” kaydıyla gönderdiği yazıda üç maddeden oluşan talimatlarını verdi:

“Cumhuriyet Başsavcılığımız tarafından yürütülmekte olan işbu soruşturma dosyasında delil toplama işlemine esas olmak üzere, gizli tanık müzekkeresi yazımız ekinde gönderilmiştir.

Buna göre;

  1. Gizli tanığın ifadesi titizlikle incelenerek fezlekede bulunan hangi olayları içerdiğinin tespit edilmesi, olaylarda yer almayan iddialar bakımından gerekli araştırmanın yapılması,
  2. Ortaya çıkan yeni deliller ile ilgili olarak soruşturma savcısından ek talimat alınması,
  3. Hazırlanan evrakın herhangi bir tekide mahal bırakmaksızın ivedi bir şekilde Cumhuriyet Başsavcılığımıza gönderilmesi rica olunur.”

Ankara Emniyeti Organize Suçlarla Mücadele Şubesi (OSM), talimat üzerine Sertçelik’in verdiği bilgileri savcılığın talimatına uyarak “titizlikle” inceledi.

Yapılan incelemeler sonrasında tam 199 sayfalık “araştırma tutanağı” hazırlandı.

Polisin hazırladığı tutanak, 24 Nisan 2024 tarihini taşıyan resmi yazıyla Ankara 32. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderildi.

Aynı zamanda savcılığa da gönderilen resmi üst yazıda OSM Şube Müdürü Kerem Gökay Öner’in imzası var.

Başsavcı Kocaman’ın makamında mobilya kumaşı seçilmiş

Emniyet, savcılık talimatı üzerine, Sertçelik’in verdiği bilgileri yaklaşık 4.5 ay boyunca araştırdı ve 24 Nisan’da sonuca bağladı.

Raporda, Sertçelik’in “M7” koduyla verdiği bilgilerden yola çıkılarak önemli tespitler yapıldığı görülüyor.

Bunlardan birisi Kaplan’la sadece “bir kez” görüştüğünü öne süren dönemin Ankara Cumhuriyet Başsavcısı, Yargıtay üyesi Yüksel Kocaman’ın lüks villasına mobilya yapılması ve parasının Kaplan tarafından ödendiği iddiası.

Bu arada, Kocaman’la Kaplan’ın bağlantılı olduğu iddialarının gündeme geldiği günlerde, Kocaman’ın Çayyolu’nda lüks villası olduğunu duyurmuştum. Kendisi yaptığı açıklamada, Çayyolu’nda evi olmadığını açıklamıştı. Ancak bugün gelinen noktada Kocaman’ın Gölbaşı’nda ev değil lüks villa sahibi olduğu polis raporuyla ortaya çıktı.

Rapordan alıntı yapıyorum:

“(…) Alınan bilgi sahibi ifadelerden de anlaşılacağı üzere; örgüt lideri Bora Kaplan’ın, Cengiz Haliç’in ofisinde otururken Emre Cihan Akalın ve Şinasi olarak bildikleri Garip Ümit isimli şahsı ofise çağırdıkları, Bora Kaplan’ın Yüksel Kocaman’ın evinin mobilyalarının yapılacağını söylediğini ve bu iş için çizimini Emre Cihan Akalın’ın mobilyaları ise, Garip Ümit isimli şahsın yapacağının talimatını verdiğini,

Emre Cihan Akal’ın isimli şahıs ile birlikte Garip Ümit isimli şahısların Yüksel Kocaman’ın evi olduğu adres olan Gölbaşı’nda bulunan Hera Balo Salonları tarafına gittikleri, fiyat konusunda Garip Ümit isimli şahısla anlaşılmaması üzerine Mustafa Hallik isimli şahsa bahse konu mobilyaların yaptırıldığı ve bu mobilyaların montajı için Mustafa Hallik’in yanında çalışan Ahmet Ali Gebeş isimli şahsın gittiği, hatta kumaş göstermek için Emre Cihan Akalın ile Garip Ümit isimli şahısların Yüksel Kocaman’ın makamına gittiği alınan ifadelerden de anlaşılmaktadır. (…)”

Yeni model BMW iddiası

Ankara Emniyeti OSM Şubesi’nce Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Yüksel Kocaman’ın şahsına ait aracı yenilemesiyle ilgili iddialar da incelendi. Kocaman’ın aracını Ayhan Bora Kaplan vasıtasıyla yenilediği öne sürülmüş, bu konudaki haberlere erişim engeli getirilmişti.

Bu süreçte Başsavcı Kocaman’ın aracıyla ilgili tüm işlemleri koruması Mevlüt Özdemir üzerinden yürüttüğü öne sürülüyor..

Raporda, Ayhan Bora Kaplan suç örgütü soruşturmasında adı geçen bazı isimlerle Arslan arasındaki para alışverişi yer alıyor.

Doğrudan bir tespitte bulunulmuyor ancak Arslan’ın her iki kesimle olan bağlantılarına örtülü biçimde işaret ediliyor. Kocaman’ın korumasının Arslan’ın firmasından iki kez lüks araç satın aldığı, eski araçları da buraya sattığı, araçları takas ettiği anlaşılıyor.

Kocaman’ın araç alım ve satım işlemlerini yapan MAS Grup adlı otomotiv firmasının sahibi Murat Arslan’ın emniyette verdiği, raporda da yer alan ifade şöyle:

“(…) Ayhan Bora Kaplan isimli şahsı, yaklaşık on yıl kadar önce Doğan Kaan Yıldız ve Ozan Can Yıldız isimli şahısların yanında görmemden dolayı tanırım. Bu şahsın Albüm isimli eğlence mekanının olduğunu duydum. Ancak bu şahıs ile birebir irtibatım yoktur. Bu şahısla hiç yanyana gelmedim ve hiç muhatap olmamışımdır. Ancak bu şahsın oğlunun sünnet düğünü davetiyesi gelmesinden kaynaklı bu şahsın oğlunun sünnet düğününe katıldım.

Benim asıl tanıdığım şahıs ise, Tansel Aktan’dır. Tansel Aktan’ı da Doğan Kaan Yıldız’ın yanında görmemden dolayı tanıdım. Ancak samimi olma sebebim ise, bu şahıs, Şaşmaz’da oto kuaför işi yapardı, Tam Cars isimli dükkanı vardı. Benim bütün arabaları bu şahsın yapmasından kaynaklı samimi oldum ve daha sonra çocuğun kirvesi oldum.

Serdar Sertçelik isimli şahsı Doğan Kaan Yıldız’ın Elmacı Marketler ile ortağı olmasından kaynaklı tanırım. Bu şahsa hiç araç satmadım. 

Tarafıma okunan beyanlar ile ilgili olarak; ben, Yüksel Kocaman isimli şahsı tanımazdım. Ancak araç alım satımı ile ilgili olarak 2020 yılında Osmaniye ilinde 80 HA 552 plakası ile 2020 model beyaz veya gri renkli BMW 5.20 marka aracı aldım ve iş yerime getirdim. Satmak için ilana koydum. İlandan bu araç ile ilgili bana bir takas teklifi geldi. Takas teklif eden şahsın kim olduğunu bilmiyordum. Bu görüşmeden sonra koruma polisi olarak bildiğim iki şahıs dükkana geldi ve BMW 3.20 marka aracı olduğunu ve takas etmek istediğini söyledi. Ben de araca karşılıklı bakmamız, fiyatta anlaşmamız karşılığında olabileceğini söyledim. Bu görüşmeden aynı gün veya bir gün sonra benim dükkanıma resmi araçla iki koruma polisi geldi. Ancak bu şahısların kimin korumalığını yaptığını bilmiyordum.

Tam tarihini hatırlamadığım bir günde; iki koruma polisi, benim dükkanıma 06 BPC 009 plaka sayılı 2019 model beyaz ve gri renkli BMW 3.20 marka aracı getirdikten sonra koruma polisleri ile pazarlık yapmaya başladık ve BMW 3.20 karşılığında bana ait olan BMW 5.20 marka aracın üstüne 150 bin TL alacağım şeklinde anlaştık. İsimlerini bilmediğim ancak satış evraklarından gördüğüm kadarıyla aynı zamanda Yüksel Kocaman’ın da vekaletinin bulunduğu Mevlüt Özdemir ve Hakan olarak hatırladığım şahıslar, dükkana ellerinde siyah poşet içerisinde 150 bin TL parayla gelmişler ve bahse konu araçların satımını gerçekleştirmişler. Aracı Yüksel Kocaman adına satın alan şahıs ise Mevlüt Özdemir isimli şahıs. Ben bu araç satıldıktan sonra bu şahısların savcı korumalığı yaptığını öğrendim. Bu satıştan önce bu şahısların kimin korumalığını yaptığını bilmiyordum.

Yüksel Kocaman isimli şahıs ile ticaretimiz bu şekilde gerçekleşmiştir. Benim satmış olduğum BMW 5.20 marka aracın plakası da satıldıktan sonra 06 BVG 911 olarak değiştirilmiştir. Ben aracı sattıktan yaklaşık yedi ay kadar sonra Yüksel Kocaman’ın koruma polisliğini yaptığı Mevlüt Özdemir isimli şahıs tekrar bizim dükkan aramış ve ilanda bulunan 2020 model 34 DGS 116 plaka sayılı Land Rover marka aracı gördüğünü, bu aracı bizden yedi ay önce satın almış olduğu BMW 5.20 marka araç ile takas edip edemeyeceğini sordu.

Biz de bu teklifi kabul etmemiz üzerine, daha önceden bu şahsa araç satmamdan dolayı Yüksel Kocaman’ın koruma polisliğini yaptığını bildiğim ve yanında bulunan bir şahıs, benim dükkanıma geldiler. İlanda bulunan Land Rover marka aracı incelediler. Land Rover marka aracın o dönemki fiyatı 1 milyon 100 bin TL idi. Mevlüt Özdemir isimli şahıs pazarlık etmeye başladı ve biz de o dönemde BMW 5.20 marka aracı bu araçla takas edip üzerine 210 bin TL alacağımız şeklinde anlaşmaya vardık. Ve 11.11.2020’de Ankara ili Emek semtinde bulunan 37. Noterde Mevlüt Özdemir isimli şahıs Ayça Kocaman adına noterden vekâlet ile bu aracı satın alıyor ve aradaki 210 bin liralık fark Kocaman’ın banka hesabından benim sahibi olduğum MAS Motor isimli şirket hesabına para transferini gerçekleştiriyor. Bahse konu aracın plakası da satıldıktan sonra 06 AEK 111 olarak değiştirildiğini biliyorum ve bu aracın satımını da benim dükkanımda çalışan Burak Furkan Aksu isimli şahıs yapmıştır. (...)”

MASAK verileri raporda

Polis araştırma raporunda söz konusu ifadelerin ve bilgilerin yanında Murat Arslan’a ait para transferi kayıtlarına yer verildi.

Raporda şöyle denildi:

“Masak tarafından gönderilen bankacılık transferi için sayfa üzerinde bulunan veriler üzerinde yapılan incelemede, Murat Arslan isimli şahsın, soruşturma kapsamında diğer şahıslar ve şirketlerden aldığı para transferleri aşağıda gösterilmiştir

Doğan Kaan Yıldız isimli şahıstan 4 işlemde toplam 500.000 TL para aldığı,

Nihal Akbaba isimli şahıstan 3 işlemde 14.000 TL para aldığı,

Salim Turan isimli şahıstan iki işlemde 10.000 TL para aldığı,

Tansel Aktan isimli şahıstan 13 işlemde toplam 766.500 TL para aldığı,

Yıldızlar saç inşaat isimli şirketten altı işlemde toplam 436.900 TL para aldığı,

EA Motorlu Araçlar isimli şirketten iki işlemde toplam 50.000 TL para aldığı tespit edilmiştir.”

Raporun tarihindeki kritik detay!

Dönemin Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Yüksel Kocaman hakkında polis raporunda yer alan bilgiler böyle.

Bir noktaya dikkat çekerek Büyüteç’i bitireyim.

Söz konusu raporun savcılığa ve mahkemeye gönderildiği tarih, 24 Nisan 2024.

Yani, Ankara Emniyeti Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü’nde patlak veren gizli tanık skandalından iki hafta önce!

Süreci MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli “darbe girişimi” olarak nitelendirdi önce. Ardından İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya ile TBMM’de görüşmesi sonrasında tansiyonu düşüren yine Bahçeli oldu.

Ankara Emniyeti’ndeki skandalla ilgili savcılık soruşturması TCK 316. madde hükümlerine göre başlatıldı. Gelinen noktada, mevcut hükümete yönelik silahlı darbe kalkışmasına dayanak oluşturacak şimdilik bir tespit olmadığı biliniyor. İşin perde arkasındaki bürokratlar, yargı mensupları ve polis müdürlerinin kimler olduğu ilgililerince Cumhurbaşkanı Erdoğan’a anlatıldı.

Kocaman’la ilgili okuduğunuz bilgiler, raporun sadece çok küçük bir kısmı.

Tamamı kamuoyuna yansıdığında yargı ve siyasette epeyce ses getirecek. 

Bütün bu sürecin sonunda darbe ile ilgili iddialar dahil neler olup bittiğini daha da net görebileceğiz.

                                                           /././

Erdoğan’ın “saray keyfi” kaçtı (Yalçın Doğan)

Anayasa Mahkemesi’nin devlet yönetiminde, hatta siyasal rejimde köklü değişikliğe yol açan 703 sayılı KHK’nın bazı maddelerinin iptali arasında, Erdoğan’ın Milli Sarayları Meclis’ten alıp, kendisine bağlamasına ilişkin kararı da var.

Cumhurbaşkanlığı yeminine saatler kala...

Meclis bir anda karışıyor.

9 Temmuz 2018...

Muhalefet milletvekilleri öğreniyor ki...

Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanlığı yemini etmeden önce...

Aynı gün yayınlanan bir kararname ile Milli Sarayları kendisine bağlıyor.

“Milli Saraylar” denildiğinde...

Dolmabahçe ve Beylerbeyi Sarayları başta, İstanbul’daki saraylar ve kasırlar akla geliyor.

“Saraylar benim”

Osmanlı döneminde saraylar ve kasırlar padişahın kullanım yetkisinde.

Cumhuriyet sonrasında saraylar ve kasırların yönetimi önce Maliye Bakanlığı’na, sonra Meclis’e devrediliyor.

Yaklaşık yüz yıl boyunca Meclis’in yönetiminde olan o sarayları...

2018’de Erdoğan yayımladığı 703 sayılı KHK (Kanun Hükmünde Kararname) ile kendisine bağlıyor, “Saraylar benim” diyor.

Bu karar altı yıl önce Meclis’te büyük gürültülere yol açarken, CHP Grup Başkanvekili Ali Mahir Başarır bunu önceki gün yine Meclis Genel Kurulu’nda hatırlatıyor, sözleri AKP ve MHP sıralarında bu kez sessizlikle karşılanıyor.

Neden?..

Çünkü, Anayasa Mahkemesi’nin devlet yönetiminde, hatta siyasal rejimde köklü değişikliğe yol açan 703 sayılı KHK’nın bazı maddelerinin iptali arasında, Erdoğan’ın Milli Sarayları Meclis’ten alıp, kendisine bağlamasına ilişkin kararı da var.

Saray hukuku

Konunun ayrıntısı sorduğumda, Ali Mahir Başarır dün şu bilgi notunu aktarıyor:

“-2018’de Yetki Kanunu’na dayanılarak, Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı yeminine saatler kala çıkartılan 703 sayılı KHK ile Cumhuriyet’in kurulduğu tarihten bu yana Meclis bünyesinde olan Milli Saraylar Cumhurbaşkanlığına bağlanmıştı.

-O tarihte söylemiştik, TBMM’ye bağlı olan Milli Sarayların kararname ile Cumhurbaşkanlığına geçmesi doğru değildi.

-1924’ten 1933’e kadar TBMM adına Maliye Bakanlığı denetiminde kalan Milli Saraylar 1933 Bütçe Kanunu ile TBMM Başkanlığı’na bağlanmıştı.

-Padişahın iradesinin hâkim olduğu bir sistemden halkı iradesinin esas olduğu Cumhuriyet’e geçerken, padişaha ait olan sarayların halk iradesinin temsil edildiği Meclis’e devredilmesi önemli ve değerliydi.

-2018’de Milli Sarayların Cumhurbaşkanının emrine verilmesi, halkın iradesinin yeniden tek bir kişinin iradesine bağlanması demekti.

-Anayasa Mahkemesi bu devir işlemini şimdi iptal etmiştir.”

703 sayılı KHK

2017’de referandum sonucunda, muhalefetin “dünyada eşi olmayan, ucube rejim” diye tanımladığı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçiliyor, yüz yıllık parlamenter rejim sona eriyor.

Yeni sistem devlet yönetimini çok köklü bir değişime uğratıyor, “tek adam rejimine” geçiliyor.

Pratikte tek adam rejimini sağlayan en önemli araçlardan biri 703 sayılı KHK.

Pek çok ayrıntı içeren değişiklikler dizisi bu KHK’da yer alıyor.

Elektrik satış devir yetkisinden vali yardımcılarının atanmasına, subayların terfiye hak kazanabilmek için her rütbede bekleme sürelerine, kamuda atanma yaşından gençlerle ilgili bazı kurallara kadar, kısaca devlet yönetiminde çeşitli alanlarda yeni düzenlemeler içeriyor 703 sayılı KHK.

Ve asıl önemlisi...

Bütün o yetkileri tek bir kişi kullanıyor.

O nedenle...

Anayasa Mahkemesi’nin 703’ün bazı maddelerinin iptali tek adamı rejimini törpüleyen bir adım.

Altı yıldır Anayasa’ya aykırı

İptal kararı üzerine Saadet Partisi Milletvekili Bülent Kaya konuyu Meclis’te biraz daha açıyor:

“Anayasa Mahkemesi’nin iptali, usule ait değil, yetki gaspına ilişkin bir tespittir.

Cumhurbaşkanı bu kararnameyle TBMM’nin yasama yetkisine müdahale etmiştir.

108 ayrı konuda müdahale ettiğine ve gasp ettiğine dair Anayasa Mahkemesi karar vermiştir.

Yasama yetkisinin yürütme tarafından kullanıldığına dair tespittir, kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırıdır.

Cumhurbaşkanı Meclis’in yasama yetkisine ortak olmuş, kanunlarla düzenlenmesi gereken pek çok konuyu KHK’larla düzenlemiştir.”

Bülent Kaya sözlerini vurucu bir nitelemeyle sonlandırıyor:

“2018’den 2024’e kadar, tam altı yıl Türkiye Anayasa’ya aykırı şekilde yönetilen bir ülke haline geldi.

Bu da yetmezmiş gibi, Anayasa Mahkemesi iptal kararının yürürlüğe girmesi için on iki ay süre verdi. Adeta bu ülkenin on iki ay daha Anayasa’ya aykırı olarak yönetilmesine imkân tanımış oldu.”

AKP iktidarı Anayasa Mahkemesi kararlarını zaman zaman keyfi biçimde uygulamıyor.

O kararların uygulanmayışı ile “ülkenin altı yıldır Anayasa’ya aykırı yönetilmesi” birebir örtüşüyor.

Erdoğan o sarayları şimdi huzur içinde kullanabilir mi?..

(T24)