23 Temmuz 2015 Perşembe

Lafı bırakın, önlem alın!-ZEYNEP ORAL

Gençtiler. Güzeldiler. Kameralara bakan gözlerinin içi gülüyordu. Kocaman yürekleri, muhteşem gülüşleri vardı. Dostlukları, dayanışmaları vardı. Hayalleri vardı. Da-ha güzel, eşitlikçi, şiddetten arınmış, sömürüsüz bir dünya hayali... Bunun için yo-la çıkmışlardı Türkiye’nin her yerinden. Deniz’lerin çocukları... Gezi’nin çocukları...

***
İçinde İslam sözcüğü geçtiği için IŞİD’e IŞİD diyemeyen hükümet. 
Kanlı cinayetleri, katliamları “gençlerin tepkileri” diye niteleyenler. 
Son zamanlara dek canilere terörist diyemeyenler. 
“Suriye bizim iç meselemizdir” diye ahkâm kesenler. 
Katar ve Sudi Arabistan’da aklamaya çalıştığınız paralarla, bu ülkeyi kan gölüne çevirenler. 
Esad’ı devirip Emevi Camii’nde namaz kılacakları günlerin hayalini kurarken, IŞİD’e İstanbul’un göbeğinde bayram namazı kıldıranlar. 
IŞİD hakkında soru soran gazetecilere suçlu muamelesi yapanlar. 
IŞİD’e sağlık servisi veren hastanelerinizi, gönüllü toplayan merkezlerinizi, silah taşıyan TIR’larınızı ve MİT’inizin günahlarını örtbas etmek, gizlemek için her yola başvuranlar. Yaşamın her alanında bir karşıdevrim gerçekleştirerek, 
Cumhuriyet ilkelerinden intikam almaya çalışarak, dini çıkarlarınıza alet ederek bu güzelim ülkeyi cehenneme çevirenler... Ve bunların şakşakçıları, işbirlikçileri. 
Sizlere, “Cehennem ateşinde cayır cayır yanasınız” diye beddua etmiyorum. 
Tam aksine. Kılınıza halel gelmesin istiyorum. Gelmesin ki, hesap vereceğiniz güne hepimiz tanıklık edelim.
***
Kınamak, lanetlemek, “ortak akıl”, “ortak deklarasyon” lafları, “terör nereden gelirse gelsin” edebiyatı yetmez! Kesin bu palavraları! 
Günahlarınız bağışlanacak gibi değil ama hâlâ bir vicdan kırıntısına sahipseniz şunları deneyebilirsiniz: 
Şu andan başlayarak, ülkede okuldan çok açtığınız camilerin her birinden din adına cinayet işlemenin, katliam yapmanın günah olduğunu günde beş kez haykırtabilirsiniz. 
İmamlar, namaza ve duaya çağrıyı IŞİD’i lanetlemekle başlayabilir ve bitirebilir! 
Tüm imam hatip okullarında din adına canlı bomba olmanın, öteki dünyada daha çok huri, cennete kesin geçiş sağlamadığını öğretebilirsiniz. 
Başörtüsü özgürlüğü için seferber edilen kitleleri, IŞİD’e tepki olarak harekete geçirebilirsiniz! 
En azından çocuğunu henüz IŞİD’e kaptırmamış ailelere borçlusunuz bunu. 
Ama yapmazsınız! Saltanatınızı riske atmaya dayanamazsınız!
***
Kaosla, terörle erken seçim ya da yeniden seçim hayali kuranlar... Vazgeçin! 
Değmez! Bu ölümlü dünyada iktidar uğruna bunca acı değmez! Daha çok kan dökülmesin! Daha çok bedel ödenmesin! 
7 Haziran’ın ertesi günü bu ülkenin cumhurbaşkanı, yeni hükümetin kurulması için görev vermeliydi. Olmadı. Bir aydan çok zaman kaybettik. 
Gaflet, dalalet, hırs sürdükçe, yeni katliamlara gebe bir ülke artık burası. Şimdi her zamankinden daha çok “normalleşmeye” gereksinimimiz var. 
Çoğulcu ve demokratik bir düzene, “ben dedim oldu” değil, alternatif üreten güçlü bir koalisyona gereksinim var! 
Bir an önce kurun şu koalisyonu!

ZEYNEP ORAL
Cumhuriyet

12 Temmuz 2015 Pazar

Bir Ömer Şerif geldi geçti-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Ömer Şerif’i en son 2003 Venedik Film Festivali filmlerinden olan “Mösyö İbrahim ve Kuran’ın Çiçekleri”nde izledim. 
Şerif’in uluslararası ilgi yaratan son filmi bu oldu. 
Efsane aktör izleyicilerin karşısına, ’50’ler Parisi’nin adları bile birer rüyayı -“Rue Bleue, Rue Paradis”- andıran ufak sokaklarında bir bakkal dükkânını işleten “Mösyö İbrahim” kimliğiyle çıkmıştı. 
Ununu elemiş, eleğini asmış; kendi halinde ama karizmatik bir yaşlı bilgeyi canlandırıyordu. 
Anadolu’dan İran’a dek uzanan topraklardan… Haliç’ten geliyorum ben!” sözleriyle kendisini tanıtan İbrahim, filmde Momo lakabını taktığı 15 yaşında kimsesiz bir Yahudi çocuğu evlat ediniyor ve derken onu kökleriyle buluşturmak için İstanbul’a getiriyordu. 
Asıl adı “Musa” olan “Momo”ya; İstanbul camilerini, kiliselerini, sinagoglarını gezdiriyor: bu toprakların zengin kültürel geçişkenliğini göz önüne seriyordu.

Bir “sufi” olan İbrahim yaşamda önemli olan “değerlerin” gerçekte “Müslüman” ya da “Yahudi” etiketleri ile sınıflandırılamayacağını vurguluyor; “Momo”ya Mevlanaöğretilerini tekrarlıyordu. 
Dostluğu, insanlığı, sevgiyi ve dini bağnazlığın her çeşidine karşı duran bir hikâyeyi perdeye taşıyan “Mösyö İbrahim”, masalsı küçük bir film olmasına karşın “11 Eylülsonrasının” “uygarlık çatışması” ikliminde çok geniş ilgi çekmiş ve beğenilmişti…
‘Çokkültürlü’ İskenderiye’den... 
Görmüş geçirmiş “Türk bakkal” haliyle Türkçe de konuşuyordu. 
Filmi izlerken o konuşmaların montaj olabileceğini düşünmüştüm. 
Meğerse “Türkçe”, Ömer Şerif’in bildiği dillerden (Arapça, İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Türkçe, Rumca) biriymiş… Öldükten sonra şimdi anlıyorum ki “Mösyö İbrahim”, bir anlamda Ömer Şerif’in kendisiymiş. 
Şerif, her şeyden önce Doğu’nun, “İstanbul” gibi, en “çokkültürlü dünya kentlerinden” biri olan İskenderiye’de, Lübnan ve Suriye asıllı Hıristiyan bir ana-babadan doğmuş… 
Sinema dünyasına adım attığı yıllarda Müslüman bir Mısırlı yıldızla sevişerek, sevdiği kadın için dinini değiştirip “Müslüman”lığı almış. 
Böyle çok iç içe geçmiş kültürler ve uygarlıklar içinde yaşamış ve yoğrulmuş biri Ömer Şerif. 
Arap-Müslüman dünyasının “ilk” Hollywood efsanesi ve uluslararası çaptaki aktörü olması bu sebeple rastlantı değil. 
Yalnız kültürleri değil; kadınları, kumarı ve şöhreti de dibine dek tanımış ve yaşamış biri o. Hayatı roman gibi. 
Kumar masalarında örneğin çok büyük servetler bırakmış…
Hatırı için dinini değiştirdiği kadını, terk edip gittikten sonra bir daha hiç evlenmemiş ve bir evi bile olmamış, hep otel odalarında yalnız yaşamış. 
Her an her şeyi bırakıp gidebilecek kertede birkaç valize sığdırdığı eşyalarla Paris, Kahire otellerini kendisine mesken edinmiş. 
Ömer Şerif’in belleklerde iz bırakan o çok derin ve melankolik bakışlarının ardında işte bu ölçüde inişli çıkışlı bir yaşamın öyküsü var.

‘Hayat hatırlandığı kadar var’ 
Bunca şey yaşayan bir insan sonra bunların hepsini nasıl unutur? 
Jivago’nun ilah denli yakışıklı “Yuri”sinin, “Alzheimer” olduğunu bundan birkaç ay önce duyduğumda ilk aklıma gelen düşünce bu oldu; aynı illeti yaşayan Gabriel Garcia Marquez’i hatırladım. 
Tıpkı Marquez gibi Ömer Şerif de… son döneminde artık yoldan geçenlerin neden durduk yerde kendisine selam verdiklerini anlamlandıramıyormuş. 
Hayat insanın yaşadığı değildir. Aslolan insanın hatırladığıdır!” diyen büyük romancı gibi sonuçta Şerif de her şeyi tümüyle sildiği noktada şalteri indirdi. Toprağı bol olsun!

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet