29 Eylül 2013 Pazar

'Çılgın Türk' de gitti - HİKMET ÇETİNKAYA

Sözcükler büyüyor dudaklarında, toprak kış uykusuna yatmaya hazırlanıyor...
Bir takvim yaprağı daha düşüyor!
Gözlerin büyüyor ansızın, Cumartesi Anneleri toplanıyor, kayıp çocuklar, umutlar, hüzünler, zamana yenik düşen gençler.
Sevdalı bir kuş ötüyor dağların denize inen yamaçlarında.
Kumun, toprağın, ağaçların arasında...
Bir çocuğu vatan haini olarak gören bir düşünce, güz sancısı gibi tüm bedenini kuşatırken, 13 yaşında Ali’nin başına gelenler hiçbirimizi pek ilgilendirmiyor.
Kin ve nefret tohumları yeşeriyor çiçekler yerine toprakta.
İntikam dalgası bir deniz gibi kabarıyor...
Yalnızlık kapını çalıyor...
Oysa gökyüzü çözülüyor, gün maviyle uyanmaya hazırlanıyor.
Sabaha karşı yapılan baskınlar, o çocuklargençler alıp götürülüyor.
Birbirimizi yok etmek, ekmeğiyle oynamak, hor görmek, aşağılamak nedir söyler misiniz?
Bu sevgisizlik, düşmanlık!
Ne anlama geliyor bunlar?
Asit kuyularından toplanan insan kemikleri, o 90’lı yıllar, öldürülen gazeteciler, aydınlar, işadamları...
Devlet içindeki o örgütlü silahlı güç!
Kim nerede duruyor ya da saklanıyor!..
Dinindilininancın ne olursa olsun niçin topraktan fışkırıp patlamıyorsevda tomurcukları?
Hangi kültür, hangi özgürlük, hangi demokrasi bunun adı!
Düşünüyorum uzun uzun ama yanıtını veremiyorum...
***
Cuma günü öğle saatlerinde o kocaman yürekli, coşkulu insan Tuncel Kurtiz’in ölüm haberi...
Ve dün yine öğle saatlerinde Turgut Özakman’ı yitirdiğimizin haberi...
Sonbahar acımasız, vuruyor güzel insanlara!
Ölüm kapıyı çalıyor ansızın!
Ne kimliğin kalıyor, ne dilin, dinin, inancın ve sınıfın.
13 yaşındaki vatan haini çocuğu düşünürken, güneşin ısıttığı bir güz bahçesinde köklerin arasında yıkanıyor kan.
Özakman’ı en son Adana’da TÜYAP Kitap Fuarı’nda görmüş, bir akşam uzun uzun sohbet etmiştik...
Şu Çılgın Türkler”di konumuz...
Kurtuluş Savaşı destanı, Mustafa Kemal ve arkadaşları...
Kitabın bir milyonu aşan baskısı...
Özakman’ın o mütevazı havası, sevecenliği.
O bir tiyatro yazarıydı.
Lise yıllarında, Özakman’ın yazdığı “Güneşte On Kişi” oyununu okulun tiyatro kolu olarak velilere oynamıştık...
O gece anlatınca, çocuklar gibi sevinmişti.
Zamanın akışında engin sulara yönelmiştik...
Hiç kimse ölümü düşünmez.
Ölüm ansızın gelir, bir kırlangıç gibi beyaz yalnızlıklara götürür insanı.
Belki o yüzden hüznün ve acının bahçesi vardı...
Her düşen takvim yaprağı hayatla ölümü birbiriyle karıştırır...
Bir şiirin dizeleri, çiçeklenmiş bir dünyanın sevecenliğini yansıtır acıyla karışık:
Bilsin ki benim yüreğimdir içli dışlı atan
Bu açılan ocağının acımtırak gülleridir
Ufukları şiire benzer güzelliğiyle donanan
Ay ışığı vurdu mu odanın içine, güneş camları parlattı mı, belki aklınıza 13yaşındaki çocuk da gelir zindanda çürüyen...
Vatan hainliği, demokrasi paketi, palalı vahşeti, asit kuyuları...
Cinayet şebekeleri...
***
İlkçağların anıları nasıl yok olduysa 2000’li yılların anıları da yok olacak...
Bir “Çılgın Türk” daha bir yıldız gibi kayıp gitti ışık saçarak...
Aydınlanmanın o güleç yüzü, bir yurtsever, yazar, çakıl taşları toplayarak, gençlere güvencini hiç yitirmeden “haydi vakit tamam” dedi gülümseyerek...
Bir takvim yaprağı daha düştü...
Bana da Cahit Külebi’nin şu dizelerini yazmak kaldı:
Bu gece, bu gece
Uykusuzum, kederliyim, deliyim.
Yüzünde uzak sevgilerin derin aydınlığı, 
Durmayalım şehir şehir, yıldız yıldız karanlıkta
Bu gece ölmemeliyim.”
Hikmet Çetinkaya
29 Eylül 2013 - Cumhuriyet

Laiklikte Büyük Kırılma-Orhan Bursalı

Hayır öyle az buz değil, bayağı bir kırılma söz konusu. 11 yıldır tartışma nasıl başladı, hangi aşamalardan geçti anımsayan var mı? Sizi kastetmiyorum, tabii ki unutmadınız! Yani laiklik üzerine tartışmaları... Yeni rejimin, yeni liderin hayranı, ayran, para pul, unvan, ekran köşe budalası yarım okumuş takım, laikliği önemseyenlere koro halinde “laikçiler” diye saldırıyordu...
Tabii burada kilit nokta, kim saldırttı ve ne adına hangi amaçla... Bunu da biliyorsunuz...
Neymiş, önemli olan liberalizm, liberal demokrasi, birey hakları imiş. Laikliği toplum, ülke yönetiminin, rejimin merkezine oturtursanız, demokrasi, liberalizm, birey ve hakları ortadan kalkar ve önemsenmezmiş. Katı laik tutum yani laikçilik diktatörlükmüş. Laikçilik esas Kemalist diktatörlüğün de temeliymiş. Laikçilik de Kemalist ideoloji de yıkılıp giderse demokrasi gelirmiş.
Şüphesiz bu “rejim tartışması” türban üzerinden başarıyla yapıldı ve bugün geldiğimiz nokta, yelkenlerini durmadan bir din devleti, ülkesi ve rejimi için dolduran bir iktidar yapılanmasıdır. Siyasal İslami yönetim, artık böyle bir ülke için, ilköğretimden itibaren insan yetiştiriyor. Laikliği fiili uygulamada devlet ve yönetim dışı bırakıyor. 
***

Cumhuriyet’in dünkü manşeti, Diyanet’ten 5 bine yakın din görevlisinin devlete, öğretmenliğe yatay geçişini anlatıyordu. Son öğretmen atamalarında da temel bilimsel alanlarda o kadar öğretmen açığı varken ve hepsi atama beklerken 3 bin kadar kadronun neredeyse tamamı din öğretmenliği için kullanıldı. Dozu ve şiddeti neredeyse her gün artırıyor.
Başbakan durmadan tekrarlıyor: İslami bir gençlik yetiştireceğiz. Eğitimde yapılan neredeyse tüm değişikliklerin amacı bu. Yurttaşların çocuklarını nasıl yetiştireceği meselesini hakkını, hukukunu, iradesini devralan ve buna karar veren bir devlet, ne laik bir devlet ve hükümet olabilir ne de seküler bir toplum istemektedir.
Yaklaşık tanımı veya özü, dinin devlet ve siyaset işlerinden ayrılması demek olan laiklik, bu iktidarın parça parça yok ettiği bir ilke olmuştur. Başbakanlık makamında oturan bir yetkilinin, hem okul yönetimini hem aileleri seçmeli derslerde din derslerini seçmeleri konusunda uyarmaya zerre kadar hakkı yoktur ve bu tutumuyla anayasayı çiğnemektedir. Öyle ki din derslerini aktif olarak öğrencilere tavsiye etmedikleri gerekçesiyle öğretmenler hakkında soruşturma bile açılabilmekte. Bu kadar ayan beyan ve bu kadar utanmazca bir uygulama!
Laiklikte devlet okullarında sadece bilimsel bilgilere dayalı bir eğitim verebilir. Ama iktidar 4+4+4 eğitim yasasıyla, dini ölçek ve boyutuyla İslamileşmeyi yurttaşlara dayatıyor.
İktidar, dahası yerel yönetimler marifetiyle de toplumda seküler hayatın mezarını kazıyor, örneğin ramazanda Anadolu’da yemek yiyemeyen ve sürekli toplumsal dini bir baskı altında yaşadığını hisseden bir yurttaş, nasıl bir toplumda yaşıyor? Bir arada yaşama hoşgörüsünün temelleri dinamitleniyor. Özellikle Alevilere yapılan budur ve tam anlamıyla bir Sünni diktası hüküm sürüyor, ülke hem dinsel hem de mezhepsel parçalanıyor... İktidar Diyanet’i de fiilen toplumu İslamileştirmenin aracı olarak kullanıyor.
Bu iktidar, eğitim ve yönetim konusunda attığı her adımda “dini, İslami bir ölçü, ölçek, ilke, temel” ve kendine parasal bir fayda gözetiyor.
Toplumun çok farklı parçalarını bir arada tutan ve tutacak olan seküler toplum ve laik yönetim, büyük ölçüde sakatlanmıştır ve Türkiye’yi bir arada tutan bağlar baltalarla kesilmektedir.
***

Laikçilik diye bir şey yok. Laiklik ya vardır ya yoktur; laiklik kılık kıyafet tartışması değildir; ne yazık ki koskoca bir düşünce sistemi, demokrasi, kılık kıyafete indirgenmiş ve sonuçta bir tek adamın İslami diktatörlük sistemi inşa edilmiştir.
Laikçi diye sisteme saldıranların hepsi, İslamı bir güç ve yönetim aracı olarak bol bol kullanan bir diktatörlüğün temellerini inşa için kullanılan basit birer tuğlalardır.

Gizli Tanıdık

Sevgili İlhan Taşcı tam da yukarıda anlattığım sistemin hukuk ve yargı aracıyla nasıl kurulduğunu ve işlediğini anlatan kitabı yazdı: Gizli Tanıdık! İlhan, kim bu gizli tanıklar, ne anlatıyorlar, diye soruyor ve yanıtını veriyor. İlhan’ın sergiledikleri bir hukuk ve yargı faciasıdır. Ancak keyfi bir yönetimde, bir diktatörlükte görülebilecek nitelikte olaylardır. Savcıların ve polisin kullandığı ve normal koşullarda hiçbirinin mahkeme olarak kabul edilemeyeceği “mahkeme”lerin de mahkûmiyet kararlarını dayandırdıkları“gizli tanıklar” yargının nasıl katledildiğinin yaşayan delilleridir!
İlhan’ın anlattıkları, bir diktatörlüğün, hukuku, yargıyı, insanları mahkûm etmek için sadece bir bahane olarak kullandığının resmi geçididir.
O kadar yani..
İktidar, İslami ve tek adam diktatörlüğünü, önemli ölçüde de yasalarla meşru temelde yargı eliyle yürütüyor. Yargı, iktidarın bir numaralı dönüştürme aracıdır. Silivri’de Ergenekon ve Balyoz davalarından mahkûm olan bütün masumlar da bu aracın kurbanları..
“Gizli Tanıdık” için İlhan’a koskoca bir teşekkür. Kitap sizleri bekliyor.

Orhan Bursalı
29 Eylül 2013 - Cumhuriyet

Sarıkamış'ın Kurtuluşu ve Kâzım Karabekir Paşa-Oktay Ekinci

Bugün Sarıkamış’ın 1920’de Rus Çarlığı işgalinden kurtuluşunun 93’üncü yıldönümü. Kars’ın kayak turizmiyle ün yapmış çam ormanlarıyla kaplı ilçesinde tarih yeniden yaşanıyor…
1914-15 kışında Allahuekber Dağları’ndaki dondurucu soğuğa “terk edilen”90 bin Mehmetçiğimiz donarak şehit oldular. Uzun yıllar arşivlerde kalan bu büyük dramın peşine düşen Sarıkamışlı kalp cerrahımız Dr. Bingür Sönmez’e, geçmişin fark edilmesini(!) sağladığı için ulusça şükran borçluyuz.
Dramın şoku sürerken Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki ordumuzun işgalcileri bölgeden tümüyle kovduğu “Sarıkamış harekâtı” ise Atatürk’ün deyişiyle “Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk askeri zaferi”dir.
Anadolu’nun batısında, emperyalizmin Yunanlıları kullanarak gerçekleştirdiği işgale karşı ulusal direniş örgütlenirken, doğusunda da Sarıkamış’ın ardından 30 Eylül’de Selim, Ekim’in 1’inde Kağızman, 22’sinde Digor, 30’unda Kars, 3 Kasım’da da Kızılçakçak (Akyaka), Arpaçay ve Susuz’un kurtuluşu Gürcistan’daki Batum ile Ermenistan’daki Gümrü bile Ruslardan geri alındı.
Bu büyük zaferin lideri Kâzım Karabekir, Osmanlı hükümetince Mustafa Kemal’i yakalamakla görevlendirilmesine rağmen, Ulu Önderimize “Ordumla birlikte emirlerinizi bekliyoruz” diyerek bağımsızlık savaşımızın “Şark Cephesi Komutanı” olmuştu.
gerçekleşti…
Tarihi antlaşmalar
Sarıkamış’ın kurtuluşuyla başlayan büyük yürüyüş, bölgede barışı sağlayan 3 Aralık 1920’deki Gümrü Antlaşması’na neden olmuş; hem bu antlaşmayı“TBMM Murahhası” sıfatıyla imzalayan; hem de 8 Ekim 1921’de sonlananKars Konferansı’na bu kez “Türkiye Baş Murahhası” olarak başkanlık yapan; aynı günlerde Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan’la bugünkü dost komşuluk ilkelerinin belirlendiği Kars Antlaşması’nı yine TBMM adına onaylayan Karabekir Paşa, savaş sırasında elde edilen silah ve cephaneyi Batı Cephesi’ne aktarmakla Ulusal Kurtuluşumuza çok yönlü katkılarda da bulunmuştu.
Bu süreçte Ermenistan’da yönetime gelen “Bolşevik”lerle birlikte 1917’dekiEkim Devrimi’yle Moskova’da iktidarı ele almış Sovyet hükümetinin Kurtuluş Savaşımıza dostça yaklaşmaya başlamaları, aynı tarihsel ilişkiler içinde Sarıkamış Zaferi’nin en önemli sonuçlarından birisidir.
Adı minnetle yaşatılıyor
Kurtuluş Savaşımızın zaferle sonuçlanması ve Doğu illerimiz ile komşu ülkeler arasındaki sınırların “anlaşarak” kesinleşmesi üzerine 21 Ekim 1923’te, yani Cumhuriyetin ilanından bir hafta önce Doğu Cephesi lağvedildi. Karabekir Paşa da 1’nci Ordu Müfettişliği’ne atanarak, İstiklal Madalyası ile ödüllendirildi.
Sarıkamış’taki bir askeri kışla ve iki lisenin adı “Kâzım Karabekir” adını taşırken, ilköğretim okullarından birinin adı da “29 Eylül”dür… Aynı minnet duygularıyla Kars’ta ve kimi diğer ilçelerinde de en güzel caddeler ile birçok okula kurtuluş günü tarihleri ve kumandanımızın ismi verilmiştir.
Sarıkamışlıların 29 Eylül bayramlarını kutlarken, Karabekir Paşamızı da saygıyla anıyoruz.
Oktay Ekinci
29 Eylül 2013 - Cumhuriyet

28 Eylül 2013 Cumartesi

New York'ta Gül'den 'Gezi Takıyyesi'…- Nilgün Cerrahoğlu.

Gül, BM Genel Kurulu’nun açılışı için gittiği ABD’de finans temsilcileriyle bir araya gelmiş, yöneltilen “Gezi” soruları karşısında, “olayların başlangıcı ile gurur duyduğunu” söylemiş.
Ancak Gül’ün bu yanıtı daha sonra Cumhurbaşkanı’nın resmi internet sayfasında sansürlenmiş!
Nereden baksanız skandal!
Ruhani’nin New York’taki “holokost” demecinin, Tahran’da sansürlenerek yalanlanması gibi tıpkı….
Yakından izlemeyenler için hatırlatalım..
New York’ta BM Genel Kurulu’nda estirdiği açılım rüzgârıyla biliyorsunuz günlerdir haber olan İran Devlet Başkanı Hasan Ruhani; CNN’in ünlü gazetecisi Christian Amanpour’a bu vesileyle bir söyleşi verdi.
Söyleşisinde, selefinden farklı olarak, İran Cumhurbaşkanı; “Yahudi soykırımını” kabullendi, soykırımın insanlığa karşı suç olduğunu söyledi…
Komşu ülkede 7.4 şiddetinde bir sarsıntı yaratan bu açıklama, Tahran’dan jet hızıyla sansürlenerek “tercüme hatası” falan denerek düzeltildi...
Neticede yarı resmi Fars haber ajansı, Ruhani’nin bu ifadeyi “hiç kullanmamış olduğunu” söyledi.
Böylece milyonların izlediği bir söyleşide sarf edilen kritik önemdeki bu sözler,“söylenmemiş” sayıldı…
İçeride başka, dışarıda başka kullanılan iki farklı dil…
Biri, dünya sahnesinin izleyicileri için devreye sokuluyor...
Diğeri, içerinin “kapalı devre siyaset şartları” için kullanılıyor.
Böyle dışı başka, içi başka kullanılan dile; bulunduğumuz coğrafyada“takıyye” adı veriliyor. 
‘New York’un problemleri gibi!’
Tahran’ın işte tam bu “holokost takıyyesi” manevrası konuşulurken; Gül’ün resmi sitesinden de bir “Gezi takıyyesi” geldi…
Dışarıda rahatlıkla konuşan TC Devlet Başkanı, İran Cumhurbaşkanı gibi tıpkı; “içeride” sansürlendi.
Gül’ün ifadelerini kim sansürledi?
Bizzat cumhurbaşkanının iradesi ve bilgisi dahilinde mi, bu değişik söylemler gündeme geldi?
Yoksa gizemli bir el mi devreye girdi?
Bu soruların yanıtlarını bilmiyorum.
Bildiğim bir şey varsa o da bu “içi-dışı farklı siyaset söylemlerinin”, ancak bizimki gibi şark ülkelerinde geçer akçe sayılıp; kabul gördüğüdür.
Oysa Cumhurbaşkanı New York’ta bizi “gelişmiş Batı demokrasileriyle”karşılaştırıyor…
“Ben bir açıdan bu olayların başlangıcı ile ilgili açıkçası gurur da duyarım, şundan dolayı” diyor Gül:
“Türkiye’yi bilenler tanıyanlar, 10-15 yıl önce Türkiye hangi gündemler ile dünya kamuoyuna gelirdi veya Türkiye’nin problemleri neydi, bugün ise Türkiye’nin problemleri nedir diye baksınlar? İstanbul’daki olayların başlangıcı aynı Washington’da, Londra’da, New York’ta olduğu gibi çevre bilinci, şehrin yapılmasıyla ilgili, buraya bu bina yakışır yakışmaz kaygıları ile ortaya çıkan bir olay. Bu tip problemler başta demokratik ülkelerin, gelişmiş ülkelerin problemleri. Türkiye’nin problemleri buna benzer problemler haline geldi. Önce bunun bilinmesini isterim. Türkiye’nin problemleri, bu gösteriler.. çok büyük antidemokratik uygulamalar veyahut da diktatörlükle, otoriterlikle ilgili değil. New York’ta da Washington’da da göreceğiniz benzer sebeplerle başlayan olaylar. Önce bunu bilmenizi isterim. O bakımdan da demek ki Türkiye’yi nereden nereye getirmişiz diye övünürüm. Dolayısıyla işin bu safhası ile ilgili zaten mesajları aldığımızı ilk gün söyledik. Hükümet de söyledi ve o doğrultuda zaten planlarını, projelerini revize etti.”
Pes!
Âlemi kör ve sersem sanmak
Sayın Gül, karşısında konuştuğu insanların bırakın ülkemizi günü gününe izlemeyi; iyi birer gazete okuyucusu olduklarını bile hesaba katmıyor…
Dünya basınında Gezi ile ilgili tüm haberlerin altına -bizzat kendisinin “gurur duyduğunu” söylediği ilk aşamadan itibaren- İran ve Çin’den daha çok gazetecinin hapiste olduğu notunun düşüldüğünü…
Bu nedenlerle “Türk modelinin iflas ettiği” bilgisinin verildiğini…
Model olmak bir yana, Türkiye’nin uzun zamandır “korku cumhuriyeti” haline geldiği.. eklemesinin yapıldığını unutuyor.
Gezi olaylarını ekrana getirmeye cesaret edemeyen TV kanallarının“penguen belgeseli gösterdiğinin”, yedi düvelce kayda geçildiğini...
Gezi’yi izleyen gazetecilerin işlerini yitirdiğini ve doğrudan okkanın altına gittiğinin bilindiğini...
Gezi’yi haber yapan gazete, internet sitelerine soruşturma açıldığının not edildiğini…
Gezi’yi destekleyen sanatçıların dahi “bertaraf edilme” noktasına gelindiğinin izlendiğini…
Gezi’yi destekleyen herkesin “kriminazalize edildiğini”, sosyal medyaya “baş belası” diyerek cephe açıldığını…
Yaşamlarını yitiren protestocular olduğunu…
Türkiye’ye dışarıdan bakanlar görmüyor mu?
Herkesi kör, âlemi sersem sanmak pahasına; “Türkiye’nin problemlerinin Ortadoğu’nun insan hakları sorunlarıyla ilgisi yok. Bizim sıkıntılarımız, (AKP hükümetlerinin sayesinde!) artık gelişmiş ülkelerin sıkıntılarına benziyor. Olaylar Washington, Londra, New York’tan farksız nedenlerle patlak verdi. Bununla gurur duyarım. Polis de New York polisi ne yaparsa onu yaptı!”demek çok yazık ki tam “şarklılığın” gerektirdiği türden bir “takıyye” oluyor.
Gül umarım kendi takıyyesine inanmıyordur!
Nilgün Cerrahoğlu

28 Eylül 2013 - Cumhuriyet

25 Eylül 2013 Çarşamba

'Diren Bozcaada' - Oktay Ekinci



“Bozcaada” denince akla ne gelir?.. Bilenlerin “sükûnet-bağlar ve şarap”dediğini duyar gibiyim.
O halde adı “koruma” olan bir planın öncelikle bu değerleri gözetmesi gerekmez mi?
Ne var ki “tümü 3. derece sit” olan adaya dayatılan yeni plan eğer hayata geçerse, ne o dinginlik kalacak, ne bağlar, ne de kimliğini tamamlayan geleneksel Ege evleriyle bezeli yerleşim dokusu…
Çanakkale’nin ilçesi konumundaki adamız, denebilir ki “yaşamsal” bir tartışmayla kışa hazırlanıyor. Ada sevdalıları, imar yerine adeta “imha”yı öngören “sözde koruma” planını durdurabilmek için Bozcaada Forumu’nu oluşturdu.
Kış aylarında 2 bin, yazın 5 bin nüfusu barındıran 40 bin m2’lik adayı“betonlaşma”ktan kurtarmak için 10 bini aşkın imza toplanmasını sağlayan katılımcılar özetle diyorlar ki: “Bozcaada’ya dokunmayın, bırakın Bozcaada olarak kalsın..”
Forumdaki ‘Gezi ruhu’
Forum, sadece imar planını sorgulamak için değil, kanalizasyon vb. altyapı sorunlarına da çözüm bulmak üzere, aydınlar, uzmanlar ve bilinçli sakinlerin katılımıyla kurulmuş.
Gazeteci Haluk Şahin izlenimlerini şöyle yazıyor: “Bozcaadalılar adaya sahip çıkıyor. Bozcaada butik bir bağcılık, şarapçılık, kültür adası kalsın şeklindeki ifadelere yer verilen forumda yeni imar planını bilmek ve kötü sürprizlerle karşılaşmamak istiyor... Gezi ruhu budur, yaşadığın yere sahip çıkmak.”Bir diğer duyarlı gazeteci Ferai Tınç da Şehir Plancıları Odası BursaŞubesi’nin planla ilgili eleştirilerine dikkat çekerek diyor ki: “Bu düpedüz Bozcaada’yı ‘Avşalaştırma’ planı… Kıyıdaki arsalara 300 m2, bağların ortasına 500m2 inşaat izinleri; minicik adaya 18 metre eninde yollar TOKİ’den başka kimi memnun eder? Bozcaada, imar planını usulsüzlük ve pervasızlıkla biçimlendirmeye kalkanlara terk edilemez. 47 km2’lik adaya kruvazör limanı iş mi?”
Demokrasinin inkârı
Bozcada Forumu, işte bu planı durdurmak için her fırsatta toplanıyor. Prof. Dr. Mine İnceoğlu, konuk olduğu Açık Gazete’de “doğal yapıyı ve kimliği tamamen bozacak” dediği planın halka duyurulmadan kabul edilmesinin çağdaş ve demokratik şehircilikle nasıl çeliştiğini anlatmış... Oyuncu Cezmi Baskın’ın “Diren Bozcaada” çağrısı üzerine herkesin ortak fikri ise “Gezi Ruhu”nun adada da başarıya ulaşacağı...
Nitekim Açık Radyo’nun kurucusu Ömer Madra da “Gelecek şimdidir ey okur: Dünyanın her yerinden direniş haberleri geliyor artık, farkında mısın?”diye sorduğu “Mutluluk Rüyası Görmek” başlıklı yazısında bakın ne diyor:
“Bulgaristan’dan Brezilya’ya, Mısır’dan Meksika’ya… buralarda daYedikule’den Munzur’a, Uludağ’dan Bozcaada’ya, 3’üncü köprü’den 3’üncü havalimanına, on bin yıllık tarih üzerine inşa edilen barajlardan milyonlarca yıldır orada duran toprakların bağrını yararak kazılacak kanala… yani, bütün müştereklerimize eşzamanlı olarak yöneltilmiş topyekûn bir talan tasallutu ve buna başkaldıran kitlelerin direnişi...”
Bozcaada’yı izleyeceğiz. Gelişmeleri mutlu haberlerle paylaşmak umuduyla..
Oktay Ekinci
25 Eylül 2013 - Cumhuriyet

22 Eylül 2013 Pazar

'Cumhuriyet Gelinleri'- Oktay Ekinci.

Yarım yüzyılı geride bırakan Muğla-Devrim gazetesi sayesinde bu“devrimci” kentimizdeki etkinliklerden haberimiz oluyor.
Gazetenin emektar sahibi ve Başyazarı Ünal Türkeş’Güney Ege’de olan bitenleri anında izleyebildiğimiz internet yayınından ötürü de “sağ olasın”diyoruz...
Devrim’in 17 Ağustos manşeti dikkati çekmeyecek gibi değildi: “Cumhuriyet Gelinleri.” Kimlerdi bu gelinler; aynı isimdeki bir kitapta nasıl ve neden derlenmişlerdi? Hem haberi, hem de kitabın yazarı Ayten Taşpınar’ın açıklamalarını özetleyerek paylaşıyorum.
Park ‘Gezi’ Kokuyor
Belediyenin 11’inci kültür yayını olan kitap, Belediye Parkı’nda düzenlenen bir sergiyle tanıtılmış. Cumhuriyetimizin ilk 30 yıldaki Muğla gelinlerini, aileleri ve yaşam öyküleriyle tanıtan kitabın hazırlanmasına önderlik eden “Cumhuriyet Kadınları Derneği Muğla Şubesi” eski ve yeni başkanları Tülay Kayar ileJale Eren amaçlarının, “laik ve çağdaş bir toplumun doğmasında Muğla gelinlerinin payını ve katkılarını kanıtlamak” olduğunu söylüyorlar.
Belediye Başkanı Osman Gürün de çok önemsedikleri kitabı şöyle tanımlıyor:
“Cumhuriyet’ine, Atatürk devrimlerine sahip çıkan, bunu yaşam biçimi yapmış Muğlalıların siyah beyaz hikâyesi gibi..”
Ayten Taşpınar kitaptaki fotoğrafları veren ailelere de teşekkür ettiği konuşmasında demiş ki “Bugün Belediye Parkı, Taksim Gezisi gibi kokuyor.”
İşte böylesi bir heyecanı Muğlalılara yaşatan Taşpınar, 1967’den bu yana resim öğretmenliği yaptığı Muğla’ya, 1973’te Cumhuriyet’in 50 yılı anısına“Gazi Mustafa Kemal Atatürk” afiş tasarımını; 10 Kasım 2008’de“Gazetelerimizde Atatürk” sergisini armağan etmiş; hemen her yıl “çocuklar ve resim” çalışmalarını yürütmüş, sergilerini düzenlemiş…
Atatürkçülerin Anaları
Ankara ve İstanbul’daki sanat fuarlarına da katıldığı çalışmaları arasındaki“Cumhuriyet Gelinleri” için şunları söylüyor: “...adı ‘Muğla gelinleri’ olsaydı, sadece belgesel olurdu. Cumhuriyet gelinlerinde cumhuriyetimizin varlığı öne çıkıyor. Kadınlarımızın aydınlığa doğru değişimi var. Esas olan da bu kazanımların farkına varmak, sahip olmak, korumak, sürdürmek ve yükseltmektir.”
Nitekim Cumhuriyet Kadınları Derneği Genel Başkanı Şenal Sarıhankitaptaki yazısında diyor ki; “Cumhuriyetin harcında eşit emeği olan kadınların eşitlik mücadelesinin en önemli kazanımlarından olan medeni nikâhla düğünleri yapılmış gelinler, Cumhuriyet tarihine not düşüyorlar.”
Bugünkü “halkçı ve devrimci Muğla”yı yaşatanların anaları, ninelerini olan gelinler hakkında Taşpınar şöyle devam ediyor: “Kitabımızdaki ‘fotoğraflarda yaşayan Cumhuriyet”in ilk kuşak gelinleri, Muğla ilinden, hatta köylerinden ileri gelen ailelerinden. Bugünkü kuşaklar ise onların çocukları, torunları...’
Kitabın her sayfası, eski fotoğrafların ve anıların yer aldığı bir afiş şeklinde... Fotoğrafların çoğu ise düğün-dernek ortamlarından. Bu nedenle giysilerin çağdaşlığından kadın-erkek birlikteliğine kadar cumhuriyetin kültür tarihini de izliyorsunuz.
Hem bunu belgeleyen Taşpınar’a, hem de toplumsal tarihimize kazandıran“cumhuriyet gelinleri”ne teşekkürlerimizle...
Oktay Ekinci.


22 Eylül 2013 - Cumhuriyet

Mal Bu, Malzeme Bu! - Mine Kırıkkanat.

Geçen cuma günkü Cumhuriyet’in 3. sayfa manşeti, Türkiye’de artık kanıksamış olmamız gereken, ama kanıksayamadığımız bir dehşet haberiydi:“Adana’da katliam”.
18 yaşında bir genç kız, hem kendinden 10 yaş büyük, hem de evli ve iki çocuk babası bilmem kime kaçmış, hamile kalmış. Eh, hiç hoş bir durum değil. Hangi baba olsa isyan eder. Uygar bir adamsa, kızını reddeder, ömür boyu konuşmaz, acısını içine gömer, hatta üzüntüden ölebilir. Uygar değilse, katliam yapar.
Bizim ellerdeki “erkek” ve “baba” figürü, geniş genelinde ikinci şıkka uygun olduğundan, bu genç kızın babası da geleneği bozmamış; hem kaçan kızını, hem kaçtığı adamı, üstüne komşusu ve komşunun oğlunu da öldürüp, kendisi de intihar etmiş.
Erkeğin, kadın vajinasını namus zulası olarak kullandığı bir toplumda, dehşet mehşet; ama Adana’daki katliam, gerekçesi anlaşılana kadar olağan kabul edilebilir. Olağandışılık, gerekçesinde:
Baba, kızını kaçtı diye değil, kaçtığı adam evli ve iki çocuklu diye de değil; kızına karşılık istediği 20 bin lira başlık parasının tamamı değil de 15 bini ödendi diye yapıyor katliamı. Derdi ne kızının, zaten ne de kendi namusu. Evladının satışından alacaklı olduğu 5 bin lira.
İster para, ister namus odaklı olsun, bu ülkede her gün, her gerekçeyle atılan dayaklara, işlenen cinayetlere, yapılan katliamlara; ekleyin cinsel içerikli suçları ve kafadan çok genital organların konuştuğu siyasal tartışmaları...
Memleket malı bu.
***

Bu malı, böyle biçimlendirmek için elbet özel bir malzeme ve özenli bir eğitim gerek. Onu da zaten sağlaması gereken kurum, Milli Eğitim Bakanlığı mebzul miktarda sağlıyor.
MEB, benim kulağımda şiir yankısından çok yabancı dilden çevrilmiş nesir etkisi bırakan devrik tümce yazarı Cahit Zarifoğlu’nun adına, salt İslamcı şair olduğu gerekçesiyle okul açıyor. Bakan Nabi Avcı, ikinci sınıf çocuklarına yazarın Afganistan’a Sovyet müdahalesi konulu “Ağaç Okul” şiir kitabını dağıtıyor:
“Uzak ülkelerden Müslüman çocuklar rica ederim savaşmaya gelin. Ablam gelinliğini çıkardı çeyizinden sargı yaptı mücahitlerin yaralarına. Siz de oradan rica ederim savaşmaya gelin. Harçlıklarınızı hiç olmazsa mermi alalım diye yollayın bize. Babam nişan yüzüğünü bile götürdü mermiler getirdi. Rica ederim, siz de oradan bir şey yapıp savaşmaya gelin.”
Böyle şiir düzenin, şair düzeni de şöyle oluyor:
“Adı Gülbeddin Hikmetyar, liderimiz bizim. Allah adıyla konuşur, Allah için savaşır en önde. Ona zor değil kafasını kırmak zalimlerin, daha çocukken başladı bu işe. Az yer, az uyur, örgütleyicidir, azimli gerçekçidir. Seviyoruz tüm ülke gibi biz küçük mücahitler de onu.”
***

Peki, Sovyet işgali olmayan Türkiye’de kime cihat açmalı, çocuklar? MEB, onun malzemesini de okullara “tavsiye ettiği” Ömer Asım Aksoy’un, açıklamaları özünden beter Atasözleri Sözlüğü’*yle tamamlıyor:
“Tarlayı düz al, kadını kız al.
On beşindeki kız ya erde gerek ya yerde.
Erkeğin şeytanı kadın.
Gelin olmayan kızın vebali amcasının oğluna.
Oğlan doğuran övünsün, kız doğuran dövünsün…”

Yukarda verdiğim mal ve malzeme örneklerine, ekleyin görüp yaşadıklarınızı, sonuç açık: Bireysel cinnetten toplumsal cinnete geçmeye çeyrek var.
Ve bizler, ülkenin bu mal ve bu malzemeyle karılan vahşi geleceğine inat; hâlâ uygar çocuklar yetiştirmeye çalışıyor, o güzel çocukların insanca bir yaşam sürmesi için çabalıyoruz.
Başarabilir miyiz?
Bilmiyorum.
*Odatv.com
G NOKTASI
Alman ordusunun 1915’ten 1945’e kadar kullandığı çelik miğferlere“Stahlhelm” denir ve çeşitli versiyonları vardır. Almanlar, Birinci Dünya Savaşı sırasında Türk askerleri için bu miğferlerin “namaz kılarken alnı secdeye değebilsin” diye siperliksiz olan M18 tipini üretmişler, ama sadece 1500 adedini müttefik Osmanlı ordusuna teslim edebilmişlerdir. Yenilince teslimi yasaklanan 5000 adet M18 (M harfinden Müslüman tipini anlayınız), 1919 yılındaki Berlin ve Münih ayaklanmalarını bastıran Freikorps birliklerine dağıtılmıştır.
Dünkü Yurt gazetesinin haberine göre, meğer TSK’nin 1976’dan beri kullandığı Amerikan miğferleri bizim askerlerin antropometrik kafa kalıbına uymuyor, dengesiz duruyor, öne düşüyor, baş ağrısı yapıyormuş. TSK, şimdi miğfer kalıplarını Türk antropometrik kafa ölçülerine göre yeniden düzenliyormuş.
Bence hiç zahmet etmesinler, NATO’ya bağlı bir ordunun kafasında “milli”miğfer zaten durmaz!
TSK, arasın tarasın, Almanya’nın Osmanlı’ya teslim edebildiği 1500 adet Müslüman tipi Stahlhelm’lerden birini bulup kalıbını çıkarsın. Çünkü çelik miğfer tasarımında hiçbir ordu, Almanların eline su dökemez.
2013 Türkiye’sindeki kafaların, gelişe gelişe 1918’deki kafaya eriştiği düşünülecek olursa, Yeni Osmanlı askerlerinin kafasına, zaten “alnı secdeye değecek” biçimde tasarlanan M18 miğferi cuk oturur. 

“Adem’den bu yana çok az sayıda iki ayaklı erkek adını hak etti.”
MARGUERITE YOURCENAR

Mine Kırıkkanat

22 Eylül 2013 - Cumhuriyet

15 Eylül 2013 Pazar

TV Kanallarında Ekonomi Programları- ÖZTİN AKGÜÇ

Hemen hemen her TV kanalının, farklı isimler altında da olsa ekonomi programı var. Rakamlar, grafikler, şekiller, sunucular; çoğu zaman programlara çağrılan akademisyenler, işadamları, borsacılar, bankacılar, uzman diye tanıtılan kişilerle de süsleniyor, çekici belki de etkili hale getirilmeye çalışılıyor.
Kişi böyle bir programı izlerken ne bekler? Gelişmeler hakkında bilgi edinmek, gelişmelerin nedenlerini öğrenmek, geleceğe ilişkin öngörüleri açıklamaları dinlemek, belki bu öngörüler, açıklamalar ışığı altında geleceğe dönük kararlar almak.
Bu tür programlar, kendilerinden beklenen işlevleri ne ölçüde yerine getiriyor? İzleyicilere yarar sağlıyor mu? Bu tür soruların yanıtları farklı olabilir.
Bilgi verirken ne öz ne ayrıntı, bu konuda sağlıklı bir ayırım yapılmalı, bazı rakamlar saklanır ya da geri plana itilirken detaya boğulunmamalıdır. Nesnel davranmama, yanlı tutum daha rakamlar verilmeye başlanırken bile gözlemlenmektedir. Bazı çevrelerin, hükümetin hoşuna gitmeyecek rakam ve bilgiler ya verilmemekte ya da üstünkörü geçiştirilmekte, buna karşın olumlu görülebilecek veriler, bilgiler vurgulanmakta hatta abartılmaktadır. Olumsuz bir veri ya da rakam geldiğinde, olumsuzluk geleceğe ilişkin iyimser bir yorumla dengelenmektedir.
Ekonomimizde BİST (Borsa İstanbul) çok önemli yer tutuyormuş gibi, borsadaki gelişmelere geniş yer ayrılıyor. Bakıyorum fiyatlar hakkında bilgi veriliyor, ancak işlem hacmine değinilmiyor ya da ayrıntılı bilgi verilmiyor. Borsadaki gelişmeleri, bir öncü gösterge olarak kabul eder ve kanıtlarsanız, bu bilgilerin geleceğe ilişkin tahminler açısından bir değeri olur. Ayrıca işlem hacmindeki gelişmelerle destekli bir fiyat hareketi analiz açısından anlamlıdır.
Ekonomide reel ilişkiler, bu bağlamdaki gelişmeler ışık tutucudur. Parasal gelişmeler, çoğu ekonomistin vurguladığı gibi bir peçedir. Bu peçeyi kaldırıp ardındaki gelişmeleri görmek, açıklamak gerekir.
Ekonomiyi bir bilim olarak kabul ediyorsanız, neden-sonuç ilişkisini, illiyet bağını kurmamız gerekir. Nedenleri irdelemeden, açıklamadan yalnız sonuçlar üzerinde durmak yeterli olmuyor. Kaldı ki sonuçlar da ancak nedenlerine göre değerlendirilebilir. Aynı sonuç nedenine göre başarı olarak görülebileceği gibi başarısız olarak da nitelendirilebilir.
Geleceğe ilişkin tahminler, öngörüler yapılırken bunların gerek nitel, sayısal gerek kuramsal dayanakları da verilmelidir. Ekonomideki olumsuz gidişin her açıdan görünür hale geldiği günümüzde, bazı çevrelere şirin gözükmek en azından istenmeyen kişi durumuna düşmemek ve karamsarlık boyutlarını dağıtmak için, bazı programlarda geleceğe ilişkin olumlu tahminler ortaya atılıyor. TL değer yitirirken, borsa düşerken, TCMB’nin rezerv kaybı büyürken, bilançolar bozulurken Türkiye büyüme açısından diğer ülkelerden ayrışıyor. Diğer gelişmekte olan ülkelerde büyüme hızı düşerken Türkiye’de büyüme hızlanacak imajı yaşatılmaya çalışılıyor. Niçin Türkiye ekonomisi bu yıl geçen yıllara göre daha hızlı büyüyecek?
Bunun nedenlerini üretim ve harcamalar açısından ortaya koymak, desteklemek gerekir. Özel tüketim harcamaları mı artacak? Özel kesim yatırım harcamaları mı hızlanacak? Kamu harcamaları mı genişleyecek? İhracat hızlı artarken, ithalat mı azalacak? Ne olacak da Türkiye ekonomisi 2013 yılında daha hızlı büyüyecek? Nedenlerinin açıklanması gerekiyor.
Diğer bir konu fiyat artış hızı... Fiyat artış hızının yılın son çeyreğinde durağanlaşacağı hatta düşeceği ileri sürülüyor. Niçin? Ulusal parasının değeri kısa sürede yüzde 15 azalmış, piyasa faiz oranı nerdeyse katlanmış böyle bir ekonomide fiyat artış hızı niçin yavaşlasın? Kaldı ki geçen yıl, yılın son iki ayında fiyat artış hızı sırasıyla yüzde 0.58 ve yüzde 0.38 gibi çok düşük düzeylerde kalmıştı. Bu yıl özellikle yılın son aylarında baz etkisinin de olumsuz olacağı kesin.
Bir ekonomi programının bilgi verme, açıklama, olaylar arasında ilişki kurma, geleceğe dönük sağlıklı öngörülerde bulunma açısından yararı olmalıdır. Programlara konuk olarak işadamları, akademisyenler, uzmanlar, yöneticiler katılıyor. TV’lerdeki diğer programlarda olduğu gibi, ekonomi programlarında da icazetli, onaylanmış konukların katılımcıların seçildiği izlenimi ediniliyor. İcazetli, onaylı olmayan katılımcıların, konukların bir bölümü de TV kanalının genel eğilimine ters düşmemeye, programı yöneteni zor durumda bırakmamaya özen gösteriyor. Sonunda ortaya, gerekli niteliklerden yoksun programlar çıkıyor.
Öztin Akgüç.

15 Eylül 2013 - Cumhuriyet

Putin ve Rusya'dan Sevgilerle-Nilgün Cerrahoğlu

Putin’in ‘Rusya Irak savaşındaki Rusya değil aman ha…’ tutumunu çeşitli meclislerde söylediğim zaman kaba tabir ile tiye alınmıştım” diye yazıyor Ankara’dan Yeşin A. isimli okurum; “Bugün (Putin’den Obama’ya Balans Ayarı) yazınızı okudum. Elinize, aklınıza sağlık diyorum da başka bir şey demiyorum.”
Okuruyla-yazarıyla bizler; Rusya’nın Irak savaşındaki Rusya olmadığını fark ediyoruz da; neo-Osmanlıcılık hayallerinin peşine düşerek havalanan Ankara bunu hiç fark etmiyor…
Üç gün öncesinde bile Rusya’nın sunduğu “savaşsız çözüm” önerisine burun kıvıran, “savaşsız çözüm cinayettir” anlamına gelen tespitlerde bulunan, bunun Suriye’deki ölümleri artıracağını iddia eden, ha desen Suriye’ye tek başına girmeye hevesli görünen Davutoğlu sonunda hidayete erdi! 
Ankara hiç savaş istememiş!
Baktım dün Kanada Dışişleri Bakanı John Baird’le görüşmesi ardından düzenlediği basın toplantısında, ayakları yere değmiş; “Biz savaş istemiyoruz!” diye konuşuyor.
“Bölgemizde hiçbir müdahaleyi doğru bulmuyoruz” diyor.
Aa! Çevir kazı yanmasın!
O “şahin” Davutoğlu gitmiş ve yerine bir “güvercin” gelmiş.
Ankara’nın ayılıp neden sonra kendine gelmesi için, Rusya’nın arka arkaya Akdeniz’e savaş gemilerini indirmesi; Başbakan Erdoğan’ın bizzat katıldığı St. Petersburg zirvesinde Putin’in “savaşsız formül”ünü Obama’ya iletmesi yetmedi; Rus liderin dünyanın gözleri önünde bir de “New York Times” (NYT) sayfalarından ABD Başkanı’na ayar çekmesi gerekti.
Sözde ABD kamuoyuna hitaben yazılan mektup uluslararası camiaya duyuru niteliğinde...
“Rusya’dan Bir Tedbir Çağrısı” başlığıyla, aba altından hafifçe sopa gösteren başlıkla yayımlanan metin; açık bir uyarı değeri taşıyor.
“Biz Suriye hükümetine değil, uluslararası hukuka kol kanat geriyoruz”mesajıyla Putin; dünya düzeninin bekçiliğini bundan böyle salt ABD’ye bırakmayacaklarını çeşitli veçhelerle ima ediyor ve ABD “tek taraflılığına”meydan okuyor; Washington’a kısaca had bildiriyor!
Putin’in NYT mektubu ya da resmi ifadeyle “yorumu”, Suriye konusunun sınırlarının çok ötesine gidiyor. 
Konjonktür nasıl değişti?
Her şeyden önce sevgili okurumuzun hatırlattığı gibi “Putin, Rusya’nın Irak savaşındaki Rusya olmadığını” döne döne vurgulamış oluyor.
Irak savaşı döneminde “11 Eylül şartları” geçerliydi. Bugün o dünya yerinde yeller esiyor. Putin’in mektubunun bu arada 11 Eylül’ün 12. yıldönümüne de denk gelmesi, manidar sayılıyor.
Irak savaşı günlerinde Putin, dünya sahnesinde oldukça yeniydi. Moskova, 90’la damga basan Sovyet imparatorluğunun dağılma travmasından yeni çıkıyordu. İçerde “yasa ve düzen”, dışarda “Rusya’nın kaybedilen onurunu tekrar kazanmayı” vaat ederek iktidara gelen Putin’le Ruslar sil baştan özgüven yeniledi. Önemli bir enerji gücü haline gelen ve ekonomide yüksek büyüme hızları kaydeden Rusya’da bu yıllarda “emperyal güç iddiaları”tazelendi.
Kaybedenler Cameron, Erdoğan
Putin mektubuyla şimdi Rusların Akdeniz ve Ortadoğu jeopolitiğine geri dönüşlerine tanık oluyoruz.
Obama’nın Suriye politikasındaki zigzagları ve kararsızlıkları, Ruslara bu tarihi fırsatı altın tepsi içinde sunmuş oluyor.
Beyaz Saray’ın Suriye politikasındaki gelgitleri sonunda, İngiltere BaşbakanıCameron dahi son kertede gol yedi.
İngiliz parlamentosunda Suriye müdahalesi için yapılan oylamada beklenmedik şekilde vetolanarak iyot gibi ortada kaldı ve ağır yara aldı.
Merkez üssü Suriye olan 7.4 ölçeğinde, çok şiddetli bir jeostratejik deprem yaşanıyor özetle.
Bu depremde Londra ile beraber Ankara da çok ağır hasar yaşayan merkezler arasında sıralanıyor.
Davutoğlu ve Erdoğan’ın “bölgesel hegemonya” iddiaları buhar olup uçarken TC Dışişleri Bakanı, düne dek yaptığı savaş çığırtkanlığını umulmadık bir U-dönüşüyle geri alarak, “Biz zaten hiç savaş istememiştik ki!” noktasına savruluyor.
Eh ne demişler? Başkasının gömleğiyle gerdeğe girilmez… 
İran’a da atıf var
Rusların strateji satrancındaki hamleleri, yalnız Suriye’yi içermiyor: Putin’in“Rusya’dan sevgilerle” yolladığı mektubunda İran’ın nükleer sorununun “çok taraflı çözümüne” de atıfta bulunuluyor.
Suriye’ye “ABD tarafından yapılacak bir olası saldırının” sakıncaları sıralanırken “İran’ın nükleer sorununun çok taraflı çabalarının çözümüne”çıkaracağı engellere de gönderme yapılıyor.
Başka deyişle Putin bu konuda da “tek taraflı ABD paradigmalarının” artık geçerli olmadığını ele güne bildiriyor.
Putin’in mektubu/makalesi, özetle çok ciddi bir paradigma değişikliği ve uluslararası sistemde yeni bir eşik.
Yeni Osmanlıcılık düşleri kuranlara geçmişler olsun!
Nilgün Cerrahoğlu.

15 Eylül 2013 - Cumhuriyet

Rantsal dönüşüm - Leyla Tavşanoğlu

Rantsal dönüşüm

Şehir planlama uzmanı Görgülü, planlamanın yerini kentsel dönüşüm aldığını söylüyor
Kentsel dönüşüm planlamanın yerine ikame edilmiştir. İstanbul planında ne üçüncü köprü, ne üçüncü havaalanı var. Çünkü Ankara’dan dayatılıyor.
Bu bir TOKİ yasasıdır. Yapılanlar insan haklarına, mülkiyet haklarına, anayasal ilkelere, her şeye aykırı.
LEYLA TAVŞANOĞLU

Şehir planlama uzmanı Prof. Zekai Görgülü, hepimizi ilgilendiren kentsel dönüşümün büyük sorun olduğuna dikkat çekiyor. Şehir planlarının yerini bugün kentsel dönüşümün aldığını vurguluyor. Büyükşehir belediyelerinin artık en düzgün planları yapsalar da siyasi kararların Ankara’nın iki dudağının arasında olduğunun altını çiziyor. Kentsel dönüşüm denilen olgunun insan hakları, mülk edinme hakkı ve anayasaya aykırı olduğunu önemle belirtiyor.

- Kentsel dönüşüm depreme dayanıklı kentleşme gerekçesiyle ortaya çıktı. Ancak daha sonra özellikle yüksek rant sağlanan projelere öncelik verildiği görüldü. Bu çelişkiyi nasıl karşılıyorsunuz?
Z.G.- Kentsel dönüşüme kavram olarak baktığınızda kentsel mekânın yeniden üretim süreci gibi değerlendirilen bir kavram ya da olgu olduğunu görüyorsunuz. Kentsel dönüşüm her zaman olduğu gibi Batılı ülkelerde ortaya çıktı. İngilizcesi “urban transformation”. Ama literatürde bu kavrama çok rastlamazsınız. Çünkü daha çok bunu oluşturan alt başlıklar vardır. Batı’da sanayi devriminden sonra kentler ciddi nüfus hareketleriyle karşı karşıya kalıyorlar ama bunu çabuk aşabiliyorlar. Sonrasında da bu kentler durağan nüfus yapılarına ulaşıyorlar. 

- Peki, Batı’da kentsel dönüşüm daha çok kentlerin nerelerinde uygulandı?
Z.G.- Daha çok çöküntü dediğimiz eski merkez alanlarında. Oralarda konut alanları da vardı. Böyle alanlar bizde de var. Daha çok terk edilmiş eski sanayi, liman, üretim, depolama alanlarında kentsel dönüşüme başladılar. Küreselleşmeyle birlikte giderek sanayisizleşmeyle boşalan bu tür alanlarda böyle bir modeli yürürlüğe soktular. Ama bunu yaparken küreselleşmenin getirdiği birtakım anlayışlarla hareket ettiler. Örneğin sürdürülebilirlik, katılım gibi tüm toplum kesimlerinin ortak kararları ve mutlaka kent planına dayanarak kentsel dönüşüm projelerini gündeme getirdiler.
Başta Batılılar da hatalar yaptılar. Bu kavramları gereği gibi hayata geçirmediler. Batı örneklerine baktığımızda en büyük sorun da kullanıcının başlangıçta dışlanmasıydı. Ama sonradan bu yaptıklarının yanlış olduğunu gördüler ve birtakım ilkeler oluşturdular. Bu ilkelerin içinde demin değindiğim kavramlar kesinlikle yer aldı. Bununla birlikte doğru bir alan tanımı, doğru bir projelendirme süreci, doğru bir finansman ve uygulama modeli ve toplumsal alanın tümünü kavrayacak biçimde bir anlayış da bu ilkelere dahil edildi.
O nedenle Batılılar, “Çok küçük bir kentsel dönüşüm projesi bile oluşturacaksanız bunun en kısa zamanı üç yıldır” derler. 

- İyi de, Türkiye’deki kentsel dönüşüm modellerinde bu saydığınız ilkeler uygulanıyor mu?
Z.G.- Bunların hiçbirisi uygulanmıyor. Kentsel dönüşümde bir alana bir kentin planının bütünü içinde müdahale ediyorsunuz. Bu plan kararları sizin ne tür müdahaleler yapacağınızı belirlemek durumundadır. Bizim gibi ülkelerde bağımlı kentleşiliyorsa ve kentleşme paradigmaları dışarıdan ithal ediliyorsa iş güdümlü olmaya başlıyor. 1950’li dönemler kentlerin dönüşümüyle tanıştığımız dönemdir. Çünkü o dönem gecekondulaşma dönemi. İkinci evrede dışarıdan kente göç edenler işi öğrendiler. Üçüncü evrede kalıcılık oldu. Bunlara örnek Fikirtepe, Gültepe, Çeliktepe gibi eski gecekondu alanları. Dördüncü evredeyse biz kentsel dönüşümle karşılaştık. Bu 2000’li yılların dönemi. Önceki kentsel dönüşüme baktığımızda göç, sanayi, gecekondu sarmalı vardı. Bugünkü sarmala baktığımızda kentsel toprak, kentsel rant ve kentsel dönüşüm olduğunu görüyoruz. İstanbul’u özellikle örnek aldığımızda son 60 yılın dönüşümünün ne olduğunu çok kolaylıkla görebiliyoruz. 
TOKİ’nin elinde 800 bin konut fazlası var
Yakın zamanda bu iş patlar. Çünkü balon gibi şişti. Bu yapılan kentsel dönüşüm filan değil. Eski yap-sat’ın başka bir versiyonu haline geldi.
- İyi de, dar gelirli grupların ellerindeki taşınmaz varlıklar alınıyor. Kentsel dönüşüm adı altında yerlerine gökdelenler dikilip yüksek gelir gruplarına peşkeş çekilmesi nasıl bin anlayıştır sizce?
Z.G.- Günümüzde kentsel dönüşüm planlamanın yerine konulmuştur. Bunun başlangıcı da 1980’lerdir. Ama bu artık günümüzde çok acımasız ve sert bir biçimde sürüyor. Hiç planlamadan söz edildiğini duyuyor musunuz? Kent, imar planı küçük ya da büyük parçalar halinde imarcılığı bile aratan şu kadar kat sayı, şu kadar inşaat alanı lazım diye iş yapılıyor. Çünkü o sermayeyi tutmaları gerekiyor.
Bu sarmalı sürdürmeleri gerekiyor. Çünkü para birikimi elde ediyorlar. Bir kere kentsel dönüşüm anlayışının başta söylediğimiz kavramlarla, olgularla hiçbir ilgisi yok. Geçmişte var olan güdümlenen aktörler günümüzde rol değiştirdiler.

- Peki, bu aktörleri kim güdümlüyor?
Z.G.- Bunları devlet güdümlüyor. Günümüzün başat aktörlerinden birisi girişimci. Çünkü o da para kazanacak. Öbürü de mal sahibi. Toprağı ele geçirmek için en iyi mal sahibi toprağın mülkiyetine sahip olmayan kişidir. Bu kişiler de o gecekondu alanlarında oturanlardır.
Peşkeş çekilme faaliyetleri varoşlardaki alanlarda başladı. Ankara’da Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in yaptığı protokol yolunu bir düşünün. O bahçeli gecekondular yerle bir edildi. Yerlerine garip, çok katlı binalar çıktı.
O topraklar çok kolay alındı. Çünkü hepsi tapuya geçmiş değildi. Kentsel dönüşüme tapu dağıtma sözü verilerek başlandı. Bugün devlet kentsel sermayeyi dağıtan aygıt görevini üstlendi. Bunun yasal tabanını da torba yasalar çıkararak oluşturdu. Bu kentsel dönüşüm faaliyetlerinde bir kurum çok önemli oldu. Bu TOKİ (Başbakanlık Toplu Konut İdaresi). Bugün artık TOKİ eşittir kentsel dönüşüm.

- E, hani Robin Hood’luk yapacaklardı? Hani varlıklı kesimden alıp dar gelirli gruplara konut sağlayacaklardı?
Z.G.- Robin Hood’luk olmadı. TOKİ’yle tabii ki kentsel dönüşüme gidilmedi. Bir sürü kentimizde dağ başlarında bile konutlar yapıldı. Bunlara ihtiyaç olup olmadığına da bakılmadı. Şu anda TOKİ’nin elinde 800 bin civarında konut fazlası olduğu biliniyor.
Bakın, yakın zamanda bu iş patlar. Çünkü balon gibi şişti. Bu yapılan kentsel dönüşüm filan değil. Eski yap-sat’ın başka bir versiyonu haline geldi. Buna kentsel dönüşüm demek kentsel dönüşüm kavramına çok ciddi biçimde haksızlık etmek olur. 

- Bu kentsel dönüşüm yasasına zaten TOKİ yasası diye isim takmadılar mı?
Z.G.- Artık buna TOKİ yasası diyorlar. Diyelim ki mülk sahibi mülkünün kentsel dönüşüm çerçevesinde elinden alınmasına karşı çıkıyor. Üçte iki çoğunluk yetiyor, evini elinden alırım, elektriğini, suyunu keserim, sen ancak bedel konusunda dava açabilirsin, tehdidiyle karşılaşıyor.
Bu yapılanlar insan haklarına, mülkiyet haklarına, anayasal ilkelere, her şeye aykırı. Diyelim ki binada depreme dayanıksızlık sorunu var. O zaman bunu oturur, insanlarla birlikte yaparsınız.
Son zamanlarda kentsel dönüşümün başladığı yerlerde törenler yapılıyor. Bu alanların çoğu özel değil, kamu mülkiyetinde olan alanlar. Bu kavramsal olarak da, bilimsel olarak da, pratikte de kentsel dönüşüm olamaz.
Bu kentsel topraklardan elde edilen birikimi sürdürme çabasının bir başka modeli. Bu modelde bütünüyle planlamadan vazgeçiliyor; bunun yerine kentsel dönüşüm ikame ediliyor. Bütün bunlar yapılırken yeşil yok ediliyor. Her tarafta koca koca binalar çıkıyor. Bir yandan birikimi arttırmak ya da onun devamlılığını sağlamak gibi bir çaba varken planlama yok ediliyor. 
İstanbul dehşet dönüşümü yaşıyor
- Yani üçüncü havaalanı, üçüncü köprü ve bunların çevresinde oluşturulacak yeni yerleşim yerleri de tamamıyla plansız mı?
Z.G.- Ben şu soruyu sorarım. Bunları hangi plan söylüyor? İstanbul planında acaba bunlar var mı? Tabii ki yok. O zaman bütün bu yapılanlar hem sermaye hem mekân hem de sosyal yapı dönüşümüdür. Dehşet bir dönüşüm bu. İstanbul artık şişti, daha fazla nüfus gelmesin, deniyor. Ama siz bu tür kararlar aldığınız zaman İstanbul’a nasıl nüfus gelmez? Öyle bir gelir ki... Böylece siz eskinin İstanbul taşı toprağı altın anlayışını sürdürüyorsunuz. İstanbul Büyükşehir Belediyesi bir plan yapıyor. O planın içinde ne o yeni yerleşim yerleri, şehirler, ne o üçüncü köprü, ne o yeni havaalanı var. Çünkü Ankara’dan dayatılıyor. Dolayısıyla kentsel dönüşüm denilen olgu planlamanın yerine ikame edilmiştir. Kent içinde siyasi irade acımasız bir yaptırım müessesesine dönüşmüştür. Bu tavır da Ankara için gerek ve yeter şart olmuştur. Bugün planlama yapıyorsanız koşul Ankara’nın vereceği karardır. 
Yüksek gelirlilerin talepleri
- Anlaşıldığı kadarıyla kentsel dönüşüm inşaat sektörünü geliştirerek ekonominin lokomotifi haline getirdi. Ama dünyada ekonominin lokomotifi inşaat sektörüdür anlayışıyla davranan ABD, Avrupa ülkelerinde sektör çöktü. O zaman Türkiye, TOKİ’nin elinde 800 bin fazla konut olduğunu bile bile acaba neden hâlâ inşaat sektörünü lokomotif yapmakta ısrar ediyor da başka sektörlere yönelmiyor? Günün birinde ekonomi bu nedenle çatlayabilir mi? Z.G.- Bir kere ekonomi çatlayabilir. Yüksek gelir gruplarının piyasada oluşturduğu bir talep mekanizması var. Bu talep mekanizması hiçbir zaman TOKİ’nin yaptığı konutlara yönelik değil. Çünkü TOKİ daha çok düşük gelir gruplarına konut yapma söylemiyle çalışıyor. TOKİ yüksek gelir gruplarının taleplerini kontrol etmek için kendi elindeki kamu arazilerini hasılat paylaşımı denilen bir modelle girişimcilere vermeye başladı. Bunların önemli bölümü toplu konut şirketleriydi. 
Kente göç önlenmeli
- Peki, Batı’da?
Z.G.- Batı’da zaten bizdeki gibi aşırı konut sorunu ve benzeri olgular yok. Doğu Almanya’da, iki Almanya’nın birleşmesi sırasında benzeri olaylar yaşanmıştı. Ama işin nereye gittiğini fark edip geri adım attılar. Oralarda da büyük rantlar elde eden bir kesim oldu. Ama onlar zaten kent merkezlerinde gerçekleşen rantlar oldu.
Türkiye’ye bakalım. İlk etapta depremden sonra inşaat şirketleri Beylikdüzü gibi kentin çeperleri dediğimiz alanlara gittiler. Ama o kadar çok gittiler ki kentin yeni çöküntü alanları oraları olmaya başladı. 

- Peki, çözüm ne?
Z.G.- Doğru dürüst planlama yapılması lazım. Kente göçü engellemek için insanların bulundukları yerde istihdam edilmelerine olanak sağlamak gerekiyor.
PORTRE
PROF. DR. Zekai Görgülü
Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ni bitirdi. Yüksek lisans ve doktora derecelerini aynı üniversiteden aldıktan sonra Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlaması Bölümü’ne asistan olarak girdi. Mimarlık Fakültesi Dekanlığı, Türkiye Dekanlar Konseyi Başkanlığı, Bölüm Başkanlığı görevlerinde bulundu. Ulusal ve uluslararası alandaki çalışmalarını sürdürüyor. Sivil toplum kuruluşları içinde aktif olarak yer alıyor.
Leyla Tavşanoğlu.
15 Eylül 2013 - Cumhuriyet