Sözcükler büyüyor dudaklarında, toprak kış uykusuna yatmaya hazırlanıyor...
Bir takvim yaprağı daha düşüyor!
Gözlerin büyüyor ansızın, Cumartesi Anneleri toplanıyor, kayıp çocuklar, umutlar, hüzünler, zamana yenik düşen gençler.
Sevdalı bir kuş ötüyor dağların denize inen yamaçlarında.
Kumun, toprağın, ağaçların arasında...
Bir çocuğu vatan haini olarak gören bir düşünce, güz sancısı gibi tüm bedenini kuşatırken, 13 yaşında Ali’nin başına gelenler hiçbirimizi pek ilgilendirmiyor.
Kin ve nefret tohumları yeşeriyor çiçekler yerine toprakta.
İntikam dalgası bir deniz gibi kabarıyor...
Yalnızlık kapını çalıyor...
Oysa gökyüzü çözülüyor, gün maviyle uyanmaya hazırlanıyor.
Sabaha karşı yapılan baskınlar, o çocuklar, gençler alıp götürülüyor.
Birbirimizi yok etmek, ekmeğiyle oynamak, hor görmek, aşağılamak nedir söyler misiniz?
Bu sevgisizlik, düşmanlık!
Ne anlama geliyor bunlar?
Asit kuyularından toplanan insan kemikleri, o 90’lı yıllar, öldürülen gazeteciler, aydınlar, işadamları...
Devlet içindeki o örgütlü silahlı güç!
Kim nerede duruyor ya da saklanıyor!..
Dinin, dilin, inancın ne olursa olsun niçin topraktan fışkırıp patlamıyorsevda tomurcukları?
Hangi kültür, hangi özgürlük, hangi demokrasi bunun adı!
Düşünüyorum uzun uzun ama yanıtını veremiyorum...
Bir takvim yaprağı daha düşüyor!
Gözlerin büyüyor ansızın, Cumartesi Anneleri toplanıyor, kayıp çocuklar, umutlar, hüzünler, zamana yenik düşen gençler.
Sevdalı bir kuş ötüyor dağların denize inen yamaçlarında.
Kumun, toprağın, ağaçların arasında...
Bir çocuğu vatan haini olarak gören bir düşünce, güz sancısı gibi tüm bedenini kuşatırken, 13 yaşında Ali’nin başına gelenler hiçbirimizi pek ilgilendirmiyor.
Kin ve nefret tohumları yeşeriyor çiçekler yerine toprakta.
İntikam dalgası bir deniz gibi kabarıyor...
Yalnızlık kapını çalıyor...
Oysa gökyüzü çözülüyor, gün maviyle uyanmaya hazırlanıyor.
Sabaha karşı yapılan baskınlar, o çocuklar, gençler alıp götürülüyor.
Birbirimizi yok etmek, ekmeğiyle oynamak, hor görmek, aşağılamak nedir söyler misiniz?
Bu sevgisizlik, düşmanlık!
Ne anlama geliyor bunlar?
Asit kuyularından toplanan insan kemikleri, o 90’lı yıllar, öldürülen gazeteciler, aydınlar, işadamları...
Devlet içindeki o örgütlü silahlı güç!
Kim nerede duruyor ya da saklanıyor!..
Dinin, dilin, inancın ne olursa olsun niçin topraktan fışkırıp patlamıyorsevda tomurcukları?
Hangi kültür, hangi özgürlük, hangi demokrasi bunun adı!
Düşünüyorum uzun uzun ama yanıtını veremiyorum...
Ve dün yine öğle saatlerinde Turgut Özakman’ı yitirdiğimizin haberi...
Sonbahar acımasız, vuruyor güzel insanlara!
Ölüm kapıyı çalıyor ansızın!
Ne kimliğin kalıyor, ne dilin, dinin, inancın ve sınıfın.
13 yaşındaki vatan haini çocuğu düşünürken, güneşin ısıttığı bir güz bahçesinde köklerin arasında yıkanıyor kan.
Özakman’ı en son Adana’da TÜYAP Kitap Fuarı’nda görmüş, bir akşam uzun uzun sohbet etmiştik...
“Şu Çılgın Türkler”di konumuz...
Kurtuluş Savaşı destanı, Mustafa Kemal ve arkadaşları...
Kitabın bir milyonu aşan baskısı...
Özakman’ın o mütevazı havası, sevecenliği.
O bir tiyatro yazarıydı.
Lise yıllarında, Özakman’ın yazdığı “Güneşte On Kişi” oyununu okulun tiyatro kolu olarak velilere oynamıştık...
O gece anlatınca, çocuklar gibi sevinmişti.
Zamanın akışında engin sulara yönelmiştik...
Hiç kimse ölümü düşünmez.
Ölüm ansızın gelir, bir kırlangıç gibi beyaz yalnızlıklara götürür insanı.
Belki o yüzden hüznün ve acının bahçesi vardı...
Her düşen takvim yaprağı hayatla ölümü birbiriyle karıştırır...
Bir şiirin dizeleri, çiçeklenmiş bir dünyanın sevecenliğini yansıtır acıyla karışık:
“Bilsin ki benim yüreğimdir içli dışlı atan
Bu açılan ocağının acımtırak gülleridir
Ufukları şiire benzer güzelliğiyle donanan”
Ay ışığı vurdu mu odanın içine, güneş camları parlattı mı, belki aklınıza 13yaşındaki çocuk da gelir zindanda çürüyen...
Vatan hainliği, demokrasi paketi, palalı vahşeti, asit kuyuları...
Cinayet şebekeleri...
Sonbahar acımasız, vuruyor güzel insanlara!
Ölüm kapıyı çalıyor ansızın!
Ne kimliğin kalıyor, ne dilin, dinin, inancın ve sınıfın.
13 yaşındaki vatan haini çocuğu düşünürken, güneşin ısıttığı bir güz bahçesinde köklerin arasında yıkanıyor kan.
Özakman’ı en son Adana’da TÜYAP Kitap Fuarı’nda görmüş, bir akşam uzun uzun sohbet etmiştik...
“Şu Çılgın Türkler”di konumuz...
Kurtuluş Savaşı destanı, Mustafa Kemal ve arkadaşları...
Kitabın bir milyonu aşan baskısı...
Özakman’ın o mütevazı havası, sevecenliği.
O bir tiyatro yazarıydı.
Lise yıllarında, Özakman’ın yazdığı “Güneşte On Kişi” oyununu okulun tiyatro kolu olarak velilere oynamıştık...
O gece anlatınca, çocuklar gibi sevinmişti.
Zamanın akışında engin sulara yönelmiştik...
Hiç kimse ölümü düşünmez.
Ölüm ansızın gelir, bir kırlangıç gibi beyaz yalnızlıklara götürür insanı.
Belki o yüzden hüznün ve acının bahçesi vardı...
Her düşen takvim yaprağı hayatla ölümü birbiriyle karıştırır...
Bir şiirin dizeleri, çiçeklenmiş bir dünyanın sevecenliğini yansıtır acıyla karışık:
“Bilsin ki benim yüreğimdir içli dışlı atan
Bu açılan ocağının acımtırak gülleridir
Ufukları şiire benzer güzelliğiyle donanan”
Ay ışığı vurdu mu odanın içine, güneş camları parlattı mı, belki aklınıza 13yaşındaki çocuk da gelir zindanda çürüyen...
Vatan hainliği, demokrasi paketi, palalı vahşeti, asit kuyuları...
Cinayet şebekeleri...
Bir “Çılgın Türk” daha bir yıldız gibi kayıp gitti ışık saçarak...
Aydınlanmanın o güleç yüzü, bir yurtsever, yazar, çakıl taşları toplayarak, gençlere güvencini hiç yitirmeden “haydi vakit tamam” dedi gülümseyerek...
Bir takvim yaprağı daha düştü...
Bana da Cahit Külebi’nin şu dizelerini yazmak kaldı:
“Bu gece, bu gece
Uykusuzum, kederliyim, deliyim.
Yüzünde uzak sevgilerin derin aydınlığı,
Durmayalım şehir şehir, yıldız yıldız karanlıkta
Bu gece ölmemeliyim.”
Aydınlanmanın o güleç yüzü, bir yurtsever, yazar, çakıl taşları toplayarak, gençlere güvencini hiç yitirmeden “haydi vakit tamam” dedi gülümseyerek...
Bir takvim yaprağı daha düştü...
Bana da Cahit Külebi’nin şu dizelerini yazmak kaldı:
“Bu gece, bu gece
Uykusuzum, kederliyim, deliyim.
Yüzünde uzak sevgilerin derin aydınlığı,
Durmayalım şehir şehir, yıldız yıldız karanlıkta
Bu gece ölmemeliyim.”
Hikmet Çetinkaya
29 Eylül 2013 - Cumhuriyet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder