30 Nisan 2024 Salı

12. kalkınma planında hedeflenen: ‘Güvenceli’ sömürü - Fırat TURGUT / EVRENSEL

 

AKP iktidarı 5 yıl aradan sonra Çalışma Meclisini topladı. Sermaye örgütlerinin yanı sıra işçi ve memur konfederasyonlarının da katıldığı toplantının ana konusu esnek çalışma oldu.

AKP iktidarı, yenilgi ile çıktığı yerel seçimlerin ardından; Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek öncülüğünde yürüttüğü ‘rasyonel ekonomi programını’ sonuna kadar uygulayacağını bir kez daha ilan etti. ‘Şimşek programı’ emekçiler için ücretlerde erime, enflasyonun katlanması, gelir eşitsizliğindeki makasın açılması, yoksulluğun derinleşmesi gibi sonuçlar doğururken; 2024-2028 yıllarını kapsayan 12. kalkınma planı, iki yıllık orta vadeli program ve Çalışma Bakanlığının strateji planı, emekçilerin yaşadıkları sorunların daha da artacağına işaret ediyor. AKP kaynaklarının başta “Çalışma süreleri düşecek” ‘müjdesiyle’ duyurduğu İş Kanunu’nda değişiklik yapılacağına ilişkin hazırlıkların başlaması, beş yıl aradan sonra Çalışma Meclisini toplaması (AKP; Türk-İş, Hak-İş, DİSK, TİSK, Memur-Sen, Kamu-Sen, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği ve TESK’i davet etti) ve anayasa değişikliğinin gündeme getirilmesi düşünüldüğünde, hedefin emekçilerin bir ömür boyu yem gibi sermayenin önüne atılması olduğu ortaya çıkıyor. Üstelik bu tespit bir tahmin değil. 12. kalkınma planında satır satır bunun ayrıntıları yer alıyor.

AİLE VURGUSU

Dünyada ve Türkiye’de doğum hızının azaldığı biliniyor. Artık çok çocuklu ailelerin yerini tek ya da iki çocuklu aileler almış durumda. Bir yandan da yaşlı nüfus artıyor, üstelik bakım ihtiyacıyla. Sürekli iş gücüne ihtiyacı olan sermaye için bu ikisi de tehlikeli. 12. kalkınma planı özetle şöyle diyor: “Sermayenin önümüzdeki yıllardaki iş gücü ihtiyacını karşılamamız, bunu yaparken de yaşlı nüfusun yarattığı yükü de üzerimizden atmamız gerekiyor.”

Buna bağlı olarak planda ailenin önemi vurgusu ‘toplumun direği’ gibi klişe ifadelerle yer alırken, LGBTİ’ler de açık bir şekilde olmasa da hedef gösteriliyor.

Planda özellikle sık sık vurgulanan iki hedef var. Birincisi “İş gücü piyasasının ihtiyacı”, ikincisi ise “Uluslararası sermayenin ülkemize çekilmesi…”

MESEM’LERİ PATRONLAR YÖNETECEK

Aile ile başlayan planlar mesleki eğitim merkezleri (MESEM) ile devam ediyor. Mesleki eğitim adı altında 14-15 yaşlarındaki çocukların asgari ücretin bile altında, ağır işlerde tam gün çalıştırılmasıyla, iş cinayetlerinde can vermeleriyle, patronlar ve okul müdürleri arasında yapılan anlaşmalarla borsaya dönmesiyle gündemde olan MESEM’lerle ilgili yeni plan; öğrencilerin ders seçimi ve alan tercihlerine müdahaleyi de kapsamak üzere MESEM’lerin yönetiminde patronların daha etkin olması. İlgili maddeler şu şekilde:

- “Mesleki eğitimde ders seçimi dahil karar alma süreçlerine özel sektörün ve ailelerin katılımı sağlanacaktır.”

- “Gençlerin iş gücü piyasasının ihtiyaçları doğrultusunda tercih yapmaları sağlanacak, öncelikli sektörlerdeki mesleki ve teknik eğitime yönelimin sağlanması için çeşitli teşvik mekanizmaları uygulanacaktır.”

- “Müfredatın güncellenmesi sağlanacak, özel sektörün ülke rekabetçiliğine destek olacak şekilde yürüteceği programlar desteklenecektir.”

- “Meslek liseleri ve meslek yüksekokullarının yönetiminde özel sektörün daha etkin rol alması sağlanacaktır.”

ENSEK ÇALIŞMAYA PRATİK BİR ÖRNEK: MEMUR GIDA

Aile ve eğitimin sermayenin ihtiyaçlarına göre dizayn edilmesinden sonraki süreç ise çalışma hayatı. Bu alanda en ‘can alıcı’ ve birden çok sonucu olan nokta ise kalkınma planında ‘güvenceli esneklik’ kılıfıyla sunulan esnekleştirilme politikaları. Her ne kadar esnek çalışma ‘taşeron’, ‘sözleşmeli istihdam’, ‘kiralık işçilik’, ‘denkleştirme’ gibi uygulamalarla karşımıza çıksa da aslında ‘birebir esnek çalışma örneği’ diyebileceğimiz pratik uygulamaya Evrensel’de yayımlanan Çağlar Kazak’ın haberinde rastladık.

Bilecik’te bulunan Memur Gıda isimli fabrikada çalışan 59 işçi, iş olmadığı gerekçesiyle onayları alınmadan ücretsiz izne çıkarılmıştı. Aylardır patronun ihtiyacı olduğu zamanlarda işe çağrılan işçiler, bazen günde 2-3 saat bazen ayda 7-8 gün çalıştırıldıklarını anlatıyordu. Çalıştırıldıkları sürelerin karşılığı kadar ücret aldıklarını belirten işçiler, ücretlerin de düzensiz yattığını söylüyordu.

PLAN, PRATİK ÖRNEĞİN TEORİK TARİFİNİ YAPIYOR

AKP iktidarının programları da aslında bu pratik örneğin teorik tarifini yapıyor, elbette yine çeşitli kılıflar adı altında...

Bu kısmın ilgili maddeleri şu şekilde:

- “İş gücüne dahil olmayan nüfusun ekonomide aktif hale gelmesi amacıyla kadın ve gençler başta olmak üzere iş gücüne katılımın teşvik edilmesine, iş gücü piyasasının esnekleştirilmesine yönelik programlar hayata geçirilecektir...”

- “İş gücü piyasasının güvenceli esnekleştirilmesine yönelik atılacak adımlar bir taraftan iş gücüne katılımı artırarak... büyümeye katkı sağlayacaktır.”

“Çalışma çağındaki her bireyin üreterek gelir elde edebilmesine imkan tanıyan istihdam artışı ve nitelikli iş olanakları, yoksullukla mücadelede ve gelir dağılımında iyileşme sağlanmasının asli aracı olacaktır.”

- “İş gücü piyasasının esnekliğini geliştiren düzenlemeler, artan çocuk bakım hizmetleri ile eğitim olanakları ve istihdam odaklı politikalar kadınların iş gücü piyasasına konu yetkinliklerini geliştirecek ve iş hayatına daha yoğun katılımlarını destekleyecektir.”

- “Uzaktan çalışma gibi esnek çalışma modellerinin kayıtlı ve güvenceli bir şekilde uygulanması ve yaygınlaştırılması sağlanacaktır.”

İŞSİZLİK ORANI DÜŞÜK GÖZÜKECEK

AKP iktidarı bu maddelerde sıralanan hedeflerle birden fazla kuş vurmayı planlıyor. Birinci ve ikinci madde ile doğrudan hedeflenen; işsizliği değil, işsizlik oranını düşürmek. Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜİK) son verileri; sıkı para politikasına dayalı ekonomi programı ile sadece bir ayda 800 bin kişinin daha işsizler ordusuna katıldığını göstermişti. İşsizlik pandemi öncesine göre rekor kırmıştı.

“İş gücüne dahil olmayan nüfusun ekonomide aktif hale gelmesi” ile “iş gücü piyasasının esnekleştirilmesi” tarifleri beraber ele alındığında anlaşılıyor ki haftada 3 gün, günde 2 saat çalışan biri artık işsiz değil ‘Esnek çalışan bir işçi’ kategorisinde yer alacak. Esnek çalışan işçiler de istihdamda görüneceği için işsizlik oranı düşük gözükecek. Yani TÜİK gerçek enflasyondan sonra gerçek işsizliği de gizleyecek.

Öte yandan yürürlükteki İş Kanunu da kısmi süreli çalışmayı “Haftalık çalışma süresinin 45 saat olduğu bir iş yerinde, 30 saate kadar yapılan çalışmalar” şeklinde tanımlayarak halihazırda bu kapsamda çalışanları işsiz saymıyor.

KADINLAR İSTİHDAMDA GÖRÜNECEK AMA…

Planda esnek çalışma ile kadın vurgusu sık sık birlikte yer alıyor. Plan çocuk bakım hizmetlerinin artacağını vadetse de kadına istihdamda biçilen rol ise aile bütçesine katkıdan ibaret. Plandaki esas hedef çocuk bakım yükünü kadınların üzerinden almak bir yana kadını parçalı zamanlar halinde istihdama katarak hem işsizlik oranlarını düşük tutmak hem de ‘aile bütçesine katkı’ adı altında gelir eşitsizliğindeki makası görünürde biraz kapatabilmek.

ESNEK ÇALIŞMA EMEKLİLİĞİ DE ETKİLEYECEK

Esnek çalışmanın etkileri bununla sınırlı kalmayacak. Halihazırda emekçilerin kıdem tazminatı alabilmelerinin önünde engeller varken esnek çalışma uygulaması bunu daha da zorlaştıracak. İş Yasası’na göre bir emekçinin kıdem tazminatı alabilmesi için en az bir yıl kesintisiz sigortalı çalışması gerekiyor. Ancak esnek çalışma ile hedeflenen ise emekçilerin patronların ihtiyacına göre aralıklı çalıştırılması. Kıdem tazminatını alabilme şartlarının zorlaştırılması büyük bir olasılık halinde karşımızda duruyor.

Esnek çalışmanın hedef aldığı haklardan biri de emekli aylığı. 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’na göre emekli olmanın ve emekli aylığı alabilmenin şartlarından en önemlisi prim gün sayısını doldurabilmek. Bir başka ifadeyle bir işçinin sadece emeklilik hakkına sahip olabilmesi için (Emeklilik hakkı olsa bile yaş şartı olduğu için zaten yıllarca emekli aylığı alamayacak) en az 4 bin 500 gün sigortalı çalışması gerekiyor. Bu 15 yıla tekabül ediyor. Öte yandan bir işçinin aylık ücreti, aylık 225 saat çalışmasının karşılığını ifade ediyor. Esnek çalışma kapsamında haftanın birkaç günü, günün birkaç saati çalışan bir işçinin ne bir ayda 225 saati ne de 4 bin 500 prim gününü doldurabilmesi mümkün. Kabaca bir hesap yaparsak; ayda 112.5 saat çalıştırılan bir işçi 4 bin 500 prim gününü 15 yılda değil 30 yılda doldurabilecek.

Kaldı ki asgari ücretin genel ücret haline geldiği Türkiye’de en düşük emekli aylığı almaya mahkum edilenlerin sayısı da artacak.

EMEKLİLER ŞİRKETLERİN KUCAĞINA İTİLECEK

Bu aşamalardan sonra AKP iktidarı ve patronlar için sıra emekçilerin sosyal güvenlik ve emeklilik hakkında. Plana göre sosyal güvenlik ve emeklilik hakkı, patronların talebine ve başta kısmi süreli çalışma olmak üzere esnek çalışma modellerine uyumlu hale getirilecek.

- “Kişilerin daha çok istihdamda kalmasını teşvik eden, hakkaniyeti ve aktüeryal dengeyi önceleyen düzenlemeler hayata geçirilerek sosyal güvenlik sisteminin mali sürdürülebilirliği güçlendirilecek.”

- “Aylık bağlama sistemi kişilerin daha çok istihdamda kalmasını teşvik edecek ve mali yük getirmeyecek şekilde yeniden düzenlenecek.”

- “Emeklilik kriterlerinin belirlenmesinde doğuşta beklenen yaşam süresi artışı ile uyumlu otomatik ayarlama mekanizmalarına ilişkin çalışmalar yapılacak.”

- “Nüfusun yaşlanmasının sosyal güvenlik sistemi üzerindeki etkilerinin azaltılması için bakım sigortası uygulaması hayata geçirilecek. Yaşlı bakım hizmetlerinin finansmanı için tamamlayıcı uzun süreli bakım sigortası kurulacak.”

- “Sosyal güvenlik sisteminde prim tahsilatları artırılacak.”

- “Sosyal güvenlik sistemi, tamamlayıcı emeklilik ve sağlık sistemleriyle desteklenecek.”

- “Tamamlayıcı sağlık sigortacılığı teşvik edilecek.”

Maddeler çok net bir şekilde ortaya koyuyor ki; işçilerin ücretlerinden kesilen sigorta primleri artırılacak. Emeklilerin maaşı, bir işte çalışmadan yaşayabilmelerinin mümkün olmadığı düzeye (fiilen böyle zaten) düşürülecek. Yaşam süresinin artması öngörüldüğünde emeklilik yaşı kademeli olarak daha da yükselecek. Maaşları düşürülen ancak çalışamayacak durumda olan emekliler için ise bakım sigortası kurulacak. Tamamlayıcı sağlık sigortacılığının da teşvik edilmesi de dahil edildiğinde emekliler sağlık ve sigorta şirketlerinin kucağına itilecek. Böylelikle sağlık ve sigorta sisteminin özelleştirilmesi yolunda bir adım daha atılacak.

ÖĞRENCİ BİLE PRİM ÖDEYECEK

Bireysel emeklilik sisteminin güçlendirilmesinin adımları atılacak, otomatik katılım sisteminin ikinci basamak emeklilik sistemine dönüşeceği tamamlayıcı emeklilik sistemi kurulacak. Otomatik katılım sisteminde olduğu gibi bireysel emeklilik sisteminde de emekli olan işçiler, birikimlerini toplu olarak çekmeleri yerine yıllara yayılacak şekilde parçalı olarak alacak.

Ayrıca 25 yaş altında çalışmayan üniversite öğrencilerinin dahi bireysel emeklilik sistemine katılmalarının önü açılacak, öğrenciler çalışmamalarına rağmen prim ödeyecek.

PATRONLAR GÖÇ POLİTİKASINDA DAHA ETKİN OLACAK

Esnek çalışma ile birlikte emeklilik hakkının da hedefe konulduğu düşünüldüğünde eğer işçiler patronların ihtiyaç duydukları alanlarda bu koşullarda çalışmak istemezse bu kez devreye mülteciler girecek. Türkiye’nin göç politikası buna göre belirlenecek. Bir başka deyişle göç politikalarında; mültecileri görünce maliyet hesabı yapıp iştahları kabaran patronlar daha etkin olacak. Yasal olarak patronlara düşük ücretlerle mülteci işçi çalıştırma hakkı tanınacak.

MEMLEKET MADEN ŞİRKETLERİNE EMANET EDİLECEK

7 işçinin bedeninin hâlâ zehirli toprak altında olduğu İliç faciasının üzerinden henüz birkaç ay geçmişken AKP, mevzuatta yapılacak değişikliklerle madencilik şirketlerine; izin süreçlerinde bürokrasiyi azaltarak süreci basitleştirmeyi, idari ve mali avantajlar sağlanacağını ve yatırımın önündeki kimi engelleri kaldıracağını vadediyor.

KÖİ PROJELERİ GENİŞLEYECEK, ÖZELLEŞTİRME ARTACAK

Planlananlardan biri de beşli çete diye anılan şirketlere para aktarmanın bir sistemi haline gelen kamu özel iş birliği (KÖİ) kapsamında yer alan projelerin, belediyeleri de kapsayacak şekilde tüm kurumlarda genişletilmesi.

Özelleştirme ise hız kesmeden sürecek. Daha önce özelleştirileceği belli olan kurumların yanı sıra, özelleştirme potansiyeli olan yeni kurumlar da bu portföye dahil edilecek.

RAYLAR PATRONLAR İÇİN DÖŞENECEK

İmlalat sanayiinin ihtiyaçları doğrultusunda patronlara devlet desteklerinin gözden geçirileceği vadedilen planda vurgulanan konulardan biri de imalat sanayii lojistiğinde demir yolu yük taşımacılığının payının artırılması, üretim yerleri ile limanlar ve lojistik merkezler arasında bağlantı hatlarının kurulması.

Fırat TURGUT / EVRENSEL

Birgün KÖŞEBAŞI -30 NİSAN 2024 -

 

Öğrenciler ayakta, polis dayakta (Hayri Kozanoğlu)

ABD üniversitelerindeki kampüs protestoları yayılıyor. Eylemler bir yanıyla Vietnam savaşı karşıtı gösterileri hatırlatıyor. Bir yönüyle de 80’lerde Güney Afrika’daki ırkçı yönetime karşı gelişen boykot çağrılarıyla benzeşiyor.

Gazze’deki İsrail vahşeti sürerken, katledilen Filistinlilerin sayısı 35 bini aştı. Batı medyasında bu insanlık dışı eylemler yansıtılırken “soykırım” bir yana “etnik temizlik”, “işgal edilmiş topraklar” gibi ifadelerin bile kullanılmaması için aşırı çaba gösteriliyor. Savaş ve şiddet karşıtı tavır alanlar da demokrasi yanlıları, insan hakları savunucuları, savaş karşıtları olarak değil de “Filistin yanlıları” diye etiketlenerek baştan bir önyargı yaratılmaya çalışılıyor.

Tüm bunlara rağmen ABD üniversitelerinde başlayan kampüs protestoları İngiltere, Kanada, Avustralya gibi farklı ülkelere yayılıyor. Bugün, 68’lerde yükselen isyan hareketi gibi ya da 2003 Irak İşgali döneminde yükselen savaş karşıtı eylemler benzeri kitleselleşme potansiyeli taşıyan direnişler söz konusu.

HEM VİETNAM HEM GÜNEY AFRİKA İZLERİ

Son kampüs eylemleri bir yanıyla Vietnam savaşı karşıtı gösterileri hatırlatıyor. Çünkü o dönem ABD’nin masum bir halka yönelik acımasız bir savaş ve işgal sürdürmesi üniversite öğrencilerinin vicdanını yaralamış, savaşta Amerikalıların büyük can kaybı vermelerinin getirdiği tepki yanında, bu eylemler emperyalizmin teşhirine katkıda bulunmuştu. ABD’nin büyük bir yenilgi yaşamasında öğrencilerin kamuoyu oluşturmasıyla devletin kendi halkı nezdinde de moral üstünlüğünü kaybetmesi önemli rol oynamıştı.

Bir yönüyle de üniversitelerden yükselen bugünkü isyan dalgası 80’lerde Güney Afrika’daki ırkçı yönetime karşı gelişen boykot çağrılarıyla benzeşiyor. O dönemde, başta İngiliz şirketleri ve bankaları, Batılı kuruluşlar hiçbir şey olmamış gibi apartheid rejimiyle ticari ilişkilerini sürdürüyorlardı. Üniversite öğrencilerinin Barclays Bankası’na ve Güney Afrika malları satan marketlere yönelik boykot çağrıları, esas dinamik Afrika Ulusal Kongresi önderliğinde halkın kendi mücadelesi olsa da, ırkçı rejimin devrilmesi sürecini hızlandırmıştı.

ABD’DE ÜNİVERSİTE FİNANSMANI

ABD’deki üniversitelerin finansal yönetiminde bağış fonları (endowment fund) büyük rol oynuyor. Bu fonların varlıkları, 50 milyar doları bulan Harvard Üniversitesi örneği gibi astronomik rakamlara ulaşabiliyor. Bu mali güç sayesinde gelişkin laboratuvarlar, zengin kütüphaneler kurabildikleri gibi, cömert burslarla en parlak öğrencileri de bünyelerine katabiliyorlar. Öğrenciler, işte bu fonları hisse senedi ve tahvil piyasalarında değerlendirilirken, İsrail şirketlerinden ve savaştan nemalanan Amerikalı silah devlerinden “Askeri Sanayi Kompleksi” denilen savaş aygıtından uzak durulmasını talep ediyorlar.

İSLAMOFOBİ VE ANTİSEMİTİZM İKİZDİR

Tabii asıl talepleri, İsrail’e silah satan, vahşeti görmezden gelen, özellikle bölgede konuşlandırdığı savaş gemileri aracılığıyla Netanyahu rejimine lojistik destek sağlayan Biden yönetiminin savaşın ve işgalin durması için devreye girmesi. Üniversite yönetimlerinin de ABD devletinin bu tutumunu kınaması.

Filistin’e en ufak bir destek ve sempati gösterisi hemen sizin “anti-semitik” olarak suçlanmanıza yol açabiliyor. Hatırlayalım, yaşamını emperyalizm ve savaş karşıtlığı ile ırkçılıkla mücadeleye adamış İngiliz İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn bile antisemitik diye yaftalandı, şimdi lider Keir Starmer marifetiyle kendi partisince dahi cezalandırılarak üyeliği askıya alındı.

Aslında biraz düşününce, “antisemitizm” ve “İslamofobi” yakıştırmalarının bir madalyonun iki yüzünde yer alan saldırı silahları olduğunu görüyoruz. Gerçekten de Yahudileri dünyadaki tüm musibetlerin sorumlusu gören, her olumsuzluğun arkasında bir Yahudi parmağı arayan, bir ırk olarak onlardan nefret eden komplocu bir zihniyet var. Aynı şekilde, tüm Müslümanları terörist, kadın düşmanı; inançları asla demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerle bağdaşmaz, fıtratından Cihatçı diye damgalayan İslamofobik bir yaklaşım da eksik değil. Ancak bu gerçekler İsrail devletinin cürümlerini eleştiren herkesi antisemitik, siyasal islam’ın demokrasiye ve özgürlüklere kapalı doğasını teşhir eden herkesi İslamofobik yapmaz.

Kaldı ki, ABD’de gerçek anti-semitikler, yani “Büyük Yer Değiştirme Teorisini” benimseyip Yahudiler öncülüğünde Siyahlar ve Latinlerin ülkeyi ele geçirip ülkenin “gerçek sahibi” beyazları tasfiye edeceğini söyleyenler, Donald Trump’ın saflarında yer alıyor. “Woke” dedikleri insan haklarına, kadın haklarına ve LGBTQ haklarına duyarlı insanların aslında Yahudi propagandasına alet oldukları yolunda abes görüşler aşırı sağcılarca yayılıyor. Ayrıca önüne gelen herkesi Yahudi düşmanı ilan edenlerin Ukrayna’dak Nazi işbirlikçisi Stephan Bandera takipçilerine yardım eli uzatmakta tereddüt etmedikleri de görülüyor.

ELİT ÜNİVERSİTELERDE PROTESTOLAR YÜKSELİYOR

ABD’de tartışmaların merkezinde yer alan kurumlardan biri de Columbia Üniversitesi. Türkiye’de 70’lerdeki öğrenci hareketlerine nasıl ODTÜ-İTÜ-Mülkiye ilham verdiyse, 68 eylemlerine nasıl Paris Sorbonne Üniversitesi öncülük ettiyse, ABD’de de “elit” üniversiteler kamuoyu üzerinde daha etkilidir. ABD New England bölgesindeki iddialı eski 7 üniversite, binalarından yükselen sarmaşıklar nedeniyle Sarmaşık Birliği (Ivy League) diye adlandırılırlar. Bunlardan üçü Columbia, Yale, Princeton, bugün de tartışmaların odağında yer alıyorlar. Özellikle New York’taki Columbia Üniversitesi 68 olaylarında da; Vietnam protestosu sırasındaki bina işgalleri, kararlı bir direniş hikayesiyle hafızalarda yer etmişti.

1991’deki Birinci Körfez Savaşı öncesinde, ben de Columbia’da işgale karşı protestolara katılma olanağı buldum. O zaman benzer konumdaki, okulda kaydı bulunmayanların da rahatlıkla üniversite bahçesindeki eylemlerde yer alabildikleri, Oyun Yazarı Kurt Vonnegut, Aktris Susan Sarandon gibi ünlülerin destek konuşması yapabildikleri görece özgür bir iklim vardı.

Bugün ise Rektör Nimet Şefik’in davetiyle, üniversitede çadır kuran, barışçı bir çizgi izleyen öğrencilere polis saldırabiliyor, yüzlercesini gözaltına alabiliyor. Bu öğrencilerin kimlikleri iptal ediliyor, yurtlardan atılıyorlar. Rektör Şefik, Amerikan Kongresi’ne ifade vermeye çağırılıyor. Burada akademik özgürlüklere, ifade ve toplanma özgürlüğüne sahip çıkamayan, gayet pısırık bir tavır sergiliyor. Bununla da yetinilmiyor, Temsilciler Meclisi Başkanı Mike Johnson İsrail’e 26 milyar dolarlık bir yardım paketini geçirdikten sonra, adeta üniversiteyi basıyor, yuh çeken öğrencileri tehdit ediyor, tavrını yetersiz bulduğu rektörü istifaya davet ediyor.

Daha evvel mesnetsiz karalamalarla görevden alınan, yine Sarmaşık Birliği üyesi iki üniversitenin Harvard ve Pensilvanya’nın kadın rektörlerinin akıbetine şimdilik uğramıyor. Ama koltuğu sallanmaya devam ediyor.

Üniversitelerin böyle tahakküm altına alınması çabalarının ardında otoriter eğilimlerin yanında piyasacı toplum tasarımının da etkisi var. Çünkü üniversitelere kamu destekleri kısılınca, geçmişten devreden bağış fonlarının yanı sıra, dolar milyarderlerinin “hayırseverlik” jestlerine de gereksinim duyuluyor. Onlar da kendi dar dünya görüşleri çerçevesinde üniversiteyi hizaya getirmek için kendilerinde hak görüyorlar. “Desteğimi keserim!” sopasını sallamaktan çekinmiyorlar. Nimet Şefik gibilerini de ellerine mahkum hale getiriyorlar.

ÖĞRETİM ÜYELERİ ÖĞRENCİLERİN YANINDA

Tüm bu yıldırma operasyonlarına karşın eylemler dalga dalga yayılıyor. Akademisyenlerin öğrencilerine sahip çıkma gayretleri Emory Üniversitesi’nde tanık olduğu gibi, onların da tutuklanmasına yol açabiliyor. Öğretim üyelerinin arkadan kelepçelendiği, yerlerde sürüklendiği utanç verici görüntüler dünya kamuoyunca ibretle izleniyor. Güney Kaliforniya Üniversitesi’ni birincilikle bitiren Asna Tebessüm’ün mezuniyet konuşması Filistin mevzuuna girer endişesiyle iptal ediliyor.

Üniversitelerin bugün kendi fildişi kulelerinin dışına çıkmaması, toplumsal sorunlara haksızlıklara, adaletsizliklere, eşitsizliklere ses çıkarmaması isteniyor. Halbuki üniversite tanımı gereği evrenseldir; doğanın ve toplumun bilgisini üretme, düşünce özgürlüğünü, insan haklarını savunma sorumluluğunun öznesidir. Üniversite öğrencileri de yaşları ve konumları gereği, toplumda egemen olan güç ve egemenlik ilişkilerinin dışında kalabilen, bu özellikleriyle tarafsızca vicdanlarının sesini dinleyebilen, tüm dünyadaki ve ülkelerindeki baskı ve adaletsizliklere karşı seslerini yükseltebilen dinamik bir kesimdir.

Zaman zaman suskunluk dönemleri yaşansa da, Türkiye’de ve başka ülkelerde hep bu tarihsel sorumluluklarını yerine getirmişlerdir. Toplumsal uyanışlar gençlik hareketleriyle başlamıştır. Bugün de bir benzeri yaşanmaktadır. ABD’de iki başkan adayının da İsrail’in insanlık dışı eylemlerinin destekçisi olması, geniş halk kesimlerinin artan tepkisi, bugün üniversitelere özel bir misyon yüklemiştir.

TÜRKİYE’NİN TUTARSIZ REKTÖRLERİ

Gelelim Türkiye’ye, ABD’de tutuklanan öğretim üyelerine başta ODTÜ ve Boğaziçi üniversitesi olmak üzere birçok üniversiteden eş zamanlı, harfiyen aynı söyleme dayalı “haklı” tepkiler geldi. Bazen sosyal medyada bir kişi haksız gördüğü, kınamak zorunda hissettiği bir olay karşısında bir paylaşım yapmaya görsün; “Şu olayda neredeydin?”, “Filanca tarihte niye sustun?” tarzı yersiz sorularla yargılanabiliyor. Bir birey, yanlış, çelişkili bir tutum almadığı takdirde, her olay karşısında tepki göstermek, her mağduriyete aynı duyarlılığı sergilemek zorunda değildir. Ancak kamu görevlilerine gelince bu iş değişir.

Kayyum rektörlerin, Boğaziçi kurucu rektörünü kapıdan almayan kişinin veya ODTÜ Devrim stadyumunu öğrenci şenliğine kapatan şahsın Atlantik ötesindeki olaylar karşısındaki tepkilerini, pekala “çifte standart” niteleyerek mahkum etmek hakkımız vardır. Tabii bu arada, İsrail devletinin saldırganlığına kılını kıpırdatmayan Joe Biden ile görüşmek için can atan Tayyip Erdoğan’ın sözde Filistin destekçiliğiyle ne ölçüde samimidir sorusun sormamız da gereklidir.

İsterseniz şimdi gelin şimdi bir turnusol testi yapalım. Sözünü ettiğimiz muhterem rektörler, madem düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda bu kadar duyarlısınız, bunu kanıtlamak için önünüzde bir fırsat var. Bir bildiri de 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması için yayımlayın, yetkililere çağrıda bulunun. Biz de samimiyetinize inanalım.

Bu vesileyle, İşçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü 1 Mayıs hepimize kutlu olsun!

                                                              /././

Bina yan yattı, boya yapacaklar (Yaşar Aydın)

Anayasa tartışmasıyla yatıp kalkmamız isteniyor. Serbest düşüş süreci yere çakılmayla noktalanmak üzere olan iktidar tüm partileri bir araya getirip yeni anayasa yapacağına dair oluşturulan yapay gündemin arkasına takılmamız isteniyor. Daha da kötüsü Erdoğan’ın demokratik bir anayasa için adım atabilecek bir lider olduğuna inanmamız bekleniyor.

DEĞİŞMEZ MADDELER VAR

Anayasa tartışmalarında sürekli ilk dört madde gündeme gelir ve asla aşılamaz bir tartışma olarak orta yerde durur. Ama yeni anayasa diyenler konuyu Erdoğan’ın değişmez maddelerine asla getirmez. Erdoğan’ın anayasa değişikliği ile eline geçirdiği gücü ifade eden maddelerden bahsedilmez.

Yandaş gazeteciler Erdoğan’ın önerisiyle bazı demokratik adımların atılabileceğini hatta partili cumhurbaşkanlığının dahi tartışılabileceğini yazıp durdu. Ne büyük lütuf. Ne büyük yalan. Yeni anayasa tartışmalarında Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin karakterini belirleyen hiçbir madde gündeme dahi gelmiyor. Örneğin seçim yasası ve 50+1 asla gündemde değil. Onlara dokunulmaz. Cumhurbaşkanını olağanüstü yetkilerle donatan Anayasa’nın 8, 101, 103, 104, 105 ve 106 maddelerinden bahseden yok. Kararname yetkisinden bahseden de… Yetkili ama asla sorumluluğu olmaması da değişecekler arasında olan maddelerde kendine yer bulamadı.

Bu maddelere dokunulmayacaksa yeni anayasada ne değişecek? Herkes biliyor ki aslında hiçbir şey.

TARTIŞILMASI YETİYOR!

Erdoğan anayasayı kendi istediği gibi değiştirmeyeceğinin farkında. Anayasa değişikliği için TBMM’de 400 vekile ihtiyaç var. Bu rakama asla ulaşamaz. Hadi 360 sayısına ulaştı diyelim. Kendisi için bir kez daha iktidar yolunu açacak değişikliğe seçmen onay veriri mi? Bu sorunun açık ara cevabı ‘Hayır’. Dolayısıyla Erdoğan referanduma da gidemez. Böyle bir etki alanı ve gücü kalmadı. Aynı anda hem milliyetçileri hem Kürtleri ve liberalleri ikna ettiği dönem çoktan bitti.

Peki nedir bu anayasa meselesi? Çok açık ki Erdoğan bu başlığın tartışılmasını seviyor. Buna çok ama çok fazla ihtiyacı var.

Neden ihtiyacı olduğunu birkaç başlık altında toparlayalım.

Yenilgiyi unutturalım: AKP ve Erdoğan siyasi tarihinin en büyük yenilgisini aldı. Toparlanması neredeyse imkansız. Öyle bir yenilgi ki aynı anda hem parti içinde hem Cumhur İttifakı’nda çatlağı büyüttü. Buna bir de yenilginin en somut sonucu olan ülkenin yüzde 75’inin muhalefetin yönetimine geçmesi eklenince yıkımın çapı daha da büyüdü.

Erdoğan tahribatı gizlemek için hiçbir şey olmamış gibi anayasa yapabilecek bir güçte olduğunu kendi kadrolarına göstermek istiyor. AKP’yi ikinci parti haline getiren seçimi “yol kazası” olarak sunmak istiyor. Yenilgiyi unutup, sonuçlarını tartışmayan ‘nerede kalmıştık’ diyerek yeni anayasa başlığıyla liderini takip eden AKP örgütü Erdoğan’a ciddi anlamda nefes aldırır.

Özel’le mesaj verelim: Erdoğan, Yeni anayasa tartışmasını MHP lideri Bahçeli ile “çelişkili ittifak” dönemi için de fırsat olarak görüyor. Özellikle CHP lideri Özgür Özel’le yapılacağı belirtilen görüşmenin yandaş medya tarafından ısrarla anayasa başlığıyla yapılacağının duyurulmasının arkasında yatan gerçek neden budur. Erdoğan bir kez daha gücünden bir şey kaybetmediğini ve CHP dahil herkesle masaya oturabilecek özgüvene sahip olduğunu göstermek istiyor. Bahçeli bunu yemez gibi ama olsun.

Tartışma can suyu olacak: Ülke uzun süredir kriz ortamı içinde ve iktidar çözüm bulamıyor. Her hamlesi elinde patladı. Ne içeride ne de uluslararası ilişkilerde kudretli lider görüntüsüne sahip. Tam anlamıyla topal ördek görüntüsünde. Bir sonraki seçimi kaybedeceğine dair genel bir kanı oluşmuş durumda.

Erdoğan yeni anayasa tartışmasını bu havayı değiştirecek can suyu olarak görüyor. Hele bir de belirli başlıklara geçebilirse değme keyfine.

BAHÇELİ İLE UZLAŞMA

Dün yapılan Bahçeli-Erdoğan görüşmesini ayrıntılarına sahip değiliz. Ama şurası kesin ki çelişkilerini çözmeden yürüyüşe devam edip sahte bir uzlaşı görüntüsü verecekler. Bu uzlaşının en önemli başlığı da yeni anayasa tartışması olacak. Bahçeli 100 madde hazır, Erdoğan demokratik anayasa deyip tren sallayıp duracaklar. Dedik ya içeriğinin hiçbir önemi yok.

Peki muhalefet ne yapacak? Perşembe günü Özgür Özel-Erdoğan görüşmesine kadar anayasa tartışması kapanacak gibi görünmüyor. Ama en azından 2 Mayıs itibariyle bu bahis kapanmalı.

İktidarın geleceğe dair tek cümle kuramadığı, ikna gücünü yitirdiği, en geniş ittifak blokunda çatlakların arttığı bir ortamda bu kadar konuşmak bile fazla.

Bu iktidarın memlekete bir kötülük daha yapmasına izin vermeden büyük bir dirayet ve inançla artık sallanan iktidarı bitirme zamanı.

(BİRGÜN)

Bakanlıktan Cengiz İnşaat’ın ‘rant planına’ onay çıktı: Bu kez parka el 'koydu' - Cengiz Karagöz / Cumhuriyet

 

Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, seçimin üzerinden bir ay geçmeden Cengiz Holding’e ilk kıyağını yaptı. Holdinge ait Altunizade’deki arsalarla ilgili istenen plan değişikliğini Bakanlık onayladı. Plan değişikliği ile 730 metrekarelik park ve yol alanı “Özel Sosyal Tesis” alanına alınarak imara açıldı.

İktidarın gözde şirketleri arasında yer alan Cengiz İnşaat sık sık kamu ihaleleri ve tepki çeken projeleriyle gündeme geliyor. Söz konusu şirket bu kez de Altunizade’deki arazileriyle gündemde.

Cengiz İnşaat, kendi mülkiyetinde bulunan ancak yürürlükteki imar planlarına göre bir kısmı yeşil alan ve yolda kalan arazileriyle ilgili plan değişikliği istedi. 2014-2019 döneminde AKP’den Çekmeköy Belediye Meclis üyeliği de yapan Şehir Plancısı Nagihan Ürgen’e hazırlatılan plan değişikliği, Altunizade 2 ada 31,63 ve 64 nolu parselleri kapsıyor.


Ayrıca bu parseller üzerinde bulunan 2 katlı 3 adet konut da riskli yapı kararı aldırtılarak yıktırılmıştı.

Yıkımı yapılan binaların ön tarafındaki 65 nolu parselde Cengiz Holding’in merkez binası bulunuyor. Bu binaların bulunduğu araziye şimdi, 4 katlı “Özel Sosyal Tesis” yaptırılmak isteniyor. Bu amaçla hazırlatılan imar planı  değişikliği, riskli yapı ilan edildiği için plan onama yetkisine kavuşan Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığıtarafından onaylandı. Yeni planlar 15 günlük itiraz süreci için askıya çıkarıldı.

Bakanlık tarafından onaylanan imar planı raporuna göre, yürürlükteki planlarda park ve yol alanında kalan yaklaşık 730 metrekarelik kısım da “Özel Sosyal Tesis” alanına dahil edildi. İnşaat yapılabilecek alan büyütülürken, yeşil alan küçültüldü. Raporda, 4 katlı özel sosyal tesiste ne gibi fonksiyonlar yer alacağı belirtilmedi. Ancak bu tür özel sosyal tesislerde yüzme havuzu, sinema, tiyatro, kreş ve çok amaçlı salonlar yer alabiliyor.

PLAN KARARLARI

Plan değişikliği raporunun “Plan Kararları” başlığı altında özetle şöyle denildi: “Plan değişikliği teklifi; meri planda ‘Yönetici Merkez Fonksiyonlarından Etkilenme Bölgesi’ ve “Park Alanı” lejantlarında kalan parsellerin bir bölümünün “Özel Sosyal Tesis Alanı” lejantına alınmasına yönelik hazırlanmıştır. Plan değişikliği ile “Özel Sosyal Tesis Alanı” gerek donatı olarak gerekse ulaşım ve nüfus sirkülasyonu olarak daha az bir yoğunluk getirecektir. Özel Sosyal Tesis Alanında yapılaşma koşulları T.A.K.S.: 0,50, K.A.K.S.: 1,00, Yençok: Z+3 kat olarak belirlenmiştir.

CHP’DEN PLAN DEĞİŞİKLİĞİNE TEPKİ

İBB Meclisi CHP Grup Başkanvekili Ülkü Sakalar, Bakanlık üzerinden yapılan plan değişikliğine tepki göstererek, “Halkın geçim sıkıntısı çektiği bir zamanda yapılan bu plan değişikliği, zengini daha zengin eden bir karardır. AKP, halkın seçimde verdiği mesajı ne yazık ki anlamamış. Parsel bazında yapılan bu tür  plan değişiklikleri kamusal yarar değil, rant amaçlıdır. İBB Başkana Ekrem İmamoğlu’nun parsel bazındaki imar değişikliklerine karşı olduğunu bilenler, plan değişikliklerini Ankara üzerinden halletmek istiyor. İstanbul’da riskli yapı kararı bulunan binlerce bina varken neden belirli kişiler için Bakanlık mesai yapıyor. Konuyu uzmanlarımıza incelettiriyoruz” dedi.

Cengiz Karagöz / Cumhuriyet


KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI - 30 NİSAN 2024 -

14 barodan ortak Tahir Elçi açıklaması: Cezasızlık adım adım örüldü (duvaR)

14 barodan Tahir Elçi davasında savcının beraat talebine ortak tepki: Faili meçhul cinayet yoktur aydınlatılmamış cinayet vardır. Cezasızlık travmalarımıza yenisinin eklenmesini kabul etmiyoruz.(https://www.gazeteduvar.com.tr/14-barodan-ortak-tahir-elci-aciklamasi-cezasizlik-adim-adim-oruldu-haber-1687748)

Türkan Elçi: Şaşırmadım, üzgünüm...(duvaR)

Türkan Elçi, Tahir Elçi cinayeti davasında savcının beraat talebini değerlendirdi: Türkiye’de planlı suikastların faili meçhulle sonuçlanacağını bilen biri olarak şaşırmadım. Üzgünüm, kaygılıyım...(https://www.gazeteduvar.com.tr/turkan-elci-sasirmadim-uzgunum-haber-1687747)

Mehmet Cengiz 'Şimşek programı'ndan umutlu: 'Krizden çalışarak çıkabiliriz ama adam yok' (soL)
İktidarın gözde müteahhitlerinden Cengiz, krizin faturasını işçilere kesti, "çalışacak adam bulamıyoruz" dedi. Yıllarca deniz tatili yapmadığını söyleyen milyarder patron "anlayış" bekledi.(https://haber.sol.org.tr/haber/mehmet-cengiz-simsek-programindan-umutlu-krizden-calisarak-cikabiliriz-ama-adam-yok-393135)

Gıda tekeli Lezita’nın emek düşmanı sicili (soL)
Lezita bugünlere nasıl geldi? Sırtını devlete yaslayarak nasıl dev bir gıda tekeline dönüştü? Şirketin emek düşmanı sicili bugünle mi sınırlı? Lezita direnişi nasıl devam ediyor? (https://haber.sol.org.tr/haber/gida-tekeli-lezitanin-emek-dusmani-sicili-393138)

Adıyaman'da iki polisin öldüğü olayı perde arkası: Savcı uyardı, iki komiser silahını almak isteyince ateş etti (Cihan Başakçıoğlu-duvaR)

Emniyet Sen Başkanı Faruk Sezer, Adıyaman’da iki komiserin yaşamını yitirdiği olayı anlattı: Savcı şüpheli polisin durumunu fark edip karakolu aradı. İki komiser silahını isteyince polis ateş açtı.(https://www.gazeteduvar.com.tr/adiyamanda-iki-polisin-oldugu-olayi-perde-arkasi-savci-uyardi-iki-komiser-silahini-almak-isteyince-ates-etti-haber-1687709)

Cezalar ve baskılar sonuç vermedi: Amedspor'un şampiyonluğa giden hikayesi (YEKTA ARMANC HATİPOĞLU-SOL/ÖZEL)
TFF 2’nci Lig Kırmızı Grup’ta mücadele eden Amedspor, şampiyonluğu garantiledi. Yıllardır ırkçı saldırılara maruz kalan takım, 15 yıl sonra 1’inci Lig’e çıkan ilk Diyarbakır takımı oldu.(https://haber.sol.org.tr/haber/cezalar-ve-baskilar-sonuc-vermedi-amedsporun-sampiyonluga-giden-hikayesi-393134)

soL KÖŞEBAŞI -30 Nisan 2024 -

 

Siyaset alanında gelişmeler (Oğuz Oyan)

Sermayenin programına karşı tek alternatifin, emeğin programını savunan sosyalist bir seçenek olduğu giderek daha fazla billurlaşacaktır.

31 Mart Yerel Seçimlerinde irtifa kaybeden iktidar bloğunun normal olarak anayasayı değiştirme gündeminin zayıflaması gerekirdi. Ancak iki nedenle bunun tam tersi olmak üzere. 

Birincisi, ekonominin ağır bir fiyat istikrarsızlığı ve kamu maliyesi krizine sürüklenmesindeki sorumluluğunu tartışılmaz kılmak isteyen, sonra bunun bedelini üç-dört yıl daha tüm emekçi kitleler üzerine yıkacak bir ekonomik programı dayatan, şimdi de bu programa oluşabilecek siyasal/toplumsal tepkileri asgaride tutmak isteyen bir çapaçul iktidar anlayışının, anayasa (ve belki bir dış politika ortaklığı) üzerinden hem kendini temize çekme hem de gündemi istediği gibi bükme fırsatı yaratmakta başarılı olma yolunda ilerlemesidir. Peki buna fırsat verilirse kim kazanır?

İkincisi, iktidarın anayasayı değiştirme gündemine muhalefetten ciddi bir karşı çıkış beklenmiyor olmasıdır. Ciddi dediğim karşı çıkış, “Anayasayı paspas, yasamayı ‘bypass’ eden, yargıyı yürütmenin sopasına dönüştüren bir anlayışla ne masaya oturulur ne de müzakere edilir” diyebilmekten geçiyordu. Meclis’teki sağ siyasetlerin (ki milletvekili sayıları dışında hiçbir seçmen karşılığı olmayan bu siyasetlerin bir bölümü zaten AKP türevidir) böyle bir duruşları olması zaten beklenemez. Kürt siyasi hareketi ise, Anayasayı da kapsayan müzakere masalarında yer kapmak için çok hevesli olduğunu zaten her vesileyle belli ediyor. Anamuhalefet partisi de “müzakere-mücadele” çerçevesi içine yerleştirerek masaya yanaşıyor.

'Makama saygı' nereye kadar?

Anamuhalefet partisi liderinin, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile diyalog kanalını açık tutmanın bir dayanağını da “makama saygı” üzerinden formüle etmesi ise doğrusu oldukça sorunludur. Bir kere idari “makamların” onu işgal eden kişilerden bağımsız bir siyasi varlığı ve saygınlığı olamaz. O makamda şu an oturmadığı halde saygınlığını her daim koruyan 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer bunun tersten kanıtıdır. 

Ettiği tarafsızlık yemininin tam tersi bir siyasi konuma yerleşerek iktidardaki siyasi partinin genel başkanlığını yürüten, Anayasayı ve YSK’yi zorlayarak hakkı olmadan üçüncü kez Cumhurbaşkanı adayı olarak o koltuğu kapan bir zihniyetin temsilcisine makama bağlı bir saygınlık atfetmek ne etik ne de politik değerlere sığar. O koltuğu işgal eden kişi Cumhurbaşkanlığı makamına saygı duysaydı, Anayasa m.103 ve m.104/2’ye aykırı olarak (ve Anayasal yargının zaaflarına sığınarak) bir siyasi partinin genel başkanlığını üstlenmezdi. Kendi makamına (yani o makamın gerektirdiği siyasi tarafsızlığa ve etiğe) saygı duymayan birine, sırf işgal ettiği makam gereğince saygı duyulmasını telkin etmek, absürt bir çelişkidir.

Kaldı ki, iktidara talip olan ve potansiyel iktidar adayı olan bir anamuhalefet partisinin yöneticilerinin duracağı yer her zaman bir “siyasi meydan okuma” konumu olmalıdır. İlla Süleyman Demirel’in 1970’lerde Başbakan Ecevit’e, 1980’lerde başbakan Özal’a “başbakan” demek yerine “hükümetin başı” şeklindeki hitap biçimlerini benimsemek gerekmez, ama Demirel’in o hitap biçimlerinde makamı politikacının kimliğinden ayıran üslubu ve bunun ona politik getirisi de görmezden gelinemez. Dolayısıyla burada “yürütmenin başı” türü bir formül öneriyor değiliz, ama içi boş bir “makama saygı” yaklaşımının da fazla zorlanmaması gereğinin altını çiziyoruz.

Tuzağın içine çekilmemek gerekir

Anayasa gündemini dayatırken iktidarın avadanlığında iki kullanışlı alet olacaktır. Birincisi sivil ve özgürlükçü anayasa aldatmacasıdır. Her iki bakımdan da aldatıcıdır. Bir kere, 12 Eylül Anayasası 19 kez değiştirildi ve bunun 12’si AKP döneminde yapıldı. Dolayısıyla 12 Eylül Anayasası önemli ölçüde sivil siyasi yönetimlerin ve özellikle AKP’nin etkisini taşır. Üstelik, 2007, 2010 ve 2017 anayasa değişiklikleri, tek adam rejimine doğru yürüyüşün ve yargının siyasal İslamcı iktidarın emrine sokulmasının önemli basamaklarıydı. Hatta bunlardan Nisan 2017 Anayasası, güçler ayrılığı ilkesine fiilen son veren bir “başkancı sistem” oluşturarak sadece 1982 Anayasasından değil, hem 1961 Anayasasından hem de Türkiye’nin parlamenter sisteme dayalı tüm anayasal gelişim sürecinden bir kopuş anlamına gelmekteydi. Bu bakımdan da bir “ikinci cumhuriyet anayasası” olarak nitelendirilecek ölçüde bir makas değişimidir. Şimdi AKP bu Anayasayı kendi bedenine göre biraz daha kesip biçmek istiyor. 

Öte yandan, “özgürlükçü” aldatmacası her zaman kullanışlı bir alettir. Cumhuriyet iktidarlarının en despotik dönemini temsil eden bir tiranlık rejiminin, her kapıyı açan bir “özgürlükçülük” maymuncuğuna ihtiyaç duymasından daha ideolojik ne olabilirdi?

İkincisi CHP’nin önüne konulacak ilk dosyalardan biri, 24. Yasama döneminde bir Anayasa değişikliği geçici komisyonu vasıtasıyla belirli bir noktaya kadar ilerletilen müzakerelerde üzerinde anlaşma sağlanan maddeler listesi olacaktır.  CHP müzakerelere girsin girmesin bu dosya üzerinden iktidar siyasetçileri ve gazetecileri tezvirata başlamaya hazırdır. Bilindiği gibi o anayasa komisyonu, komisyonun benimsediği ilkelere aykırı olarak AKP’nin bir “başkancı sistem” önermesi üzerine dağılmıştı. (2016 darbe girişimi sonrası tam tersi pozisyonu benimsemesine rağmen o zaman muhalefette olan MHP de “başkancı sistem” önerisini kabul etmemişti). Şimdiki CHP yönetiminin “o dönemin komisyonunda benimsenmiş maddelerden devam edilmesi” şeklinde formüle edilebilecek bir tuzağa da düşmemesi gerekir. Zaten o komisyonun dağılmasından sonra AKP’nin Fethullahçı iktidar ortağının darbeye teşebbüs etmesi ve bunun verdiği istimle despotik bir 2017 Anayasası yapılmış olması gibi gelişmeler bile “AKP ile Anayasa yapılmaz” duruşunu sonuna kadar haklı çıkarmıştır.

Merkez-sağ bir siyaset oluşturma sevdası

İyi Parti’deki yönetim değişikliği etrafında yeniden tartışmalara açılan bir konu da genellikle İYİP’ten kopmuş olanların dillendirdiği bir “merkez-sağ parti oluşturma” meselesidir. İYİP Genel Kurulunun MHP kökenli başkan adayları yarışına sahne olmasının da gösterdiği gibi, artık İYİP’in bu arayışa karşılık gelmesi zordur. Peki buradan kopanlar ve kopacak olanlar yeni bir siyasi kutup oluşturabilirler mi? Pek güç.

Burada açıkça belirtmekten kaçınmayalım: Türkiye’de “merkez-sağ” denilen ama dinciliğe ve milliyetçiliğe her zaman kapıları açık olan siyasi hareketlerin son kullanım vadesi dolmuştur. Esasında, 1990’larda dinci ve milliyetçi sağın yükselişiyle birlikte “merkez-sağ’da aşınma süreci hızlanmaya başlamış ve 2002’de kemale ermişti. 2002 seçimlerinin sonuçları, aslında üç yıldır uygulanmakta olan IMF/DB programına da bir tepkiydi. Ama emperyalizmin mali kurumları bu tepkilerin dinci bir siyaset üzerinden saptırılmasını ve mevcut sermaye düzeninin iç ve dış sermayenin talepleri doğrultusunda kurtarılmasını başarmışlardı. Sonrasında 22 yıla yaklaşan bir AKP dönemi yaşanmış ve dinci siyaset “merkez-sağ” partileri ve seçmenleri büyük ölçüde kendi bünyesinde eritmiştir. Dolayısıyla şimdi İYİP’in bölünmesi üzerinden bir “merkez-sağ” hareket doğması olasılığı bulunmamaktadır. 

“Merkez-sağ” denilen bir hareketin siyaseten doğması ancak AKP’nin parçalanması üzerinden gerçekleşebilir. Ama bu da “düşük yapan” bir doğum olur. Başka deyişle, siyaseten kurulur ama sistemin ekonomik taleplerini karşılayamaz ve kısa vadede sönümlenir. Çünkü sermayenin sert bir sınıf saldırısını içeren ekonomik programının uygulanması, bugün 12 Eylül askeri rejimi gündemde olmadığına göre, gene şiddete dayalı kolluk/yargı baskılarını örgütleme kapasitesine sahip bir despotik iktidar eliyle olabilecektir. Bunun karşısına uzlaşmacı “merkez-sağ veya merkez-sol” hareketlerin çıkarılması, havanda su dövmekten farksızdır. Sermayenin programına karşı tek alternatifin, emeğin programını savunan sosyalist bir seçenek olduğu giderek daha fazla billurlaşacaktır. Bunun gerçekleştirilmesi ise ayrı bir mücadele başlığıdır.

1 Mayıs

CHP’nin 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasına sahip çıkması, eğer buna gerçekten ciddi bir kitlesel katılımı örgütleyerek girişecekse, sonuç alınmasa da sonuç alınacak bir eylem olur. Çünkü CHP yönetimi ve tabanı, sermaye iktidarı ve sermaye sınıfının çıkarlarıyla karşı karşıya gelmenin sonuçlarıyla yüzleşmiş olur. 

Bu da az kazanç sayılmaz. Her iki karşıt sınıfı birden idare etme döneminin geçmiş olduğu daha iyi anlaşılabilir. CHP’nin son kanun teklifinde olduğu gibi yılda 4 asgari ücret ayarlaması istemek doğru bir tutumdur. Ama hem bunu talep etmek hem de sermaye ile uyumlu iş götürmek imkanı yoktur. Bir yerden ters teper ve sistemin ideolojik ağları sizi kuşatmakta gecikmez. Emek yanlısı politikalar, sermayeye de hoş görünmekle bir arada yürütülemez. Kendi partinizde bile -her kesimi temsil etme iddiasındaki bir kitle partisinde- iç tartışmalara yol açar. Bunu kaldırabilecek bir parti yapısının olduğu kuşkuludur.

Her durumda 1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı’nın 2024 yılında sermaye saldırısına karşı yeni mücadelelerin dönüm noktası olmasını dileyelim ve alanlarda emekçilerle buluşalım.

                                                                /././

Ankara'dan Kübalı çocuklar geçti: La Colmenita'nın bıraktığı iz (Özkan Öztaş)

23 Nisan vesilesiyle Küba'dan Türkiye'ye gelen La Colmenita Çocuk Tiyatrosu, Mamaklı çocukları tiyatroyla tanıştırdı. Çocuklar Mustafa Kemal Atatürk ve José Marti heykellerine birlikte çiçek bıraktı. 

2008 yılında Devlet Tiyatroları’nın, 2010’da José Marti Küba Dostluk Derneği’nin davetlisi olarak Türkiye'ye gelen dünyaca ünlü Küba Çocuk Tiyatrosu Kumpanyası La Colmenita (Küçük Arı Kovanı) bir kez daha 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı vesilesiyle Türkiye'deydi. Kumpanya, İstanbul ve Ankara'da bir dizi gösterim ve etkinlikte yer aldı.

Hayatında ilk kez tiyatroya giden yüzlerce çocuğun sevincine ortak olan La Colmenita ekibi Ankara'da Küba Büyükelçiliği'nin ev sahipliğini yaptı buluşmanın ardından Küba'ya dönmek üzere yola çıktı.

Mamaklı çocuklar ilk defa tiyatro izledi

Devlet Tiyatroları'nın 23 Nisan kapsamında düzenlediği 19. Küçük Hanımlar Küçük Beyler Tiyatro Festivali kapsamında sahne alan La Colmenita'nın gösterimlerine Semt Evleri'nden de katılımlar oldu. Mamak'taki Doğukent Semt Evi'nin organizasyonu ile tiyatroya giden çocukların bir kısmı daha önce hiç böylesi bir etkinliğe gitmemişti. Hayatlarındaki ilk tiyatro gösterimine La Colmenita ile katılma şansı bulan çocukların gözlerindeki heyecan ise görülmeye değerdi. 

En çok gösterim yapan ekiplerden biri

La Colmenita aynı zamanda neredeyse her gün sahneye çıkarak, Türkiye'ye gelen ekipler arasında en çok sahne alan grup oldu. The Beatles ve Külkedisi Müzikali ile sahne alan La Colmenita yedi ayrı gösterim ve iki farklı içerik ile her gün sahneye çıkarak binlerce çocukla buluştu. Tüm çocukların Tin diye seslendiği ve Ankaralı çocukların da kalbini fetheden La Colmenita'nın kurucusu ve direktörü Carlos Alberto Cremata, daha önce soL'a verdiği mülakatta uluslararası alanda bilinen tiyatro eleştirmenlerinin La Colmenita için “çocuk oyuncular” değil “oynayan, eğlenen çocuklar”  ifadesini kullandıklarını söylemişti. Bu heyecan hızlıca sahneden seyirciye ulaşarak, izleyen çocukların da dahil oldukları bir programı var etti tüm etkinliklerde. 

Büyükelçiliğin ev sahipliğinde çocuklarla buluşma

Programın son aşamasında hem La Colmenita, hem Türkiye'den programa katılan çocuklar hem de Kübalı misafirleri ağırlayan aileler Ankara Küba Büyükelçiliği'nin davetlisi olarak bir araya geldi. 

Programda konuşan Küba Cumhuriyeti Ankara Büyükelçiliği Birinci Sekreteri Oscar Redondo Ramos, şu ifadeleri kullandı:

"Bugün burada ne söylesem gördüklerimin ve duyduklarının ötesine geçemeyecek. Burada Küba'dan gelen çocuklarla ilgilenen ailelere çok teşekkür ederek başlamak istiyorum. La Colmenita'nın en büyük başarısı bizler için bu kurulan bağlar ve dostluklar. La Colmenita hakkında söylenecek çok şey var ama iki şeye değinmek istiyorum. İlk söylemek istediğim şey çocukların ortaya koyduğu sanatın kalitesi ve derinliğidir. Türkiye'de izlecilerin karşısına çıkıp, Küba'da verilen duyguyu yansıtmak gerçekten çok zor bir şey. Ama bu çocuklar bu başardı. Yani Küba'da izlediğiniz gösterimlerde de Türkiye'deki gösterimlerde de aynı hissiyatı alabiliyor olmak çok güzel bir şey. Çünkü zaten bizim vermek istediğimiz duygular bu çocukların yansıttığı duygulardı. 

İkincisi La Colmenita'nın vermek istediği mesajdır. Çünkü La Colmenita'nın yıllar önce kuruluşu bizlerin ülkemize olan sevgimizin bir ifadesiydi. Fidel'e olan sevgimizin ve José Marti gibi uluslararası alanda bilinen kahramanlarımıza olan sevgimizin ifadesidir. José Marti'ye bakınca uluslararası alanda bilinen bir lideri görüyoruz. Tıpkı Türkiye'ye baktığımızda Mustafa Kemal Atatürk'ü gördüğümüz gibi. Her ikisi de aynı şeyleri hissettiriyor. Bu vesile ile Tin'e yani  La Colmenita'nın kurucusu ve direktörü Carlos Alberto Cremata'ya ve bizlere yardımcı olan dostlarımıza çok teşekkür ederiz." 

Ankara'daki José Marti heykeline çiçek bırakıldı

Küba'dan ve Türkiye'den çocukların bir araya geldiği buluşmaların biri de Ankara gezisiydi. José Marti Küba Dostluk Derneği ve Küba Büyükelçiliği tarafından yapılan programlarda Anıtkabir ve Ankara Anadolu Medeniyetler Müzesi gezildi; miniklerin hazırladığı çiçekler Mustafa Kemal Atatürk ve José Marti heykellerine bırakıldı. José Marti Küba Dostluk Derneği'nin ev sahipliği yaptığı bir dizi etkinlikte Kübalı çocuklar Türkiye'deki arkadaşlarıyla beraber gün boyu devam eden etkinliklerde bir araya geldi. 

Seremoni sırasında José Marti'nin şiirlerini seslendiren çocuklar etkinliğin ardından tekrar buluşmak dileğiyle Türkiye'deki dostlarıyla vedalaştı.

                                                                /././

Önünde sonunda (Salih Bostancı)

"Hakları için, inandıkları için omuz omuza mücadele edecek örgütlü binlerce Defneli var, bu kazanımdır."

Son dönemlerde "Kazanım siyaseti" çok telaffuz edildi, ilk bakıldığında pek iddialı gibi görünüyor. Ama daha dikkatli bakıldığında aslında sosyalizm, devrim hedefini silikleştirmeyi, düzen partileri ile girilen pazarlıkları, ilkesiz ittifakları, tam boy düzen içileşmeyi örten sihirli bir örtü olduğunu, ciddi bir iddia yitimi olduğunu görüyoruz.

Bu yanlış kimi değerlendirmeler ya da dünyayı ve ülkeyi yanlış okumayla ilgili değil. Oldukça bilinçli bir yönelim, dünyada ve Türkiye'de taşlar yerinden oynuyor, devrim ve sosyalizm iddiasını, inancını büyük oranda yitiren sol yeni kurulacak için, içinde olacak şekilde kendini konumlandırıyor, oynanacak oyunda rol arıyor.

Devrimci mücadelede kazanmak da vardır kaybetmek de, başarı da vardır başarısızlık da, hatta bazen ağır yenilgiler. Ama son yerel seçim süreci de gösterdi ki; Türkiye'de sol devrimci bir mücadelenin, bir kavganın parçası olmak istemiyor. Bunun yerine "başarının" bir parçası olmak istiyor. Üstelik "başarının" ne olduğunun çok da bir önemi yok.

Bu Syriza'nın seçim sonucu da olabilir, Piro'nun bir iki puan önde olması ya da bir yalancı bahar da olabilir. Oysa bir devrimci, komünist yapının, Parti'nin başarısı esasında devrim ve işçi sınıfı iktidarı hedefini gerçekleştirmesi ile ve buna kadar da bu doğrultudaki bu hedefi silikleştirmeyen, bu hedefi merkeze koyan çalışma ve kararlı duruşuyla ve işçi sınıfının örgütlülüğünü artırmak ile sınanır. Bunun için belli planlamalar yaparsınız, bazı hedefler belirlersiniz. Bu bir sektörde yaygınlaşma, derinleşme de olabilir, bir bölgede hegemonik güç olmak da olabilir. Ya da seçimde bazı belediyeleri kazanmak olabilir. Bu hedeflere ulaşılabilir veya ulaşılamaz ama önemli ve kalıcı mevziler edilir, kazanım denilecek kalıcı bir örgütlenme sağlanabilir. 

***

Bu yerel seçim sürecinde de Defne tartışmalarında kazanım, başarı, başarısızlık üstünden 10 yıl öncesine kadar gidildi. Belli ki bir moral bozukluğu, karamsarlık, bir umutsuzluk oluşturmak ve yaymak için 10 yıl önce TKP'nin Defne'de aldığı seçim sonucu yazıldı, çizildi, dillendirildi. Hatta "ben o dönem bağış yapmıştım ama parti Defne'yi kazanamadı" diyen bile çıktı. Oysa biz o süreçte umut görüyoruz, çünkü o süreçte de tıpkı bugün Defne'de olduğu gibi gerçek bir kavga ve mücadele vardı. Çünkü devrimciler, komünistler İmamoğlu'nun, CHP'nin aldığı oyda, düzen partileri ile kurulan ittifaklarda değil, gerçek bir kavgada gerçek bir mücadele umut görürler. 

İlk olarak; TKP 2014 seçimlerinde Defne'de ilkesiz ittifaklarla, kimsenin kanatları altına girmeden, "Olanağımız çoktur, verin vekillik başkanlık" diyen güçlere yaslanmadan, CHP'nin lütfu ile değil kendi öz gücü ve çalışmasıyla, oldukça kısıtlı imkanlarla %7,63 oy almıştır, değerlidir. 

Ama asıl değerli olan başkadır, bugüne tekrar dönmek üzere, biz de 10 yıl öncesine hatta daha öncesine gidelim. 

***

Emperyalizm cihatçı barbarlar eliyle Suriye'de büyük bir kıyım yapıyordu, kadınlar kafeslere koyulup pazarlarda satılıyordu, Suriye kan gölüne dönmüştü, bir benzetme değil gerçekten nehirler kırmızı akıyordu. AKP Hatay'ı adeta, bu vahşi cihatçı çetelerin üssü haline getirmişti. Hatay'da her tarafta batılı ülkelerin ajanları ve cihatçı barbarlar dolaşıyordu. 

Tüm bunlar yaşanırken; kadın deyince mangalda kül bırakmayanlar, barış denince hemen bir güvercine dönüşenler, sorsan solculuğu bin okka gelenler AKP ile bir koro, bir ittifak olmuş, bu katliama Arap Baharı, hatta devrim diyordu. İlerleyen zamanlarda pek barış "minnoşu" bulunacak biri "Lazkiye alınırsa, denize ulaşılabilir" bile demişti. 

TKP ise "Ne baharı, ne devrimi Suriye'de emperyalizmin, cihatçı barbarların katliamı var" diyerek, mücadele bayrağını çekmişti. İttifak ve koro hemen atıldı "ulusalcı TKP, sekter TKP, Esad'çı TKP" diye. Ne derseler desinlerdi. Hatay'da Uluslararası Barış Konferansları düzenlendi, on binlerce Hataylının katıldığı mitingler, yürüyüşler düzenlendi. Cihatçı yapılar Hatay'daki TKP'lileri hedef gösteriyordu, AKP ve cihatçılar Hatay halkına meydan okuyordu, Armutlu Mahallesi'ne bile cihatçıların propagandası yapan afişler, pankartlar asılıyordu, buna cevap verilmesi gerekiyordu.

TKP Şam'da Suriye Haber Ajansının sunucusunu Defne belediye başkan adayı yaptı. Bu AKP ve cihatçıların meydan okumasına karşı büyük bir devrimci meydan okumaydı, Sevra onlarca cihatçı çetenin tehdidine karşın büyük bir özveri ve yüreklilikle bu meydan okumanın parçası ve taşıyıcısı oldu. Ayrıca bu dönemde TKP Armutlu direnişinin en etkin unsurlarındandı. Tüm bu süreçte halk ayağa kalktı, birlikte büyük bir dayanışma gösterildi, ciddi bir örgütlülük oluşturuldu. Ve AKP'nin birçok hedefi, provokasyonu halkın duvarına çarpıp darmadağın oldu. Cihatçılar Hatay'dan gitti, geride ayağa kalkmış Hatay halkı kaldı.

Bu kazanım mıdır? Kazanımdır!

Başarı mıdır? Başarıdır! 

Başarıyı, önlerine atılan birkaç vekillik koltuğunu kapmak, CHP'li belediyelerin şirketlerinde 3-5 kadro ayarlamak, bayramlıklarını giyip düzen siyasetçilerinin şatafatlı odalarında ağırlanmak olarak görenlerin ne dediğinin önemi yoktur.

***

Gelelim bugüne. 

Deprem öncesinde tanışılmıştı Hizam Hasırcı'yla. Depremden sonra arabasına doldurduğu dayanışma malzemeleriyle mahalleden mahalleye, çadırdan çadıra, insandan insana yetişmeye çalıştığı sırada epeyce kesişti yollarımız. Sonrasında epeyce konuşuldu, "Madem, Defne için, halkımız için bir görev tamam, kabul" dedi.

Çalışmaya başlandı hep birlikte, ilk önce önemsenmedi, küçümsendi. "3-5 puan oy alırlar" dendi.

Bir süre sonra bakıldı ki iş ciddi, bir araya gelmeyenler bir araya geldi. Kaçakçısı, rantçısı, mafyasıyla TKP ve Hizam Hasırcı kazanmasın diye harami ittifakı kuruldu. Ne söylerse söylesinler SOL Parti ve TİP adayları da objektif olarak bu ittifakın parçası oldu.

Mesele aday olmak ya da olmamak, destek vermek ya da vermemek değil.

Mesele Hizam'a karşı "Sanki 10 yıldır Defne'yi biz yönetiyoruz" dedirtecek kadar, bahsi geçen parti ve adaylarının, seçimin son gününe kadar Hizam'ı ve TKP'yi hedef almalarıydı. Aylar boyunca TKP'nin kullandığı sloganın nerdeyse aynısının kullanılmasıydı. Genel başkanı bir önceki seçimde CHP'den belediye başkan adayı olan adayın, "bunların içinde CHP'liler var" diye kapı kapı dolaşmasıydı. Çıktıkları TV programında, CHP adayını övüp Hizam'ı hedef almalarıydı. Yalanlar ve iftiralardı. Seçim gününe kadar, genel başkanın dâhi katılımıyla süren, olmayan ya da sahte anketler üzerinde yürütülen organize manipülasyondu.

Alacaklarını aldılar, vereceklerini verdiler ne diyelim aynılar aynı yere. 

Harami ittifakı ise AKP güçlü olduğu yerlerde ne yapıyorsa onu yaptı. Depremzede insanları işiyle ekmeği ile tehdit etti. Tehditler, takipler, göz dağı girişimleri, destekçilerin evlerinin önünde silah ateşlemeler, mezhepsel istismarlar, yalanlar, iftiralar... Belki de en ahlaksızcası olanı da muhtemelen binlerce insana verilmiş işe alma sözleri, depremzedeliğin, yokluğun, yoksulluğun, çaresizliğin yalanla istismar edilmesiydi. 

Tüm bunlara rağmen Defne halkının önemli bir bölümü boyun eğmedi bunlara! Umudu örgütlendi, sokak sokak, ev ev.

Yapılabileceği, olabileceği görüldü. Kendine inandı halk ve o harami ittifakına karşı kendisi bir ittifak oldu. Eğilmeden, bükülmeden, birilerinin kanadı altına girmeden, pazarlıksız, ilkelerden taviz vermeden de yapılabilir olanı gösterdi. Hatay'ın kodamanlarının eteğinde solculuk oynayıp, "burası bizden sorulur, biz ne dersek o olur" diyen siyaset sosyetesinin niyetlerini ifşa, kendilerini darma duman etti. İhalecesini, tefecisini, rantçısını, mafyasını tir tir titretti bu çalışma. 

Başarı mıdır? Başarıdır! 

Kazanım mıdır? Elbette bundan sonraki mücadelenin de konusu bu ama hakları için, inandıkları için omuz omuza mücadele edecek örgütlü binlerce Defneli var. Bu bir kazanımdır.

Pazarlıklarla alınmış olan her şeyden değerlidir, çünkü birilerinin lütfu ile değil halkın umudu, emeği ile alınmıştır.

Bu süreçte de, bu yazıda da başarı ne, kazanım ne çok yazıldı.

Ama aslolan sözümüz ve hedefimizdir. İşte o zaman için söz verdik: "Rantın çocukları değil, halkın çocukları yönetecek"

Önünde sonunda!

                                                             /././

Emekçilerin baharı için kemer sıkmıyoruz (Selahattin Kural)

1 Mayıs'ta sömürüye karşı olmadan, özelleştirmelere, eğitimin ve sağlığın paralı hale gelmesine, holdinglerin egemenliğine, tarikat ve cemaatlere karşı olmadan 1 Mayıs kutlanamaz. 

1 Mayıs işçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasındaki mücadelenin keskinleştiği, safların belirginleştiği bir gün.

150 yıldan fazladır, tüm dünyada işçiler haklarını patronlardan almak, refah bir toplumda yaşamak için mücadele ediyor. 1 Mayısların en temel gündemleri, emeklilik hakkı, işsizliğe, düşük ücretlere, iş cinayetlerine karşı mücadele oldu. Ama hiçbir zaman bu taleplerle sınırlı kalmadı.

Sovyet yurttaşları emperyalist dünyaya karşı ülkeleri Sovyetler Birliğini korumak, sosyalizmi güçlendirmek ve komünizmi kurmak için 1 Mayıslarda meydanları doldurdu. Küba halkı Amerika Birleşik Devletleri'nin ülkelerine karşı uyguladığı ablukaya karşı 1 Mayıs’ta caddeleri taşırdı. Bir bütün olarak Latin Amerika'da işçiler darbelere, diktatörlüklere karşı savaştı. Ülkemizde emperyalizme, sömürüye, her türlü dinci gericiliğe karşı işçilerin mücadele ettiği gün oldu.

Özetle 1 Mayıs, sömürücülere, kapitalist düzene, savaşlara, iş cinayetlerine, gerici ideoloji ve siyasete karşı işçilerin mücadeleyi büyüttüğü bir anlam taşıdı. 

Ancak aradan geçen onlarca yıl sonra işçi sınıfı haklarında kayıplar yaşandı. Bu durumun oluşmasında işçi sınıfının siyaseten savunmasız bırakılması etkili oldu. Partili olmak, örgütlü olmak kötüymüş gibi gösterildi. Siyaset kişilere indirgendi, kahramanlar arayışına girildi. Emperyalizme, tarikatlara, patronlara karşı mücadele önemsizleştirildi. 

Yerel seçimlerin ardından düzen siyaseti, işçileri sömürü düzenine bağlamak, eşitsizliklerin üzerini örtmek, kemer sıkma politikalarını halka dayatmak için bir  “yalancı bahar” yarattı.

Tüm bu süreçte işçilerin gerçek gündemleri önemsizleştirildi. 

Geçtiğimiz yıl en az 1932 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Bu her gün en az 5 işçinin patronların kârları için öldüğü anlamına geliyor. Kredi kartı borcu olmayan işçi neredeyse yok. İşçiler borcunu ödeyemediği için yaşam umudunu kaybediyor, yalnızlaşıyor. Geniş tanımlı işsizlik verilerine göre her 4 kişiden biri işsiz. Emekliler verilen sadaka ücretlerle yaşamak zorunda bırakılıyor. İşçiler 14-15 saati bulan mesai saatleri altında baskıyla çalıştırılıyor. İşyerlerinde hakları için mücadele eden işçiler, işten atılıyor. 

Emekçiler açısından bu durumun fazlası var aşağısı yok. Ya patronların!

Onların sadece yıldan yıla kârlarını nasıl birkaç katına katladıklarını, özelleştirmelerle nasıl zenginleştiklerini, halkın gereksinimlerini nasıl paraya çevirdiklerini söyleyelim.

Tüm bu eşitsizliklerin, hak kayıplarının temelinde işçilerin örgütsüzlüğü yatıyor.

İşçilerin örgütsüzlüğünü fırsat bilip, "hepimiz aynı gemideyiz" yalanına ikna etmeye çalışan düzen siyasetinde yatıyor. AKP iktidarının sermaye sınıfı için açtığı sömürü yolunun istikrarlı bir şekilde devam etmesi arayışı yatıyor.

Evet ağır bir kemer sıkma politikası ile karşı karşıyayız.

Hayat pahalılığının iyice arttığı, işsizliğin, geleceksizliğin katlanarak devam ettiği bir dönem.  Patronlar kâr elde etmeye devam etsin diye bütün yükünü işçilere taşıttığı bir dönem. Üstelik bu iktidar partisiyle, düzen muhalefetiyle birlikte yapılacak. Buna izin vermek veya vermemek işçilerin mücadelesi ile belli olacak.

Yarın 1 Mayıs. 1 Mayıs'ta sömürüye karşı olmadan, özelleştirmelere, eğitimin ve sağlığın paralı hale gelmesine, holdinglerin egemenliğine, tarikat ve cemaatlere karşı olmadan 1 Mayıs kutlanamaz. 

Bu sesin güçlenmesi için her yerde sömürüye, sermaye sınıfının egemenliğine karşı alanlarda olacağız. İşçi sınıfının sömürü düzenine karşı mücadelesini güçlendireceğiz. Kemer sıkma politikalarını yırtıp atacak gücün safını kuvvetlendireceğiz.

Yaşasın 1 Mayıs.

(soL)