29 Şubat 2020 Cumartesi

İki Hamit arasında Sosyalizm kokusu - ORHAN GÖKDEMİR


21. yüzyılın başında tuhaf bir biçimde her şey 20. yüzyılın başındakine benzeme eğilimi gösteriyor. İç çatışmalarla sarsılıyorduk, iç çatışmalarla sarsılıyoruz. Bir dünya savaşının eşiğindeydik, bir dünya savaşının eşiğindeyiz. Hamit’in iktidarındaydık, “Payitaht Hamit”in iktidarındayız. Hürriyetsizdik ve Cumhuriyet arzuluyorduk, hürriyetsiziz ve Cumhuriyet arzuluyoruz. Onca hayhuyun arasında vatanın ellerimizin arasından kayıp gideceğinden korkuyor, bizi bir arada tutacak bir tutkal arıyorduk. 

Parçalandık ve bir tutkal arıyoruz.

Hamit paranoyaları nedeniyle bir karikatüre dönüşmüş olsa da görmüş geçirmiş bir hanedanın son kuşağına dahil olmanın bütün vakarını üzerinde taşıyordu. Mütevazıydı. Bâb-ı Ali’nin yetkilerini iç edip ülkeyi Yıldız’dan yönetmeye başlamıştı ama akrabaları daha önce sayısız kez alaşağı edilip kellesi vurulduğundan “ölçülü” olmaya özen gösteriyordu. Devlet çürümüş olsa bile toplum dinamikti. O kadar ki onu bir saray darbesiyle tahta oturan Mithat Paşa, tahtan indiren Enver Paşaydı.

Evet, Hegel’in dediği gibi dünya tarihindeki tüm büyük olgular ve kişiler iki kez ortaya çıkar. Trajediyi geçtik, komedi faslındayız. Hamit yerine Payitaht Hamit, Mithat Paşa yerine Hulusi Paşa. Talat Paşa yerine Fethullah Gülen. 31 Mart gerici ayaklanması yerine 15 Temmuz gerici kalkışması, Yıldız yerine Beştepe Külliyesi… 

Hakkında yazılanlara bakılırsa ilkinin Müslümanlığı sahici, dindarlığı siyasiydi. Avrupa’ya hayrandı ama öte yandan büyük güçlerin oyunlarla mülkünü elinden almak istediğinden kuşkulanıyordu. Dindarlığı bir savunma mekanizmasıydı. Korktuğunda dindar görünmeye çalışıyordu. Çok korktu çok dindar oldu. Haksız da sayılmazdı. İktidarının son yıllarında Anadolu’da Ermeni Tebaası ayaklanmıştı. İmparatorluğun kalbi olan Balkanlar kaynıyordu. Emperyalist merkezlerde topraklarını paylaşma planları yapılıyordu.

***

1908 Hürriyet Devrimi geçici bir rahatlama sağladı. İmamlar, papazlar, hahamlar kol kola gezdi. Makedonya dağlarındaki Rum, Bulgar, Makedon çeteler ovaya indi. Doğu Anadolu’daki Ermeni çeteler peşindeki müfrezelerle kucaklaştı, barıştı. İç savaş nihayet bitmişti. Ülkesinin nefes aldığı kısa sürenin onun yokluğuyla mümkün olmasını rastlantı sayamayız. 

Hürriyet’ten dört yıl sonra, 1912’de başlayan Balkan savaşı az zamanda büyük bir ricata dönüştü. Osmanlı ordusu 250 bin zayiat vermiş, Avrupa Türkiye’sindeki topraklarının yüzde 83’ünü ve nüfusunun yüzde 69’unu kaybetmişti. Artık “kültür başkenti” Selanik yoktu. Kuruluşundan bu yana Avrupa’nın bir parçası olan imparatorluk kısa sürede neredeyse tamamen kıtanın dışına itilmişti. 

Osmanlı, Balkan Savaşları ile Küçük Asya’ya sıkıştırıldı fakat Dünya Savaşı o küçük vatanı da tartışmalı hale getirdi. “Osmanlıcılık” için artık imkân kalmamıştı. “Türkçülüğü” mümkün kılan işte bu hızlı küçülme ve büyük çaresizlikti. İttihat ve Terakki, 1913’te Türkçeyi imparatorluk liselerinde tek eğitim dili ilan etti. Çaresizliktendir. Türkçülük büyük çaresizliğimizdir.

Çaresizdik, çok abarttık ve hiç güvenmedik. Türklüğümüzü hep nominal bir İslam’la tahkim etmeye çalıştık. Anadolu’ya sıkıştırılanlar Türklüğün de ellerinden kayıp gitmesinden korkuyorlardı. Nüfus ayarlamalarına gittiler, hassas bölgelerdeki Türk unsurları daha görünür kılmak istiyorlardı. Göçler, tehcirler dönemi böyle başladı. Esası çaresizliktir. “Türk-İslam Sentezi” kaybedilmiş büyük yurdun küçük, çarpık bir hayaletidir. 

***

Enver Paşa, çaresiz olduğumuzu hiç kabul etmedi. Çok parlaktı, Hürriyet kahramanıydı. Osmanlı’nın büyük savaşa girmesine öncülük ederken bile çare bulacağına inanıyordu. Baktı olmayacak dönüp tek tabanca Bab-ı Ali’yi bastı. Hükumeti devirdi, İttihat ve Terakki’yi yeniden iktidar yaptı. Sonra koştu gitti, direnişle karşılaşmadan, Edirne'ye girdi. Edirne Fatihimizdir. Almanya’nın savaşı kazanacağından emindi. Onun yanında saf tutarak İmparatorluk topraklarını geri alacağına inanıyordu. Fakat tarih onun için bambaşka bir son hazırlamıştı. Serüvenine Osmanlıcı olarak başladı, biçare bir Türkçü olarak bitirdi. Rusya’daki Türkleri birleştirip büyük Türk yurdu için ayaklandırmak isterken Türkistan’da öldürüldü.

“Sarıkamış içi meşe
Urus yaktı hep ataşa
Bizi koydun eli bağlı
Nereye gittin ey Enver Paşa”

Onu bir de Sarıkamış Faciasıyla hatırlıyoruz. Harbiye Nazırı olmasına rağmen ordunun Rus kuvvetlerine karşı giriştiği Sarıkamış Kış Harekâtının komutanlığını üstlendi. 1915'te gerçekleşen o harekâtta Türk birlikleri tam bir bozguna uğradı. 78 bin asker boş yere öldü. Bırakıp İstanbul’a döndü. İstanbul basınında Sarıkamış bozgunu hakkında yayın yapılmasını yasakladı. Korkunç bozgun beş yıl sonra katılan subaylardan birinin anılarını yazmasıyla ortaya çıktı. 

Enver maceracıdır amma asla bir Hulusi Paşa değildir. Renklidir, cesaretlidir, cüretlidir. İstemediği görevleri ve hazır olmadığı rolleri tereddütsüz üstlenmiştir. Vatanseverdir. Enver, trajedidir. 

İnsan beyni seçicidir, trajedileri unutmak ister. Enver’i unuttuk. Türkistan’da çürümeye terkedilen cesedi ancak 1996’da İstanbul’a getirildi. Abide-i Hürriyet’e Talat Bey’in yanına gömüldü. Törene dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Devlet Bakanı Abdullah Gül, Kültür Bakanı İsmail Kahraman katıldı. Enver’i neredeyse bir asır sonra yeni vatanına getirebildik. O sırada açılışında rol oynadığı Hürriyet ve Cumhuriyet dönemi kapanıyordu…

***

Enver hep büyük vatanın peşindeydi. Mustafa Kemal ise elde kalana razı olarak başladı. Cumhuriyetin ardından bütün yapıp-ettiklerini, eldekini, imparatorluktan arta kalan küçük Anadolu’yu yeni yurt olarak benimsetme çabasından ibaret sayabiliriz. Mecburduk ve mecburiyetimizi kabul eden tek kişi vardı. Kemalizm’dir.

Cumhuriyet bitip Kemalizm tasfiye edilince içinden bir Enver karikatürünün çıkması kaçınılmazdı. “Payitaht Hamit”in bir Hamit-Enver sentezi olarak ortaya çıkmasını da rastlantı sayamayız. Panislamizm’in ve Pantürkizm’in tuhaf bir karışımı olan bir yeni bir bakış açısı var. Biraz “Diriliş Ertuğrul”, biraz “Payitaht Abdülhamit”tir. Yaldızı biraz kazınırsa “İhvan-ı Müslimin”e varılır ki, Suriye’deki bataklığa saplanmamızda hepsinin payı var.

“Aşağıdan ses geliyor
Figan bağrımı deliyor
Kör olasın Enver Paşa
Gelinleri el alıyor”

Yersiz maceracılığın kaçınılmaz sonucudur, gelinleri el alır. 

Sonuna yaklaşıyoruz. “Türk-İslam Sentezi” kaybedilmiş büyük yurdun küçük, çarpık hayaletidir. Varlık nedeni çaresizliktir. Cumhuriyeti yaşatamadık, laikliği sindiremedik ve hürriyeti koruyamadık. Koşup Hamit’in bir karikatürünü bulduk. Fakat Enver’in karikatürünü bile bulamadık. Kendimize harıl harıl bir Sarıkamış arıyorduk, İdlib’de bulduk. Çaresizliğimizdir. 

21. yüzyılın başında tuhaf bir biçimde her şey 20. yüzyılın başındakine benzeme eğilimi gösteriyor. Sosyalizme koşuyorduk, sosyalizme koşuyoruz.


Orhan Gökdemir / SOL

27 Şubat 2020 Perşembe

İstiklal Caddesi’ndeki Sent Antuan kilisesi ‘satışa çıkarıldı’, başrahip tedbir kararı koydurdu - DİKEN

İstanbul’un Beyoğlu ilçesindeki İstiklal Caddesi üzerinde bulunan Sent Antuan Kilisesi ve müştemilatı satışa çıkartıldı. Kilise tedbir kararı koydurdu.


Kilise, avlusu ve avlunun önündeki altışar katlı, birbirine bir geçitle bağlanan iki adet apartman, dört işyeri, dönemin İtalyan kraliyet ailesi mensupları üzerine kayıtlıydı.

İHA’nın haberine göre, dünya çapında 1.2 milyar üyesi bulunan Katolik Kilisesi’nin ruhani lideri Papa Francesco ve kraliyet ailesi mirasçıları, 29 Ocak 1971 tarihinde Beyoğlu 1. Noterliği’nce söz konusu bölgedeki haklarından feragat etti.
11 Mart 2013’te Sent Antuan rahipleri olarak bilinen ‘Ordine Dei Frati Minoro Conventuali’ ve yasal temsilcilerinin talebi üzerine İtalyan başkonsolosluğu kilisenin namı müstear adına kayıtlı olduğunu, tescilin dönemin mevzuatına göre mecburen yapıldığını gösterir bir belgeyi Beyoğlu Tapu Müdürlüğü’ne sundu.
Yıllar sonra Sebahattin Gök isimli bir kişi, İtalya, Amerika, Fransa ve başka ülkelere giderek söz konusu taşınmazın kayıtlı olduğu isimlerin varislerine ulaştı. Varislere, söz konusu kilise taşınmazları üstünde hakları olduğunu belirterek mirasçılık belgesi aldırdı.
Varislerin vekaletnamelerini de alan Gök, Beyoğlu Tapu Müdürlüğü’ne başvurarak taşınmazları satmak istedi. Durum Sent Antuan Kilisesi’ne bildirilince kilise avukat Afşin Hatipoğlu aracılığıyla mahkemeye başvurdu.
Hatipoğlu’nun talebi üzerine kilise ve müştemilatları üzerine tedbir kondu.
Mahkeme ilerleyen günlerde kilise hakkındaki kararını verecek.
Hatipoğlu, Gök’ün Sent Antuan’ı satma girişimini Bulgar Katolik Kilisesi için de denediğini söyleyerek şöyle konuştu: “Hakimler bu teşebbüsü son derece hukuk dışı olduğunu fark etmek suretiyle onun aleyhine karar veriyor. Ciddi manada bir hukuk garabetiyle karşı karşıyayız. Bu garabeti Türkiye’nin yüce yargısının ortadan kaldıracağına inancımız tamdır. Katolik cemaatine hukuk yoluyla yapılan bu saldırıyı biz hukuk marifetiyle ortadan kaldıracağımıza inanıyoruz.”
DİKEN

Vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarım! - TAYFUN ATAY

Yöresel ve evrensel düzlemlerde eşzamanlı yaşananları 'insan' gerçeğinde birbirine organikçe bağlamak… Daha iyi bir hayatı var etme umut ve inancıyla gelenekten geleceğe taşınmak… Bunlar, Hasan Hüseyin şiirini bu coğrafyanın en özgün ve özgül yapıtlarından biri kılar.

Hasan Hüseyin Korkmazgil (1927-1984)
Bugün, Türk şiirinin eşsiz isimlerinden Hasan Hüseyin Korkmazgil'in 36. ölüm yıldönümü. 26 Şubat 1984'te aramızdan ayrıldı o.
Hasan Hüseyin, benim gençliğimi estetik ve entelektüel anlamda alabildiğine bereketlendirmiş bir şairdir. On yıllar sonra şimdi kütüphaneme bu dev isim için yöneldiğimde, eşe-dosta dağılıp sonra geri gelmemiş olanlar dışında elimde kalan, yıprandıkça güzelleşmiş kitaplarına bakıyorum onun: Acılara TutunmakHaziranda Ölmek ZorIşıklarla OynamayınKızılkuğuFilizkıran FırtınasıKavelKandan Kına Yakılmaz
Ve elbette, Kızılırmak!..
İtiraf edeyim, bu kitapların arasında hiçbiri bende Kızılırmak kadar derin iz bırakmamıştır.
Onu daha bir başka sevdim. Her daim yeniden elime alıp göz gezdirdim, okudum, okumaya da devam ediyorum.

* * * 

Kızılırmak, bir destan şiir. Ama bu türü daha önce kullanmış şairlerin eserlerine bakıldığında onlardan önemli farklarla yapılanan bir destan şiir.
Destan şiirde anlatımı öyküleme yönetir, zaman ve mekân sürekli betimlenir. Olaylar, ilişkiler, öyküler belli bir sıralama içinde, ayrı ayrı verilir. Olayların başı, sonu belirlenir.
Kızılırmak, böyle değildir. Onda olaylar sıralanamayacak ve birbirinden koparılamayacak bir bütünlük içinde yansıtılır. Bir tarihsel olay, ona bağlı, ondan önce ve sonra yer alan diğer olaylarla birlikte bütünsel bakış içinde ele alınır. Tüm bunların bir arada tutulmasındaki beceri ve ustalık, şiirde olağanüstü bir hız ve dinamizm yaratır. Öyle ki okurken dizelere yetişmekte güçlük çektiğinizi hissedersiniz.
Çok mu ileri giderim bilmiyorum ama bu, Nâzım'ın destan şiirlerinde bile bu ölçüde karşımıza çıkmayan bir özelliktir. Hasan Hüseyin bu noktada bence 'Usta'sı saydığı şairi aşmış ve onu (tam da onun istediği gibi!) "doğacak çocuğundan geri" kılan bir 'evlat' olmuştur Nâzım'a!..
Nâzım Hikmet (1902-1963)
Kızılırmak'ı bir kez okumak, onun bütününe nüfuz etmeye ve ondaki şiirsel lezzeti tümüyle hissetmeye yetmez. Kızılırmak, olaylar ve ilişkilerin bir yumak olduğu ama birbirine karışmadığı, yaşadığımız hayat gibi müthiş devingen ve tempolu bir destan, Bedrettin Cömert'in deyişiyle bir koşudur:
"Kızılırmak, çok sesli, çokkollu bir gürüldeyiş; yapısını sadece soluğuyla kuran; ceylanları ceylan gibi değil, çizerse hilal boyunlu çizen; kavgaları kavga gibi değil, çizerse türkü türkü çizen; ince ince akıp da nehir nehir olan … çelik öfkeli bir koşudur!" (B. Cömert, Eleştiriye Beş Kala, 1981, s. 148).
                             * * *
Nâzım'la Hasan Hüseyin'i ayırt eden bir başka nokta da Nâzım'ın kent, Hasan Hüseyin'in kır/köy kökenli olmasıdır. Nâzım, her zaman 'kentli' bir ses duyurdu bize dizelerinde. Köyden, kırdan söz ettiği zaman bile çıkan ses kentlidir.
Hasan Hüseyin kır kökenli ama o da köyün olduğu kadar kentin nabzını da aynı ölçüde tutabilen bir şair. Onda kırın sesi daha bir 'içeriden' duyulur-hissedilir. Ama onun eserlerinde yaptığı, bir zamanlar hayli yaygın olan köy ve köycülük edebiyatının pastoral güzelleme örnekleriyle de kıyas kabul etmez.
Gelenekle modernliğin iç içeliği… Yöresel ve evrensel düzlemlerde eşzamanlı yaşananları 'insan' gerçeğinde organik şekilde bağlamak… Ve daha iyi bir hayatı var etme umut ve inancıyla gelenekten geleceğe taşınmak… Bunlar, Hasan Hüseyin şiirini bu coğrafyanın en özgün ve özgül yapıtlarından biri yapar.

* * *

Onun Kızılırmak'ta oğlu Temmuz'a atfen 'yağan' dizeleri yukarıda dediklerimi daha iyi anlatacaktır:
"Anasının karnını tekmelediğinde temmuzkocaman ve çook akıllı bir balıktı uzaydaproton-1 uydusu Sovyetlerinve çelik bir kelebekti mariner-4ensekökünde merih'inşeftali emzikteydi bursa'dapamuk çiçekteçukurova'dave yeşil bir buluttu buğdaykonya'dasivas'tasiverek'te" .
Devam edelim:
"Proton-1mariner-4anamın ak sütü gibi biliyorum kiaynı kafadan doğmaaynı ellerden çıkmadırve aynı amaçla dönmeseler de uzaydaanamın ak sütü gibi biliyorum kibir mariner işçisi de özlemektedir barışıen az bir proton işçisinin sevdiği kadar" .
Ve bitirelim:
"Bir oğlum olacak adı temmuzdilinde en güzel sesi Türkçeminkulağı en yiğit şarkılarla delikkorkak bir merakla değil yıldızlı karanlığıvivaldi'yi dinler gibi okuyup anlıyacakve belki de süt dişleri sürerken balaban bir bursa şeftalisineay'dan kendi sesini dinleyecekvahşi bir çiçek gibi açılmış gözleriyle".
Bu dizelerde hem yerel hem evrensel, hem kır hem kent, hem gelenek hem modernlik, hem geçmiş hem gelecek vardır. Ama bunların hepsinin çok ama çok üstünde bu dizelerde olan, hem Yeryüzü'nü Türkiye'den görmek, hem de Yeryüzü'ne Türkiye'yi göstermektir.

* * *

1963'ün 3 Haziran'ında Nâzım'ın ölümü, 1970'in 2 Haziran'ında da Orhan Kemal'in ölümü, Hasan Hüseyin'e Haziran'da Ölmek Zor'u yazdırmıştır (1976).
Bu şiirin yer aldığı, aynı adı taşıyan kitabını imzalatmak isteyenler bir keresinde sevgiyle takılmışlar ona: "Haziranda ölmek zor da temmuzda, ağustosta, mayısta kolay mı?"
"Dilerim onüçüncü ayda ölesiniz", diye karşılık vermiş onlara Hasan Hüseyin...
"Onüçüncü ay yok ki!" tepkisi vermişler.
"Öyleyse çok yaşayın!" demiş o da!..

* * *

Kızılırmak'ın yazılış hikâyesi ve başına gelenler de çok ilginçtir, duygu, hüzün ve elbette direnç yüklüdür. Kitabın sonuna yine şiir gibi bir anlatımla eklemiştir büyük şair bu öyküyü (Hasan Hüseyin, Kızılırmak, Bilgi Yayınevi, 7. Basım, 1985, ss. 81-102).
Destan şiirini karısı Azime Korkmazgil hamileyken kaleme almaya başlamış ve Temmuz 1965'de bitirmiştir ("Bir oğlum olacak adı temmuz").
6 Ağustos 1965'de oğlu Temmuz doğar. Oğluyla 'kardeş' Kızılırmak ise önce İstanbul'da bir yayınevi tarafından elden geçirilip reddedilince bir süre evde rafta bekler, sonra Ankara'da bir dergide bütün halinde Eylül 1966'da yayımlanır. Ardından, gördüğü büyük ilgiye bağlı olarak 1966 Aralık ayında kitap olarak nihayet basılır.
Ve bunun üzerinden çok geçmeden, 30 Ocak 1967'de Hasan Hüseyin, Kızılırmak'ta "komünizm propagandası yapmak" suçundan tutuklanır.
Mahkeme 9 Mart 1967'de başlar. Heyetin isteği üzerine yapıtı inceleyen yeni bilirkişiler (üç profesör) oy birliğiyle suç bulunmadığını bildirirler. Savcı, üçüncü bir bilirkişi kurulu ister. Yeni kurul da oy çokluğu ile suç bulunmadığını bildirir.
Fakat savcı yine de mahkûmiyet ister. Mahkeme de 3 yıl ağır hapse hükmeder.
Suç isnat edilen dizeler mi?.. Buyurun:
"bir polis burnu belki – dağdaki çarıksızın çarıksızlığı bir büyük vurgun düzeni – belki de bir lavrensvurgunun soygunu nevyork'ta döllediğibir kucak sakal sanmak belki de marks'ıtoprakları denizleri insanları ingilizlemeksilahlarla beklemek sömürge sofralarınıvaşington ağalarının pilâtin dişlerine"

* * *

Elbette, bugün ne kadar farklı ki bu topraklarda mahkemeler denilecektir hemen birçok çağrışım eşliğinde...
Aynı şekilde mahkeme savcılarının-hâkimlerinin bilirkişileri hiçe sayarak verdikleri mahkûmiyet kararlarına da anlaşılmakta ki o dönemde Yargıtay'ın tavrı da bugünküne benzerdir. Çünkü Yargıtay Birinci Ceza Dairesi, 10 Eylül 1969'da mahkeme kararını bozar.
Yargıtay'ın bozma kararında da ilginç, çarpıcı ve 'trajikomik' ifadeler yer alır. Tarihe düşülmüş, unutulmaz bir notu tazelemek adına paylaşalım:
"Sanık Hasan Hüseyin Korkmazgil tarafından yazılıp yayımlanmış olan (Kızılırmak) adlı şiir kitabında; açlıktan, sefaletten, geri kalmışlıktan, vurgunculuktan, sömürülmeden ve emperyalizmden şikâyet edilerek bunlar üzerinde kurulmuş olan düzenin değiştirilmesi özleminin ifade edildiği görülmüştür.
Gerekçeli kararın 2 nci sahifesinde (kitabın 11 ve 12 nci sahifelerinde demokrasinin yerildiği) yazılı ise de; bu sahifelerde böyle yermeğe rastlanmamış ve ancak 11 inci sahifede (Nevyork'ta vurgunun, soygunun döllendiğinden ve Vaşington ağalarının platin dişlerinden) söz edilmesinin ise demokrasiyi yermekle bir ilgisi mevcut bulunmamıştır." (ss. 96, 97)
Sonuçta dosyanın geri gönderildiği Üçüncü Ağır Ceza Mahkemesi davayı tekrar değerlendirmek için toplandığında savcı yine "Mahkûmiyet isterim" dese de heyet Yargıtay kararına uymuş, böylece Hasan Hüseyin ve Kızılırmak, kitap olarak ilk yayımlandığı Aralık 1965'ten dört yıl sonra yine aynı ayda (16 Aralık 1969) beraat etmişlerdir.

* * *

Mahkemede Hasan Hüseyin ve Kızılırmak'ın yanında bir başka dev isim, Avukat Halit Çelenk vardır.
Savcılar yargıçlar... Düşünceye-duyguya zulmün cellatları…
Hepsi öldü, unutuldu, gitti.
Kızılırmak hâlâ pırıl pırıl, çağıl çağıl,     
            Avukat Halit Çelenk (1922-2011)
gürül, gürül bizimle…
Halit Çelenk ve Hasan Hüseyin mi?..
Onüçüncü ayda öldüler!
Öyleyse Halit Çelenk, öyleyse Hasan Hüseyin, öyleyse Kızılırmak
Çok yaşayın!..

* * *

Son söz elbette şiirimizin bu dev ismi ve 'evladı' Kızılırmak'ta:
"Silah ve şarkıben bütün karanlıkları bunlarla yendimdoğacak çocuğumun kanında esenemekçi karımın dimdik bakışlarındave çetelerin sipsivri uykusuzluğusilâh ve şarkı
benim bütün şarkılarım iri kuşlardır al ve şafakleyinışıklı nehirler büyütür silah seslerim tankaranlığındayekinir yürür ormanyekinir yürür toprakyekinir yürür kalabalıklarve der ki kitabın ortayerindebütün ırmakları dünyanınkızılırmaktan geçer
vurun kanatlarınızı karanlığa kuşlarımgeçin sıcak ormanları kuşlarımkızılırmak kızılırmak akın kuşlarım"

TAYFUN ATAY /T24




Taksim Camisi: Yanlış yere yanlış yapı - Hakkı Yırtıcı

Nasıl Büyük Çamlıca Camisi, Boğaz’dan geçenlere “burası Müslüman bir ülkedir” diyorsa, aynı şekilde yılların tartışması Taksim Camisi de ideolojik bir yapıdır ve inat siyasetinin ürünüdür. Yoksa ne caminin şekil ve şemaili ne de yeri hiçbir mimari gerekçeyle açıklanamaz.


Bugün Taksim Camisi’nin yükseldiği, eskiden otopark olan, Taksim Meydanı’ndaki arsayı mimari tasarım atölyesi derslerimde çokça konuşmuş ve zamanında öğrencilerim ile kafa yormuş, hararetli tartışmalar yapmışızdır.
Değerli arsadır; maddi yani ekonomik değerinden bahsetmiyorum. İstanbul’un en kozmopolit bölgesinde bulunuyor. Yüzyıllarca Tarihi Yarımada, Karaköy, Kadıköy üçgenine hapsolmuş İstanbul’un 19’uncu yüzyılda modernleşme ile beraber ada-parsel-sokak kent düzeninde gelişen ilk bölgesidir. Tarihi bir bölgenin şimdiye kadar boş kalmış tek arsasıdır. Aynı zamanda Cumhuriyet’in yüzü Batı’ya dönük ilk modern meydanının hemen dibindedir.
Bu nedenle öğrencilerin tüm bu üst ölçekteki kentsel durumları, bölgenin İstanbul ile bağını, mekân örüntüsünü, toplumsal ayrımları ve aynı zamanda melezlikleri bir tasarım girdisi olarak değerlendirmeleri gerekir.
“Buraya nasıl bir yapı yapılmalı, programı yani işlevi ne olmalı, yeni program buranın nasıl bir eksiğini kapatabilir ve daha önemlisi bölgenin değerini nasıl yeni bir programla arttırabilir?” gibi sayısız soruyu düşünülmeli, buna mekânsal karşılıklar üretilmelidir.
Zor arsadır. Taksim Meydanı’nın batı sınırını yatay olarak güçlü bir şekilde çizen su sarnıcının arkasında dikdörtgen şeklinde bir arsadır. Kuzey ucu taşıt trafiğinin olduğu bir caddeye, Tarlabaşı’na açılır. Diğer ucu, bir noktadan sonra kırılarak yaya trafiğinin olduğu İstiklal Caddesi ile buluşur.
TAKSİM MEYDANI
Zor arsadır demiştim. Öğrencinin öncelikle nefsine hâkim olmayı öğrenmesi gerekir. Mimarlık bazen yapmamaktır. Yoksa aşırı tasarım (over design) tuzağına rahatlıkla düşülebilir.
Yaklaşık 2 bin metrekarelik arsanın tamamını doldurmak yerine, uygun bir yerine yerleşerek, kapalı-yarı açık-açık alanlar arasındaki mekânsal değerler kurulabilmelidir. En önemli sorunlardan birisi, Taksim Meydanı’na ismini veren, suyun bölüştürüldüğü, taksim edildiği yer anlamına gelen maksem ve su sarnıcı ile olan ilişkidir. “Sarnıca ne kadar yaklaşmalı, yapışmalı mı ya da bırakılacak mesafe ne olmalı, sarnıçtan AKM’ye bir kesit ele alınmalı ve buna bağlı olarak ne kadar yükselmeli?” gibi sorular tasarım girdisi olarak tasarımı şekillendirmelidir.
Değerli arsa ve zor arsa sorularını unutmamak üzere asıl mesele burada nasıl yapı olacak ve programı ne olacak sorularının karşılığına bakalım.
Öğrencilere en baştan “şu yapı yapılacak” demedim. Kendileri seçsin dedim. Tartışmalarda turizm danışma merkezi, kütüphane, bağımsız sinema merkezi, sanat atölyesi ve sergi salonu, mimarlık ve tasarım enstitüsü öne çıkan konular oldu. Bu arsada cami olup olmayacağı konusu da çok tartışıldı. Ama her zaman önce saydıklarım bölgenin toplumsal ve kültürel yapısına, ihtiyaçlarına, dönüştürücü etkisine uygun olarak öne çıktılar.
Hangi yapı türü olduğunun önemi yok, hiç kimse 300 yıllık sarnıca yapışmadı, Taksim Meydanı’nın en değerli yapısına saygı gösterdi. Kimi sarnıcın yüksekliğini geçmemeyi tercih etti, meydanla fiziksel bir ilişki kurmak isteyenler ise belirli ritmlerle ya da tek noktadan zarif bir şekilde yükseldiler. Şeffaf ve çağdaş cepheler, sarnıcı yok etmek yerine daha dikkat çekici hale getirdiler. Ve her zaman insanların sakince vakit geçirebilecekleri yarı açık ve açık alanlar tasarlandı.
Tüm bu anlattıklarımdan sonra şimdi Taksim Camisi’nin mimari değerlerine bakalım.
Taksim Camisi’nin kütlesi, kubbesinin ve minarelerinin yüksekliği, cephesi ortaya çıktı. Geriye bir tek iç süslemeleri kaldı. Uzaktan bakıldığında sanki su sarnıcının üzerine oturmuş. Cami, sarnıca tümüyle yaslanmış ve su sarnıcı caminin subasmanı olmuş gibi duruyor, kubbelerinin baskın rengi ve cephesi ile su sarnıcını yok sayıyor. Tüm dinlere saygı söylemi ile Taksim Camisi’nin yakınındaki Rum Ortodoks Kilisesi ve Ermeni Katolik Kiliseleri’nin yükseklikleri dikkate alınırken, su sarnıcı ile kurulacak oranlara hiç dikkat edilmemiş. Belli ki amaç, kiliselerin yükseklikleri bahane edilirken, meydana baskın bir cami inşa etmek olmuş.

Caminin arsa kullanımına baktığımızda, cami İstiklal Caddesi’nin bu değerli boşluğunu tümüyle doldurmuş. Arsanın tümüyle doldurma tavrı, geleneksel bir cami biçimi seçilirken ortaya daha önce benzeri hiç olmayan bir cami şeması çıkarmış, büyük çelişki bu. Önce 600 kişilik bir cami denmişti ama sonra 2 bin 500 kişilik bir cami yapıldı. Yerin 3 kat altında 165 araçlık kapalı otopark bulunuyor. Ayrıca yapıda konferans, sergi salonları gibi kültür ve sanat etkinliklerinin gerçekleştirileceği alanlar var. Burası için aşırı yüklü bir program bu. Ayrıca dikkatle bakılacak olursa, simetrikmiş gibi duran yapının, İstiklal Caddesi’ne doğru olan kısımda, arsayı tümden doldurmak adına yapının simetrisi bozulmuş, bu hem planda hem siluette açıkça görülüyor.
YENİ REJİMİN YENİ CAMİ
Taksim Meydanı yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti için yeni ve modern Türkiye’nin Batı’ya dönük yüzü olurken, diğer taraftan da Osmanlı’dan devralınan ümmetçiliğin yerine, toplumu bir arada tutmak için milliyetçilik ve yurttaşlık bilincini yaymanın aracıydı. Cumhuriyet Anıtı, Taksim’e yapıldı. Modern Avrupa’nın kent içi gezinti parklarına öykünen “Gezi Parkı” Taksim’de açıldı. Opera, bale, klasik müzik gibi o zamana kadar İstanbul’a yabancı olan sanat dallarına ev sahipliği yapacak olan AKM’nin yeri Taksim oldu. Özellikle 1950’lerden sonra yeni zenginlerin yani burjuvazinin eğlence, alışveriş ve kültürel mekânları yine Taksim ve etrafında yoğunlaştı.
Yeni Türkiye’nin yeni rejimi geldiği noktada ülkeyi İslamlaştırmanın en önemli aracı olarak camileri kullanıyor. Nasıl Büyük Çamlıca Cami, Boğaz’dan geçenlere “burası Müslüman bir ülkedir” diyorsa, aynı şekilde yılların tartışması Taksim Camisi de ideolojik bir yapıdır ve inat siyasetinin ürünüdür. Yoksa ne caminin şekil ve şemaili ne de yeri hiçbir mimari gerekçeyle açıklanamaz.
İşin latifesi ama, ne diyeyim, olan onca bıraktığım öğrenciye olmuş.
Hakkı Yırtıcı / duvaR.

Makarna yiyip, indirim marketi kovalıyoruz: Zor zamanlardan geçiyoruz! - Ozan GÜNDOĞDU

İktidar ekonomi dengeleniyor dese de yurttaşın algısı 2018 sonundan daha kötü. Artık yemeğin yanında içecek tüketmeyen, ekonomi 2020’de daha kötü olacak diyen, indirim marketlerinden alışveriş yapan ve borçlu bir tüketici grubu var.


Merkezi Paris’te bulunan uluslararası pazar araştırma ve danışmanlık şirketi İpsos “2020’ye başlarken Türkiye” başlıklı bir rapor yayımladı. Halkın tüketim alışkanlıklarının sadece 2 yıl gibi kısa bir sürede nasıl değiştiğini gösteren rapor ekonomik darboğazın etkilerini de ortaya koyuyor. Rapora göre 2 yıl önce yurttaşların yüzde 47’si Türkiye’nin yanlış yolda ilerlediğini düşünürken bu oran 2019’un Aralık ayında yüzde 67’ye yükselmiş durumda. En önemli sorun açık ara farkla ekonomi. Üstelik beklentiler de hiç iyi değil. İpsos’un yaptığı anketlerden çıkan sonuca göre halkın sadece yüzde 10’u 2020’de Türkiye ekonomisinin daha iyi olacağını düşünüyor. İşte çalışmadan öne çıkanlar…

En önemli sorun açık ara farkla ekonomi

2018’in yaz aylarında yaşanan döviz kuru şokunun etkileri 2020’ye girilmesine rağmen geçmedi. Bu uzun süreli bunalım halkın beklentilerini de etkiliyor. Ülke Ortadoğu bataklığına girmesine rağmen ekonomi giderek artan önemde halkın en önemli sorunu haline geliyor. “Sizce Türkiye’nin en önemli sorunu nedir” sorusuna 2017’nin Aralık ayında yurttaşların sadece yüzde 21’i ekonomi cevabını verirken bu oran 2018 Aralık ayında yüzde 51’e yükseldi. Bu yükselmede döviz kurundaki sert yükselişin ve enflasyonun payı bulunuyor. Ancak ekonominin yakıcılığı 2019’da azalmak bir yana artıyor. 2019 Aralık ayına gelindiğinde yurttaşların yüzde 58’ine göre Türkiye’nin en önemli sorunu ekonomi. Terör ise yüzde 18 ile ekonomiyi ikinci sırada takip ediyor.

Yurttaşın sorun algısı Tablo 1’deki gibi.


İpsos’un çalışmasına göre 2018’in Aralık ayında kendi yaşam standardımdan memnun değilim veya hiç memnun değilim diyenler yüzde 47’yi oluşturuyordu. 2019 boyunca döviz kuru bir biçimde baskılandı ancak işsizliğin ve borçluluğun artmasıyla yaşam standardından memnun olmayanların oranı arttı. 2018 Aralık’ta yüzde 47 olan memnuniyetsizlik oranı 2019 Aralık’ta yüzde 55’e yükseldi. İpsos anketinde “Alınan borçların tümünü göz önünde bulundurursanız şu anda hanenizin herhangi bir borcu var mı” sorusuna yurttaşların yüzde 50’si “evet var” cevabını verdi. Üstelik borçluluk geçen yıla göre artıyor. 2018 Aralık ayında çalışanların yüzde 40’ı borçluyken, 2019 Aralık ayında bu oran yüzde 48’e çıktı. Çalışmayanların daha yüksek oranda borçlu olması ise dikkat çekiyor. Çalışmayanların yüzde 56’sı borçlu olduğu ifade ediyor.

Son aylarda sepet sayısı ilk kez azalmaya başladı

İpsos raporundaki en dikkat çekici kısım halkın enflasyona karşı verdiği mücadele. 2018 yılının sonbaharıyla başlayan çift haneli enflasyona karşı tüketim harcamaları artmak zorunda kalsa da sepet sayısında yılın ilk yarısında bir düşüş yaşanmadı. Ancak son aylarda artık temel ihtiyaçların bulunduğu sepet sayısı dahi azalmaya başladı. Sepette geçen yıla göre azalan ürünlerin başında “alkollü içkiler” geliyor. Bu durum 2019’da içkilere gelen zamlar ve ev yapımı içki tüketiminin artmasıyla açıklanabilse de alkolsüz içecekler de artık daha az tüketilmeye başladı.


Yemeklerin yanında içecek tüketimi azalıyor

Alım gücünün düşmesiyle beraber zorunlu ihtiyaçların hanenin bütçesi içindeki payı artıyor. Öte yandan yemeğin yanında tüketilen içecekler gibi zorunlu olmayan harcamalardan mümkün mertebe tasarruf edilmeye başlanıyor. Yemeğin yanında içecek tüketenlerin oranı tablo 3’teki gibi.

Ekonomik bunalımla beraber harcamalar bakliyat, yumurta, makarna, salça gibi ürünlerde yoğunlaşırken, harcama sepetinden kısılabilen meyve suyu, dondurma, kolonya, parfüm gibi ürünler çıkarılıyor. (TABLO 4) Öte yandan zincir marketler içinde rekabete ucuz fiyatlarla dahil olan indirim marketlerine ilgi artıyor. Üst gelir grubuna hedef alan Migros, Carrefour gibi marketlerin pazar payı değişmezken BİM, A101 ve Şok gibi indirim marketlerinin pazar payı giderek artıyor. Her köşe başına açılan indirim marketlerine karşılık mahalle bakkalları ise direnemiyor. Oranlar Tablo 5’teki gibi.



Ozan Gündoğdu / BİRGÜN

178 milyar dolarlık dış finansman lazım - BAŞAK KAYA

CHP’nin hazırladığı ekonomi raporunda Suriye ve Libya’da yaşanan olayların piyasalar üzerindeki baskısına işaret edilerek, “Türkiye’nin en iyimser tahminle bu yıl 178 milyar dolar dış finansmana ihtiyacı var” denildi.


CHP'nin hazırladığı ekonomi raporunda Suriye ve Libya'da yaşanan olayların piyasalar üzerinde baskı yarattığına işaret edildi ve “Uluslararası piyasalarda Türk ekonomisine yönelik güvensizliğin devam etmesi nedeniyle dış finansman olanakları sınırlanan Türkiye'nin en iyimser tahminle 2020'de 178 milyar dolarlık bir dış finansmana ihtiyacı var” denildi. Raporda, özel sektörün uzun vadeli dış kredi borcunun geçen yıl 17.2 milyar dolar azalarak 191.5 milyar dolara gerilediği belirtilerek, “Ancak uzun vadeli borç bulamayan, bu nedenle de net geri ödeyici konumunda olan Türkiye'nin kısa vadeli dış borçları ise 4.8 milyar dolar artarak 118.3 milyar dolara kadar yükseldi. 2019 yılının tümünde kamu ve özel sektör olarak geri ödemesini yapması gereken dış borç tutarı da 168.2 milyar dolar olarak hesaplandı” ifadelerine yer verildi.
YURTDIŞI YATIRIM AZALDI
Türkiye'nin yurtdışından olan alacaklarını ifade eden dış varlıklar ile yurtdışına olan borçlarının net farkını oluşturan uluslararası yatırım açığının 2019 yılında 20.3 milyar dolar azalarak 348.9 milyar dolara gerilediği vurgulanan raporda, 2019 yılında Türkiye'nin dış varlıkları 21.5 milyar dolar artarak 250.6 milyar dolara çıkarken, dış yükümlülüklerinin ise 1.1 milyar dolarlık büyümeyle 599.5 milyar dolar olduğuna dikkat çekildi.

AKP İKTİDARINDA BORÇ MİKTARI 5.5 ARTTI

Raporda 2019 yılında 262 milyar lira artan Hazine'nin toplam iç ve dış borcunun bütçe fazlası verilmesine rağmen ocak ayında 7.4 milyar lira daha artarak 1 trilyon 336 milyar liraya yükseldiği belirtildi. Ocakta iç borç stokunun 6.9 milyar lira artarak 762 milyar liraya, 594 milyon lira artan dış borç stokunun ise 574.3 milyar liraya çıktığı vurgulanan raporda, “AKP'nin iktidar olduğu dönemde Türkiye'nin toplam borcu 5.5 katına yükseldi. Bu dönemde iç borç stoku 5.1 kat, dış borç stoku ise 6.2 kat arttı” denildi.

(Başak Kaya-SÖZCÜ)
                                                           ***

Her 100 dolarlık borç için kasada 15 dolar var 

(Mehtap ÖZCAN ERTÜRK)

Özellikle geçen yılın ikinci yarısından itibaren rezervlerindeki ani düşüşü frenlemek için düzenlemelere giden Merkez Bankası (MB) şimdi de ticari bankaların kendisine daha fazla döviz verip TL almasının (takas-swap) önünü açtı. Böylece banka, bir tür emanet dövizle rezervdeki düşüşü telafi etmiş olacak.


MB net rezervi, Türkiye'nin yılsonuna kadar ödenmesi gereken dış yükümlülüklerin yüzde 15'ini karşılayabilir düzeye indi. MB verilerine göre, Türkiye'nin 2020 Aralık ayına kadar vadesi gelecek 168.2 milyar dolar döviz borcu ödemesi var. MB'nin net rezervi ise 31 Aralık-20 Şubat döneminde 9.2 milyar dolar azalarak 24.7 milyar dolara kadar geriledi. Bankanın kendi döviz rezervi birikimini gösteren net rezervlerdeki erime, Türkiye'nin piyasalarda olası bir krize karşılık verecek finansal savunmasının yeterli olmadığı endişesini artırıyor.
BRÜT VE NETE DESTEK
Rezervlerdeki düşüşü telafi etmek amacıyla yeni bir düzenlemeye giden MB, “TL karşılığı swap piyasası (kotasyon swap) işlem limitleri” hakkında açıklama yaptı. Değişiklikle döviz karşılığı TL swap'ta pozisyonun kullanılmayan kısmı kotasyon swap limitine aktarılabilecek. Bankacılar, ay başında 1 milyar dolar olan kotasyon işlemlerinin önceki gün itibarıyla 4.8 milyar dolara kadar yükseldiğini hesaplıyor. İhaleler yoluyla da 3 milyar dolarlık swap işlemi bulunuyor. Ayrıca BIST piyasasında swap işlemleri de yapılıyor. Böylece önümüzdeki günlerde kotasyon swap hacminde artış gözlenebileceği, bu işlemlerin MB'nin hem brüt hem de net rezervlerini destekleyeceği belirtiliyor.

(Mehtap ÖZCAN ERTÜRK - SÖZCÜ)