30 Haziran 2018 Cumartesi

AKP'nin devrettiği ekonomik sorunlar - KORKUT BORATAV

AKP iktidarı, yeni yönetime ağır ekonomik sorunlar devretmektedir.
“Hangi yeni yönetim?” sorusuna kısa yanıt şudur: Anayasa değişikliği ile 24 Haziran sonuçları, parlamenter düzeni tarihe karıştırmıştır. Cumhuriyet kurumlarının topluca dönüştürmeyi hedefleyen bir rejim değişikliği sürecindeyiz.Bazıları, “otoriter, popülist yönetim” terimlerini  kullanıyorlar. Bana göre, İslamcı faşizm en doğrusudur. 
     
Yeni rejime ekonomik köstekler
Hedeflenen dönüşümün önünde hâlâ önemli engeller var. Yeni iktidarın kurumlaşması, yerleşmesi gerek. Bu güçlüklere iktisadî engeller de eklenmektedir: 
Küçülmeye başlayan bir ekonomi ve sert bir finansal kriz olasılığı…
Bu ekonomik güçlüklere belirleyici katkı yapmış olan Cumhurbaşkanı bugün ciddi bir açmazla karşı karşıyadır: Ülke üzerindeki iktidarını paylaşmamak için Mart 2019 belediye seçimlerini de kazanmalıdır. Bu nedenle ve mümkünse ekonomik küçülme ertelenmeli; o tarihe kadar finansal kriz patlak vermemelidir.  

Küçülen bir ekonominin yarattığı siyasî güçlükleri, Cumhurbaşkanı bizzat yaşadı: Türkiye ekonomisi 2008’in sonlarında uluslararası bunalımın etkisi altında  küçülmeye başladı. Finansal bir kriz patlak vermedi; ama milli gelir Ocak-Mart 2009’de yüzde 14,7 oranında düştü. Mart 2009 yerel seçimlerinde de AKP’nin Türkiye oy toplamı yüzde 38’e düştü. Küçülen ekonominin siyasî maliyeti, 2007 genel seçimlerine göre 4 puanlık oy kaybı oldu.
On yıl sonra Mart 2019’da benzer bir kayıp göze alınamaz.

Ekonominin küçülme eğilimi bir yana, Türkiye’nin bir finansal kriz olasılığıyla karşı karşıya olduğu yerli-yabancı iktisatçılar tarafından vurgulanmaktadır.

Bu olasılık daha da korkutucudur. Zira, Cumhurbaşkanı, kendisine iktidar kapısını aralayan bir başka finansal krizi (2001 bunalımını) hatırlamalıdır. O ağır krizin tetiklediği seçmen tepkileri, TBMM’deki üç koalisyon partisini (ve bunların bir benzeri olan DYP’yi) 2002’de parlamento dışına atmıştı. Parlamento dışındaki iki partiden biri olan CHP de IMF programını açıkça benimsemiş; programın mimarı Kemal Derviş’i partisine almıştı. Halk muhalefetini temsil etmeyi üstlenen AKP’ye tek parti iktidarı böylece armağan edilmişti.

Cumhurbaşkanı, finansal krizlerin iktidarlara yansıyan ağır siyasî maliyetini bilmektedir.
Ekonomik küçülme ve finansal krizin ön-belirtileri… Gözden geçirelim.

Ekonomik küçülme işaretleri
Türkiye ekonomisi 2018’e büyüme ivmesi içinde girdi. Ocak-Mart 2018’de milli gelir yüzde 7’yi, sanayi üretimi yüzde 9’u, toplam istihdam yüzde 4’ü aşan tempolarda büyüdü; işsizlik oranı on iki ay öncesine göre 2 puan (%12,7 → %10,7) düştü.


Bu olumlu gelişmelerin “kendiliğinden” değil, iktidar politikalarından kaynaklandığını da biliyoruz. Hükümet, 2017’de tipik bir seçim ekonomisine girdi;  darbe girişiminin ekonomiyi daraltıcı etkilerini kamu harcamalarını, teşvikleri, vergi indirimlerini ve KGF destekli banka kredileri pompalayarak aşmaya çalıştı ve (istatistiklerin gösterdiği gibi) başarılı da oldu.

Peki, küçülme nerede? Yanıt, ekonominin büyüme sınırları ile ilgilidir. Üretim kapasitesinin zorlanması, ekonominin yapısal dengesizliklerini fazlasıyla bozmuş; büyüme ivmesini tıkamıştır. Dahası, Nisan’dan itibaren bazı sektörlerde  üretim gerilemesi başlamıştır.

Bir gösterge aktarayım: Londra kökenli bir kuruluş (IHS Markit), çeşitli ülkelerde imalat sanayi kolunun büyüme / daralma eğilimini gösteren bir endeks inşa ediyor.  PMI (“purchasing manager index”) adı verilen bu endeks Türkiye’de İstanbul Sanayi Odası ile ortaklaşa hesaplanmaktadır. Hesaplama, işletmelerin, üretim, sipariş, işçi sayısı, stok hareketleri gibi verilere dayanmakta; ülke endeksi 50’nin üzerinde ise, sanayide büyüme, daha düşük değerler ise  küçülme eğiliminin geçerli olduğu belirlenmektedir.

Ocak-Mart Türkiye PMI ortalaması 54,4’tür. Yani, 2018’in ilk üç ayında sanayi büyüme eğilimi içindedir. Bu bilgi aktardığım diğer istatistiklerle uyumludur. Bu ortalamayı, Nisan ve Mayıs PMI değerleriyle karşılaştıralım: 54,4→ 48,9 → 46,4…  Buna göre, sanayi Nisan ve Mayıs’ta daralma eğilimine girmiştir; “iniş” ivmesi de hızlanmaktadır.
Sanayi, ileri ve geri bağlantıları ile ekonominin ve millî gelirin sürükleyici sektörüdür. Sektördeki daralmanın tüm ekonomiye yansıması kaçınılmazdır. Yakında TÜİK’in istatistiklerinde de gözleyeceğiz.

Nisan ve Mayıs’ta hükümetin seçim ekonomisini yeni teşvik, af, vergi  indirimleri ve transferlerle sürdürdüğünü biliyoruz. Nisan-Mayıs PMI endeksleri bu önlemlerin sanayi üretimine yansımadığını ortaya koyuyor. Büyüme sınırlarına toslayan malî/parasal genişleme nereye yansır? Hızlanan enflasyona (Mayıs’ta %12,2’ye); büyüyen cari açığa (Nisan’da 12 ay toplamı olarak 57,1 milyar dolara)…

Dışsal kırılganlıklar ağırlaşıyor
Türkiye’nin bazı dışsal kırılganlıklarının 2016 ile 2018 arasındaki seyri tabloda özetleniyor. Bu dönemde tablodaki göstergeler kesintisiz olarak bozulmuştur. Artan kırılganlıkların algılanması, uluslararası ortamdaki olumsuzluklar ile birleşince, Türkiye’ye dönük sermaye akımları yavaşlamakta; döviz fiyatları, tahvil faizleri tırmanmaktadır.
Finansal kriz olasılığı bu olguların sonunda doğmuştur.
Tabloda ortaya çıkan durumu özetleyelim:
  • Türkiye’nin cari işlem açığı büyük “yükselen piyasa ekonomileri” içinde rekor düzeydedir.
  • Dış borç stokunun millî gelire oranı kritik yüzde 50 eşiğini aşmıştır.
  • Borçların bileşiminde özel sektörün (bankaların, şirketlerin)  ve kısa vadeli dış borçların payı tırmanmaktadır.
  • Şirketlerin döviz varlıkları ile döviz yükümlülükleri arasındaki makas kesintisiz açılmaktadır.
  • Bir kriz ortamında ülkenin dış yükümlülüklerini karşılayacak ana güvence olan TCMB döviz rezervleri kısa vadeli borçların altındadır ve bu yetersizlik (kısa vadeli borç /rezerv oranı) giderek ağırlaşmıştır. 
  • 12 ayın dış finansman gereksinimi, mutlak ve göreli olarak ağırlaşmaktadır.
  • Kamu dengesi de bozulmaktadır; ama dış dengelerdeki bozulma öne çıkmaktadır.
Tabloda yer almayan bir bilgiyi de ekleyeyim: TCMB’nin brüt döviz rezervleri, Ocak 2018 ile 15 Haziran 2018 arasında 11,1 milyar dolar erimiş; 78,9 milyar dolara inmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, Merkez Bankası beş buçuk ayda net rezervlerinin üçte birini piyasaya sürerek döviz fiyatlarını frenlemeye; seçim arifesinde iktidara destek vermeye çalışmıştır.


Bu bilgiler ve benzerleri, Türkiye ekonomisinin dış yükümlülüklerinde tıkanma olasılığını finans çevrelerinin gündemine getirmiştir. Mayıs’ta Cumhurbaşkanı’nın Londra konuşmaları kötümser öngörüleri daha da ağırlaştırmıştır.

Saray’ın güç ekonomik seçenekleri
Kamu açıkları artmaktadır; ama esas sorun özel sektörün artan dış yükümlülüklerinden gelmektedir. Bu durumu ağırlaştıran bir bağımlılık olgusu daha var: Ekonomi, (2008-2009’da gözlendiği gibi), küçülürken dahi cari açık vermektedir.
Finans çevrelerinin reçetesi çeşitli kanallardan (örneğin IMF’nin Nisan Türkiye Raporu’ndan)  iktidara iletilmiştir:  Sert bir iç talep daraltma operasyonu ile cari işlem açığı aşağı (giderek sıfıra) çekilmelidir. Özel talep, faiz oranları yukarı çekilerek; kamu sektörü talebi ise malî kemer sıkma ile gerçekleşir.

Enflasyon yapay olarak bastırılmıştır; Temmuz’da yüzde 20 eşiğini geçmesi beklenir. TCMB’nin politika faizi bu eşiği aşmalıdır. Politika faizi →  mevduat faizi → kredi faizi halkaları işleyecek; kredi faiz oranları (diyelim yüzde 35’lere) sıçrayacaktır.
Devlet harcamalarında milli gelirin yüzde 2’si oranında daralma öneriliyor. Bu daralma, millî gelire çok daha sert bir boyutta yansıyacaktır. “Malî disiplin” reçetesinin bölüşüm yükü emek gelirlerine yansıyacaktır. Dahası da var: Cumhurbaşkanı için hayatî öncelik taşıyan kamu-özel ortaklığı (KÖO) yatırımlarının finansman biçiminin kamu  maliyesine yasıma boyutları da mercek altındadır. Bu konuda tespit ve uyarılar IMF Raporu’nda ve doğrudan doğruya mega-projeleri hedef gösteren 7 Haziran tarihli bir Financial Times makalesinde yer alıyor.

Döviz kurları dalgalanmaya bırakılacak; ekonomi yeni bir dengeye ulaşacaktır. Bu “yeni denge”nin, Türkiye ekonomisinin 2018’in son çeyreğini ve 2009’un tümünü kapsayan bir küçülme süreci sonunda yerleşmesi beklenir. Artan işsizlik, düşen ücretler, zincirleme iflaslar doğal uzantılardır.

Bu uyum sürecinin bir IMF programı ile gerçekleşmesi yeğlenir. Küçülen ekonominin cari açığı eritmesi beklenir. O zaman programın çeşitli aşamalarına bağlanan IMF kredi dilimleri, ekonominin dış yükümlülüklerinin (banka alacaklarının) karşılanmasına tahsis edilir. Batık şirketlerin dış bankalara borçları da devletin borçlarına (IMF kredilerine) dönüşmüş olur.

Saray, bu tür bir programı Mart 2019 seçimlerinden önce sineye çeker mi? Direnme, hızlı sermaye çıkışlarını tetikleyecek; döviz borçlusu şirketler batacak; yerli bankaları sürükleyecek; finansal kriz hızla, sert boyutta patlak verecektir.
Saray, hükümete Mehmet Şimşek’i alırsa finans kapitale teslimiyet sinyali verilmiş olur. Geçici iyimserliğin kalıcı olması için IMF programı yararlıdır. O zaman finansal kriz içermeden küçülen bir ekonominin seçimlere yansıma riski göze alınmış olacaktır.
Belki de göze alınabilir. OHAL ortamı kayyum yönetimine devredilen belediye örnekleriyle doludur. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin muhalefete geçmesi gibi bir “yamukluk” dahi, aynı yöntemlerle niçin düzeltilemesin? Finans sermayesi demokrasi tutkunu değildir.

Mega-projeler askıya alınacak mı? Müteahhit-inşaatçı sermayeyi ihya eden yatırımlar, düzenekler  frenlenebilecek mi? Türkiye gibi bir ekonominin yaratabileceği servet rantlarının, vurgun-avanta düzeninin sınırına gelindiği (“bu kadarına da şükür” denilerek) algılanacak mı? Sınırsız rant hırsı frenlenebilecek mi?
İslamcı faşizmin emperyalizme teslimiyeti kaçınılmazdır.

İşin özüne de gelelim: Patlak veren bunalım, emperyalizm-finans kapital-kapkaççı Türkiye burjuvazisi ve AKP iktidarının ittifakının ürünüdür. Faiz lobisi gibi sahte söylemler, ittifaktan kopma anlamına gelmez; işbirliği çeşitli biçimlerde devam edecektir.
Bu ittifakı teşhir etmeyen kriz çözümlemeleri yanlış kalır; onu temelden reddetmeyen ekonomik seçenekler ise emperyalizmin ekonomik tahakkümüne teslimiyettir; o kadar..

Korkut Boratav / SOL

29 Haziran 2018 Cuma

İslamcılar kazandı, Müslümanlar kaybetti - ÜNAL ÖZMEN

Cemaatlerin Erdoğan’a desteğini gazete ilanlarıyla duyurması Müslümanlar arasında derin tartışmalara yol açmadı. Bir kesim, onların bu açık ve resmi ilanını, sahip oldukları ayrıcalıkları kaybetme telaşına bağladı. Oysa konuyu asıl tartışması gereken, siyasal sorunların bedelinin siyasetçiye değil, ideolojisine fatura edildiğini (varsa) görebilen Müslümanlar olmalıydı.
Dünyevi talepleri karşılamada uhrevi amaçlara erişimdeki yöntemler kullanılmıyor:İslamcı iktidar, kuru fasulyeyi soğansız yiyemeyen insana “peygamberimiz ‘sarımsak, soğan, pırasa ve turp yiyen, mescidimize yaklaşmasın’ buyurmuştu” deyip işin içinden sıyrılamaz, soğanın kilosunu bir buçuk dolara çıkaran soğan borsası ile mücadele etmek, sofraya soğan koymak zorundadır. Aksi halde bedelini müsebbip olarak doğrudan islamın kendisi öder. Bunca din adamı, camisi ve cemaati ile Ortaçağ kiliselerinden daha düzenli gelire sahip bütçe desteği ile siyasetin ideolojisi olup siyasetin çözmekle mükellef olduğu sorunlardan kaçmanın, altında kalmanın bir bedeli olmalı.


Müslümanlar piyasayla içli dışlı oldukları ölçüde dinlerine olan inançlarını yitirdi. Şimdi cemaatleri onlara siyasetin değerlerini aşılıyor. Bu iyi bir şey mi, evet uzun vadede iyi. Biraz meşakkatli olacak olsa da din siyasallaştıkça uhreviyetini, gizemini, cazibesini yitirecektir. Bu denli yalanın, sahtekârlığın, rüşvetin, yolsuzluğun, adaletsizliğin dinin bekası, kafirin cefası için takiye olduğu söylenemeyeceğine göre varsa bir bedeli islamcılar ödeyecek, aradan çıkacaklardır.

Cemaatlerin Erdoğan’a destek ilanlarını siyaset açısından yorumlarsak, sanıldığından etkili olduklarını söyleyebiliriz. Cemaatlerin kendi ağlarını kullanmayıp medya ilanlarıyla destek açıklaması müritlerine değil, kültürlenme, şehirleşme ve sınıflaşma sürecinde sekülerleşerek AKP’den kopma aşamasına girmiş seçmen parçasını yerinde tutmaya yönelikti  (MHP’ye kayan yüzde 7’lik AKP seçmeninin bu kesim olduğunu söyleyebiliriz). Mesajlarıyla toplumu, geçmişte olduğu gibi temsil ettikleri cemaatin değerleri etrafında toplanmaya değil, kendilerinin toplumun arkasında sürüklenmeye hazır olduklarını duyurdular. Her ne kadar dinin siyaseti şekillendirdiği gibi algılansa da din, oyuna siyasetin kurallarıyla devam edeceğini söylemiş oldu.

Diyanet’in, cemaatlerin, kişisel otorite sahibi din adamlarının İslamiyeti Erdoğan’la tarif edip iktidarla iktisada bu denli bağımlı hale gelmesi artık tüm müslümanların sorunu. Fakat Erdoğan gücünü koruduğu sürece çekişme izlenimi verecek cemaatler arası bir tartışma beklemeyelim. Erdoğan sonrasına kadar “Allah’ın dinine” dönme çağırısı yapabilecek islamcılaşmamış bir dini otorite kalırsa eğer, hesaplaşmaya din iktidar ilişkisinden başlanacaktır.
Eskiden müslümanlar adına siyaset yapan dindar siyasetçiler vardı. Siyaseti dinle yaptıkları zaman laikler onları dini siyasete alet etmekle itham ederdi. Geldiğimiz noktada artık din olmadan siyaset yapılamıyor.  Gördüğünüz gibi hiçbir müslüman siyasetin dışında olmadığı gibi her laik biraz daha dinin içinde buluyor kendini.

Öteki dünya için bu dünyanın zevklerinden vazgeçmeyi göze alıp kendini Tanrı’nın ahlaki testine hazırlayan mütedeyyin müslüman görmek imkansız gibi bir şey artık.Tanrı ile iletişim kurmalarının önündeki engelleri kaldırma vaadiyle ortaya çıkan islamcılara, dünyalık sorunlarını da havale etmekle her Müslüman bir islamcı olup çıktı. Kutsal kitabın ahlak dışı saydığı davranışları anlatan ayetlerini okurken önüne diz çöktüğü rahlenin başında hıçkırıklarını duyduğum çocukluk komşum bile doksan dört yaşında islamcı olarak öldü geçenlerde.

Laiklerin dilini dinden beslemesi ayrı bir tartışma konusu. Bugünün egemen dilinden kurtulduklarında kazanma ihtimalleri yok değil. Bana göre son seçimin asıl kaybedeni, dünyevi çıkarları uğruna dinlerini siyasetin emrine sunanlara göz yuman Müslümanlardır ve dinlerini geri kazanma şansları hiç yoktur. Hıristiyanlık halkını kaybetmiş olsa da modernleşen toplumla kavgaya girişmeyerek; çevre, açlık, savaş gibi insani problemlere hatta kapitalizm eleştirisiyle gönlünde bir yerde sivil toplum örgütü gibi varlığını sürdürüyor. Korkarız Müslümanlık islamcılar yüzünden gönüllerdeki yerini de kaybedecek.

Ünal Özmen / BİRGÜN

Koltuk sevdasının karanlığı - MİNE SÖĞÜT

Koca bir ülke... 
Sağcısıyla solcusuyla, liberaliyle dindarıyla, ulusalcısıyla, faşistiyle bir olmuş... 
Muhalefet partisinin içindeki koltuk sevdasını tartışıyor. 
Kimse durup da koltuk nedir, sevda neye denir diye düşünmüyor. 
Hele hele koltuk sevdası uğruna iktidarın neler yaptığıyla ve yapabileceğiyle artık ilgilenmiyor. 
Bu ülkede... 

Evet bir koltuk var. 
Ama o koltuk muhalefetin derme çatma evinde değil. 
İktidarın muazzam sarayında. 
Ve o koltuğa sevdalı olanlar ülkeyi hâlâ yakmak ve yıkmak uğraşında. 
Koltuğu iktidarın elinden alamayan ve kendi tahta sandalyesi üzerinde yer kapma yarışı yapan bir muhalefetin eksiklikleri, beceriksizlikleri, çıkmazları, şaibeleri elbette kıymetlidir ve tartışılmaya değerdir. 
Ama yıllardır çöreklendiği koltuğu bırakmamak için akla gelebilecek her türlü şeyi yapan omurgasız bir iktidarın koltuk sevdası artık tartışılamayacak kadar tehlikelidir. 
Tartışmalı meselelerle tartışmasız sorunlar karşılaştırıldığında önceliği tartışmasız olana vermek gerekir. 
Bu iktidar o koltuk sevdası için demokrasinin açıklarını kullanarak başa geldi. 
Sonra o kullandığı açıkları antidemokratik yöntemlerle tıkadı ve aynı yerden başkalarının geçmesini engellemek için elinden geleni yaptı. 
Hukukun üstünlüğü sayesinde hapisten çıkabilen ve politik hayatına dilediği gibi devam eden bir lider, hukukun üstünlüğünü hiçe sayarak yürüttüğü bir iktidar yarışında kendi koltuğunu korumak için olmayacak iklimler yarattı.
Ülkeyi yıllarca koltuk sevdası uğruna uluslararası bir çeteyle ortaklık yaparak yönetti. 
Aynı koltuk uğruna ortaklarıyla kapıştı. 
Ortaklarıyla birlikte kendisine muhalif olan herkesi bir çuvala koyup zindanlara attı. 
Tuhaf bir darbenin rüzgârıyla bitmek bilmez bir olağanüstü hal ilan etti. 
O olağanüstülük ortamında yapılan seçimlerle rejimi değiştirdi. 
Yandaş olmayan gazetecilere savaş açtı. 
İşadamlarını hapse attı. 
Politikacıları tutuklattı. 
Gençleri suçladı. 
Ülkeyi savaşa soktu. 
Kendisi gibi düşünmeyen herkesi terörist diye damgaladı. 
Bu ülkede evet bir koltuk var. 
Ve o koltuğun çok ama çok tehlikeli bambaşka bir sevdalısı var. 
Muhalefet partisinin ağzından çıkan “koltuk sevdası” lafına odaklanıp da... 
Medyaya el koyan, ağzını açanı tutuklatan, gazetecileri kara listelere alan, laikliği hiçe sayan, başörtüsünü ilkokullara kadar yaygınlaştırmayı marifet sanan, sanatla ve sanatçıyla nefret ilişkisi kuran, çağdaş hayata dair ne varsa hedefine koyan, tek adamlığı yasallaştıran bir politikanın koltuk sevdasını kanıksarsanız... 
Neden herkes bir olmuş muhalefet partisine yükleniyor diye durup bir bakmazsanız... 
Ve tepedeki tek adamdan yakınırken, “Muhalefette de tek adam olsun” diyenleri dikkate alırsanız... 
Evinizdeki koltuk da gider, tepenizdeki çatı da. 
Kalakalırsınız en korunmasız halinizle koca bir boşlukta. 
Bu arada... 
Sevda’nın kökü Arapça svd’dir ve karanlık demek olan sevad kelimesiyle aynı kökten gelir. 
Demokrasiyle derdi olanın koltukla derdi bitmez, o derde de sevda denmez. 
Ancak demokrasiyle işi olmayanlar koltuğa sevdalanır. 
Ve o sevda her halükârda karanlıktır.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Asıl sorudan kaçmak - ÇİĞDEM TOKER

24 Haziran seçimlerine dair gayri resmi sonuçlar, gerçek durumu ne kadar yansıtıyor?
Üzerinden sadece beş gün geçti. Ama bu soruyu neredeyse boşa çıkaran, sonuçları süratle meşrulaştıran bir atmosfere girdik. Ankara’da siyaset, adeta üzerinde en ufak bir şaibe, soru işareti bulunmayan demokratik bir iklimde bir seçim yapıldığı kabulü üzerinden yürüyor. 

Galiba herkesin çok acelesi var. Ve bu acele adeta seçim sonuçlarının, içe sinen güvenilirlikte olmasından da önemli. 

Her siyasi aktörün acelesinin meşrebine ve önceliklerine göre farklı olması doğal. 
Yine de CHP’nin, kitlesindeki 24 Haziran gecesine dair güvensizlik duygusunu dikkate almaksızın, önüne ilk ve tek hedef olarak sekiz ay sonra yapılacak yerel seçimi koyup dillendirmesi ilgi çekici. Kuşkusuz kimsenin yerel seçimleri hafife alacak hali yok. Bilakis, bir metropoldeki yönetimin değişmesi dahi AKP hegemonyasında esaslı bir kırılmaya yol açacak önemde. 

Fakat 24 Haziran seçim sonuçlarını doğru düzgün tahlil etmeden, o geceyi aydınlığa kavuşturmadan, gerekli tüm veri ve yeni değişkenleri denkleme katarak analiz gerçekleştirmeden, OHAL ve medya sansürü altında yapılmış seçim sonuçlarının üzerinden “yürümek” garip görünüyor.
 
Bu “garip” konusunu açmadan önce aktarmamız gereken bir başlık var: 
 
‘Tehdide pabuç bırakmayız’ 
CHP sözcüsü Bülent Tezcan“Erken kabullenişteki tuhaflık” yazım üzerine aradı. 24 Haziran gecesi iki saat arayla yaptığı iki açıklama arasındaki “iddia ve ton farkı” ifademe, bilgi vererek açıklık getirmek istediğini söyledi. Bunun bir tekzip değil, olası yanlış anlaşılmayı gidermek olduğunu da vurguladı. 

Tezcan, seçimin ikinci tura kalacağını söyleyip “Kimse düğün dernek yapmasın”  sözünün o anda ellerindeki somut veriye dayandığını belirtiyor. Bunu derken YSK’ye göre açılan sandık sayısının toplam sandık sayısının yüzde 46’sı olduğunun altını çiziyor. Buna göre de Muharrem İnce’nin oy oranının yüzde 33.65 olduğunu. 
Erdoğan’ın seçimi kazandığının kabul edildiği son açıklaması için de Tezcan şöyle dedi: 
“O sırada da sandıkların yüzde 80’inden fazlası açılmıştı. Ve arkadaşlarımız, o andan sonra sonuçların değişmeyeceği yönünde değerlendirme yaptı.” 
Bülent Tezcan’a, “Partinize, yöneticilerinize doğrudan ya da dolaylı herhangi bir tehdit gelip gelmediğini sormak zorundayım. Bu yöndeki iddiaların tamamı asılsız mı” diye sordum.


Tezcan’ın yanıtı aynen şöyle: 
“Buna kimse cesaret edemez. Biz de pabuç bırakmayız. Kavgaysa kavga da ederdik.” 
 
Haber ajansı 
CHP’nin seçimleri sağlıklı, profesyonelce izleyip ekranda şeffaf biçimde aktaracak, düzgün çalışan ve şeffaf bir sistem kurmasının yaşamsal önemi bu seçimle bir kez daha ortaya çıktı. Bir kez daha... 

24 Haziran seçimleri OHAL altında yapılmasının olumsuz koşullarını taşısa dahi, CHP’nin kurumsal ve mali kapasitesi bu olumsuzlukların üstesinden gelebilecek bir sistemi kurmaya elveriyordu. 

Ancak bunun yapılamadığını, mobil ve web tabanlı olarak tıkır tıkır çalıştığı açıklanan sistemin çalışmadığı pahalı bir faturayla test edilmiş oldu. Bu sistem kurulmadan 24 Haziran seçim sonuçlarını doğru ve “veri” kabul eden anlayışın yeterli güveni vermesi zor. Hal böyleyken yerel seçimlere “kilitlenmek”ten nasıl bir sonuç alınacağını görmek de güçleşiyor. 

24 Haziran sabahındaki heyecanı, özveriyi 2019 yerel seçimleri geldiğinde aynı tazelikte bulabilmek için bugünkü bozuk sistemden fazlası şart.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

27 Haziran 2018 Çarşamba

Öğretmen imamı yenebilir mi? - FATİH YAŞLI

Bundan yaklaşık on yıl önce Şerif Mardin iktidar partisinin Türkiye’yi dönüştürme projesinin başarısını “imam öğretmeni yendi” mecazı üzerinden açıklamıştı. Burada “öğretmen” 1923 Cumhuriyet’ini, “imam” ise Türkiye muhafazakârlığını/İslamcılığını temsil ediyordu. Türkiye’yi “merkez-çevre” teorisi üzerinden okuyan Mardin, bu başarıyı “Cumhuriyet’i kuran kadroların, yani ‘merkez’in batıcılığına, elitizmine, vesayetçiliğine karşı dindar-muhafazakâr kitlelerin, yani ‘çevre’nin isyanı” üzerinden yanlış bir şekilde okusa da, mecaz üzerinden yaptığı tespit doğruydu; sahiden de imam öğretmeni, Türkiye İslamcılığı Cumhuriyet’i yenmişti.

Yanlıştı diyoruz, çünkü Mardin’in analizi sınıfsal bir perspektife dayanmadığı, sermaye düzeninin ihtiyaçlarını ve Türkiye sermaye sınıfının emperyalizme bağımlılığını analize dâhil etmediği için İslamcılığın önünün devlet, sermaye sınıfı ve emperyalizm tarafından nasıl açıldığını görmüyor, bunun kendiliğinden gerçekleştiğini varsayıyordu. Oysa 1946’dan itibaren bu üçü, yani devlet, sermaye sınıfı ve emperyalizm, 1923 Cumhuriyet’inin radikalizmiyle Türkiye’nin yönetilmesinin mümkün olmadığını anlamış ve dinselleşmeye kapıları açmışlardı.

Neden 1946 diyoruz peki, bu tarihin nasıl bir özel önemi var? 1946, İkinci Dünya Savaşı’nın bitip hemen ardından Soğuk Savaşın başladığı ve Türkiye yönetici sınıfının safını kayıtsız şartsız Batı bloğu olarak belirlemesiyle birlikte anti-komünizmin, yani sol düşmanlığının Türkiye siyasetinin merkezine yerleştiği tarihti. Bu tarihten itibaren birbiriyle iç içe geçen son derece önemli gelişmeler yaşandı.

Türkiye, ABD’nin kurduğu yeni dünya düzeninin bir parçası olmak için IMF’ye, Dünya Bankası’na ve NATO’ya bu tarihin hemen sonrasında başvurdu. Bu başvurular yapılırken din derslerinin yeniden müfredata konulması, imam-hatiplerin ve Kuran kurslarının yeniden açılması, Köy Enstitüleri’nin kapatılması, aydınlanmacı Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in ve Köy Enstitüleri’nin kurucusu İsmail Hakkı Tonguç’un görevden alınması, sanayileşme ve planlama esasına dayalı bir ekonomiden vazgeçilmesi ve devletçiliğin “öncelik özel sektördür” şeklinde güncellenmesi ise bir tesadüf değildi.

Çünkü Türkiye emperyalizme entegre oldukça gericiliğe yol verildi, sermaye gücü eline geçirdikçe Cumhuriyet aydınlanmacı niteliğini yitirmeye başladı, kapılar dinselleşmeye açıldı, devletle Türk sağı uzlaştı. Komünizmle mücadele, “kininin ve dininin sahibi” mukaddesatçı-milliyetçi, yani esas olarak sağcı nesiller gerektiriyordu. Özellikle Menderes iktidarıyla birlikte bir yandan ülke ABD’nin yarı-sömürgesi haline getirilirken bir yandan da adım adım tarikatlar, cemaatler palazlandırıldı.

1950’den beri, ara rejimleri ve kısa süreli koalisyon dönemlerini dışarıda tutarsak Türkiye’yi sağ ve Cumhuriyet’le öyle ya da böyle derdi olan, Cumhuriyet’in ideallerine mesafeli partiler/isimler yönetti. Türkiye’nin son 70 yılının tarihi -ki Cumhuriyet tarihinin neredeyse dörtte üçüne tekabül eder- bu derdin ve mesafenin tarihiydi. “Bugünlerin bir “tarih öncesi”, dünden bugünlere uzanan bir süreklilik vardı yani.

İşte o tarih öncesi ve bugün bizzat bir parçası olduğumuz tarih, “imam”ın “öğretmen”i yenmesiyle sonuçlandı. Sol düşmanlığıyla kendilerine açılan devlet kapısından giren İslamcılar, sağ iktidarların kolları altında sabırla iktidarı alacakları günü beklediler ve aldılar. Devletin, sermayenin ve emperyalizmin sol düşmanlığıyla el ele vermesinden çıkan sonuç “Yeni Türkiye” oldu.

1923’ün anayasal anlamdaki tasfiyesinin, yani rejim değişikliğinin oylanacağı seçimin en güçlü iki adayından birinin “imam”, diğerinin ise öğretmen olmasının tarihin muazzam bir ironisi olduğunu söyleyebilir miyiz peki tüm bunlardan sonra? Öyle görünüyor, evet. Sahiden de yeni rejimin anayasal statüye kavuşması için yapılan oylamada sembolik olarak değil, kelimenin gerçek anlamıyla bir imam-hatipli ve bir eğitim fakültesi mezunu yarıştı ve imam öğretmeni yendi, 1923 siyasal İslam’a resmi olarak da yenilmiş oldu yani.

Peki bundan sonra ne olacak, öğretmen imamı yenebilecek mi? Kişilerden değil, temsil ettiklerinden bahsediyorum bu sefer: Cumhuriyetçilik İslamcılığı yenebilecek mi?

“Evet”, tartışmasız “evet” bu sorunun yanıtı. Ancak şunu görmek gerekiyor: Öğretmenin yenilgisinin gerisinde sol düşmanlığı var, sermaye düzeni var, emperyalizm var, akıl ve bilim düşmanlığıyla gericiliğe açılan kapılar var. İşte tam da bu nedenle, “yeniden Cumhuriyet” diyenlerin, “öğretmenin zaferi”ni bekleyenlerin yüzünü sola dönmesi, dinselleşmeyle sermaye düzeni arasındaki bağlantıyı, “laik sermaye” diye bir şeyin olmadığını, Koç’lara, TÜSİAD’a umut bağlamaması gerektiğini, emperyalizmin ne olduğunu, gericilikle emperyalizm arasındaki ilişkiyi görmesi gerekiyor.

Öğretmen mi kazansın istiyorsunuz? 
Yüzünüzü emek, akıl, aydınlanma, bilim, laiklik, eşitlik, özgürlük diyenlere dönün. Çıkış orada! Ya orada buluşacağız ya da bu kör karanlıkta yaşamaya devam edeceğiz.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

İnce’nin pazar gecesi + Erken kabullenişteki tuhaflık (Çiğdem Toker-CUMHURİYET)

İnce’nin pazar gecesi


Bütün seçimler yorum ve analiz ihtiyacı doğurur. Bazı seçimlerse taşıdıkları tarihsel önem nedeniyle, daha farklı okumalara açıktır. 
24 Haziran seçimleri, iktidarın başta OHAL rejimi, medya sansürü altında dayatması olmak üzere, sistem değişikliğiyle sonuçlanmasına uzanan unsurları nedeniyle benzersiz bir karakter taşıyordu. 
Bıkkınlığın, yaklaşan yoksulluğun, olağanüstü koşulların, hukuksuzlukların, derin hile kuşkularının varlığını bir “kader” gibi taşıyarak gittik sandık başına. 
Bu “kader” tablosunun içinde, pazar gecesinin seyri ile CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin seçmenlerinde yarattığı hayal kırıklığı ayrı bir tartışmayı hak ediyor. 
 
Boşuna bekleyiş 
İnce, dün 15 milyon kişi olarak açıkladığı seçmen kitlesiyle, kısacık bir sürede farklı, güçlü bir bağ kurdu. Sıkışık bir takvimde bir yandan zamana karşı yarışırken, sürekli yükselttiği ivme içinde pozitif duygu ve düşünceler yaydı. Bir güven ilişkisi kurdu. Değiştirme cesareti ile umudu çoğalttı. 
Kampanyasının ilk gününden itibaren, seçmenlerinden sandıklarına sahip çıkmalarını, gerekirse, aç susuz ve uykusuz kalmalarını isteyen, kendisininse gerekirse canını feda edebileceğini söyleyen, cüppelerini yanına almış 50 bin avukat ile Yüksek Seçim Kurulu (YSK) önünde randevu veren İnce, ülke sathında kitlesel olarak beklendiği gecenin en kritik saatlerinde bir türlü çıkıp açıklama yapmadı. 
Bir kişinin bile çıkıp “Çok güvenilirdir” diyemediği, iktidar uydusu Anadolu Ajansı’nın bütün ekranları kapladığı saatlerde, milyonlarca insan Muharrem İnce’nin söz verdiği gibi YSK önünde açıklama yapmasını sabah saatlerine dek boşuna bekledi. 
Kamuoyu karşısına “canlı” çıkmak yerine, Fox TV anchormani gazeteci meslektaşım İsmail Küçükkaya’nın soru mesajına verdiği “Adam kazandı” yanıtıyla gündeme gelmesi, tartışma yarattı. O yayının üzerine dahi İnce’nin açıklama yapmaması seçmenleri nezdinde umut kırıcı oldu. (İnce’nin mesajına dair görüşüm nettir: Haberdir.) 

Şunu hemen belirtelim. İzlediğim kadarıyla hayal kırıklığının temel sebebini, ikinci tura kalamamak değil, henüz oy sayım, tutanak, çuvalların taşınması gibi işlemler sürerken ve seçmenlerin “oylarımız çalınmasın” diye cansiperane çalışırken hissettiği “ortada bırakılmışlık” duygusu oluşturuyor. Dolayısıyla düş kırıklığı yaratan asıl yenilginin rakamlar değil, bu duygu olduğunu söylemek zorunlu. 
Diğer yandan, sosyal medya üzerinden yürüyen spekülatif haberler ile doğrulanmamış komplo teorileri, tahribatı derinleştirdi. 

CHP Sözcüsü Bülent Tezcan’ın iki saat arayla yaptığı açıklamalar arasındaki ciddi ton farkıyla (“Kimse gelin güvey olmasın, seçim ikinci tura kalıyor.” / “Kimsenin canının yanmasını arzu etmiyoruz.”) birleştiğinde de “Acaba başına bir şey mi geldi” sorusuna dahi yol açtı. 
 
Tehdit yok 
Neyse ki dün basın karşısına sağlıklı biçimde çıkan İnce, sözlerine sosyal medyada dolaşan “tehdit” iddialarını kesin bir dille yalanlayarak başladı. 
Bu da yüreklere su serpti şüphesiz. 

İnce’nin, gerektiğinde özür dileyebilen, özeleştiri yapabilen bir siyasetçi oluşu önemlidir. Zaten bu özrü ile birlikte eşzamanlı olarak yenilgiyi kabul etmesi de belli bir sempati yarattı. Ancak kitlelerin zihnindeki sorular tam cevap bulmuş değil. 

Bu nedenle, dün CHP’nin geleceğinde söyleyecek sözünün bitmediği sinyalini veren İnce’nin milyonlarla kurduğu gönül bağını bir çırpıda onarıp ilk haline getirmesi biraz zaman alacağa benziyor. 

Tabii o gece, kimsenin bilmediği gri sayfalarla gerçekten gölgelenmediyse.

                                                                ---

Erken kabullenişteki tuhaflık


Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tarihsel yapısı, ilkeleri, değerleri, misyonu ve kendisine aidiyet duygusuyla bağlı milyonlarca yurttaş ile ülkenin en köklü ve önemli örgütlü güçleri arasında yer alıyor. 

Yönetim sisteminin -yazılı hukuk açısından da- değişeceği ve cumhurbaşkanı adaylarının yarıştığı tarihi 24 Haziran seçimlerinde, milyonlarca yurttaşın bu ölçekteki bir partiden beklentilerini yüksek tutması kadar haklı ve normal bir durum olamazdı.
İyi tasarlanmış, test edilmiş, güven veren ve sağlıklı işleyen bir seçim takip sistemi, bu beklentilerin başında geliyordu. Rejimin otoriterleştiği, koca ülkenin seçim verileri yayınında taammüden tekel konumuna getirilmiş bir haber ajansına mahkûm edildiği bir iklimde, alternatif sistem beklentisi -özellikle 16 Nisan 2017 referandumundan sonra- katlanarak artmıştı.

Önceki çeşitli seçimlerde yaşanmış, iletişim ve koordinasyon kopukluğu gibi gerçekte seçimin seyri ve sonuçları üzerinde belirleyici rolü bulunan temel alanlarda, benzer hatanın tekrarlanmayacağı umudu yüksekti. Zira bu umut bizzat parti yetkilileri tarafından topluma duyurulmuştu.
***
Ne var ki 24 Haziran gecesi, yine bu sistemin nasıl kurulamadığını, nasıl yine iktidar güdümündeki AA mutfağında hazırlanan manipülatif grafiklerin bütün ekranları kapladığını, nasıl alternatif olarak kurulan Adil Seçim Platformu’nun beklentileri karşılayamadığını izledik durduk. 

CHP Sözcüsü Bülent Tezcan’ın iki saat arayla yaptığı açıklamalar arasındaki iddia ve ton farkı da seçimin adil, dürüst geçmesi için gerçekten de aç, susuz ve uykusuz kalan insanları gece karanlığında demoralize etti, hatta ağlattı.

Ciddiye almamak
Tezcan’ın o açıklamayı yaptığı sıralarda, YSK sistemine girilmiş oy oranının AA’nın ekranları dolduran oy oranlarından farklı olması, yurtdışından gelen oyların işlem gördüğü ATO merkezinde oyların sayımının sabahın ilk ışıklarına kadar sürmesi, CHP yönetiminin Cumhurbaşkanlığı seçimini Recep Tayyip Erdoğan’ın kazandığını kabul ettiği dakikalarda, eşzamanlı olarak sosyal medyada bir yerden bir yere taşınan sayısız oy çuvalı fotoğrafının yayımlanması, ne kadar iyi niyetli olunursa olunsun, bu hayati önemdeki konunun yeteri kadar ciddiye alınmadığını göstermektedir.
YSK Başkanı Sadi Güven’in sabaha karşı kameralar karşısına çıkıp henüz sisteme girmemiş oyların sonucu değiştirmeyeceğini söylemesine, kurumsal tek bir itirazın gelmemesi gerçekten ilginçtir. 

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu dünkü değerlendirme toplantısında sandıklara sahip çıkıldığını açıklayarak bu alanda çaba gösteren bütün gençlere teşekkür etti.
Ancak 24 Haziran seçimleri bu kadar kolay kabullenilecek kadar normal geçmedi. Bu kolay ve rahat kabulleniş de o yüzden hiç normal değil. 

Evet, ana muhalefet partisinin sandıklara sahip çıkma çabasının iyi niyetli ve geniş kapsamlı olduğu bir hakikat. Buna çok yerde tanıklık da ettik. Ancak “sahip çıkma”, sandık başında bulunmak, oyların sayımını izlemek, ıslak tutanak almak, seçim kurullarına götürmekle bitmiyor.

Bir rapor gerekli
Oylara “sahip çıkmanın” içinde, o seçimin serinkanlı, yukarıdan bakan bir analitik fotoğraf çekmek olmalı. Eğer bütün sandıklara gidilememişse bunun nedenlerini, bir seçimin dürüst ve adil işlemesini engelleyen, “hayatın olağan akışına” aykırı bütün durumları saptayıp listeleyecek, gerekirse özeleştiri de içeren bilimsel bir rapor hazırlanmasını, bu ülkenin demokratik değerlere inanan insanları hak ediyor.
O raporda mevcut kapasitenin neye yettiği, nerelerde eksik olduğu, nerelerde hata olduğu, nerelerde “gri alanlar” olduğu ortaya konulmalı ki, aynı hatalar tekrarlanmasın, insanlar hayal kırıklıklarına abone olmasın. 

Sözgelimi şu anda milyonlarca insan AA’ya alternatif olarak kurulan ve iddiayla tanıtılan Adil Seçim Platformu’na ne olduğunu, niye iddia edildiği gibi çalışmadığını öğrenmek istiyor. 

Daha neşeli ve gamsız bir gece geçirmek varken tek bir oyun sayımda doğru okunup okunmadığı için sandık başında tartışmayı seçen delikanlı, evinde doğru düzgün yemek yemek varken, sandık başında İnce’nin tavsiyesine uyarak aç kalan genç kız, Ankara Barosu’nun eğitim merkezinde artan bir üzüntüyle, hazır ettikleri cüppesiyle bekleyen genç avukatlar o gece seçim sonuçlarının neden bu kadar erken ve kolay kabul edildiğini bilmek istiyor.

Daha üç gün önce yapılmış iddialı konuşmalar, şefkatli seslenişler, büyük çağrılar, taahhütler bir zahmet hatırlanırsa, bu kolay kabullenişin ikna edici değil, tuhaf göründüğü daha iyi anlaşılacaktır.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

26 Haziran 2018 Salı

Yine ekalliyette kaldık! - HAYRİ KOZANOĞLU

Annemin hüsranla sonuçlanan her seçimin ardından söylediği “yine ekalliyette (azınlıkta) kaldık” sözü 24 Haziran akşamı bir kez daha kulaklarımda çınladı. Fanatik bir CHP’li olan babam her kaybedilen seçimler sonrası günlerce kendine gelemez adeta yasa girerdi. Tek başına sandıklara bel bağlamayan bir anlayıştan gelen bizleri seçim sonuçları göreceli daha az etkilese de, bir “rejim değişikliğinin” söz konusu olması haliyle hepimizin moralini aşağı çekiyor.
Özellikle Muharrem İnce’nin yarattığı pozitif dalgayla bir an “aklın kötümserliğini, iradenin iyimserliğine” kurban ettik. OHAL döneminde adil bir seçimin gerçekleşemeyeceği gerçeğini, medyanın kuşatılmışlığının sade yurttaşın algısına etkisini, emekliye 1000 TL ikramiye tarzı ikramların sandığa olası yansımalarını küçümsedik. İsterseniz, kötümser olmayan bir varsayımdan, aslında AKP-MHP koalisyonunun halk desteğinin gerilemeye yüz tuttuğu noktasından hareketle, 24 Haziran sonrası tabloyu serinkanlı bir biçimde değerlendirmeye çalışalım.


1- 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde tek başına %51.8 oy alan RTE, 2018 de bunun mümkün olmayacağını anlayınca MHP ile koalisyona girdi. Bu ittifakla oylarını ancak %52.5’e yükseltebildi, ne var ki bu da sonuç için yeterli oldu. 1 Kasım 2015’te AKP+MHP oyları %61.4 iken, 24 Haziran’da %53.6’ya geriledi. Gelgelelim bu erozyon tepe taklak olmasına yetmedi. Artık Türkiye RTE’nin hep şikayet ettiği bir formda, ilkesiz bir koalisyonla yönetiliyor.Dolayısıyla en önemli bir silahını kaybetmiş bulunuyor.

2- Bir ülkenin tüm kurumlarını çöküş noktasına getiren; liyakatin esamesinin okunmadığı; toplumun eğitimli, üretken kesimlerinden hiç oy alamayan bir rejimin ayakta durma şansı yoktur. Kısa sürede ekonomik krizin derinleşmesi, büyümenin durması, işsizliğin tırmanması kaçınılmaz görünüyor. Süreç, RTE’nin kendi yarattığı krizin kendi kucağında patlamasını getirecek. Muhtemelen nihai gidişi ekonomi üzerinden olacak.

3- Şaşkınlık uyandıran bir sonuç da, MHP’nin oylarını artırması, İYİ partiyi geride bırakmasıydı. Anlaşılan sağ seçmen için AKP’nin yörüngesindeki bir MHP; CHP’nin başını çektiği bir ittifakın bileşeni İYİ partiye tercih edildi. Akşener’in partisinin CHP’nin şefaatiyle seçimlere katılması da, görüldüğü kadarıyla bu kesime fazla şirin gelmemiş. MHP kadrolarının AKP ile ittifak sonucu iktidarın nimetlerinden yararlanma, bürokraside konuşlanma beklentilerinin de safları belirlemede rol oynadığı tahmin edilebilir. Oy tercihlerini büyük ölçüde ilkeler, ideoloji üzerinden belirleyen bizim sol \ sosyal demokrat seçmen için yadırgatıcı kaçsa da, menfaatlerin ön plana çıktığı sağ seçmenin öncelikleri farklı…

4- Muharrem İnce, AKP rejimine kültürel anlamda muhalif kesimlere heyecan, coşku vermekte, motivasyon kazandırmakta, umut aşılamakta gerçekten ciddi bir başarı kazandı. Maltepe mitingindeki gözlemim, tüm bu pozitif havaya karşın ; katılanların laiklik, Aydınlanma, modernizm değerleri üzerinden seferber oldukları; karşı saflarda bir gedik açmanın başarılamadığı yolundaydı. Nitekim, sonuçlar bu kanıyı doğruladı.

5- İnce’nin muhafazakar bir aileden gelmesi, başörtüsü konusundaki “özgürlükçü” tutumu ona Kılıçtaroğlu’na göre sağ cenahın daha hayırhah davranmasını getirdi. Aynı şekilde Kürt sorununun çözümüne, anadilinde eğitime ilişkin yapıcı yaklaşımı da toplumdaki gerginliği azaltmak, muhalif kesimler arasında hoşgörüyü yaygınlaştırmak açısından yararlı oldu. Ne var ki, farklı siyasi aidiyetleri bulunanlarda yaratılan sempatinin oy davranışına hemen yansıması kolay değildir. Benzer bir durum, kendisine Che yakıştırması bile yapılan Saadet partisi lideri Temel Karamollaoğlu’nun “babacan ihtiyar” profilinin sol \ laik kesimlerde yarattığı sıcaklığın, İslami kesimlerde karşılık bulmaması örneğinde yaşandı.Uzun vadeli düşünülürse, İnce’nin bu açılımının boşa gitmediği, ileride farklı seçmenlere sesini duyurmak açısından bir eşiğin aşıldığı düşünülebilir.

6- Muharrem İnce’nin keskin üslubuna karşın, temel konularda düzenin temellerini sorgulamamasının, daha çok Batılı çevrelerde Erdoğan’ın düşen itibarının yarattığı boşluğu doldurmaya talip olmasının istenen etkiyi yapmadığı ortada. Bağımsız merkez bankası güvencesi, AB’ye tam üyelik vaadi, dış politikada statükocu tavrı, Ecevit’in 70’lerdeki “ bu düzen değişmeli” söyleminin yanına bile yaklaşamadığını söylemek durumundayız.

7- HDP’nin barajı geçmesi; hem parlamento içi muhalefetin varlığı, hem de özellikle CHP kitlesinin taktik oylarla bu sonuca katkısı açısından anlamlı bir teselli noktası. HDP’yi bekleyen iki tehlike söz konusu: birincisi, listelerine aldıkları sosyalist figürler üzerinden kendini sol-devrimci muhalefetin tek merkezi görmesi; ikincisi parlamentoya taşıdığı liberal, “yetmez ama evet”çi isimlerin etkisiyle AKP rejimiyle bir uzlaşma arayışına girmesi.

8- Seçim sürecinde RTE’nin kurmaya çalıştığı otoriter rejime muhalefet üzerinden; gerek Millet İttifakı’nın bileşenleri arasında, gerekse de onlarla HDP ve diğer muhalif kesimler arasında dayanışma, hoşgörü ve işbirliğine dayalı olumlu bir iklim oluştu. HDP’yle Demirtaş arasındaki %3,3’lük, İyi Partiyle Akşener arasındaki %2,7’lik fark, seçmenin oylarını en güçlü seçenek gördüğü İnce’de toplulaştırma çabasının bir yansıması şeklinde okunabilir. Aynı jeste İnce’ye oy veren kesimler de, HDP’yi baraj üzerine taşıyarak karşılık vermiştir. Bu iklimin karamsarlığa, umutsuzluğa, dar çıkarlara kurban edilmemesi; Gezi dönemine, 16 Nisan referandumuna benzer bu ruh halinin yarın da korunması büyük önem taşıyor.

9 - TKP’nin bağımsız adaylarının mütevazı çabaları bir yana bırakılırsa, 24 Haziran döneminde düzenin köküne vuran bir ses çıkmadı. Bir anlamda “takke düştü KEL (kapitalizm-emperyalizm-laiklik ekseninden kaçış anlamında kısaltma ) göründü”. Tartışmayı emek-sermaye eksenine almayan ; kapitalizmin sömürü ve mülkiyet ilişkilerini sorgulamayan; emperyalizmin, başta Ortadoğu politikaları küresel hegemonyasının karşısına dikilmeyen; adını koyarak laikliğe sahip çıkmayan, toplumdaki gericileşmeyi mahkum etmeyen hiçbir anlayış emekçi kesimlerle kalıcı bir bağ kuramaz. Birleşik Haziran Hareketi ve diğer sosyalist-devrimci odaklar, HDP’nin ve CHP’nin kendi sınırlarına \ konjonktürel ittifaklarına takılan bu boşluğu doldurmak sorumluluğundadır.

10 - Önümüzdeki dönemde yılgınlığa yer vermeden, ekmeğimiz ve özgürlüğümüz için, emekçi halkın birleşik ve örgütlü mücadelesini örmemiz gerekiyor. Sendikalardaki, meslek örgütlerindeki, üniversitelerdeki, kazanımlarımıza sahip çıkarak; bugünden yarına Türkiye’yi yeniden kurma çabasına girişmekten başka çaremiz bulunmuyor. Memleketimiz bu yılgınlık, çaresizlik ortamında devrimci bir iradeye her zamankinden fazla ihtiyaç duyuyor. Yeter ki unutmayalım, "haklıyız kazanacağız !"

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Bize methiye - ORHAN GÖKDEMİR

Hayhuy içinde geçti gitti Haziran. Üzerimize ta 12 Eylül’de bir karanlık bulaşmış, onu temizlemenin telaşı içindeyiz. Yenildik mi? Belki. Ayakta mıyız? Evet. Peki ya umut? Umut insanda… Biliyoruz, eminiz, silkelenip atar bir gün bu karanlık korkusunu halkımız. Bambaşka, aydınlık bir ülke yaratırız hep birlikte yeniden. 
Seçim mi? Seçimden önce yazdık zaten ne oldu ve ne olacaksa. Mücadele etmek zorundaydık, mücadele etmek zorundayız. Örgütlenmek zorundaydık, örgütlenmek zorundayız. Bir bakıma iyi günlerimiz bunlar. Kalabalığız, akıllıyız, uyanığız. Yalnızca dahası lazım bize. 
Madem öyle, 20 Haziran’da kaybettiğimiz Hasan İzzettin Dinamo’yu anlatayım ben size.

                                                                     ***
İkbal kahvesinde oturuyoruz; dostsuz, örgütsüz, parasızız. Yani, yığınla insan içinde yapayalnızız. İçeride kesif bir sigara dumanı, dışarıda sinsi bir güz yağmuru... Faşist ordular kasıp kavuruyor her yanı,  tarifsiz bir sıkıntı kemirmekte içimi... 
Dehşet haberler yayılıyor ülkenin her yanından. Faşizm sevdalıları türüyor pıtrak gibi. E haliyle iyi saatlerde olsunlar tezgâh başında, şeytan azapta gerek!
Savaş ve kıtlık yıllarıydı. Aydın’dan Muğla’ya yürütüldüğü gün eğlence olsun diye işkenceye aldılar şairi. Çine’de kapatıldığı hücrede vurdular tabanlarına kalın sopalarla. Sonra bir jandarmayı bindirip şairin sırtına dolaştırdılar beton koridorlarda. 
Ah alçakların işgali altındaki ülkem, ne desem, ne söylesem sana?
Diyorlar ki “Sana mı kaldı kurtarmak vatanı? Hadi diyelim sana kaldı, mısralarla mı yapacaksın bunu?” Okkalı bir küfür sallıyor şair düzenin gelmişine geçmişine. Dudaklarının arasından bir yılan çığlığı duyuluyor yalnızca.
Ayakları lime lime, aç, yorgun. Daha bir zulası bile yok mısralarını saklayacağı.  Birazdan tuz basacak yaralarına, yarın uzun yürüyüş var. Kim o? Kim olacak, Pülümür Mahpushanesi kaçkını Hasan İzzettin Dinamo!
Kaçmış kaçmasına mahpushaneden, bir de bakmış bütün Türkiye koca bir mahpushane… Bıraksalar dönüp Pülümür’e gardiyanı olacak kendi kendinin. Not ediyor defterine:
Bizde neden ağlayan bir Fuzulî çıkmış
Şimdi anlıyorum bunu derinden.
Kaç Fuzulî, Fuzulî olmadan önce
Kahrolup gitmiştir üzüntülerinden.
Öyle çekmişim ki
Artık benden sonra
Birkaç satırımın yaşaması bile
                        bana vız geliyor.
Artık bahçemdeki yemişlere
                        ne güler yüzlü bir dost
                        ne hırsız geliyor.
Demek diyorum, bu duruma gelirmiş
                        budana budana bir şair.
Ölümsüzlüğe sırtını dönmüş şiir
Artık acıya meydan okuyabilir.
İkbal kahvesinde oturuyoruz; dostsuz, örgütsüz, parasızız. Yani, yığınla insan içinde yapayalnızız. Yine işsiziz, yine takipteyiz, yine örgütsüz, yine umarsız... Dışarıdaki sinsi güz yağmuru yorgun düşer birazdan ama sığınacak başka yer yok. “Garson, çay getir!” 
Çalışmayı özler mi insan? Hasan İzzettin özledi. Mahpusluğu özler mi insan? Hasan İzzettin özledi. Ah, alçakların işgali altındaki ülkem, ne desem, ne söylesem sana? Not düşüyor defterine:
Göğsümüzün altında çarptıkça yüreğimiz
Savunacağız biz
Güneşi, havayı, suyu ve insanı,
Savunacağız biz,
Kalbin öğrettiği
En güzel şeyi;
Vatanı!
Kızılırmak kıyısında oturup, kederli bir mahpushane türküsü söyleyerek mutlu bir Anadolu düşlemekti suçu. Sabaha çıkmamak için direnen gecelerde Eyüp sabrıyla bekledi. Gül dalları yerine demir çubuklar vardı münzevi pencerelerde. Say ki dedelerin bir masal yaşadı, say ki acılar masaldı.
Çalışmayı özler mi insan? Hasan İzzettin özledi. Mahpusluğu özler mi insan? Hasan İzzettin özledi. Ah ki alçakların işgali altındaki ülkem, ne desem, ne söylesem sana? 
Bilirim, ölen bir şaire mezar gerekmez, bir avunuş sayılmaz romantik ağlayışlar. Ama yine de her gece oturup gizlice sayarım yıldızları, çaresizliğime ağlarım.
Bilirim bir gün ansızın gelir bahar. Münzevi parmaklıklardan kurtulurum ve yine özgür olurum. Bir bahar sabahı gibi güzel çocukluğumun kırık beşiğine başımı koyar, uyanamadan günlerce uyurum. 
Uyanır bakarım, çoktan derinliğine çekmiş deniz beni; “Ey unutuş! Kapat artık pencereni…”
                                                                     ***

Uzun bir alıntı bu. Benim “Fena Çocuklar Zamanı”ndan. Güncel hep, bugünün ruhuna uygun. Biz işte böyle bir tarihin içinden sıyrılıp geldik. Umutsuzluk ne? Umut insanda. 
O diyor ki bize; 
Demek, diyorum, bu duruma gelirmiş
                        budana budana bir şair.
Ölümsüzlüğe sırtını dönmüş şiir
Artık acıya meydan okuyabilir.
Acıya meydan okuyan şiirlerimiz var ve faşizme meydan okuyan çocuklarımız... 
Daha ne!

Orhan Gökdemir / SOL