30 Kasım 2020 Pazartesi

İlk başkan Börekçizade Rıfat Efendi’den Ali Erbaş’a - Cumhuriyet

 PROF. DR. RIDVAN AKIN - GALATASARAY ÜNİVERSİTESİ

Diyanet İşleri Başkanlığı, en tartışmalı devlet kurumu olma özelliğini devam ettirmektedir. Kurumun, hilafetin lağvı ve Osmanlı hanedanının yurtdışına çıkarılması yasalarıyla eşzamanlı olarak ihdas edilmiş olması anlamlıdır. Çok partili döneme kadar devlet aygıtı içinde dinin denetim altında tutulması işlevini sürdüren kurum, 1950’lerden sonra önemli dönüşümlere sahne olmuştur. 1961demokrasisine kadar, cumhuriyetin kurucu ideolojisi karşısında uyumlu resmi İslamı temsil eden Diyanet örgütü, İslamcılık akımının güçlenmesine koşut olarak gittikçe siyasallaşmıştır. Özellikle son iki başkanın görevde bulunduğu dönemde, siyasi iktidar ile bir devlet kurumu olarak “Diyanet” arasındaki organik ilişki iyice belirgin hale gelmiştir.

Cumhuriyet rejiminin dayandığı zemini belirleyen en önemli kanunlar Devrim kanunlarıdır. Bu üç kanun (429, 430, 431) radikal içerikleriyle eski rejimden kopuşu sağlayan düzenlemelerdir. 429 sayılı Şer’iye ve Evkaf ve Erkânı Harbiye-i Umumiye Vekâletlerinin İlgasına Dair Kanun ile Milli Mücadele döneminde var olan Şer’iye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye vekâletleri lağvedilmiş, yerine Diyanet İşleri Başkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı kurulmuştur. 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat yasası ile bütün eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığına bağlanmıştır. Hilafetin ilgasına ve Hanedanı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti memaliki haricine çıkarılmasına dair 431 sayılı kanun ile de hilafet lağvedilmiştir. Bu yasalar günümüz İslamcı çevrelerde nefretle anılan düzenlemelerdir. Ama kanımca asıl bundan sonra Cumhuriyet Devrimi’nin gerçek konsolidasyonu başlamıştır. Milli Kurtuluş Savaşı başladığında, İstanbul’daki Şeyhülislamlık makamı ve Evkaf-ı Hümayun Nezareti’nin hükümet içindeki işlevini görmek üzere Ankara’da Şeriye Vekâleti kurularak İcra Vekilleri Heyeti’ne (Hükümete) alındı. Cumhuriyet’in ilanı, başlangıçta ne İcra Vekilleri içinde yer alan Şeriye vekilinin konumunda ne de Birinci Meclis tarafından 1922’de Hilafet makamına seçilen Abdülmecid Efendi’nin konumunda bir değişikliğe yol açmıştı. Asıl devrimci değişiklikler, 1924 Mart-Nisan aylarında gerçekleşti. Bunlar ‘Devrim Kanunları ve 1924 Anayasası’dır. 429 sayılı yasa, din işleri örgütünü siyaset alanından çıkararak siyasi otoritenin emrine verdi. Şeriye Vekâleti yerine, başvekilin inha cumhurbaşkanının ise tasdik ettiği bir makam olarak Diyanet İşleri Reisliği ihdas edildi.

RIFAT BÖREKÇİ DÖNEMİ

Bence Atatürk’ün Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurma kararının iki yönü vardır: Din gibi bir alanı devletten özerk bir kurum olarak düşünememesi veya belki de bunu bir risk olarak görmesi birinci nedendir. İkincisi ise Osmanlı resmi ideolojisi olan Sünni İslamı bir Türk İslamı haline dönüştürmeyi hatta, Türk Ulus Devleti’nin bir “rüknü” olarak tasavvur etmiş olmasıdır. Ama kanımca gerçek neden Türk tarihinin en büyük devrimcisinin bile bürokratik devlet geleneğinin “kodlarının” bir ürünü olarak tarih sahnesine çıkmış olmasıydı. Rıfat Börekçi’nin Diyanet İşleri Başkanlığı döneminde, din ve din adamı telakkisi büyük ölçüde bu düşüncelerimi teyit eder niteliktedir. Türk laikliği, İslamı Arap öğelerinden tamamen arındırarak, bir Türk-İslamı yaratmak istemiştir.

TEK PARTİ DÖNEMİ

Erken dönem Cumhuriyet laikliğinin bir Türk-İslamı inşa ederek, Arap kültür-din dairesinden kopmak amacının var olduğu uygulamalardan anlaşılmaktadır. 1932’de Türkçe ezan, 1934’te Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi, 1941’de Türk Ceza Kanunu’nda Türkçe ezan ve kamet zorunluluğunu ihlal edenlere (Arapça yasağı) 3 ay hapis cezası getiren bir madde eklenmesi gibi... Bir başka boyut da din eğitimi konusudur. Bir dönem ilahiyat fakültesi ve imam hatip okullarının da kapatılmasından sonra, İstanbul Üniversitesi İslam Tetkikleri Enstitüsü dışında din eğitim ve öğretimi ile ilgili hiçbir kurumun kalmadığını belirtmek gerekir. İzinsiz din eğitiminin şiddetle takibi, gayri müslim yurttaşları da etkilemiş, örneğin Yahudilerin çocuklarına evlerinde İbranice eğitim vermeleri kovuşturmaya konu olmuş, Türkiye’de yaşayan ama Türk vatandaşı olmayan rahipler ceza kovuşturmasına uğramıştır. Yine Alevilerin Osmanlı’dan beri yarı gizli sürdürdükleri cem ayinleri Cumhuriyet döneminde de yasadışı bir dini faaliyet olarak algılanmıştır.

KATI UYGULAMALARDAN VAZGEÇİLMESİ

Bu alanda ilk emareler, Şerafeddin Yaltkaya’nın vefatından sonra, Diyanet’in başına getirilen Ahmet Hamdi Akseki döneminde başlamıştır. Bu emareler sırasıyla, hacca gidenlere döviz tahsisi ve izin verilmesi (1947) ilahiyat fakültesinin tekrar açılması ve ilkokulların 4. ve 5. sınıflarında seçmeli din dersine izin verilmesi gibi kararlardır. (1949) En önemli adım ise, CHP’nin 1950 seçimlerinden (iktidardan düşmeden) önce 29.4.1950 tarihli 5634 sayılı yeni bir Diyanet Teşkilatı yasası çıkarmış olmasıdır. Bu yasa ile Vakıflar Umum Müdürlüğü’ne devredilmiş bulunan imam hatip ve kürsü vaizliği kadroları Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlanmıştır.

ÇOK PARTİLİ DÖNEM

Atatürk döneminin Diyanet İşleri Başkanı Börekçizade Rıfat Efendi’nin vefatından sonra Milli Şef İnönü bu göreve sırasıyla M. Şerefeddin Yaltkaya ve A. Hamdi Akseki’yi getirdi. Her ikisi de tek parti yönetiminin din telakkisi ile uyumlu bir çizgi izlediler. Demokrat Parti’nin başkanlığa getirdiği Eyüp Sabri Hayırlıoğlu, Halk Fırkası grubunda tam bir cumhuriyetçi portre çizmiş görünüyor. Her ne kadar, DP dönemi, Ticanilik, Süleymancılık ve Said-i Nursi ile popülist kaygılarla temasın olduğu bir dönem olduysa da tarikatların “Resmi İslam”a nüfuz etmelerine izin verilmemiştir. Bunda DP yöneticilerinin CHP’den “çıkma” olmalarının önemi vardır düşüncesindeyim.

27 MAYIS SONRASI

Milli Birlik Komitesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’na, din kurumu üzerinde kendi anlayışlarına uygun bir simayı getirdi. Bu isim İstanbul müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen’dir. Bilmen 1943’ten beri İstanbul müftüsü ve çok tanınmış bir din alimi idi. Bununla birlikte 27 Mayıs yönetiminin radikal kanadı İnkilap Mahkemeleri, kültür ve eğitim reformu, korporatif nitelikli bazı kurullarla toplumu örgütleme planlarının yanı sıra, tek parti radikalizminin nostaljisi ile ezanın ve ibadetin Türkçeleştirilmesi, dinde reform gibi söylemleri gündeme getirmek istedi. Bu gelişmeler, siyasi irade karşısında daima “muti olan” Ömer Nasuhi Bilmen Hoca’nın emekliliğini istemesi ile sonuçlandı. Bu talebin gerçekte bir istifa olarak değerlendirilmesi daha doğru olur.

GERÇEKER’İN BAŞKANLIĞI

İnönü’nün 1964’te göreve getirdiği Mehmet Tevfik Gerçeker’in babası TBMM’nin birinci döneminde Şeriye vekili olan Karacabey müftüsü Mustafa Fehmi Efendi’dir. Gerçeker, Yüce Divan ve Danıştay üyeliği yapmış 1961 Anayasası yürürlüğe girdikten sonra Danıştay Genel Kurulu tarafından Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçilmiştir. AYM’den yaş haddinden emekli olduktan sonra, İnönü’nün son koalisyon hükümeti devrinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na getirilmesi, kuruma İnönü bakışını açıklar niteliktedir.

AP’NİN DİYANET POLİTİKASI

AP’nin 1965 seçimlerini kazanıp tek başına iktidara gelmesinden sonra, göreve gelen bütün Diyanet İşleri başkanlarının görev sürelerinin kısalığı, başkanlığın parti politikalarının etki alanına girdiğini gösterir. Bunlar içinde AP’nin göreve getirdiği üçüncü Diyanet İşleri Başkanı Lütfi Doğan’ın daha sonra, MSP, RP, AKP gibi İslamcı partilerin seçkinleri içinde yer alması, İslamcılığın AP iktidarı eliyle, Diyanet içinde önce nüfuz alanını sonra, hegemonyayı ele geçirdiğini gösterir niteliktedir.

70’LERİN KAOS ORTAMI

1977’de Ecevit’in Diyanet’ten Sorumlu Devlet Bakanlığı’na getireceği Dr. Lütfi Doğan’ın önemli bir özelliği var. Dr. Doğan, 12 Mart Ara Rejimi döneminde göreve getirilmişti. Selefi Lütfü Doğan ise 1968’de Adalet Partisi iktidarı tarafından başkanlığa atanmıştı. Ara rejim hükümetleri kendi anlayışlarını yakın bulmadıkları Lütfi Doğan’ı tebdil etmiş olmalıdırlar. Dr. Lütfi Doğan ise Demirel başkanlığında kurulan Milliyetçi Cephe hükümetlerine kadar tutucu-İslamcı çevrelerin dışında bir çizgi ile başkanlık görevini sürdürdü.

İKİ DENGE ADAMI

Tayyar Altıkulaç’ın İslamcı çevrelerden ziyade Adalet Partisi’ne ve Demirel’e yakın olduğunu ifade etmek gerekir. Bir denge adamı olduğunu gösteren en önemli karine, 12 Eylül Ara Rejimi döneminde yerini korumuş olmasıdır. Aynı yargıyı Mehmet Nuri Yılmaz için de söylemek mümkündür. O da Demirel ve Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanlığı döneminde başkanlık görevini sürdürmüştür. Devletin kurucu ideolojisiyle çatışmaktan kaçınan bir anlayışa sahipti.

İSLAMCILIK ANLAYIŞI

Diyanet Teşkilatı’nın İslamcılığın etki alanına girişi Turgut Özal’ın başbakanlığı ve ANAP iktidarı dönemine tekabül eder. Özal, Nakşibendi tarikatıyla yakın ilişkileri olan bir siyasi kimlikti. Özal’ın, Tayyar Altıkulaç’ın yerine Prof. Mustafa Said Yazıcıoğlu’nu getirmesi İslamcı kadroların Diyanet’i ele geçirme yolundaki ilk hamle sayılmalıdır. Yazıcıoğlu, halen aktif olarak AKP’de siyaset yapmaktadır.

AKP İKTİDARI

AKP’nin ilk iktidar döneminde, her alanda olduğu gibi, Diyanet yönetimi alanında da temkinli başladığı açıktır. Bu dönemde tam angaje bir Diyanet İşleri Başkanı atayamamasının iki nedeni vardır: Birincisi Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanı olması, ikincisi de kamuoyunu tedirgin edecek nitelikte atamalardan kaçınma siyaseti. Ali Bardakoğlu, AKP’nin göreve getirdiği ilk başkandır. AKP dışında olmamakla birlikte, siyasetten sakınma çizgisini görevi boyunca sürdürdü.

DEVLETİN DÖNÜŞÜMÜ

Türkiye, AKP iktidarının ikinci döneminden itibaren ciddi bir dönüşüm sürecine girmiş olup bu süreç hâlâ devam etmektedir. 2002’den beri iktidarda bulunan AKP’nin 2007 sonrasındaki hamlelerini bir siyasi partinin olağan icraatları olarak yorumlamak zordur. Türkiye, bir taraftan gittikçe kapitalistleşip, çarpık da olsa kentlileşirken bununla koşut olarak taşrada İslami sermayenin (özellikle tarım ve ticaret sermayesi) toplumun diğer kesimleriyle (proletarya ve köylüler) din üzerinden bir diyalog kurmakta oldukça başarılı olduğu gözlemlendi. İslamcı burjuvazi ve onun partisi, ideolojisi “din” olan bir örgütlenme ve kadrolarını devşirme siyaseti yürürlüğe koydu ve burada büyük bir başarı sağladı. Sonuç itibarıyla, AKP iktidarının meşrulaştırılması ve siyasal gücün “konsolidasyonu” Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden yürütülmektedir. “Eski resmi devlet ideolojisi” laikliğe alternatif ideolojinin üretimi, yaygınlaştırılması ve pekiştirilmesi alt, orta ve yüksek bürokratik kadrolarıyla Diyanet örgütü aracılığıyla yürütülmektedir. Laiklik, Cumhuriyet tarihi boyunca elinde tuttuğu resmi üstünlüğünü kaybetmiş, din fiilende facto henüz de jure değil yeni hegemonyanın ideolojisi oldu.

MEHMET GÖRMEZ VE ALİ ERBAŞ

Son 10 yılda, Diyanet İşleri Başkanlığı iktidar partisinin egemenliğinde, “yeni devletin” ideolojik hegemonya aygıtına dönüştürüldü. Sonuç olarak, Diyanet İşleri örgütünün “yeni devletin” en güçlü ideolojik aygıtı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

SONUÇLAR

KURULUŞ AMACINDAN BAŞKA BİR NOKTADA

Türk devrimi önderliğinin, dini denetim altında tutma ve Türk ulus devletinin pekiştirilmesinde işlevsel bir kurum olarak tasavvur ettiği Diyanet İşler Başkanlığı, kuruluş amaçlarından bambaşka bir noktada bulunmaktadır. Kamusal alandaki görüntüsüyle Başkan, adeta meşrutiyet döneminin şeyhülislamı rolünü üstlenmiş görünüyor. Bu durum, anayasa, kuruluş ve görev yasaları ile bariz bir şekilde çelişmektedir. Ayasofya’nın “Cumhuriyet hukukuna” aykırı bir kararla Diyanet’e devredilmesi, Başkan’ın hutbeye kılıç ile çıkması, minberin hilafet sancaklarıyla donatılması, anayasal düzenle ve devrim kanunlarıyla açıkça çelişmektedir.

BÜYÜYEN BÜROKRASİ

Bilindiği üzere, AKP iktidarı döneminde, devlet kurumlarının hemen hepsi yürütme lehine güç kaybetmiş ve gerilemiştir. Buna karşılık 2002 sonrası, “çıtayı en çok yükselten” kurum Diyanet örgütüdür. Örgüt, 130 bin personeli ile iktidarın en çok kolladığı ve organik ilişki içinde bulunduğu bir kuruma dönüşmüş; Başkan, devletin değil, siyasi iktidarın dinsel politikalarından sorumlu bir aktör rolünü oynar hale gelmiştir. Diyanet, gittikçe büyüyen bürokrasisi ile kamu harcamaları bütçesinden pek çok önemli bakanlıktan daha fazla tahsisat almaktadır. Bu durumu, yurttaşların din hizmeti alma ihtiyaçlarının artması ile ilgili olduğunu ileri sürmek mümkün değildir.

HER ŞEYE KARŞI...

Diyanet teşkilatı, toplumdaki bütün muhalif siyasal partilere, statüko karşıtı eğilimlere, özellikle sol, sosyalist, feminist, yeşiller hatta liberal her türlü düşünce ve siyasal akıma karşı “pozisyon” almaktadır. Kanımca, Diyanet’in fetvaları da kuruluş ve görev kanununa aykırıdır. Laik hukuk açısından son derece sakıncalı olan bu durumun, iktidar dışındaki sağ partiler tarafından olağan karşılanması, muhalif kanat açısından ise kanıksanması endişe vericidir. Bu haliyle kurum, demokratik siyasal hayatın, çoğulculuğun, serbest düşüncenin önünde ciddi bir engele dönüşmüştür. Daha açık bir ifade ile Diyanet İşleri, demokratik, çoğulcu siyasal hayatı kısıtlayıcı, teokratik-otoriter bir yapının inşasına hizmet eden bir örgüte dönüşmüştür.

AYRICALIKLI OLMAMALI

Türkiye’nin seküler güçleri, diyanet işlerine yönelik “alternatif bir politika” ortaya koymak zorundadır. Türkiye, diyanet ve kamusal hayattta dinin yerini çoğulcu demokratik bir platformda tartışıp çözmeden gerçek hürriyetçi rejimi yaşayamaz, güçlendiremez. Bunun en akılcı yolu, Diyanet’in “genel idare” içinde yer alan ayrıcalıklı bir kamu kurumu olmaktan çıkarılmasıdır. Dinin, diğer düşünceler karşısında “özel himaye görmeme” durumu, kurulacak gerçek laikliğin ve sağlam bir demokrasinin, hür düşüncenin, açık toplum ve açık rejimin teminatı olacaktır.

PROF. DR. RIDVAN AKIN - GALATASARAY ÜNİVERSİTESİ


Tecavüzcüsüyle evlendirilen çeşme - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 Çocuktuk, kan ter içinde köşe başına koşar, ağzımızı dayar kana kana içerdik. Evde musluktan bir damla akmaz, konu komşu bidonlarla sıraya girerdik. İnsan gibi bizimle yaşayan çeşmeler, nasıl hayatımızdan çekip gitti? Masumiyetimizle birlikte onları da mı kaybettik?



O çeşmeyi ne çok konuştuk. Hayır, suyundan değil. Fatih’te 1748’de I. Mahmut tarafından yaptırılmıştı. İstanbul’un betona, demire, ranta yenilmesinin kaderini o da yaşadı. 2018’de eski yerinde değil, hemen ötesinde yeniden yapıldı. Bir farkla. “Parasını biz verdik” diyen AKP milletvekili Ahmet Hamdi Çamlı, çeşmenin tarihi kitabesine, babası Ahmet Zeki Çamlı’nın adını ekletmişti. “Ne var bunda” diyen Çamlı, “Babam da sağlığında yaptırmak için uzun süre çok uğraştı ama yaptıramadı, bize nasip oldu” diye savunuyordu kendisini. Biraz daha konuşsa sanki “parayı veren çeşmeyi çalar” diyecekti. Neyse ki bu kez ses, sadece bir küçük muhalif gruptan çıkmadı. Her zaman iktidara verdiği destekle bilinen bazı isimler de bu densizliğe isyan etti.

Evet, nasıl olur da babasının adını yazdırır? Konuşup bitirdik de bana sorarsanız halen meselenin aslını konuşamadık.

İskenderpaşa mahzun

Niye mi?

Sizi 2 buçuk yıl önceye, 24 Haziran seçimlerinin arifesine götüreyim.

Malum, tartıştığımız çeşme Fatih’te, İskenderpaşa Camii’nin yanı başında bulunuyor. Cami, İskenderpaşa cemaatinin manevi merkezi. Erbakan’dan Özal’a hatta Erdoğan’a kadar, devleti yönetenlerin yakın olduğu cemaatin resmi internet sitesine 2018 Mayısı’nda bir video yüklendi. 4 dakika 43 saniyelik video, “İskenderpaşa mahzun” sözüyle açılıyordu.

İktidarın makbul cemaati İskenderpaşa, AKP döneminde nasıl “mahzun” olabilirdi?

Sırrı videodaki sesteydi. Cemaatin tarihi lideri Mehmet Zahit Kotku, eski bir hutbesinde “Yalnız cami yapmak kâfi değil” diyordu. Osmanlı’da camilerin yanı başındaki medreseleri hatırlatan Kotku, “Bize imamlık edecek, hutbe okuyacak, bize nasihat edecek, bize irşad edecek insana ihtiyaç var, bu olmazsa cami hiçbir işe yaramaz” ifadelerini kullanıyordu. Sadece o değil, Kotku’nun ardından cemaatin başına geçen damadı Esad Coşan’ın da videoda bir konuşması vardı. “Herhangi bir eser vakfedildi mi onu değiştirene Allah lanet eder” diyen Coşan, İskenderpaşa’da yıkılan ve artık kimsenin hatırlamadığı medreseden bahsediyordu. Video bir yazı ile bitiyordu:

“20 Eylül 2017 tarihinden beri durdurulmuş olan okul inşaatımızın yeniden başlaması, tamamlanması ve mağduriyetimizin izale edilmesi duası ile…”

Sahiden de yarım kalmış bir inşaatın görüntüleri, dini motifli bir müzik eşliğinde görünüyordu.

Altından “Yeliz” çıktı

O günlerde İskenderpaşa kaynaklarını arayıp “Neden mahzunsunuz” dedim.

Meğer konu, sosyal medyada kullandığı takma isim nedeniyle “Yeliz” lakabıyla anılan, Ahmet Hamdi Çamlı ile doğrudan ilgiliydi.

Cemaatin Hak-Yol Vakfı’nın caminin yanında bir arazisi vardı. Kotku’nun ve Coşan’ın tavsiyelerinden hareketle, cemaat eski defterleri karıştırmış, burada geçmişte medresenin olduğunu bulmuştu. Yeniden inşa edebilmek için, 2015 yılında Anıtlar Kurulu’ndan izin almışlardı. 2016 yılında alınan ruhsatla inşaat resmen başladı. Cemaat, medresesine kavuşacağını sanırken, 2017 Eylülü’nde, inşaat 3. kattayken durduruldu. Alanın “yeşil alan olarak kullanılacağı” yönünde değişiklik yapılmıştı. Cemaat, bütün çabasına rağmen inşaata devam edemeyince, engelleyenlerin iktidarın içinden olduğunu anladı. Sonunda “İskenderpaşa mahzun” videosuyla yaşadıklarını ilan etti.

Diyeceksiniz ki kim yapmış olabilir? Cemaat bu soruya “Yeliz” yanıtını veriyor.

Hatırlatayım…

Ahmet Hamdi Çamlı’nın babası Ahmet Zeki Çamlı da eski bir İskenderpaşa mensubuydu. 1958 yılında Kotku ile tanışan baba Çamlı, İskenderpaşa Camii’nin hemen yakınına taşınmıştı.

Ahmet Hamdi Çamlı ile İskenderpaşacıların kavgası bir süre sonra sosyal medyaya taştı. Çamlı, “mahzun serzeniş” nedeniyle cemaati işaret ederek bir dua yayımladı. Dua, “Seçimi şantajla münasip zemin olarak gören eski model menfaatperest akıllara ve merak edenlere…” diye başlıyordu.

Peki, cemaat onu ne diye suçluyordu?

Onu da mensuplarından birinin paylaştığı mesaj anlatsın:

“Vakfın hemen yanı başındaki oturduğunuz bina, vakıf arazisi üzerinde olup (tarihi bir çeşme) ve bina girişini markete kiraladığınız, alt katta ise otopark işlettiğiniz, söz konusu otopark arazisini de otopark olarak işlettiğiniz doğru mu?”

İçinizden “Yoksa o çeşme bu çeşme mi?” diyorsanız doğru yoldasınız!

Cemaatin inşa etmek istediği medrese, Çamlı’nın rantının ucuna dokunmuştu. O rantın kaynağı olan bina, Çamlı’ya babasından kalan, çeşmenin asıl olduğu yere kondurulmuş binadan başkası değildi.

Babası rant için çeşmeyi yıktı

Peki, “ecdad yadigârı” çeşme nasıl yok oldu? Onu da “İstanbul’un hafızası” olarak bilinen, muhafazakâr camianın da güzel andığı Prof. Dr. Semavi Eyice, “Eski İstanbul’dan Notlar” kitabında anlatıyor:

“(…) Buraya sahip olan kişi, vakıflar ile bir anlaşma yaparak çeşmeyi söküp parçalayarak kaldırmış, yerine de bir apartman inşa etmiştir. Kırık dökük parçalar İskenderpaşa Camii avlu duvarı dibinde yaya kaldırımı üzerine yığılarak öylece bırakılmıştı. Yıllarca çeşmenin nerede yeniden kurulacağı tartışması yapıldı. Ve neticede hiçbir şey yapılamadı ve parçalar da Fatih Camii çevresinde bir arsaya gelişigüzel atıldı. Böylece İstanbul’un değerli bir eseri de büyük bir sorumsuzluk içinde yok olup gitti.

Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü sahibi Prof. Dr. Semavi Eyice, özetle “Çeşmeyi Ahmet Hamdi Çamlı’nın babası yıktı, yerine de apartman yaptı, cami arsasına attığı tarihi parçalar ise yok olup gitti” diyor.

Gerçekten de ortaya çıkan fotoğraflarda, Ahmet Zeki Çamlı söz konusu araziyi aldığında, çeşmenin gerçek yerinde sağlam bir şekilde durduğu görülüyor.

Nitekim araziyi aldıktan sonra, 24 Mart 1981’de Anıtlar Yüksek Kurulu’na bir dilekçe yazan Ahmet Zeki Çamlı, her şeyi itiraf ediyor:

“Eski eser çeşme tarafımdan kurul kararına uygun olarak söktürülmüş, halen İskenderpaşa Camii duvarı yanında muhafaza edilmektedir.”

Üstüne apartman dikti

Anıtlar Kurulu’na “çeşmeyi söktüm, parçalarını cami duvarına bıraktım” diyen Çamlı, Anıtlar Kurulu’ndan çeşmenin buraya yeniden inşa edilmesini istiyordu:

“İskenderpaşa Camii duvarı bu işlem için gayet müsaittir.”

AKP’li Çamlı’nın “babam uğraştı” dediği olay, çeşmeyi yıkması, yerine apartman yaptırması, çeşme parçalarını karşıdaki cami duvarına bırakması, sonra da “oraya çeşmeyi yeniden yapın” diye devlete yazı yazmasıydı.

Nitekim İBB Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat da resmi belgeleri koyarak açıklıyor:

“1978 yılında içinde çeşmenin olduğu arsa, Zeki Rıza Çamlı tarafından alınıp ardından çeşme sökülerek arsası boşaltılıp sonraki yıllarda Çamlı ailesinin bugün hâlâ yerinde olan apartmanı yapılmıştır.”

Güzelim çeşme, canım çeşme… Anadolu’nun masum kadınlarının, ırzlarına tasallut edenlerle evlendirildiği acımasız kaderi, sanki insan gibi yaşıyor. İBB’nin aynı yere bir plaka dikip, “babamın çeşmesi” utancını anlatması ne iyi olur!

Geçmişte FETÖ övgülerini okuduğumuz, şimdi sürekli Cumhuriyet’e ve onun kurucularına hakaretleriyle hatırladığımız Çamlı, her devirde olduğu gibi bu dönemde de küpünü dolduruyor. Yer sofrasında çorbasını bitirip “çok şükür” diyen yoksullar; asıl dini rant, asıl ibadeti müteahhitlik olan münafıklardan inançlarını kurtardıkları gün, o küp çoktan kırılmış olacak.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

29 Kasım 2020 Pazar

Bana elçini söyle, sana ülkeni söyleyeyim... - Mine G. Kırıkkanat / Cumhuriyet

 Tarih 22 Kasım 2020. Saat 10.30 suları. Yer, Doğu Akdeniz. 

Arkas Denizcilik’e ait Türk bandıralı Roseline A yük gemisi, Libya açıklarında Alman donanmasının Hamburg firkateyni tarafından durduruluyor. Askeri helikopterin güverteye sallandırdığı halattan Alman deniz komandoları iniyor. Gösterişli hareketlerle Roseline A’yı teslim alıp saatlerce tutuyorlar. 

Bu bir baskın.  

Roseline A’nın tüm belgeleri, konşimentoları tamam, sigortası var, yükü yasal. Gökyüzünde ceviz kabuğu kadar küçük balıkçı kayıklarını bile saptayabilen uydular var. Roseline A, İstanbul Limanı’ndan demir aldığından beri izleniyor. 

Bu bir baskın, evet. Deniz hukukunu hiçe sayan, ticari gemilerin uluslararası sulardaki dokunulmazlığını alenen çiğneyen, mafyalaşmış devletlerin kaçakçı gemilerine yapılan türden bir baskın.  

Irini harekâtı dahilinde, Roseline A’da didik didik kaçak silah arıyor Alman askerleri. Olmadığını bilmiyorlar mı? Tabii ki biliyorlar. Zaten Hamburg firkateynine Türk gemisine baskın emrini veren de salt Almanya değil. BM’nin Libya’ya silah ambargosunu denetlemekle görevlendirdiği AB misyonu Irini harekâtına İtalya, Fransa, Yunanistan, Almanya, Polonya ve Lüksemburg katılıyor.

Herkes üye, bazıları daha üye

Onlar da NATO üyesi, Türkiye de. 

Türkiye ile bu ülkelerden bazıları, Libya’daki çıkar çatışmasının tarafları. Ama Roseline A ticari yük gemisine savaşta da geçerli uluslararası deniz hukukuna aykırı olarak yapılan baskın, Libya’daki husumeti aşıyor. 

Düşmanın da sayılanı ve sayılmayanı vardır. Türkiye’ye saygın bir düşman bile değil, Somali gibi korsan devlet muamelesi yapılıyor. Daha doğrusu, ülkemizin artık sayılmadığı ilan ediliyor. 

Türkiye’yi aşağılamayı amaçlayan bu baskın, ülkemize yönelik daha vahim, daha saygısız müdahalelerin işaret fişeği de olabilir.

Diyelim ki hepsi düşmanımız. Zaten aynı cenah, Çanakkale’de de düşmandı, Kurtuluş Savaşı’nda da. Ölümüne çarpıştılar Türklerle. Ama saymamazlık edemediler! Saygı duymak zorunda kaldılar. Çünkü Türkiye, yoksulluğu, inadı, inancı, sivili, neferi, ülküsü, ordusu ve komutanlarıyla yenilirken de saygındı, yenilgiye başkaldırıp yenerken de...

Nasıl oldu da yitirdi uluslararası saygınlığını? 

Korsan devlet muamelesi görmeyi gerçekten hak ediyor mu? 

Üfürükten büyükelçiler

Bir devletin saygınlığını, içeride de dışarıda da temsilcileri sağlar. Her iki sorunun da cevabı, aynı kapıya çıkar: Türkiye’de ulusun devlete saygısını bizzat yok eden temsilciler, uluslararası saygınlığını da ortadan kaldırmıştır. 

Ulusal saygıdan mahrum Egemen Bağış’ı dış temsilciliğine büyükelçi atayan Türkiye, uluslararası saygı beklentisi içinde olmamalıdır. 

Keza Dişli sülalesinden Şaban Bey, Kavakçı sülalesinden Merve, Sayan sülalesinden Ayşe Hanım vb. gibilerinin büyükelçi sıfatıyla temsil ettikleri bir devletin, zaten saygınlık aradığı da söylenemez! 

Ülkemiz, 1950’lerden sonra çoğu yolsuz, epeycesi görgüsüz, seçildikleri makamı ailesi ve yakınlarının yemlenmesi için kullanan, zaten makam hırslarından başka hiçbir ülküsü olmayan politikacılar tarafından yönetildi. Ama Dışişleri Bakanlığı, on sekiz yıl öncesine kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin en donanımlı, bilgili, görgülü insanlarının seçilerek alındığı, çok başarılı diplomatların yetiştiği bir kurumdu. 

Diplomatlarımız öylesine inançlı ve başarılıydılar ki Atatürk’ten sonraki hiçbir devlet başkanına aynı saygıyı duymayan ve Türkiye’yi küçümsemeye eğilimli yabancı misyonlar, onlardan “üçüncü sınıf ülkenin birinci sınıf diplomatları” diye söz ederdi. 

Hepsi sarsılmaz yurtseverlerdi ve Türkiye’yi canlarını dişlerine takarak, akılla, zekâyla, donanımla en başarılı biçimde savundular, pek zor durumdan, tuzaktan kurtardılar. ASALA otuz beş diplomatımızı öldürdü, ama sağ kalanları yıldıramadı. 

Umudumuz Kartal İmam Hatip  

İktidar sarhoşu ayak takımının, salt onlara baktıklarında kendilerinin asla sahip olamayacağı bilgiyi, donanımı, zarafet ve soyluluğu gördükleri için, kıskançlık ifadesi “monşer” lakabıyla andıkları büyükelçiler, Türkiye’nin uluslararası saygınlığıydı. 

Bazılarını şahsen tanımak onuruna eriştim: Şükrü Elekdağ, Onur Öymen, Tanşuğ Bleda, Orhan Güvenen, Uluç Özülker, Sina Baydur, Gürcan Türkoğlu, Sönmez Köksal... 

Elbette ki hâlâ görevde olan birkaç saygın diplomatımız, başarılı büyükelçimiz var. Ama çoğu gitti, her gidenle birlikte Türkiye’nin de dünyadaki saygınlığı eksildi. 

Şimdi ülkemiz imamlarının Okusford’u sayılan Kartal İmam Hatip’ten büyükelçiler çıkmasını umutla bekliyoruz ki “monşer”lerden boşalan saygınlık kotasını doldursunlar. 

Bir umudumuz da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şoförlüğünden AKP milletvekilliğine, oradan da Dışişleri Komisyonu üyeliğine yükselen Ahmet Hamdi Çamlı’nın ya büyükelçi ya da Dışişleri Bakanı atanması. Sizce de çok yakışmaz mı?

Ne demişler? 

Bana elçini söyle, sana Roseline A nasıl basıldı, söyleyeyim. 

Mine G. Kırıkkanat / Cumhuriyet

Cehalet bilimi cehaletin bilimi (X-XI-XII)- Özdemir İnce / Cumhuriyet

(X) 

20 Ekim 2020 günü, Başakşehir’deki İbn Haldun Üniversitesi Külliyesi’nin açılışına katılan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan özetle şunları söylemiş:

“Biz kendi köklerimizi tamamen unutarak veya dışlayarak, onun türevlerini esas kabul etmemek suretiyle, iki asırdır kendimize yol ve yön bulmaya çalışıyoruz. […] Sonuçta ülke ve millet olarak kendimizi kontrolsüz bir Batılılaşma fırtınasının içinde bulduk. Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller yetiştirmek için çıkılan yolun, en sığından, en bayağısından, en çarpığından bir Batı taklitçiliğine dönüşmüş olması Cumhuriyetimizin en büyük kaybıdır. Türkiye kuru kuruya Batıcılık saplantısı yanında, yine aynı kaynağın ürünü pek çok sapkın ideoloji ve akımın zehrine de maruz kalmış bir ülkedir.”

***

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’na yakıştıramadığım için, yukarıdaki sözlerin sahibinin AKP Genel Başkanı olması gerektiğini düşünüyorum. AKP Genel Başkanı bir imam hatip okulu mezunudur. Siyasal İslamcı ideolojiyi “hal ve gidiş” rehberi yaptığını herkes bilmekte. Bu nedenle, 1923 Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi ve mevcut anayasamızın değişmez ilk dört maddesi ile 174. maddesine sempati duymadığı Refah Partisi İstanbul İl Başkanı olmasından bu yana bilinen bir gerçektir.(*) Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı, 1923 Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi ve mevcut anayasanın değişmez ilk dört maddesi ile 174. maddesine yeminle bağlı ve bağımlıdır. Tersi düşünülemez.

***

Cumhuriyetin kurucu ideolojisinde, yazı ve söz olarak, “Batılılaşmak” kavramı yer almaz. Değişim, gelişim ve ilerleme şiarı, bilindiği gibi, Atatürk’ün dile getirdiği “Muasır medeniyet seviyesi”dir. Ben buna çağının çağdaşı olmak diyorum. “Çağdaş uygarlık düzeyi”nin adresi, bu uygarlığın bulunduğu her yerdir.

İslamcı AKP Genel Başkanı’nın “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller yetiştirmek için çıkılan yolun, en sığından, en bayağısından, en çarpığından bir Batı taklitçiliğine dönüşmüş olması Cumhuriyetimizin en büyük kaybıdır” iddiasını, o kuşaklardan birinin paydaşı olarak, şiddet ve hiddetle reddederim. 1930’larda doğmuş olan TC vatandaşları, her alanda, dünya ölçeklerinde kişi ve kişiliklerdir. Her alanda!

***

AKP Genel Başkanı iddialarını sürdürerek: “Fikri iktidarımızı, kökü ve ruhu itibariyle bize ait olmayan bir medeniyete kaptırmamızın sebebi bu sapkın akımların önlerinin bilinçli bir şekilde açılmasıdır” diyor.

Bize ait olmayan uygarlık” da ne demek oluyor? Uygarlık tektir, kültür çoğuldur ama o “tek” uygarlığın içinde yer alır. Uygarlığın maddi kökü bütün insanlığa aittir. Ayrı ayrı Sümer, Hitit, Grek, Çin, Hint; Türk, Fransız, Japon, Rus, Alman, Arap uygarlıkları yoktur. Ortak Akıl olmaz ama uygarlık tek ve ortaktır. Bu tek ve ortak uygarlığı insanlığın özgür ve bağımsız akılları yaratmıştır.

***

Dinler, kültürün alan ve kapsamına girerler. Kültürler gibi dinler de çoğuldur. Ulusal kültürler vardır ama ulusal uygarlık yoktur. Bunun gibi dinler uygarlıkların değil kültürlerin oluşturucusudur. Yani efendim: Musevi, Hıristiyan, Müslüman, putatapar, Hindu, Budist ve Şintoist uygarlıklar yoktur. Bir kez daha tekrarlayalım: Dinler uygarlık oluşturucuları ve yapımcıları değildir. Müslümanlar “İslam Uygarlığı” demeyi severler ama “Hıristiyan Uygarlığı” diyen ya da yazan yoktur. Dinler, kültürün parçalarıdır ve parçalarından sadece biridir.

***

Çağdaşlıkla sorunu olan AKP Genel Başkanı, Türkiye’nin Batı kaynaklı pek çok sapkın ideoloji ve akımın (yani aydınlanma ve laiklik) zehrine de maruz kalmış bir ülke olduğunu ileri sürüyor ki yanlıştır. Ama daha dün “Kendimizi Avrupa’da görüyoruz, geleceğimizi Avrupa ile kurmayı tasavvur ediyoruz” dedi. Bu ne çelişki! “Zehir” olduğu iddia edilen “şey” Türkiye için hayat iksiri olmuştur. Osmanlı’nın çürümüş ümmetçi ruh ve bedeni o hayat iksiri sayesinde kimliksiz ümmetçilikten kurtulup bir ulusal kimlik kazanmıştır.

AKP Genel Başkanı’nın, Arap âleminde bile iflas etmiş olan İslam ümmetçiliğinin muhayyel bir “fikri iktidar”ın anası olabileceğini sanması üzüntü vericidir. Dinsel inanç hiçbir şey üretmez sadece tüketir.

(*) M. Sever- C.Dizdar, 2. Cumhuriyet Tartışmaları (Başak Yayınları, 1993)

(XI)

Son yazımda eleştirdiğimiz veciz konuşmayı sabırlı bir dikkatle okumayı sürdürelim:

***

“Fikri iktidarımızı, kökü ve ruhu itibarıyla bize ait olmayan bir medeniyete kaptırmamızın sebebi bu sapkın akımların önlerinin bilinçli bir şekilde açılmasıdır […] Fikri iktidarımızı hâlâ tesis edemedik. Hiç kimsenin bu fikri iktidar arayışından rahatsız olmaması gerekir. Bu arayışın sona ermesi, bir ülkenin ve toplumun felaketidir. Hükümet olmakla muktedir olmak, muktedir olmakla iktidar olmak arasındaki farkı gayet iyi biliyoruz. Gerçek iktidarın, fikri iktidar olduğunu biliyoruz. Bireylerden topluma, oradan insanlığa uzanan fikri iktidar zor bir süreçtir. Şahsen bu konuda kendimi biraz mahzun hissediyorum. Samimi bir muhasebeyle, 18 yılda her alanda tarihi eserlere, hizmetlerle imza attığımızı ama eğitim ve öğretimde, kültürde arzu ettiğimiz ilerlemeyi sağlayamadığımızı düşünüyorum... Medeniyet tasavvurumuzu layıkıyla hayata geçiremiyoruz. Medyamız en modern altyapıya sahip ama bizim sesimizi ve nefesimizi yansıtmıyor.”

***

AKP Genel Başkanı’nın “Biz” dediği kim ya da kimler? Türkiye Cumhuriyeti mi, bu cumhuriyetin vatandaşları mı; AKP mi, AKP hükümeti mi; Başyücelik rejimi mi? Bunu anlamamız gerekiyor.

Biz” eğer 1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise onun fikri iktidar kurması için herhangi bir neden yok. Çünkü onun bir kuruluş ideolojisi var, anayasasının değiştirilmesi olanaksız ilk 4 maddesi var, Anayasanın 174 maddesi tarafından korunan devrim yasaları var. Türkiye devletinin hiza ve istikamet olarak baktığı bu nirengi noktaları Cumhuriyetin ideolojisini ve düşünsel yapısını saptamış ve oluşturmuştur. Mevcut iktidarın kanının uyuşmadığı işte bu beden ve bu bedenin taşıdığı kafadır.

***

Biz” denilen kimlik, parti olarak AKP ve AKP iktidarı ya da Başyücelik rejimi ise durum değişmez. Bu kimliklerin hepsi yukarıdaki paragrafta sayılan hususlara göre kendilerince bir fikri iktidar (ideoloji) yaratıp kuramazlar. Buna anayasa ve yasa izin vermez:

ANAYASA MADDE 68, 4.FIKRA:

“Siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve yerleştirmeyi amaçlayamaz; suç işlenmesini teşvik edemez.”

***

Fikri iktidar, çok iddialı ve tehlikeli bir tutku. Fikri iktidar, her devletin kuruluş mayasında bulunan tarihsel ve organik ideolojiye benzemez. AKP Genel Başkanı’nın dediği gibi “Bireylerden topluma, oradan insanlığa uzanan fikri iktidar zor bir süreçtir.”

Böyle bir totaliter tutkunun pençesine düşenlerin tamamının sonu hüsran oldu. Böyle bir iktidar fikirle (düşünceyle) kurulamaz. Çünkü özgür akıl ve özgür düşünce tornadan çıkmış bir modelin iğvasına kapılmaz. Yani demokratik düzenlerde “Bireylerden topluma, oradan insanlığa uzanan fikri iktidar” kurulamaz.

***

Demokrasilerde fikri iktidar yoktur, olamaz. Bağımsız akılların ürünü olan fikir (düşünce) çoğuldur, bireyseldir, tek tip değildir. AKP Genel Başkanı başka bir şey düşünüyor. Bağımsız ve özgür akılların birleşerek tek bir yere bağımlı ve bir lider tarafından temsil edilen bir Ortak Akıl’a dönüşmesini istiyor. Gerçekleşirse, bu dönüşüm bir inanç yaratır. İnanç ise akıl ve özgürlüğün düşmanıdır.

Bu inanç dinsel ise artık özgür düşünceye, değişim ve dönüşüme yer yoktur. Dinsel inanç, akla dayanmadığı için değişken değildir, donmuştur. İşte bu nedenle düşünce üretemez ve bu nedenle de uyumsuzdur, çağının çağdaşı (muasır) olamaz; çağının sorunlarına çözüm bulamaz, ilaç olmaz.

***

“Şahsen bu konuda kendimi biraz mahzun hissediyorum” itirafında bulunan AKP Genel Başkanı son derece haklıdır. Çünkü yüz yıllık bir ölüyü İsa gibi diriltmek istiyor. George Orwell’ın 1984 adlı romanında anlattığı dünyanın İslamisini hayal ediyor. Ama bunu becermek akılla bile mümkün değil. Eğitim ve öğretimde, kültürde ve sanatta başarı ancak çağının çağdaşı entelektüel birikimle olur. Yani değişmez dinsel inançla değil, aklın (zekânın) analitik ve eleştirel düşünme yetisiyle…

(XII)

AKP, Türkiye’yi tuzağa düşürdü. Necmettin Erbakan’ın kurduğu dört Milli Görüş partisi Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıştı: Milli Nizam Partisi (1972), Milli Selamet Partisi (1980), Refah Partisi (1998), Fazilet Partisi (2001).

14 Ağustos 2001’de AKP kurulurken “Biz tarihten ders aldık ve Milli Görüş gömleklerini çıkardık” dediler. Bu, senaryosu yazılmış bir tuzaktı. Benden önce başkası var mı bilmem ama ben bu tuzağa düşmedim. 16 Eylül 2001 günü Hürriyet gazetesinde “AK Parti’nin Kolektif Aklı” (*) başlıklı bir yazı yayımladım. Kuruluşundan bir ay sonra.

***

R.T.Erdoğan 26 Ağustos 2001 tarihli Akit gazetesinde bir soruyu şöyle yanıtlıyordu: 

“Bu benim tek başına karar verebileceğim bir konu değil... Az önce de söyledim. Biz kolektif aklın temsil edildiği bir parti olacağız... Bu konu gündeme gelirse oturup kendi aramızda konuşuruz...”

Benim 16 Eylül 2001 tarihli yazım da şöyle bitiyor:

“Ortak (Kolektif) Aklın vardığı noktayı en iyi Erbakan Hoca belirliyor ve ‘Lidere itaat farzdır’ diyor. ‘Ortak Akıl’, demokrasilerde değil, teokratik düzende, faşizmde, totaliter rejimlerde geçerlidir.”

Bu tarihi öneme sahip çok önemli yazı birçok kitabımda yer alır: Pazar Yazıları, Edebiyat ve Siyaset Olarak Hayat, Başyücelik Devleti, Ortak Akılsızlık Halleri... İnternette de var.

“Ortak Akıl”, R.T.Erdoğan’ın aklıdır.

***

“Ortak Akıl”, Cumhuriyet toplumunun hafızasına kazınmış, genlerine işlemiş Cumhuriyet devrimlerini kaset siler gibi silmek, Cumhuriyet vatandaşının tersi, mürteci bir birey, ümmet kimliği yaratmak istedi. İstedi ama karşısında yapısı ve çatısı çağdaşlaşmış bir ulusal devlet ve onun kul iken özgür vatandaşa dönüşmüş bir halkı vardı.

Kuvvetler ayrılığının yargı ilkesi (adliye), hükümet (yürütme) karşısında önemli bir engeldi: 

Demokratik seçim sonunda kazanırsan yasamaya egemen olup hükümet oluyordun. Oluyordun olmasına ama Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve mahkemeler ile yargı erki denetimi karşında canavar gibi duruyordu; Meclis’te çıkardığın yasaların Anayasa Mahkemesi’ne, yaptığın işlemlerin Danıştay’a takılmaması gerekiyordu. Bu engeller FETÖ ortaklığı sayesinde oya işler gibi ortadan kaldırıldı. Türlü yollarla yazılı ve görsel basının yüzde doksan beşi ele geçirildi. Anayasa Mahkemesi ve Danıştay ele geçirildiği için anayasa ve özel yasasına karşın Tevhid-i Tedrisat Kanunu felç edilip ilk ve ortaöğretim dinselleştirildi.

Bol miktarda ve kalitesiz üniversiteler açıldı, buralarda kalitesiz ve liyakatsiz mezunlar üretildi. Hazine ve belediye kasalarından vakıflar ve dernekler beslendi. Ve türlü yollarla köpeksiz bir köy yaratıldı. Yaratıldı ama...

***

Ama fikri iktidar yaratılamadı. Yaratılamadı, çünkü karşılarında yüz yıllık kültürel imecenin yarattığı fikri ve vicdanı hür, kaynaşmış bir aydın kitle ve entelektüel birikim vardı. 1910, 1920 doğumlular kalmamıştı, 30’lular tükenmek üzereydi ama artık bunların aileleri, çocukları ve torunları vardı. Düşünce, araştırma, bilim, sanat, iletişim, yönetim, tasarım alanında onlar egemendi. Edebiyat ve sanatta (tiyatro, opera, bale, resim, sinema, müzik vb.) alanlarında bunlar egemendi. Bu alanlarda var olabilmek için demokratik, laik, özgür ve bağımsız beyinli (zekâlı), barışcıl zihinli ve yürekli olmak gerekiyordu. Lidere itaatin değil, özgür ve bağımsız düşüncenin “farz” olduğuna, daha doğrusu gerekli ve zorunlu olduğuna inanan bireylerden oluşan bilinçli ve çağdaş bir toplum katmanı... Bu katmanın çoğunluğu muhalefeti temsil ediyor.

***

Zekânın (aklın) analitik ve eleştirel düşünme yetisinden yoksun, dindar ve kindar bir kitle yetiştirmek istiyorlardı. Yetiştirir gibi oldular. Oldular ama karşılarında ve ellerinde takvimin bin yıl gerisinde, düşünme eksikli, çağdaş dünya karşısında aciz, birbirinin benzeri robotsu bir yığışım vardı. Petrol ve doğalgazın zengin gücünden yoksun, kurtuluşu din ve paranın gücüne bağlamış, muktedir ama ezik ve özürlü bir toplum katmanı... Bu katmanın tamamı iktidardan bir şey bekliyor.

***

Bu dizi bu yazı ile sona eriyor. Ama sırada “Cumhuriyet’in Altın Çağı var.

***

NOTA BENE (Bir mesajdan esinlenerek): 19 yıl geriye gidebilsek 100 yıl ileri gitmiş olurduk!

Özdemir İnce / Cumhuriyet

(*) Ö.İnce, Pazar Yazıları, Gendaş Yayınları, 2002, s. 238.


ENGELS HAKKINDA (I-II-III) - SOL/GELENEK

 


(I)- Engels’in tasaları ya da 'Das Problem Des Engels Problems!' (Tolga Binbay-SOL)

Engels’in tasaları da yasaları da tam bu nedenle bir kez daha günümüzün sıkıcı isimleriyle uğraşmaya çağırmaktadır. Ve bu çağrı mutlaka karşılığını bir kez daha bulacak, adını duyuracaktır.

Dünya tekrarlarla dolu. Ama tekrarlar geniş bir zaman aralığı içinde dönüp durduğu için ortada bir tekrar olduğu da öyle kolayca farkedilemiyor. Hatta araya o kadar çok zaman giriyor ki tekrarlayan bir durum ya da düşünce yeni zannedilebiliyor, yeni olarak sunulabiliyor. Zaten “yeni” olanın her halükârda alıcısı da bol. En az bir 10 yıl durumu idare etmeye yarıyor yeni “yeni”. Sonrasında ise başka “yeni” icadı gerekiyor ki bu sefer de geçmişin başka fikirleri “yeni” olarak dolaşıma giriyor. Solun tarihi bunlarla dolu. Avrupa’da, dünyada ve Türkiye’de.

Bu döngülerden birisi de Engels ile ilgili. Çoğu kişi farkındadır sanırım, şimdilerde Engels “yeniden” keşfediliyor. Mesela “ikinci keman” olmadığı teslim ediliyor; Marksizm’i Marksizm olmaktan çıkarmadığı anlatılıyor; kaba, indirgemeci ve felsefeyi hafife alan birisi olmadığı yazılıyor. İyi, güzel! Bu cinsten “yeni” aydınlanmalara dair ne söylenebilir ki: “Daha çok aydınlanın!” Mutlaka.

Hâlbuki Engels ismi, neredeyse 100 yıl boyunca anti-komünist sol tarafından tepe tepe kullanılmıştı. Son 10 yıldır ise tam anlamıyla olmasa da bir geri dönüş yaşatılıyor Engels’e. Halbuki O incelikli herşeyi kabalaştıran, indirgemeciliği ile düşüncenin içindeki ışıltıyı öldüren, zorlama yasalar uyduran ve 20. yüzyılın komünist barbarlığına giden yolu açan isimdi. O “Das Friedrich Engels Problem”di.1 Adıyla, sanıyla, yazdıkları ve eyledikleri, eylemedikleriyle “problem” olandı.

Engels’le ilgili bu tür tanımlamaları ilgili ilgisiz bir çok yerde bulabilirsiniz. Bir romanda, sosyalizm ya da sol üzerine herhangi bir kitapta, sinirbilimle ilgili bir yazıda ya da bir doğa belgeselinde. Hatta sıradan bir arkadaş sohbetine bile girebilirdi bu problemli Engels.2 O dönem öyle gerekiyordu. 80’lerde, 90’larda ve daha öncesinde. Sovyetler’i ortaya çıkaran nesnellik sinyal vermeye başlamasından itibaren, yani 1900’lerin başından itibaren Engels öncelikli tartışma başlıklarından birisi olacaktı.

Şimdilerde “reel sosyalizmin” harareti geçtikten ve dünya, kapitalizmin değneksiz köyüne tam gaz döndükten sonra işte Das Problemi “ehlileştirme” çabaları da başlayıverdi. Sarfedilen çabaları sadece “ehlileştirme” olarak görmüyorum ama ortada İngiliz avam kamarası vekillerini bile işi gücü bırakıp kapsamlı Engels kitapları yazmaya yönlendirecek bir şeyler var. 3Bu değişimi, Engels’i problem olmaktan uzaklaştırıp Fraklı Komünist’e dönüştüren bu değişimi anlamak için önce Engels’i problem ilan ettiren döneme, tartışmalara dönmek gerekiyor. Yani komünist mücadelenin ilk dönemine.

19. yüzyıl: Ütopik sosyalizm çoğunluktadır

Tekrarlar dedim. Solun, sosyalizm mücadelesinin tarihi “yeni” görünümlü tekrarlarla dolu. Özleri aynı kalan ama biçimleri değişen kalıplar da diyebiliriz bunlara. “Ütopik” diye yazıp geçiyoruz ama aslında günümüzde de ağırlığını halen koruyan bir düşünce skalası söz konusu olan. Nasıl ki Marx ve Engels daha erken dönemde, toplum, devrim, sosyalizm adına ortalıkta ne var diye baktıklarında, karşılarında çeşit çeşit ütopik sosyalizm, ütopik sosyalistler gördülerse günümüzde de aynısı devam etmektedir. Ütopik zamanla bir tür hafife alma, kıymetsizleştirme tanımlamasına dönmüş olsa da sosyalizm yelpazesinin tamamı ütopik, küçük-burjuva, feodal romantik paltosunun içinden çıkmıştır da diyebiliriz. Daha doğrusu binbir tonuyla sol hep ütopiktir. Komünizm işte ilk önce buna itirazdır. Bunu, yani ütopikliği, evrimciliği, aşamacılığı kabul etmemenin ve devrimci dönüşüm yolunu aramanın, bulmanın adıdır. 1848’lerden bu yana! Unutuyoruz, hep hatırlamak ve hatırda tutmak lazım.

Unuttuğumuz bir şey daha var: Kapitalizm siyasi ve ideolojik anlamda karşısına “sağ” ve “sol” diye iki ayrı akım, hareket çıkarmamıştır. Kapitalizmin ortaya çıkardığı sınıf mücadeleleri içinde burjuvaziye, küçük burjuvaziye ve işçi sınıfına ait geniş bir siyasi düşünce ve eylem alanı vardır. Bu eylem-düşünce alanında stereotipler ve tekrarlar boldur. Owen,4  Proudhon,5 Weitling,6 Blanqui,7 Bakunin8 ve diğerleri hep bu stereotiplerin prototipleridir ve sosyalizm düşüncesinde temsil ettikleri evrimci, aşamacı, anti-komünist, kendiliğindenci, ekonomist, feodal, küçük burjuva pozisyonlar yaklaşık 200 yıldır yeniden ve yeniden ortaya çıkmaktadır. 1848’lerden bu yana çeşitli tonlarıyla sol, sosyalizm mücadelesi, ütopik sosyalizmin, aşamacılığın, evrimsel yaklaşımın çeşitli versiyonlarını içermektedir. Geniş zaman aralıkları ve farklı isimlerle gündeme geldiği için de özünde “ütopik sosyalist” olan her siyasi akım “yeni” adıyla ortalıklarda dolanmaktadır. Yeniden ve yeniden.

Yani kapitalizm, sosyalizm mücadelesinde bir anlamda iki ana pozisyon ortaya çıkarmıştır: bir yanda binbir çeşidiyle evrimci, aşamacı, anti-komünist sol ve öbür yanda da ise devrimci, materyalist bilimsel sosyalizm. 1848’den 2020’ye bu ana iki koordinat değişmemiştir. Neredeyse 170 yıllık bu kesitin içinden Sovyetleri ve komünistlerin 40-50 yıl süren etkisini çıkarın geriye Marksizm değil ütopik sosyalizmin çeşitli varyantları kalır. Engels ve Marx, 1848’e giden günlerde, Proudhon ve Weitling ile karşılaştıklarında da genel tablo az çok böyleydi, şimdi karşımızda radikal sol, komünal-ekolojik sosyalistler, feministler varken de böyle. Tekrar eden bir döngü ve mücadeledir bu karşılaşma.

Tam da bu nedenle erken dönemden, özellikle de 1845 sonrasından başlayarak Engels ve Marx, temel uğraşmaları gereken siyasi pozisyonun burjuva muhafazakarlar, liberaller vs. değil, işçi sınıfının öfkesini, heyecanını, umudunu kontrol eden ve her kritik uğrakta evrimci bir yola sokmaya çalışan bu akımlar olduğunu görmüşlerdir. Komünist Parti Manifestosu’nda burjuvaziye ayırdıkları yer kadar ve hatta ondan daha çok, feodal, gerici, küçük burjuva, “hakiki” gibi çeşitli renkleriyle “sosyalist” harekete ayırmaları boşuna değildir. Devrimin önündeki engel burjuvazinin çeşitli düşünceleri, propagandaları değildir; siyasi ve düşünsel açıdan dinamik işçi kesimlerinin aklını çelen binbir çeşidiyle bu kolay sosyalizmlerdir.

Bu sosyalizmler Marx ve Engels’in yaşamına, yazdıklarına, düşüncelerine ana rengini veren güçlü nesnelliğin farklı birer görünümüdür. Yani Komünist Parti Manifestosu’nun öncelikle “en yakınındakine” vuran tonu 1848 gibi şiddeti giderek artan ve belirginleşen sınıf mücadelesinden gelmektedir. Engels de Marx da bu süreçte modern toplumun ekonomik ve siyasi/ideolojik işleyişine dair Hegel felsefesine dayalı bir çerçeveyi tam da bu düşüncelerle uğraşarak keşfedecekler ve yaşamları boyunca da bu düşünsel/siyasi çerçevenin içinde kalacaklardır. Bu ilk dönemdeki ve mücadelelerinin sonraki dönemlerinde taşıdıkları öncelikli tasaları Proudhon'un salon sosyalizmini, Weitling’in ruhani vaazlarını, felsefedeki kör topal işleyen materyalizmi aşan, tüm bu düşünsel ve siyasi akımların etkisini güçlü bir biçimde kıran bir düşünce sistematiği ile çıkmaktır. Bu tasa, siyasal arayış,9 sonraki 40 yıla da damgasını vuracaktır. Ama gelgitlerle! Sınıf mücadelesinin gelgitleriyle…

Yasalardan önce tasalar

Marx ve Engels Partisi’nin yani Komünist Parti’nin o dönemdeki ve de daha sonrasındaki temel tasası sosyalizm mücadelesinin renklerinden bir tanesi ya da mümkünse ana rengi olmak değildir. Yani tasaları sosyalizm düşüncesi içinde hegemonya kurmak vs. değildir. Kimileri böyle görebilir. Eşitler arası bir mücadele, itiş kakış! Ama Marx ve Engels’in bu erken dönem boyunca tasası, benzerlerle ne kadar benzer olduklarını ortaya çıkarmak değil tam tersine ne kadar farklı olduklarını, alakasız olduklarını ortaya çıkarmak, ayrım noktalarını belirginleştirmek, kökensel benzerliğe rağmen köklü farklılıkların altını çizmektir. Marx da Engels de farklı sosyalist yaklaşımlarla düşünsel olarak bir araya gelemeyeceklerini bilmekte ve her fırsatta tüm o ütopik, hakiki, ruhani toplamın aslında düzenin sürüp gitmesinde nasıl da pay sahibi olduğunu göstermekten geri durmamaktadır.

Başka yerlerde sık sık vurgulanıyor ama yeniden ve yeniden hatırlamakta fayda var: hem Marx hem de Engels ne gençlik heyecanına kapılan iki kafadardı, ne bir varoluş kimliği olarak siyaseti üstlerine geçirmişlerdi ne de hobilerinin peşinde koşan meraklılardı. Tamam, belki bunlar ya da buna benzer haller vardı ama özellikle 1845’ten, kapitalizmin krizinin Avrupa'yı etkisi altına aldığı tarihlerden itibaren ikisi de tarihsel ve toplumsal gelişimin içindeki devrimci olanakları gören ve bu olanakları yer yer mekanizmalarıyla yer yer de yenilikleriyle çözümleyen, çözümlerken yol alan/arayan, karşıtlarını da yeri geldiğinde yeren, hatta düşünsel olarak ipliklerini pazara çıkaran iki isimdir. Ama siyaset, devrim arayışı tüm bu sürecin ana omurgasıdır ve ikisinin de ilgilendiklerine, yaşamlarına rengini veren ana özelliktir.

Örneğin “11. Tez” ikisinin de kimliğini tanımlamak için sık sık kullanılır. Gerekli gereksiz. Ama nedense ayakları havada, eksik bir kavrayışla işlenir 11. Tez. Sanki aslolan düşünmek değil de dönüştürmekmiş gibi vurgulanır. Halbuki ikisinin de derdi açıktır: Dünya, toplumsal yaşam, ancak dönüştürme etkinliği içinde, devrimci bir arayış içinde kavranabilir, çözümlenebilir. Devrimci bir siyasi arayışın olmadığı bir düşünsel çözümleme ise artık mümkün değildir. Diğer tüm sosyalist toplamın yaptığı ise ya çözümlemek ya da hareket halinde olmak arasında gidip gelmektedir.

Bu çerçeveyi keşfettikleri 1848’in devrimci dalgası Batı’dan Doğu’ya, Fransa’dan Moldova’ya, neredeyse tüm Avrupa’yı etkiledikten sonra kapitalist düzenin tüm Avrupa’ya yayılması ile geride kalır. Sınıf mücadelesinin artan basıncı geçici olarak düşer. Ama toplumlardaki yatışma, Marx ve Engels’in Manifesto’da uğraştıkları “eski sosyalizmi” tarihe karıştırmayacaktır. Tam tersine sonraki 30 yıl boyunca aynı içerik farklı, yeni görünümlerle ortalıkta dolanmaya devam edecektir. Hem de daha etkili olarak! Dolanırken de dört bir yana yalpalamaya, çeşitli karışımlar aramaya, işçi sınıfının tarihsel ve düşünsel önemini anlayamamaya devam edecektir. Marx ve Engels için ise evrim, aşamacılık, idealizm bulaşmış her arayış sahtekarlıktır. Sahtekarlık için ise çok neden vardır.

Örneğin Lassalle10 tarihin ilk sosyalist partisini kurarken sırtını Bismarck’a11 yaslamaya kalkışacaktır. Ama Lassalle’in uzlaşmacı, işçi sınıfına ancak vitrinde siyasi bir yer ayıran düşüncesi Alman solunda sonraki on yıllar boyunca belirgin kalacaktır.12 Ya da Proudhon 1865’te ölümünden hemen önce basılan “İşçi Sınıfının Siyasi Becerileri” isimli kitabında başka bir açıdan aynı noktada dolanacaktır: işçilerin kurtuluşu doğrudan eylemdedir. Sınıflar, siyasi örgütlülük, sermaye sınıfının politik oyunları ve siyasi iktidarın fethi gibi başlıklar Proudhon’da hiç olmamıştır.

Velhasıl 1848’den 1870’lere, yani sınıf mücadelelerinin bir uğrağından bir başka hareketli uğrağına geçilirken tablo yine benzerdir: Sosyalizm adına hareket eden isimler tarihe, topluma dair “bilimsel” bir bakış geliştirmekten uzaktır ve daha çok duyguları, yüzeysel akıl yürütmeleri ile varolan, felsefi derinlik yerine cilalı sözlere ihtiyaç duyan bir toplamdır. 1870’lere giderken aradan geçen süreye rağmen Komünist Parti Manifestosu’nda ele alınan sosyalizmler farklı isimlerle Marx’ın ve Engels’in halen karşısında durmaya devam etmektedir ve siyasi arayış içindeki yeni bir genç emekçi kuşağı üzerinde etkili olmaktadır. Ortada çok-seslilik ya da çeşitlilik değil, siyasi iktidar, sınıf ve devrim sözkonusu olduğunda kafa karışıklığı, çeşitli uzlaşı arayışları ve bol bol idealizm vardır.

Atlanıyor, çok üstünde durulmuyor ama geçerken bir diğer önemli tasayı da hatırlatmakta fayda var: Engels’in ve Marx’ın bir diğer tasası da karşılığını ancak Bolşeviklerde bulacak olan, devrimci bir hedefe odaklanmış, etkili bir örgüt arayışlarıdır. Örneğin 1848’in Komünist Birlik’i,13 1860’ların Uluslararası İşçiler Derneği,14 çıkarılan gazeteler (örneğin Neue Rheinische Zeitung15) hep aslında adı konmamış bir komünist parti arayışıdır. Ama hem bilimsel sosyalizm düşünceleri genel sosyalist hareket içinde yeterince ilgi görmemiştir hem de sınıf mücadelesinin kabaran ve sönümlenen ritmi içinde insanlar, örgütler, kurumlar ve arayışlar sürekli değişmektedir. Değişmeyen ise işçi sınıfı hareketi içinde bilimsel sosyalist düşüncenin yayılmakta güçlük çekmesidir. 30 yıl süren bu yalıtılmışlık ancak 1880’lerde, Prudhoncu, Bakuninci ya da Lasalcı her akımın şiddeti artan sınıf mücadelesi karşısında yetersiz kalmalarıyla kırılabilecektir.

Ama 1848’de manifestosunu yayınlayan Komünist Parti ortaya çıkışını ancak 1919’da tamamlayabilecektir. 70 yılda! Engels’in, Marx’ın ve çevrelerindeki az sayıda insanın arayışları, bilimsel sosyalizm adını koydukları komünist bilinç ancak 70 yılda kendine kalıcı, ayrı bir yer açabilecektir. Daha önce değil. Bu süre, Marx ve Engels’in yalıtılmışlığına ve verdikleri düşünsel, siyasi mücadelenin şiddetine dair sarsıcı bir göstergedir. Tüm bu süre boyunca (ve tabii ki sonrasında da) komünistler, komünist olmayan bir sol ile sürekli uğraşmak zorunda kalmıştır.

Bu tasalar ve nesnel gelgitler atlanınca geriye tabii ki Engels kalmıyor. Daha doğrusu herkesin kendi kafasına göre bir Engels, gönlüne göre bir materyalizm ve aşamacılığına göre bir sosyalizm kalıyor. Engels ve Marx neredeyse yarım yüzyıl boyunca karşılarına farklı kılıklarda çıkan düzen içi ya da karşıtı görünümlü düşünce akımları ve siyasetlerle uğraşmak zorunda kalmıştır. Yazdıklarına, ürettiklerine ve pozisyonlarına ana rengini veren biraz da bu dalgalı ama öz itibariyle sürekli tekrarlayan mücadeledir.

Sıkıcı sol, sıkıcı Dühring

Engels’in doğa bilimleri ile ilgilenmesini de bu eksen etrafında ele almak gerekiyor.16 Yani Anti-Dühring’i ve basılmadan kalan Doğanın Diyalektiği’nde yer alan makaleleri yazmaya götüren süreç sosyalizmi temsil eden düşünce evrenindeki dağınıklık, bilimdışılık ve siyasetsizliktir.17 Bu ana eksenden kopulduğu zaman ise her iki kitap da bir taraftan gereksiz ve yanlışlarla dolu, öbür taraftandan da her daim geçerli yüce şablonlar olarak görülebilir. Halbuki her ikisini de acil ve yoğun siyasi ihtiyaçlar yazdırmıştır.

Nedir bu acil ve yoğun siyasi ihtiyaçlar? 1870’lerden itibaren etkisi giderek artan sınıf mücadeleleridir. İşçi sınıfı siyasi olarak düzenin tüm diğer aktörlerinden kopma işaretleri gösterirken düşünsel olarak ise sürekli düzeniçi hedeflerle, çerçeve ve şemalarla muhatap olmaktadır. Hem Engels hem de Marx örneğin 1875’te Alman işçi sınıfı hareketi tek bir örgüt altında birleşirken18 o birleşmeye sınırı gösteren ve uyarılarla dolu bir mektup kaleme almak zorunda kalmıştır. Gotha Programı’nın Eleştirisi, komünist hareketin iki yüzyıla varan tarihi boyunca sürekli ortaya çıkan düzeltme, yön verme ve derleyip toparlama ihtiyacının halkalarından sadece bir tanesidir. Ve Anti-Dühring de bu ihtiyacın halkalarından birisidir. 1880’lerde Alman işçi sınıfının giderek belirginleşen siyasi, düşünsel ve devrimci arayışlarına müdahale etme ihtiyacıyla yazılmıştır. Daha doğrusu süregiden majör bir müdahalenin etkisini kırmak için yazılmıştır. Ve müdahaleyi yapan Dühring’tir. Yaptığı ya da parçası olduğu müdahalenin karşı-devrimci özünün farkında bile olmadan! Nesnellikle sürüklenerek! Daha doğrusu Dühring, düzen içi düşüncenin emekçi kitleler üzerinde oluşturduğu bitip tükenmez düşünsel müdahalenin bir parçası ve uğrağıdır. Ve etkilidir. Alman coğrafyasında bilimsel sosyalizmin, komünizm mücadelesinin önünü Bismarck ya da Alman gerciliğinin farklı yüzleri vs. değil, bizzat bu Lasalcı ve Dühring’te cisimleşen düşünce kesmektedir. Herkesten daha öncelikli rakip, alt edilecek düşünce bu düşüncedir.

Hikâyeyi kısaca buraya almaya çalışayım: Karl Eugen Dühring (1833-1921) Prusyalı bir avukattır. Eli sıkı kalem tutar, kelimeleri kuvvetli, sözleri ise etkileyicidir. Bir tür Proudhon, bir tür Weitling’dir. Gözlerindeki görme sorunları, bu kıvrak dilli avukatı, Almanya’da tam da sosyalizm gençler ve emekçiler arasında yayılırken, yani 1860’ların ortasında, Berlin Üniversitesi’nde akademisyenliğe sürükler. Henüz 30’lu yaşlarının başındadır ve sosyalizme dair aşamacı, pragmatik ve çabuk kavranan çözümler ortaya atmaktadır.19

1870’lere gelindiğinde, siyasette ağırlıklı olarak Lassallecı olan Alman işçi sınıfı hareketi, düşünce dünyasında da Dühring’i bulmuştur: “en az çabayla her şeyin yasasının yazılmasını bekleyen bir kamuoyu için” süslü ve tumturaklı bir kalemşör, güçlü bir hatiptir Duhring. Ayrıca sadece “pragmatik bir program” önermek ve örgütlemekle kalmamakta aynı zamanda “rakiplerini” de sürekli yermektedir. Bu polemiklerden en büyük payı da Marx ve Engels almaktadır. Marx’ın, Engels’in düşünce dünyasına, kişisel özelliklerine, maddi kaynaklarına, akla gelebilecek her noktaya dair konuşmakta, saldırmaktadır.

Ama Engels’i (ve tabii ki Marx’ı, Liebknecht20 üzerinden de Alman komünistlerini) harekete geçiren temel neden Dühring değildir. Tasaları Dühring’ten ötedir: her tarihsel kesitte kendisini siyasette ve düşüncede yeniden üreten idealizm, aşamacılık, ütopyacılık ve radikal görünümlü düzeniçiliktir. Ve Dühring’in hazır çözümlerine, çok tutulan şablonlarına, Alman işçi sınıfı hareketi içindeki kafa karışıklığına karmaşık, sofistike bir dille değil ama yine de kapsamlı, mümkün olduğunca sade bir dille karşılık vermek gerekmektedir. Bilimsel sosyalizmin kendisini, geniş emekçi yığınlara duyurması, buluşturması gerekmektedir ama bunu anlaşılır, harekete geçirici, aynı zamanda kendi derinliğini de azaltmadan göstermesi gerekmektedir. Engels’in Anti-Dühring’te temel tasası bu gereklilik ve sıkışmışlıktır. Bilimsel sosyalizmin tıpkı Komünist Parti Manifestosu’nda olduğu gibi bir kez daha kendi nesnelliğini değiştiren/açan bir müdahale yapması gerekmektedir.   

Almanya’da devrim, Alman işçi sınıfı hareketi içinde geniş yer kaplayan ve o dönemde Dühring’te cisimleşen bu akımın önü alınmadan mümkün değildir. 1870’lerin sonunda siyasi, toplumsal ve düşünsel yaşam Alman ülkesine yeni bir soluk, yeni bir kuşak getirmiştir. Sınıf mücadelesinin şiddetlendiği ve toplumda genel bir arayış ortaya çıktığına dair birçok alamet vardır: Almanya Sosyalist İşçi Partisi hem üye sayısını arttırmakta hem de girdiği her seçimde daha fazla oy almaktadır. Parti 1890’a gelindiğinde %20 oy oranına ulaşacaktır. Keza aynı dönemde Almanya’nın hemen her yerinde işçi sendikaları, dayanışma birlikleri de kurulmaktadır. İlginçtir, çünkü tüm yaşamları mücadele, kabul görmeme, sonu gelmez uğraşı ile geçen Marx ve Engels’e göre bu yeni kuşak kısa zamanda milletvekili, sendika başkanı, müdür, müsteşar, büyükelçi vs. olacaktır.

Ve bu güçlü nesnelliğin ortasında yeniden ve yeniden ortaya çıkan feodal, küçük-burjuva ve ütopik sosyalizmler ya da anarşizm vardır. Herkes kolay, hızlı, yüzeysel, anlık, basit çözümler peşinde koşmaktadır. Okurlar bunu istemekte, gençler buraya bakmaktadır. Dühring ise tam da bunu sağlamaktadır. Engels biraz da bu nedenle “her şeyi yarım bırakıp şu sıkıcı Dühring’in hakkından gelmeye” çalışacaktır. Ve satırlarını sosyalizm mücadelesini tarihsel olarak sıkan, sıkıştıran her başlıkla, herkesle uğraşarak yazacaktır.

Benzer bir tasa Doğanın Diyalektiği’nde de kolayca bulunabilir. Bu yayınlanmamış makaleler toplamı parlak öngörüleri ve yer yer uzayan konu işleyişleriyle bilimsel sosyalizmin heyecanına, inadına ve sabrına kadar polemik gerekliliğine de dayanır. Ama tekrar hatırlatayım: burada da temel mesele polemik değildir. Ayrıca her iki kitapta temel mesele bilimsel gelişmeler de değildir. Evet, Doğanın Diyalektiği’nde polemik de vardır, bilimsel gelişmelerin başdöndürücü, büyüleyici etkisi de vardır. Tabii ki Engels’in (ve mektuplaşmalar, yazışmalar, görüş alışverişleri, üzerinden Marx’ın) entelektüel ufku da vardır. Bunların hepsi Doğanın Diyalektiği’nde vardır ama parlayan, göz kamaştıran, heyecan uyandıran, eksik kalan ve aksayan yanlarıyla bu kitaptaki makaleler toplamı bir siyasi mücadele sürecinin parçasıdır. O siyasi mücadele süreci olmasa yazılmayacak, düşünülmeyecek, peşine düşülmeyecek satırlar, kitaplardır bunlar.

Engels’in örneğin Ruhlar Aleminde Doğabilim makalesini yazarken de siyasi bir derdi vardır, Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü makalesini yazarken de. Kaleminden çağının psikoloji bilimine ya da evrimsel sinirbilimine dair derinlikli düşünceler çıkarken 1845 gibi yakaladıkları bilimsel dünya görüşünün çerçevesi içinden yazar Engels. Darwin’in insan zihninin evrimine dair görüşlerine düzeltme yaparken de diyalektiği doğabilimlerine uygularken de. Engels’in tasası idealist, düzeniçi olan her tür müdahalenin etkisini kırmak ve bilinçsiz gibi duran her sapmayı bilinçli hale getirmektir. Sevilmeyen işte bu iddiadır. Sevilmeyen devrimin kendisidir. Ve bu iddiayı sevmeyenler tüm şatafatlarına karşın felsefede idealist, siyasette ise evrimcidir.

Anti-Dühring ve Doğanın Diyalektiği daha sonra reformizm, revizyonizm, sosyal demokrasi, Öro-komünizm, yeni sol, küreselleşme karşıtlığı, radikal sol vb. adını alacak olan her tür aşamacılığa, evrimciliğe, bilimselliğe ayağını basmayan sosyalizm çeşitlemelerine dair bir polemiğin parçasıdır. Engels bu kitaplarda temel olarak ve öncelikle siyasi bir tasa ile aklını yormuştur. Bilimdeki gelişmeler de ancak tıpkı 11. Tez’de örtük olarak vurgulandığı gibi, değiştirme, dönüştürme amacının içinde belli bir anlam taşımaktadır. Engels’in ve Marx’ın bilimde, toplumsal yaşamda ve işçi sınıfında yer yer belli bir aralıktan görünen işaretlere düşkünlüğü her şeyden önce 1845-48 arasında keşfettikleri tarihsel akış ile ilişkildir.

Evet, 1848’lerden itibaren olguların doğasında keşfettikleri ışıltı tarihin ve toplumun devrimci dönüşümüdür. Yıllar içinde olgunlaşarak, yetkinleşerek bunun izini daha fazla sürmüşlerdir. İz sürmüşlerdir ama önlerine de sürekli engeller çıkmıştır: Proudhoncular, Weitlingci havariler, Lassalle havaları, anarşistler, Dühringcilik vs. vs. Yaşamının son 20 yılında Engels’in bir kez daha tüm bunların yaldızını sökmesi gerekmiştir. Hepsini merkezinde bilimsel sosyalizmin olduğu bir koordianata yerleştirmesi ve etkilerini kırması gerekmiştir. Bu mücadeleyi kâh Marx’la konuşarak kâh Liebknecht’ten geri bildirim alarak yürütmüştür. Engels, 1870-90 arasında Paris Komünü sonrasında etkili olan yenilgi ve yılgınlık sosyalizmine müdahale etmiştir. Beğenilmeyen bu müdaheledir. Komünizm mücadelesi ise bu tekrarlayan hizalama, sınır çekme işi, siyasi müdahale olmaksızın düşünülemez. Düşünülebilir diyenler yalan söylemektedir.

Das Kapital + Das Problem

Alman sosyalizminin Anti-Dühring’e ihtiyacı vardı. Sosyalizm mücadelesinin Anti-Dühring’e ihtiyacı vardı. Bir kitap olarak Anti-Dühring’ten bahsetmiyorum, bir siyasi ve düşünsel müdahale olarak Anti-Dühring’ten bahsediyorum. Engels o dönemde bu nesnel ihtiyaca, yani Alman toplumu içinde belirginleşen arayışlara yanıt oluşturmaya çalıştı. İki yıl boyunca yazdı. İşçi sınıfı sosyalizmi ile Dühring ya da bir başka isimde karşılığını bulan sosyalizmlerin farkını, uzlaşmazlığını ortaya çıkarmaya, belirginleştirmeye soyundu. Bu müdahale, o dönem sosyalizmle yeni tanışan bir çok genç için ise belirleyici oldu. Sonraki 30 yılda isimleri çok duyulacak olan Georgi Plehanov,21 Karl Kautsky,22 Eduard Bernstein23 gibi isimler bu müdahale ile sosyalizm mücadelesine sarıldılar. Daha ne olsun!

Diyebiliriz ki Anti-Dühring kendisini dayatan ihtiyaca yanıt verdi. O kadar ki Marx ve Engels’te cisimleşen materyalist düşünceyi tarihsel anlamda temsil etmek açısından o dönemde Das Kapital’in de önüne geçti. Anti-Dühring, okuyucu için karmaşık olabilen, uzun bir anlatıma sahip Kapital yerine, çok daha geniş bir okuyucu toplamı için başucu kitabı oldu.24 Etkiledi, etkisizleştirdi, derledi, toparladı. Ama Engels biraz da bu nedenle Das Kapital’in karşısına Das Problem olarak dikildi! Hem de hemen.

Efsanelerle yaşıyoruz. Sanıyoruz ki Marksizm’de temsil olunan materyalist, bilimsel dünya görüşü her dönem el üstünde tutuldu, genel solda hep referans noktası oldu, çok iyi kavrandı. Hâlbuki gerçeklik tam tersidir. 1880’lerde Engels’in çabaları ve Alman işçi sınıfı hareketinin dinamizmi ile etkisi giderek artan Marksizm, Ekim Devrimi’nin sağladığı moment olmasa muhtemelen Avrupa solunun yenilgi ve karmaşa dolu zihninin bir parçası olarak bir sonraki sınıf mücadelesi döngüsüne kadar bir kez daha geriye çekilecekti. Bu efsanelere dayalı kabuller nedeniyle üstünde durulmuyor: 1890’lar boyunca Marksizm’de karşılığını bulan devrimci düşüncenin yayılışı ve yükselişi ile değersizleştirilmesi ve afarozu eş zamanlı yaşanmış. Engels ve Marx düşüncesinin “bunalımı” daha Ekim Devrimi’ne gelmeden çok önce başlamış.

Bu nedenle Engels problemi söyleminin 1920’lerde György Lukács25 ile başladığını düşünmek oldukça hatalı olur. Evet, Lukács üzerinden günümüze kadar gelen bir hat var ama mesele bir önceki yani 1890’ların sonunda yaşanan tekrardadır ve Engels problemi önce Das Marx Problemi olarak başlamıştır. 1890’ların hemen başında. Bu sistemli tartışmayı başlatanlar ise revizyonistler olmuştur.26

Daha o dönemden başlayarak “pozitivizm ve pozitivizm karşıtlığı, Marx’a hayranlık ve düşmanlık; bunlar 1890’ların eleştirilerinde şaşırtıcı biçimde çakışır.”27 Devrimci sosyalizme ve hatta genel olarak sosyalizme mesafeli bir entelektüel çevre “Marx’ın propagandacılar ve partili paspallara bırakılamayacak kadar” önemli yanlar içerdiğini keşfederler. Keşfederler ama bu çevrenin topluma, tarihe, insanlığa baktıklarındaki siyasi, düşünsel program burjuvaziye aittir ve ait olmadığı yerde de açık ve net olarak aşamacı, evrimci ve kendiliğindencidir. Bu çevre siyasal değil sosyal bir Marx ve Marksizm peşine düşülmüştür.

Bu isimlerin başında örneğin Émile Durkheim gelir.28 Durkheim için Marksizm önemlidir ama “toplumun incelenmesine giden çeşitli yolların sadece bir tanesinden öte bir şey değildir.” Tam da aynı dönemde Vilfredo Pareto29 ise Marksist ekonomi ve sosyolojiyi kanıtlarla çürüterek adını duyurur. Benedetto Croce30 da çok benzer bir dönemde Marksizme şöyle bir uğrar ve Marksizm’in bunalımını ilan eder; tam da 1899’da, Bernstein Evrimci Sosyalizm’i yayınladığı yıl. George Sorel31 ise sosyalizmi bilime dönüştürmeyi hedefleyen her düşünceyi terketmeyi ve sosyalizmi “toplumsal şiir sanatı” olarak yeniden tanımlamayı önerir. Sonrası ise daha kolay gelecektir. Lenin ve Bolşevikler olmasa... Ne Yapmalı, 1902’de yazılır. Bu kronoloji boşuna değildir.

Yani Marx ve Marksizm, 1900’lere gelindiğinde Fransa, İtalya ve Almanya’da çoktan kıyasıya eleştiriliyor ve tüketiliyordur. Bir sorundur Marx! Ama sorun tarifinin Engels’e dönmesi için Ekim Devrimi’nin tutunması ve Alman coğrafyasında, daha doğrusu Avrupa’da devrimin bastırılması gerekecektir.

Ekim Devrimi olmasa emin olabiliriz ki örneğin György Lukacs meselenin adını Das Karl Marx Problem olarak koyardı. Açıktan! Ama ortada Marx’ın adıyla özdeşleştirilmiş bir dünya görüşünün prestiji vardır, yükselen Sovyetler Birliği ve tabii ki Komünist Parti vardır. Ve Avrupa’yı bir kez daha etkisi altına almakta olan yenilgi ve yılgınlık sosyalizminin o prestijle başetmesi henüz mümkün değildir. 1890-1900 arasında Marx için söylenen tüm eleştiriler biraz da bu nedenle 1920 sonrasında Engels’e yöneltilir ve böylece Das Engels Problem icat edilir.    

Gereken idealize edilmiş bir Engels mi?

Peki, Engels'in, bilimsel sosyalizmin bu problemde hiç mi payı yoktur? Yani tüm bu evrimci, aşamacı, anti-komünist sol kendi kendine mi problem icat etmektedir? Şimdilerde aynı kesim tarafından iade-i itibar yapılan Engels’le ilgili olarak zamanında çıkarılan gürültü boşu boşuna mı çıkmıştır? Hatta tüm bu kesimler uzlaşmacı, işbirlikçi ve satılık düzen-içi aktörler midir? Yani Engels (ve takipçileri) tasaların da önüne geçen yasalar, şablonlar üreterek sosyalizmin inceliklerini ve kıymetini körelten bir iş yapmamış mıdır? Ateş olmayan yerden duman niye çıksın?

Artık gereksizleşmiş bir tartışma bu. İsteyen devam edebilir. Yasalar diyebilir;32 ama işte Sovyet Marksizmi diyebilir; incelik, özen ve derinlikli kavrayış yoktu diyebilir. Olabilir. Ama ne yazık ki işçi sınıfı değil sermaye sınıfı, kapitalizmin tüm dünyayı bir üretim tezgahına dönüştüren hızı, hırsı ve gelişimi gereksizleştirdi bu tartışmaları. 1990’larda sınıf mücadeleleri, bir kez daha işçi sınıfının yenilgisi ve işçi sınıfı bilincinin dağılması ile geri çekildi. Aradan geçen 30 yılda ise sınıflar ve sınıf mücadelesi bir yere gitmedi. Ara ara kendini yeniden hissettirerek “ben buradayım” dedi, geri geleceğini yer yer hissettirdi. Bir döngü bu, kaçış yok!

Engels’in ütopik sosyalizm dinine doğru ehlileştirilme gayretleri de bu geri dönüşün yansımasıdır. Tarihsel ve toplumsal gelişim Engels’in aklanmasını/ehlileştirilmesini dayatmaktadır. Günümüzün Dühringlerinin, Proudhonlarının, Weitlinglerinin, Bernsteinlarının ortasında. Onlar da işlerini yapıyorlar ve duman bunun dumanıdır.

Esas bakılması gereken yer siyasette ve düşünsel mücadelede kendini yeniden belli eden aşamacı, evrimci eğilimlerin artmasıdır. Bu eğilimlerin karşısına yine Engels’in, Marx’ın tasaları ile çıkılacaktır. Yeni gibi görünen eski içeriklerle. Ama günümüze ait olanı da üreterek.

İşte Engels’in tasaları da yasaları da tam bu nedenle bir kez daha günümüzün sıkıcı isimleriyle uğraşmaya çağırmaktadır. Ve bu çağrı mutlaka karşılığını bir kez daha bulacak, adını duyuracaktır. Kuşku olmasın.


Tolga Binbay / Sol-Gelenek

  • 1.Friedrich Engels problemi/sorunu/meselesi. Bu yazının başlığını da bu tanımlamaya gönderme olarak seçtim: Almanca’dan Engels Probleminin Sorunu diye çevirebiliriz.
  • 2.Engels’in günah keçisi ilan edildiği sıradan bir arkadaş sohbeti benim de başıma gelmişti. Hatta Engels adı ile tanışmam da o günlere, 1995’teki o arkadaş sohbetine dayanır. Üniversitede ilk yılı geçirmenin ve 19 yaşın verdiği heyecanla Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi anfilerinden birisinin önünde hararetle hayata, bilip bilmediğimiz konulara dair konuşurken anne ve babasının “eski solcu” olduğunu söyleyen arkadaşım (ki o dönemde hangimiz “eski solcu” çocuğu değildik ki!) birden durmuş ve gözlerimin içine öfke ile bakarak “Engels doğa yasalarını topluma uygulamış; sonuç ortada işte!” demişti. Böylece yüce bilimi basite indirgeyen ve solun yenilgisinden sorumlu olan Engels ile tanışmış olmuştum. Engels ise yaşama veda ettikten tam 100 yıl sonra, Ankara’da, bir üniversite amfisine böyle konuk olacağını bilseydi eğer sakallarını sıvazlayarak gülerdi muhtemelen ama o dönemde arkadaşım için mesele açık ve netti: Engels, çıbanın başıydı!
  • 3.Tristram Hunt. Fraklı Komünist - Friedrich Engels’in Devrimci Hayatı. Çev. Işıl Eliçin, Mehmet Ratip. İletişim Yayınları, İstanbul, 1. Baskı, 2018. Tam bir felaket kitap. Bir yandan hiçbir ayrıntıdan kaçınılmamış, milletvekilliği yapılırken oturulmuş ve Engels’in hayatı didik didik edilmiş ama bir yandan da anti-komünist ne kadar klişe varsa satır aralarına, bölüm içlerine serpiştirilmiş. Okuyun ve komünist olun. Ya da okuyun ve anti-komünist olun!
  • 4.Robert Owen, 1771-1858, Galler doğumlu sosyalist, girişimci, sermayedar, hayalperest komüncü. 18. yy başlarında peşinde koştuğu, gerçekleştirdiği, ortaya attığı projelerle büyük etki yaratan öncü ütopyacı. Sosyalizmin naif çocuksu aklını temsil eden yanıyla hep sevilmiş ve ilgi uyandırmıştır. Sosyalizmi bir maddi üretim sorunu olarak değil de ahlak, davranış sorunu olarak ele almıştır.
  • 5.Pierre-Joseph Proudhon, 1809-1865, Fransız sosyalist, anarşist, düşünür. Proudhon bir Fransız olarak hiç bir zaman diyalektiği, tarihsel gelişimi ve sınıf mücadelesinin dinamiğini anlamamıştır ama güçlü hitabet gücü sayesinde histerik Fransız soluna hep iyi gelmiştir.
  • 6.Wilhelm Weitling, 1808,1871, Alman terzi, mucit, devrimci, sosyalist, gönül insanı. Etkili dili ve aklıyla komünizme hep bağlı kalmıştır ama materyalist tarih anlayışını, sınıf mücadelesinin işleyişini bir türlü yaklaşımına sindirememiştir.
  • 7.sosyalizminde neredeyse 50 yıl boyunca etkili olmuştur. En önemli etkisi Paris Komünü üzerinedir ve fikirleri ayaklanmaya ilham vermiştir.
  • 8.Mihail Bakunin, 1814-1876, Rus devrimci ve anarşist. Anarşizmin ilk kuşak düşünürlerindendir ve özellikle I. Enternasyonal sürecinde Marx ve Engels’in en çok uğraştıkları ekibin başını çekmiştir.
  • 9.Özgür Şen, Marx’ın Marksizmi - Tarih ve Devrim, Yazılama Yayınevi, İstanbul, 1. Baskı, 2018. Özellikle kitabın ilk bölümü siyasal Marx ve Engels’e ayrılmış.
  • 10.Ferdinand Lassalle, 1825-1864, Alman kökenli sosyalist ve siyasetçi. Günümüzün ulusal solu diyebileceğimiz bir çizgi tutturmuştur ve Alman emekçilerinin yükselen siyasi arayışlarında etkili olmuştur. Öyle ki etkisi ölümünden sonra uzun yıllar devam etmiştir.
  • 11.Otto van Bismarck, 1815-1898, Alman muhafazakar devlet adamı. Angela Merkel’in ve neredeyse tüm Alman sermaye siyasetçilerinin prototipi. Halâ! Almanya’yı tek bir yönetim altında toplamış ve ülkeyi büyük hırpalanmalardan uzak tutarak büyütmeye çalışmıştır. Alman kapitalizminin depar attığı öngünler Bismarck zamanında yaşanmıştır ve yerini sonrasında dünya savaşına bırakacak bir nesnellik ortaya çıkmıştır.
  • 12.Hatta 1875’te Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde Marx ve Engels yine Lassalle düşüncesi ile uğraşacaktır.
  • 13.Komünist Birlik, Komünistler Ligi. İlk uluslararası komünist örgütlenmedir. Haziran 1847 tarihinde Londra'da Engels ve Marx’ın bastırması ile bu ismi alarak Birlik'in ilk kongresi gerçekleştirilmiştir. Komünist Parti Manifestosu bu birliğin siyasi programı olarak yazılmıştır.
  • 14.Daha çok Birinci Enternasyonal adıyla bilinen birlik. 1864’te farklı sol, sosyalist, anarşist grupların bir araya gelmesiyle kurulmuştur. Özellikle Marx’ın artan etkisi sürekli hissedilmiştir. Birlik en çok Bakunin ile temsil olunan anarşistlerle uğraşmak zorunda kalmıştır. Anarşistler 1872’de birlikten uzaklaştırılmıştır ve 1876’da birlik sona ermiştir.
  • 15.1 Haziran 1848 ve 19 Mayıs 1849 tarihleri arasında Karl Marx tarafından Almanya Köln'de yayınlanan bir Alman gazetesidir. Adını, Marx'ın daha önce editörlüğünü yaptığı Rheinische Zeitung gazetesinden almıştır. Engels de gazetenin yazarları arasındadır.
  • 16.Yazıyı hazırlarken aslında birçok kaynağa gidip geldim. Bunların başında Bilim ve Aydınlanma Akademisi’nin bilimsel dergisi Madde, Diyalektik ve Toplum geliyor. MDT’nin 2. cilt, 4. sayısının dosya konusu “Engels ve Bilim”di. Daha doğrusu BAA Engels ve dönemi üzerine 2019 Ağustos’unda bir yaz okulu düzenlemişti, derginin ilgili sayısı da bu yaz okulundaki sunumlardan oluşuyordu. Açıkçası bu yaz okulu ve MDT’nin ilgili sayısı Engels için atılmış büyük iki adımdı. Anmadan geçemem. Mutlaka ilgili sayı dönüp yeniden ve yeniden okunmalıdır. Tüm makaleleriyle. Bu yazı ana fikrini ve esin kaynağını o dosyada yer alan yazılara borçludur.
  • 17.Émile Bottigelli, Sunuş, Anti-Dühring içinde, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara, 5. Baskı, 2010. Bilmem belirtmeme gerek var mı? Engels’in sosyalizm mücadelesine eşsiz katkısını anlamak için en iyi kaynaklar kendi yazdıklarını okumak. Ama Sol Yayınları hem Anti-Dühring’i hem de Doğanın Diyalektiği’ni basarken zamanın önde gelen Marksist yazarlarından, kurumlarından önsözler de eklemiş. Bu yazıda söz konusu önsözlerden oldukça yararlandım.
  • 18.Lassalle'nin 1863’te kurduğu Alman Genel İşçi Birliği (Allgemeiner Deutscher Arbeiter-Verein ADAV) ile Marksist August Bebel ve Wilhelm Liebknecht önderliğinde 1869’da kurulan Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi (Sozialdemokratische Arbeiterpartei Deutschlands SDAP) 1875'te Gotha'da birleşir. Ortaya Almanya Sosyalist İşçi Partisi (Sozialistische Arbeiterpartei Deutschlands) çıkar. Sosyalist ve liberal tezleri içeren bir programı vardır. Parti adını 1890'dan sonra Almanya Sosyal Demokrat Partisi olarak değiştirir.
  • 19.Karikatürize etmek istemem ama Dühring’in durumunun daha iyi anlaşılması için kendisini günümüze uyarlamak istersek söz konusu olan tam anlamıyla bir Oytun Erbaş’tır diyebiliriz. Görüşleri hızla ve kolaylıkla yayılmaktadır. Arkasını toplamak için ise yıllar ve ciltler dolusu laf gerekmektedir.
  • 20.Wilhelm Liebknecht, 1826-1900, Alman komünist önder. Gençlik yıllarından itibaren Marx’ın ve Engels’in yakın dostu olmuştur. 1865’te Almanya’ya geri dönüp Alman sosyalizminin kurucu önderlerinden birisi haline gelmiştir. Marx ve Engels’ten farklı olarak sürgün çekmemiş, bir çok kez hapis yatmış ama bir yandan da yaşamının neredeyse son 25 yılını Alman meclisinde sosyalist milletvekili olarak geçirmiştir. Kendisinin yazdığı ve Yazılama Yayınevi’nin bastığı Karl Marx: Biyografik Anılar mutlaka okunmalıdır. Dostluk, yoldaşlık ve tarihsel bir tanıklık için.
  • 21.Georgi Plehanov, 1856-1918, Rus sosyalist düşünür, siyasetçi. Rus Marksizmi’nin kurucusu olarak da anılır. Özellikle tarihsel materyalizm, işçi sınıfı ve devrim konusunda Rus toprağını ve tabii ki Bolşevikleri, Lenin’i çok etkilemiştir. Bolşeviklerin iktidarı almasına ise karşı çıkmıştır.
  • 22.Karl Kautsky, 1854-1938, Alman sosyalist siyasetçi ve devrimci önder. Özellikle Bernstein’ın sözcülüğünü yapacağı uzlaşmacı arayışlara karşı çok etkili olmuştur. 1895'te Engels'in ölümüyle birlikte Alman sosyalist hareketinin önde gelen "otorite"si durumuna geldi. Ve işçi hareketinin bağımsız kimliğini savunan Kautsky, bir dizi başlıkta Rus Bolşevik devrimci hareketinde sivrilmeye başlayan Lenin'i etkiledi. Ama Ekim Devrimi’nde Bolşevikleri, Bolşevizmi kesinlikle desteklemedi.
  • 23.Eduard Bernstein, 1850-1932, Alman sosyal-demokrat siyasetçi. Revizyonizmin kurucusu olarak geçer. Engels’in 1895’teki ölümünden sonra Marksizm’i kıyasıya eleştirmiştir. Erken dönem Marx ve geç dönem Marx ayrımını ortaya çıkarmıştır
  • 24.Yine Anti-Dühring’e dayanan ama Engels’in daha geniş emekçi kesimlere ulaşılması için yazdığı Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm da bu yeni kuşağı etkilemiştir.
  • 25.György Lukacs, 1885-1971, Macar Marksist ve düşünür. Lukacs 1819’da kısa süre yaşayan Macar Sovyet Cumhuriyeti’nde Eğitim ve Kültür Bakanlığı yapar. Bu kısa ömürlü cumhuriyetin yenilmesinin ardından uzun yaşamı boyunca Marksizm üzerine hem üretmeye devam edecek hem de birçok çalkantının parçası olacaktır. En önemli kitabı olan Tarih ve Sınıf Bilinci’nde (1923) Engels'in diyalektiği doğa bilimlerine uygulamasının hata olduğunu ifade eder. Ama esas polemik yaptığı Sovyet sosyalizmidir.
  • 26.H. Stuart Hughes, Toplum ve Bilinç - Avrupa’da Toplumsal Düşüncenin Şekillenişi (1890-1930), çev. Güzin Özkan, Metis Yayınları, İstanbul, 1985. Baskısı bir daha hiç yapılmayan bu eski kitap küçük bir hazine gibidir. Sosyalizm mücadelesinde çok da üstünde durulmayan bir dönemi anlamak için müthiştir. Kitabın tamamına ama özellikle Marksizm Eleştirisi başlıklı üçüncü bölüme bakılabilir.
  • 27.H. Stuart Huges, a.g.e., sf. 67.
  • 28.Émile Durkheim, 1858-1917, Fransız düşünür ve burjuva sosyolojisinin kurucusu.
  • 29.Vilfredo Pareto, 1848-1923, İtalyan iktisatçı.
  • 30.Benedetto Croce, 1866-1952, İtalyan düşünür.
  • 31.George Sorel, 1847-1922, düşünür, sosyolog ve sendikalist devrimci.
  • 32.M. Nuri Durmaz, Marx’ın Yasaları, Metis Yayınları, İstanbul, 1. Baskı, 2019. İyi niyetli ama bir başka vahim kitap daha. Bir doktora çalışmasının kitaplaşmış hali. Doktora hocası bir şey dememiş, yayınevi editörü de atlamış. Tekrarlardan, klişelerden ve tüm vaatlerine rağmen derinleştiremediği tezlerinden oluşan bir kitap. Üzgünüm. Öyle olmamasını tercih ederdim.
       

                                                                     
***
(ıı)Engels’e saldırmanın kaynağındaki ‘ayakları yerden kesme’ arzusu (Nevzat Evrim Önal / SOL)

Bu çürüme çağında; gerçeğin bilgisine ulaşmamızı sağlayacak devrimci teoriye kelimenin tam anlamıyla varoluşsal bir ihtiyacımız var. Engels, bu bağlamda, hepimizin öğretmeni ve yoldaşıdır.

Engels’in Marksizme katkılarının da, Marksizm karşıtlarının ona saldırı nedenlerinin de tamamını tek bir yazıda işlemek mümkün değil. Böyle bir çaba, olsa olsa bir “listeleme” niteliği taşır ve ister istemez önemli olana odaklanmayı ve derinleşmeyi engelleyecek bir yöntemle yazılmış olur. Oysa Engels’in Marksizme olan katkılarına yönelik saldırılar o henüz hayattayken başlıyor ve bu saldırılarda belirli bir ideolojik kümelenme, dolayısıyla ortak bir politik gerekçe gözlemlemenin mümkün olduğunu düşünüyorum. Bu yazıda (bazılarının son tahlilde “bizim” tarafta olduğundan şüphe duyamayacağımız) bir dizi örneğe de başvurarak, Engels’e saldırıların en önemli bölümünün devrimci olmayan bir “ayakları yerden kesme”, bir “gerçekliğin ayak bağı gibi görünen sınırlarını umursamama” çabasının mantıki sonucu olduğunu göstermeye çalışacağım ve bu bağlamda, tersi iddia edilse de asıl devrimci duruşun Engels’in pozisyonunda ısrar etmek olduğunu tartışacağım.

Engels’in büyük günahı: Yöntemin bilimselliği meselesi

Engels’in Marksizme en büyük katkısının diyalektik ve tarihsel materyalist yöntemin geliştirilmesi için verdiği emek ve yaptığı açılımlar olduğunu düşünüyorum. Bu çaba, bir “bilimsel kesinlik” takıntısından kaynaklanmıyor, devrimci mücadelenin bilimsel sosyalizm zemininde yapılabilir hale gelmesi, bu zeminin güçlendirilmesi amacı taşıyordu ve hiç tartışmasız bu doğrultu, Marx ile aralarında bir ayrım değil, çok temel bir ortaklaşma noktasıydı. Bu, iki büyük devrimcinin hayatları boyunca yaptıkları “sol-içi” polemiklerin tamamında benimsedikleri yoldu zira daha yolun başında, ayaklarını maddeye basmayan ütopyacı idealizmin, her ne kadar özneye daha fazla önem verse de, ayaklarını maddeden kaldıramayan kaba materyalizm kadar etkisiz olduğunu fark etmişlerdi. Sosyalizmin diyalektik materyalist yöntem doğrultusunda bilimselleştirilmesi bu yüzden ikisinin de çabasıydı. Marx’ın bu çabaya başlıca katkısı, ortadan kaldırılması gereken düşmanın, yani Kapital’in tabi olduğu, dolayısıyla onun zayıf noktalarını, zırhındaki boşlukları ve nefesinin tükendiği anları tespit etmemize olanak sunan bilimsel yasaları ortaya koymak oldu. Engels ise, bilhassa Marx tarafından Kapital’in birinci cildi yazılıp sermayenin varoluş ve işleyişinin temel yasaları ortaya konduktan sonra, diyalektik ve tarihsel materyalist yöntemi bu temelin üzerinde şekillenen kimi felsefi alanlara taşıyarak bütünselleştirdi. Nitekim bu konuda en önemli çalışması olan ve en fazla saldırılan eseri Anti-Dühring’in ikinci baskısına yazdığı önsözde kendi katkısını, bilindik mütevazı tavrıyla şöyle ifade etmişti:

''Bay Dühring’in bu kitapta eleştirilen “sistem”i çok geniş bir teorik alanı kapsar; ben ise o nereye giderse takip etmek ve onun görüşlerine karşı kendi görüşlerimi çıkarmak zorunda kalmıştım. Böylelikle olumsuz eleştiri olumlu bir duruma gelmiş, polemik, Marx’ın ve benim temsil etmekte olduğumuz diyalektik yöntem ve komünist dünya görüşünün, hem de bir dizi oldukça geniş alanda, az çok bütünsel bir açıklamasına dönüşmüştü. Bizim bu dünya görüşümüz, ilk kez Marx’ın kaleme aldığı Felsefenin Sefaleti’nde ve ardından Komünist Manifesto’da ileri sürülmesinden bu yana, Kapital’in yayınlanmasına değin yirmi yıl süren bir kuluçka döneminden geçti [ve şimdi] bir yanda proleterler ve öte yanda cesur bilimsel teorisyenler arasında dinleyici ve destek buluyor.''1

Buradaki üç vurgu (dünya görüşünün bütünselliği, bilimselliği ve yaygınlaştırılma hedefi) arasında ayrılamaz bir ilişki bulunuyor. Gerçeğin bilgisine ulaşma çabası söz konusu olduğunda devrimci ve tutucu toplumsal sınıflar arasında önemli bir fark mevcuttur. Tutucu toplumsal sınıflar, bilhassa da mevcut egemen sınıf olan burjuvazi, kapitalist düzenin sürmesinden yana oldukları için, bu düzenin meşruiyeti ve sürekliliğine destek verecek ya da en azından zarar vermeyecek biçimde “çarpıtılmış” bilgiye ihtiyaç duyar. Bu bilgi sadece “eksik” değil “çarpıtılmış” olmak zorundadır; zira tarih üstü olamayacak bir şey olan kapitalist üretim biçimini tarih üstü bir mertebeye yükseltmek için epistemolojisini bu bağlamda bilimsellikten uzaklaştırmak; gerçeğin bilgisinde bunun aksi yönde unsurları ayıklamakla kalmayıp ortaya çıkan tutarsızlıkları gerçekdışı unsurlar ekleyerek örtmek zorundadır. Dolayısıyla burjuvazinin iktidarı yerleşik hale geldikçe ve çürüdükçe, onun güdümündeki doğa bilimlerinin sapmalarla dolu, toplum bilimlerindeki genel geçer teorilerin ise “sapma” hafifliğinde değerlendirilemeyecek deli saçması varsayımlar üzerine kurulu hale gelmesi bir tesadüf ya da beceriksizlik değildir.

Öte yandan devrimci işçi sınıfı ise gerçeğin olabildiğince bütünlüklü bilgisine ihtiyaç duyar; zira madde kendiliğinden de değişim halindedir (ve dolayısıyla maddenin kendiliğinden hareketi de uzun erimde tutucuların zararınadır) ancak devrim, maddenin toplumsal hareketine bilinçli ve tarihsel bir kırılma yaratacak ölçekte bir müdahaledir. Bu müdahale nesnesine dair “doğru” bilgiye muhtaçtır, bu yüzden bilgiyi edinme yöntemi bilimsel olmak zorundadır. Ancak bunun da ötesinde, sosyalist devrim sınıflı toplumdan sınıfsız topluma, yani toplumsal gerçekliği sınıflar arasında parçalanmış bir toplumdan toplumsal gerçekliği enikonu bütünsel bir topluma geçişin başlangıcı olduğu için; bu devrimi yapacak olan sınıfın gerçeğin bütünlüklü bilgisine ve bu bilgiyi edinmek için her alanda kullanılabilecek bütünlüklü bir yönteme ihtiyacı yaşamsaldır.

Engels, bu yüzden, yaşamı boyunca verdiği düşünsel emeğin büyük bölümünü, diyalektik ve tarihsel materyalizmi bu işlevi üstlenebilecek yetkinlikte bir bilimsel yöntem olarak kurmaya adamıştı. Devrimci teorinin iki büyük üstadı daha yoldaşlıklarının başında doğa bilimi ile toplum bilimi arasında, bu ikisinin karşılıklı olarak birbirini koşullandırdığı diyalektik bir ilişki olması gerektiğini tespit etmişlerdi.2 Dolayısıyla devrimin bilimi, gerçeği olabildiğince köklü biçimde değiştirebilme arayışında, aradaki bu ilişkiyi de çözümlemek zorundaydı. Mesele kimilerinin iddia ettiği gibi Engels’in öznel siyasi tezlere nesnel doğada meşruiyet kaynakları bulma çabası değildi. Diyalektik bir kere yöntem olarak benimsendiğinde, yani insanlığın bilimsel ilerlemesindeki bu güne dek kaydedilmiş en büyük yöntemsel sıçrama yapıldığında, artık araya duvar çekmek imkânsız hale gelmişti.3

Ama mesele bununla sınırlı da değildi. Bilgiyi edinme yönteminin, yani epistemolojinin bilimselleştirilmesi, ideolojiye ve doğal olarak onun rehberliğinde yapılacak siyasete yeni sınırlar belirler:

''Bu bakış tarzı, öncüllerden yoksun değildir. Bu tarz, gerçek öncüllerden yola çıkar ve onları bir an için bile olsa terketmez. Bu öncüller insanlardır, ama herhangi bir düşlemsel yalıtılmıştık ve değişmezlik içindeki değil, belirli koşullar altındaki gerçek, ampirik olarak gözlemlenebilir gelişme süreci içindeki insanlardır. Bu faal yaşam süreci bir kez ortaya kondu mu, tarih, kendileri daha da soyut olan ampiristlerinki gibi bir cansız olgular derlemesi olmaktan, ya da idealistlerinki gibi hayalî öznelerin hayalî eylemi olmaktan çıkar.

''Demek ki, gerçek yaşamda, kurguculuğun bittiği yerde pozitif bilim; insanların pratik faaliyetinin, gösterdikleri pratik gelişme süreçlerinin ortaya konuluşu başlar. Bilinç konusundaki boş sözler biter, onların yerini gerçek bilgi almalıdır. Gerçeğin kendisi ortaya konduğunda, özerk felsefe varlık ortamını yitirir. Onun yerini, olsa olsa insanların gösterdikleri tarihsel gelişmenin gözlemlenmesinden çıkartılabilecek en genel sonuçların bir sentezi alabilir.''4

Bu satırlar, mevcut inceleme bağlamında, “maddeden bağımsız düşünsel uçuşlar yapma” faaliyetinden gönüllü bir vazgeçiştir; ancak bu asla kaba materyalizmin öznellikten toptan vazgeçip kendisini maddenin hareketinin pasif bir seyircisi düzeyine indirgemesine benzetilemez. Olguları bilinçli eylemle değiştirilemez zannetmek ile olguları bilinçli eylemin zemini ve referansı olarak almak tamamen farklı şeylerdir. Birincisi öznelliğin reddidir; ikincisi ise felsefi idealizmin bazı insanları mutlak özne yetkesiyle donatıp bir “insan-tanrıya” dönüştürmesi, geri kalanını ise tarih dışı fazlalıklar statüsüne indirgemesinin reddedilmesidir. İşin özü şu ki, madde düşünceden önce geliyorsa, yani insan bilincine dışsalsa, onun yine insan bilincine dışsal sınırları vardır. Felsefi anlamda “zorunluluk” bu sınırlardır ve bu sınırlar diyalektik anlamda “tam” olarak asla bilinemez (zira öznenin maddenin “tam” bilgisine vakıf olması mümkün değildir) ancak bilgi edinme yöntemi yetkinleştikçe, sınırların yaklaşık nerede olduğunun kestirilmesi de daha isabetli biçimde yapılabilir hale gelir.

Bu asla bir “elini korkak alıştırma” biçiminde anlaşılamaz. Bunu daha çok bir yüksek atlama-sırıkla atlama meselesine benzetebiliriz. Dünya yüksek atlama rekoru 2,45 metre, sırıkla atlama rekoru 6,18 metredir. Her ikisini de gerçekleştiren insan bedenidir ve ikincisinde bedenin atlama faaliyetini yeni bir düzeye taşıyacak biçimde alet kullanılmaktadır. İnsan dilerse günler geceler boyunca dilediği yükseğe kadar sıçrayabileceğini, hiçbir gücün onu tutamayacağını düşünüp, bunun felsefesini yapabilir; ama elde sırık olmadan hedefi 6,18 metreye koymak bolca vakit kaybının yanı sıra 2,45’i de atlayamamakla sonuçlanır. Gerçek ilerleme ise tam tersi yönde işler. İnsan işe “6,18 metre sıçrasam ne güzel olurdu” diye hayal kurarak başlamaz, sıçramak zorunda olduğu bir 6,18 metrelik yükseklikle karşılaşır, bu sıçrama onun için bir varoluş sorunu haline gelir, o da “burayı çıplak elle sıçrayamam” deyip sırıkla sıçramayı dener. Başarır, ve tarih ilerler.

Dolayısıyla Engels, Anti-Dühring’in çok tartışılan ünlü pasajında, Hegel’e referansla özgürlük ve zorunluluk diyalektiğinin özünü tanımlarken, bir takım aşılamaz cam tavanlardan değil, hareket halindeki gerçekliğin herhangi bir anında öznenin özgürlüğünün felsefi sınırlarından bahsetmektedir.

''Özgürlük ve zorunluluk ilişkisini doğru olarak ilk düşünen, Hegel oldu. Ona göre özgürlük, zorunluluğunun kavranmasıdır. 'Zorunluluk ancak kavranılmadığı ölçüde kördür.' Özgürlük, doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlıkta değil ama bu yasaların bilinmesinde ve bu biliş sayesinde bu yasaların belirli amaçlar doğrultusunda sistematik bir biçimde kullanılabilmesindedir. Bu, dış doğa yasaları için olduğu kadar insanın maddi ve zihinsel varlığını yöneten (gerçeklikte değil, olsa olsa kafamızın içinde böylesi iki sınıfa ayırabildiğimiz) yasalar için de böyledir. Öyleyse özgür irade, öznenin kararlarını bilgi sahibi olarak almasından başka bir anlama gelmez. Buna göre, belirli bir sorun üzerinde bir kişinin yargısı ne denli özgürse, bu yargının içeriğini belirleyen zorunluluk o denli geniştir. Öte yandan çok sayıda çeşitli ve çelişik kararlar arasından birini, görünüşte canının istediği gibi seçen, bilgisizliğe dayanan kararsızlık, bununla özgür olmayışını, egemenliği altına alacağı şeyin egemenliği altında bulunduğunu göstermekten başka bir şey yapmaz. Öyleyse özgürlük, kendimiz ve dış doğa üzerinde, doğal zorunlulukların bilgisi üzerine kurulu egemenliğe dayanır; böylece özgürlük, zorunlu olarak, tarihsel gelişmenin bir ürünüdür.''5

Burjuvazinin felsefi anlamda “sınır” ve “zorunluluk” kavramlarıyla başı hiç hoş değildir, çünkü Marx’ın çok isabetli biçimde ifade ettiği üzere sermaye birikiminin de sınırları vardır. Ne var ki bu sınırların hepsi sermayeye aşılması gereken engeller gibi gelir; zira sermaye, birikimini sürdürebilmek için bu sınırları sürekli aşırı üretime neden olacak biçimde zorlamak, bunu yaparken de ekonomik krizlere sebebiyet vermek zorundadır.6 Oysa sermaye ortadan kalktığında maddenin bu sınırları oluşturan ilişki dizilimi ortadan kalkmış olacak, böylelikle insanlığa tarifsiz acılara mâlolan, sonu da hiç gelmeyen bir “tekrar tekrar aşma” çabasına gerek kalmayacaktır. Ne var ki sermaye kendi sonunu kendi getiremeyeceğine göre (zira toplumsal sınıflar bireyler gibi intihar edemezler), varoluşunun kendisine dayattığı bu sürekli aşma çabasını, toplumun zararına olan bu zorunluluğu herkesin çıkarına gibi göstermek için bunu egemen ideolojinin merkezine çakmak zorundadır. Bu bağlamda spor ayakkabı reklamlarını süsleyen abartılı atletizm estetiği ile Beckett’in sol liberalizm tarafından pek sevilen “yine dene, yine yenil, daha iyi yenil” aforizması, birazdan nedenlerini de göreceğimiz üzere, aynı ideolojik kökten filizlenmektedir.   

Engels’in eleştirilerinin eleştirisine geçmeden önce son bir soru sormak ve yanıtlamak durumundayız: Özne-nesne diyalektiğini özgürlük-zorunluluk diyalektiğiyle yan yana ele almak, nasıl ele alınırsa alınsın özgürlüğe bir sınır çekmek, dolayısıyla devrimcilikten uzaklaşmak ve modernist bir statükoculuğa meyletmek değil midir?

Dilerseniz bu konuda önce Lenin’e başvuralım:

''Marx ve Engels daima kötü (ve bilhassa anti-diyalektik) materyalizmi mahkûm ettiler; ancak bunu Humecu ve Berkeleyci bir noktada değil daha yüksek, daha gelişkin bir noktada, diyalektik materyalizm noktasında durarak yaptılar. Marx, Engels ve Dietzgen kötü materyalistlerle tartışır, onları ikna etmeye çalışır ve onların hatalarını düzeltmek için çaba sarf ederlerdi. Humecu ve Berkeleycilerle, Mach ve Avenarius ile tartışmaya ise tenezzül dahi etmez, onların eğilimleri hakkında toptan ve daha da aşağılayıcı bir yorumla yetinirlerdi.''7

Alıntıdaki vurguların tamamı Lenin’e ait ve “diyalektik materyalizm”in ikinci kelimesine vurguyu bilinçli olarak yapıyor; büyük felsefe eseri Materyalizm ve Ampiryokritisizm’in başka yerlerinde de benzer yöntemle bazen diyalektik, bazen materyalist kelimesine vurgu yapıyor. Mesele şu: Diyalektik ve tarihsel materyalizm, liberallerin iddialarının aksine idealizmden öznelliği alıp bunu kaba materyalizme yamayan, böylece bir orta yol bulan, melez ve oportünist bir ideoloji değildir. Diyalektik ve tarihsel materyalizm, kaba materyalizmin çürütmeyi deneyip başaramadığı Hegel idealizmini çürütmeye çalışmak yerine devrimci yanlarını içererek aşan, ikisinin ortalaması ya da sentezi değil her ikisinin de ilerisinde bir felsefi akımdır. Doğal olarak, genel anlamda kaba materyalistlerle tartışılırken vurgu diyalektiğe, idealistlerle tartışılırken vurgu materyalizme yapılır. Ancak, özne-nesne ilişkisi söz konusu olduğunda, özneyi serbestleştirmek adına zorunluluk kategorisini geçiştirmek hiçbir şart altında diyalektik materyalizm çatısı altında yapılamaz. Bu materyalizm yerine diyalektiğe güçlü bir vurgu yapmak değil, ikisinden birden vazgeçmek anlamına gelir.       

Engels’e saldırıların başlıca nedeni: Diyalektik öznenin zorunluluk çelişkisinden kaçış

Bilimsel sosyalizmin kitleleri harekete geçirecek ajitatif retorik malzemesinden yoksun olduğu ve duygulara hitap etme becerisinin olmadığı, kendisini işçi sınıfının peygamberi ilan eden Weitling’den bu yana8 Marksizme defalarca çeşitli vesilelerle getirilmiş çok uyduruk bir eleştiridir. Tarih tam tersini göstermiştir. Ne var ki yüzyılın başından itibaren bu eleştiri bir ölçüde kılık değiştirmiş, “ruhsuz bilimcilik” ve “şablonculuk” günahı Engels’e yamanmaya başlamıştır.

Bu eğilimin ilk ölçüsüz örneği Lenin’i Materyalizm ve Ampiryokritisizm’i yazmak zorunda bırakan Vpered sapmasıdır. Sapma çok boyutludur ama konumuz açısından önemli olan bir yönü Marx ile Engels’i karşı karşıya koyması, Engels’in Marx’ın düşüncesini sığlaştırdığını ve ruhsuzlaştırdığını iddia etmesidir. Ruhsuzlaştırmadan kastın ne olduğunu anlamak için ise sapmanın en renkli ismi Lunaçarskiy’e bakmak öğretici olacaktır. Lunaçarskiy, Bolşeviklerin Marksizmi işçi sınıfına insan merkezli bir din olarak sunması gerektiğini savunuyordu, zira insanı yüce şeyler yaratmak için ihtiyaç duyduğu coşkuyu en iyi din sağlardı. Bu dinin tanrısı potansiyelini gerçekleştirmiş insan, müjdecisi ise insan eyleminin doruk noktası niteliğindeki devrim olacaktı. Feuerbach, ardından da Marx bunun yolunu açmıştı, ama Engels ve ardından Plehanov bu öğretiyi etik içeriğinden arındırıp geriye salt bilimsel, kuru bir doktrin bırakmıştı.9   

Bu örneği kendi başına değil, Lukács’ın teşkil ettiği örnekle birlikte yorumlamak daha akıl toparlayıcı olacaktır.

Lukács’ın Tarih ve Sınıf Bilinci eserinde yer alan Engels eleştirisi, sonrasındakilere teorik zemin teşkil etmiş olması açısından önemlidir ve Lunaçarskiy’in yukarıda sunduğumuz eleştirisiyle akraba olmakla birlikte çok daha derin, dolayısıyla daha tehlikelidir. Lukács, “ortodoks Marksizmi Engels’e karşı savunmak”10 olarak nitelediği eleştirisinde Engels’e birbiriyle sıkı sıkıya bağlı iki noktadan saldırır:

''Engels, [kavramların ve onlara karşılık gelen nesneler arasındaki] etkileşmenin en canlı ve özlü momentinden bir kez olsun söz etmiyor, ki o da şu: Tarihsel süreçte özne ile nesne arasında oluşan diyalektik ilişki. Engels böyle bir ilişkiden söz etmiyor, kaldı ki onu yöntemsel bir bakışın içine oturtsun! Nedir ki diyalektik ilişki bu rolü oynamadıkça, diyalektik yöntem de (…) devrimci olmaktan çıkar.11

''Yöntemin toplum-tarihsel gerçeklikle sınırlı tutulması çok önemlidir. Engels’in diyalektiği yorumlama biçiminden kaynaklanan yanlış anlamalar aslında Engels’in –Hegel’in verdiği yanlış örneğe dayanarak–  diyalektik yöntemi doğa bilgisine de genelleştirmeye kalkışmasından ileri geliyor. Çünkü diyalektiğin asıl belirleyicileri şunlardır: Özne ile nesne arası karşılıklı etkileşme, teori ile pratiğin birliği, kategorilerin düşüncede uğradığı değişmelerin kök-nedeni olarak onların temelindeki tözde, yani gerçeklikle meydana gelen tarihsel değişmeler. [Bunlar doğada yoktur.]''12

Bu iki eleştiri arasındaki bağ şudur. Lukács, Engels’in özne-nesne diyalektiğine yeterince önem atfetmediğini söylemektedir, ancak Anti-Dühring’den bu sonucu çıkartmanın tek yolu kitabın içindekiler kısmına bakıp orada “Özne ve Nesne” diye bir başlık görmemekle yetinmek olabilir. Lukács bunu yapmış olamayacağına göre, çıkartmamız gereken sonuç, Engels’in özne-nesne diyalektiğini özgürlük-zorunluluk diyalektiği içinde ele almasından rahatsız olduğudur. Bu rahatsızlığının kaynağında ikinci eleştiri vardır. Lukács diyalektik yöntemi toplum ve tarihle, yani öznelerin karşılıklı etkileşimlerinden ibaret olduğunu düşündüğü alanla sınırlamaya, böylelikle maddi gerçekliğin özneye dayattığı zorunluluk biçimlerinin önemli bir bölümünden kurtulmaya çalışmaktadır. Ne var ki, insanı özneye dönüştüren şey onun varoluşsal eylemi olan emektir ve emek, içinde bulunduğu üretim ilişkilerinden bağımsız olarak doğayı dönüştürmek için uygulanır. Dolayısıyla, özne-nesne diyalektiğinden asıl vazgeçiş diyalektik yöntemi toplum ve tarihle sınırlamakla olur; zira en temel özne-nesne ilişkisi olan insan-doğa ilişkisi kapsam dışında tutulduğunda, düşünce, herkesin iyi kötü özne potansiyeli taşıdığı bir hayali evrene sıkıştırılmış ve özne-nesne diyalektiği de hangi öznenin hangi özneye nasıl nesne muamelesi yapabileceğine dair politik bir cendereye alınmış olur. Tekrara düşmek pahasına söyleyelim ki bu, siyasetin özgürleştirilmesi değil, onun son tahlilde maddi üretim ilişkilerinin üzerinde yükseldiğinin reddidir; dolayısıyla Marksizmden de, diyalektik materyalizmden de köklü bir vazgeçiştir.

İlginç olan şu ki, Lukács kitabın yaklaşık 50 yıl sonra yapılan bir yeniden basımına yazdığı önsözde şu ana kadar altını çizdiğimiz hemen her şeyi bir özeleştiri çerçevesinde kabul eder:

''Burada en göze çarpan özellik, Tarih ve Sınıf Bilinci’nin marksizmin tarihsel bağlamı içinde yer alan bir eğilimi -yazarın öznel niyetlerinin tersine- nesnel olarak temsil etmesidir. Bu eğilimin, gerek felsefi kökenleri gerekse siyasal sonuçları açısından pek çok farklılıklar göstermesine rağmen, özünde ortak bir noktası var: [Marksizan ontolojinin tam temeline vurmaları.] Kısacası şu eğilimi kast ediyorum: Marksizmi yalnızca bir toplum kuramı, toplumsal bir felsefe olarak görüp bu kuramın ya da felsefenin doğaya karşı aldığı tutumu görmezlikten gelme ya da red etme eğilimi. Daha 1. Dünya Savaşı'ndan önce bile birbirinden ayrı yönlerdeki Max Adler ve Lunaçarski gibi marksistler de bu çizgiyi savunuyorlardı. Bugünlerde bu akımın bir kez daha, özellikle Fransız varoluşçuluğu ve onun entelektüel ortamı içinde –herhalde bir bakıma Tarih ve Sınıf Bilinci’nin etkisiyle olacak– ortaya çıktığını görüyoruz.13 Benim kitabım bu sorunlar karşısında çok belirgin bir tavır takınmaktadır. Kitabın pek çok yerinde, doğanın toplumsal bir kategori olduğu ileri sürülmekte ve içindeki kavramlama sistemi, felsefe açısından ancak topluma ve toplumun içinde yaşayan insanlara özgü bilginin önemli olduğunu göstermeye çalışmaktadır.

''[D]ikkatli bir inceleme bu [eğilimin temsilcilerinin] bir dizi ortak yönünü ortaya çıkartır. Bir yanda, burjuva ve sosyalist dünya görüşleri arasındaki gerçek radikal ayrımı yaratanın doğanın materyalist kavranışı olduğunu göstermek mümkündür. Bunun kavranmasındaki başarısızlık felsefi tartışmayı bulandırır ve mesela Marksist praksis kavramının net biçimde derinleştirilmesini imkânsız kılar. Diğer yanda, toplumsal kategorilere yönelik metodolojinin geliştirilmesi gibi görünen bu şey bu kategorilerin gerçek epistemolojik işlevlerini çarpıtır. Bu kategorilerin spesifik Marksist nitelikleri zayıflar ve bilinçdışı biçimde onların burjuva düşüncesinin üzerine yürüyüşleri geri çekilir.14

''(...)Benim kitabımda bu sapma, orada belirttiğim ekonomik görüşleri doğrudan etkilemiş ve ekonomi sorununun doğal olarak odak noktasını oluşturduğu için de zihinlerin kökünden bulanmasına yol açmıştır. Gerçi orada bütün ideolojik fenomenler onların ekonomideki temellerine dayanılarak açıklanmaya çalışılıyor; ama ekonomi, burada ekonominin temel marksist kategorisi –yani toplum ile doğa arasındaki metabolizma sürecine aracılık eden çalışma– hesaba katılmadığı için dar bir çerçevede tutulmuş oluyor. Ancak bu da buradaki temel yaklaşımın doğal sonucudur. Böyle olunca marksist dünya görüşünün gerçekteki en önemli direkleri kayboluyor ve marksizmden, en radikal biçimiyle varılacak devrimci sonuçları çıkarma girişimi asıl ekonomik temel ve nedenlerinden yoksun kalıyor.(...) Sonuç olarak gerek kapitalizmin çelişkileri gerekse proletaryanın devrimcileşmesi konusundaki açıklamalar farkında olmadan öznelliği ağır basan bir havaya bürünüyor.''15

Uzun alıntının, içeriğinin konuya dair önemi gerekçesiyle bağışlanacağını umuyorum. Lukács’ın özeleştirisi, detaylılık düzeyi açısından şaşırtıcıdır. Ama asıl şaşırtıcı olan, bu kapsamlı özeleştiriden bir sayfa sonra tekrar Engels’in tezlerindeki “teorik eksiklikten” bahsetmeye başlaması ve Engels’in “praksis alanının gelişme sürecinde işçilerin çalışmasının oluşturduğu faaliyet alanına nazaran daha karmaşık ve dolayımlı hale geldiğini göz ardı ettiğini” iddia etmesi.

Böylelikle mesele bir “güreşe doymama” hali alıyor ve Lukács örneğinin bize daha fazla fayda sağlamayacağı noktaya ulaşıyoruz. Not edelim ve geçelim, salt Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadeleleri eserine yazdığı ve Alman Sosyaldemokrat Partisi’nin yayın organı Vörwarts’ta alçakça izinsiz sansürlenerek yayınlanan giriş yazısı16 dahi, Engels’in praksisin üretken emekten daha karmaşık ve dolayımlı olduğunu gayet iyi kavradığının göstergesidir.

Artık örneklerden genele ulaşma çabamıza başlayabiliriz.

Lukács’ın bizzat Lunaçarskiy’in ismini anması işimizi kolaylaştırıyor, zira diğer kimi örneklerden farklı olarak bu iki isim, Engels’e yönelik ilgili eleştirilerini getirdiklerinde bir sapma içindeydiler ancak amaçları antikomünizm değildi. Öyleyse bu iki örnek üzerinden, komünist hareket adına genelleştirilebilecek bir eğilimden söz edebilir miyiz (Lukács edebileceğimizi düşünüyor) ve böylesi bir eğilim, neden Engels’le sorun yaşıyor?

Meselenin özünde bir yenilgi dönemi sendromu olduğunu düşünüyorum. Yenilgi yılları sadece Lenin’in benzetmesiyle devrimci hareketi eğiten bir okul değildir, aynı zamanda Lunaçarskiy ve Lukács’ta örneğini gördüğümüz türden sapmaların boy atabileceği bereketli bir toprak sağlar. Zira yenilgi yıllarında teori ve ideolojinin eylemde sınanması zorlaştığı için devrimci düşüncenin doğruluk ve yanlışlığının test edilmesi de zorlaşır ve kâğıt üzerinde sapma kolaylaşır. Ayrıca yenilginin ardından “neden yenildik?” sorusunun sorulması gayet meşru olduğu için, bu sapmalar sıklıkla özeleştiri kisvesine bürünür.

Ancak burada konumuz açısından önemli olan, öznenin politik anlamda görece hareketsiz kalması zorunlu hale geldiğinde, bu zorunluluğun etrafından kâğıt üzerinde dolaşılma çabasıdır. Lunaçarskiy 1905 devriminin yenilgisinin ardından, belli ki diyalektik materyalizmin felsefi anlamda Çarlık coğrafyasının gerici karanlığına karşı yoksul, cahil emekçi kitlelerinde tutunmasından umudu kestiği için işçi sınıfının kendi tanrısını (dolayısıyla dinini) inşa etmeye koyulmuştur. Lukács, 1919 ilkbaharında kurulan ve 133 gün yaşayan Macaristan Sovyet Cumhuriyeti'nin yıkılmasının ardından kaçtığı Viyana'da yayınladığı Tarih ve Sınıf Bilinci’nde17 daha incelikli biçimde ancak aynı yönde, tarih ve sınıf bilincini neredeyse işçi sınıfının alnında açılacak üçüncü bir göze dönüştürmüştür. Ortak özellikleri proletaryada, harekete geçmesi durumunda tüm maddi zorunlulukları aşacak, muazzam ve metafizik bir politik potansiyel olduğunu düşünmeleridir. Bu, Leninizmin, devrimci durumda, işçi sınıfının o ana dek politik anlamda hareketsiz, hatta belki burjuvazinin görece gerici ideolojilerinin etkisi altında olan kesimlerini de bir ölçüde kapsayacak kendiliğinden bir patlama beklentisinden farklıdır. Leninizmin bu patlamaya yön verme iddiasının (hatta bir ölçüde patlama beklentisinin de) arka planında Parti’nin işçi sınıfına devrimci olmayan yıllar boyunca sistematik biçimde ektiği bilinç tohumlarına ve onun içindeki örgütlülüğüne güven vardır. Buna karşın Lunaçarskiy’in hayalindeki parti, Weitling’in bireysel peygamberlik hayallerine benzer bir biçimde, işçi sınıfının içinde gezinen, ona ajitatif bir retorikle kurtuluş öğretisini tebliğ edip ayaklanmaya çağıran münevver bir keşişler tarikatını andırmaktadır. Lukács’ta ise Parti ve onun işçi sınıfına dışarıdan bilinç taşınma biçimindeki öncü rolü toptan yoktur.18       

Bu savrukluğun sonuçlarını ve Engels’in teorik ve felsefi titizliğinin değerini aşağıda inceleyeceğiz. Ancak bir not düşmekte fayda var. Engels’in tüm bu saldırılara vesile olan Anti-Dühring’i de benzer bir duruma karşı yazılmıştı. Eugen Dühring’in düşüncelerinin Alman Sosyaldemokrat Partisi’nde bir sapmaya zemin teşkil edecek ölçüde yaygınlaşması 1870’lerin ilk yarısında gerçekleşir. Bu yıllar da komünist hareket açısından ağır bir gerileme dönemidir. Paris Komünü yenilmiş, Birinci Enternasyonal bölünmüş ve dağılmıştır. Dühring’in bu ortamda yaygınlaşan düşüncelerinde ise maddenin toplumsal hareket yasaları yani ekonomi politik konusunda çok geri, devrimci olmayan ve bilimsel hatalarla dolu bu kavrayışın üzerine, öznenin yetkesinin abartıldığı (örneğin sosyalizmde dinin toptan yasaklanacağını iddia eden19) bir siyasi iddia bindirilmiştir. Engels’in kitabının tam ismi bu yüzden “Bay Eugen Dühring’in Bilimi Altüst Edişi”dir; bu yazıda ele aldığımız tartışmaların tamamına vesile olan polemik, daha işin başında, bir kısmı safsata niteliğinde olan bilimdışı düşüncelerin abartılı politik iddialarla komünist hareket içerisinde kendisine alan açmasını engellemek için yazılmıştır.

Sonuç

Engels’in sosyalizmi bilimselleştirme ve onun yöntemi olarak diyalektik ve tarihsel materyalizmi yetkinleştirme yönündeki titiz çabasının amacı komünist hareketi kısıtlayacak bir takım modernist şablonlar oluşturmak değil; onu bilimsel zemine oturtacak, karşı karşıya olduğu zorunlulukların bilincine varmasını sağlayacak, dolayısıyla eylemini de özgürleştirecek bir teorik gelişkinlik kazandırmaktı. Zaten teorinin komünist harekete bundan başka bir temel faydası olacağını düşünmek teori fetişizmidir. Ne var ki bunun tersi, yani teorinin önemsenmemesi ise daima madde ve onun hareket yasalarına dair bilginin önemsenmemesiyle sonuçlanır ve bu savrukluk özgürleştirmez, yalnızca revizyonizm ve oportünizme kapı açar.

Tek bir örnekle yetineceğim ve konumuz açısından geri kalan tümünü açıklayacağını düşünüyorum.

Sosyalizm tarihindeki en incelikli, en keskin revizyon ekollerinden biri Frankfurt Okulu’dur. Lukács bu ekolün doğrudan üyesi değildir ama bilhassa Tarih ve Sınıf Bilinci bu ekolün başlıca düşünsel kaynaklarından birisidir. Ekolün önde gelen temsilcilerinden Adorno 1966’da, yani Lukács’ın özeleştirel diyebileceğimiz ancak ana fikri “Marksizme zarar verme niyetinde değildim” olan 1967 tarihli önsözünden bir yıl önce, Negatif Diyalektik’i yayınlar. Burada “kırk yıldan uzun bir süre önce Lukâcs’ı önemli kitabı Tarih ve Sınıf Bilinci’nin şeyleşme üzerine bölümü nedeniyle küfürle suçlayan gaddar ve ilkel parti görevlilerinin, Lukács’ın kavrayışındaki idealizmin kokusunu almış olmaları gayet ironiktir” demektedir.20 Lukács bir yıl sonra bizzat “o yıllarda iki paralel eğilimde yol alıyordum, bir yanda Marksizmi benimsemek ve siyasal etkinlik, öte yanda salt idealist düzeydeki ahlak sorunlarına durmadan yoğunlaşmak” şeklinde yazacak ve kendisini “yüreğinde iki ruhu birden barındıran Faust’a” benzetecektir21 ama artık iş işten geçmiştir. Zira Lukacs’ın becerikli savrukluğunun üzerine çoktan antikomünizm inşa edilmiştir. Önce diyalektik materyalizmin felsefi kopuşu yalanlanır ve Marksizm, bilhassa Engels’in katkılarıyla, Alman idealizminin bir uzantısı, onun otoriter eğilimlerini taşıyan (dolayısıyla Nazizmle akraba olan) bir ideolojiye indirgenir:

''Kant’a göre akıldan yola çıkarak eylemek olan özgürlük de yasaya tabidir, özgür eylemler de “kuralları takip eder”. Kant sonrası felsefe de işte bundan yola çıkarak özgürlüğe tahammül edilemez bir ipotek koymuş, yasasız özgürlüğün özgürlük olmadığını; özgürlüğün ancak yasayla özdeşleşme aracılığıyla tesis edildiğini savunmuştur. Alman idealizminin mirası olan bu sava Engels’in el koyması hiç beklenmedik siyasal sonuçlara yol açmıştır: yanlış uzlaşmanın teorik kökeni işte budur.''22  

Ve devamında bunun aslında materyalizm değil, maddeyi mutlaklaştıran bir çeşit saldırgan, ödünsüz idealizm olduğu savlanır:

''Ateist Hegelciler [olan] Marx ve Engels’te dahi esas mesele, tarihin tanrılaştırılmasıdır. Ekonominin önceliğinin, mutlu sonun tarihe içkinliğini tarihsel bir titizlik ve katılıkla tesis edeceği beklenir; ekonomik süreç siyasi tahakküm ilişkilerini üretir ve onları ekonominin baskısından mecburi özgürleşme noktasına gelene kadar sürekli kökten değiştirir. Bu doktrinin ödünsüzlüğünün bilhassa Engels’te siyasi bir veçhesi vardır. Engels ve Marx devrimin tahakkümün oyun kurallarında, siyasi biçiminde bir değişim şeklinde değil, bir bütün teşkil eden toplumun ekonomik ilişkilerinde, toplumun özkorunumunun en temel tabakasında gerçekleşmesini amaçlamaktaydı (...) Ütopyanın gerçekleşmesini arzulayan ütopya düşmanlarıydı onlar.''23

Buraya gelen yolun en azından bir bölümü, Lukács’ın iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir.

Küçük burjuva ilericilerinin maddenin sınırlarını yok sayma eğilimi, kâğıt üzerinde bir devrimcilik faaliyeti olarak, bilhassa o sınırlar kendilerini en acımasız biçimde dayattığında çekicilik kazanır. Ancak Leninizmin en önemli derslerinden biri, iradecilik ve kendiliğindenciliğin ortak özelliklerinin siyasi etkisizlik olduğudur.24 Nitekim, burada ele aldığımıza benzer sorunlar karşısında Lenin sözünü hiç sakınmamaktadır:

''Demek, fikirlerin baskılanması gibi yüksek perdeden lafazanlıklar teorik düşüncenin gelişmesi konusunda bir kayıtsızlığı, bir iradesizliği örtbas etmektedir (…) Şu dillere destan eleştiri özgürlüğü, bir teorinin yerine başka bir teorinin geçebilmesi demek değil, her türlü bütünlüklü, önceden düşünülüp taşınılmış teoriden özgürleşme demektir, eklektizm ve ilkesizlik demektir.''25   

Ve devamında Lenin, argümanlarını Engels’ten (bizim bağlama uygun biçimde kısaltacağımız) uzun bir alıntıyla desteklemektedir:

''(…) kendini giderek daha fazla teorik sorunlara adamak, geleneksel, eski dünya görüşünden kaynaklanan etkilerden ve söylemlerden giderek daha fazla kurtarmak, sosyalizmin bir bilim olduğu günden itibaren bir bilim gibi yaklaşılmayı, yani sürekli olarak incelenmeyi talep ettiğini her zaman göz önünde bulundurmak, bu savaşın getirdiği yükümlülüklerdir. Bu yolla berraklaşacak bilincin işçi kitleleri içinde içtenlikle benimsenerek yaygınlaştırılması, parti örgütlenmesini de sendika örgütlenmesini de daha sıkı kenetlemesi kaçınılmazdır. Eğer Alman işçileri bu yolda ilerlerse (…) ağır sınavlar ve büyük olaylar onlardan daha büyük bir atılım, kararlılık ve enerji talep ettiğinde, hazır ve nazır bulunacaklardır.''26    

Engels’in ayakları maddeye basan ve böylelikle hareketi, maddenin sınırları kadar o sınırların nasıl değişeceği konusunda yönlendiren bir teoride, bu teorinin bir mücadele silahı olarak geliştirilmesindeki titizliği ve ısrarı, Engels ile Leninizm arasındaki en önemli bağlardan biridir. Lenin’in eserleri bu bağa dair referanslarla doludur. Bu bilimsellik ısrarı, asla bir “tutukluk” ya da “öznenin öznelliğinin budanması” değildir. Aksine bu, bilme ve bilmeyle özgürleşme çabasıdır. Bu sayede devrimci olmayan dönemlerde sınırların ne kadar dar olduğunu bilmek boğucu gelebilir; ancak aynı bilgi olmadan devrimci dönemde sınırların ne denli genişlediğini görebilmek mümkün değildir ki bu, devrimin gerçekleştirilebilmesi için yaşamsaldır. Birinciden kaçan, ikincisini yapacak teorik silahlarla donanamaz. Lenin’in “devrimci teori olmadan devrimci hareket olmaz” sözünün27 bağlamı budur.

Maddenin sınırlarını hiçe sayan teorik savrukluklar ise, ne denli çekici, cesur ya da cin fikirli görünürse görünsün etkisizlikle ve sapmalarla sonuçlanır. Düşüncenin esareti asıl budur ve tarih, bir devrimci durum karşısında kendi teorilerindeki bozukluklar yüzünden akamete uğrayan devrimci hareketlerin trajedileriyle doludur.

Burjuvazinin gerçekliğin bilgisini, bu bilgiye ulaşma yöntemlerini ve kaynaklarını acımasızca tahrip ettiği, kitleleri sahte ışıkların parlaklığıyla kör edip karanlığa mahkûm ettiği bu çürüme çağında; gerçeğin bilgisine ulaşmamızı sağlayacak devrimci teoriye kelimenin tam anlamıyla varoluşsal bir ihtiyacımız var. Engels, bu bağlamda, hepimizin öğretmeni ve yoldaşıdır.

Büyük üstadın varlığının iki yüzyılı doldurmuş olmasına saygıyla.

Nevzat Evrim Önal / SOL

  • 1.Friedrich Engels, Anti-Dühring, Marx & Engels Collected Works (MECW) içinde, Çev. Emile Burns, elektronik baskı, Londra: Lawrence & Wishart, 2010. C.25, s.8-9.
  • 2.Karl Marx ve Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], 5. Baskı, Çev. Sevim Belli, Ankara: Sol Yayınları, 2004, s.38, dipnot. “Farelerin kemirici eleştirisine terk edilen” elyazmasında bu pasajın üzerinin çizili olması Marx ve Engels’in böyle düşünmediği, (ya da bu yazıda ele alacağımız revizyonizm girişimlerinin iddia ettiği gibi Engels’in böyle düşündüğü ama Marx’ın böyle düşünmediği) anlamına gelmez. Marksizm asla toplumun hareket yasalarını doğa yasalarıymış, yani bilinçsiz maddenin hareket yasalarıymış gibi ele alacak bir kaba materyalizm yoluna girmemiştir. Öte yandan, doğanın işleyişi ile toplumun işleyişinin diyalektik olarak birbirini koşulladığına yönelik yalnızca Engels’in değil aynı zamanda Marx’ın, sadece erken dönem metinlerinden değil tüm eserlerinden, bilhassa da en olgun eseri olan Kapital’den yapılabilecek onlarca alıntı mevcuttur.
  • 3.Nitekim, bu yazıda detaylarına girmeyeceğiz ancak, Engels’i diyalektik yöntemi doğaya uygulama çabasına karşı çıkanlar doğa bilimindeki ilerlemeler tarafından yanlışlandı ve 20. yüzyıl boyunca doğa bilimlerinde yaşanan neredeyse tüm büyük gelişmeler diyalektiğin yasalarının toplumsal ilişkilerle sınırlı olmadığını, öznenin olmadığı doğal etkileşimlerde de yürürlükte olduğunu gösterdi.
  • 4.Marx ve Engels, Alman İdeolojisi, s.46.
  • 5.Engels, Anti-Dühring, MECW, C.25, s.105-106.
  • 6.Marx ve Engels, MECW, C.28, s.329-399.
  • 7.V.I. Lenin, Materialism and Empirio-Criticism, Collected Works içinde, 4. Baskı, Çev. Abraham Fineberg, Moskova: Progress Publishers, 1977, C.14, s.239.
  • 8.Carl Wittke, The Utopian Communist: A Biography of Wilhelm Weitling, Nineteenth-Century Reformer. Baton Rouge: London State University Press, 1950, s.107-108.
  • 9.Shelia Fitzpatrick, The Commissariat of Enlightenment: Soviet Organization of Education and the Arts Under Lunacharsky, October 1917-1921. Cambridge: Cambridge University Press, 1970, s.4. Lunaçarskiy’in Din ve Sosyalizm eserine Türkçe veya İngilizce ulaşmak mümkün olmadığı için bu ikincil kaynağa başvuruyorum; yazarı Fitzpatrick’in kariyerini antisovyetizm üzerinden yapmış bir tarihçi olmasında ise bir sakınca görmüyorum. Lunaçarskiy’in Fitzpatrick’ten aldığı övgüler ile Lenin’in eleştirilerini karşı karşıya koyduğumuzda, ortaya çıkan tabloda bir tutarsızlık görünmüyor.
  • 10.György Lukács, Tarih ve Sınıf Bilinci, Çev. Yılmaz Öner, İstanbul: Belge Yayınları, 2006, s.47.
  • 11.A.g.e., s.56.
  • 12..g.e., s.57, dipnot. Köşeli parantez içerisindeki kısım önemli ancak çeviride bulunmuyor, düzeltme için kullanılan kaynak Georg Lukacs, History & Class Consciousness, https://www.marxists.org/archive/lukacs/works/history (Erişim tarihi 19.11.2020).
  • 13.Varoluşçuluk ile bu yazıda ele aldığımız “öznenin ayaklarını yerden kesme çabası” arasındaki akrabalığa Lukács’ın 1967’de işaret etmesi ilginç. Bu konu yazının sınırlarını aşıyor ama varoluşçuluğun özgürlük-zorunluluk diyalektiği çerçevesinde güçlü bir eleştirisi, bu felsefi akımın bir kez daha güçlenmeye başladığı günümüzde çok önem taşıyor.
  • 14.Bu paragraf ilginç bir biçimde, bütün olarak kullanılan Türkçe çeviride yer almıyor ancak metnin düşünsel bütünlüğü açısından önemli. Kullanılan kaynak Georg Lukacs, “Preface to the New Edition, 1967”, https://www.marxists.org/archive/lukacs/works/history/lukacs67.htm (Erişim tarihi 19.11.2020).
  • 15.Lukács, Tarih ve Sınıf Bilinci, s.15-17.
  • 16.Konumuzla alakası sınırlı olsa da bu vaka, Alman sosyal demokrasisinin Kemal Okuyan’ın Devrimin Gölgesinde (İstanbul: Yazılama Yayınları, 2019) eserinde detaylı biçimde ele aldığı ihanetinin hayli uzun bir revizyonist kuluçka döneminden geçtiğini gösterme açısından önemlidir. Üstelik ilginç biçimde revizyonizm bu örnekte de (bu kez kanlı canlı haliyle) Engels’e çatmak zorunda kalmıştır (üstat adeta bir revizyonist paratoneridir). Meselenin detaylarını merak edenler için: Karl Marx, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850 içinde “Friedrich Engels’in 1895 baskısı için yazdığı Giriş”, Çev. Erkin Özalp, İstanbul: Yazılama Yayınları, 2009, s.127-149.
  • 17.Not edilmesi gereken bir diğer nokta da Lukács’ın bu eseri yalnızca Macaristan Sovyet Cumhuriyeti'nin yıkılmasının ardından değil, aynı zamanda komünist harekette 3. Enternasyonal ve Sovyet Rusya’nın etkisinin yarattığı tekleşme basıncına karşı çıkan bir muhalefetin parçası olarak yazmış olduğudur. Lukács, Tarih ve Sınıf Bilinci, s.14.
  • 18.Tarih ve Sınıf Bilinci’ndeki (Lukács’ın 1967’de yazdığı önsözde de değindiği) bu eksiklik belli ki sorun yaratıyor zira Lukács kitabın yayınlanmasından hemen bir yıl sonra Lenin’in Düşüncesi’ni yazıyor ve kendi metafizik sınıf bilinci kavrayışını Lenin’in düşüncesiyle uzlaştırma çabasıyla işçi sınıfının öncü partisinin “proletaryanın sınıf bilincinin gözle görülür cisimleşmesi” olduğunu söylüyor. György Lukács, Lenin’in Düşüncesi – Devrimin Güncelliği, 2. Baskı, Çev. Ragıp Zarakolu, İstanbul: Belge Yayınları, 1998, s.28.
  • 19.Engels, Anti-Dühring, MECW, C.25, s.300-302.
  • 20.Theodor W. Adorno, Negatif Diyalektik, Çev. Şeyda Öztürk, İstanbul: Metis Yayınları, 2016, s.178.
  • 21.Lukács, Tarih ve Sınıf Bilinci, s.9.
  • 22.Adorno, Negatif Diyalektik, s.227.
  • 23.A.g.e., s.292.
  • 24.Ne Yapmalı bu konuda pasajlarla doludur ama bilhassa çarpıcı olan, ekonomizm ile terörizmin birbirine eşitlendiği bölümdür. V.I. Lenin, Ne Yapmalı?, Çev. Barış Zeren, İstanbul: Yazılama Yayınları, 2018, s.82-85.
  • 25.A.g.e., s.31-32.
  • 26.Engels’ten akt. Lenin, a.g.e., s.35-36.
  • 27.Lenin, a.g.e., s.32.
                                                                  ***


(III)- 'Engels’in marksizmi' diye bir şey mi var? - (Anıl Çınar / SOL-Gelenek)

Marx ve Engels’i (az ya da çok) ayrı tutma çabası bugüne kadar komünizme ve ‘marksizm’ dediğimiz şeye hep zarar verdi.

Bir teknoloji müzesindeyim, diyordum kendi kendime; hiçbir karanlık yanı yok bunun, belki biraz donuk, ama zararsız bir ölüler ülkesi. Müzeleri bilirsin, La Jaconde’un bugüne dek hiç kimseyi yuttuğu görülmemiştir. Watt’ın makinesiyse beni hiç yutmazdı; olsa olsa Ossiancı ve neo-gotik soyluları korkutabilir o.

Umberto Eco, Foucault Sarkacı

Anahtarı olmadan Filozofların Gül Bahçesi’ne girmeye çalışan kişi, ayakları olmadan yürümeye kalkan birine benzer.1

Michael Maier, 1618

Friedrich Engels merkezi bir figür; yalnız anti-marksist ve anti-komünistlerin değil, marksizme içeriden müdahale etmeye çalışan teorisyenlerin de ortaklaştığı bir simge isim.

Anti-Engels yazını farklı sorunlarla ilgileniyormuş gibi gözükse de aslen tek bir enerji kaynağından beslenir: Marx ve Engels’in ayrılıkları.

Ayrılık fikri birkaç temel tartışma başlığı üzerinden canlandırılır: Marx ve Engels’in farklı marksizm kavrayışlarına ya da dünyagörüşlerine sahip oldukları hatta Marx’a bu anlamda bir marksist denemeyeceği, bu sözcüğün ve ifade ettiklerinin sorumlusunun Engels olduğu tezi diğer tartışma başlıklarını belirler.

Engels’ten Lenin’e ve genel olarak Sovyet marksizmine uzanan bir karşı hat belirlendiğinde bu hattı Marx ile topa tutabilirsiniz. Marx’ı tartışmaya gerek bile yoktur, karşı hat yarıldığında “Marx cephesi” de kendiliğinden düşecektir. Anti-marksizmin ve anti-komünizmin bu basit stratejisinin başarısız olduğunu söyleyemeyiz. Derin ya da sığ pek çok teorik ürün ortaya çıktı ve çıkmaya devam ediyor; fakat asıl başarı marksizmin içerisinden yazanların basınç altına alınabilmesindeydi.

Bunun toplam sonucu hakkında net olmalıyız: Marx ve Engels’i (az ya da çok) ayrı tutma çabası bugüne kadar komünizme ve ‘marksizm’ dediğimiz şeye hep zarar verdi. Bu çabayı marksizme hakimiyetinden şüphe etmeyeceğiniz kalemlerin satır aralarından okudunuz bazen, ve aslında tam da bu ‘doğrudan ilan edilmeyiş’in kendisi çok daha yıkıcı etkilere neden oluyordu. Fikir alanında dönen mücadelelerin ilginç yönü şuydu: ince ayrıntılar, muğlak alanlar, “gri bölgeler” bazen her şeyi belirliyordu. Teori söz konusu olduğundaysa bu tamamen böyleydi.

“Öyle mi, o zaman biz de Marx ve Engels’in her başlıkta nasıl aynı düşündüğünü tek tek gösterelim olsun bitsin” demek kolay çözüm.

Marx ve Engels’in her başlıkta tamamen aynı düşündüğünü ileri süren var mıdır bilmiyoruz ama böyle bir ortaklıktan bahsetmiyoruz. “Tamamen aynı düşünmek”, bundan ne anlamalıyız? Aslında, ikiliyi “marksizmin kurucuları” sıfatıyla anmamızı sağlayan ortaklığın anlamına daha yakından bakmak zorundayız: Buna teoride ve mücadelede yoldaşlık diyebiliriz.

İkili, 1840’ların ilk yarısında felsefi geçmişlerinden kopuşlarının, yeni bir dünyagörüşüne adım atışlarının kritik anlarında bir araya gelebilmiş, fikirde ve eylemde yoldaşça üretimi mümkün kılacak bir ortaklığı yaratabilmiştir. Bu ortaklık hakkında kendilerini her seferinde açıkça ifade eden Marx ve Engels’de, olmayan bir ayrılığın izlerini, gizemli bir “kibarlığın” etkilerini aramak bu büyük karakterleri açıkça küçümsemek anlamına da gelir.

Farklı başlıklarda birlikte çalışma yürütüp, aynı başlıklara farklı açılardan bakabilen bu iki devrimcinin farklılıkları, zenginliklerinin diğer adı ve ortaklıklarının temel yaratıcı unsurudur. Bunu yalnızca birbirlerine açıkça kefil oldukları, birbirlerini onayladıklarını açıkça dile getirdikleri yazılı ürünlerden değil; mücadelelerinin amacı ve genel doğrultusuyla bu ürünler arasındaki uyumdan da görebiliyoruz. Yani “ürünler” derken, yalnızca teorik yazından ve mektuplaşmalardan bahsetmediğimiz açık olmalı: İkilinin Komünist Birlik ve Enternasyonal’de gerçekleştirdikleri sonraki kuşağın komünist partisinin ayağını bastığı asıl zemindi.

Peki bunlar Engels’i günah keçisi yapanlar tarafından bilinmiyor mu? İkilinin yazdığı her şeyin okunduğu, en azından bu açıdan “bilindiği” kuşku götürmez. Sorun nedir o halde? Sorun tam da ince ayrıntılarda, muğlak bölgelerde, gri alanlardadır.

İnce ayrıntılar bir teorisyen için karşı konulmaz bir cazibeye sahiptir; çünkü “Yeni”, ilk bakışta fark edilemeyen, ancak bakış açısının değiştirilmesiyle görülebilecek bu ayrıntılar üzerinde çalışarak yaratılabilir. Teorisyen, doğası gereği yeni olanı zorlar, keşfedilmemiş alanları keşfe çıkar, görülmemiş olanı görmek ve sistemleştirmek ister; geçmiş teorik birikime de bu motivasyonla yaklaşır. Bunun bir yerinde hakikate ulaşma, her şeyi bilme isteği de mevcuttur. (Althusser bu motivasyon için “kavramın şiddeti”2 gibi bir deyiş bile bulmuştur)

Asıl cazip ve aynı zamanda riskli olan boyut, geçmiş karakterlerle kurulan ilişkinin nasıl tarifleneceğidir. Teorisyen, kafasındaki “yeni”nin temel unsurlarının işaret ettiğince, geçmiş karakterlerden kendini ayrıştırmak ya da onlarla olan bağını vurgulamak ister. Kopmak istediği geçmiş ya da hesaplaşmak istediği mevzilerin gücü ne kadar yüksekse, “kopuş etkisi” de o kadar yüksek olur. Aslında sürecin gelişiminin en önemli halkası döneme damga vuran (en geniş anlamıyla da olsa) siyasal konumlanışlardır. Bunu başka bir açıdan daha görmek mümkündür: Yine çoğu zaman olduğu gibi, zaman geçtikçe ve öncelikler değiştikçe, “kopan” teorisyen koptuğu düzleme daha sempatiyle bakar. Bunu örneğin Lukács’ta görmek kolaydır.

“Engels’in marksizmi” hikayesinde de “teorisyenin hinliği” böyle bir rol oynadı. Bu açıkça yanlış bir pozisyondu. Lukács içinse açık bir sorumsuzluk örneğiydi. Fakat mesele Lukács ile başlayıp bitmiyordu. Batı marksizminin en önemli isimleri, Althusser bile, Engels’e en azından bir kere uğrama ihtiyacı hissetti. Sanki Engels bir marksist teorisyenin, kendisinin pozitivist olmadığını, Hegel’den koptuğunu ya da ne kadar iyi bir teorisyen olduğunu ispat etmek için uğraması gerektiği bir vaftiz aşamasıydı.

Peki marksizm ne zamandan beri böyle rahatça hareket edilebilecek bir şeydi oldu? Akademinin ilgi alanından dışarı çıkmayan başlıklardan bahsetmiyoruz. Alınan her pozisyonun amaçları, sonuçları ve pozisyonu alan kişinin karakteriyle birlikte yarattığı politik girdaptan bahsediyoruz. Marksizm denilen şey kimsenin tekelinde değil ama marksizm bu girdaptan beslenirken; bu anlamda bilinçli müdahalelerle, “proje”lerle gelişirken; bilinçli bir tercihin ürünü olarak belli bir rotaya yöneltilirken “Marksizm”in kendisi de bir mücadele konusu haline gelir. Marx ve Engels’in, Lenin’in teorik müdahalelerini başka türlü nasıl değerlendirebiliriz? Bunun tersi de geçerlidir: radikal teorik müdahalelerin sonuçlarının ne olabileceği üzerine bazen iki kere düşünmek gerekir.

Aslında Engels’i günah keçisi ilan etmenin bir tür âdete dönüşmesi, kendini bu hinliğe bulaştıran her ciddi teorisyen için bir tuzak anlamına da geliyordu. Komünizm düşmanları bu tarz bir üretimi sıkılmadan yapabilmek konusunda belli bir üne sahiptiler; yani onların seslerinin sürekli çıkması daha kapsamlı bir stratejik hesabın ürünüydü. Öte yandan, tek nefes kaynağı Engels hikayesi olan bir teorisyeni kim ciddiye alabilirdi ki? Hiçbir ciddi teorisyen kendi “Yeni”sini safi eleştiri üzerine kuramaz. Bu Hegel ve Marx için de; Sartre, Lukács (ya da Althusser) için de geçerlidir. Esasında, Engels hikayesinin ömrünü uzatan dinamik daha derinlerde işlemeye devam ediyordu: ayrıntılar önemliydi.

Engels etrafında dönüp duran tartışmanın ayrıntılarına yakından bakıldığında ısrarla iki ana temayla karşılaşırız: İlki, kültür ile doğa arasındaki ilişkinin formülasyonu sorunu, Lukács’tan Sartre’a Frankfurt Okulu’dan bugünün bilişselcilerine dek uzanan bir geçmişe sahiptir. İkinci tema ise tek bir isimden ibaret: Hegel, biraz zorlarsanız Proudhon’dan Dühring’e, Lenin’in polemik yürüttüğü yeni-kantçılardan bugünün yapay zeka ve sinirbilim uzmanlarına dek uzanır.

Bu iki tema nasıl oluyor da birbirleriyle ilişkili olabiliyor?

Engels’in Dühring sorunu vesilesiyle girmek zorunda olduğu “marksist doğa felsefesi” kimi zaman sadece Engels’in kimi zaman ise bütün bir marksist geleneğin büyük zaafı olarak görüldü. Engels’in Anti-Dühring olarak bilinen çalışmasının Marx ile net bir uyumun sonucu olarak yazıldığı açık. Ama Marx ve Engels’in ayrılığına oynayanlar başka bir açıdan daha yaklaşma olanağına sahiptiler.

Lukács ve diğerlerinin Engels’e karşı pozisyon alırken savunduğu temel itiraz kabaca şu şekildedir: Toplumsal pratiğin (ya da kültürün) bütününden ve bunun damgasını taşıyan kavrayış biçimlerimizden bağımsız, bunun dışında bir doğa tahayyül etmek mümkün değildir. “Doğa” kavramının kendisi bile toplumsal olanın penceresinden bakılarak yaratılmıştır. Doğayı felsefi olarak incelemeye başlayan karakterin doğada aradığı şey kaçınılmaz olarak etik, teorik, kültürel bir etkinin izlerini taşıyacaktır. Burada bir tür “ufuk problemi” mevcuttur. Bunun ötesini zorlayan girişimler indirgemeciliğe ya da bir tür pozitivizme meyleder. Bu çerçeveden bakıldığında ortaya (bir ikiliğe dönüşmesi kaçınılmaz olan) bir tür kültür-doğa karşılaşması çıkar.

Bu argümanda doğruluk payı olmadığı söylenemez. Aslında Lukács, daha sonrasında kendisine getirilecek “Kant’a meyletme” yakıştırmasına karşı savunmasız da değildir (öyleki kültür denilen şeyin etrafına çizilecek çizginin ötesini bir tür kendinde-şey olarak tarif etmek zor değil). Lukács dünyaya at gözlüğüyle bakıyor değildi elbette: doğabilimleri denilen özel branşların, bu branşların bilgisel ürünlerinin toplum açısından nasıl bir işleve sahip olduğunun ve bu özel alanlarda gerçekleştirilenin bir tür bilimsel pratik anlamına geldiğinin farkındaydı. Esasında Lukács Tarih ve Sınıf Bilinci çalışmasında İkinci Enternasyonal geleneğinin kuramsal zeminine karşı argüman geliştirirken ve alternatif üretirken marksizmin teorik katkıcılarına dair belli bir pozisyon almakta ve Engels’e bu pozisyonun üzerinden itiraz etmekteydi (Tarih ve Sınıf Bilinci’ndeki sınıf kavrayışı da aldığı pozisyonun sonuçlarından bir diğeridir).

Ancak Engels de dünyaya at gözlüğüyle bakmıyordu. Engels Anti-Dühring’in önsözünde, yaptığı şeyin diyalektiğin yasalarını doğaya doğru inşa etmek değil, bu yasaları doğanın içinde keşfetmek, doğanın kendisinden geliştirmek olduğunu dile getirir.3 Engels burada Hegel’in iyi bir öğrencisidir: Bilim, önsel varsayımların üzerine inşa edilebilecek, eldeki malzemeye dışarıdan şema dayatarak gerçekleştirilebilecek bir şey değildir. Bilim kendi varsayımlarını açıklayan bir gelişme sistematiğine sahip olmalıdır ve bu sistematik içerisinde “diyalektik” de kendisine yer edinir. Bilim bu anlamda dairesel olmaktan kaçınamaz. Orada her şey olup bitmiştir ve hiçbir şey sabit değildir. Bilimin asıl esprisini başında ya da sonunda değil, bütünün kendisi dairesel olarak gerçekleşirken anlayabilirsiniz. Kâr, faiz ve rantı anladığınızda artı-değerin ne anlama geldiğini de anlarsınız ve tam tersi: artı-değerin ortaya çıktığı dönemeci anlamadan kârın oluşumunu da anlayamazsınız. Sermaye kendisini oluşturan dinamikleri yeniden üretir: kendi kendisinin yaratıcısıdır. Burada gizemli bir yan yoktur. Engels de “diyalektiğin yasaları”ndan ancak “en genel yasalar” olarak bahseder. Bu anlamda her yere uygulanabilecek bir hazır şema olmadığının gayet farkındadır.

Bu en genel yasaların sadece insanın düşünme sistematiğine özgü olduğu, doğada mevcut olamayacağı argümanı felsefede eski ve önemli bir tartışmadır. Halbuki Hegel’in müdahalesi biraz da bu ikiliğin başka bir boyuta taşınarak çözüme kavuşturulma çabası değil midir? Hegel’in kendisi de bir doğa felsefesi yazmıştır. Doğayı diyalektiğin yasalarına göre incelememiş ama doğayı bütünlüğü içerisinde kavrarken diyalektiğe bir yer vermiştir. Daha da önemlisi Hegel’in felsefesi doğayı, daha doğrusu doğabilimlerinden süzülüp gelen bilgiyi incelemekten kaçınmamıştır.

Hegel’in geldiği gelenekteki “sistem yaratma” beklentisinin önemini kimse yadsıyamaz ve bu anlamda bu geleneğin (Alman idealizmi) önemli üyelerinin her alanda yazmaktan çekinmedikleri de göze çarpar. Aslında burada başka, tam da felsefeyi felsefe yapan bir yön söz konusudur: Felsefe, bilgiden ve bilginin sonuçlarından kaçınamaz. Bu doğrultuda, her şeyi kavramaya ve sistematik hale getirmeye çalışır.

Peki marksizm bir felsefe olmaktan kaçınabilir mi? Başka bir formülasyonla ifade edersek, marksizm bir doğa kavrayışına sahip olamaz mı?

Bu noktada, Lukács’ın itirazındaki soruyu yeniden biçimlendirmek zorundayız. Engels, doğayı marksist teorinin bir konusu yaparken, kültürel ya da toplumsal olanın dışında bir yerde konumlandırmamaktadır. Böyle bir ikilik mevcut değildir. Ama doğa, toplumsal-kültürel olanın içerisinde bir alan olarak ele alınabilir. Engels’in dışarıdan gibi gözüken yaklaşımı esasında sadece ilk bakışta öyle gözükmektedir. Engels, o tarihsel dönemeçte doğayla ilgili olarak ileri sürülen düşüncelerle (Dühring) hesaplaşmanın bir aşaması olarak doğanın kendine özgü dünyasına girmiş ve söz söylemiştir. Bu her zaman risklidir; fakat burada radikal bir adım atmalı ve şunu söylemeliyiz: bu riskin tam da kendisi bir olanaktır.

Bunun ne anlama geldiğine açıklık kazandırabilmek için öncelikle teorinin felsefe ve dünyagörüşünden ayrıldığı noktalara açıklık kazandırmalıyız.

Engels’in felsefi temalara temas eden yazılarının ağırlıklı bölümünü, sanıldığının aksine, Alman idealizminin her şeyi felsefeleştiren (her sorunu düşünce düzleminde çözme eğiliminden uzaklaşamayan) geleneğine karşıtlık oluşturmaz. Dikkatli bakıldığında İngiliz deneyciliğinin ve pozitivizmin yarattığı tehlikenin daha büyük alanı işgal ettiği görülebilir. Engels yeni bilimsel gelişmeler sonucunda yeniden türeyen felsefi amatörlüklere karşı şerbetlidir.

Bu, felsefeye her zaman belli bir yer olduğu anlamına gelmektedir. Marx ve Engels, felsefenin ölmeyeceği gibi felsefede hiçbir şeyin de tamamen ölmeyeceğini biliyorlardı. Çünkü her tarihsel dönem bu dönemlere özgü yeni bilgilerin nasıl anlamlandırması gerektiğiyle ilgili felsefi pencereyi hep açık tutar. Ama burada gerçekleşen daha çok eski felsefi pozisyonların ve sorunların yeni bir kurgu ve güncellemeyle tekrar ama yenilenmiş biçimde gündeme getirilmesidir. Her felsefi pozisyon (Althusser’in deyimiyle) başka pozisyonlara karşı işgal edilirken, “filozof” onlarda kendisi için değerli olanı almasını da bilir. Bu anlamda “Hegel akademisyenleri”nin (başka önemli filozoflarda da olduğu gibi) Hegel’de hep başka bir yönü görmelerinin, Hegel’i başka filozoflara olan mesafesiyle (Kant, Fichte, Platon, Descartes) ölçmelerinin sonu gelmez; çünkü büyük filozofların esprisi biraz da bu içerip aşma sürecinin karmaşıklığında ve zenginliğindedir. Ama yine de ciddi bir yaklaşım felsefede belli bir gelişmenin olduğunu da teyit eder. Aslında bu gelişim tam olarak felsefenin içinde değildir, daha çok felsefe ile dünyagörüşü arasındaki açıklıktan türer.

Marksizmin teoriden beklentilerini (burada teoriyi felsefeden ve dünyagörüşünden ayırmak mümkün) felsefeninkilerden farklı kaygılar şekillendirir. Kabaca söylecek olursak, marksist teori için felsefe (hatta teorinin kendisi de kendi için) işlevsel bir yana sahiptir. Felsefe (hegelci anlamıyla) çağının fikirlerinin sistemleştirilmiş halidir ve her daim sonradan gelir. Felsefede, “olması gereken”e ve (dar anlamıyla) siyasete yer yoktur, olamaz. Teori ise siyasal kaygılar olmadan yapamaz; ama teori felsefe olmadan da yapamaz. Çünkü toplumsal pratiğinin içerisinde belli şeyleri düşünen ve anlamlandırmaya çalışan, bunun ürünü olan düşüncelerini (farkında olsun ya da olmasın) kendi dünyagörüşünün bir yerine iliştiren kişi, yine farkında olsun ya da olmasın, felsefenin ilgilendiği sorulara yanıtlar vermiş olur. İşte bu anlamda kişinin, siyasetçinin, biliminsanının kendiliğinden felsefesinden bahsetmek mümkündür.

Bu ayrımlar neden önemlidir? Çünkü felsefeye sadece siyasetle ya da bilimle (doğabilimlerinin içinden) yanıt vermeniz mümkün değildir. “Sadece bilimle yanıt verme” pratiğinin kendisi daha o anda belli bir felsefi pozisyona yerleşmiştir bile. Bu Dühring ve Bogdanov için olduğu gibi, Darwin, Dawkins, Heisenberg, Damasio hatta Elon Musk için de geçerlidir (Einstein için konuşacak olursak, dünyagörüşü ile temas ettiği felsefi pozisyonlar arasındaki uyuşmazlık hemen fark edilebilir).

Bu her biliminsanının ya da siyasetçinin yetkin bir filozof olması gerektiği anlamına elbette gelmiyor. Ancak teori kendi hedeflerini (hatta kullanım süresini) tam da buna göre belirliyor. Engels’in Anti-Dühring’in önsözünde ve mektuplarında dile getirdiklerinden marksizmin teoriye yaklaşımı hakkında dersler çıkarmak mümkün: Dühring bir problem, yani “Dühring” haline gelene kadar Engels bırakalım kitap yazmayı polemik kaleme almayı bile gerekli görmemiştir. Lenin, Ampriyokritisizm çalışmasını Bogdanov ve diğerlerinin düşüncelerinin sırf ne kadar ahmakça olduklarını gösterebilmek için yazmamıştır. Daha iddialı olana yer vermek istersek, Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi ikilinin sadece kendi düşüncelerini berraklaştırmak için yazdıkları bir eserden ibaret değildir. Felsefe’nin Sefaleti’nde karşılarında sosyalizmin içinden konuşan, ciddi ve etkili bir Proudhon vardır. Bogdanov, Rus sosyal demokrasisinin önemli ve etkili bir figürüdür ve marksizmin içerisinden konuşmaktadır. Dühring, adı marksizmle anılan bir partinin yayınlarında serbestçe anti-marksist düşüncelerini dile getirebilmekte, kendine yandaş toplayabilmekte ve bunu yapabildiğini göstermesiyle bile (Partinin geleceği açısından önemli olduğu sonrasında anlaşılacak) bir mesaj vermektedir.

Karakterler her defasında belli bir siyasal konumu işgal etmekte, o konumdan (kendiliğinden veya amatörce olsa bile) belli bir felsefi zemine ayaklarını basarak ideolojik mücadele yürütmektedirler. İşte teori tam da burada devreye girer: Marksizm teoriyi, o teoriyi pratik olarak gerçekleştiren kişi ya da kişilerin (ya da partinin) durduğu pozisyondan yapılacak müdahaleler olarak kavrar. Burada hasımla, içine girdiği teorik bataklıkta kavga etmek bir zorunluluktur. Teori, ayrıntılarda nasıl ve ne kadar durması gerektiğinin sınırlarını kontrol edebilir ancak o ayrıntılara girmekten kaçınamaz.

İşte Engels’in Anti-Dühring’de “Dühring’in adımlarını takip ediyorum” derken, Lenin’in Ampriyokritisizm’de hasımlarının ilişkilendiği felsefi ekolleri ve bilimsel gelişmeleri derinlemesine çözümlerken, Marx’ın Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin İlkeleri’ndeki pasajlarını tek tek yorumlarken gerçekleştirdiği pratik, felsefe değil her zaman siyasal bir renge sahip olan, kuramsal pratiğe gömülü bir teoridir. Bu açıdan, evet: doğa felsefesinin sınırları içerisinde dolaşmak, diyalektiğin yasalarını orada göstermek amacıyla bile olsa risklidir, parlak ya da yanlış sonuçlar üretebilir; ancak gereklidir. Dolayısıyla, Lenin’in “Engels’i tekrar etmeliyiz”4 derken vurguyu nerede yoğunlaştırdığına daha dikkatli bakmak gerekiyor: Lenin’in öğüdü doğayı tekrar ve tekrar bir teori konusu haline getirmeyi değil, Engels’in doğa hakkında yazma pratiğinin gereksinimlerini kavramayı ve bu gereksinimlerin asla yok olmayacağını bilerek hareket etmeyi işaret eder.

Başa dönecek olursak… Engels’i Marx’tan ayırarak hegelcilikle ya da pozitivizmle bulaşık olarak değerlendirmeden önce, ustanın teorik müdahalelerinin doğasına daha çok kafa yorulması gerekiyor. Buradaki müdahalenin arkaplanı sanılandan farklıdır: Engels, doğabilimlerine yüksek bir paye vermek derdine değildir; bugünkü kelimelerle ifade edecek olursak, ideolojiden azade bir pratik sergilenemeyeceğinin (bu bir sayfa yazı yazmak bile olabilir), bilimsel branşlardan süzülüp gelen bilginin buna bağışık olamayacağının, felsefenin de burada kendini sürekli yeniden ürettiğinin farkında olduğu için İngiliz deneyciliğine ve pozitivizme karşı felsefenin büyüklerine (başta Hegel’in mirası olmak üzere) daha çok yer vermiştir.

Peki Hegel’in bu tartışmalardaki yeri tam olarak ne oluyor?

Felsefede tamamen öldürülebilecek pozisyonlar yoktur demiştik. Buna tek başına bir figür olarak Hegel’i de dahil etmek sanırım mümkün. Ama yalnızca felsefi sebeplerden değil. Hegel, ‘Marx’tan önce’ olduğu için de bu böyle. Hegel kaçınılmaz bir başvuru kaynağı, tutulan pozisyonların en önemli referansı… Hegel (ve diğer büyük filozoflar) için “farklı yönlerinin ön plana çıkması kaçınılmaz” da demiştik. Felsefede bu anlamda aşılamaz ya da bazı unsurları devşirilemez (içerilip aşılamaz) bir sistem yoktur (Hegel’in kendisi de bunu kendinden öncekilere yapar). Ama Hegel’e dair bakılması gereken yere bakılamadığı, ısrarla sistemini “çekirdeğine” bağlayan bağlara kafa yorulduğu için Marx’ın hamlesinin tam olarak nerede filizlendiğinin farkına varılması da güçleşiyor.

Ünlü 11. Tez’den bahsediyoruz. 11. Tez, kuramsal pratiği gerçekleştiren teorisyenin karakteri ile kuramsal pratiğin ürünlerini birbirine bağlayan asıl bağlantı noktasıdır.

Burada iki karakter ve bir kavramda cisimleşen bir farklılık söz konusu: Hegel ile Marx’ın karakterlerinin ve bu karakterlerin aldıkları risklerin arasındaki fark.

Bu meselede en çok tartışılan metin Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin İlkeleri’dir. Tartışma nedense hep Hegel’in mevcut düzenin savunusunu yapıp yapmadığına doğru çekiştirilmiştir. Halbuki ayrıntı başka bir yerdedir: Hegel’in felsefeye biçtiği rolde ve dolayısıyla bir filozof olarak karakterindedir. İşte tam da bu karakterin kendisi geriye dönük (ya da dairesel) bir biçimde “Hegel’in yöntemi” olarak tartışılan şeye sızar (buradan bir dünyagörüşü çıkar). Hegel’in felsefi pratiği (bilim) ile bu pratiğin genel esasları (yöntemi?) arasında ilginç bir gerilim varlığını korur. Bu gerilim Hegel’e özgü bir risk üretir.

Ne anlatmak istiyoruz?

Aslında, tartışmayı “Hegel’in yöntemi” olarak adlandırılan şeyde odaklamak, tehlikeli değilse bile sonuçları itibariyle verimsizdir. Çünkü asıl soru başka bir yerdedir. Hegel’in bilimsel pratiği (felsefe), “Minerva’nın baykuşu” deyiminde olduğu gibi, hep sonradan gelir. Felsefeden çağının ötesine dair bilgi vermesini beklemek felsefenin doğasını anlamamaktır. Hegel Hukuk Felsefesi’nin İlkeleri’nde elbette kendi dönemini çözümler, olması gereken devleti ya da “etikyaşamı” anlatamaz. Nihai ürüne bakıldığında çatışmaları, krizleri ve uyumluluklarıyla bütün haline gelmiş bir resim görülür (bu perspektiften bakıldığında Kapital de benzer bir yöne sahiptir). Bunu başarıyla gerçekleştirebilmek, yani bilimsel eserin konu edindiği şeyi kendi kendisinin ürünü olarak gösterebilecek bir aşamaya erişebilmek için başlangıçta en soyut, somutlukla en az lekelenmiş, geliştirmeye en uygun öncülden başlamak ve onu bir daireye ulaşana dek adım adım geliştirmek gerekecektir. Peki o ilk öncül neye göre belirlenir? Bu ancak uzun bir önsel incelemenin ürünü olarak ortaya çıkar.

Halbuki Hegel burada tuhaf bir riskin ürünü olarak tuhaf bir yanlışla yola koyulur. “Mülkiyet” kategorisi, arkaplanındaki ayrımların potansiyelleri atlanarak geliştirilmeye devam edilir. Marx’ın metayı başlangıç noktası alması ve değerin ikili yönünü, bunun potansiyel sonuçlarını Kapital’in başında uzun uzun anlatması tam da Hegel’in atladığı noktayı işaret eder. İşin aslı Hegel ekonomipolitiğin önemini atlıyor değildir; bu Hegel’i hafife almak anlamına gelirdi. Ya da Hegel neyi başlangıç noktası alacağını ve nasıl geliştireceğini elbette herkesten iyi biliyor ve gerçekleştiriyordu (farklı eserlerinin farklı şekillerde sahiplenilmesinde bunun da payı olduğunu düşünmek gerekir). Öte yandan, sorunu kolayca Hegel’in dönemine, dönemin tarihsel gelişmemişliğine yüklememiz de mümkün olamaz. Hegel, sonrasında “kapitalizm” denilecek şeyin dinamiklerini az çok gözlemleyebileceği bir dönemin düşünürüdür. Bu dönemde, iyi bakıldığında, “ekonomik kriz” denilen şeyin varlığını hiç değilse sezmek de mümkündü. Üstelik yaşamın farklı alanlarından farklı bilgilere alabildiğine açık ve meraklı bir filozof olarak Hegel İngiliz ekonomipolitikçilerini de pekala biliyordu.

Sorun başka yerdedir: Hegel filozof karakterinin yani dünyagörüşünün bir sonucu da olarak tam da kaçınmakla övündüğü tuzağa düşmektedir (Hegel de Kant’ta gördüğü ikilikleri farklı bir boyuta taşıyarak çözmemiş midir?). Hegel’de kategoriler soyuttan somuta doğru geliştirilirken tuhaf bir hızla ilerlenir. Marx bir yerlerde “Hegel hep olumlu olan yanına odaklanıyor” derken aslında onun içerip-aşma ve spekülatif felsefede radikal bir zorlamayla ilerleme eğilimine işaret etmektedir. Hegel’in kategorileri soyut haliyle az çok devşirildiğinde sonuna dek zorlanır. Hegel adeta bu kategorilerin varacağı yeri iple çekiyor gibidir ve bunu da yazıya mistik bir biçimde aktarıyordur.

Şurası açık olmalı: Kategorilerin hareketi olmadan Kapital de yazılamazdı. Ancak kategorilerin harekete kavuşturulması ile bu hareketin kategorileri mistik bir biçimde türetmesi aynı şey değildir. Değildir ama birincisiyle ikincisi arasında kaçınılması zor bir gerilimin her daim mevcut olduğu da göz ardı edilemez. Birincisi ikincisini her daim çağırma eğilimindedir. İşte bu gerilimin kendisi Hegel’e özgü riski üretir: Bu risk Hegel’in kendisini, iki suratlı tanrı Janus gibi, aynı anda hem yeterince hegelci olmayan hem de tam bir hegelci yapan tuzağın yaratıcısıdır. Bu tuzağın beslendiği enerji kaynağı felsefeye biçilen rolde, filozofun kendisini nasıl konumlandırdığındadır. Filozof geleceğe dair öngörüde bulunamaz ve felsefe de böylesi öngörülerden arınmış olması sayesinde felsefedir. Ama belki de sorun bununla yetinilmesindedir.

11. Tez bu sorunu farklı bir boyuta taşıyarak çözer. Sıkça söylendiği gibi, bu sorun felsefenin içinde değil felsefenin de bir parçası olduğu başka bir boyutun içerisinde çözülebilir. Marx’ın devrimci karakteri, teoriye biçtiği rol, kendi kuramsal pratiğini dünyagörüşünün genel ürünleri içerisinde konumlandırma tarzı bu farklı boyutun nasıl bir şey olduğunu bize anlatır. Bu boyutun iç gerilimleri tam da boyutun kendisini yeniden üretir, bir diğer tabirle kendi varlık koşullarını yaratır. Marx’ın ve Engels’in riski, bu anlamda Hegel’inkinden farklı olarak, bir olanaktır. İkili, teoriye biçtikleri rolün sonucu olarak risk alır bu riskin kontrollü sonuçları ile hem Marksizmi bir dünyagörüşü olarak biçimlendirir hem de sonraki risklerinin varlık sebebini yeniden üretir (Burada “hakikat aşkı” da bir anlamda tersyüz edilmiştir).

Bunun sonuçlarına gelmeden önce, 11. Tez ile Marx’ı Engels’ten ayırdığı düşünülen kültür-doğa ikiliği temasının nasıl bağlantılandığına yer vermeliyiz. Batı marksizminde Lukács’tan (ve Frankfurt okulunun çeşitli temsilcilerinden) sonra bu temayı hümanizm (ve felsefede özne kategorisi) üzerinden zorlayan merkezi karakter Sartre’dır. Sartre ’50 ve ’60’lı yılların siyasal atmosferinin de bir parçası olarak Diyalektik Aklın Eleştirisi’ni yazdığında ikiliği tekrar tartışma konusu haline getirmiş, Engels’i de itirazının temel öğesi yapmıştır;5 karşı mevziinde “Sovyet marksizmi” vardır; itirazının temelinde Engels’in “Doğanın Diyalektiği” notları bulunur. Tezleri ise “diyalektiğin yasalarının doğaya uygulanamayacağı” temel argümanı etrafında şekillenir.

Böylece, insanın düşünme sistematiği ile “doğa” arasındaki ilişki üzerine kurulan kadim felsefi sorun, kültür-doğa ikiliği ve öznenin buradaki yeri üzerinden canlı tutulmuş oluyordu. Nasıl Hegel Kant’ın ikiliğini, yani bir çıkmaza saplanmış diyalektiğini farklı bir boyuta taşıyarak çözmüş, daha doğrusu yeniden kurgulamışsa Lukács, Sartre ve ardılları da ‘materyalizm-diyalektik-tarih-toplum-özne’ silsilesinden türeyen sorunları kendilerince farklı boyutlara taşımaya çalışarak çözmeyi denemişlerdir. Bunlar giderek batı marksizminin tuhaflıkları haline gelmiş ancak daha sonrasında işler çığırından çıkmış, çözüm çabaları olarak gözüken müdahaleler açıkça postmodernizmin gösterisine dönüşmüştür.

Žižek de bugün bu sorulara kapsamlı bir yanıt verme çabasındaki isimlerden birisidir. Žižek diyalektik materyalizmi yeniden canlandırmak ama bu sefer Sartre’daki haliyle bir tür ikiliğin içine itilmiş, ufuksuz kalmış özneyi de unutmamak derdindedir. Žižek hem kültür-doğa ikiliğini hem de özneyi farklı bir perspektife6 taşıyarak birlikte çözmek (ya da yeniden kurgulamak) ister.7 Žižek’in teorik çabasında Engels’e olumlu bir rol düşmektedir; ancak bu sefer de sorun 11. Tez’dedir. Ayrıntılar teorisyenin peşini bırakmaz; “Hegel’e dönüş” bu yeni teorik çabanın merkezi programı olurken, teorisyen de kendini Hegel’in riski dediğimiz şeye bulaşmaktan kurtaramaz.

Yani “zaman geriye çekilip düşünme zamanıdır” diyen Žižek yanılmaktadır. Üstelik Žižek bugünün sinirbilimcilerinin ya da yapay zeka uzmanlarının kendiliğinden felsefesine karşı en yaratıcı eleştirileri geliştiren birkaç kişiden biridir. Bu doğrultuda Engels’in Anti-Dühring’deki, Lenin’in Ampriyokritisizm’deki pratiğini sahiplenir ve kendisinin de bir benzerinin peşinde olduğunu açıkça dile getirir.8 Halbuki Žižek bu pratiği bir tür kuramsal pratik olarak ele alamaz, bundan kaçınır ya da zaten kendi pozisyonu gereği buraya ilerleyemez.9

Žižek bir görüşmesinde10 açıkça (şaka ya da kışkırtma amacıyla olmadığı açık bir biçimde) “bugün yapılması gerekenin Marx’ın 11. Tezi’ni reddetmek olduğunu” dile getirir ve Marx’tan Hegel’e dönülmesi gerektiğini savunur. Esasında, bunun dolaylı sonuçlarını tam da Žižek’in pratiğinde gözlemlemek mümkün değil midir? Söz gelimi, Žižek’in pratiğinde şakanın, kışkırtmanın ve örneklemenin özel bir anlamı ve misyonu olduğu açıktır (ve bu kendi başına kötü bir şey değildir). Hatta Žižek, kendi dile getirdiği şekliyle, biraz da bu şakalar sayesinde yaptığı işle arasına mesafe koyabilmekte ve dolayısıyla sürekliliğini sağlayabilmektedir. Halbuki Lukács’ın Engels’e karşı aldığı pozisyondaki sorumsuz yanın bir benzeri Žižek için de söz konusu değil midir? Hegel’e (ve Lacan’a) iltimas geçerken Marx’ı ve Engels’i yer yer kasıtlı bir biçimde karikatürize ettiğinde (bunun misliyle fazlasını Sovyetler Birliği için yaptığında) tuhaflıklarından yakındığı batı marksizminin karakteristik bir üyesi gibi hareket etmiş olmuyor mudur?

Burada ‘Hegel’in riski’nin bir başka haliyle karşılaşıyoruz. Teorinin gerekliliği ile “teoriye geri dönme” arasındaki farkı anlayamayacak durumda mıyız? Žižek belki de bu yüzden komünizmden bahsettiğinde felsefenin ötesine taşmak ve geleceğe dair söz söylemekten çekinirken, dolayısıyla bir yandan felsefenin ötesindeki eylemin katastrofik sonuçlarından sıyrılmaya çalışırken; öte yandan, geçmiş adımların bir tür ilk katastrofiden ibaret olduğunu dile getirmek durumunda kalıyor. “Önce yanıl”11 mottosu bir yandan Sovyetler Birliği’ni bir tür büyük ilk “olumsuz yanılgı” haline getirebilirken, Žižek’in güncel politikadaki tuhaf konumlanışlarını bir tür ilk “olumlu yanılgı” haline de dönüştürebiliyor.

Tüm bu ayrıntıların ne gibi bir önemi olabilir ki?

Tekrar başa dönersek… Aslında ayrıntıların ömrü tükenmediği, teorisyen bu gibi ayrıntılara ve ayrımlara özel bir önem verdiği, kavga biraz da bu ayrıntılarda döndüğü için bugün hala “Engels’in marksizmi” diye bir şeyi tartışıyoruz. Her siyasal-toplumsal dönemeç, sınıf mücadelelerinin açtığı alanın (Hegel’in “Aklın hinliği” diyebileceği bir etkinin) ürünü olarak belli karakterlere konuşma imkanı tanıyor. Bu imkanı “teorisyenin hinliğine” dönüştürmek de bir tercih…

Yalnız unutulmamalı: Marx ve Engels’in ürünleri marksizm denilen şeyi yarattı. Burada Engels’e düşen rol, Engels’in çabaları olmasaydı Alman sosyal demokrasisinde marksizmi, kimin nereden öğrenebileceği çok tartışmalıdır. Lenin Ampriyokritisizm’i (1909) yazmadan önce Rus sosyal demokrasisinde yeni-kantçılığın ya da mahçılığın eleştirisi halihazırda verilmiş durumdadır. Lenin’i, Plehanov ve Axelrod’un 1908 yılındaki yazılarının üzerine tatminsiz bırakan şeyin ne olduğunu Ampriyokritisizm’in bir teori olarak kendisine konu aldığı başlıklarda görmek mümkündür. Lenin doğrudan doğabilimleri alanına girmiş, doğabilimlerindeki en son gelişmelerin bir siyasal sapmanın bileşeni olarak ortaya çıkan felsefi akımlarla eklemlenme noktalarını incelikle çözümlemiştir. Riskse risktir. Marx’ın ve Engels’in aldığı türden bir risktir. Ve Engels’in Anti-Dühring’i gibi Lenin’in Ampriyokritisizm’i de önüne koyduğu kriterler açısından başarılıdır. Bugün konuştuğumuz Marksizm, içeriği bir yana, tarihsel bir gerçeklik olarak mevcut ise bunda işte bu büyük eserlerin payı bulunmaktadır.

Nihayet, bu yazı da yer verdiği isimler ve üzerinde durduğu ayrıntılar ile bir bütün olarak açık bir mesaja evrilmiş oluyor. Marx’ın Gotha Programı’na düştüğü kenar notlarında dediği gibi:

Dixi et salvavi animam meam
Söyledim ve ruhumu kurtardım.

Anıl Çınar / SOL

  • 1.Umberto Eco, Foucault Sarkacı, Can Yay., 2020, s.35 ve 56.
  • 2.Althusser (biraz zorlama olsa da) bu motivasyon ile Nietzsche’nin “güç istenci” arasında benzerlik kurar. Louis Althusser, Philosophy and the Spontaneous Philosophy of the Scientists, Verso, 1990, s.251-252.
  • 3.Friedrich Engels, Anti-Dühring. Herr Eugen Dühring’s Revolution in Science, Progress Publishers, 1947.
  • 4.“Engels açıkça şöyle diyor: “doğa bilimleri alanında” (ve daha da önemlisi insanlık tarihinde) “çığır açan her buluşla, ma-teryalizm, biçimini değiştirmelidir” (Ludwig Feuerbach, s. 19, Almanca baskı).[87] Böylece, Engels’in materyalizminin “biçim”inin revizyonunun, onun doğal felsefi önermelerinin revizyonunun, “revizyonizm” terimindeki benimsenmiş an-lamla hiç bir ilgisi yoktur, tam tersine, bu, marksizmin temel bir gereğidir. Biz, mahçıları, böylesine bir revizyon yapmala-rından ötürü değil, materyalizmin yalnız biçimini eleştiriyorlarmış gibi görünerek onun özüne ihanet eden ve sorunla il¬gili olarak örneğin Engels’in “hareketsiz madde düşünüle¬mez” (Anti-Dühring, s. 50)[88] şeklindeki tartışma götürmez, son derece önemli önermelerine doğrudan, açık yüreklilikle, kesin olarak değinme konusunda en ufak bir çaba göstermek-sizin, gerici burjuva felsefesinin temel önermelerini benim¬seyen salt revizyonist aldatmacalarından Ötürü eleştiriyo¬ruz. Kendiliğinden anlaşılır ki, biz, modern fizik okullarından biri ile felsefi idealizmin yeniden doğuşu arasındaki ilişkile¬rinin incelenmesinde özgün fiziksel teorilerle uğraşma eğili¬minden uzağız. Biz, yalnızca bazı belirli önermelerden ve her¬kesçe bilinen bulgulardan çıkartılan bilgibilimsel sonuçlarla ilgileniyoruz. Bu bilgibilimsel sonuçlar o kadar zorlayıcıdırlar ki, birçok fizikçi daha şimdiden onları göz önünde tutuyor. Üstelik, gene daha şimdiden, fizikçiler arasında çeşitli eğilimler [sayfa 279] ve belirli okullar, bu temel üzerinde oluşmaya başlıyor. Bize düşen iş, bu akımların arasındaki ayrılıkların derinli¬ğini, ve bu akımların felsefenin temel eğilimleri ile ilişkile¬rini belirtmekten ibarettir.” Vladimir İlyiç Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm: Gerici bir felsefe üzerine notlar, Sol yay., 1993, s.279.
  • 5.Sartre’ın pozisyonu Fransız hegelci geleneğinin ilk isimlerinden Hyppolite’i arkasına alır. Ama tartışmaların döndüğü başlıklar hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde Lukács’ın gündeme getirdikleriyle paraleldir. Hatta Sartre ’61 yılının Aralık ayında gerçekleştirilen bir münazarada Fransız Komünist Partisi’nin önde gelen teorisyenlerinden Garaudy ile polemiğinde Garaudy tarafından “kantçı geleneği takip etmekle” eleştirilir.
  • 6.Bu perspektif farklılığı “parallax” deyiminde somutlanır. Parallax, Žižek’in temel kitap çalışmalarından birinin ismidir de aynı zamanda.
  • 7.Žižek, yazılarında “zihin-beden” ikiliği ve “öznenin oluşumu” sorununu ele alırken hem Sartre’ın felsefi kariyerinin bu temel problemine hem de bugünkü pozitivistlerin gizemci konumlanışlarına yanıt üretir. Fark edilebileceği gibi, bu ifadenin kendisi hemen Descartes, Spinoza ve Hegel’i savaş alanına çağırıyor. Žižek’in tüm yazılarına damga vuran bu karakterler yine tahmin edilebileceği gibi Lacan ile “mevzi”lendiriliyor.
  • 8.Slavoj Žižek, Absolute recoil: towards a new foundation of dialectical materialism, “Introduction: Certainly There Is a Bone Here”, Verso, 2014.
  • 9.Bu terimi Althusser’den biraz farklı anlamda kullanıyoruz ama şunu da belirtmek yerinde olur ki bir karakter olarak Žižek ile bir karakter olarak Althusser’in farkı Žižek’in bazı sorunları açısından açıklayıcıdır.
  • 10.Dr. Robert Eikmeyer ile görüşme: “ZIZ256 Reopening Hegel-Haus”, 27.08.2020, 05:20’den itibaren. http://zizekpodcast.com/2020/08/28/ziz256-reopening-hegel-haus-27-08-20…
  • 11.Samuel Beckett’a referansla: “Tekrar dene. Tekrar yanıl. Daha iyi yanıl.” Ya da Hegel’e referansla: “ilk” hep yanılgıdır, asıl bu ilksel yanılgının sonrasının geriye dönük olarak yarattığı etkiye, daha doğrusu bu mekanizmanın doğasına odaklanılmalı. Buradan gündelik pratiğe ya da siyaset alanına nasıl bu kadar rahatça sıçranılabildiği ayrı bir tartışma konusu.