30 Eylül 2018 Pazar

Adnan’ın paralı askerleri varsa, adaletin de gönüllü topçuları vardır! - Mine G. Kırıkkanat

“Dünya yalan, narkoz şirketten” başlıklı yazıma Fethullah Gülen’in İstanbul Çağlayan ve Adnan Oktar’ın Anadolu 2. Asliye Ceza mahkemelerinde açtıkları davalar, birkaç gün arayla Kasım 2013’te tebliğ edildi.

Yazı Cumhuriyet’te yayımlandığı için, davalara gazetenin avukatları Bülent Utku ve çabasını her zaman takdirle anacağım Abbas Yalçın bakıyordu. Aralık ayında Çağlayan’da başlayan dava iddianamesi, ifade verdiğim sırada bana “Fethullah Gülen’e hakaret edemezsiniz!” diye tepki gösteren Cumhuriyet savcısı Hacı Hasan Bölükbaşı tarafından hazırlanmıştı. 

Nereden nereye?

Hacı Hasan Bölükbaşı, Av. Bülent Utku’nun karşısına kendisinin de sanık olduğu Cumhuriyet davasında duruşma savcısı kimliğiyle çıkacak ve Utku’nun 2013’te beni Fethullah Gülen’e karşı savunmuş olması, 2017’deki kendi savunmasında önemli bir yer tutacaktı!

2 yıl 4 aya kadar hapis cezası istemiyle yargılandığım Gülen davası, 8 Nisan 2014’te beraatımla sonuçlandı. 

Çünkü arada 17/25 Aralık 2013 şokları yaşanmış, hükümet ile cemaat arasındaki köprüler atılmış ve mahkeme heyeti değişmişti.
Başka bir deyişle şansım yaver gitmişti! 

Ama Adnancı mafya aynı yazıdan aynı hapis cezası istemiyle yargılandığım Anadolu 2. Asliye Ceza’daki davaya asılıyordu. Çakma mehdinin avukatlarından Gülcan Karakaş; dava dosyasına 5 öğretim üyesinin “cezalandırılması caizdir” fetvasını içeren “hukuki mütalaa”larını eklemişti!
***

Normalde mahkeme talebiyle yazılması gereken bu mütalaaları Adnan Oktar’ın avukatı Gülcan Karakaş’ın isteği üzerine ve tabii ki “tamamenduygusal nedenlerle” yazan bu hukukçular: Dokuz Eylül Üniversitesi’nden Prof. Dr. Veli Özer Özbek, Marmara Üniversitesi’nden Prof. Dr. Caner Yenidünya ve Doç. Dr. İsa Döner, Çankaya Üniversitesi’nden Prof. Dr. Doğan Soyaslan, İstanbul Kültür Üniversitesi’nden Prof. Dr. Durmuş Tezcan’dı… 

Yeni açılan “hukuki mütalaa” cephesinin karşısına, az sayıda ama saygınlıklarıyla ağır topçular mevzilendi.

Çatı savunmamı gazetenin yılmaz savunucusu, aziz dostum Av. Fikret İlkiz üstlendi. Türkiye’nin iki büyük hukuk otoritesi, Prof. Dr. Duygun Yarsuvat ve Prof. Dr. Köksal Bayraktar hocalar da bilabedel mütalaa yazdılar. 

Ama düşman cephe harıl harıl beni hapsettirecek itham atlasını, dost cephe de beraat ettirecek savunma dosyasını hazırlarken davaya bakan mahkeme heyeti de değişmişti… 

Ekim 2014’teki 5’inci duruşmada sunduğumuz savunmamı takiben, davaya katılan yeni cumhuriyet savcısı beraatımı istedi! 

Kasım 2014’teki 6. duruşmada da yeni mahkeme başkanı beraatıma hükmetti!

***

Savunma dosyam ne kadar sağlam olursa olsun, nasıl bir beladan mucize eseri kurtulduğum, 4. duruşmaya kadar davaya bakan mahkeme başkanı Vahdettin Toklucu’cun şifresi kırılan ilk ByLock yazışmasını yapan FETÖ mensubu olup firar ettiği, 2016 yılında hakkında yakalama kararı çıkınca anlaşıldı.

Aynı süreçte mahkûmiyetimi isteyen cumhuriyet savcısı da HSK 2017 yaz kararnamesiyle görev yeri değiştirilenlerden oldu. 

Zaten aleyhimde mütalaa verenlerden Prof. Dr. Caner Yenidünya ve Doç. Dr. İsa Döner de FETÖ soruşturmalarına bağlı 672 No’lu KHK ile 2016 yılında Marmara Üniversitesi’nden ihraç edildiler… 

Adnancı avukatlar, bu kez duruşma sırasında “it sürüsü gibi avukatları var” diye fısıldadığım (!) gerekçesiyle yeni bir dava açtılar. Bu saçma sapan davada da yargılanıp dostlarım Elif Yıldız, Haluk Hepkon ve Ahmet Yavuz’un “Öyle bir fısıltı duymadık” diye yeminli tanıklıkları sayesinde beraat ettim! Beraat kararı veren mahkeme başkanını burada saygıyla anıyorum, çünkü Adnancı avukatların edepsizce saldırılarına maruz kaldı ve vakurla göğüs gerdi. 

Derken, Adnancı Av. Gülcan Karakaş’ın şikâyeti üzerine benim üslubuma hiç uymayan ve zaten atmadığım birkaç çakma tweet için Cumhuriyet savcısı Mustafa Lokman’ın düzenlediği iddianameyle Anadolu 26. Asliye Ceza Mahkemesi’nde açılan davadan da beraat ettim. 

Ancak arada, iki savcının ayrı ayrı iddianame düzenleyip Anadolu 2. Asliye Ceza’da birleştirilen bir davayı kaybedip para cezasına çarptırıldım. Bu davanın Cumhuriyet savcılarından Sıddık Ilgar, terfi etti. Ömer Solmaz ise 2016’da görevinden ihraç edildi.
***
“İt sürüsü” davası sırası ve sonrasında savunmamı Yaltı Hukuk Bürosu üstlenmişti. Can kardeşim Av. Dr. Başar Yaltı’yla adımı internet sitelerine veren Adnancılara karşı açtığımız davayı yerel mahkemede kazandık, istinaf bozdu. Temyiz ettiğimiz bozma kararı halen Yargıtay’da.

2017’de Adnan’ın gözde kediciklerinden Esra Saraçoğlu, avukatları Gülcan Karakaş ve Nihan Toklu aracılığıyla kendisine “motor” denilen bir tweet’i paylaştım diye dava etti. Manevi tazminat davasına bakan hâkime, bu yıl istinaf yolunu kapatacak kadar küçük, ama sanki tweet’i ben atmışım gerekçeli bir kararla para cezası verdi. 

Hâkime Elif Aydın Uzun’un 2016’da Ceyhan’da görev yaparken FETÖ’den tedbir altına alındığını, sonra aynı tarihte cumhuriyet savcısı olan eşiyle birlikte görevden uzaklaştırıldığını, bir süre sonra da göreve iade edildiğini öğrendik.

Adnancılara yönelik son operasyonda ortaya çıkan yeni verilere dayanarak bu davanın yeniden görülmesini talep aşamasındayız. 

Beş yıldan beri beni dava eden Adnan Oktar ve müritlerinin tamamı, avukatları da dahil şimdi tutuklu… 

Okumak zahmetine katlandığınız bu yazı dizisinde özetlediklerim, çok yakında çıkacak daha kapsamlı ve ayrıntılı bir kitabın nüvesini oluşturuyor. 


Eğer basındaki ve hukuktaki mücadelem, korkup sinen insanlara biraz cesaret aşılayabilir; doğruluğun kararlılıkla birleştiğinde yenilmez bir güç oluşturduğunu gösterebilirse, ne mutlu!

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Yerel seçimlere giderken sırası mı? - İLHAN CİHANER

Ülke gündemini yeniden ağırlıklı olarak seçim eksenli tartışmalar işgal etmeye başladı. İktidardaki yeni-MC koalisyonu, Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimi sonrası, ittifaklarının sona erdiğini açıklamalarına rağmen, birlikteliklerini yerel seçimlerde de sürdürme kararı aldılar. Tartışmalar ağırlıklı olarak son seçimdeki oy oranları ve “herkesten oy alabilecek aday bulma” üzerinde yürüyor. Genel siyasetsizlik hali bu seçim sürecinde de devam ediyor. Nasıl bir yerel yönetim politikası izleneceği ve geçmiş yönetimlere dair bir muhasebe yok ortada. Muhalefet tarafında defalarca denenmiş olan, siyaseti “karşı mahalleye seslenme ve sadece bir halkla ilişkiler” meselesi olarak gören yaklaşım devam ediyor.

Tam burada bir parantez açarak, tartışmayı doğru zemine çekmenin, özellikle CHP’deki ve genel olarak AKP’den kurtulmak isteyen kesimlerdeki zorluğuna değinmek istiyorum. 24 Haziran seçimlerinin sonucu ve sürecin yönetilmesindeki  fahiş hataların yarattığı umutsuzluk, kriz iklimi, iktidarın OHAL’i süreklileştirmesi ve siyasal özgürlüklerin alabildiğine boğulması gibi etkenler yılgınlığa yol açmış durumda. Doğru bir söz bile küfürle en iyi ihtimalle alayla karşılanıyor. Üstelik bu yaklaşım parti politikalarını belirleme olanağı olmayan ve baştan beri doğru yönde çaba gösterenlere de uygulanıyor çoklukla.

Anlaşılabilir bir durum. Anlaşılmaz olan ise, eldeki olanakları en optimum kullanmak zorunda olan karar vericilerin, bu duruma dair bir şeyler yapmak yerine, her zamanki siyasetsizlik, hamaset ve gerçeklikten kopuk davranmaları. CHP özelinde ise tabanın, parti içi eleştiri ve tartışmalara dair tahammülsüzlüğü bu dönemlerde tavan yapıyor. “Tam da seçim öncesi sırası mı?” şeklinde özetlenebilecek bu yaklaşım partiye egemen olan kliklerin, “yönetme ve haklı tepkileri bastırma enstrümanı” haline geliyor. Bu tepkilere rağmen doğruların dillendirilmesinden vazgeçilmemesi gerekir diyerek parantezi kapatıyorum. (Ben bu çabamı CHP özelinde bu köşeyi çok meşgul etmeden sürdürmeye çalışacağım.)

İçine girdiğimiz yerel yönetim seçimi sürecinin özgün durumları var. En önemlisi kriz iklimi. İktidarın da kabul etmek zorunda kaldığı daralma, hatta stagflasyon döneminde belediyelerin önemi daha da artacaktır. Belediye hizmetlerinin fiyatlandırılması, sosyal yardımlar, kreş ve yurt gibi olanaklar halkla doğru ve direkt ilişki kurulmasını sağlayabilecektir.

Öte yandan, İktidarın belediyelere dönük kayyum, istifa ve açığa alma uygulamaları, tek hesap düzeni, merkezi idareye alınan imar ve planlama yetkileri, imar affı gibi vesayetçi yaklaşımı belediyelerin alanını daraltıyor. Hatta büyükşehir ilçe belediyelerinin kapatılması bile tartışılıyor. Tüm bunlar yeni, demokratik, halkçı ve radikal bir yerel yönetim anlayışını zorunlu kılıyor. Rantçı ve Neo-liberal belediyecilik anlayışını benimseyen belediyecilik anlayışı terk edilmelidir.

Bu seçim sürecinin bir özgün durumu daha var ki anlamakta güçlük çekiyorum: seçim güvenliği ve seçimin adil koşullarda yapılmasına dair sessizlik!
Anayasa Referandumu ve 24 Haziran seçimleri öncesinde seçim güvenliği ve seçimin adil koşullarda yapılmasına dair tartışmaların esamesi okunmuyor. O süreçte elde edilen birikimlerin nasıl kullanılacağına dair yaygın bir tartışma ya da girişim yok.

Parti yöneticileri adaylara ve adaylaşmaya odaklanmış durumda. Sanki YSK değişmiş, yasalar düzeltilmiş, adaylar adil ve eşit koşullarda yarışacak. Oysa ittifak yasası olarak adlandırılan değişiklikler bu seçimde (ve değişmediği sürece bundan sonraki seçimlerde de uygulanacak. Ki bu değişiklikler kamuoyuna “seçim güvenliği çalındı” diye duyurulmuş, seçim sonuçları bu nedenlerle “gayri meşru” ilan edilmişti). Üstelik seçmen ve sandık taşınması uygulaması yerel seçimlerde daha fazla etki gösterecektir. Bunun yanında yerel dinamiklerin etkisi ile seçim güvenliğini sağlamak daha zor olacaktır. İktidarın seçime ve seçmen iradesine müdahale kabiliyeti ve cüreti de artmış durumda. Bırakın beceriksizliklerin hesabının sorulmasını, 24 Haziran seçimlerinde Şanlıurfa’da uygulanan yolsuzluk ve şiddetin bile hesabı sorulmadı.

Mükerrer oy ve seçmen tartışmaları orta yerde duruyor.
Şimdi tüm bunlar olmamış gibi davranarak, siyasi sonuç çıkarmadan, tekrar hamaset ve arkası boş böbürlenmelerle seçime hazırlanılıyor ya da hazırlanılıyormuş gibi yapılıyor. “Ne yapmalı?” sorusuna “en acımasızdan özeleştiri yaparak ve hesap sorma ile başlamalıyız” demiştim.

Şimdi tam sırası...

İlhan Cihaner / BİRGÜN

Kırmızı halı üzerinden meşruiyet: Avrupa’da bir hayalet - ERK ACARER

Erdoğan’ın Almanya ziyareti, öncesi ve sonrası ile çok konuşuldu. İki ülke arasında geçen yıl bozulan ilişkilerin düzelmesinin ardından sıcak temasların içeriğinin ne olacağı ise en çok tartışılanlar arasındaydı.


Bu konuda, Türkiye muhalefeti gibi Alman kamuoyu da aynı endişeyi taşıyordu. Temaslar açısından önemli bir soru gündemdeydi: “Türkiye’nin durumu, tek adam rejimine çarpıp dağılan demokrasi, insan hakları ve hukuk mu tartışılacak, yoksa ekonomik temelli pazarlıklar mı yapılacak? Erdoğan’ın ziyareti Türkiye açısından olduğu gibi Almanya ve dahası Avrupa perspektifinden de kritik noktaları ortaya koydu. Maddeler halinde ele alalım...

Güvenlik ve kırmızı halı
Almanya’da Erdoğan’ın gelişi ve önüne kırmızı halı sevilerek karşılanması gündemin tepe noktasına taşındı. Alman basınının genelinin Türkiye liderinden örnekler vererek, “Demokrasiyi sıfıra indiren tek adam” olarak söz etmesine karşın diplomatik içerik tam tersi yöndeydi. Güvenlik ise üst düzeydeydi. 5 bin polis görev yaptı. Çatılara keskin nişancılar konuşlandırıldı. Berlin polisi resmi sitesinden de “yasaklar bildirgesi” yayınladı. Erdoğan’ın temaslarda bulunacağı çerçevede adeta kırmızı alarm verilmiş ve sıkıyönetim ilan edilmişti. Müzeler adası, hükümet binalarının olduğu çevre ve Tiergarten bölgesi abluka altındaydı. Burada şehir sakinlerinin üç gün boyunca pencerelerini kapalı tutması şartı vardı. Balkona çıkmak yasaklandı. Bisikletler bile buralara park edilemedi. Bu yasalar posta kutularına da bırakıldı.

Büyük alan açıldı
Hem “diplomatik nezaket” hem de yoğun güvenlik Erdoğan’a büyük bir oyun alanı açtı. Gazeteci Can Dündar baskılar nedeniyle basın toplantısına katılmadı, muhalifler toplantıya alınmadı. Gazeteci Adil Yiğit, “Gazetecilere özgürlük” yazan tişört ile basın toplantısına katılmak istediği için Erdoğan’ın korumaları tarafından dışarı çıkarıldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bu hareket alanının bırakılması, yasaklarını, kendi demokrasi anlayışını ve “basın özgürlüğünü” Almanya’ya da taşıması olanağı olarak yorumlandı.

Erdoğan’ın kemik kitlesi
Henüz Erdoğan’ın uçağı Berlin’deki Tegel Havaalanı’nın “askeri bölümüne” inmeden, kalacağı yer olan Hotel Adlon civarı, kitlesi tarafından dolduruldu. Tekbir sesleri, “Recep Tayyip Erdoğan” sloganlarına karıştı. Bayrak sallayan da vardı, elinde cumhurbaşkanının portresini tutan da. Kalabalıktaki gündem ile iktidarın gündemi aynıydı. “Bizi kıskanıyorlar”, “Yeni havaalanımız”, “Dünya lideri Erdoğan” klişeleri tekrarlandı. “Siyasi tercih değişiminin pek mümkün olmadığı” kitleye böylece bir kez daha şahit olduk. Ancak kalabalık çok fazla değildi. Katılımcıların sayısı birkaç yüz kişiyi bile geçmedi. Durum, tek adam yönetimine olan hoşnutsuzluk ve taban kaybı olarak tanımlandığı gibi düşük katılımda, sabah saatlerinin etkisi olduğu da değerlendirildi. İlginç görüntülerden birini iki taraflı bayrakları sallayanlar oluşturdu. Alman ve Türk bayrakları “ikiyüzlü siyaseti” simgeler gibiydi.
Türkiye’nin değişen günübirlik dış politikasının, anında yön değiştirme kabiliyetine sahip kitle ile nasıl uyumlu hale geldiği görüldü. “Nazi göndermesinden” dostluğa dönüşen ince bir çizgi…

Almanya ne kurtarıcı ne de demokrasi havarisi
Geçtiğimiz hafta Erdoğan’ın ziyaretlerinden önce, HDP heyeti Berlin’de temaslarda bulunmuştu. Mardin Vekili Mithat Sancar gerçekleşecek Angele Merkel-Erdoğan görüşmesinin içeriğini şu sözlerle değerlendirmişti: “İki ülke arasındaki diplomatik yakınlaşmalar normaldir. Ancak temasların içeriği önemli; ekonomik pazarlıklar ve göçmen anlaşmaları yapılacaksa buna karşı çıkarız. Görüşmelerin faturasının sığınmacılara ve Türkiye halklarına ödetilmesinin karşısında dururuz. Demokrasi ve insan hakları konuşulacaksa buna da ‘hayır’ demeyiz. Almanya’nın Türkiye’ye demokrasi getirmesini beklemiyoruz. Ancak Erdoğan’a koruyucu rolü işlenmesini de reddederiz. Bunun bedelini Almanya da ödemek zorunda kalır. Benzer bir açıklamayı ziyaret sırasında düzenlenen protesto gösterilerinden birinde CHP Berlin Başkanı Kenan Kolat da yaptı: “İlişkiler sonrası Türkiye’de geçici bir düzelme ve ‘sembolik serbest bırakılmalar’ beklentimiz var. Biz Erdoğan’ın önüne kırmızı halı serilmesine bile karşı değiliz. Almanya’nın ve Şansölye’nin Türkiye’ye üstten bakıp demokrasi havarisi gibi parmak sallaması da uygun değildir. Bu temasların içeriğinde Almanya tarafından demokrasi kültürü ve geçmişteki deneyimlerim paylaşılması olumlu bir etki yaratır.

Herkes istediğini aldı gibi...
Sonuç olarak ziyaretten edindiğimiz izlenimler hem Almanya hem de Erdoğan’ın bu ziyaretten istediğini alacağı yönünde. Almanya’nın Türkiye’ye ne taşıyacağı tartışılır ancak Erdoğan kendine verilen imtiyazları değerlendirirken Avrupa’ya bir referans taşıyor. “Sultanizmin” bir domino etkisi yaratması muhtemel. Rol-model olarak benimsenen güçlü, istediğini alan, istediği kadar hükmeden bir lider hangi koltuk sevdalısını kendisine öykündürmez ki? Temasların sinyali sıkıcı: Almanya ‘tek adam rejimini’ kırmızı halı üzerinden tanıdı. Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor.

Erk Acarer / BİRGÜN

IMF arka kapıdan içeri alındı!.. - Ahmet TAKAN

Kaç defa yazdım?.. IMF ile el altından görüşüldüğünü... Bu yüzden faizlerin yükseltileceğini... IMF ile anlaşmanın açıktan değil gizli kapaklı yapılacağını... Kamu harcamalarında tasarruf, kemer sıkma ve bunun gibi taleplerin yerine getirileceğini ve örtülü bir şekilde IMF'nin denetimine bırakılacağını... Gerisinin ufak ufak geleceğini... Hem de aylar öncesinden!.. (İnanmayanlar için; bkz. 24 Temmuz tarihli yazımız)

"IMF, bizden borç istedi" diyenlerin IMF'ye boyun eğmemiş gibi yapıp başka bir adresten nasıl dolandıkları artık gün ışığına çıktı. Damat Berat Albayrak, Yeni Ekonomik Programı (YEP) gayet tantanalı bir şekilde açıkladı. Tüm yalama ve yalaka takım alkış tuttu. Ardından, "Türkiye'ye ekonomik savaş açan ABD"de kendi kamuoyundan sakladığı sırrı açıkladı!.. Türkiye Cumhuriyeti ekonomisinin denetimi ve yönetiminin ABD merkezli bir şirkete verildiğini... McKinsey'e... Tüm dünyada IMF taşeronluğu ile bilinen bir şirkete... Bizim sahte kabadayıların, IMF  ile yaptığı gizli kapaklı görüşmelerde, "bu işe bir çözüm bulalım ama resmiyette anlaşma sizinle olmasın" önerisi bizzat muhteremler tarafından dile getiriliyordu.

Ee!.. Ne oldu şimdi?... Ucu bucağı olmayan tiyatrolara, kayıkçı kavgalarına, cambaza bak oyunlarına bir yenisi daha eklendi. Yine aklımızla alay edilerek!... Ancak, idare için  endişe edilecek bir durum yok. Çünkü, ahalinin durumu malum!..

Gerçekleri faş ettiğim -nice yazılarımda olduğu gibi- iktidarın IMF ile yaptığı gizli kapaklı görüşmeleri anlatan yazılarımda bana hakaret eden kaypak, omurgasız, hampacılara bu vesile ile sözlerini misli ile iade ediyorum!..
                                                                          ***

IMF'nin taşeronu McKinsey ortaya çıktığına göre, CHP, Giresun Milletvekili Necati Tığlı'nın Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay tarafından cevaplaması istemiyle verdiği yazılı soru önergesine de dikkat çekmek istiyorum.

Tığlı'nın önergesinde yer alan sorular şöyle:
 "  -- Dış kaynaklı finans çevrelerinin isteği üzerine, IMF Nisan 2018 Raporuna göre hazırlanan YEP, IMF'nin adı geçmeden yapılan bir IMF programı değil midir?  YEP, ülkeye yatırım yapmak isteyen yabancı sermaye girişlerine nasıl bir güvence verecektir? YEP ile birlikte hangi yatırımlar tasarruf tedbirleri kapsamında tırpanlanacaktır? Bu yatırımların toplam miktarı ne kadardır?
-- 24 Haziran 2018 tarihinden itibaren tek adam rejimi ile yönetilen Türkiye Cumhuriyeti'nde ne oldu da AKP'nin eski bakanı Beşir Atalay'ın damadı Ali Üstün'ün Ankara yöneticisi olduğu McKinsey adlı danışmanlık şirketiyle çalışmaya başlandı?
-- ABD'de adı dünyanın en büyük enerji skandallarından biri olan Enron yolsuzluklarına karışmış McKinsey adlı şirketin, ülkemizde de yolsuzluklara karışmayacağı kim tarafından ve nasıl denetleyecek? 16 Bakan ile ortak çalışacak McKinsey, denetim adı altında MİT'ten ülke güvenliği ile ilgili yapılan yatırımların bilgisini isterse verecek misiniz? Verecekseniz, bu bilgi akışı devlet sırlarının ifşa edilmesi, açıklanması anlamını taşımaz mı?
-- Ekonomiyi yönetemediğiniz ve denetleyemediğiniz için mi ekonominin anahtarını ABD'li McKinsey adlı danışmanlık şirketine teslim ettiniz? Bir devletin bir danışmanlık şirketine emanet edilmesi o devlettin yönetilemediği anlamına gelmez mi? Adı yolsuzluklarla anılan bu şirket ile yapılan anlaşmanın 80 milyon vatandaşa maliyeti kaç paradır?
-- McKinsey danışmanlık şirketi kadrolu devlet memurları dışında kalan diğer emekçi kesimleri yani ücretli kamu çalışanlarını, tüm emeklilerin ve asgari ücretlilerin aldığı ücretlerin düzenlemesini yapacak mı? Kıdem tazminatı ve bireysel emeklilik sisteminde söz hakkı olacak mı?
-- Özelleştirme uzmanı olan McKinsey adlı danışmanlık şirketinin, Türkiye Varlık Fonu Başkanvekili ile birlikte çalışacak olması, Türkiye Varlık Fonu içinde bulunan şirketlerin özelleştirilmesi için yapılan bir hazırlık mıdır? AKP döneminde Türkiye'de en fazla danışmanlık hizmeti alan bu firmanın yaptığı çalışmalarda objektif olabileceğine nasıl inanıyorsunuz?
-- Dünya Bankası'nın Avrupa ve Orta Asya'dan sorumlu başkan yardımcılarına, Alman yatırımcılara, banka ve finans dünyasının temsilcilerine ABD'de verilen sözler nelerdir? Yapılan görüşmelerde, Cumhurbaşkanı tarafından ihaleli veya ihalesiz herhangi bir turizm yatırım alanının, dış kaynaklı yatırımcılara verilsin diye pazarlık yapıldı mı?
-- McKinsey adlı şirket, Cumhurbaşkanı tarafından yapılan harcamaları denetleyebilecek yetkiye sahip mi? Bu yetkiye sahip değilse kamu harcamalarında tasarruf yapılabileceğine nasıl inanıyorsunuz?"

Cevaplayın da görelim!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

29 Eylül 2018 Cumartesi

İlginç zamanlar - ORHAN GÖKDEMİR

“İlginç”, zamanımızda olumlu bir anlam taşıyor. Hâlbuki kelimelere anlamı veren ortaya çıktığı dönemlerdir. Mesela Çinliler birine beddua okumak istediklerinde “ilginç zamanlarda yaşayasın” derlermiş. Uzun sürmüş uygarlıkların psikolojisidir, kısa kesintiler ilginç gelir. Uzun dönemlerden geçerken zamanın olağan aktığı süreler iyidir. Fakat biz kısa bir zaman aralığında sıkışıp kaldık. Cumhuriyetimiz 100 yılı tamamlamadan çöktü. Laiklik çok daha kısa bir zaman aralığında parlayıp söndü. Cumhuriyet çocuklarıyız, laikliğin parlayışının ve sönüşünün tanıklarıyız. Karanlığın ortasında kaldık. Gericilik hortladı, yürüyen ölülere bakıyoruz, ilginç bir dönemde yaşıyoruz.

Kısa aralıklardaysak, ilginç olmak için tuhaf da olmak gerekir öyleyse. Dönemimiz ilginç olmaktan ziyade tuhaftır bana kalırsa, aydınlığı kısa, karanlığı uzundur. Bu denli gericilik, bu denli cahillik bizimki gibi kısa hikâyesi olan coğrafyalar için bile olağan değildir. Tuhaf mı? Kesinlikle. Aynı zamanda ilginç bir dönemden geçiyoruz. Tuhaflığı ne? Cehaletin iktidarı. İlginçliği ne? Derin, yaygın bir çürüme. Hep birlikte çürüyoruz, hep birlikte düşüşümüzü izliyoruz. Kim neden beddua etti bilmem, Çinlilerin bedduası uyarınca ilginç bir dönemde yaşıyoruz.

Önceki gün Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde “Aydınlanma Atölyesi”ndeydik. Atölye katılımcılarının bir kısmı dünyanın ve ülkenin daha karanlık bir yöne yuvarlandığından emindi. Haklı sebepleri olmasına karşın, ben emin değilim. Hatta tersini düşünüyorum, aydınlığa çok yakınız. Delillerim var.

                                                                ***

Delillerimi şöyle sıralayayım. İnsanlık tarihinin mantığı böyle; ışık anlık, karanlık dönemseldir. Aydınlık aniden gelir, aydınlatır ve söner. Karanlık göstererek gelir, karartır ve uzun kalır. Bizim kısa Aydınlanma Çağına damgasını vuran “Giordanisti” çetesinin üye ve militanlarının doğum ve ölüm tarihlerini hatırlatayım:
Nicolaus Copernicus 1473’de doğdu 1545’de öldü. “Reis” Giardano Bruno 1548’de doğdu, 1600’de yakılarak öldürüldü. Tommaso Campanella 1568’de doğdu 1639’da öldü. “Oynak” Galileo Galilei 1564’da doğdu, 1641’de öldü. Gottfried Leibniz 1646’da doğdu, 1716’da öldü. “Büyücü” Isaac Newton 1643’da doğdu, 1727’de öldü. Yani  ışıltılı “Aydınlanma Çağı” 150 yılda olup bitmiş bir ışık patlamasıdır. Hâlbuki son verdiği karanlık 1000 yılı çoktan devirmişti.

Büyük Fransız Devrimi, Giordanisti çetesinin alaşağı edilmesini izleyen 50-60 yıl içinde gerçekleşti.  Giordanisti çetesi ile devrimi hazırlayan filozoflar arasındaki süreyi de şöyle listeyeyim: François Marie Arouet Voltaire 1694’da doğdu, 1778’de öldü. Jean-Jacques Rousseau 1712’de doğdu, 1778’de öldü. Charles-Louis de Secondat Montesquieu 1689’da doğdu, 1755’de öldü. Genç dönem düşünürü Immanuel Kant 1724’de doğdu, 1804’te öldü. Georg Wilhelm Friedrich Hegel 1770’de doğdu, 1831’de öldü. Hepi topu bir yüzyıldan biraz daha fazla bir zaman aralığıdır. İnanılmaz bir hızla parlamış ve sönmüştür.
Atölye yoldaşlarım uyardılar, tarihin bahçesinde fütursuzca koştururken sınıf ölçeğini unuttuğumu söylediler. Haklılar. Acemi heyecanıma verin. Bütün bu ışık patlamalarının sebebi eski, arkaik sınıfların iktidarını sallayan yeni bir sınıfın doğmuş olmasıdır. Bu sınıf artık yeni bir hayat talep etmekte, eski inançlara saygı duymamaktadır. Yeni düşüncelerin sebebi işte o saygısızlıktır.

Işık patlamaları anlıktır. Uzun karanlık dönemleri kısa aydınlık dönemler izler. Işık parlaklığını çabuk kaybeder, karanlık çöker. Karanlıktaki aydınlık, parlayan ışığın yüzü suyu hürmetinedir. Gördüğümüz ne varsa ışığın iz bıraktığı uzun karanlıktan ibarettir.

                                                                 ***

Daha geri gidelim. Büyük Yunan dehasının ışığı 60 yıllık kısa bir parlamadan ibarettir. Sokrat 469’da doğdu, 399’da öldü. Platon 428’de doğdu, 348’de öldü. Aristo 384’de doğdu, 322’de öldü. Büyük Yunan ışığı 60 yıllık bir sürede parlayıp söndü. Önemli filozofları aynı çağın insanlarıdır. Yaşadıkları dönem gerçekten ilginç bir dönemdir. Eski Mısır 525-332 yılları arasında İranlılar, 332-323 yılları arasında Büyük İskender tarafından işgal edilmişti. Yunan patlamasına sebep olan filozofların tamamı bu dönemde Mısır’da eğitim almış, dönüp öğrendiklerini kendi ülkelerinde anlatmışlardı. Sonra ışık karardı. Şimdi görebildiğimiz kadarıyla kendimizi aydınlanmış sayıyoruz.

Demek ki insanlık tarihindeki bütün büyük ışık patlamaları bir yüzyıla sığdırılabilecek gelişmelerdir. Işık patlamalar halinde ortaya çıkar, ardından gelen karanlık ise uzun sürer.
Bizimki 1870’li yıllarda başladı. Umulmadık bir zamanda parladı, üzerine Abdülhamit karanlığı çöktü. O karanlık 1908’de dağıldı. Birkaç ay sonra üzerine 31 Mart 1909 gericiliği geldi, kararttı. 1910’da Balkan Savaşları patlak verdi. O savaşlarla uğraşırken kendimizi 1. Dünya savaşının içinde bulduk. 1908 ışığını 10 yıllık karanlık örttü. 1918’de ayağa kalktık ve 1922’de ışığı gördük. Parlayan Cumhuriyettir. 1923’te parlayan o ışığı da ancak 10 yıl koruyabildik. Gerisi karşı devrim tarihidir. Demek ki yine hepi topu 60 yıllık bir tarihle karşı karşıyayız.
                                                                  ***

Büyük Fransız Devrimi’ni milat saysak bile 200 yıldan biraz daha fazla sürer ışığımız. Ekim Devrimi’nin ışığı daha kısadır. Bakmayın karanlığın baskın geldiğine, gevşektir. Söküp atmak kolaydır. Kaldı ki 1923’te, o koşullarda kurmayı başardık. Neden yenisini başarmayalım.

Aydınlığın kokusu kendisinden tez gelir. Yeni ve büyük bir ışık patlamasının eşiğindeyiz. Duymuyor musunuz?

Orhan Gökdemir / SOL

Yerli ve milli McKinsey - DENİZ YILDIRIM

- Gün geçmiyor ki “yerli ve milli” dönüşüm hamlesiyle ilgili yeni bir icraat haberi almayalım. Yeni haber New York’ta açıklama yapan Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’tan. 

Önce kısa hatırlatma: Albayrak 20 Eylül’deki yeni ekonomi programı sunumunda bakanlık bünyesinde bir Maliyet ve Dönüşüm Ofisi kurulacağını ilan etmişti. Bu ofiste tüm bakanlıkların temsilcileri yer alacak ve kemer sıkma programı buradan yürütülecekmiş. Ayrıca buradaki ekip “kamudaki işleyiş-ten farklı” çalışacakmış. Özeti bu. 

Kamu adına görev yapan, “anayasal” devlet düzeni içinde işleyecek bir kurul nasıl farklı çalışır ki? “E, hani devlette çift başlılık olmayacaktı!” Bu soruyu soruyorsanız, Türkiye’nin 16 Nisan anayasa referandumuyla ve ardından 24 Haziran seçimleriyle içine sürüklendiği yeni, denetimsiz Saray Rejimi’nden de habersizsiniz demektir. Artık her şey mümkün. Bir kararnameye, tek imzaya bakar. 

İşte bu “kamudaki işleyişten fark”ı tanımlayan yeni haberi verdi Bakan Albayrak. Bu ofisin kamudaki kesintilerle ilgili çalışmalarını denetlemek için Amerikan danışmanlık şirketi McKinsey ile anlaşma yapılmış. Bu şirket, içinde tüm bakanlıkların temsilcilerinin yer alacağı Maliyet ve Dönüşüm Ofisi’nin işlerini her çeyrekte denetleyecek ve rapor sunacak. “Şu çok harcamış, buradan az kısmışsınız” diyecek yani. Çünkü ekonomi tıkırında, işler yolunda! IMF yerine McKinsey verelim. Şakası bir yana, Osmanlı’nın son döneminden hangi kurumu andırdığını çok iyi biliyorsunuz. 

Tek tek McKinsey şirketinin farklı ülkelerdeki sicilinden de örnekler sunabiliriz elbette. Mesela bu şirketin birkaç ay önce Lübnan hükümetine “ekonomiyi canlandırmak için tıbbi marihuana üretimini serbest bırak” dediğini ya da Suudi yönetimiyle çalışırken Enerji Bakanı’nın iki çocuğu dahil üst düzey 8 hanedan üyesinin çocuğunu, akrabasını işe aldığını belirtebiliriz. 

Fakat ana sorunumuz bu şirket değil. “A şirketi değil de B şirketi olsun” demiyoruz. 
Nedir sorun? 
Açalım. 

Birincisi; “Madem Amerika ile ekonomik savaştayız; öyleyse Amerikan yapımı hediye uçağı iade edin” derken baktık ki ekonominin denetimiyle ilgili yetkiler bir Amerikan şirketine devredilmiş. Eğer “Amerika ile ekonomik savaş”tayken bu karar alındıysa; yenilgi bayrağının çekildiğine işarettir. Eğer “Amerika ile ekonomik savaşta” değilsek, iç siyasette halkımıza ekonomik kötü gidişin sorumlusunun başkaları olduğu masalı satılmıştır. 
Hangisi doğru? 
Baktığınız yere göre ikisi de. 

İkinci soruna gelelim. Ulusal egemenliğe dair bir yetki, uluslararası bir şirkete aktarılıyor. Oysa Türkiye’de kamunun harcamalarını, gelir ve giderlerini anayasanın 160. maddesine göre kim denetlemeli? Sayıştay. Peki ne oldu Sayıştay’a? Yetkileri budandı, etkisizleştirildi. Raporları kamuoyundan ve Meclis’ten adım adım kaçırıldı. 
Sonraki adıma bakalım. 16 Nisan 2017’de bir anayasa değişikliği yapıldı. Meclis’in yürütmeyi denetleme yetkileri elinden alındı; Bakanlar Kurulu kaldırıldı; devlet Saray etrafında yeniden yapılandırıldı, ülkenin kararnamelerle tek kişi tarafından yönetilmesinin önü açıldı. Değişiklikle Anayasa 87. maddede TBMM görev ve yetkileri arasında sayılan “Bakanlar Kurulu’nu ve bakanları denetlemek” ibaresi de çıkarıldı. 
İşte kamunun ekonomik açıdan denetiminin ABD’li bir şirkete verilmesi de bu rejimdönüşümünün üçüncü adımıdır. Önce kuvvetler ayrılığı budandı; ardından Meclis yetkileri Saray’a taşındı ve şimdi bu yetkiler, uluslararası güçlerle paylaşılıyor. Bu bir egemenlik devri işaretidir. Ve çok açıkça gösteriyor ki Türkiye demokrasiye, halk egemenliğine yaklaştıkça bağımsızlaşır; bunlardan uzaklaştıkça bağımlılaşır. Yeniden yaşıyoruz. 

Gelelim son soruna. “Fena mı işte, şirket gibi dışarıdan bir gözle harcamaları denetlesinler, kamuda tasarruf yapılsın” diyenler olacaktır. Birincisi, şirketin parası bizim cebimizden çıkacak. İkincisi, kamuda tasarruf dendiğinde uluslararası tekellerin aklına ilk gelen şey, kamu hizmetlerinden kesinti ve faturanın çalışan çoğunluğa kesilmesi oluyor. 
Ne diyecekler? “Saray’ın ısınma, aydınlatma masraflarını, örtülü ödeneğini kısın; makam araçlarını, uçaklarını satın” mı? 
Hayır. 
“Daha fazla özelleştirme yapın”  diyecekler. Bir yandan özelleştirmeler, diğer yandan kamu hizmetlerinden kesintiler ve son olarak da tasarrufu desteklemek adı altında gelir artırıcı, yani yeni vergi öneren tedbirler kapıda. 
Ne demişti Albayrak 20 Eylül toplantısında? “Vergiyi tabana yayacağız."  Yani yükü artacak olan yine kıt kanaat geçinen, ücretli çalışan çoğunluk. 

Halkçı, kamucu ve bağımsızlıkta ısrar eden bir iktidar alternatifinin zorunlu olduğunun yeni bir kanıtıdır sadece McKinsey kararı.

Deniz Yıldırım / CUMHURİYET

Saraydaki Amerika - CAHİT ARMAĞAN DİLEK

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ABD'deki açıklamalarının yandaş medyadaki yansımalarına bakılırsa Türkiye, ABD'ye meydan okuyor, ABD'ye rağmen hamle yapıyor.

Peki doğru mu? 

Örneğin Menbiç'te Türkiye açısından 2016'daki durumdan daha olumsuz bir resim var. Çavuşoğlu'nun diplomatik zafer olarak sunduğu mutabakata rağmen. Erdoğan'ın açıklamalarından anlıyoruz ki ABD yine sözünü tutmamış. Tutmayacağını biz yıllardır söylüyoruz. Çünkü uluslararası ilişkilerde söz yok çıkar var. Menbiç'e girip aşamadık, Fırat'ın doğusunu halletmekten bahsediyoruz.

Yandaş medyada bu kadar ABD karşıtı yayına rağmen Erdoğan'ın ABD'deki açıklamaları tam aksi yönde. Şöyle diyor: "ABD ile yakın dostluğumuz yönetimlerden bağımsız olarak bu süreci de fırsata çevireceğine yürekten inanıyorum... Amerika'yla olan siyasi ve ticari ilişkilerimizin geleceğine umutla bakıyoruz."

Erdoğan'ın umutla baktığını söylediği ABD'yi eleştiren ifadeleri de var. Diyor ki: Peki ABD'den PKK'ya binlerce TIR ve uçakla gönderilen bu silahlar kim için kullanılacak? Kime karşı kullanılacak? Buradaki terör koridorunun ötesinde kim var? Türkiye var.
Var ama sözle şikayette kalıyor somut karşılık yok, içeriye yönelik olduğu aşikar. O zaman soralım. Hangi ABD? Düşmanımızı destekleyen ABD'den ümitlenmek niye? Kaç ABD var? Duruma göre milletin önüne başka bir ABD sürülüyor. Milletin kafası karıştırılıyor.

                                                                           ***

İçe dönük mesajlarda ABD karşıtlığı öne çıkarken, dışarıda dışarıya yönelik verilen mesajlarda ABD ile stratejik (!) ilişkinin öne çıktığı hatta işin çoktan pişirildiği anlaşılıyor.

Biliyorsunuz 16 Nisan anayasa değişikliğiyle birlikte kurumsal karar sürecinin terk edilip tüm yetkilerin tek bir noktada (saray) toplandığı bir sistem, daha doğrusu sistemsizlikle karşı karşıya kaldık. Maliye-Hazine-Varlık Fonu da tek bir kişiye emanet edildi.

Bakan Albayrak, "YEP bünyesinde kurulan Maliyet ve Dönüşüm Ofisi için uluslararası yönetim şirketi McKinsey ile çalışmaya karar verdik. 16 bakanlıktan temsilcilerin bulunduğu bu ofis, tüm hedeflerimizi ve sonuçlarımızı her çeyrekte kontrol edecek" demiş.

Düyun-u Umumiye'yi hatırlatan bu gelişmeden çıkan sonuç şu: Türk ekonomisi-hazinesi ABD'nin planlarına, yönlendirmesine, denetimine emanet. YEP sürecince olacağına göre en az 3 yıllık bir emanet.

Yani yerli ve millî denilen yeni yönetim sisteminin göbeğine getirip Amerikalı yerleştirilmiş. Geçen ay aynı gün çıkan "Türkiye ABD'ye göbekten bağlı değil" manşetlerini hatırladınız mı?
Onlar sadece danışman, asıl kararı biz vereceğiz diyenlere... Cumhurbaşkanlığı sistemi denilen yönetimde kurumlar devre dışı bırakıldığı için devletin az sayıda çekirdek kadro danışmanlarla yönetileceğini daha önce söylemiştik. Yani danışmanların yönettiği bir Türkiye'den bahsediyoruz. Hal böyle olunca yeni danışman McKinsey ne derse o olacak. Çünkü siz "biz yönetemiyoruz gelin siz planlayın, analiz edin, denetleyin" demişsiniz.

                                                                          ***

Kaynaklarım Albayrak'ın 10 Ağustos ve 20 Eylül'deki sunumlarını da McKinsey ile birlikte hazırladıklarını söylüyor. ABD ile krizin en derin olduğu anlarda bile ABD'li şirket saraydaymış! Millî ve yerli yönetimi dönüştürüyorlarmış!

                                                                           ***

McKinsey şirketi aynı Albayrak'ın açıkladığı gerekçe ve yetkilerle 2016'da Azerbaycan'da Aliyev yönetimiyle anlaşma imzalamış. Benzer konuda çalıştığı diğer ülkeler arasında Suudi Arabistan, Pakistan, Kazakistan ve Kenya var. Bu ülkelerdeki vaziyete bakınca Türkiye için ümitli olunacak bir gelecek gözükmüyor maalesef.

Danışmanlık şirketi deyip geçmeyin. Ait olduğu devletin siyasi-ekonomik çıkarlarını danışmanlık yaptığı devletlere nasıl dayattıklarını "Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları" adlı kitabı okursanız çok net anlarsınız. Gereksiz, abartılmış, ihtiyaç dışı büyük çılgın projeleri nasıl o ülkenin gündemine soktuklarını, o devletlerin kaynaklarını heba edip elini kolunu siyasi-ekonomik olarak nasıl bağladıklarını görürsünüz.

McKinsey'in danışmanlığı sürecince üreteceği politikaların, stratejilerin ABD'ninkilerle paralel olması hatta örtüşmesi kaçınılmazdır. Bu haliyle Amerika'nın danışman sıfatıyla sistemin merkezi olan Beştepe'deki sarayda rol almasıyla yerli-millî kavramında "at izi it izine karışmış" oluyor.

Amerikalının üreteceği politikalar uygulamaya sokulduğunda yerlilikten millîlikten nasıl bahsedeceğiz?
Aylardır Türkiye'ye ekonomik-finansal savaş açmakla suçlanan ABD'yi şimdi nereye koyacağız?

Ne demişler, parayı veren (kontrol eden) düdüğü çalar! McKinsey'in danışmanlığı Suriye, Kıbrıs, Irak, Akdeniz, Karadeniz'de Türkiye'ye nasıl bir siyaset dayatacak acaba?


CAHİT ARMAĞAN DİLEK / YENİÇAĞ

28 Eylül 2018 Cuma

YEP: IMF’siz Bir IMF Programı - KORKUT BORATAV

2019-2021 yıllarını kapsayan Orta Vadeli Program, Yeni Ekonomi Programı (YEP) başlığı ile yayımlandı. Albayrak tarafından sunuldu.

Albayrak’ın Ağustos’ta Türkiye’nin büyük patronlarına sunduğu “yeni ekonomi modeli” ciddiye alınamazdı; haklı olarak küçümsenmişti.

Aradan bir ay geçti. “Derelerin de altından çok sular aktı”. En önemlisi, Albayrak’ın Eylül başında Londra’da “15 trilyon dolarlık fon yönettiği” ileri sürülen dev finans kuruluşlarının yöneticileri ile görüşmesi oldu.

Financial Times, “Albayrak’ın bütün yatırımcıları dikkatle dinlediği; gerekenleri hızla kavradığı” bilgisini haberleştirmişti. Bu “kavrayış” hızla iki ürün verdi: Londra temaslarından on gün sonra TCMB politika faizini %24’e sıçrattı.  Ardından YEP ilan edildi.

YEP, önceki OVP belgelerinden farklıdır. Ciddi bir niyeti var: İstikrara öncelik veren  IMF’siz bir IMF programıoluşturmak; böylece Londra çevrelerini yatıştırmak…
Londra çevrelerinin, Albayrak aracılığıyla Cumhurbaşkanı’nı da “hizaya getirdiği” anlaşılıyor. Öyle olmasaydı, TCMB faiz kararı ve dev yatırımları tırpanlayan YEP kabul edilebilir miydi?  İşbölümü tanımlanmıştır: Cumhurbaşkanı “faizler hakkında görüşüm değişmedi; kriz yok, tertip var; doları falan boş verin; bu da geçer”gibi söylemleri sürdürecek;  damat ise finans çevrelerinin taleplerini hayata geçirecektir.

Ne var ki, IMF’siz bir IMF programı hazırlamak kolay değildir. IMF, uluslararası sermayenin üst organıdır; “niyeti bozuktur”; ama işlevini hakkıyla sürdürür. Bu nedenle, programları bütüncül modellere dayanır; hedefler ile araçlar arasında tutarlılık gözetilir;  uygulanması adım adım denetlenir.

YEP ise, kısa vadede “sıcak para girişleri” tetiklemek amacı taşıyan bir belgedir. Trilyonluk fon yöneten çevrelere, “kazançlı çıkarsınız” mesajıdır. İnandırıcı olmak için de IMF’nin Nisan 2018 tarihli Türkiye Raporu (Turkey: Article 4 Consultation- Staff Report; No. 18/110) dikkate alınarak hazırlanmıştır.  Aşağıda, örneklerini vereceğim. Ne var ki, “üst organ”ın (IMF’nin) tezgâhından geçmediği  için, bütünlükten, içsel tutarlılıktan, uygulanma güvencelerinden  yoksundur.

Dengeler niye bozulmuş?
YEP, Türkiye ekonomisinde dengelerin 2013’ten itibaren bozulduğunu ileri sürüyor.  Alt başlıktaki “dengelenme, disiplin, değişim” sözcükleri, IMF ve finans kapitalin geleneksel “istikrarcı” söylemine geçildiğini temsil ediyor.

 Özellikle hızlanan enflasyon ve büyüyen dış açık ile ortaya çıkan “dengelerin bozulması” nasıl açıklanıyor? Birkaç etken peş peşe sıralanıyor (s.4):
Cumhurbaşkanı’nın    “komplocu” açıklamaları elbette yer alacaktır: “Gezi olayları, 17-25 Aralık 2013 yargı darbesi, Temmuz 2015 darbe girişimi, ABD  yönetiminin Türkiye ekonomisini ve TL’yi doğrudan hedef alması…

Uluslararası finans çevrelerinden gelen “ekonominin aşırı ısınması” eleştirisi de kabul  edilecektir: “Ülke ekonomisine olumsuz etkileri olan dört seçim ve bir referandum…”
Dünya ekonomisinin olumsuz katkıları da eklenecektir: “2018’in ikinci çeyreğinden itibaren gelişmiş ülkelere yönelik risk algısının bozulması, FED’in faiz artışları ile uluslararası sermaye akımlarının yavaşlaması…” (s.4)

“Komplo teorisi” saçmalığı bir yana, diğer iki etken niçin öncelikle Türkiye ekonomisini sarsmıştır?

“Niçin özellikle Türkiye?” sorusu sorulmayacaktır. Zira YEP’in yazarları ve muhatabı olan finans çevreleri, AKP’nin 2003 sonrasında kesintisiz uyguladığı IMF patentli neoliberal programın sorumluluğunu algılayamaz. Bu programa tam teslimiyetin yarattığı kronik, giderek ağırlaşan dışsal kırılganlıklar, bozulan dış ortamlarda  Türkiye’yi öncelikle sarsmıştır; bugün de sarsmaktadır.

Krizin örtülü, yarı açık itirafı
YEP’e göre 2013 ve sonrasında ekonominin dengelerini bozan etkenlerin sonucu ne olmuştur? “İktisadi faaliyetin 2019 ve 2020’de potansiyelin altında seyretmesi…” (s.17)
YEP’in 2018, 2019, 2020, 2021’deki millî gelir öngörülerini (yüzdeler olarak) aktaralım: 3,8 → 2,3 → 3,5 → 5,0

YEP’in bu öngörülerini,  2018’in ilk altı ayında yüzde 6,2 oranında büyüyen millî gelir verileriyle birleştirelim; Türkiye ekonomisinin 2018 ve 2019’un bir bölümünde küçülmesi kaçınılmaz görünecektir.

Nasıl? 2018’in üçer aylık millî gelir sayılarını kullanınız; son üç ayda önceki yıla göre “sıfır büyüme” varsayınız; aynı yılın tümünde YEP’in öngördüğü yüzde 3,8’lik millî gelir artışı ile birleştiriniz. Ekim’den itibaren ekonominin küçülmeye başlayacağını öngöreceksiniz.

2019’a küçülerek giren Türkiye ekonomisinin o yılın tümünde sadece %2,3 büyümesi öngörülüyor. Bu öngörü de, yılın ilk yarısında milli gelir düşmeden gerçekleşemez. Kısacası, YEP’in kullandığı istatistikler dahi, bu iki yılda küçülme dönemleri öngörüyor.
OECD ise, Türkiye millî gelir öngörülerini güncelleştirdi; 2018 için yüzde 3,2’lik, 2019 için yüzde 0,5’lik büyüme oranları tahmin etti. Bu öngörüler, en azından dokuz aylık bir küçülme senaryosu ima etmektedir.

Buna karşılık YEP, dolarlı millî gelirin 2018’de dahi küçüleceğini açıkça belirliyor. Nisan’dan itibaren durgunlaşan, sonra inişe geçen ekonominin tırmanan döviz fiyatlarıyla birleşmesinin sonucu söz konusudur.

YEP’in 2018 millî  gelir tahmini 763 milyar dolardır ve bir önceki yıla göre yüzde 10,3’lük düşme söz konusudur (Ek Tablo 1, s.29). Böylece dolar hesabına geçtiğinde YEP, ekonomik krizi açıkça itiraf etmiş oluyor.

Dolarlı millî gelir, tek başına  ekonomik gönenci yansıtmaz; ama Türkiye için büyük önem taşıyan dış kırılganlık göstergelerini belirler. Örneğin, YES’te yer alan tahmine göre dış borçların millî gelire  oranı 2017 ile 2018 arasında yüzde 53’ten yüzde 61’e çıkmış; bir dış borç krizinin kritik eşiği aşılmıştır.

YEP, 2018 cari fiyatlarla milli gelir öngörüsünü, 4,90 TL’lik kur uygulayarak dolarlı millî gelire (763 milyar dolara) dönüştürüyor. Dolar, 6 TL’nin üzerinde seyrederken bu kur, aşırı iyimser olduğu için eleştirildi; ama YEP’e haksızlık yapıldı. Güncel fiyatlar değil, yıllık ortalama  kurlar önemlidir. Bank of International Settlements (BIS), Ocak-Ağustos arasının ortalama dolar/TL kurlarını veriyor. Bunları TCMB’nin Eylül kurları ile birleştirirsek, ilk dokuz ayda ortalama kur, $1=4,27 TL’dir. YEP, son üç ayda dolar için 6,79 TL ortalaması varsaymış ve yıllık 4,90 TL tahminini  buna dayatmıştır. Bu hesapta fazla iyimserlik yoktur.

YEP’in politika önerileri ve IMF raporu
YEP, “hızlı sıcak para girişleri” hedefleyen bir metindir. Muhatabı, “trilyonlarca dolarlık fon yöneten” finans çevreleridir. Politika önerileri de neoliberal istikrar programlarından ilham almalıdır.

Yukarıda da değindiğim gibi, YEP yazarları bu “ilham”ı, Nisan 2018 tarihli IMF’nin Türkiye Raporu’nda bulmuşlar.

IMF Raporu, Türkiye kriz ortamına girmeden önce kaleme alınmıştı; ama o tarihte dahi “ekonomi açıkça aşırı ısınma işaretleri vermektedir ve genişleyici politikalar artık uygun değildir. Para politikası çok gevşektir; bütçe-içi ve (KGF / KÖİ katkılarıyla) bütçe-dışı maliye politikaları tehdit [oluşturmaktadır]” teşhisi ile başlıyordu (s.6).
Buradaki para politikası eleştirisi, Albayrak’ın  “Londra eğitimi” sonrasında TCMB’nin 13 Eylül faiz kararı ile yanıtlandı. Maliye politikaları eleştirisi ise YEP’te dikkate alınıyor: “Faiz dışı bütçe fazlası / millî gelir oranı” (yüzde olarak)  2018’de   -0,5’ten, 2019’da +0,8’e çıkarılacaktır. Bu “daralma”, kamu harcamalarında 59,9 milyar TL’lik kısıntı, vergilemede 16 milyar TL’lik artış ile sağlanacaktır. Kamu maliyesindeki toplam daralma, millî gelirin yüzde 1,7’sine ulaşmaktadır (s.5, 31, Ek Tablo 3).
IMF’nin Nisan 2018 Raporu’na bakalım: Faiz dışı bütçe dengesinin 2019’da millî gelirin yüzde 1,75’ine denk gelecek boyutta yükseltilmesi önerilmektedir (Paragraf 21, ss.10-11). Rastlantı olamaz; YEP yazarlarının IMF Raporu’ndan hareket ettikleri anlaşılmaktadır.

Kamu maliyesinde GSYH’nin yüzde 2’sine yaklaşan kemer sıkma önerisi (çoğaltan etkileri de dikkate alındığında) 2019’daki yüzde 2,3’lük büyüme öngörüsü ile tutarlı olamaz. Ya YEP’in bu öngörüsü geçersizdir; ya da kemer sıkma önlemleri “göz boyama”dır.

Yeni Ekonomi Programı’nda yer alan bazı politika önlemelerini IMF Türkiye Raporu ile karşılaştıralım:
IMF: “Kamu ücretlerinin geçmişe dönük endekslenmesine son verilmeli; asgari ücretler, verim artışlarına ve  beklenen enflasyona bağlanmalıdır.” (Paragraf 34, s.14)
YEP: “Kamunun fiyat belirleme ve yönlendirme politikasına tabi belirli (personel dışında) alanlarda geçmiş enflasyon verisi yerine YEP’te yer alan enflasyon hedefleri dikkate alınacaktır.” (s.7).  Burada “kadrolu devlet memurları” dışında geniş bir emekçi kitlesini (tüm emeklileri, ücretli kamu çalışanlarını, asgari ücretleri vb) enflasyona karşı koruyan uygulama tehdit altındadır.

IMF: “İşgücü piyasası kıdem tazminatı reformu ile daha esnek hale getirilebilir. Geçici istihdamda liberalleşmenin eksiksiz uygulanma önceliği önemlidir. Emeklilik sistemi reformu genişletilmeli; özel emekliliğe otomatik katılım genişletilmelidir.”     (Paragraf 34,35, ss. 14-15).

YEP: “Hizmetin özelliğine göre esnek çalışma modelleri uygulanacak; kamu kurumlarının esnek çalışma ile verimi sağlanacaktır. Kamu maliyesine yükü azaltmak üzere sosyal sigorta sistemi yeniden düzenlenecek; sosyal tarafların mutabakatıyla kıdem tazminatı reformu gerçekleştirilecek; yarım çalışma ödeneği etkin şekilde uygulanacak, çalışanların bireysel emeklilik sistemine otomatik katılması genişletilecektir. (s.12, 17-18) Burada “kamu kurumlarında esnek çalışma” ifadesi, devlet bünyesinde taşeronlaşmanın yaygınlaşma  habercisidir.

Listeyi geliştirebilirim; burada kesiyorum.

IMF’siz bir IMF programı amacına ulaşır mı?
YEP’in amacı nedir? Yukarıda işaret ettim: Finans kapitale, fon yöneticilerine bir çağrıdır: “Önerilerinizi  dikkate aldık; getiri beklentilerinize güvence sağladık;  yatırımlarınızı bekliyoruz…”

Ancak, temel bir sorun var: Bu IMF programının denetleyicisi yoktur. TCMB faizleri ve enflasyon verileri anlık gözlem altındadır. İyi ama, malî disiplin ve yapısal uyum hedeflerini izleyen ve uygulamalara  göre kredi dilimlerini serbest bırakan IMF denetimi yoktur.

Dahası, programa bağlı dış (IMF) kredi akımı da yoktur. IMF kaynağı, vadesi gelen, ödeme güçlüğü ile karşılaşan dış kredilere tahsis edilir; uluslararası bankaları riskten uzak tutar; döviz kurlarına istikrar, sıcak paraya getiri güvencesi sağlar. Bugünlerde uygulanan Arjantin programının sağlaması beklenen güvence öğeleri Türkiye’nin programında yoktur.

Bu nedenle YEP, “varlık fiyatları iyice ucuzladı; girme zamanıdır” diyen maceraperest spekülatörler için sadece bir çekiş etkeni olabilir. En coşkulu dönemlerde bile bu fonlar, yabancı sermaye girişlerinin üçte biri civarında seyretmiştir.

YEP’in “derde deva”  olması beklenemez. Esasen, bu belgeyi yazanlar, programın uygulanmayacağını elbette biliyor. Cumhurbaşkanı’nın göz bebeği mega-yatırımlar tırpanlanacakmış! 

Mümkün mü? 

Bu IMF programı, bu nedenle IMF’sizdir….

Korkut Boratav / SOL

Bir gazeteci krala bakabilir mi? - MİNE SÖĞÜT

- Olay Almanya’da geçecek.Yurtdışına kaçan bir gazeteci, kaçtığı ülkeye ziyarete gelecek olan kendi ülkesinin cumhurbaşkanına tutuklu gazetecilerle ilgili soru soracak. 
Kaçtığı yerden. 
Güvenli olduğu bir bölgeden. 
O yabancı ülkedeki demokrasiye güvenerek ve soru sorduğu için ipe gitmeyeceğini bilerek... 
Dolayısıyla soruyu sorarken dik duracak ve Cumhurbaşkan’ın gözlerinin içine bakacak. 
O gözlerde belki meslektaşlarının artık bu ülkede sorgulamaktan çekindiği şeyi kurcalayacak; 
Belki bir yandan da kişisel bir hesaplaşmanın hazzını yaşayacak.

 Terk ettiği ülkesindeki gazetecilerden biri bu duruma laf atıyor. Alman korumasında, Alman kucağında, Alman himayesinde, Alman mandasında istediğin kadar okkalı sorular sor. Asla kahraman olamazsın! Asla yiğit olamazsın” diyor. 
Diğeri hemen cevap veriyor: 
Tahir Elçiye aslan, iktidara kedi olanlar, ‘yiğitlik’ mevzuuna hiç girmemeli.” 
Ve biz bir tenis maçı izler gibi bu atışmayı izliyoruz. 

Kaçanın cesaretini sorguluyoruz ve kalanın samimiyetini.
 
Asıl meselenin, neden bir devlet adamına soru sormanın cesaret ya da himaye gerektirmesi olduğu noktasına varamadan... 

Magazin bir tartışmanın içinde bir kez daha aklımızı ve vicdanımızı yitiriyoruz. 
Sorularının gölgesinde kalan korkunç gerçek yine es geçiliyor. 
Gazetecilik nedir, ne değildir? 
Himaye ne işe yarar, ne işe yaramaz? 
Bir gazeteci bir başbakanın yüzüne hangi koşullarda bakabilir, hangi koşullarda bakamaz? 
Bir başbakan gazetecilere nasıl olur da yüzüne baktırmaz? 
Cesaret hangi koşullarda işe yarar, hangi koşullarda sayılmaz? 


Tüm bunlar umurumuzda değil. 


Aklımızda başka şeyler... 
Kâbus gibi bir çağ. 


Bu kâbus gibi çağda gazetecilik yapmak da, soru sormak da, köşe yazmak da kirli bir uğraş. 

Bu utanç verici tartışmalar üzerinden gazeteciliği masaya yatıramayan; 
Böyle bir cumhurbaşkanına sahip olmanın ülke için ne anlam taşıdığını hiç sorgulamayan aklımızın, kaçanlar ve kalanlar üzerinden kuracağı her cümle lekelidir. 
Yaşadığımız coğrafyada demokrasinin yoksunluğu ve hukukun güvensizliği artık baştan sona tescilli. 

O yüzden ülkeden “kaçmış” bir gazeteci ülkesinin başkanının yüzüne, gözlerinin içine bakarak soru sorabileceği güvenli bir bölgede cesaret taslıyor diye ona çıkışan “kaçmamış” gazetecinin aklıyla... 

O “kaçmamış” gazeteciyi koşullara göre davranma beceresinden vuran “kaçak” gazetecinin intikamcı enerjisi arasına sıkışmış bir algı üzerinden kurduğumuz dil hiçbir işe yaramaz. 

Burada asıl mesele; 
Her iki gazetecinin de Cumhurbaşkanı’nın gözlerinin içine bakarak soru sormanın tehlikeli olduğu konusunda hemfikir olmasıdır. 

Bu ülkede insan hakları, basın özgürlüğü, adalet gibi kavramlar var mı, yok mu, hâlâ tam anlamayanlar... 

Ve gerçek gazetecilerin de hiç hesap yapmadan, tıpkı kediler gibi her koşulda, sürgünde de hapiste de kralın gözlerinin içine bakabileceğini bilmeyenler.. 

Bu tartışmaya bakıp kolayca bir Z raporu alabilirler.

Mine Söğüt / CUMHURİYET