30 Mayıs 2014 Cuma

AKP’lileşen üniversiteler-Rıfat Okçabol/SOL

Türkiye’nin yükseköğretim adına yaşadığı talihsizlikler çok. Bunlardan biri, Mimar Sinan Üniversitesi rektörünün, “AKP’li olmayan rektör mü var?” sözünde saklı. Rektörlerin çoğu AKP’li ve Ş. Dede’nin deyişiyle, “‘Gül’ kokulu”; üniversiteler ise “takunyalı” (Bilim ve Gelecek, 104, Ekim, 2012)! Rektörlerin AKP’li, Gül kokulu ve/ya da dindar olması talihsizlik değil tabii; rektör de, her yurttaş gibi her şey olabilir. Talihsizlik, rektörün ne olduğu değil ne yaptığı: Üniversitenin AKP’lileşmesi, üniversitenin dualarla açılması, üniversitede tarikatların öne çıkması, Osmanlıya methiye düzülmesi, camide ya da özel günlerde evlerde okunan Yasin-i Şerif’in üniversitenin konferans salonunda okutulması ..!
Üniversitelerin talihsizliği, rektörün atandığı günlerde, bir partili gibi gerçekleri saptıran sözleriyle/ açıklamalarıyla/ tehditleriyle başlıyor. Örneğin Marmara Üniversitesi rektörü, 4 yıl önce görevine, “Üniversitede demokratik ve özgür bir ortam olmalı. Bunu sağlamak için gerekli önlemleri alıyoruz” deyip “Dünyayı görmeyen, vizyonsuz, lokal düşünen zihniyetin artık tasfiye olacağı” (Zaman Gazetesi, 26 Eylül 2010) tehdidiyle başlıyor. Göreve benzeri söylemlerle başlayan ve üniversitesindeki oylamada destek bulamamış bu tür rektörler, üniversitede kendisini istemeyen büyük çoğunluğa aldırmayıp ve bir kamu görevlisi olduğunu unutup AKP başkanının memuru gibi hareket ediyor.
AKP, evrim kuramına karşı! AKP’lileşen rektörlerle, üniversiteler de evrim kuramına yabancılaştırılıyor. Örneğin Marmara Üniversitesi rektörü, üniversitesinde, yaratılış düşüncesini savunanların, “Bilim, türler arası evrimi neden kabul etmiyor?” sempozyumu düzenlemesine izin veriyor da, evrim kuramını öne çıkaracak toplantıya izin vermiyor!
AKP, karşıtlarına göz açtırmıyor ve baskı uyguluyor! AKP’lileşen rektörlerin olduğu üniversiteler de, kraldan fazla kralcılık yapıyor. Örneğin Marmara Üniversitesi rektörü, herhalde, “Üniversitede demokratik ve özgür bir ortam olması” için, mobing yapan dekanına yıllarca dokunmuyor da; sendika üyesi bir akademisyene gözdağı vermek için, onun görev süresini, iki yıl yerine görülmemiş bir uygulamayla 6 ay uzatıyor. Haksızlığı ancak idari mahkeme düzeltiyor. Üye oldukları konfederasyonun çağrısına uyup greve katılan akademisyenleri üniversiteden atmak istiyor. Bu üniversitenin Hukuk Fakültesi’nde çalışan beş araştırma görevlisi hakkında kumpas kuruluyor: Yaptıkları tek şey, bahçedeki yüzlerce kişi gibi üniversiteye giren çevik kuvvet ekiplerini ve olayları izlemek olan bu beş kişi hakkında uyduruk tanıklarla ve “olaylara karışmak” gibi her yana çekilebilen bir iddia ile soruşturma açılıyor. “Taş, sopa, şişe ve kemer kullanarak saldırdığı” şeklinde bir iftiraya uğrayan bu beş kişinin, kamera kayıtları sayesinde “olaylara karışmamış” oldukları ortaya çıkıyor. Bu kez yönetim, beş araştırma görevlisinden ikisinin dosyasını, ‘kamu görevinden çıkarma’ istemiyle ve “olaylar bittikten sonra öğrencilerle görüşmek” ve “olayları cep telefonuyla kaydetmek” suçlamasıyla YÖK’e sevk ediyor.
Akademik geleneklere, Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aldırmayıp suç olmayan eylemlerden suç üretilmesi, AKP’lileşen üniversitenin içine düştüğü durumu gösteriyor. Hukuk dışı tutum ve davranışlar üniversiteye de sıçramış oluyor; düşünen, eleştiren ve hak arayanlara, üniversitelerde bile çalışma hakkı tanınmayacağı anlaşılıyor.
Oysa bu tür rektörler ve onların peşine takılan üniversite mensupları yanlış yapıyor. Çünkü toplum yalnız AKP’lilerden oluşmuyor. Çünkü AKP’lileşen üniversite bilime, demokratik yaşama ve topluma zarar verdiği gibi AKP’ye de zarar veriyor. Çünkü üniversite AKP’nin değil toplumun malı, toplumun evrenselliğinin göstergesi. Çünkü bugün iktidarda olsa da yarın yerlerini bir başka iktidara bırakacak ya da ANAP’ın başına geldiği gibi gelecekte adı sanı silinebilecek bir siyasal hareketin peşine takılmak üniversiteye yakışmıyor. İktidarın değil, gerçeğin ve yalnız gerçeğin peşinde olmak, gerçeğin sesi olmak üniversiteye yakışıyor.
YÖK’ten de, daha fazla gecikmeden yükseköğretimi “üniversiteye” dönüştürecek adımları atması ve ilk adım olarak da, Marmara Üniversitesi’nin bu hukuk dışı suçlamasını iptal etmesi bekleniyor.
Rıfat Okçabol/SOL

Tayyip toplumu bölüyormuş-Cemil Fuat Hendek/ SOL

"Başbakan Tayyip Erdoğan bu toplumu bölüyor!“ Mırırıltılı iç geçirmelerden hıçkırıklı feryatlara uzanan ve tam bir kakafoniye dönüşen bu bu serzeniş gittikçe daha çok midemi bulandırıyor!
Bu “lâf” kimlerin kafasında dizayn ediliyor? Kimlerin ağzından dökülüyor? Bu şikayet ve sözümona uyarıda bulunanlar aslında neyi amaçlıyorlar? Sakın işin içinde çok daha derinlerde yatan bir hinlik gizli olmasın? Örneğin, Tayyip’in toplumu böldüğü” propagandasıyla herkesin kafasında tam da şu resmi oluşturmak istiyor olabilirler mi?:
“Bu toplum eskiden tepeden tırnağa bölünmez bir bütündü!”
Şimdi birileri bunu çok ölümcül bir ikaz olarak algılasın, sonra da toplumun bölünmesine karşı hemen kolları sıvasın mı istiyorlar? Böylece “Tayyip tarafından bölünen toplum” tekrar bibirine yapıştırılacak; tekrar bölünmez bir bütün haline mi getirilecek?..
Söz konusu propagandayla Tayyip’e karşıymış havası yaratanlar, aslında her kapitalist düzende var olan gerçekliği gizlemeye çalışıyorlar. „Ulusal birlik ve beraberlik“ yalanlarıyla, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana var olan tüm çelişkileri, karşıtlıkları, ayrılıkları gözlerden gizlemeye çabalıyorlar. Ve bunların en başında da sınıfların varlığını, emekle sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi inkâr ediyorlar!
Tayyip bu toplumu nasıl bölüyormuş?
Sermaye sınıfı ile onun sömürüsü altındaki işçiler ve işgücüne dayanarak yaşam mücadelesi veren her türden emekçiler ne zaman bölünmez bir bütün oluşturmuşlar ki?
Uzun yıllar boyunca kırsalda hakimiyetini sürdüren -artık hepsi birer kapitalist olan- büyük toprak sahipleriyle onların altında köle misali ezilen, sömürülen, ellerindeki son toprak parçasına el konulan yoksul köylüler, yarıcılar, marabalar ne zaman bölünmez bir bütündüler?
Cumhuriyetin kuruluş günlerinden bu yana aydınlanmadan, laisizmden yana olanlarla bu ülkeyi gericiliğin karanlık perdesiyle örtme hevesinde olanlar hangi dönemde bölünmez bir bütün müşler?
Ulusal kurtuluş savaşı öncesinden itibaren asıl çıkarlarını ülkeyi emperyalizmin hegemonyasına terketmekte bulanlarla ülkenin bağımsızlığından yana olanlar ne zaman bölünmez bir bütündüler, bilen var mı?
Osmanlı tarihi boyunca Alevileri sürekli baskı altında tutan, her fırsatta katleden Sünni İslam’ın saldırganlarının ne zaman bölünmez bir bütün oluşturduğunu merak ediyorum.
Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Kürtlere anadillerini bile konuşmayı, okuyup yazmayı yasak eden Türk milliyetçiliğinin ne zaman bölünmez bir bütün oluşturduğunu anlatsın birileri bana.
Cumhuriyetle birlikte kadınların eşit yurttaşlık haklarına kavuşmasını içine sindiremeyen, kadınları ikinci sınıf insan gözüyle gören, kimi bölgelerde başlık parasına satan, çok evlilikten yana kafalarla özgür ve eşit kadın yurttaşlar ne zaman bir bütün oluşturmuşlardı, bunu da bilmek isterim.
Tayyip’in ülkeyi böldüğünden yakınanların iddialarının tam tersine işaret eden o kadar çok örnek verilebilir ki, tümüne burada değinecek yerim yok.
Ve bunların tümü bu ülkede başından beri var olan, birbiriyle asla barışamayacak ve asla birarada yaşayamayacak sayısız ayrılıklardır!
Bunların en temelinde de yukarıda değindiğim, emek ve sermaye arasındaki asla uzlaşmayacak olan çelişki yatmaktadır.
Sermaye cephesinde duranlar başından bu yana bunun son derece farkındalar. Sınıfsal konumlarını ve ortak çıkarlarını “kendileriyle bölünmez bir bütün oluşturduklarına” ikna etmeye çalıştıkları işçi ve emekçilere karşı her türlü yol ve yönteme başvurarak, gereğinde silahla savunmaya hazırlar. (Bunu defalarca da ispatladılar.) Bunların bütün çabaları, milyonlarca emekçiden bu gerçeği gizlemek, onlarda sınıf bilincinin uyanmasına ve her alanda örgütlenmelerine engel olmaktan ibarettir.
Tayyip’in yaptığına gelince...
O bölmeye çalışmıyor. Zaten bölünmüş olan toplumdaki en gerici öğeleri ideolojik olarak daha keskinleştiriyor. Kısmen demagojiyle, kısmen oluşturduğu sadaka sistemiyle, kısmen doğrudan satın alarak siyasal alanda daha da sıkı örgütlü hale getiriyor. Bunların giderek daha da saldırganlaşmasının yollarını açıyor. Böylece emekten, aydınlıktan ve ülkenin bağımsızlığından yana güçlere saldırısına, ülkede kurmaya çalıştığı islamcı-faşist dikta rejimine dayanak olarak kullanmaya hazırlanıyor.
Buna saldırıya karşı “toplumun bölünmesine tasalanma” safsatasıyla mücadele edilemez. Ülkenin sürüklendiği bataktık Tayyip ve AKP'yi götürüp, onun yerine aynı sınıfın başka maskeli temsilcilerini getirerek de kurutulamaz.
Çözüm yolunu, zaten bölünmüş olan toplumun sermaye düzenine, emperyalizme karşı olan, emekten ve aydınlanmadan yana konum alan kesimlerin biraraya geleceği bir Sol Cephe açabilir.
Gerisi lâf-ı güzaftır!
Cemil Fuat Hendek/ SOL

Nuri Bilge Ceylan’ın Işıldayan Karanlığı-EMRE KONGAR

Sanatçıların konuşmalarını, özellikle sanat anlayışlarını ve iç dünyalarını söze dökmelerini çok önemsiyorum...
     Önemsemenin ötesinde, seviyorum, büyük bir ilgiyle okuyorum...
     Çünkü her insanın iç dünyası bir evrendir...
     Bir sanatçının iç dünyası ise, birbiriyle çelişen, aklın alamayacağı, gözün göremeyeceği kadar ışıltılı, karanlık, çelişkili, sonsuz karşıt evrenlerden oluşur!
                                  ...

     Bu, Nuri Bilge Ceylan için yazdığım ikinci yazı...
     İlk yazım geçen pazartesi internet sitem kongar.org’da yayımlandı.
     O yazıda Ceylan’ın hayat felsefesi ve sanat anlayışı üzerine birkaç gözlemde bulunmaya çalıştım...
     “Çalıştım” diyorum, çünkü böyle sanatçıların iç dünyalarına nüfuz edebilmek, anlamak, onlar hakkında yargıda bulunabilmek, çok zor, hatta olanaksızdır.
     
    
                                           ...



     Babam, “Deha, sonsuz bir sabrın meyvesidir” derdi...
     Nuri Bilge Ceylan’ın deha pırıltıları da, esas olarak, sanatsal üretimin en zor olduğu alanlardan biri olan sinemada, sonsuza yakın bir sabırdan ve ince kuyumculuktan kaynaklanıyor...
     İkinci bir kaynak, Ceylan’ın çok yüksek olan “görsel zekâsıdır”.
     Üçüncü bir kaynak, insanın ve toplumun çelişkileri (insanın ve yaşamın karanlık tarafları) üzerinde yoğunlaşmasıdır...
     Nihayet son bir kaynak da, gerek kendi yaşadığı, gerekse toplumda gözlemlediği çelişkileri, didaktik bir tavırla ve tepeden bakan, çözüm öneren bir yaklaşımla değil, izleyici ile bütünleşen, ucu açık, saygılı, diyalektik bir anlatımla dile getirmesidir.
    
    
                                           ...

     Zaten çelişkilerle dolu bir toplumda ve çelişkilerden bunaldığımız bir dönemde yaşamıyor muyuz?
     Bir yanda “Ulusal onurumuz” Fazıl Say ve Nuri Bilge Ceylan gibi sanat ve bilim insanları...
     Öte yandan “Ulusal utancımız”, Silivri, Gezi Parkı’na şiddet, 17 Aralık, Soma ve diğerleri...
     İşte Nuri Bilge Ceylan’ın deha kıvılcımları, bu çelişkileri hem üreten, hem de yaşayan insanı, etkileyici ve diyalektik bir biçimde sinemaya yansıtmasında yatmaktadır.


EMRE KONGAR
Cumhuriyet

Yarın - CAN DÜNDAR

Bu ülkenin bir yarını var mı? 
Despotizmin susmak bilmeyen öfkeli sesine ve giderek yayılan yılgınlık virüsüne rağmen, gür sesle ve güvenle söyleyebiliriz ki; var! 
Yitmeye yüz tutan umutlarımıza, gitmeye meyleden evlatlarımıza, taşmaya başlayan sabrımıza rağmen var. 
Göremeyeceğimiz kadar uzak bir gelecekte de değil, çok yakınımızda bir yarın var.
***
Bu iyimserlik aşısını geçen yıl bu zamanlar Taksim’de vuruldum ben… 
Yine böyle ümidin solduğu bahar akşamlarıydı. 
Havada, “Bu memleketten bir şey olmaz” bulutları vardı. 
Üç-beş “çapulcu” bir meydanda toplanmış, 8-10 ağaç için ayağa kalkmıştı. 
Polisten bir ordu, düşman askeri gibi yürüdü üstlerine; ateş etti, vurdu, dövdü öldüresiye… 
Sinerler, ürkerler, giderler sandı. 
Fena yanıldı. 
Döve döve, vura vura, Türkiye tarihinin en büyük isyanını hazırladılar. 
Munis bir halkı ayağa kaldırdılar.
***

Yarın 31 Mayıs. 
31 Mayıs, yarınımız. 
Hürriyet bayramımız. 
Çünkü biz, Mayıs’ın 31’inde, rant hırsı meydanımızdaki son ağacın gölgesine gözünü diktiğinde, yitik sanılan bir neslin nasıl imdada yetiştiğini, aralarındaki farklılıkları sıfırlayıp ortak bir ideal uğruna nasıl ekmeğini üleştiğini gördük. 
Hep bana” zihniyetiyle yetiştirilmiş “Ben Nesli”nin, bir parka sahip çıkarken nasıl “Hep sana” diye fedakârca ağaçlara sarıldığını, oruç tutana evinden iftarlık taşıdığını, hiç tanımadıklarına cesaretle kapısını açtığını, neticede yüz binlerce “ben“den nasıl devasa bir “biz” yarattığını gördük.
“Kızlı, erkekli gezme”, “parkta öpüşme”, “bira içme”, “sigarayı bırak”, “çok doğur”tembihlerine karşı, hep “boş ver” diye salladığı elini bu kez toprağa basıp “yetti be” diye ayağa kalkan, yıllardır “bana ne” deyip dururken birden “sana ne” diye haykıran bir gençlik gördük. 
O neslin cop, kurşun, su, gaz, dayak yedikçe nasıl harlanıp canlandığına, (68’den hatırladığımız tarifle) “masum öğrenci talepleri”nin nasıl hayat tarzına saygı duyan yeni bir dünya talebine dönüştüğüne tanık olduk. 
Potansiyeli gördük. 
Umut dolduk.
***
Tabii iktidar da gördü. 
Korktu. 
Yarın Ayasofya’yı ibadete açtırma bahanesiyle karşı gösteriler icat etmeleri, mahkemelere yakalatma emri verdirmeleri, ülkenin tarihinde görülmedik bir polis ordusunu seferber etmeleri, parkları kapatıp meydanları çevirmeleri, valinin dilinden sopa göstermeleri ondan… 
31 Mayıs’ın “Yarın” olduğunu fark ettiler. 
O yarında kendilerine yer olmayacağını, hesap sorulacağını da… 
Yarından korktular.
***
Gezi” ülkede nicedir içten içe kaynayıp duran düdüklü tencerenin kapağının püskürdüğü yerdir. 
Sabah akşam aynı öfkeli azarları dinlemekten bıkmış kulakların, şişmiş şakakların, dişlenmiş dudakların, sıkılmış yumrukların ilk kez buluştuğu, o kulak, şakak, dudak sahiplerinin “Amma da kalabalıkmışız” özgüvenine kavuştuğu merkezdir. 
Gezi”, hürriyet talebimizin başkenti, ormanları biçe biçe gelip şehri bir beton mezarlığına çeviren TOKİ kuşatmasına karşı halkın savunduğu son kaledir. 
Oraya inatla kışla yapılmak istenmesi, bu kadar polisle çevrilmesi, girişe izin verilmemesi ondan…
***
Ama sonuç Meydan’da: 
Orada yıkılamamış bir park ve yıktırmamış bir halk var. 
31 Mayıs, zulmün yenilgisinin başladığı tarihtir. 
Türkiye’nin yarınıdır. 
Tarihte hiçbir takvim, “yarın”ın gelmesine engel olamamıştır. 
Yılgınlığa kapılmayın: 
31 Mayıs’ın, Gezi’de şenliklerle anılacağı yarın, yakın.
PARKLARDA ‘GÖZDAĞI’  
Gezi ruhu, bize görmeyi öğretti. Cesareti, direnmeyi, paylaşmayı... Oradan öğrendiklerimizle bir belgesel yaptık. Gezi’de gözünü kaybedenlerin belgeseli... Görmeye başlayan bir ülkenin, gözünden vuruluş hikâyesi... Yine Gezi’den ilhamla, bunu gönüllü bir ekibin çabası ve kolektif bir dayanışmayla hazırladık. Gezi’yi görmezden gelen merkez medyaya bir alternatif yarattık ve bize çektiği görüntüleri yollayan binlerce insana, “çektiklerini” yine parklarda göstermeye karar verdik. İlgilenen derneklere, partilere, kolektiflere, odalara, birliklere, sendikalara belgeseli ücretsiz iletme sözü verdik. Türkiye’nin ve dünyanın her köşesinden talep yağdı. Bizim için de bir ilk bu: İlk kez bir belgeselimiz, bu hafta sonu, aynı anda dünyanın 50’yi aşkın kentinde, yüzlerce parkta, salonda, forumda gösterime girecek. (Ayrıntılara: gozdagifilm. com’dan ulaşabilirsiniz) İlk gösterim, bu akşam 20.30’da Kadıköy Caddebostan Kültür Merkezi’nde... Bekleriz. 

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

Korku Filmi ya da Vizyon Misyon Komisyon - AHMET TAN

Anadolu’da “Öküz öldü; ortaklık bozuldu!” derler. “Öküz niye öldü, nasıl öldü? Ölen yoksa öküz değil deve idi de... Ölmemiş havuduyla yutulduğu için mi ortaklık bozulmuştu?!” Bunlar artık tartışılmıyor. Tartışmaya kalkanı, kasalardan, para sayma makinelerini hatırlatan herkesi başbakan “darbeci” diye damgalıyor. Herkesi sindiriyor. Ama bir yandan da 11.5 yıllık koalisyon ortağı Gülen’le gıyapta atışmaya devam ediyor. Şimdi de Gülen’in kendisi hakkında film çevireceğini haber almış. “Köprü altı cam cam/Öpsün seni amcam!” ağzıyla laf çakmayı sürdürüyor: “Holywood’a falan hacet yok. Aranızda çok artist var bulup birini oynatın!” Başbakanımız acaba Gülenciler arasında çok artist olduğunu ne zaman keşfetti? Zarraf’lı, Bilal’li tapeler ile para kasaları ortaya yayılınca mı artistliği ve artistleri fark etti. Ve 11.5 yıl boyunca neden, Mersin’de sokak ortasında vatandaşa bağırdığı gibi bir kez olsun “Artistlik yapmayın lan!!” diye haykırmadı?
Torbada Pişecek Size de Düşecek!.. 
Başbakan, ahlak-fazilet, temiz siyaset, “yeni Türkiye” nutukları atarken Meclis’in mutfağında adamları da torbada - çorba yasa pişirmeye devam ediyor. 
Küçük çocuklara yönelik cinsel suçların cezası yeniden düzenlenirken aynı torbaya ne konulsa beğenirsiniz? 
“Siyasi partilere sahte üye yazanlara kısmi af yasası!” 
Elbette maddede “af” sözcüğü geçmiyor. 
Ama halen 3 yıla kadar hapis cezası verilen “sahte üye yazımı”nın cezasının 1 aydan 3 aya indiriliyor. 
Bu ise “fiili af” demek. 
Siyasi Partiler Yasası’na el atacaklar ve yüzde 10 barajını hiç değilse yüzde 7’ye indirecekler diye beklerken. 
Hayali üye yazımı sahtekârlığının cezası indiriliyor. 
Bu da bir tür AK seçim hazırlığı... 
CHP’liler Adalet Komisyonu’nda bu fiili affa isyan ediyor. 
İstanbul Milletvekili Ali Özgündüz“Amacınız belli. Sahte üye yazmaktanyargılanan partililerinizi kurtarmak. Cezayı hafileterek sahte üye yazımını teşvikediyorsunuz!” diyor. 
CHP’li il, ilçe başkanlarının, belediye meclisi üyelerinin bile sahte üye yapıldığına dikkat çekiyor. 
Habersiz veya hayali üye yazımı belli ki AKP’de en yaygın partisel etkinlik. 
CHP’li Turgut Dibek“Hastanelerde TC kimlik numaralarının AKP’ye aktarılması suretiyle üye sahteciliği” yapıldığına işaret ediyor. 
Akagün Yılmaz da sahte yazım dolayısıyla iki ayrı partide kayıtlı duruma düşürülen birçok CHP üyesinin mağdur edildiğini anlatıyor.
AKP’li üyeler sonunda cezanın üst sınırını 3 aydan 12 aya çıkarmaya razı oluyor.
Ama bir yandan da “kısmi affı” savunmayı sürdürüyorlar. 
“Yasa genel. Sahte üye yazmanın cezası azalırsa, (yani fiilen affa uğrarsa) bundan siz de yararlanacaksınız!”
***

Bu tam bir “ganimet paylaşımı” anlayışı. 
Paralel yapı denilen ortaklık bu sayede ve bu anlayışla 11.5 yıl ayakta durdu. 
Başbakan’ın duyumu doğru ise yakında filmi piyasaya çıkınca ganimetin boyutlarını dünya âlem de görecek.
“Doğru ve iyi olanı bilmek ile doğru ve iyi olanı yapmak arasında en önemli bağlantı, doğru ve iyi olanı yapacak karaktere sahip olmaktır.” 
Russel W. Dough 
(Karakteriniz Kaderinizdir- HYB Yayıncılık Ankara 2000)
Kuranıkerim’e göre.. Tanrı’nın insana ilk buyruğu “Oku”.. Peki şimdi durup dururken Bilal’in “oku” neyin nesi?  


AHMET TAN
Cumhuriyet

‘Sürüngen-Alçak’ ve ‘Onur’ - Meriç Velidedeoğlu

Yaklaşık “20 yıl” önce, “Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği”nin çalışmalarının ilk sıralarında yer alan, “Atatürk”ün “Söylev”ini (Nutuk) toplumun her kesimine“tanıtma” görevini, dörtlü bir grupla ülkemizin pek çok yöresine giderek yerine getirdik. 
Yıllar boyu; kimi zaman öğrencilere, kimileyin bir fabrikanın işçilerine ya da bir askeri birliğe, üniversitelere, belediyelere, harb okullarına, derneklere, meslek odalarına vö’lere ulaştık. 
Okuyanlarca bilindiği gibi, “Atatürk”ün halkıyla birlikte “1919” yılından “1927” yılına dek aşama aşama gerçekleştirdiği “Büyük Devrim”i, kalemiyle anlattığı ünlü yapıtı“Söylev”den (Nutuk) yaptığımız alıntılarla oluşturmuştuk bu tanıtımı. “90” dakika süren görüntülü belgeli olan ve “tiyatro sanatçıları”nca dile getirilen anlatım, yurtdışındaki yurttaşlarımız tarafından da istenir olunca, gurbetçilerimizle de buluşup oralarda da sergiledik bu çalışmamızı. 
Yurtdışından ilk çağrıyı, “Almanya”nın “Köln” kentinden aldık; koca bir salonu dolduranlarla, yer bulamayıp ayakta kalanların oluşturduğu topluluk “90” dakika sanki hiç soluk almadan izledi. 
Salondan çıkarken, orta yaşlı bir erkek izleyici bana yaklaşıp saygıyla teşekkür ettikten sonra: “Neden ‘Atatürk’ün, ‘Sıvas Kongresi’nden sonr a , Ankara’ yagelirken ‘Hacıbektaş’a uğradığını, çalışmalarını onlarla, ‘Çelebi CemalettinEfendi’yle de birlikte sürdürdüğünü söylemediniz” diye sordu. 
Öylece kaldım; haklıydı. “Söylev”i, pek de dikkat edilmeyen bir açıdan ele alıp değerlendirmişti; Söylev’le ilgili konuşmalarda, “yazılarda hep” “Mutki Aşireti Başı Hacı Musa”dan söz edilir de, “Çelebi Cemalettin Efendi” ise pek dile getirilmez. 
Oysa “Atatürk” Ankara’ya ayak basar basmaz; “Hacıbektaş’ta C. CemalettinEfendi’ye, Mutki’de Hacı Musa Bey’e birer bildirim yaptık!” diyerek her ikisiyle de bağlantı kurduğunu “Söylev”de belirtir (s. 241)* 
Bana bu soruyu soran -Alevi olduğu anlaşılan- kişi, işte bunun altını çiziyordu; tutumu duygusal bir “sitem” değildi; üstelik “1990”ın Türkiyesi’nde yaşananlar karşısında da, üzerinde durulması gereken bir durumu ortaya koyan bir soruydu bu. 
Çünkü yıllar öncesinin, ülkemizi bir “örümcek ağı” gibi saran “Amerikan BarışGönüllüleri”nin yeniden dirilttiği “mezhep” çatışmalarının adım adım ilerleyip, artık doruk noktasına vardığı bir dönemdi “1980”lerden “1990”lara varış. 
Öyleki, bu “ Barış Gönüllüleri”nin; köylerine, kasabalarına, kentlerine gelmeden önce canciğer dost olanlar zamanla kanlı-bıçaklı komşular durumuna gelmişlerdi; daha doğrusu getirilmişlerdi; bunlar -özellikle- başta “Türkiye” olmak üzere,“Ortadoğu” ülkelerinde “mezhepsel yapı”yı, “inanç ayrılıkları”nı yeniden yaşama geçirmek üzere yetiştirilip görevlendirilmiş genç kadın ve erkeklerden oluşturulmuş -bir bakıma- “maşa”lardı; ne ki zamanla bunların yerlerini “yerel maşa”lar alacak, böylece bu “mezhepsel yapı” -dönem dönem olsa da- diri tutulacaktı yeni çatışmalar için... 
Bütün bunları “Erdoğan”ın, “TV”lerde “mezhepçiliği” kışkırtan, açıkça “Alevidüşmanlığı”nı içeren konuşmalarını dinlediğimde anımsadım; bu durumda insan,“yepyeni bir ‘Maşa’ olayı ile karşı karşıya mıyız” diye sormaktan kendini alamıyor. 
Üstüne üstlük “Erdoğan”, ülkede yarattığı -neredeyse ‘iç savaşa’ götürecek- durumun sahibi başkalarıymış gibi öfkeli ve saldırgan... 
Yandaşı olmayan, iktidarını ve kendisini eleştiren gazetelerin yazarlarına inanılmaz kertede kızıyor, öfkeleniyor; “Hürriyet”ten “Yılmaz Özdil”“SÜRÜNGEN”,“Posta”dan “Yazgülü Aldoğan”“ALÇAK” diyor rahatlıkla; dahası bunları söylemeyi kendisinin “hakkı” olarak görüyor.

Hele “Aldoğan”“KADIN” olduğu için kızmaktan da öte derinden içerliyor; kendinden geçercesine “Şuna bak” diyor, ardından da “güya kadın!” diye ekleyerek vargücüyle haykırıyor; bu da yetmiyor ki, bu kez “kadın dernekleri”ne çatıp, “niye ayağa kalkıp bunların yüzüne tükürmüyorsunuz” diye hiçbir“çekince” duymadan soruyor, sorabiliyor... 
İnsan yine; böyle bir “çağrı”nın, “insan onuru”na ve kendi “onur”una da saygılı birine “uygun” düşer mi diye sormaktan kendini alamıyor... Böyle bir “soru”sorulduğunda da, ülkemizi yöneten kimilerince de “insan onuru”nun ne denli çiğnendiği -kendi onursuz tutumlarıyla- ortaya dökülüveriyor; öyle değil mi? 
Olur ya, eğer “hayır!” diyenler varsa “Erdoğan”ın son Almanya’ya gidiş olayını şöyle bir düşünsünler derim...
(*) Türk Dil Kurumu’nun “1974”teki baskısı.  

Meriç Velidedeoğlu
Cumhuriyet

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Ölmüştür geçmemiştir- ERBİL TUŞALP

Korku yenildi. Hakarette nispi azalma var. Küfür tükendi gibi. Düzey diye bir sorunu hiç olmadı. Yalan stoku tehlikeli seviyede. Yıllar öncesinin “işkence gördüm” uydurmasından sonra Köln’de “madene inip kömür çıkardığını” söylemesine yalan denmedi, gülen güldü, gülmeyen pes dedi.
Bunca yalan dolan, hile hurda, kir pastan sonra elbette hiç kimse ondan nezaket, zarafet, merhamet, sevgi, hoşgörü beklemiyordu. O yine bildiği gibi yaptı. Müslüman çetenin sirkatini söylerken şecaatini arz etti.
Dahası cumhuriyet tarihinin en büyük “yolsuzluk kılıfının” -o öyle dedi- kahramanı olarak Deniz Feneri, Yimpaş, Kombassan, İhlas, Jet-pa, Sayha vurgunu yemiş gurbetçilerin çocuklarını “Hatmi Şerif’lerle, Ezanı Muhammed’lerle…” bir güzel uyutup “üzerine bir bardak soğuk su içmeyi” önerdikleri milyar euro’lar için tek söz etmedi.
SPK saptamalarına göre çarşıda pazarda, camide dernekte, divanda, dergâhta, bârgâhta, mecliste, meydanda 2007 yılına dek acılı vatanın her köşesinde “400 bin kişinin 5 milyar euro dolandırıldığı” bir kez daha unutturuldu.
Bugüne uzanan yılların dolandırıcılığına ise siyaset icabı değinmedi.
On iki yılın soygunu vurgunu, rüşveti zimmeti, ihtilası irtikabı, hırsızı arsızı, sahtecisi kalpazanı, pususu kumpası, eziyeti öfkesi, zulmü baskısı şiirlerle, şarkılarla, dualarla örtüldü, acılı vatanın eli mecburcu evlatlarının huzurunda cumhurbaşkanlığı yolculuğunun startı verildi.
POMPALI DEYİNCE
Şimdi sıra tahrikte. Vahşetle şiddetle denendi. Kadının bedeniyle, saçıyla kılıyla; işçi, emekçi, öğrenci, öğretmen, doktor, gazeteci, yazar, sanatçı, aydının söylemiyle; sendikanın, derneğin, kooperatifin, üniversitenin eylemiyle tahrik edildi.
Tahrik-1: Başbakan Tayyip Bey, İstanbul’da PKK’nın düzenlediği eyleme pompalı silahla karşılık veren bir yurttaşı “Vatandaşa sabır tavsiye ediyorum. Ama bu sabır nereye kadar olur, bunun da endişesi içerisindeyim. Hayatına kastettiğiniz vatandaş kalkıp da eğer elinde böyle bir tedbiri, böyle imkânı varsa, kendisini savunma yoluna gidecektir” diye tahrike yönlendiriyordu. (4 Kasım 2008)
Bu tahrik Çiller’in “yolsuzluklarını aklayan” Erbakan’ın “kadrolaşmasını kollayan” RP-DYP ortaklığının 1997 den beri sürdürdüğü kadrolaşmanın silahlı yanını anımsatacaktı. Kadrolaşma deyince 170 bin silahlı polis ve 86 bin korucu ile 2004 yılında ithal edilen 60 bin pompalı tüfeğin büyük kısmının Kombassan’ın Konya’daki hipermaketi çıkışlı olduğu akla geliyor… 85 bin 368’i ruhsatlı pompalı tüfek vardı.
Tahrik-2: Başbakan Tayyip Bey, yıllar sonra Okmeydanı Cemevi’nin bahçesinde öldürülen Uğur Kurt’un arkasından benzer bir tahrike daha imza atacaktı:
“Polis eli kolu bağlı mı dursun? Bütün bu araçların üzerine bu teröristler camları kırmaya çalışıyorlar. Polis eli kolu bağlı mı kalacak, bir şey yapmayacak mı? Nasıl sabrediyorlar anlayamıyorum. Hiçbir medya yaralanan polislerin durumu ne olacak demiyor.” (23 May 2014)
SON NOKTA
Buraya eklenecek küçük bir not “tahrik-rejim” ilişkisi arasındaki bağı somutlayacaktı.
Gezi parkı kalkışmasında 18 yıllık biber gazı stokunun üç haftada tüketilmesinden sonra 80 ile yayılan özgürlük ateşini söndürmek için 400 bin biber gazı, 43 toma, 12 akrep daha alınacaktı. Bu iş için ayrılan 44 milyon liralık ek ödeneğin 32 milyonu, Kalkınma Bakanlığı’ndan 12 milyon lirası Tayyip beyin örtülü ödeneğinden karşılandı.(15 Kasım 2013) Doğrusu da buydu. Kalkınmanın sırası değildi. Başbakanın destan yazan polise küçük ikramının sözü olmazdı.
Ama kim ne derse desin diktatörlük kurmanın maliyeti yüksekti. Kamu Düzeni ve Güvenlik Hizmetleri’ne yapılan bütçe harcamalarının dört aylık tutarı 10 milyar 400 milyonu bulmuştu. 2013’te aynı dönemdeki harcama 8,9 milyar liraydı. (24 Mayıs 2014)
Tahrikte son noktayı koyarken iç savaş siparişine sımsıkı sarıldığını bir kez daha kanıtladı.
Köln’e gitmeden önceki acımasızlığı “sabır yoklayıp” tavan yaptı:
“Şimdiye kadar sustuk, ama kimse kusura bakmasın, şımarıklık karşısında had bilmezlik karşısında susmayız. Vuran kıran karşısında susmayız. İşte bakın dün yine bir olay oldu. İşte Berkin Elvan’ı anmak için törenler düzenleniyor. Yani biz her ölüm karşısında tören mi düzenleyeceğiz? Ölmüştür geçmiştir.”
Köln’de özgürlük ateşine elini uzattı, Nazizmin kana buladığı coğrafyanın orta yerinde biti canlandı.

ERBİL TUŞALP
SOL

Sanata Kurulan TÜSAK! - MUSTAFA BALBAY

Kültür Bakanlığı, bir yıldır sumen altından yürüttüğü, Türkiye’de sanatın sanat değerini sıfırlayacak yasa çalışmasını kendi internet sitesine koydu, toplumdan gelecek tepkileri ölçmeye başladı.
Ülkemizde sanata ilişkin hemen tüm devlet kurumlarının kapatılmasını öngören taslağın yasalaşması halinde “Türkiye Sanat Kurumu” (TÜSAK) adlı yeni bir yapılanmaya gidilecek. Tüm sanat etkinliklerine, desteklerine TÜSAK karar verecek. Mevcut yapılar ortadan kaldırıldığı için hükümet istediği yapılanmayı istediği kadrolaşma ile birlikte gerçekleştirmiş olacak.Bu yolla Türkiye’nin bütün sanat birikimi sıfırlanacak, bugün başında “devlet” sözcüğüolan tüm kurumların başına fiilen “hükümet” sözcüğü getirilecek. Hükümet tiyatroları,hükümet opera ve balesi... Taslak, büyük çoğunluğu güvencesiz hizmet veren sanatçıların tümüyletaşeronlaşmasına neden olacak boyutlar içeriyor. Zira, eserinizi toplumdan öncehükümetin belirlediği kişilere beğendirmek zorundasınız.

***
21 Mayıs Çarşamba günü Devlet Tiyatroları Opera ve Bale Çalışanları YardımlaşmaVakfı (TOBAV) İzmir Şubesi’nin ev sahipliğini yaptığı bir toplantıda, taslak enine boyuna konuşuldu. İzmir milletvekili arkadaşlarımız Mustafa Moroğlu, Musa Çam ve il başkan yardımcımız Ülkümen Rodoplu ile birlikte dinleyiciydik.
TÜSAK, sanat kurumlarının yeniden düzenlenip nasıl destekleneceğini yasayabağlıyoruz adı altında tam bir tuzak. AKP’nin ezeli mantığı bu. İçindekilerin de bazı sorunlar olduğunu kabul ettiği kuruma ilişkin bir yasa hazırlıyorlar, mevcuttan daha kötü hale getirip bırakıyorlar. Eleştirileri de “bu kurumun yeniden düzenlenmesi gerekliliğini içindekiler istedi” deyip etik dışı anlatımlara girişiyorlar.
Sanatçılar Hale Gökalpsezer, Yavuz Daloğlu, Prof. Çetin Aydar, Prof. Semih Çelenk, Arda Aktar, Arkın Zirek, Burç Balcı, Gündüz Öğüt, Altuğ Dilmaç, Mehmet Ege, sanatın hükümet güdümünde değil, devlet desteğinde olması gerektiğini örneklerle anlattılarAKP iktidarı döneminde emekli olan sanatçıların yerine yeni kadrolar açılmıyor.Boşluk, sadece planlanan günlerde çalışan ve o günlerin parasını alan sözleşmelisanatçılarla dolduruluyor. Bursa Filarmoni Derneği’nden Burç Balcı’nın hesaplamasına göre bu yöntemle çalışan bir sanatçı 87 yaşında emekli olabiliyor.
Taslakla toplam 52 sanat kurumuyla birlikte sanatçıların da ruhu yok ediliyor.
***
Sanata yönelik bu tuzak sadece sanatçıların değil, tüm toplumun sorunudur. Sanatçıların yasaya karşı başlattığı mücadeleye çağın değerlerini özümsemiş tüm kesimlerin omuz vermesi gerekir. Dikkatlice okuduklarında AKP’ye oy vermiş sağduyu sahibi kesimlerin de bunu kabul etmesi mümkün değildir.
Gündüz Öğüt, Afyon’da çobanlık yapan dedesinin nasıl sanatçı olduğunu, bunun sonraki üç kuşağı nasıl etkilediğini konuşmasının ilk birkaç dakikasında özetledi. Sanat kurumlarının kapatılmasıyla derinleşecek karanlığın tarihi bir fotoğrafıydı bu.Yavuz Daloğlu’nun yayına hazırladığı, 1961 yılında basılmış “Tiyatro ve Opera Komitesi Raporu”, tarihimizde hiçbir dönemin bugünkü iktidar kadar sanata düşmanolmadığını ortaya koyuyordu. Prof. Özdemir Nutku kitabın arka kapağında, “DevletTiyatroları, Operaları, Baleleri ve Senfoni Orkestraları halkın malıdır, hükümetlerin değil” diyordu.
Sanatçılar, halkı kendi eserlerine sahip çıkmaya çağırıyor.Ne mi yapmalı?Bu yazıyı okuyan herkes ilk iş olarak bir sanat etkinliğine katılmayı planlasa vekatılsa...
Hiç kimse için değil, kendisi ve kendisinden sonraki kuşaklar için...  

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet

Düşen Bir Lider Portresi -2- ORHAN BURSALI

1) Der Spiegel dergisi, Almanya’nın en etkili bir iki yayın organından biridir ve dünyaçapında tanınır. Soma üzerine yazdığı habere “Erdoğan Cehenneme kadar yolun var” benzeri bir başlık koydu. Erdoğan ve adamları ortalığı yıktı. Bir dergi nasıl böyle bir başlık koyarmış. Muhabir Hasnain Kazım’a yüzlerce tehdit. Spiegel (Ayna) muhabirini Türkiye’den çekmek zorunda kaldı.. Erdoğan, Köln konuşmasında “Cehennemin yolunu nereden biliyorlarmış” diye sordu ve Spiegel’i hedef gösterdi yine.

Aslında ne olmuştu? Cehenneme kadar yolun var, başlığı tırnak içindeydi.. Yani derginin kendi başlığı değildi. Bu sözü, gazeteciye Soma’da bir madenci söylemişti; eh ilgi çekici bir laftı, 301 arkadaşlarını kaybetmiş madencilerin içinde bulunduğu duyguyu çarpıcı bir şekilde dile getiriyordu ve hooop haberin başlığına oturmuştu.
Somalı madenci, demek ki Erdoğan’ı - iktidarı sorumlu görüyor. Başlık da bunu netifade ediyor.. Biri bunu beğenir başlık yapar, bir başkası beğenmez... RTE’nin bam teline dokunmuş olabilir, eeeee en sorumlu mevkide oturacaksın, madendeki katliama senin yönetim biçimin yol açacak, can acısıyla yapılan eleştiriye de sinirleneceksin. Nerede bu bolluk! (Diktatörlüklerde!)2) Erdoğan sakın millete bir “dış düşman” göstermek için Spiegel ve Almanya’ya bindirmiş olmasın! “Türkiye’ye parmak sallama dönemi bitti” sözlerini Avrupalı politikacı iplemez, ama RTE’nin hedefi de zaten “Türkiye boyun eğmez yabancıya...büyük lider..” havası-tatavasıyla, Cumhurbaşkanlığı seçimi için propaganda yapmak.. Bu amaçla orada!
RTE, Almanya ile Türkiye’yi de birbirine düşürür. Zaten Almanya’da kamuoyu, iktidar muhalefet medya, hepsiyle siperlere girilmiş durumda. Gezi’yi Almanlar tezgâhladı”, Okmeydanı’nda cinayetleri Almanlar kışkırttı (MİT’in rolü ne orada?!),
3. köprüyü de sabote ediyorlar (!).. Akıllara ziyan, yalan üzerine kurulu bir propagandamakinesini çalıştırıyor iktidar ve adamları.. Almanlar bunların arkasındaki RTE’ninyüzünü görmüyor mu?! RTE onlara Hitler’i anımsatıyor, ama Almanlar da karşılarında demokratlığın zerresini bulamadıkları Erdoğan’da, Hitler’den güçlü esintiler görüyor ve tüyleri diken diken oluyor..
Önemli olan yüzde 43 ile ne yaptığındır 
3) Erdoğan’ın dünyaya, muhalefete karşı en büyük kozu yüzde 43. “Saygı gösterin”diyor. Bu yüzde 43’ün de her geçen zamanda aşağı indiğini görelim. Ama kimseErdoğan’a yüzde 43 oy aldı diye saygı duymak ve göstermek zorunda değildir. Millet,insanlar, bu yüzde 43 oy ile ne yaptığına bakıyor!En basitinden, son yaşadıklarımız çerçevesinde:● Madencileri on para için ölüme gönderen sistemi mi kuruyor?
●Polise “Nasıl sabrediyorsun anlamıyorum” sözleriyle çek tetiği arkandayım talimatı mı veriyor? (Adamları da hemen arkasından, maskelileri polis vurup öldürmeli, dedi Kocaeli Bld. Bşk Yard.) Ve “Ya bu ülkede eşek gibi sessizce yaşayacaksınız ya da defolup gideceksiniz.” (İstanbul Kızılay Şube Md.; Binali Yıldırım’ın kardeşi). Aslında hepsi RTE’nin düşüncelerini hem dile getiriyor hem tercüman oluyor.
● Muhalefet liderini parmağıyla göstererek tehdit mi ediyor kürsüden?..●Ve halkını ezmek için daha güçlü TOMA- 2’ler mi ısmarlıyor?.. Polis devletini zırhlıyormu?.. MİT yasası ile iktidarına karşı çıkacakların canına okumaya mı hazırlanıyor?.. Bir iktidar altında, insanların canının beş paralık değeri yoksa, madende zehirlenerekveya sokakta patır patır vurulup öldürülüyorlarsa... muhalefeti yok sayıyor ve türlü çeşiti yalanla yok etmeye çalışıyorsa..
Aldığın yüzde 43 oyuna da, demokrasi, insan hakları, siyasi özgürlükler vb. açısındanbeş para değer verilmez..
Bu benim işim, kendine bak dönemi çoktan bitti 
Haaa, şu basın özgürlüğünü eksik bırakmayalım: İktidarın adamları utanmazca,Yazgülü’nü ve Yılmaz Özdil’i katillerine veya katil adaylarına hedef gösterdiler ya..Bir başbakan diyebilir mi: “301 şehidimize bu hakaretleri yapanların yüzüne 77 milyonun tükürmesi lazım...
Eee derse, kimse onun yüzde 43’üne bakmaz...Karşısında sadece, aldığı oya dayanarak herkesin canına okuma hakkını elde ettiğini düşünen ve bunu da adım adım gerçekleştiren Hitler’den esintiler görür ve tarihteki yerine oturtur.
Yazgülü doğru söylüyor: Patronun kazancı uğruna 301 canımız gittiyse, bunu dile getirmenin bin bir yolundan birini söylemiş. “Boku bokuna” dememiş Bay RTE, Patronun kazancı uğruna demiş.. Doğru söylemiyorsunuz... Çarpıttığınız Özdil bahanesiyle basın özgürlüğüne bindirdiğinizi de bütün dünya anlamıyor mu?Dünya çok küçüldü. Bu benim işim, sen kendine bak, dönemi biteli çoook oldu..Ne Soma’daki cinayet üzerindeki sorumluluğunuzu madencilere şehit unvanı vererek ve medyaya saldırarak üzerinizden atabilirsiniz.. Ne de polise, nasıl sabrediyoruzdedikten sonra, öldürülen gencin babasına telefon ederek halkla ilişkiler yapmakla,düşüşünüzü durdurabilirsiniz..  

ORHAN BURSALI
Cumhuriyet

Favori Büyükerşen-Utku Çakırözer

CHP’nin kampanyacısından Köşk anketi: Büyükerşen MHP oylarıyla önde
Cumhurbaşkanlığı seçimlerine üç aydan az bir süre kaldı. İktidar partisi AKP dışındaki tüm partiler adaylarını sivil toplum örgütleri, meslek örgütleri ve diğer partilerle görüşerek belirleme çabası içinde. Ana muhalefet partisi CHP de bu kapsamda hafta içinde üç görüşme yaptı. Esnafların, çiftçilerin ve avukatların meslek örgütleriyle bir araya gelen CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, bu temaslarını 10 Haziran’a kadar sürdürecek.

Toplumun arzuladığı profil 
CHP liderine eşlik eden Genel Başkan Yardımcıları Erdoğan Toprak ve Bülent Tezcan’ın anlatımına göre ziyaret ettikleri örgütler isim vermemiş. Cumhurbaşkanı olacak kişide olmasını istedikleri temel özellikleri şöyle sıralamışlar:“Kucaklayıcı, halkın içinde olan, siyasi kimliği fazla ön plana çıkmayan, toplumdaki gerilimi düşürecek, çatışmayı önleyecek, hukuku üstün gören, devlet dengelerini koruyan, uluslararası alanda Türkiye’yi temsil edebilecek.”
İki isim başa başCHP lideri Kılıçdaroğlu görüşme turunu tamamlayacağı haziran ayı ortalarından önce isimlendirme aşamasına geçmeyecek. Ancak parti içinde ve partiye yakın çevrelerde isim arayışı hızlanmış durumda. Bu yöndeki çalışmalardan biri, CHP’nin seçim kampanyasını da düzenleyen Öykü Ajans içindeki “Fikrimühim” grubunun anketi. Türkiye çapında 1331 kişiye, kamuoyunda Cumhurbaşkanlığı yarışında isimleri geçen 30 isim sıralanarak tercihleri soruldu. Çıkan sonuçlar şöyle:●CHP’li seçmenlerin ilk isim tercihinde CHP Milletvekili Emine Ülker Tarhan ve Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen başa baş çıktı.
●Bu ikili ile arkalarından gelen Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu ve CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce arasında yüzde 6-7’lik bir fark var.
●Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminde CHP adayı olan Mansur Yavaşise CHP tabanından beşinci isim olarak çıktı. Kamuoyunda isimleri konuşulan eski CHP Genel Başkanı Deniz Baykalİlhan KesiciHaşim KılıçHikmet Çetin gibi isimler ise bu araştırmaya göre CHP tabanında yüzde 5’in altında destek bulabildi.
Büyükerşen’e MHP ve AKP desteği●Büyükerşen, diğer partilerin tabanlarından oy alabilme özelliği sayesinde Tarhan’ı geride bırakarak muhalefet cephesinde en fazla desteğe sahip isim olarak öne çıkıyor. MHP’li seçmenler arasında daha ilk turda ona oy verebileceklerini söyleyenbir kesim var. Ayrıca hem MHP’de hem de AKP’li seçmenlerden Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını isteyen kesimin ikinci tercihleri arasında yine Büyükerşen ismi dikkat çekiyor
Kılıçdaroğlu için zor tercih 
Büyükerşen’in adaylığı konusunda partiyi düşündüren konu Cumhurbaşkanlığı Seçim Kanunu. AKP bu kanunu çıkarırken kafasında Abdullah Gül’ün ikinci kez seçilmesinin önünü kesmek ve Erdoğan’ı seçtirmek vardı. Bu yüzden Başbakan ve bakanlara istifa etmeden aday olma imkânı sağlandı. Ancak seçime katılacak diğer kamu görevlilerine bu hak verilmedi. Büyükerşen aday olursa görevinden ayrılmak zorunda. Kanunun seçilemeyen kamu görevlilerinin geri dönüşüne ilişkin bölümünde de“belediye başkanları” için bir güvence bulunmuyor. Kanunda boşluk var. Büyükerşen Cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olur ve kazanamazsa, Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevine geri dönememe riski var. Köşk adaylığı için Büyükerşen’e kamuoyu desteğinin sürmesi halinde CHP yönetimi zor bir tercihle baş başa kalabilir. Risk almama eğilimi ağır basarsa, CHP seçmeninin ilgi gösterdiği anketteki diğer isimlerle önceki gün Kılıçdaroğlu’nun görüştüğü eski Devlet BakanıKemal Derviş’in ismi de gündeme gelebilir.
AKP tabanı Gül’ü istiyorAynı araştırmada AKP seçmeni, en güçlü iki aday arasında yüzde 46 ile Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü, Başbakan Tayyip Erdoğan’a (yüzde 39) tercih ediyor. Gül’ü tercih eden AKP’lilerin ikinci tercihlerinde Erdoğan’ın dışında MansurYavaş ve Yılmaz Büyükerşen isimleri geliyor. CHP ve MHP’li seçmenlerin ikinci tercihlerinde de benzer biçimde AKP’den Gül’e destek çıkıyor.,
MHP’lilerin tercihi AkşenerMHP’lilerde ise ilk tercih, TBMM Başkanvekili Meral Akşener’den yana. Kendi istemese de MHP seçmeni, liderleri Devlet Bahçeli’yi de istiyor. MHP’de ikinci tercihler konusunda Abdullah Gül, Yılmaz Büyükerşen ve Mansur Yavaş isimleri gözleniyor.
HDP’den Erdoğan’a İlgi
Veriler AKP ile HDP/ BDP tabanları arasında geçişkenlik olduğunu ortaya koyuyor. HDP/ BDP seçmeninin Çankaya adayları arasında birinci sırada BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş geliyor.
Kürt kökenli seçmenlerin ikinci tercihi ise net biçimde Başbakan Erdoğan. Benzerbiçimde, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını arzu eden AKP’liler arasında da ikinci tercihlerde Gül’ün ardından Demirtaş’ın ismi çıkıyor.   

Utku Çakırözer
Cumhuriyet

25 Mayıs 2014 Pazar

Sesi Yükseltmek-ÖZTİN AKGÜÇ

Ülkede yaşananlar, ülkenin gidiş yönü, dolayısıyla daha büyük facialar, sıkıntılar,haksızlıklar, yolsuzluklar yaşanmak istenmiyorsa sesin yükseltilmesi gerekiyor. Soma’da insan davranışları arasında zıtlık, çelişki daha da görünür hale geldi. Bir yanda tekmeci Yusuf, tekmeci Yusuf’a belki ayağı incinmiştir diye rapor veren hekim, acılı vatandaşın üstüne göze girebilmek için tazyikli su sıkma emri veren Emniyet amirleri, çocukları tutuklayan cesur(!) polisler, Allah’ın rahmetinden, kardeşlikten,şehadetten söz ederek olayı alalamaya, tepkiyi hafifletmeye çalışan sorumlupolitikacılar, öte yanda sedye kirlenmesin diye çizmesini çıkarmaya çalışan Murat, üç can kurtarabilmek için kendini ölüme atan sağlık memuru Serdar. Bir yanda insan onuruna yaraşan, insanı yücelten davranışlar, öte yanda insan adına utanç verici, yüz kızartıcı kareler. Yaradana çok şükür ki hâlâ bu ülkede Murat’lar, Serdar’lar, özverili, onurlu ülkeyi ayakta tutan, ayakta tutmaya çalışan erdemli kişiler var. Konfüçyüs’ün gözlemlediği gibi ancak erdemli insanlar zahmete, mahrumiyete katlanabilir, özverigösterebilir; kendilerini nasıl tanımlarlarsa tanımlasınlar erdemsiz insanlar özverigösteremez, sıkıntıya katlanamaz, ancak insanlığı, ülkeyi utanca boğan karelere,görüntülere konu olurlar.

Yetenekli, bilgili, özgüveni, özsaygısı olan kişi yalakalık yapmaz; onurunu, kişiliğini, özgürlüğünü korur. Tutuklama, kelepçe, zindan onun özgürlüğünü elinden alamaz. Özgürce düşünmeyi, özgürce konuşmayı, haksızlığa başkaldırmayı sürdürür. Özgürlüğün bedeli olarak ölümü göze alan, ölümü bile küçümseyen bir kişinin özgürlüğü nasıl elinden alınabilir? 
Toplumda ne yazık ki, yeteneksiz, bilgi ve kişilik özürlü oldukça geniş bir kitle var. Liyakatleri olmadığından, liyakat ölçüsüne göre toplumda, ister özel ister kamu, belli orunlara gelme, kendilerine şeklen de olsa itibar kazandırma olanakları yok. Ellerindeki tek araç, yaltaklanarak, ziftlenerek, yalakalık yaparak, kullanılarak belli orunlara gelebilmek, unvanlar alabilmek. Bence Türkiye’nin en büyük sorunu böyle birkitlenin varlığı. Ayak oyunu, onursuzluk, yolsuzluğa bulaşmasa bile yolsuzluğu hoş görme, ayrımcılık, kişisel çıkarcılık, ziftlenerek yaklaşmak bunlarda. Bunları iş yaşamında, bürokraside, eğitim kurumlarında, medyada gözlemliyoruz. Özgüvenleri, özsaygıları olmadığından, kişilikleri de gelişmemiş olduğundan, ele geçirdikleri yanıltıcı etiketler, unvanlar altında, belli amaçlar için kullanılıyorlar. Yalnız kendi saygınlıklarını yitirmiyor, kurumlarının da itibar yitirmesine neden oluyorlar. 
Günümüzde yargı, Silahlı Kuvvetler, eğitim kurumları, medya itibar yitirmiş,güvenilirlikleri en düşük düzeye inmiş ise, bunda kişiliklerini, özsaygılarınıkoruyamayan mensupların büyük payı vardır. Özür dilerim, siyasi otorite önündeeğilen, dik duramayan bir kişi, hangi sıfatı, unvanı taşırsa taşısın gerçekten güven, saygı sağlayabilir mi? 
Toplumda yalakalığı, kişiliksizliği, siftinmeyi bir tür sanatı mutade, geçim yolu edinmiş bir kitlenin yanında bir de özgüveni az, kişisel güvenlik kaygısı ağır basan, erselik davranan bir kitle var. Ne renk oldukları pek belli değil. Sözde tarafsız hareket ediyorlar, hem nalına hem mıhına vuruyorlar. Zaman zaman demokrat liberal hatta solcu görünümü de veriyorlar. “Yetmez ama evet”çiler bu grubun en iyi temsilcileri. Birkaç düzgün isim ardına çürükleri saklayarak sözde tarafsız yayın yapan erselik kanallar diğer bir örnek oluşturuyor. 
Ülkede her alanda yaşanan faciada, bu kişi ve grupların manevi sorumluluğu çokdaha fazla. Suskun, uyuşuk, çıkarcıların ağırlıklı olduğu bir toplumda, namus erbabının sesini daha da yükseltmesi gerekiyor.  

ÖZTİN AKGÜÇ
Cumhuriyet