İngiltere mültecileri İrlanda'ya karşı silah olarak kullanıyor (Çağdaş Gökbel)
Dublin ve Londra hattında patlak veren bu kriz iyi takip edilmeli. Bu krizin sonunda kuzey hattına fiziki bir sınır inşa edilir mi?
İngiltere, Manş Denizi'ni geçen mültecilerle ilgili aldığı kararları 10 hafta içinde uygulamaya hazırlanıyor. Hatta sığınmacılık başvurusu kabul edilmeyen bir mülteci "gönüllü" olarak Ruanda'ya gönderildi. Böylece Ruanda planı fiilen de işlemeye başladı.1 Rishi Sunak'ın liderliğini üstlendiği Tory faşizmi, İngiliz yasalarını hiçe sayarak ya da mecliste yeniden şekil vererek "insan hakları" denen temel burjuva ilkesinin, elbette 1951 yılında sağlanan uluslarası hukuki konsensusun üzerini çizdi. Muhafazakar Parti'nin içinde zaten Cenevre Sözleşmesinin artık işlevsel olmadığını söyleyen pek çok isim vardı. Ruanda kararı bir domino etkisi yapmaya hazırlanıyor. Tory liderleri vurdukları fiskenin etkisini test etmeye hazırlanıyor. Taşlar, Avrupa eksenine doğru yıkılacak. Elbette ilk etkiyi İrlanda adası yaşıyor ve İngiltere'deki sarsıntılar Dublin siyasetini zorluyor.
İngiltere, uluslarası hukuku helvadan bir puta dönüştürürken, yüzlerce yıllık komşusu ile uzlaşmayı ve büyük bir hassasiyet içeren bu ilişkileri de hiçe sayıyor. Elbette İngiltere'nin ilk şımarık tavırları değil bu. İngiltere, İsrail'in soykırım suçu işleyebilmesi için gizli anlaşmalar organize ediyor, açıktan ise Dışişleri Bakanı David Cameron aracılığıyla "askeri-ticari ilişkilerin askıya alınmak bir yana katlanarak arttıracağını" söylüyor.2 Demek ki İngiliz emperyalizmi "gemi azıya almış" durumda.
Dublin, İngiltere'deki siyasi merkezin giderek daha fazla uzlaşmaz olduğunu özellikle Brexit sürecinden sonra daha fazla deneyimledi. Dublin siyasetinin merkezinde yer alan isimler, kendisini eski Roma İmparatoru Augustus sanan Boris Johnson ile uğraşmak zorunda kaldı. Bu yazıyı Dublin ve Londra arasındaki mülteci krizi (Manş Kanalı ve Kuzey İrlanda) başladığı gün kaleme almak istemedim. Yani tarafların söylediklerini papağan gibi yineleyip, Türkçe'ye çevirmenin gazetecilik anlamında bir değerinin olmadığı açık. Öyleyse bazı sorular sormamız gerekiyor.
- İrlanda Adalet Bakanı Helen McEntee, ülkede nefret ve huzursuzluk dalgası hızla yükselirken, nefret dalgasını yükseltenlerin temel argümanlarından biri olan göçmenlerin Kuzey İrlanda'yı geçiş noktası olarak kullandığı tezini doğrulayan ve bu güne kadar saklanan istatistikleri neden bir anda açıkladı? Açıklamaya göre, sığınmacıların yüzde 90'nı Kuzey İrlanda'dan geçiyor.3 Bahsedilen oranın bu derece yüksek olması gerçeğe yakın görünmüyor. Gerçeklikten bu derece sapma, siyasi bazı manevralara işaret ediyor olabilir. Evet, özellikle Ruanda planından sonra ve hatta daha öncesinde İngiltere tarafından sınırdışı edilmekle tehdit edilen mültecilerin Kuzey İrlanda sınırını kullanarak Cumhuriyet'e geçtiği bir gerçek, ancak oranlar tartışmalı. Bu konuda ilk itiraz İrlanda Mülteci Konseyi (Irish Refugee Council)'nden geldi ve gerçek rakamların kamuoyuna duyurulması talep edildi.
- Adalet Bakanlığı kaynaklarından yapılan açıklamaların ardından kameralar karşısına geçen Başbabakan (Taoiseach) Simon Harris, neden İngiltereyi ima ederek göç alanında yaratılan boşluğu İrlanda'nın doldurmayacağını söyledi?4 Bu açıklama oldukça sorunlu bir açıklama, çünkü Ukrayna-Rusya savaşı başladığında ve Ukraynalı mülteciler Avrupa'ya akın ettiğinde İngiltere cephesi, İrlanda Adalet Bakanlığını sıkıştırarak İrlanda'dan İngiltere'ye mülteci geçişinin olmaması gerektiğini telkin etmişti. Ve İrlanda başarılı bir şekilde kapasitesinin çok üzerinde Ukraynalı mülteciyi ülkede tuttu. Ne oldu da şimdi İrlanda, İngiltere'ye başkaldırdı?
Cevaplara geçmeden önce şunu not edelim. Recep Tayyip Erdoğan, "sınırları açar mültecileri gönderirim" dediğinde herkes haklı olarak isyan etmiş ve insanların siyasi bir koz olarak kullanılmasına ses yükseltmişti. Şimdi, benzer bir hamleyi hem de daha vahşi bir biçimde Rishi Sunak yapıyor ve görünen o ki Sunak'ın demokratlığına bir zeval gelmeyecek. İnsan bedenlerinin satranç tahtasına koz (piyon) olarak sürüldüğü aşağılık bir zamandan geçiyoruz. Tozu dumanı bir kenara bırakırsak İngiltere ve İrlanda arasındaki bu sürtüşmenin temel gerekçesi nedir? İlki bir sınıf çatışması. AB cephesini temsil eden İrlanda, İngiltere'deki Brexit yanlısı sınıfsal güçlerle kavga ediyor. Ayrıca İngiltere'deki milliyetçi, ırkçı (beyaz üstünlüğü ve Hristiyanlık) gruplar tarafından İrlanda iç siyasetine tüm yönlerden müdahale ediliyor. Bu müdahalenin kaynağında dünyanın başındaki iki büyük bela var: ABD ve İngiltere. NATO doktrini gereği kamçlılanan, beyaz üstünlüğüne inanan (Avrupa merkezci) ırkçı güçler, İrlanda'nın NATO'ya sürüklenmesi ve İrlanda toplumunun dünyadaki emperyalist (kolonyalist) politikalara olan doğal tepkisini ehlileştirmek için kamuoyuna sınırsız bir ırkçılık zehri zerk ediyor. Elon Musk denen şımarık milyarderin satın aldığı ve adını X yaptığı platform, bu nefret operasyonunun koç başı gibi görünüyor. SKY News yaptığı bir araştırmada, İrlanda hakkında yazılan "twitter-"' mesajlarının kaynağını araştırması ve paylaştığı istatistikler neredeyse şüpheye yer bırakmıyor. Elbette ırkçılar hemen İrlanda nüfusunu ve istatistiklerdeki ölçeklendirme yanlışına işaret ederek, bu verileri itibarsız kılmak için çalışma başlatmakta gecikmedi. Ancak İrlanda da yaşayan ve İrlandalılarla konuşan biri şu gerçeği İrlandalıların ağızlarından defalarca duymuştur: Nefret içeren politikaların kaynağında ABD'ye göç etmiş olan İrlandalılar olduğu yadsınamaz. ABD'nin merkezi ideolojisinin göç toplumu üzerindeki etkisini görmek bakımından da ibretlik bir veri ya da örnek olabilir bu.
"İrlanda dolu" etiketiyle yapılan paylaşımların ülkeler arasındaki oransal dağılımı. Buradaki rakamlarda gösteriyor ki bu etiketle yapılan paylaşımların çoğu ABD'den yapılmış. Dağılım ise şöyle: ABD yüzde 54, İrlanda yüzde 28 ve İngiltere yüzde 8,1'How international social media users are stoking Ireland's migration debate' https://news.sky.com/story/how-international-social-media-users-are-sto… Erişim Tarihi: 05/05/2023Dublin'deki hakim siyasi partiler bu yüzden dengede durmakta zorlanıyor; ancak Londra'nın güç budalalığından unuttuğu şey Dublin'in ekonomik ve siyasal gücü. İngiliz milliyetçiliği hâlâ 1921 yılı İrlandası ile karşı karşıya olduğunu sanıyor. Geçmişte bu köşede belirttiğimiz önemli noktalardan birine bir kez daha işaret edelim, eğer Dublin merkez siyaseti düşüşe geçerse tek başına düşmez ve yanında Londra'daki hükümetleri de götürür.
İngiltere ve İrlanda arasında yaşanan mülteci krizi ki İrlanda Adalet Bakanı Helen McEntee, İrlanda'ya geçen mültecilerin tekrar İngiltere'ye gönderilmesi meselesini konuşmak için İngiltere İçişleri Bakanı James Cleverly ile görüşmek istedi. Ancak Cleverly, programını bahane ederek görüşmeyi hızla geri çevirdi. Ardından Rishi Sunak, İrlanda'nın geri göndereceği mültecilerle ilgilenmediğini, ülkenin AB'den çıktığını ve Dublin konvansiyonu ile artık bir işlerinin kalmadığını hatırlattı. İngiliz faşist siyaseti, güç şımarıklığı ile üst üste kibirli hamleler yaparken Dublin gerçekten İngiltere'ye karşı hiçbir şey yapamaz mı? Durum tam olarak öyle değil. İlk hamle Adalet Bakanı Helen McEntee'den geldi ve İrlanda yüksek mahkemesinin Ruanda kararı sonrası İngiltere'yi güvenli olmayan ülke statüsüne alan kararını aşabilmek için bir yasa tasarısı hazırlamaya başladı ve hızla meclise sunacak. Bu tasarı Ruanda kararını gerekçe göstererek İrlanda'ya geçen mültecileri İngiltere'ye geri gönderilmelerini sağlayacak.
İngiltere'nin mültecileri silah/koz olarak kullanmasındaki gerekçeyi "The Spectator" yazarı Michael Murphy, özetliyor. İrlanda'nın kendi göç sorunları nedeniyle İngiltere'nin Ruanda planını sorumlu tutamayacağını söyleyen yazar, temel İngiliz siyaseti doktirinini ortaya koyuyor.6 İrlanda'daki ırkçı grupların aynı tezleri yineliyor olmasını da ayrıca not etmekte yarar var. İngiliz ve İrlanda milliyetçiliği arasındaki bağ asla gözden kaçırılmaması gereken önemli bir ayrıntı. Dublin'in kötü göç politikalarının sorumluluğunu Londra'ya yıkmaya çalıştığı iddia ediliyor. El insaf diyeceğim ama emperyalist kibirde insafı kim bulabilir? Neticede İngiliz kaynaklarını ve milliyetçilerin hezeyanlarını biraz karıştırınca ortaya esas sorun çıkıyor. Kuzey İrlanda'ya fiziki bir sınırın (hard border) inşası. Protestanların üstünlüğü kaybetmesi ve Kuzey'deki hükümeti Sinn Fein'in kurmasıyla birlikte derin bir krize giren Londra şeytanın aklına gelmeyecek planları işletmeye başlattı. Kuzey'e komandoların indirilmesi ve Kuzey'in İngiliz işgali altında olduğunu hatırlatıcı eylemler yapılması propaganda makinesinin işine gelmiyor. Oysa mülteciler bir silah olarak kullanılınca İrlandalı politikacılara "Kuzey'de fiziki bir sınır istemeyen sizsiniz, öyleyse ceremesine katlanın" denebiliyor. Kuzey İrlanda'nın, İrlanda adasının bir parçası olduğunu düşünürsek, Dublin'in böylesine trajik bir dönüşümü kabul etmesi 1921 yılında yaşanan trajediye benzer bir çöküş olur. Kısacası sınır inşası, İrlanda merkez siyasetinin intiharı olur. İngiltere'nin mülteciler dahil eldeki tüm kozları kullanmaya çalışması, Kuzey'in sessiz bir şekilde İrlanda'ya devredilmesi çabalarını baltalıyor. Amerika'nın sponsorluğunda sessizce ilerleyen nihai çözüm çabalarına Londra hükümetinin kolay kolay boyun eğmeyeceği görülüyor. Peki, büyük ortak Amerika'nın İngiltere'nin kışkırtmalarına bir cevap üretmesi mümkün mü? Giderek güç kaybeden ve müttefik sıkıntısı çeken ABD'nin böyle bir manevra yapması söz konusu değil gibi. Şunu özellikle not etmek gerekiyor ki Kuzey İrlanda'da fiziki bir sınırın inşa edilmesi sadece Dublin siyasetinin değil Washington siyasetinin de çökmesi anlamına gelir.
Tüm bu acı sınıf kavgalarının ön cephede ezilenleri ve yok edilenleri yer yüzünün lanetlileri olan mülteciler. Teşbihte hata olmaz, ülkeleri İngiliz emperyalizmi tarafından vahşice yıkılan insanlar bir pinpon topu gibi oradan oraya gönderilmeye çalışılıyor. Dublin ve Londra hattında patlak veren bu kriz iyi takip edilmeli. Bu krizin sonunda kuzey hattına fiziki bir sınır inşa edilir mi? Bu şimdilik imkansız görünüyor ama yaşadığımız bu kaos dünyasında hiçbir şeyin imkansız olmadığını akıldan çıkarmamak gerekiyor. Yine de bu hikâyenin sonunu güçlü İngiliz siyaseti yazacakmış gibi görünüyor. Tüm Avrupa'ya örnek olan Ruanda kararı, Dublin siyasetini kendi Ruanda'sını aramaya itebilir. Dublin demek, AB demek olduğuna göre genel olarak AB siyaseti mülteciler konusunda aradığı nihai çözümü Londra siyasetinin koridorlarında bulabilir.
/././
Kılıçdaroğlu cehaleti (Yiğit Günay)
O sosyal demokrat cehalet, Kılıçdaroğlu’nun gitmesiyle bitmedi. Dün Deniz Gezmişleri anıp, bugün Bahçeli’yle görüşmenin “büyük siyaset” olduğunu sananlar var.
Gördüğüm anda “kesin uyduruktur” dedim.
Meslek editörlük olunca, insan bir yazının hangi kısmının nasıl bir araştırmanın ürünü olduğunu, nelerin hakikaten üzerine kafa yorulmuş unsurlar, nelerin sırf hava atmak için araya sokuşturulmuş atıflar olduğunu daha kolay seziyor.
Ama, aslına bakılırsa, bu sezgide editörlük deneyiminden çok, yazıda imzası olan kişiyi tanımamın etkisi vardı.
Kemal Kılıçdaroğlu’nu yani.
Geçenlerde T24’te bir yazı yazdı. Orada okumadıysanız, pek derinlikli medyamız en önemli unsurunu süzerek yazıyı “Kılıçdaroğlu haram diye saraydaki kurabiyeleri yememiş” şeklinde haber yaptı, belki gözünüze çarpmıştır.
İşte o yazıda geçiyordu şu paragraf:
“Saray, monarşik ve otokratik yönetim biçiminde devlet sisteminin merkezidir. Saray sözcüğü hem hükümdarlık makamı ve kurumsal çevresini hem de mekânını içeren soyut ve somut anlamlar taşır.” Bu tanımlama Dr. Nesrin Taşer’in bilimsel bir makalesinde yer alıyor. (Türk Kültüründe Saray Kavramı ve Geleneksel Saray Mimarisinin Gelişimi)"
Suya tirit bir alıntı, hemen ardından “bakın ben makaleler, üstelik de bilimsel makaleler okuyup yazıyorum” böbürlenmesi…
Arama motoruna yazdım. Elbette, beklenen sonuç: Kılıçdaroğlu’nun belli ki pek bir sevinerek ve övünerek yazısına aldığı kısım, makalenin bile değil, makalenin özetinin ilk iki cümlesi.
Zaten Kılıçdaroğlu’nun (veya onun imzasıyla yazıyı yazan danışmanın) makaleyi okumuş olması tuhaf olurdu, zira makale, tamamen teknik bir sanat tarihi makalesi. Üstelik, başlığını da yanlış yazmışlar, makale Osmanlı öncesi saray mimarisi üzerine… Dileyen makaleye şuradan erişebilir: https://dergipark.org.tr/tr/
Diyeceksiniz ki, “amaaan, niye bu kadar üzerinde durdun bunun?”
Çünkü Türkiye’deki sosyal demokrasinin Mariana Çukuru’ndan derin cehaletini kavramak, Türkiye’nin çıkışını kavramanın gerek şartı.
Komünistleri “gerçekçi olmamakla” suçlayanlar, yıllarca ancak bu sosyal demokrat cehaletin ülkeyi yönetebileceğini sayıkladılar.
Oysa biz onlara hatırlatmalıyız. Devlet yönetmek, ciddi iştir.
Cehalet, yazdığı yazıya uyduruk atıflar ekleyip çocukça bilgili görünme çırpınışlarından ibaret değildir.
Aynı yazının devamında şöyle diyor Kılıçdaroğlu: “Ben, rahmetli Demirel, rahmetli Erbakan, rahmetli Ecevit gibi demokrasiyi içselleştirmiş bir siyasi rakiple değil, yargısıyla, askeriyesiyle, istihbaratıyla ‘BAAS’ partisi benzeri, devletleşmiş bir yapıyla mücadele ettim.”
Düzen muhalefetinin devrik lideri, AKP’ye baktığında kapitalizm ve sermaye egemenliği değil, “saray” ve “BAAS partisi” görmektedir.
BAAS, malum, Suriye’de iktidar olan partidir.
Kılıçdaroğlu 2010’da CHP’nin başına geçti. 2011’de “Arap Baharı” başladı, Türkiye hızla Suriye’ye gayriresmi savaş ilan etti. 2014’te ortaya çıkan ses kaydını hatırlayalım: İddiaya göre Hakan Fidan, “Gerekirse Suriye'ye dört adam gönderirim. Türkiye'ye 8 füze attırıp savaş gerekçesi üretirim, Süleyman Şah Türbesi’ne de saldırtırız” diyordu. Toplantıda, Kılıçdaroğlu’nun sevgili müttefiki Ahmet Davutoğlu da bulunuyordu.
Demek Erdoğan değil Kılıçdaroğlu’na kalsa, daha bir şevkle saldıracaktı Suriye’ye…
Fakat, esas anlamamız gereken bu da değil. Dedik ya, devlet yönetmek, ciddi iştir. İktidarı istemek, iktidara hazırlanmak da öyledir, belki daha da ciddiyet ve titizlik gerektirir.
O yüzden anlamak ve anlatmak zorundayız.
BAAS partisi 1940’larda kuruldu. Kimi sosyalizan vurguları vardı, esas olarak Arapların birliğini hedefliyordu.
Özellikle Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra BAAS, hep Batı’yla yakınlaşmanın yollarını aradı. Baba Hafız Esad, 1991 Körfez Savaşı’nda Irak’a karşı ABD’den yana tavır aldı. 11 Eylül’ün ardından Suriye istihbaratı, CIA’yle bilgi paylaşıyordu. Saddam’a karşı başlatılan savaş, süreci sekteye uğrattı. ABD’yle doğrudan müzakere kapıları kapandı.
Devreye Türkiye girdi.
2000’ler, şimdilerde pek övülen “AKP’nin ilk yılları”ydı. Türkiye, bölgede batının taşeronluğuna soyunuyordu. En açık örnek, BAAS’la ilişkilerdi. Önce o dönemki Başbakan Erdoğan, sonra o dönemki Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer Şam’a gitti. Taşeronluk, ticaret ve siyaseti gerektiriyordu. Türkiye bir yandan ticaret hacmini hızla artırıyor, diğer yandan Suriye’yi “hür kapitalist batı dünyası”nın parçası olmaya çağırıyordu.
Aşağıda, bu durumun ticarete nasıl yansıdığını görebilirsiniz: Erdoğan-Sezer ziyaretlerinden sonra, 2011’deki savaşa kadar Türkiye’nin ihracatı fırladı.
Hatırlanacaktır, o dönem Beşar Esad, Erdoğan’ın dilinde “kardeşim Esad”dı. Birlikte ailecek tatile çıkılıyor, aralarından su sızmıyordu.
Cehalet, bu ilişkiyi, “işte BAAS partisi de AKP gibi otoriter, devletleşmiş bir parti” diye açıklar.
Gerçek, tam tersi… Kılıçdaroğlu ya bilmiyor ya hatırlamıyor ama, soL yazmıştı: O dönem AKP hükümeti, Esad’a “demokrasiye geçiş” tavsiyesinde bulunuyor, “Bakın, bizde yüzde 10 barajı var, gayet istikrarlı oluyor” diye Türkiye’deki sistemi ve çok partililiği övüyordu!
Baas partisi de liberalleşmeye çalışıyor, kendi burjuvazisine ve dış sermayeye alan açıyordu. Sonradan ayağına dolanan, tam da bu oldu.
Anlaşılmayan, şu: Türkiye’nin BAAS’la yakınlaşma taktiği, “Erdoğan’ın dehası”ndan kaynaklanmıyordu. 2000’lerin ortalarında Türkiye’nin sermaye sınıfı da, MİT de, ordunun bir kanadı da Türkiye’nin “doğuya yönelmesine” karar vermişti.
TESEV’deki iktidar kavgaları, o dönem genç Ali Koç’un doğucu vizyonuna düzülen övgüler…
Unutuldu, not aldık, tümünü baştan anlatacağız. Hazırlanıyoruz.
2000’li yılları anlamak, 2020’leri çözmenin anahtarı.
Türkiye, BAAS’çılarla yakınlaşıp ticareti artırırken, Suriye’ye müdahale kanallarını da artırıyordu. 2011’de fırsat çıkınca, kaynaklar Müslüman Kardeşler ve diğer cihatçı gruplara akıtıldı. “Kardeş”in devrilmesine geçildi. Sermaye sınıfı burada hem sınırları büyütme hem de Kürt sorununu çözme fırsatı gördü.
Sonuçta beceremediler.
Ama karşılarında Demirel’i, Erbakan’ı “demokrasiyi içselleştirmiş” diye sahiplenip, AKP’yi anca “BAAS gibi olmak”la eleştirecek tıynette bir muhalefet olduğundan, beceriksizliklerinin faturasını da ödemediler.
O sosyal demokrat cehalet, Kılıçdaroğlu’nun gitmesiyle bitmedi. Dün Deniz Gezmişleri anıp, bugün Bahçeli’yle görüşmenin “büyük siyaset” olduğunu sananlar var.
Hiçbir şey anlamadılar.
Türkiye’nin sermaye sınıfı, şimdi yeni bir oyun kuruyor.
Oyunu bozmanın ilk koşulu, oyunu anlamak.
O yüzden anlamak ve anlatmak zorundayız.
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder