19 Ekim 2014 Pazar

‘Erdoğan Badireye Gidiyor’-NİLGÜN CERRAHOĞLU

İngiliz, Fransız, Alman basınında dün Erdoğan ve Erdoğan Türkiyesi’ni eleştiren ağır yazılar vardı… 

Le Monde’un, “Erdoğan ve Nöropsikiyatri/ Erdoğan et le neouropsychiatre” başlığını taşıyan yarım sayfaya yakın yorumu, Türk cumhurbaşkanının “güç sarhoşluğunu” patoloji boyutunda irdeliyordu… 
Daily Telegraph, fiilen Erdoğan’ın “IŞİD’le aynı safta yer aldığını” belirtiyordu. 
Almanya’nın etkili fikir gazetelerinden Frankfurter Allgemeine ise Türkiye’nin BM üyeliğine seçilememesini; “Türk dış politikasının iflası” diye nitelendiriyor; Erdoğan’ın “sorumluluktan uzak dış politikasının” Türkiye’yi bu noktaya taşıdığını vurguluyor, “Cumhurbaşkanı, ülkeyi, dış dünyadan izole bir konuma getirdiğini hâlâ kabul etmiyor” değerlendirmesini yapıyordu. 
Avrupa yayın organlarında bu eleştiri bombardımanı patlak verirken ben de Çizme’de tanınmış Akdeniz-Ortadoğu uzmanlarından Stefano Silvestri ile konuşuyordum…
‘Tek başınıza tanzim edemezsiniz’ 
Çizme’nin en önemli düşünce kuruluşlarından IAI-Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nü yıllarca yöneten, savunma bakanı yardımcılığı, başbakanlık danışmanlığında bulunan, “askeri strateji” konularında uzmanlığı ile tanınan Silvestri; Erdoğan’ın Ortadoğu politikalarının kısaca ağır bir “badireyle” sonuçlanabileceğini söylüyor. 
Bunun “nedenlerini” sorduğumda; “Çünkü” diyor: “Türkiye, tek başına Ortadoğu’yu tanzim edemez. Ankara ile rekabet eden İran ve Suudi Arabistan var. ABD, Rusya gerçekleri var. Erdoğan bir başına ‘çözüm’ dikte edemez. Dayatmasında başarılı olamadığı için zaten bugün sıkışmış durumda...

‘RTE IŞİD’in müttefiki gibi’ 
“Nasıl?” dediğimde Silvestri “sıkışmışlığı”; “Ankara’nın yalnızlığını; ‘IŞİD müttefiki görüntüsüne girmeye’ dek vardırdığını” söyleyerek açıyor ve bunun haliyle “ideal pozisyon olmadığını” belirterek ekliyor: 
Esad baş düşman, Bağdat düşman; İsrail, Mısır’da büyükelçiniz yok. ABD ile restleşiliyor. Bu durumda de-facto biricik müttefik IŞİD olmuyor mu?
‘Yolunu yitiren dış politika’ 
“ ‘IŞİD’e yardım’ iddialarını cumhurbaşkanının ‘ispatla’ yanıtıyla karşıladığını” söylediğimde; “Öncelik, IŞİD yerine Esad’ı tepelemek olduğunda, Ankara fiili biçimde IŞİD’den yana saf almış oluyor” diyor Silvestri: 
Esad çöktüğünde, IŞİD güçleniyor. Ötesi var mı? Türk dış politikasının en hafif deyimle yolunu kaybettiği düşünülebilir. Dış politikanız ne Amerikalılar, ne Rus, ne Çinlilerle örtüşüyor. Nereye varacağı belli olmayan, ne istediğini açık etmeyen bir ulusal politika var ortada…” 
Neo-Osmanlılığın ne olduğu açık değil mi?” 
Öyle ama neo-Osmanlılık şimdiye dek kültürel… sunulageldi. Bu kültürel boyutunötesinde bunun Osmanlı’nın eski nüfuz alanını ele geçirmek olarak tebarüz ettiğini görüyoruz şimdi. Putin’in Rus imparatorluğunun nüfuz alanını ele geçirmek istemesi gibi, Ankara da Osmanlı nüfuz alanını sanki (fiziken) yeniden tesis etmek istiyor. Ancak bunu; iç, dış tepkiler yüzünden açıkça söylemek istemiyor. Kartlarını tam açmıyor. Erdoğan’ın politikasına bu yüzden belirsizlik hâkim.
‘Obama İran’la anlaşırsa…’ 
Erdoğan Washington için vazgeçilmez olduğunu düşünüyor olamaz mı” sorumu ise tanınmış uzman şöyle yanıtlıyor: 
Obama zayıf ve ne yapmak istediğini bilemiyor. Ancak Erdoğan, Obama’nın bu zayıflığından gücünü artırmak için yararlanabileceğini düşünüyorsa yanılıyor. ABDBaşkanı bu fırsatı ona vermez çünkü başka öncelikleri var. Mısır ve Suudi Arabistan’la ilgilenmek, İran’la anlaşma kotarmak durumunda. Obama, Tahran’la anlaşırsa Türkiye önemini kaybeder. Çok bıçak sırtı yerde Türkiye. Komşularla, AB, NATO, ABD ile hep ‘değerli yalnızlık’ restleşmesine girmiş; kendisini yalıtmış halde. Yalıtılmışlık arttıkça bu ‘bıçak sırtı konum’ da derinleşir…
‘Bölgesel güçten probleme’ 
Erdoğan bunca yalıtılmışlıkta neye güveniyor?” 
Sandık gücüne ve Türkiye’nin bölgesel güç olduğu iddiasına… Ama ne ki bölgesel güç olmak için bölge ülkeleriyle farklı ilişkiler içinde olmak; bölgede siyaset belirleyen ve bölge ülkelerinin tercihlerinde referans alınan bir güç olmak gerekir. Suudi Arabistan, Ürdün, Mısır, İsrail gibi ülkelerde referans görülen bir ülke değil Türkiye. Riyad ve Tahran’la… bölgesel güç iddiası üzerinde açık yarış var.Bölgesel gücün ayrıca bölge barışı tesisinde rol oynaması lazım. Türkiye bu rolü oynamıyor. Bölgesel güç olma ötesinde bir probleme dönüşüyor.
‘Hatayı anladılar ama… 
Problemi T.C. kodlarıyla oynayarak Batı yaratmadı mı? Sorun ‘laik Türkiye modelinden’, ‘ılımlı İslam modeli’ çıkarmaktan kaynaklanmadı mı?” 
AB’nin sorumluluğu çok büyük. ‘Batı yanlısı İslamcı model’ herkesin işine gelmişti. Bugünü göremediler. Şimdi hatayı herkes fark etti ama Ankara ile açıkça kavgaya tutuşmamak için kimse yüzlemiyor.” 
Silvestri ile Ortadoğu’nun Sykes-Picot ile tetiklenen harita tartışmalarını da konuştuk… O da yarına.  

Nilgün Cerrahoğlu
Cumhuriyet

‘Tesettür’den ‘Tesettür’e-Meriç Velidedeoğlu

Osmanlı Devleti’nin son yüzyıllarında yönetimin aldığı kimi kararlara karşı, ülkede kıpırdanışlar başladığında “Halife Sultan” hemen “kadın kulları”na döner, onlar için -duruma göreya ileri ya da geri bir adım atarak konuyu değiştirirdi.
Bu tutumun en gözde örneklerinden biridir “III. Selim”in askere pantolon giydirip başına da bere kondurarak oluşturduğu “yeni ordu” öfke uyandırınca, Sultan “nisa taifesi”ne yönelir, hemen bir “ferman” çıkarır; “kadınların renkli feracelerle hadden ziyade açık yakalı elbiselerle, çarşı pazar dolaşmalarını” yasaklar.
Ardından gelen “II. Mahmut”, yenilikçi yönü ağır basan bir sultan olmasına karşın,“III. Selim”in kadınlar için koyduğu “giyim-kuşam” yasağını kaldırmasa da bu konuyla bağlantılı ilginç bir “ferman” çıkarır; “bundan böyle hamamlarda gayrimüslim kadınlar da Müslüman kadınlar gibi nalın giyebilecekler”dir; öyle ki bunun bile sultanın “sarığını” çıkarıp “fes” giymesinin yarattığı kızgınlığın sönmesinde payı olduğu söylenir.
“Abdülmecid”in de “1839 Tanzimat Fermanı”yla yarattığı sarsılmayı, yaptırdığı“nüfus sayımı”nda, “kadınlar”ın sayılmasına “da” izin vererek hafiflettiği ileri sürülür.
“19. yy”ın ikinci yarısındaysa artık “basın” da, kadınların “ikinci sınıf insan” olarak görülmesine kabulüne -yer yer olsa da- başkaldırır, kuşkusuz “Tesettür’ü Nisvan”a da.
Ayrıca kadınlarda yazmaya başlarlar; sorunlarını kendilerinin çıkarttıkları bir gazetede ortaya koyarlar, “tesettür” yine ilk sıralardadır; “namus ve terbiyenin gereği, kadınların yalnızca evde oturup dışarıya çıkmaması, çıktıklarında da sıkıca örtünmesi değildir!” diyerek, bu görüşte olanlara yanıt verirler; “1908 İkinci Meşrutiyet Devrimi”yle de görüşlerini “eylem”e dönüştürürler.
Büyük kentlerde kadınlar “peçeler”i kaldırırlar, yeldirmelerinin (çarşafın insaflısı) iki kanadını da arkaya atarak görünmeye başlayınca, yönetim dayanamaz; İstanbul Muhafızı “Cemal Paşa”, 1911’de, “kadınların ortalarda çarşı pazarlarda dolaşmasına sınırlar getirip yasaklar”; böylece III. Selim’in yüz yıl önceki fermanı sürdürülür.
Bu da yetmez; “Şeyhülislam Dairesi’nin -dolaysiyle ‘ulema’nın- kadınlar için dince makbul bir giyiniş kararlaştırması” istenir. (Erdoğan’ın ulemaya başvurulması isteği gibi...)
Dahası “Musa Kazım” gibi sayılı din adamları, peçe ve çarşafı “tabiatın zorunluluğu” olarak görüp “tesettür”e arka çıkarlar. (Bu desteğin, Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök’ün, Hayrünnisa Gül’ün tesettürüne yazdığı güzellemeye erişemediğini anımsayalım...)
M. Kazım’ın bu “tesettür” desteğine, yine bir din adamı olan “Mustafa Sabri”:“İslamlıkta kadın erkekten aşağıdır ve bu İslamlığın en yüksek kurallarından biridir!”diyerek katılır.
Dönemin kimi yazar ve düşünürü bu görüşü destekleyip korurken, “1908”in getirdiği özgürlük ortamından yararlanan birçok aydın ve yazar da öyleyse “din kurumu” da ele alınmalı, bu “alanda da çağdaşlaşmanın gerekliliği ortaya konulmalı” görüşünde birleşirler; “dinde reform” konusunu geniş ölçüde tartışmaya açarlar.

Bu tartışmalara katılanlardan biri de “Ziya Gökalp”ti (1876-1924); “reform”la ilgili görüşlerini ortaya koyarken şöyle yazar: “Türk İslam toplum hayatının birçok müesseseleri gibi din müessesesi de çağdaş uygarlıkla uyuşamaz bir anomoli olmuştur; din, hukuk, ahlak değerleri ‘şeriat’ adı altında tek bir sistem içinde görülüyor. Şeriat denen kurallar sistemi yalnız inanç ve ibadet işlerini değil, ekonomiden aile hayatına kadar bütün toplumsal ilişkileri kapsar sayılıyor. Gerçekteyse şeriatın kapsadığı şeylerin çoğu, bu sonuncu alan yani ‘toplumsal ilişkiler’ alanıdır, bunlara dinsel meşruluk kazandırılmıştır. (...) Dinsel meşruluk kazanan bu örfler (kurallar) ait oldukları ‘toplum biçimi’ yaşadığı sürece varlıklarını sürdürmüşlerdir. (...) Kuran’ın kimi dogmaları, onlarla ilgili örflerin (kuralların) kaybolması yüzünden uygulanamaz olmuştur. ‘Kısas, riba’ hakkındaki Kuran yargıları bunun örneklerindendir. Şu halde mutlak ve değişmez bir ‘hukuk’ sayılan ‘şeriat’ın tarihsel ‘evrimi’ni belirleyen toplumsal âdet ve geleneklerin dinamizmidir.”
Gökalp’in, yüz yıl önceki bu görüşleri günümüzde toplumsal yaşamın kurallarını belirleyen bir düzenlemede yer alabilir mi? Hayır! Prof. Dr. M.E. Bozkurt’un “1926”yılında hazırladığı “Türk Medeni Kanunu”nun gerekçesinde yer verdiği benzer“yorumlar”, bu kanunun “Ocak 2002”de yürürlüğe giren yeni biçiminde yer alan“gerekçe”den çıkarılmıştır...
Değerli dostlar, “31 Ekim”e dek izin istiyorum; ama “Beşiktaş”taki buluşmalarda sizlerle birlikte olacağım, yarın olduğu gibi.
Kaynak: * Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma
* Mufassal Osmanlı Tarihi (Cilt 6)
* Tarih ve Toplum (7.7.1984)  

Meriç Velidedeoğlu
Cumhuriyet

18 Ekim 2014 Cumartesi

Bu ÇYDD Hiç Durmuyor!-EMRE KONGAR

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Türkiye’ye, rahmetli Prof. Türkan Saylan’ın armağanıdır... 

Bu dernek, pek çok yetenekli kızımızın hayatını kurtarmış, onları yetersiz ekonomik ve toplumsal koşulların içinden çekip çıkarmış, ülkemize ve insanlığa hizmet eden değerli bireyler haline gelmelerinde büyük bir rol oynamıştır.
***
Çağdaş yaşam koşullarını, temel hak ve özgürlükleri, çağdaş eğitimi bir tehdit olarak görenler, Türkiye’nin geleceğine eğitim yoluyla ipotek koymak isteyenler ÇYDD’nin bu olağanüstü başarılarından çekindiler, korktular... 
Sadece bilim alanında değil, eğitim alanında ve sosyal etkinliklerde de bir öncü olanTürkan Saylan’a, bu eğitim etkinlikleri dolayısıyla çok zulüm yaptılar... 
Sonunda hastalığı, bu çektikleriyle birleşti ve onu aramızdan alıp götürdü.
Ama derneğin yapısı sağlam kurulmuştu... 
Türkiye, uygar bir ülke olmak yolunda kararlı adımlar atan yeni kuşaklar yetiştirmişti... 
Dernek, Saylan’ın ölümünden sonra da son derece kararlı, yetenekli yöneticilerin elinde, Prof. Aysel Çelikel’in başkanlığında, genç kızlarımızın yaşamlarına dokunmaya, onları uygar dünya ile bütünleştirmeye ve Türkiye’ye hizmet etmeye devam etti.
***
Derneğin üzerinde türlü baskı var... 
Birçok etkinlikleri ve kaynakları kısıtlandı... 
Örneğin, bir cenazeye gittiğinizde bütün vakıf ve derneklere doğrudan çelenk bağışı yapabiliyorsunuz; ÇYDD hariç... 
Ona bağış yapabilmeniz için, bir banka şubesine gitmeniz ve oradan havale yaptırmanız gerekiyor.
***
Ama bu dernek bıkmıyor, usanmıyor, durmadan uygar bir toplum, çağdaş biryaşam için bilimsel bir eğitim mücadelesini sürdürüyor... 
Bugün de Ankara Şubesi, yine çok önemli bir etkinliğin altına imza atıyor: 
Bilim ve Ütopya Kooperatifi (BİLKOOP), Dil Derneği, Toplumsal Dayanışma Gönüllüleri Derneği (TODAG), Tüm Öğretim Elemanları Derneği (TÜMÖD), Ulusal Eğitim Derneği ve Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Ankara Şubesi ile birlikte Türkiye Barolar Birliği salonunda dinleyicilere de açık bir çalıştay düzenlemişler: 

“Okuryazarlık ‘Okuryazarlık’ mıdır?” başlıklı çalıştayda ülkemizdeki okuryazarlığı ve eğitim sisteminin sorunlarını tartışmaya açıyorlar. 
Okuryazarlığın “Özgür birey için... Yurttaşlık bilinci için... Demokratik toplum için...”alt başlığıyla sorgulanacağı çalıştayda eğitim sistemimizdeki sorunlara gerçekçi, uygulanabilir çözümlerin önerilmesini hedefliyorlar. 
Eğitim tarihimizin de irdeleneceği bu toplantıda çok değerli konuşmacılar var, ayrıca önemli tartışmalar yapılacak... 
Saat 9.30’da başlayacak toplantı akşama kadar sürecek... 
“Ülkemizin demokrasi sorunlarının çözümüne nasıl katkıda bulunabilirim”diye soranlar için bir fırsat!  

EMRE KONGAR
Cumhuriyet

13 Ekim 2014 Pazartesi

“İD”in açılımı: İslam Devleti-MEHMET BOZKURT /SOL

Çiçek Abbas filminin (Sinan Çetin,1982) bir sahnesi var ki aklımda kazılıdır. Çiçek Abbas ile Şakir’in laf yarıştırdıkları o ünlü sahne…Hatırladığım kadarıyla şöyle: Çiçek Abbas (İlyas Salman), Şakir’in (Şener Şen) dolmuşunda muavinlik yaparken borç harç sahip olduğu külüstür minibüsle aynı hatta dolmuşçuluğa başlar. İşler yolunda,ağzı kulaklarındadır. Düne kadar patronu olan Şakir’e özenerek edindiği çapraz yürüyüş, tespih, mont, çizme,yan yatmış kasket, kahveye girer ve: “herkese benden çay” diyerek kahveciye seslenir. Köşede bir masada oturmakta olan Şakir, bu “laubalilik” karşısında şaşkın ve öfkeli, “ben istemem” deyince; ne yapsın Abbas, döner kahveciye “Şakir’e çay vermeyin” der. Şakir, daha düne kadar saat başı azarladığı Abbas’ın “abi” eksiz ismini hem de “r” lere basarak kullanmasına daha beter öfkelenir. Ayağa kalkar: “bana Şakir diyemezsin lan!” diye höykürür… Ne desin Abbas. İlyas’ça bakar: “Ya ne diyem… Mahmut mu diyem?
Açık ismi İslâm Devleti, kısaltılmış hali İD olmasına rağmen; neden hâla açık hâli Irak Şam İslâm Devleti, kısaltılmış hâli IŞİD olarak yazılıp çiziliyor anlamış değilim. Adamlar bütün dünyaya ilan etmişler ismimiz İslâm Devleti’dir diye, biz bir IŞİD tutturmuş gidiyoruz. Kaldı ki geçenlerde kısasına, yani IŞİD’a değil ama, uzununa yani IŞİD’in açılımına önce Diyanet Başkanlığı’ndan, ardından hükümet kanadı ve farklı birçok kesimden itirazlar geldi. Diyanet’in açıklaması tam olarak şöyleydi:“ Hassaten bu tür oluşumların isimlerini telaffuz ederken,sizden istirhamım kısaltın. Kısaltılmış isimleri kullanın ama, uzun isimleri kullanmayın. Çünkü uzun isminde İslâm gibi çok mübarek, çok mukaddes bir kelime var.”
Öte yandan Zaman Gazetesi yazarı Ahmet Kuruçay Avrupa basının kullandığı ve İslam Devleti anlamına gelen Islamic State kavramının kısaltması ”IS”ın kullanılmasını “bu bir algı operasyonudur kullanmayın” diyerek, her ne kadar dışarının haberi olmadıysa da , içeriyi, Türk sosyal medyasını twitter’liyerek uyarıp azarladı.
Şamil, bildiniz, Antep mebusu Tayyar; o ayrı bir âlem, ağzına bakılırsa, henüz yapmadı ama, PKK ve IŞID’ı, pek yakında “paralel yapı ” ya bağladı bağlayacak gibi görülüyor. Ramak kaldı. Bağladığında bulacağı kısaltmayı şimdiden merak ediyorum doğrusu.
Kısaltmalar iyi de açılımlarına ne desek?
Mahmut!
“Mahmut” hiç fena durmuyor, üstelik İslam hassasiyetini de arkalıyor ama; bu durumda, bilemiyorum, “İD” ya da “IŞİD” ya da “IS”yazıp açılımını da “Mahmut” olarak paranteze almamız hâlinde izahı zor bir duruma sebebiyet vermiş olmaz mıyız?
Oluruz. Peki, en doğrusu kendilerinin kendilerine taktıkları ismi kısaltmaya tevessül etmeden, açık ve net bir şekilde kullanmak değil mi a benim gözünü sevdiklerim! Bunu ismi de İslâm Devleti değil mi?
Hem ne güzel, ismiyle de müsemma!
Yani anlam ve davranış örtüşmesi… Yani yapıp eyleyenin isminin yaptığıyla,yaptıklarıyla,yapacaklarıyla olan harikulâde uyumu…Tam burada minik bir “derkenar” düşmek istiyorum. Hassasiyetten değil, yanlış anlaşılmasın, sahiden öyle düşündüğüm için, Müslümanlık ve İslamiyet’in aynı kaynaklardan besleniyor olmasına karşın ikisinin bir ve aynı olmadığını düşünenlerdenim. Sözüm, inancını kendi bildiğince yaşayan Müslümanlara değil, kendi dışındakileri kendileri gibi yaşamaya zorlayan ve buna uygun bir dünya düzeni kurmaya çalışanlaradır. “Derkenar” bu kadarcık. Şimdi devam ediyorum: İslam Devleti, ismiyle müsemmadır. Yaptıkları isimleriyle pek güzel örtüşmektedir. Yaptıkları, ellerinin altındaki 1400 yıllık değişmez,değiştirilemez olarak kabul ettikleri “Yol Haritası”na göre de münasiptir:
“Tanrı ve Peygamberiyle savaşanların ve yeryüzünde fesatlık çıkaranların cezası; boğazlanarak öldürmek ya da asılmak ya da el ve ayaklarının çapraz olarak kesilmesi ya da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onlar için dünyadaki rezilliktir. Ahretteyse daha büyük azap hazırlanmıştır”
“Yol Haritası”nda yazılı olan hükümlerin zaman, mekân, ve dönemsel şartlara göre değişebileceği düşüncesini savunanlar az da olsa yok değildir. Ama onlar “tarihselci”,aynı anlama gelmek üzere Fazlur Rahman ekolünün savunucusu olarak mahkûm edilen “fasıklar”dır. Bu dünya ne ki, öte tarafta, pek tabi cehennemde onlar için de azap vardır.
Bu “Yol Haritası”nı herkes kendi meşrebine göre okur. Ve İslamcılar için evrenseldir; kuralları, hükümleri dünya durduğu sürece geçerlidir.
Ancak şu var; kelle kesmeleri felsefelerine aykırı düşmemekle birlikte kestikleri kellerle ayak topu oynamaları sportif açıdan anlaşılması güç bir davranıştır. Buna son vermeleri gerekir diye düşünüyorum.
Sonuç olarak kendilerinin kendilerine taktıkları ismin açılımı “Mahmut” olarak paranteze alınmayacaksa gayet yerindedir: İD, yani İslam Devleti!

MEHMET BOZKURT
SOL

Ortadoğu’da Ortaçağı Yaşarken…- ERDAL ATABEK

Türkiye, Ortadoğu ülkesi olmayı, ortaçağı yaşamayı seçti. 
Bu durum bir seçimdir. Siz seçtiniz, farkında mısınız? 
On iki yıl tek başına iktidar olan siyasal anlayış, ülkenin rotasını değiştirdi, yolunu kendi hedefleri yönünde değiştirdi. Bunu yapabilmek için de toplumsal yapıyı, toplumsal güç merkezlerini kendi kararı doğrultusunda yeniden yapılandırdı. 
Bugün yaşananlar bu seçimin sonuçlarıdır. Bu seçimin daha yaşanacak başka sonuçları da olacaktır. 
Ortadoğu, yerel kültürlerin bölgesidir. 
Yerel kültürler, din kökenli, etnik kökenli, gelenek kökenli kültürlerdir. Musevilik, Hıristiyanlık, İslam dinleri, çeşitli mezhepleri, Araplar, Türkler, Kürtler başta olmak üzere Yahudiler, Ermeniler bu bölgede kendi kültürleriyle yaşarlar. Evrensel kültür ise Avrupa merkezli kültür olarak “aydınlanma ilkeleri” olarak bilinen kültürdür. 
Ortaçağ kültürü, dogmaların kültürüdür. Dinler, gelenekler, törelerden gelen dogmaların toplum yaşamınaegemen olduğu kültürdür. Özellikleri, sorgulamayan, tartışılmayan, kesin kabule dayalı inanç kültürü olmasıdır. Bu dogmalara inanmayan ya da inanmadığı öne sürülen kişilere, kurumlara en ağır cezaların verildiği bir çağdır ortaçağ. Engizisyon mahkemeleri, aforoz cezaları, diri diri yakmalar, en ağır işkencelerle öldürmeler bu çağda yaşanmıştır. Günümüzün ortaçağı elbette böyle yaşanamaz. 
Evrensel kültür ise dogmaları kabul etmeyen, özgür insan aklına dayanan, özgür insan iradesine dayanan kararlarla yaşayan yeni bir toplum yapılanmasıdır. Bu yapıda her şey sorgulanır, her şey tartışılır, eğitim din temelli değil, bilim temellidir. Toplumda kuvvetler ayrımı vardır. Yasama, yargılama, yürütme ayrıdır ve birbirini denetler. İnsan özgürlükleri, yaşama hakkı, kendi düşüncelerini sözlü ve yazılı ifade hakkı kutsal sayılır. İnsan hakları devletin ve toplumun güvencesi altındadır. 
Türkiye, Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları tarafından 1923 yılında “evrensel kültür ilkeleri”ne göre kuruldu. Bu doğrultuda hukuk, eğitim, yasama, toplum yaşamının temel yapıları bu ilkelere göre düzenlendi. Çocuklar, gençler eğitim kurumlarında laik eğitimle eğitildiler, bilim temelli özgür insan aklının ve iradesinin egemenliğini öğrendiler. Köyden başlayan kalkınma hamleleri yapıldı. Halkevleri, halkın kültür ocakları oldu. Okuma yazma, kitaplar, tiyatro gibi kültür çalışmaları yaygınlaştı. Köy Enstitüleri kuruldu. Toprak reformu ile toprakların ağaların elinden köylülere devri planlandı. 
Bugün, 2014 yılında bunların hiçbirisinin kalmadığını görüyoruz. Laiklik ne yazık ki dinsizlik sayılarak ağızlara bile alınamıyor. Oysa toplumları din ve mezhep kavgalarından kurtaracak can simididir laiklik. Bakın Ortadoğu’ya. Bakın Irak’a. Bakın Suriye’ye. Bakın Mısır’a. Kim İslamı temsil ediyor. IŞİD, “İslam biziz” diyor, kendi dışındakileri kâfir diye kesiyor. El Nusra’ya göre İslam onlardır. El Kaide, Müslüman Kardeşler her biri İslamı kendilerinin temsil ettiğini söylüyor. Kim Müslüman? Hangisi İslamı temsil ediyor? Burada da kalmaz. Arkadan, “Sen ne kadar dindarsın?”sorgusu gelir. İşte din kavgaları budur, mezhep kavgaları budur. 
Ve Ortadoğu’nun ortaçağı gelir sizin kapınıza dayanır. 
Sizin de seçip başınıza iktidar yaptığınız siyaset kesimi, Sünni İslamı önce kendi ülkesinde, sonra çevresinde egemen kılmak için her türlü yola başvurunca geleceğiniz nokta budur. Bu noktada da kalamazsınız. Olaylar sizi sürükler. Savaşa da girersiniz, ülkeniz de bölünür, kardeş kardeşe düşman da olur.
 Artık iradeniz sizin elinizden çıkmıştır. İradeniz ipotek altına alınmıştır, aklınıza da kimsenin ihtiyacı kalmamıştır.
 Eğer bir şey yapacaksanız, 90 yılı gözden geçirmeniz gerekir.
 Osmanlı neden yıkıldı, bilmeniz gerekir.

 Türkiye Cumhuriyeti nereden nereye geldi. Düşünmeniz gerekir.
 Bugün yaşananlara “Bunlar neden bizim başımıza geliyor?” diye sormak aymazlığın ta kendisidir. Hiçbir şey birdenbire olmaz. Yavaş yavaş gelişir. Adım adım ilerler. Görenler, bilenler söyleseler de bakarkörler aldırmazlar. Aranızda bunlar, görüyor olmalısınız. Bugün yaşananlar (ve daha yaşanacaklar) yıllardan beri gelişen tutumların sonuçlarıdır. 
Einstein ne demiştir: “Aynı şeyleri tekrar tekrar yaşayıp da sonuçlarına şaşmak ahmaklığın işaretidir.”
 Bizim durumumuz bu. 
Eğer bir şey yapacaksanız, Osmanlı’yı bileceksiniz. Balkanlar’ın nasıl kaybedildiğini anlayacaksınız. Kafkasya’da olup bitenleri öğreneceksiniz. Cumhuriyetin başına gelenleri göreceksiniz. Sonra da ne yapacağınıza karar vereceksiniz. 
Elbette gücünüz varsa, ki fark ederseniz var. 
Elbette niyetiniz varsa, ki o belli değil.

ERDAL TABEK
Cumhuriyet

Müjdat Gezen Okulları…- AHMET CEMAL

Hayır, bu adam hiç uslanmayacak! 

Ankara, İzmir ve Bursa’da açtığı üç sanat okulunun kapatılışından sonra, dersini almış olarak köşesine çekilip oturacak yerde, İstanbul’daki Müjdat 
Gezen Sanat Merkezleri’nin üçüncüsünü açmış. Bu kez Bakırköy’de. Hem de yine elindekini avucundakini ortaya koyarak. Banka kredisi alıp “orantısız borç” altına girerek - yani, örneğin devlet desteği ile arsa ve arazi yağmuruna tutulan bir vakfın desteği ile falan değil. 
Müjdat Gezen’den söz ediyorum. Yılların akışı içerisinde devleşmiş bir sanatçıdan. Ama o, biraz, hatta epey farklı bir sanatçı. Sanatındaki başarılarının güneşinde şöyle:“Ben neymişim be!” diyerek uzanıp yatmayı bir an bile düşünmemiş. On yıllardır çabalarını sanatta olduğu kadar eğitimde de odaklaştırmış. Aydınlanma ve aydınlatma, neredeyse en büyük tutkusu olmuş. 
Hele şimdi, imam hatip okulları hegemonyasının bütün eğitim sistemi üzerine karabasan gibi çöktüğü, artık dış siyaseti bile tarikatların yörüngesine oturtulmuş bir ülkede aydınlanmaya ve aydınlatma çabalarına gönül vermek, gerçekten “yürek” ister!
Müjdat Gezen’in bir okul daha açtığını okuyunca, aklıma hemen Muhsin Ertuğrulgeldi. Rahmetli Beklan Algan Hoca’dan dinlemiştik. “Öbür gün öleceğinizi bilseydiniz, ne yapardınız?” diye sormuşlar. Muhsin Ertuğrul şu karşılığı vermiş:“Hemen yarın bir tiyatro daha açardım!” 
Bir ömre sonsuzluğu sığdırabilmenin tanımı herhalde böyle bir şey olmalı. Ya da tek bir günü sonsuzluk kadar uzatabilmenin yolunun tanımı. Yine Angelopoulos’un ölümsüz eseri “Sonsuzluk ve Bir Gün”ü hatırlıyorum.Ölümcül hastalığından dolayı hastaneye yatmadan bir gün önce geçmiş hayatında bir gezintiye çıkan adam, yolda yıllar önce yitirdiği genç ve güzel karısı Anna’ya rastlar ve onunla bir kumsalda dans eder. Dans biter bitmez koşarak yanından uzaklaşan karısının arkasından, “Bir daha ne zaman görüşeceğiz?” diye seslenir. Ondan, “Yarın!” cevabını alınca, bir soru daha ekler: “Peki yarın, ne kadar?” 
Karşılık, beş yüz yıl öncesinden, Shakespeare’den gelir: “Sonsuzluk ve bir gün kadar!” 
Yani: İnsanoğlu isterse, tek bir günü, diyelim yarın’ı sonsuzluğa kadar uzatabilir - ya da tam tersine, yarınların hepsini bugün’de de tüketebilir. Aynı gerçeği Goethe de dile getirmemiş miydi: “Ey insanoğlu, sen çok büyüksün, çünkü istersen eğer, doğum ile ölüm arasına sonsuzluğu sığdırabilirsin!” 
Müjdat Gezen, işte böylelerindenbiri. Üstelik tek bir hayata iki sonsuzluğu birden, yani hem sanatın hem de aydınlatmanın sonsuzluğunu sığdırabilmiş ender ölümlülerden! 
Müjdat Gezen’lerimiz var oldukça hep çoğalacağımızı, aydınlanacağımızı ve karanlığın bizim iklimlerimizde hiçbir zaman kazanamayacağını bilmek, güzel şey!

AHMET CEMAL
Cumhuriyet

7 Ekim 2014 Salı

Yeni Bir Cephe: Tüketime Hayır!- IŞIL ÖZGENTÜRK

Hemen herkes globalleşen (vahşi kapitalizmin kucağına düşen) dünyamızın sonunu pek hayırlı görmüyor. Gerçekten de tablo hiç iç açıcı değil. Hele hele açlık sınırının altında yaşamaya çalışanlarla zenginler arasındaki uçurum öylesine derinleşti ki, çok yakın bir gelecekte, sadece açlıktan binlerce insanın ölmesi bekleniyor. Şimdi bir çalışma yapalım, gözünüzü üst üste altı kez kırpın: Evet şu anda bir çocuk açlıktan öldü. Durum bu dünyanın dengesi yoksullar aleyhine öylesine bozuldu ki, yakında zavallı dünyamız yana doğru eğilecek. O zaman sen sağ ben selamet. Bugünlerde beni bir düşüncedir sardı, dünyayı kendi amaçları (kâr) doğrultusunda yöneten 400 uluslararası şirket neden etkilenir, diye? 
Bildiğiniz gibi dünyada herhangi bir ülke “Kendi madenlerimi ben kendim işlerim” ya da “Ben köylüler için toprak reformu yapıyorum” dediğinde, özellikle silah, ilaç ve gıda sektöründe at koşturan bu şirketler, hemen dünyanın süper gücü olarak takdim edilen maşaları ABD’yi harekete geçirirler. Böylece o ülkeler saldırıya uğrar ya da başkanları alenen öldürülür. Bu arada bazı ülkeler de “demokrasi getiriyoruz” diyerek işgal edilir. 
Bu uluslararası şirketler halkların tek tipleşmesini isterler. Ne demek bu? Bütün dünya halklarının aynı markaları giyip, aynı müziklerle dans edip aynı yemekleri yemesi demek! Bu şirketler asla farklılıkları sevmezler. İnsanlar onlar için sayılardan ibarettir. Şimdi böyle vahşi bir güçle nasıl başedilir? Ve aklıma ilk gelen pasif direniş yolları. Tüketimi azaltmak! Çünkü bunlar sadece bundan anlarlar. Mal satamadıklarında işleri biter. Şimdi çok saf şeyler aklıma geliyor, altı yaşında bir çocuğun aklına gelebilecek şeyler. Kendimi tutuyorum, çocukça tamam ama işe yarayabilir. Sonunda utanmayı bırakıp bunları sizlerle paylaşmaya karar verdim: 
Başlayalım: Bir çocuğun ya da yetişkinin yaşam kalitesini düşürmeden yaşaması için belirlenen temel gıdaları baz olarak alalım. Bunlar belli; karbonhidratlar, protein ve sebzeler. Peki marketleri dolduran abur cuburların insanoğlunun beslenmesindeki yeri ne? Süt dururken neden kola? 
Sorunun yanıtı çok açık, temel gıdalarımızı alarak pekâlâ idare edebiliriz. 350 çeşit peynire gerek yok. Yıllardır taktığım bazı olaylar var; bir turşu cenneti olan ülkemizde vitrinlerde boy gösteren ithal turşular, bir de kedi köpek mamaları. Benim zamanımda yani eskilerde köpeklerin ve kedilerin böyle lüksleri yoktu, herkes evinde kendi olanaklarıyla kedi ve köpeğini doyururdu. Beni geri kafalı bulacaksınız ama Türkiye gibi dört kişiden birinin açlık sınırında yaşadığı bu ülkede ithal köpek ve kedi mamasına giden paranın çok büyük bir miktar olduğunu size hatırlatmak isterim.
 
Tüketime hayır demenin “yiyecekiçecek” başlıklı en zor aşamasını geçtik. Gelelim, giyinmeye. Giyinmek, hele de güzel ve çekici olmak, insanın karnını doyurduktan sonra aklına gelen ikinci lüks ama bu alanda işin ucunun kaçması için öyle tuzaklar var ki, akla ziyan. Geçenlerde kalabalık bir grupta birisi şöyle bir soru sordu:“Bayanlar söylesin bakalım, kaç çift ayakkabıları var?” Kimseden ses çıkmadı ama biliyorum, bir çift ayakkabı daha fazla almak için sinemaya gitmeyenler, kitap, CD almayanlar az değil. Bunu genişletebilirsiniz. Yeni evlenecekleri düşünün, yemek odası takımı, yatak odası takımı vs. derken çok güzel başlayabilecek bir birlikteliğe, paranın can sıkıcı gölgesinin düşmesini hiç önemsemiyorlar. Çünkü birileri hiç durmadan beyin yıkıyor: Tüket, tüket, tüket! 
Şimdi siz benim bu pasif direniş önerilerimi çok çocukça bulabilirsiniz, haklısınız ama ne yapalım, elimizde şimdilik kendi hayatımızı düzgün yaşamaya çalışmaktan başka bir mücadele silahı yok, öylesine kuşatıldık. Ayrıca biliyorsunuz dünyayı devletler değil, uluslararası 400 şirket yönetiyor, savaşımız onlarla, bu durumda her gün yeni bir cephe açmak gerekiyor. Savaşmak sadece Güneydoğu’ya geçip IŞİD saldırılarını durdurmaya çalışmak değil, o da başımızın üstüne, ama her gün almak istediğimiz bir eşyayı, bir gereksiz yiyeceği almadan da savaşabiliriz. Bu arada pek çok yerde kâğıtların har vurup harman savrulduğunu görüyorum. Hemen aklıma ufacık kâğıtların bile her karesini kullanan ve bu eylemi kutsallaştıran Aziz Nesin geliyor, canım acıyor; lütfen kâğıtlarınızı geri dönüşüm kutularına atın, ağaç dediğiniz bir günde büyümüyor. Buradan başlayın. Bir ilavem daha var, etkinlik davetiyeleri. Bir de hiç kimsenin okumadığı sendika raporları… Bunların bazıları öylesine lüks oluyor ki, harcanan parayla pekâlâ daha iyi işler yapılabilir. Bütün bunları yaparsak ne olur? Bize bir şey olmaz, başka yerlerde borsalarda oynamalar olur ve globalleşmenin tek faydası kendini gösterir. Nedir o? Bu da şöyle ifade ediliyor: “Bugün bir yerde bir kelebek kanat çırpsa, başka bir yerde deprem olur.”  

IŞIL ÖZGENTÜRK
Cumhuriyet

Asker Neden Korkuyor?-ALİ SİRMEN

Askerin korkusunu dile getiren herhangi bir söylemin, Türkiye gibi bir ülkede olmadık eleştirilere, suçlamalara, hakaretlere, tehditlere maruz kalmaya yol açabileceğini bilerek yukarıdaki başlığı attım. 
Çünkü biliyorum, asker endişeli, asker korkuyor. 

“Asker” ve “korku”yu toplumumuz bir araya gelmeyen iki kavram olarak kabul eder. 
Oysa başta akıllı askerler, hepimiz biliriz ki, herkes gibi asker de korkar. 
Aslında cesaret korkuyu tanımamak değil. Onun üstesinden gelebilmektir. 
O da irade ve akılla olur. 
Yani cesaret akılsızlık değildir. 
1990 aralığında, Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay, Irak bataklığına saplanmak sorumluluğunu üstlenmemek için Genelkurmay Başkanlığı’ndan istifa ederken, korktuğu için değil, çıkması girmesinden bin kez güç bir belaya bulaşmak istemediği için çekiliyordu ki, buna da akıllılık demek gerekir. 
Tezkere kabul edildiğine göre, şimdi asker bir kez daha gündemde.“Cumhurbaşbakanı”nın da belirttiği gibi, “asker böyle zamanda lazım”. 
Asker böyle zamanda lazım, bazı görevler de yüklenecek ama asker korkuyor. 
Sakın “Türk askeri korkmaz” demeyin! Siz de biliyorsunuz ki, endişeli ve korkuyor. 
Merak etmeyin! Terörden, düşmandan değil, nahak yere harcanmaktan, kullanılıp suçlanmaktan korkuyor asker.
***
Bölgede doğmasında, palazlanmasında, güçlenmesinde, en büyük tehdit haline gelmesinde birçok gücün sorumlu olduğu pisliğin temizlenmesinin salt kendi sırtına yıkılmasından korkuyor asker. 
Bölgede çıkılması girilmesinden bin beter zor mezhep çatışmasına gırtlağına kadar batmaktan korkuyor asker. 
Kırk yıldır “terörle mücadele”ye odaklandırılmış olan asker, şimdi değişen koşullara ayak uydurmaya çalışırken, kimi kaygılara düşüyor. 
Ya görevleri doğrultusunda, emir komuta zinciri içinde yerine getirdiği emirler yarın öbür gün suç sayılırsa ne olacak? 
Daha önce Balyoz davasında emir komuta zinciri içerisinde oluşturulmuş eylemler de suç sayılarak kovuşturulmadı mı? 
Yaşananları hatırlayınca, bu kaygıları haksız görebilir misiniz? 
Bütün bunlardan sonra, askerin “çözüm süreci”nde MİT’e sağlanan güvencenin kendilerine de sağlanması yolundaki talebini yadırgayabilir misiniz? 
Şimdi çıkıp, bu yargının alanının daraltılmasıdır, demek kolay. 
Asker için yargının alanını daraltmak olarak algılanan bir düzenleme sivil için neden öyle sayılmıyor?
***
Bütün askeri görevlerin yerine getirilmesinde, askerin cesareti kadar, sivil iradenin sonuna dek onun arkasında durma dirayetinin de rol oynadığını herkes bilir. 
Çözüm üretmeden, askeri terörle mücadele diye cepheye sürüp, sonra da bayrağı indirilirken, taş yağmuruna tutulurken, eylemsiz kalmalarını söyleyerek ortada bırakan iktidarlara nasıl güvensin asker? 
Kuşku yok, terörle mücadelenin de belirli sınırları vardır. 
Kuşku yok, geçmişte yasal güvenceler denerek, faili meçhullere göz yumulmuştur. 
Kuşku yok, güvenlik ile özgürlük arasındaki dengenin kaybolması halinde, terörle mücadele terörle mücadele olmaktan çıkıp, cinayete dönüşür.
Ama bütün bu demokratik endişeler, geçmişte yaşadıklarımızın ışığında, yine de kullanılıp, ortada bırakılma endişesinin duyulmasını haksız göstermez. 
Askerin korktuğu terörle mücadelede, sınırın aşılması halinde sorumlu tutulacak olması değil, ama TSK’nin görevleri doğrultusunda, emir komuta zinciri altında, yapılanlardan dolayı da suçlanmaktır. 
Daha açık deyişiyle asker, kendisine “kumpas kurulmasından” korkuyor. 
Askere geçmişte kumpas kurulduğunu yalnız ben mi söylüyorum? 
En yüksek makamda dile getirilmedi mi bu gerçek? 
Bu durumda asker, ortada bırakılmaktan, “kumpas”a maruz kalmaktan korkuyor. 
Tek kelimeyle asker, iktidardan korkuyor. Korkan asker ise mütereddit askerdir. 
Bu da böyle kritik bir dönemde en büyük zaaf unsurunu oluşturuyor.  

ALİ SİRMEN
Cumhuriyet

6 Ekim 2014 Pazartesi

ODTÜ - İlhan Sevin

Biliyorum, okuduğunuz gazeteden izlediğiniz televizyona kadar hep iç karartıcı haberleri duymaktan sıkıldınız. İnanın ben de bazen iç karartıcı haberleri ne izlemek ne de okumak istiyorum. Ama konumum gereği gündemi sürekli takip etmek zorundayım. Daha önce de belirttiğim gibi, ülkemizde eğitim adına olumlu ve güzel gelişmeler olsa da keşke biz de daha çok güzel şeyleri yazabilsek. Ama gelin görün ki, son yıllarda iyi ve güzel şeylere o kadar çok hasret kaldık ki!… 

Geçen gün, Türkiye’de bazı üniversitelerin uluslararası arenada elde etmiş oldukları başarıyı basından takip etmişsinizdir. Elde edilen bu başarılar, hem ülkemiz adına hem de gençlerimiz adına gurur ve umut verici başarılardır. Bunu hiç de küçümsememek gerekir.
‘Times Higher Education (THE)’ İngiltere’de yükseköğrenimle ilgili yayımlanan bir dergi… Bu yıl 11’inci kez yayımlanan ‘Dünyanın en iyi üniversiteleri’, sıralamasına göre Türkiye’deki bazı üniversitelerimiz ilk kez bu kadar büyük bir başarıya imza attılar. Türkiye’den 4 üniversitemiz ilk 200’de, toplamda ise 6 üniversitemiz ilk 400’de yer almayı başardı.
Boğaziçi Üniversitesi 139’uncu, İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) 165’inci, Sabancı Üniversitesi 182’inci, Bilkent Üniversitesi 201’inci, Koç Üniversitesi ise 301’inci sırada yer aldı.
Gelelim asıl başarıya, üniversitelerimiz arasında en büyük başarıyı ise, Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) 85’inci sırada yer alarak elde etti. Bakın, bu öyle sıradan bir başarı da sayılmasın. Üstelik öyle her babayiğidin elde edebileceği bir başarı da değil! Çünkü ODTÜ bu başarıyı elde ederken, dünyanın birçok sayılı üniversitesini de geride bırakmayı başardı. Dönemin Başbakanı R.Tayyip Erdoğan’ın iddia ettiği gibi, demek ki ODTÜ’lüler, ‘terörist’ falan da değilmiş… Aksine, yıllardır Türkiye’yi dünyada gururla temsil eden, bilimsel ve teknolojik açıdan birçok başarıya imza atan adeta bir beyin fabrikasıdır. Yetiştirdiği yüzbinlerce nitelikli mühendis ve akademisyenle ülkemize hatta dünyaya bile lokomotif olmuş bu güzide kuruma ‘terörist’ yaftası vurmak yerine, her zamankinden daha çok sahip çıkmamız gerekmez mi?
Peki, durup dururken mi bu başarı elde edildi?  Tabi ki hayır.
Burada bir dakika durmak ve düşünmek lazım! Bu başarı hiç de öyle zannedildiği gibi kolay elde edilmedi. THE’in, 2010 yılından beri yaptığı sıralamada, ‘öğretim’, ‘araştırma’, ‘atıflar’, ‘sanayi gelirleri’ ve ‘uluslararası ortaklık’ şeklinde toplamda, 5 ana başlık ile 13 alt başlıkta değerlendirme yapılıyor. Yani ince eleyip sık dokunarak bir sıralama listesi yapılıyor. Ama özellikle listede sadece üç devlet üniversitemiz de olsa yaşadıkları tüm baskıya ve imkânsızlıklara rağmen yine de ülkemiz için çok büyük başarı…
Geçen gün de yazdım. Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK), üniversitelerin başında jandarmalık yapmaya devam ederse, yukarıda saydığım ve diğer birkaç üniversitemiz dışında listeye girmek çok zor. Neden mi? Nedeni çok basit aslında! Yukarıdaki üniversitelerimizin tek bir ortak noktası var. Koç, Sabancı, Bilkent zaten vakıf üniversiteleri. Kendi içerisinde ekonomik ve bilimsel özerkliğini sağlamış durumdalar. Bu nedenle başarılı olmaları normaldir. Aynı durum devlet üniversiteleri için maalesef geçerli değil. Siz bakmayın ODTÜ, Boğaziçi ve İTÜ’ye… Bu üç devlet üniversitemiz tüm imkânsızlıklara rağmen YÖK ve haliyle Hükümet baskısına rağmen, kendi kaynaklarını doğru kullanarak bir mucizeyi başarmışlardır. Tabi tarihsel miraslarını da unutmamak gerekir!  
Ayrıca, bu listeye şimdilik giremeyen, İstanbul Üniversitesi’ni de unutmamak gerekir. Bu üniversitemiz bu listede yer almasa da geçmişte birçok başarıya imza attı. Bu nedenle hakkını teslim etmek gerekir…
Kısacası, bu gibi uluslararası sıralamalarda, daha çok üniversitemizi daha üst sıralarda görmek isteriz. Ama bunu gerçekleştirmek için üniversitelerimizin üzerindeki baskıya son verip, onları her zamankinden daha çok desteklemek gerekmez mi? 

İlhan Sevin
YURT

IMF Raporundaki Kod: 48.5 Milyar TL’lik Tasarruf-ÇİĞDEM TOKER

3 Ekim arife günüydü. Kamuya izin verilmişti. 
Herkes gibi tatil havasına giren bürokrasi de “yer değiştirme” ve kurban telaşındaydı. 
IMF’nin “4. Madde Konsültasyon Çalışması” olarak bilinen denetim raporu, işte böyle bir günde yayımlandı. 

Oysa IMF, raporu 24 Eylül’de tamamlamıştı. 
Başka bir ifadeyle, Türkiye’nin IŞİD’e karşı koalisyonda yer alacağı haberlerinin, kız çocuklarına başörtüsü “serbestisinin” tanındığı günler. 
Belli ki, “Ne kadar az fark edilse o kadar iyi” diye düşünüldü. Ve rapor, hükümetin isteği “kırılmayarak” Hazine sitesinde arife günü yayımlandı.
***
IMF heyetinin İstanbul’da iş dünyası; Ankara’da da ekonomi yönetimiyle yaptığı görüşmeler sonrası hazırladığı bu rapor “nazik”bir dilde, uzun-dolaylı cümlelerle kaleme alınmış. 
Ne ki, dikkatli okunduğunda, tavsiye adı altında hükümete bir dizi “ev ödevi” verildiği apaçık. Uzun ifadeleri kısalttığınızda ortaya bir “alarm listesi” çıkıyor: 
- Ekonomide kur riski var. Kontrol altına almak için dikkatli bir etki analizi yapmalı. 
- Bankalar yabancı para cinsinden borçlanmayı kısmalı. 
- Şirketlerin yabancı para cinsinden borçlanmasını düşürmek için teşvik edici ek önlemler göz önünde tutulmalı. 
- Dövize endeksli borçlanma için uygulanan önlemler, döviz kredilerine uygulanan önlemlerle eşitlenmeli. 
- Faiz dışı kamu harcamaları, ekonomiden daha hızlı büyüyor. Yapısal mali denge son yıllarda bozuluyor. Daha sıkı bir kamu maliyesi duruşuna ihtiyaç var. Enflasyon hedefinin yakalanması böyle mümkün olur. Para politikası üzerindeki yük de azalır. 
- Bunu sağlamak için: Faiz dışı fazla 2017’ye dek GSYH’nin yüzde 2’sine ulaşacak şekilde önden yüklemeli bir mali düzeltme yapılmalı. 
- Daha güçlü büyüme, yapısal reformların ilerletilmesine bağlı. Bunun için özel tasarrufların artırılması, enerji bağımlılığını azaltacak politikaların uygulanması.
***
Bu listedeki en çarpıcı madde, GSYİH’nin 2’si kadar faiz dışı fazlaya ulaşacak “önden yüklemeli mali düzeltme”. 
Ne anlama geldiğini açalım: 
Bütçede bu yılki GSYH hedefi, 867.3 milyar dolar. 
Bugünkü dolar kurundan hesaplanırsa, yüzde 2’si yaklaşık 48.5 milyar TL. 
Yani IMF bize kibarca diyor ki; iki yıl sonra faiz ödemeleri dışında bütçende 48.5 milyar liralık bir fazla yaratmış ol. Aksi halde işin zor! 
Faiz dışı fazla, IMF ile krediye dayalı stand-by programı yürütüldüğü dönemde, en sıkı takip edilen göstergelerin başında geliyordu. Standby’ın bitince, mali disiplini sağlamak adına bu hedefe önce biraz özen gösterildi. Fakat artan kamu harcamaları, bu disiplinden uzaklaşılmasına yol açtı. 
IMF raporunda, 48.5 milyar TL’lik “düzeltme”nin nasıl yapılacağının yolu da gösterilmiş. 
- Faiz dışı cari harcamaları azalt (yani kamudaki aşırı savurganlığa son ver) 
- Ekonomik açıdan sağlam projelere yapılacak yatırımları koru. (Bol keseden hazine garantisi verme. Memleketi yandaş ihalelerle proje çöplüğüne döndürme) 
48.5 milyar liralık “fazla”nın önemine başka bir yerden işaret edelim: 
2013’te faiz dışı fazla 31.5 milyar TL oldu. Yani bugün olsa, IMF’nin yüzde 2’lik tavsiyesi için 17 milyar TL’ye daha ihtiyaç vardı.
***
Önceki iki yazıda değindik. Hükümetin son on gün içindeki telaşı şimdi daha iyi anlaşılıyor: 
- Maliye Bakanı Şimşek, ‘torba kanun’la getirilen “vergi affı” için mükelleflere tek tek mektup yazılacağını söyledi. (Çünkü IMF mali düzeltme istedi.) 
- Başbakan Davutoğlu, kiralık araç harcamalarının azaltılacağını açıkladı. (Çünkü IMF mali düzeltme istedi. Ve gerekli değişiklik yapıldı) 
- Uzun süredir sürüncemede olan Dünya Bankası ile 400 milyon dolarlık Tuz Gölü doğalgaz depolama projesi için finansman anlaşması imzalandı. (IMF enerji bağımlılığını azaltacak politikalar istedi.) 
- Enerji Bakanı “Seneye 1 milyar dolar daha az doğalgaz parası ödeyeceğiz” dedi. (IMF uyarıları arasında yer alan cari açık için bir önlem sözü verilmiş oldu.) 
- İlaçta ödeme sistemi sıkılaştırıldı (Faiz dışı cari harcamaları azaltma önlemi yürürlüğe konulmuş oldu.) 
Ekim ayıyla birlikte adı konulmamış bir “kemer sıkma” dönemi başladığını belirtmiştik. Bu önlemlerin, -imzalanmış resmi bir program olmasa dahi- IMF’nin son raporundaki tavsiyelere uyarak alındığı artık tereddüt götürmüyor. 
Hedef, 48.5 milyar TL’lik faiz dışı fazla. Bayram sonrası yeni “sürprizler” gelirse şaşırmayalım.  

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet

5 Ekim 2014 Pazar

Erdoğan’a Biden Golü-NİLGÜN CERRAHOĞLU

Büyük bir sır ifşa etmiyorum. Mağrib’den IŞİD’e yazılmak isteyen herkes, önce Türkiye’nin Suriye sınırındaki Kilis kentine ulaşması gerektiğini biliyor. Erdoğanbile o bölgeyi artık kontrol etmiyor. (Türkiye’nin Suriye sınırı) IŞİD milislerinin bir kurtarılmış alanı/ anklavı oldu.” 
Faslı IŞİD militanı Ahmet Birar’ın bu çok kesin ve çarpıcı açıklamalarını geçen pazar daha (28 Eylül), Erdoğan’ın eski dostu Berlusconi’nin gazetesi Il Giornale’de okudum. 
Giornale muhabiri, Fas’tan IŞİD’e katılan… sonra ailevi nedenlerle ülkesine geri dönmek zorunda kalan eski IŞİD militanı Birar’la konuşup, kendisine “Suriye cephesine” nasıl ulaştığını anlattırmış. 
Tecrübeli “militan”, üstte alıntıladığım gibi Mağrib Afrikası’ndan “cihat”a ezcümle katılanların yaptığı üzere Suriye’ye evvela Kilis’e uğrayarak geçmiş…
2013’te önce Özgür Suriye Ordusu’na katılmış. “Ahrar el Şam” hareketine yatay geçiş yaptıktan sonra, baharda IŞİD’e terfi etmiş... 
Bunların hepsi çok geçişken örgütler… 
Karısı hastalanıp çocuklarına bakamaz hale gelince “cihat”ı bir yana bırakıp evine dönmek zorunda kalan Faslı Ahmet’in öyküsünü okurken bu ‘Ahrar el Şam’ adıyla en son nerede karşılaştım?” diye düşünürken aklıma geldi… 


IŞİD’cisinden büyükelçiye… 

Örgütün adını en son geçen ay eski ABD Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin Ankara’ya bombardıman yapan son açıklamalarında görmüştüm. 
Görevi bu yaz bırakan büyükelçi, kevgire dönüşen Türkiye-Suriye sınırı hakkında ABD yönetiminin duyduğu sıkıntıyı dışa vurmak için fazla uzun beklememiş, Dışişleri Baka-nı Kerry’nin son Ankara ziyareti öncesinde tam… eteğindeki taşları dökmüş; büyükelçiliği döneminde Ankara’ya, “El Nusra’ya yardım etmeyin!” uyarısını bizzat yaptıklarını, bu açık uyarıya karşın Türk hükümetinin -ABD terörist listesindeki-NusraCephesi ile Ahrar el Şam militanlarının geçişlerine göz yummayı sürdür-düğünü, ABD’nin bu sebeple bozulduğunu belirtmişti… 
IŞİD’cisinden ABD büyükelçisine dek sonuçta hep aynı şeyi söylüyorlar: “Erdoğan Suriye sınırını kontrol etmiyor!” 
Yalnız büyükelçi değil… Dışişleri Bakanı Kerry de hatta… çok yeni bu tespitle aynı adrese işaret etmedi mi? 
Esad’ı devirmek için ‘Arada çürük elmalar olsa da, önemli olan Esad’a karşı savaşmala-rıdır’ hesabı yapanlar vardı” diye on gün önce bir demeç patlatan Kerry; ne pahasına olursa olsun Esad’ı devirmek isteyenlerin radikal gruplara desteği yüzünden işlerin bu noktaya vardığını söylemişti. 
Başka bir vesilede de dışişleri bakanı gene IŞİD’in finans kaynağı olan petrol kaçakçılığını da, Türkiye-Suriye sınırından götürdüğünü ifade etmişti. 
ABD yönetiminden art arda gelen ve hafızalarda çok taze olan uyarılar bunlar. 
Dünya basınında konu üzerine çıkan sayfalarla yazı, yorumlardan hiç bahsetmiyorum bile… 
Yalnız birini hatırlatmadan geçmeyeceğim… 
Ankara’yı bu yaz sarsan bir bomba da Almanya’nın “koca kulak” skandalı olmuştu. 
Ankara-IŞİD ilişkisine yönelik “derin iddialar” içeren skandal, Almanya’nın haber alma teşkilatının Ankara’yı yakın takibe aldığını ortaya koymuştu. 
Alman basınından Bild, Berlin’in Ankara’yı dinlemesine gerekçe olarak Türkiye’nin Suriye politikasındaki “ikili oyununa” işaret etmiş ve ABD’nin bu konuda Almanya’yı ısrarla uyardığını belirtmiş, “MİT kanalıyla Türkiye’nin radikal İslamcı gruplara (IŞİD) silah-lojistik destek verdiğini” ifşa etmişti. 

Biden neden yalan söylesin? 

Diyeceğim o ki… 
Erdoğan’ın bugün “Esefle karşıladım, böyle bir şey yok!” diye yanıtladığı Başkan Yardımcısı Biden’ın son açıklamalarında hiçbir sürpriz yok aslında. 
Ankara’nın “Suriye-IŞİD politikasındaki” tüm maceracı boyutlar, boşluklar, zaaflar, çelişkiler… dünyanın malumu. 
Aylardır her yerde sayılıp dökülen bu un-surlardan ötürü Biden; “Bölge müttefiklerimiz Suriye’deki en büyük problemimiz oldu” saptamasında bulunmuş. 
Pabucun bahalı olduğunu görünce Türkiye’nin de aralarında olduğu Ortadoğu müttefikleri özetle hizaya girdiler mealinde sözler etmiş. 
Sonra bu açıklamaları bir tık öteye taşıyarak tezkere öncesi Cumhurbaşkanı’nın kendisine geçmişin yanlışlarını telafi etmek istercesine!-“Türk hava sahasının kullanımı” ile “asker gücü” sözü verdiğini eklemiş, Erdoğan’ın “Haklıydınız, sınırı şimdi mühürlemeye çalışıyoruz. Çok fazla insanın Suriye’ye geçişine izin verdik!”dediğini belirtmiş… 
Cumhurbaşkanı, karizma çizen bu açıklamaları şimdi reddediyor. 
“IŞİD’cilere yardımımız olmamıştır. Kimse bunu ispatlayamaz!” diyor. 
Aylardır ardı ardına yapılan açıklamalar, Ankara’ya uzanan “koca kulak”lar; CNN’sinden New York Times’ına, Bild’ine… anlatılanlar ve yazılıp çizilenler ne o zaman? 
Biden, riskli bir “tezkere” girişimi ortasında, aslı astarı olmayan böyle bir çıkışı niye yapsın? Bir devlet adamı için fazla gevezelik etmiş 
olabilir… Neticede boşboğazlığı ile ünlü bir politikacı Joe Biden. Ağzında çok bakla ıslanmıyor… Ama şimdiye dek yalancı olduğunu söyleyen hiç çıkmadı. Üzerinden dumanı tüten bunca tüfek varken… uluslararası kamuoyu kime inanır sizce? Biden’a mı, Erdoğan’a mı?

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

Emekli Bir Seks İlahı-CAN DÜNDAR

Beyoğlu’nun arka sokaklarında, eski bir binanın ışıksız dairesinde bulmuştum onu… 
Hâlâ cüsseliydi; ama yaşlanmıştı.
 
Gençliğimizin perdelerini parçalayan adam, usta işi bir makyajla ihtiyarlatılmış gibiydi.
Zaman denen öğütme makinesi, o haşin delikanlıyı, müşfik bir dedeye çevirmişti. 
Yeşilçam’ın kurtarıcı silahı, emekli bir seks ilahı olmuştu. 
                                                                 *** 
Bir kuşağın ergenlik düşlerini süsleyen afişleri duvardaydı hâlâ: 
“Helal Sana Behçet.” 
“Sev Beni Behçet.” 
“Namın Yürüsün Behçet.” 
“Parçala Behçet.” 
Bu sonuncusu, ona nam olmuştu. 
70’lerin ikinci yarısında, sokaklarda silahların konuştuğu o kan deryasında, “3 Film Birden-Devamlı” oynatan köhne sinemalarda, en çok onun filmleri iş yapardı. 
Bizim nesle musallat olmuş bir salgındı seks furyası; öncesinde yoktu; sonrasında da olmadı. 
O yıllarca beyaz mendillere kan tüküren kadınlar, onlara gizlice gözyaşı döken adamlar çekiliverdi perdeden; cömertçe soyunan dilberler, uzun donla yatağa giren erkekler doluşuverdi perdeye… 
Erkeklerin bir kısmı tüy sıklet komedyenlerdi; seyirciye benzeyen, kavruk tiplerdi. Ne yapar eder, rüyalarında göremeyecekleri kızların koynuna girerlerdi. 
Bir de döverken de severken de sert olan, kavgacı, asık suratlı, yırtık adamlar vardı. 
Behçet onlardandı. 
                                                            ***
Yıllar önce, bir popüler kültür serisi için röportaja gittiğimde, o sertliğinden eser kalmamıştı. 
Yeni hayatında Behçet Nacar, dizilere kostüm satan bir “oyuncakçı dede”rolündeydi. 
Eski defterleri açtım. 
Sevişmeyi ondan öğrenen yüz binler, şehvet seanslarında kadınları parçalayışını iştahla izlerken o ne hissediyordu? 
O setlerde gerçekte neler yaşanıyordu? 
Sonrasında eve nasıl gidiyordu? 
Furya çöktüğünde o ne yapmıştı? 

Sordum, anlattı: 
Sultanahmet’te doğmuş. Sanat okulu okumuş. Asıl mesleği dökümcülükmüş. 1964’te tesadüfen figüran olmuş. 10 lira yevmiye ile kötü adam rollerinde epey “dayak yemiş”. 
Sonra evlere televizyon girmiş; şiddet yıllarında aileler sokaktan, sinemadan çekilmiş; beyazperde teslim bayrağını çekmiş. Ve seks filmleri devreye girmiş. 
Bir avantür-seks filminde stüdyodakiler “Parçala abi, yırt” diye motive etmişler.Behçet de rolünün hakkını vermiş; parçalamış, yırtmış, sevişmiş. 
Kimlerle? Evinden kaçıp artist olmak isteyen ve kendini yönetmenin yatağında bulanKezban’larla mı gerçekten? 
“Hiç alakası yok” demişti Behçet Nacar, bir uzman edasıyla konuşurken: 
“Hep belli başlı kızlardı. 20 kişilik sete çıplak girerlerdi. Herkes alışmıştı, kimse dönüp bakmaz, biz yatakta rol yaparken set ekibi sigara içip sohbet ederdi. Ama kadın kalabalık istemezse, o sahnelerde ışıkçılar ışıkları, kameramanlar kameraları sabitler, dışarı çıkarlardı.” 
Yatak sahneleri çekilirken hiç tamamen soyunmazlarmış. Her şey çıksa bile külotlar çıkmazmış. Sevişme sahnelerinde külotları bacaklarıyla saklar, çıplak oldukları izlenimi yaratırlarmış. Soğuk platolarda, sigara dumanı altında çırılçıplak yatarken, spot ışıklarıyla ısınmaya çalışırlarmış. 
Ne uyarılmak, ne âşık olmak… 
“O kadınlarla kardeş gibiydik. Birbirimize alışmıştık; hiç öyle art niyetle bakmadık. Ben evliydim zaten… Set çıkışı eve giderdim. Televizyon seyredip 9 gibi yatardım.”
                                                                 ***
Kamera karşısında kadınları parçaladıktan sonra mesai bitimi televizyon karşısında çekirdek çitleyen bu seks ilahı, soyunma odasında ağlayan bir palyaço burukluğu bırakmıştı bende… 
“Külotlar çıktıktan sonra iş yozlaştı” diye dert yandı röportajın sonunda; sanki adabın teslim bayrağı, o bez parçasıymış gibi… 
Pişman değildi; can çekişen bir sektörde, kendi filmleri sayesinde insanların karnının doyduğuna inanıyordu. 
“Her şeyimi sinemaya borçluyum; çok ekmeğini yedim. 
100 negatifim vardır. Onları satıp yazlık, kışlık ev aldım; oğluma, kızıma bakıyorum”dedi. 
Vedalaşırken ben ona bir kitabımı imzaladım; o bana bir afişini verdi. 
Önceki gün de vefat haberi geldi. 
Parçala Behçetle, ömrümüzün bize ayrılan bir zaman dilimi daha parçalandı gitti.


CAN DÜNDAR
Cumhuriyet