27 Ekim 2013 Pazar

Cumhuriyet'in Çöküş Süreci - ÖZTİN AKGÜÇ

Her ayrım bir ölçüde öznellik taşımakla beraber, Cumhuriyet’in doksan yılı dört ayrı döneme ayrılabilir. Yükseliş, duraklama, gerileme ve çöküş... 1923-1938 yükseliş dönemi, 1939-1980 arası duraklama, 1980-2002 gerileyiş, 2002 de çöküşe giriş olarak nitelendirilebilir.
Atatürk’lü yükseliş yıllarından sonra ülke İkinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle duraklama dönemine girmiş; savaş sonrası 1950 yılı Demokrat Parti iktidarı da görüş ve uygulama olarak Cumhuriyet’e bir katkı getirmemiş, hatta günümüzde yaşanan olayların tohumları bu yıllarda atılmıştır. 1960 sonrası Atatürk dönemi ilke ve kamucu uygulamalarını yaşatma girişimleri de yeterli politik desteği bulamadığından yaşama geçirilmemiştir.
1980’de gerek 24 Ocak ekonomik kararları gerek askeri yönetimin uygulamaları ile Cumhuriyet gerileyiş dönemine girmiştir. Ekonomik açıdan dış borçlanma, bilinçsiz dünya piyasaları ile bütünleşme, yabancı sermayeyi özendirme, sözde finansal liberalleşme, KİT’lerin tasfiyesi, kalkınma planlarının uygulamadan kaldırılmasıyla adeta Osmanlı’nın çöküş dönemindeki ekonomi politikalarına dönülmüştür. Askeri yönetim, renklenmeye, çeşitlenmeye başlayan fikir ve sanat yaşamını budamış, sol akımları baskılamış, ezmiş, üniversiteleri işlevsizleştirme, kontrol altında tutma düzeneklerini oluşturmuş, sermayeden yana olan politikaları desteklemiş, zaten cılız olan toplumsal örgütlenmeyi, sendikalaşmayı daha da etkisiz hale getirmiş, garip bir seçim sistemi ve barajı ile çöküş sürecine geçişi hızlandırmıştır.
***
2002 yılı AKP’nin iktidara gelişi ile Cumhuriyet’in çöküş sürecine girişi başlamıştır. Dış borçlar kısa sürede 130 milyar USD’den 400 milyar USD’ye yaklaşmış, Cumhuriyet’in ekonomik kazanımları, hem de söve saya elden çıkarılmış, ekonomi tümüyle dışa bağımlı hale getirilmiş, sınaileşme bir yana bırakılmış, gökdelenlerle, AVM’lerle, bazı altyapı yatırımları ile ekonomik başarı kazanılıyor izlenimi verilmeye çalışılmış; algı yönetimi kamuoyunun hafifliğinden, hiffetinden de yararlanılarak başarı ile uygulanmıştır. Türkiye OECD ülkeleri arasında, tüm ekonomik göstergelere göre uzak ara sonuncu iken, The Economist dergisi araştırmasına göre riskli ülkeler arasında uzak ara ilk sırada yer almakta iken, ekonomik başarı övgüleri yağdırılmıştır.
Dış saygınlık, Sayın Başbakan Arap ülkelerine dahi gidemeyecek biçimde kısa sürede yitirilmiş, Türkiye AİHM’de en çok ceza alan ülkeler arasında ilk sıralara yerleşmiştir.
***
Ülkede ayrılıkçı akımlar güçlenmiş, bölünme senaryoları güncelleşmiş, ülkeYıldırım Beyazıt’ın Ankara Savaşı’nı yitirdikten sonra Osmanlı’nın girdiği fetret dönemini andıran bir çözülme sürecine girmiştir. Ülkede mevcut olan Cumhuriyet karşıtı akımlar, güçlendirilmiş, ülkeyi, 76 milyonu kucaklama yaftası altında ayrımcılık yapılmış, yönetimde partizanlık zirveye ulaşmış, Cumhuriyet’i benimseyenler tasfiye edilmeye çalışılmış, başarı da kazanılmıştır. Ülkede yarı diktatör düzenli, dini motif ağırlıklı bir yönetim düzeni oluşturma heveslerini yaşama geçirme hazırlıkları hızlanmıştır. Özgürce düşünebilen, özgürce hareket eden, yaratıcı, vicdanı hür, ulusal kimliği olan genç kuşaklar yetiştirme yerine, başı bağlı, biat eden, düşünme özgürlüğü olmayan, dindar diye nitelendirilen gençlik yetiştirmeye yönelinmiş, eğitime, kurulmak istenen toplumsal düzenin bireylerini şekillendirme hedefi verilmiştir.
Cumhuriyet’in doksanıncı yılında böyle bir tablo hazin. Ancak Cumhuriyet karşıtlığı galebe çaldı, “Türkiye için her şey bitti” karamsarlığına da kapılmamak gerekir. Ufak hesapları, kaygıları bir yana bırakıp Cumhuriyet’e sahip çıkmak bir görev, Bağımsızlık Savaşı’nı yapanlara olan minnet borcumuzun da bir gereğidir.
Önümüzde çöküş sürecini durdurabilecek ve yeniden yükseliş aşamasına geçiş için başlangıç olabilecek üç önemli seçim var. Aslında bu seçimler, Cumhuriyet’in geleceğini belirleyecek halk oylamaları niteliğindedir. Vatandaşların bu bilinçle Cumhuriyet’in geleceği oylanıyor algısıyla hareket etmeleri umut edilir.
ÖZTİN AKGÜÇ

27 Ekim 2013 - Cumhuriyet

Cehenneme Hoş Geldin FEMEN! - Can Dündar

FEMEN, Ukrayna’da seks turizmine ve cinsel ayrımcılığa karşı örgütlenmiş bir grup kadın aktivist tarafından kuruldu.
Kısa zamanda sesini tüm dünyaya duyurdu.
Kâh bir kürk defilesinde hayvanların yaşam hakkını savundu, kâh bir İslam ülkesinde recm vahşetine karşı durdu.
Diğer muhalif örgütlerden fazla haber olmalarının nedeni, eylemlere üstsüz gitmeleriydi.
Gazetede en çok kadın fotoğraflarına bakanlara mesaj vermek istediklerinde, mesajı onların en çok baktıkları yere, göğüslerinin üstüne yazıyorlardı.

***
Şimdi Türkiye’deler.
Mesajlarının çok “okunacağına” hiç şüphe yok.
Nitekim Türkiye şubesinin açılışı, grubun Türkiye’deki üyesi Güntülünün üstsüz fotoğrafıyla duyurulunca Twitter hesaplarına birkaç günde 10 bin kişi hücum etti.
Hesaba bırakılan yorumların hemen hepsi, “Kız seni yerler” tadındaydı.
FEMEN ODTÜGöğsünün üzerine Arapça “Bedenim, kimsenin namusunun kaynağı değildir, bana aittir” yazıp fotoğraf çektiren Tunuslu FEMEN Amina gibi, çıplak göğsünün üzerine “ODTÜ” yazarak direnişe destek veren Güntülü de maço sataşmaların hedefi oldu.
“Göğsünü gere gere harekete katılmak isteyen” mi ararsınız, dayanışma için evine buyur eden mi, “Gebze’den öteye geçemezsiniz” diye bıyık burup sopa gösteren mi?

***

FEMEN, gücün hâlâ kendisinde olduğunu sanan bu “HE MAN”lerin saldırılarına alışkındır gerçi... Ama yine de kendilerini nasıl bir coğrafyanın beklediğini peşinen görmüş oldular.
Ben biraz daha tafsilat vereyim:
Burası, “Her Türk’ün asker doğduğu” bir kahramanlar yatağı... Gerçi Başbakan, milyonluk orduda 600 bin kaçak asker olduğunu söyledi; ama o ayrı...
Cennetin, anaların ayağı altında olduğuna inananların ülkesidir burası... En popüler küfür, analara savrulur; ama o ayrı...
Namus için kan dökmekten kaçınmayanlar yaşar burada, çok muhafazakâr bir toplumdur. Taşra kentlerinde küçücük kızlara topluca tecavüz edilir, edenler iyi halden salıverilir; ama o ayrı...
Başbakan gezecek diye AVM’lerde kadın iç çamaşırı satan mağazanın kepenginin kapatıldığı bir edep toprağıdır burası; araştırmalara göre Google’da en çok “porno” ve “seks” sözcüğü aranıyor; ama o ayrı...
Kadına değer verilir buralarda... Her iki kadından biri dayak yer, her sene ortalama 10 bin kadın tecavüze uğrar ve Türkiye, kadın-erkek eşitliği tablosunda 136 ülke arasında 120. sırada nal toplar; ama o ayrı...
Yabancıları seven, misafirperver insanlar yaşar burada; 5 ülkeyi otostopla geçip gelen “Barış gelini” Pippa Bacca’yı tecavüz edip öldürdüler, Amerikalı fotoğrafçı Saraiyi önce soyup sonra başını taşla ezerek katlettiler; kimbilir kaç turisti ağaç altına çekip ırzına geçtiler.
Ama o ayrı...

***

Daha geçen yıl, 4 çocuk babası, 50 yaşında bir inşaat işçisi, bir geceyarısı kayınpederinin ördeğine tecavüz etti. Ördek, ameliyatla kurtarıldıysa da sahibi tarafından “namusu bozulduğu” gerekçesiyle kesilmekten kurtulamadı.
Öyle namusuna düşkün insanlarızdır.
İşiniz zor FEMEN...
Kolay gelsin Güntülü...
Ama iyi ki geldiniz.
İhtiyaç çoktu.
Hoş Geldiniz!

CAN DÜNDAR

27 Ekim 2013 - Cumhuriyet

CHP ve Önseçim – I-II-III- ALİ SİRMEN

15 Ekim Salı günü, bu sütunda yayımlanan “Sarıgül Atanırsa” başlıklı yazıyla igili olarak CHP Kocaeli İl Başkanı Yalçın Kuşkan telefonla aradı, CHP’nin önümüzdeki seçimlerdeki adaylarının bütün üyelerin katılacağı önseçimlerle saptanması önerisine katıldığını bildirdi.
Kuşkan, CHP’nin, Kocaeli’nin 12 ilçesinde 26 bin 800 üyesi olduğunu söyledi ve şimdiye dek 7 ilçede 18 bin 500 üyeyle önseçim kararı alındığını, kendilerinin Gebze ile ilgili de başvuruları olduğunu, onun da kabul edilmesi halinde, 22 bin 500 üyenin katılımıyla 8 ilçede önseçim yapmayı başaracaklarını belirtti. Ve son sözleri şunlar oldu:
- Adayların tüm üyelerin katılacağı önseçimle saptanmasını doğru buluyorum.
Buna karşılık yılların gazete yöneticisi, CHP’yi yakından bilen kadim dostum Naim Kılıç’tan bu konuda kuşkularını dile getiren ilginç bir mektup aldım, yayımlıyorum:
“15 Ekim Salı günkü ‘Sarıgül Atanırsa’ başlıklı yazıyı okuyunca düşündüm...
Yazı bana göre CHP yönetimlerine uzatılan gerçek bir dostun eliydi.
Yazınızı kısaltıp, alıntılamalıyım ki aklıma takılan noktaları ve bana göre, gerçeklerle çatışan yanlarını belirtebileyim:
‘Adaylar, mutlaka seçimle belirlenmeli.
Salt delegelerin katılacakları oylamaları kastetmiyorum.
Zira belediye başkanlarını yerel lordların ayak oyunlarına terk etmemelidir.
Tüm üyelerin katılımıyla yapılacak seçim sonucunda adayların saptanmasının bir başka yararı da böyle bir girişimin örgütü derinleştirip dinamikleştirmesi olacaktır. CHP’nin bu yerel seçimlerde buna çok ihtiyacı var. Çünkü seçimlere geriden giriyor ve elindeki tek koz örgütün tabandan dinamik katkısı, hatta onu daha yukarılara çekecek coşkusu olacaktır.’
***
Sosyal demokrat bir parti ise CHP, böylesine demokrat bir yapıya kavuşmalıdır.
CHP’nin delege yapısını güvenilir görmüyorsunuz, ben de katılırım.
Yaşayarak tanık oldum ki CHP delege yapısı neyse üye yapısı da aynen odur. 
Delegeler nasıl masalarda belirleniyorsa, üyeler de lordlarca masalarda belirleniyor.
M. Kırıkkanat’tan alıntıladığınız örnekten yola çıkarak, hizipçiliğin yerleştiği illerimizde genel merkez atamalarının vazgeçilmez olduğuna inanıyorum.
Bir televizyon tartışma programında, CHP yetkili genel başkan yardımcısının duruma göre ilden ile farklı uygulama kararında oldukları açıklamasını gerçekçi buluyorum.
B. hizbinin hâlâ egemen olduğu başka bir ilimizden örnekler vererek anlatayım.
Bir ilçenin CHP’li üye sayısı 250’den 500’e ulaşır ve yeni üyelerin tümü sadece bir beldede yapılan kayıtlarla oluşturulursa...
İlçe belediye başkanlıkları için başvurular sekize ona yaklaşırsa...
Ve adaylar Gürsel Tekin’in yaptığı gibi değil de rakiplerinin ne hırsızlığını, ne ahlaksızlığını kahvehanelerde sergiliyorsa...
Yönetim kademesi ilçe başkanından genel başkanına kadar, partinin disiplin hükümlerine göz yummak zorunda kalıyorsa...
Bir büyükşehir belediye başkan adayı...
Demokratik seçim diye ortalığı ayağa kaldırmaya çalışırken sandığa itibar edilmeyip, genel başkanlıkça atama yapılırsa sokağa döküleceklerini açık açık kahvelerde meyhanelerde bağıra çağıra ilan edebiliyorsa...
Üstelik eski bir milletvekili ve benzer gerekçelerle partiden uzaklaştırılmış olan bu adayın gerçek işinin taşınmaz mallar üzerinde ticaret olduğu düşünüldüğünde...
Hayli zengin olduğu ve bol para yarışa girdiği bilinirse...
Siyaset lordlarına güvenmektense, Kılıçdaroğlu’na güvenir ve hatta teslim olurum.
***
Sarıgül hakkında dijital âlemde dolaşanlar doğru mudur, değil midir?
Öğrenmeye çalışmam; yaptıkları nedir bilmiyorum;
Genel Başkan olmak hedefiymiş, ona da karışmam, korkmam da...
Baykal tipi hizipçiliğin girdiği örgüte herkes girer, ama demokrasi asla giremez.
Belki yararı olur umuduyla. Dostça saygılarımla...”
Aziz dostum Naim Kılıç’a üzerinde düşünülmesi gereken mektubu için teşekkür edip, söylediklerini yarın birlikte ele alıp, irdeleyelim isterseniz
24 Ekim 2013 - Cumhuriyet.

CHP ve Önseçim – II

Dün bu sütunda CHP’yi yakından tanıyan, kadim dostum Naim Kılıç’ın, 15 Ekim tarihli “Sarıgül Atanırsa” başlıklı yazıya yanıtını yayımladım.
CHP için önümüzdeki seçimlerde ve de tüm yerel ve genel seçimlerde en akıllıca yolun tüm adaylarını bütün üyelerin katılacağı önseçimlerle belirlemesi olduğu yolundaki görüşümüze verdiği yanıtta, değerli dostum isim zikretmese bile kimi örnekler sunuyordu.
Bu ve benzeri örneklerin varlığı, hatta zaman zaman bolluğu da çoğunluğun meçhulü değil.
Hatta CHP’nin bir zamanlar “küçük olsun ama benim olsun!” diye dışa kapalı yapı içinde olduğunu biliyoruz.
Ama yine biliyoruz ki CHP tüm eylem ve düşüncelerine katılmasak bile laik demokratik cumhuriyetin güvencesi totaliter diktatöre karşı olan güçler için gizil bir seçenektir.
Ne yazık ki CHP’nin seçenek olabilmesi olası olduğu halde bu durum tümüyle yaşama geçememektedir.
Bunun için yapılması gereken birden fazla şey var.
Partinin dünya görüşünü gözden geçirerek, ikircikli olmayan bir tavrı benimseyerek netleştirmesi, parti programı ve tüzüğünü günün gereksinimlerine de yanıt verecek biçimde yeniden oluşturması.
***
Bütün bunların CHP içinde çok büyük tartışmalara, hatta kafa karışıklığına yol açması kaçınılmazdır. Zaten CHP’nin kafası şu anda karışıktır.
Bu kavram kargaşasının aşılması için parti içinde tabandan demokratik tartışmaları içeren çalışmaların ve sonucunda varılacak bir sentezin zorunlu olduğu kesin.
CHP’nin kafa karışıklığı çok eleştirildi.
Ama asıl eleştirilmesi gereken tabandan demokratik tartışmayla çözülebilecek bu durum değil, çözüm için tabandan girişimlerin yeterince olmamasıdır.
Yoksa tartışmalar, CHP’nin önünde, geçmiş mirasının değerleriyle, demokrasinin yeni gereksinimlerinin birleşmesiyle yepyeni ve çok daha dinamik bir yol açabilecektir.
Bunun önkoşulu ise partinin tabandan daha büyük ölçüde, halka, sosyal demokrat kadın ve gençlere açılması olacaktır.
Hem teorik tartışmalar, hem kitlelere yönelik çalışmalar, hem seçim kampanyaları için CHP’nin daha demokratik, daha katılımcı, daha gönüllü, daha çalışkan, daha genç, kadın sayısı açısından daha zengin bir kadroya ihtiyaç duyduğu kesindir.
Bu oluşumun başlaması, dışa kapalı örgütlenme modelinin aşılmasıyla mümkündür.
Türk siyasal yaşamının yapısı gereği, CHP de, diğer partiler de bir sorunla karşılaştıklarında hemen şu soruyu soruyorlar:
- Bu sorunun aşılmasında kim öncü olabilir?
***
Oysa çağdaş demokrasilerde kim sorusunun aşılmış, yerini nasıl, hangi yöntemlerle sorusunun almış olması gerekir.
Yani sorun bir lider sorunu değil, bir örgütlenme modeli sorunudur.
O örgütlenme de tabandan katılımcı, genç, eğitilmiş, liyakat esasına göre yükselme olanaklarının açık olduğu bir modeldir.
Bu gerçeği göremez isek şu anlamsız soruyu hep sorarız:
Baykal gitti, umut Kılıçdaroğlu geldi, peki beklenen değişiklik neden olmadı?
Soru anlamsızdır çünkü değişmesi gereken lider değil, modeldir. Kılıçdaroğlu, bu modele Baykal’dan daha yatkın olduğu için umut veriyordu.
Baykal konusuna gelince... Baykal genel başkanlıktan ayrılalı üç yıldan fazla olduğuna göre artık kimse hesabı ona kesemez.
Tabana yönelme hareketi etkinleşmezse genel başkanın çalışkanlığı da bir şeye yaramaz.
Partiye dinamizmi verecek ise tabanın etkinliğini artırmaktır.
Bunun yolu da önseçimden geçer.
Ancak daha fazla sorumluluk, daha fazla yetki verdiğiniz gönüllü katılımcı tabandan daha fazla çalışma ve etkin sonuç bekleyebilirsiniz.
Eğer öyle bir taban oluşturma umudu yoksa, partiden de umut yok demektir.
Bütün bu gerçekler ışığında, önseçim talebiyle genel başkandan randevu talep eden eski ve yeni il başkanları girişimi umut vericidir.
25 Ekim 2013 - Cumhuriyet.

CHP ve Önseçim - III

Eğer gelen iletilerin hepsini buraya alıp işlersem, CHP konusunu kapatamayacağız.
Aslında bu iletileri gönderenlerle aynı görüşteyiz ve hepimiz sorunun sadece adayların seçimlerle belirlenmesi değil, aynı zamanda CHP’de tabandan bir canlanma yaratacak, partiyi büyütecek, iktidar alternatifi haline getirecek hareketlenmeyi gerçekleştirmek olduğunu düşünüyoruz.
Hemen belirtmek isterim, bu konuda bu kadar ısrarcı olmak için illa CHP üyesi veya yandaşı olmak gerekmiyor. Ama şu anda Türkiye’yi demokratik haklar ve laik düzen açısından görece daha iyi bir çizgiye taşımanın tek alternatifi olarak CHP gözüktüğü için, kuruluşa omuz vermek kendi özgürlüğümüz açısından zorunlu gibi geliyor.
Aynı doğrultuda görüş bildiren değerli okurum Ülkü Çelikkanat, ilginç iletisinin bir yerinde aynen şunları yazıyor:
“Size bir sır vereyim: Türkiye İş Bankası emekli müdürüyüm. Yıllar önce emekli olduktan sonra hemen CHP’nin Pendik ilçe teşkilatına gittim. Kendilerine nasıl yardımcı olabileceğimi sordum. Aldığım cevap şaşırtıcıydı:‘Şu anda size verecek bir işimiz yok. Ancak genel başkan İstanbul’a geldiğinde, pankart taşımamıza yardımcı olabilirsiniz.
***
Yukarıdaki öykü şaka değil, gerçek. Emekli bir banka müdüründen hiçbir biçimde yararlanmayı düşünmeyen, en sonunda da ona olsa olsa pankart taşıtmayı aklına getiren böylesine kendi içine kapanmış bir partiden ilk beklenebilecek olan, her şeyden önce kendi yapısını değiştirmesidir. Değerli okurumun verdiği örneğe ben de kendi tanık olduğum bir başkasını ekleyeyim:
CHP’nin barajın altında kaldığı seçimin hemen ertesinde, yönetim kadrosundaki değişikliği olumlu bulan, aralarında profesörlerin ve eski baro başkanlarının da bulunduğu yanılmıyorsam sekiz kişi yeni genel başkanın çağrısı üzerine gidip partiye kaydolur.
Aradan zaman geçer, eski genel başkan geri döner, her şeyin eski hamam eski tas olduğunu düşünen yeni üyeler istifa etmek üzere kaydoldukları, daha doğrusu öyle olduğunu sandıkları ilçeye başvururlar, aldıkları yanıt tüyler ürperticidir:
- İstifalarınızı işleme koymamız imkânsız, çünkü henüz üyelik kaydınız yok.
Dilerseniz bir de delegelerle yapılan bir seçim öyküsü:
Yine yıllar önce, bir arkadaşımın daha ziyade Özal sempatizanı tavırları olan annesi nasıl olmuşsa olmuş, bir yolunu bulup, delege ağası tabir edilen bir avukat tarafından kaydedilmiş. Beyoğlu için oy vermekten döndüklerinde bir toplantıdan sonra aramızda şu konuşma geçti:
- Efendim kimlere oy verdiniz?
- Avukat Bey kime dediyse ona, bir de ben de kişisel olarak Aytekin Kotil’i ekledim.
- Aytekin Kotil isabetli bir isim ama tercih sebebiniz neydi?
- O bir ara burada görevliyken Beyoğlu’nu temizlemek için çok uğraştı, biliyorsun sürdüler, ona destek vermek borçtu.
O zaman tüylerim ürpererek anladım ki, anlı şanlı partili, kimi söyledilerse ona oy vermiş, tek tercihinde de Aytekin Kotil ile Saadettin Tantan’ı birbirine karıştırmış.
***
Yıllar önceye ait bu üç öykünün yansıttığı aksaklıkların bugün de aynı derecede olduğunu söylemek insafsızlık. Ama yenilenme, dinamizm, gençleşme, geniş kitlelere açılma konusundaki zorunluluk bugün de geçerli.
Bunun için “okus pokus” dönemindeki gibi hileli üye kayıtlarına son verecek yeni bir üye kayıt sisteminin oluşması, partinin tabandan tavana yeniden oluşturulması zorunlu.
Genç, eğitimli, katılımcı bir kadroyla, liyakata dayalı yükselme sistemine sahip yeni bir oluşum 21. yüzyıl Türkiyesi’nin ihtiyaçlarına cevap verebilir ancak.
Bu bakımdan üye kayıt sistemini geliştirmeden, ki bu konuda bazı adımlar atıldı, partiyi büyük ölçüde dışa açılmaya zorlamadan bir yere varmak mümkün değil.
Adayların seçimle belirlenmesi, bir dizi yenileşmenin içinde bir anlam taşıyacaktır.
ALİ SİRMEN
26 Ekim 2013 - Cumhuriyet

20 Ekim 2013 Pazar

Nutuk Bilinciyle 90. Yıla... - Mustafa Balbay.

Nutuk, 15-20 Ekim 1927’de, 6 gün boyunca CHP’nin 2. Kurultayı’nda Atatürktarafından okundu.
86. yılındayız.
Kitap olarak da yayımlanan şekliyle Nutuk şöyle başlıyor:
“1919 yılı Mayısı’nın 19. günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüm:”
Atatürk bu başlangıç öncesi bir açış konuşması yapıyor, ilk cümlesi şu oluyor:
“Cumhuriyet Halk Partisi’nin büyük kongresini açıyorum...”
Devamında ilk kongrenin Sivas’ta gerçekleştiğini vurgulayıp ikincisinin yapılmakta olduğunun altını çiziyor.
Böylece tüm Anadolu’yu ve Rumeli’yi kapsayan Sivas Kongresi’nin aynı zamanda CHP’nin ilk kongresi olduğu Atatürk tarafından tarihe de geçirilmiş oluyor.
***
Atatürk 36 saat 33 dakika süren bu tarihsel metni hazırlamak için 1927 yılının tüm yazını ayırdı.
30 Haziran-30 Eylül arasında İstanbul’a çekildi ve üç ayını neredeyse aralıksız bu çalışmaya verdi.
Nutuk bir yanıyla gazetecilik dersidir. Atatürk, İstanbul hükümetini milli mücadeleye katmak için harcadığı çabaları, Ankara’da Meclis toplama kararına giden süreci, kendisine omuz verirken omuz atanları, öncesiyle sonrasıyla Lozan’ı “belgeleriyle” birlikte anlatıyor.
Atatürk kendisinden sonra tarihi yeniden yazmak isteyecek, günün koşullarına ve siyasal hedeflerine göre çarpıtmaya girişecek kişiler olacağını tahmin ettiği için bu işi de kendisi yaptı.
Ortaya attığı her iddianın, yaşadığı her kırılmanın belgesini de Nutuk sayfalarının arasına yerleştiren Atatürk, sadece Türkiye’nin ilk 9 yılını değil, geleceğini de yazmış oluyordu. Zira konuşmasının son bölümünde gençliğe hitabesini okumuştu.
***
Atatürk’ün “Benim en büyük eserim” dediği Cumhuriyet’in 90. yıldönümü yaklaşıyor.
Cumhuriyet’in sabır taşını çatlatacak bir kararlılık, mucize denebilecek bir mücadele ruhu ve bilinciyle kurulduğunu en iyi ortaya koyan eser, Nutuk’tur.
90. yılda bu büyük esere nasıl bakacağız?
Cumhuriyet’in Bilim ve Teknoloji ekinin ikinci sayfasında Atatürk’ün şu sözü künye ile birlikte sürekli yer alır:
“Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler gerektiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişimini inkâr etmek olur... Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, benim manevi mirasçılarım olurlar.”
Sözün hemen altında kaynağı da şöyle açıklanıyor:
Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip’in sorusuna Mustafa Kemal’in yanıtı.
Nutuk’ta en çok adı geçenlerin başında telgrafçılar gelir. Onlar, Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanması için en az cephedekiler kadar cesur davrandılar. Hayatları pahasına görevlerini yaptılar.
Onları bir kez daha saygıyla analım ve soralım:
Bugün, bu saygının gereği olarak telgrafçı bulundurmamız gerekiyor mu?
Hayır...
Bu, akıl dışı olur.
Cumhuriyet’in 90. yılını coşkuyla kutlarken Atatürk’ün altını çizdiği aklın ve bilimin ışığında ne yapmamız gerektiğine de kafa yormalıyız.
Aklın yolu, geçmişte başardıklarımızın bilinciyle geleceği yakalamaktır. Tıpkı Atatürk’ün yaptığı gibi bunu halkla birlikte başaracağız.
90. yıl sadece coşkumuzu değil, mücadele gücümüzü ve bilincimizi de arttırmalıdır.

Mustafa Balbay
20 Ekim 2013 - Cumhuriyet

AKP-cemaat ittifakı Kuran'ın emri - Cumhuriyet Portal

'Gezi protestoları, dinsizlerin işi' sözleriyle tepki çeken Prof. Akgündüz, 'Kuran ve peygamberin, AKP - Fethullah Gülen cemaati ittifakını emrettiğini' öne sürdü. AKP-cemaat kavgasını değerlendiren Akgündüz, 'Bu ihtilaf Türkiye'yi içeriden içeriye kemirip yiyor' dedi.

 “Gezi protestoları, dinsizlerin işi” sözleriyle Hollanda’da yoğun tepkilere neden olan Rottrerdam İslam Üniversitesi (IUR) Rektörü Prof. Ahmet Akgündüz, “Kuran ve peygamberin, AKP - Fethullah Gülen cemaati ittifakını emrettiğini” öne sürdü.
Akgündüz, kendi adını taşıyan internet sitesinde, AKP hükumetiyle Gülen cemaati arasında yaşanan gerilimi değerlendirdi. Akgündüz, “Kuran ve Resulullah, hizmet (Gülen cemaati) ile mevcut hükümetin ittifakını emrediyor, aksi takdirde bütün ümmete tehdit var” görüşünü dile getirdi. Son dönemde Gülen cemaati ile AKP hükumeti arasındaki anlaşmazlığın “dindar olan olmayan bütün kesimleri” meşgul ettiğini belirten Akgündüz, “Maalesef her iki taraftan da aksine iddialar gelse de bu ihtilaf Türkiye’yi içeriden içeriye kemirip yiyor” dedi. Her iki tarafın da genellemeler ve “insafsızca benzetmeler” yaptığını vurgulayan Akgündüz, AKP’nin “the cemaat” benzetmesine tepki gösterdi. Akgündüz, Zaman gazetesini de, şu sözlerle eleştirdi: “Fikri bozuk olduğu halde hizmete ait gazetede yazan bir yazarın İslam birliğinin sembolü olan Yavuz hakkında bölücü nitelemeli yazı yazması bütün bir hizmet erbabının suçu olarak, haklı yahut haksız bir şekilde, lanse ediliyor. Bu arada Kuranıkerim’in açıkça ‘Dikkat ediniz! Onlar bozguncular yani çapulcuların ta kendisidir’ dediği ve Türkiye’yi bölmeye çalışan soysuzlara, sempati ile bakan ve hatta bu konuda izzet-i İslamiye ve şehamet-i imaniye ile konuştuğuna inandığımız bir devlet adamına karşı, olumsuz yaklaşan hizmet erbabı çıkabiliyor.”
‘Ümmet zarar görür’
Kuran ve Hz. Muhammet’in “ehl-i iman ve bu vatanı seven insanlara, nazlanarak yahut dış ve iç mihrakların tahriklerine kapılarak birbirlerine düşmeme” uyarısı yaptıklarını kaydeden Akgündüz, sure ve hadislerden örnekler verdi. Prof. Akgündüz, AKP - cemaat ittifakının bozulmasından bütün “ümmetin zarar göreceği”ni savunarak, İki tarafa da şu uyarıda bulundu: “Bu ülke ve millet adına en çok korktuğum; ülkeyi bu zamana kadar harabeye çeviren şer güçler, kendi aralarında ittifak yaparak ve çeşitli dalavereler çevirerek, İstanbul gibi 10 küsur yıldır cennete çevrilmiş olan ilmizi, yukarıdaki ikazlara uymaz ve ittifak etmezsek, yeniden çöp yığınlarını çöp dağlarına çevirecek yad ellere kaptırma tehlikesidir. Birbirimizin kusurunu söyleyelim; ama memleketi harap etmeyelim. Unutmayınız ki, Türkiye, Sultan Abdülhamid devrinden ve hatta III. Selim devrinden sonraki en güzel günlerini yaşıyor. Bildiğiniz gibi, nimet şükür ister ki devam etsin.”

20 Ekim 2013

Türkiye Nasıl Kurtulur?.. - Öztin Akgüç

Başlık iddialı, tahrik edici, bazı çevreleri de kızdırıcı olabilir. Yazının içeriği başlığın altını doldurucu, inandırıcı nitelikte olabilecek mi? Yetersiz görülse bile, en azından bazı kişilerin kafalarında çöreklenen bu sorunun yanıtını bulmaya çalışayım.
Türkiye’de öyle çevreler var ki davranışları Orhan Veli’nin ünlü cımbızlı, aynalı şiirini anımsatıyor. Umurlarında mı dünya, umurlarında mı Türkiye? Magazin, dizi, türban, ihale, bazıları için de futbol yeterli, Türkiye’nin geleceği onları pek ilgilendirmiyor. Bazıları için ise Türkiye’nin geleceği karabasan. Umudunu yitiren, Türkiye için her şey bitti, uzatmalar oynanıyor diye düşünenlerin sayısı az değil.
Berber dostlarım var. Selâhattin, Ali, Ünal... Selâhattin ile otuz yılı aşkın bir süredir tanışıyoruz. Siyaset, ekonomi, borsa, futbol, her konu berber dükkânında konuşulur, tartışılır. Onların daha geniş kitlelerle iletişimi ve gözlemleri var; yararlanalım. Geçen gün Selâhattin, birden şu soruyu yöneltti: “Hoca, Türkiye için her şey bitti değil mi?” Aşırı karamsarlığı üstündeydi. Dilimin döndüğü kadar Türkiye’de her şeyin bitmediğini, bitmeyeceğini anlatmaya çalıştım.
Türkiye’de Temmuz 1955’ten bu yana, altmış yıla yakın bir süredir, çeşitli kurumlarda çalıştım, gözlemlerim oldu. Türkiye’de iki grup insan var. Görevine bağlı, düzgün, işini yapan, işi sürükleyen, kendini pazarlamaktan kaçınan onurlu kişiler. Bunun karşıtı, iş yapar gibi görünen, zaman zaman şarlatanlığa kaçan, dernek, cemaat, parti, politikacılar gibi belli çevrelere yanaşarak, daha çok kişisel kaygılarla ve beklentilerle hareket eden ve bunun karşılığını bekleyen diğer bir grup. Yalakalar, partizan, baskıcı bürokratlar, zaman zaman dönekler, belli çevrelerin sesyayarları, sözde bilim adamları bu gruptan çıkar. Kamuoyunu etkilemeleri için, bu tür kişilerin belli çevrelerce tanıtımı da yapılır, hatta bazıları ulusal veya uluslararası düzeyde ödüllendirilerek ileti aracı haline getirilir.
Selâhattin’e, sayısı az olsa da ilk grupta tanımladığım kişilerin Türkiye’ye sahip çıktıklarını, çıkacaklarını anlatmaya çalışarak karamsarlığını dağıtmaya uğraştım. Ne kadar inandırıcı oldu bilmiyorum ama Selâhattin sonunda,“Yüreğime su serptin” diyerek şu soruyu yöneltti: “Şu saydığın yüzde 20, yüzde 25 her neyse ülkeye sahip çıkanlar, çıkacaklar, ordu içinde de var mı?” Bence bu soru son dönemlerde TSK’ye yöneltilen ağır eleştirilerden çok daha da kırıcı idi. “Bilmiyorum, her kurumda olduğu gibi herhalde ordu içinde de vardır” dedim.
Birkaç yıldır gözlemlerimi aktarmaya çalışıyorum. TSK ve yargı, anketler ne derse desin, toplumda hızlı bir şekilde güven yitiriyor. Bu kuşku, güven yitirme, Türkiye’nin geleceği, bütünlüğü, hatta varlığı için büyük tehlike oluşturuyor. Bu kurumların mensuplarının bazı kişisel kaygıları bir yana itilerek topluma güven verme sorumluluğunu duymalarını diliyorum.
Açık söyleyeyim. Andımız’ın kaldırılması, Balyoz, Ergenekon davalarında yargı kararları beni şaşırtmadı. Yaşananlar, gelişmeler Türkiye’deki gözlemlerime uygundu. Aksi bir davranış, bir karar, beklenmeyen bir olay olurdu.
Andın hatta milletvekili yemininin kaldırılması önemli değil. Ant içmenin, yemin etmenin gereklerini yerine getirmek önemli. Ülkede kaç kişi andına, yeminine uygun hareket ediyor? Asıl sorun andına uygun davranan gençler yetiştirmek, yemini ile tutarlı hareket eden milletvekilleri seçebilmek.
Türkiye’nin düzgün, kişilikli, insan sevgisi olan, bilgili, özverili, cesur insanlara gereksinimi var. Şarlatan, gösterişçi, çıkarcı, yalaka, yarı bilgili, karabilecen zaten çok sayıda var.
Nitelikli insan yetiştireceğimize, geniş kitleleri niteliksizleşmeye özendiriyoruz. Hem de bunu kişisel çıkarlarımız, kişisel politik beklentilerimiz için yapıyoruz. Türkiye için asıl tehlike burada.
Öztin Akgüç


20 Ekim 2013 - Cumhuriyet

ODTÜ'den çok sert açıklama-Cumhuriyet Portal.

Ankara Büyükşehir Belediyesi ekipleri tarafından dün gece ODTÜ ormanına yapılan gece operasyonu ile ilgili ise ODTÜ yönetimi yazılı bir açıklama yaptı.
Üniversitenin, bilgisi ve izni olmaksızın yapılan müdahale ile ilgili gerekli tüm yasal girişimlerde bulunacağının belirtildiği açıklama şu şekilde; "Ankara Büyükşehir Belediyesi ekiplerinin 18 Ekim 2013 Cuma günü gece saatlerinde habersiz ve izinsiz olarak yerleşkemize girmesi ile başlayan süreçle ilgili olarak mensuplarımızdan, basın organlarından ve kamuoyundan gelen bilgilendirilme talepleri nedeniyle aşağıdaki açıklamanın yapılması gerekli görülmüştür. ODTÜ Koruma Amaçlı İmar Planı’nın Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından onaylandığı, 2 Ekim 2013 tarihli Bakanlık faksıyla ilgili kurumlara bildirilmiştir. Ancak, faks yazısı ekinde olması gereken onaylı Planlar, Üniversitemize 11 Ekim 2013 Cuma günü teslim edilmiştir. Basına yansıyan açıklamaların aksine, onay aşamasında Bakanlık tarafından ODTÜ’nün önerdiği planda bazı değişiklikler yapıldığı görülmektedir. Plan 4 Ekim 2013 tarihinde askıya çıktığından, ODTÜ’nün itirazları bir aylık sürenin sonu olan 4 Kasım 2013 tarihine kadar Bakanlığa iletilecektir. 11 Ekim 2013 Cuma günü Bakanlık, Belediye ve Devlet yetkilileri ile görüşülerek plan kararlarına itirazlarımızın olacağı, itiraz süresi içinde geriye dönüşü mümkün olmayan herhangi bir işlemin yapılmaması gerektiği özellikle vurgulanmıştır. Ankara Büyükşehir Belediyesi (ABB) Fen İşleri Daire Başkan Vekili ile İmar ve Şehircilik Daire Başkanı da Üniversite ile görüşme yapılmadan bir işlem başlatmayacaklarını ifade etmişlerdir. Yasal askı ve itiraz süreçleri tamamlanmadan herhangi bir işleme onayımızın olmadığı ABB’ye aynı gün yazı ile de bildirilmiştir. Bu görüşme ve yazışmalara rağmen, askı ve itiraz sürelerinin dolması beklenmeksizin,18 Ekim 2013 Cuma günü ani bir gece operasyonu yapılmıştır. ABB’ye ait inşaat makinaları, inşaat ekipleri ile çok sayıda Belediye personeli, 18 Ekim 2013 Cuma gecesi saat 21.15 civarında izin almadan ve yerleşke çitlerini yıkarak 100. Yıl Semti Öğretmenler Bulvarı bölgesinden Üniversite arazisine girmiştir. Üniversitede görev yapan özel güvenlik yetkilileri Üniversite arazisine izinsiz olarak giriş yapılamayacağı yönünde ekipleri uyarmışlar ve engellemeye çalışmışlardır. Ancak çok sayıda kamyon, inşaat makinası ve Belediye personelinin izinsiz olarak yerleşkeye girmesi engellenememiştir. İzinsiz olarak yerleşkeye girildiği ve yasadışı bir şekilde ODTÜ’nün mülkiyetinde bulunan ağaçların kaldırıldığı 10 Nisan Polis Merkezi’ne bir kaç kez telefonla bildirilmiş; inşaatın ve ağaç kaldırma işleminin engellenmesi için yazılı olarak da başvurulmuştur. Ancak, Polis Merkezi yetkilileri bir önlem almamış ve yazılı başvuruyu da kabul etmemiştir. Yapılan müdahalenin yasal olmadığı eş zamanlı olarak Belediye İnşaat Ekip Şefine de bildirilmiş, bu kişinin de yazılı tebligatı almayı reddettiği tutanak altına alınmıştır. ABB ekiplerinin faaliyetlerinin durdurulması için Ankara Valiliğine, İl Emniyet Müdürlüğüne ve ABB Başkanlığına yazılı olarak başvurulmuştur. Ayrıca Ankara Valisi ile telefonda görüşülerek durum aktarılmış ve yapılan müdahalenin sona erdirilmesi istenmiştir. Ancak, Belediye ekiplerinin faaliyetleri sabah 06.30’a kadar sürmüştür. 19 Ekim 2013 sabahı yapılan incelemede ODTÜ arazisi içinde kalan güzergahın tamamıyla açıldığı ve güzergah üzerindeki tüm ağaçların kaldırıldığı tespit edilmiştir. Nakledilmesi gereken 600’den fazla çam ağacının da içinde bulunduğu yaklaşık 3.000 ağacın ne şekilde kaldırıldığı konusunda tarafımıza bilgi verilmemiştir. Ancak, bir gecede 600 ağacın nakledilmesi mümkün değildir. Üniversitemiz, Anadolu Bulvarının devamı olan yol konusunun yasal ve meşru zeminde çözümü için katkı sağlamış ve bu yönde iyi niyetle hareket etmiştir. Buna karşılık, Koruma Amaçlı İmar Planına ilişkin yasal sürecin tamamlanmasına izin vermeden ODTÜ arazisine gece saatlerinde bir baskın şeklinde girilmiş, meşru olmayan fiili bir müdahale ile inşaat başlatılmış ve mülkiyeti Üniversiteye ait olan ağaçlar yasal süreç izlenmeksizin kaldırılmıştır. Üniversitemiz, bilgisi ve izni olmaksızın yapılan bu müdahale ile ilgili gerekli tüm yasal girişimlerde bulunacaktır. Üniversite olarak, iyi niyet ve sorumlu kamu yönetimi anlayışı ile bağdaşmayan bu tutumu kabul edilemez olarak görüyor ve şiddetle kınıyoruz."
Cumhuriyet Portal.

19 Ekim 2013

19 Ekim 2013 Cumartesi

Türkiye Nereye Gidiyor? (1-2-3) Nilgün Cerrahoğlu

Türkiye Nereye Gidiyor? (1)

AB ile iplerin gerildiği 2005 sonrasında Batı’da yaygın biçimde “Türkiye’yi kim kaybetti” sorusu soruluyordu.
Şimdi artık soru değişti.
Sürpriz yaratan Ankara’nın “Çin füzeleri” atılımı ardından, NATO ile yaşadığı huzursuzluklar su yüze çıktığından beri bu kez “Türkiye nereye gidiyor”sorusu soruluyor.
Türkiye Batı’dan hiçbir zaman bu denli yabancılaşmadı ve uzaklaşmadı.
Yabancılaşmanın son örneklerinden birini, bir Akdeniz ülkesi olarak Türkiye’deki gelişmeleri çok yakından izleyen İtalya ile Türkiye arasında her yıl yapılan geleneksel bir forumun iptalinde gördük…
On yıldır dönüşümlü olarak Roma ve İstanbul’da düzenlenen, çok üst düzey katılımcıların yer aldığı forum bu yıl gerçekleşmeyecek…
2000’ler başında kurulan forumun amacı, Türkiye-AB arasındaki bağları güçlendirmek; Türk-AB sivil toplumlarının yakınlaşmasına katkıda bulunmaktı.
Bu sene; Türkiye’yi gayet iyi tanıyan ve Ankara’nın AB üyeliğine güçlü desteğiyle bilinen Emma Bonino’nun dışişleri koltuğuna oturduğu sırada tam, forum iptal ediliyor!
Niye?
Kulislerden edindiğimiz bilgiye göre Erdoğan’ın Suriye-Mısır konusunda aldığı Batı’ya meydan okuyan tavırlarından duyulan rahatsızlığın yanı sıra, Gezi’de izlediği otoriter ve baskıcı politikalar bu kararda etken olmuş…
İki ülke arasındaki diyalog forumunun askıya alınması, böylelikle Batı ile yaşanan kopukluklar zincirindeki haberler arasında yerini alıyor… 
‘Ankara 5-7 yılda NATO’dan çıkabilir’
İlişkilerdeki bu genel gevşeme ve çözülme tablosunun üzerine tuz biber eken en müthiş haber, geçen ay sonunda açıklanan ve Batı’da soğuk duş etkisi yaratan “Çin füzeleri anlaşması” olmuştu.
Işık hızıyla yayılan ve Batı başkentlerinde süratle yankı yaratan gelişme, orada burada… Türkiye’nin NATO’dan ayrılacağına dair değerlendirmelerin yapılmasına yol açtı.
Bunlar arasında ABD istihbaratına yakınlığı ile bilinen (Berlusconi ailesine ait) İtalyan “Foglio” gazetesinde okuduğum son yazılardan biri örneğin, “(Çin füze anlaşmasının sonucunda) 5-7 yıl içinde Türkiye’nin NATO’yu terk edebileceğini” öngörmekte ve Ankara’nın Batı’dan “kopuşu” için oldukça kesin bir takvim dahi vermekteydi. (Çin ve Türkiye’yi Bir Araya Getiren Garip Askeri Anlaşmayı Nasıl Açıklamalı?/Come si spiega lo strano accordo militare che unisce la Cina e la Turchia?-Il Foglio, 3 Ekim 2013)
AB ile ilişkilerin derin dondurucuya kaldırılmasının ardından, başka deyişle NATO ile ilişkiler de bariz biçimde gerilip gerilemekte; mesafeler kuşku götürmez biçimde açılmaktaydı… 
‘İslamlaşan dış politika NATO ile çatışıyor’
Yaz başında, Gezi döneminde daha… Çin füzeleri anlaşması henüz ortada yokken, bana “Türkiye’nin NATO’dan çıkabileceği” imasında bulunan İtalya’nın ünlü stratejisti Stefano Silvestri ile bu son gelişmeler üzerine konuşmaya karar verdim.
Gezi görüşmesini yaptığımız tarihte Avrupa’nın etkili düşünce kuruluşlarından IAI-Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nü yöneten Prof. Silvestri; “Türkiye ile öyle bir noktaya gelindi ki” demişti: “NATO’daki varlığınız bile sorgulanabilir!”
Geçmiş dönemlerde savunma bakanlığı ve başbakanlık danışmanlığı da yapan Silvestri’ye, beş ay önce fazlasıyla abartılı bulduğum bu yorumu; niçin ve nasıl yapmış olduğunu sorduğumda; “Türkiye ile Batı arasında derinleşen‘güven krizi’nden” bahsetti.
Erdoğan’ın, “Obama’nın hayli zayıf bir başkan olduğunu düşündüğünü, Avrupalılarla ilişkisinde de bir ‘güven’ öğesinin bulunmadığını” belirtti.
Bunun ötesinde TC Başbakanı’nın “Avrupalılarla fazla bir ilişkisinin kalmadığını” ilave etti. Ve “Türkiye’nin İslamlaşan dış politikasının NATO ile çatışan bir hale geldiğini” anlattı. 
‘İstikrar sorgulanır’
Çin füze anlaşmasının, ilişkilerin “ip inceldiği yerden kopar” denebileceği ve“değerli yalnızlığın”(!) olgunlaştığı noktada devreye girmiş olduğu anlaşılıyor.
Yabancılaşma ve ayrışmanın zamana yayıldığı bu süreç içinde görülen o ki olası “kopuş” ani olmayacak.
“Tüm yol ayrımları bu gibi hallerde birdenbire kopuş yaşanmaz” diyor Silvestri, “ama büyük bir kriz her şeyi hızlandırır”. 
İlişkimizin her halükârda değiştiği aşikâr.
Türkiye’nin Batı ile ilişkileri bırakın on yıl öncesini; beş yıl öncesinin ilişkileri bile değil.
“Değişen ilişkiler, Türkiye’nin istikrarına yönelik kuşkuları ister istemez artıracaktır!” diye konuşuyor Silvestri.
Stefano Silvestri ile “Türkiye Nereye Gidiyor?” söyleşimizin devamı gelecek yazıya.
İyi bayramlar dilerim.
15 Ekim 2013 - Cumhuriyet
                                                                          *

Türkiye Nereye Gidiyor?(2)

Obama şimdiye dek Sünnileri tercih etti” diye söze başlıyor Prof. Silvestri;“Bu tercihi yüzünden zora düştü. Müslüman Kardeşler, gelişmeleri okuyamadı ve Mısır’ı karmaşaya sürükledi. Suriye’de de isyanın keza El Kaidecilerle uçların eline geçmesine fırsat tanıdılar ve büyük dert oldular. Obama şimdi müşkül durumda! Sünnileri desteklemeye devam edebilmesi için Mısır’da (darbecilerden yana çıkan) Selefiler ve orduyu desteklemesi; Suriye’de Kaidecilere destek olması, Filistin’de Hamas’a arka çıkması lazım. Bunları yapamaz. Obama yapmış olduğu Sünni seçiminde zorlanıyor. Bu nedenle giderek Sünni eksenden Şiilere kayma olasılığı Amerikalılar için cazip hale geliyor!”
Sorunların anası: Müslüman Kardeşler
“Türkiye neden Çin füzeleri tercihine kaydı?”, “NATO’da nasıl bu kadar sorunlu bir partnere dönüştü?”, “Bu noktaya neden gelindi?”, “Tarafların hataları ne oldu?”, “Türkiye NATO’dan çıkar mı?” “Çıkarsa, istediği ‘stratejik özerkliğini’ sağlayabilir mi?”, “Türkiye’yi kim yitirdi?”, “Yeni Ortadoğu’da Türkiye’nin bir rolü var mı? Varsa nedir?”, “İran-ABD yakınlaşmasının Ankara üzerindeki olası etkileri ne?” 
Geçen temmuza dek Çizme’nin bir numaralı düşünce kuruluşu “IAI-Istituto Affari Internazionali/Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nü” yöneten ve halen bu kurumun danışmanlığını yapan, İtalya’nın en tanınmış askeri stratejistlerinden Stefano Silvestri ile bu soruları tartışıyoruz.
Konuştuklarımızın hepsini birkaç yazıya sığdıramayacağım için buraya kısa bir özetini alıyorum… 
ABD Sünnilerden Şiilere makas değiştiriyor
Obama’nın “Sünni eksen” adına gözü kapalı “Müslüman Kardeşler’e” verdiği destek, Silvestri’nin anlattıklarına göre; Ortadoğu’da son dönemin tüm sorunlarının anasını oluşturuyor.
“Müslüman Kardeşler’le” çıkmaz yola girilince; Washington atik tetik bir hamleyle makas değiştirerek şimdi “Şii kampa” açılmaya teşebbüs ediyor. İran’la, eylül sonunda BM Genel Kurulu açılışında başlayan açık flörtleşme ve halen Cenevre’de Tahran’la yapılan görüşmelerde boy veren “bahar havası”;büyük oranda bu makas değiştirmesinin sonucu.
Ortadoğu’da bu değişen makasın en kontrpiyede bıraktığı ülke de Türkiye… 
Ankara Çin füzelerinde dayatırsa...
Ankara, kendini soktuğu “değerli yalnızlığı” bir yandan; satrancın kaybeden taşı “Müslüman Kardeşler’e” oynamanın getirdiği açmazlar, beri yandan bir stratejik planlamadan çok çaresizlik hamlesi olarak görülen “Çin füzeleri”seçeneğine savruluyor.
Batı, bu seçeneğin hâlâ “kesin bir tercih” olmamasını umuyor.
“Çin füze tercihinin” kesinleşmesi halinde Washington’daki “think tank” ve“strateji uzmanlarının” ağzından Silvestri’nin aktardığı yorumlar; “Türkiye’nin NATO’dan kaçınılmaz olarak ötelenmesi/dışlanması istikametine” işaret ediyor:
Washington’da ilgili çevrelerde; “Hava savunmamızı, Çin sistemiyle uyumlu hale getirmemiz… olanaksız!” deniyor:
“Bunu yapamayız! Yapmayız! Türkiye bu seçeneğinde dayatırsa; NATO ile entegre hava savunma alanını terk etmek zorunda kalır!”
Ankara, Çin füzelerinde geri adım atmazsa; diğer deyişle sorun zamana yayılan bir şekilde giderek tırmanacak.
Akdeniz ve Ortadoğu uzmanı olan Silvestri ile yaptığımız görüşmeden çıkardığım en kestirme özet bu.
Tırmanma nasıl yaşanır?
Silvestri’ye “Tırmanma nasıl olur” diye soruyorum…
“Nükleer silahların örneğin Türkiye’de kalması sorun olur!” cevabını veriyor…
“Türkiye’nin gerçekleştirmek istediği ‘stratejik özerklik’ bağlamında, kendi savunmasını kendi yapabilmesi için, bu durumda nükleer gücünü üretmesi gerekmez mi” sorusunu sorduğumda;
“O zaman Türkiye’nin ‘Non proliferation treaty’ olarak anılan nükleer silahların yayılmasını önleme antlaşmasından çıkması gerekir. Bu da Ankara’nın kendisini tam manasıyla ‘şahane bir yalnızlık’ içinde bulması demektir!”
Böyle bir perspektif başka deyişle Türkiye’nin neredeyse… dünyanın “yeni İranı’nı” dönüşmesi anlamını taşıyor.
Ankara’nın son sloganı olan “stratejik özerklik”, bir ülkenin kendi savunmasını, kendisinin yapabilmesiyle tanımlanıyor.
Ona buna kafa tutmak/Çin ile bir yeni füze anlaşmasını ısıtmakla, ne yazık ki“stratejik özerklik” kazanılamıyor.
“Türkiye bu yolla acaba ‘Ben NATO’dan çıkmak istiyorum!’ mu diyor? Yoksa olayların ardından mı sürükleniyor” şeklindeki soruma Silvestri:
“Bilmiyorum” karşılığını veriyor: “Ama her halükârda Türkiye ilişkiyi gevşetiyor. Türkiye niyetini tam dışa vurmadı. Ama Avrupa ve ABD ileErdoğan’ın arası daha açılırsa; NATO ile ilişkiler iyice soğur. Amerikalılar o zaman sanırım, Ankara’ya alternatif aramaya başlarlar.”
“Bu nasıl olur?”
“İsrail’le ilişkileri daha da güçlendirebilirler. Balkanlar’da varlıklarını artırabilirler…”
“Yunanistan’a gün doğar desenize!”
“Buna kuşkunuz olmasın!” (Devam edecek…)
17 Ekim 2013 - Cumhuriyet

'Türkiye Belirsizliğe Savruluyor'(3)

“NATO, İsrail, Rusya ve Avrupa ile ayrı düşmüşseniz; Mısır, Suriye ve Arap dünyası ile problemleriniz varsa ‘stratejik özerklik’ neye yarar?” diye soruyor Prof. Silvestri...
“ ‘Stratejik derinlik’ ve ‘değerli yalnızlık’tan sonra Ankara’nın şu son dönemde benimsediği ‘stratejik özerklik’ kavramı sizde ne gibi bir çağrışım uyandırıyor?”sorumu Silvestri işte böyle bir başka soruyla karşılıyor…
Çizmenin etkili düşünce kuruluşu “IAI-Istituto Affari Internazionali/Uluslararası İlişkiler Enstitüsü”nü geçen yaz aylarına dek yöneten ve halen bu kurumun danışmanlığını yapan İtalya’nın en ünlü askeri stratejistlerinden Stefano Silvestri ile Türkiye’nin yeni dış politika çizgisini(!) konuşuyoruz.
Kulağa hoş gelen “stratejik özerklik” kavramı pratikte acaba ne anlam taşıyor?
‘Erdoğan kaybedene oynadı’
“Gerçek şu ki” diyor Silvestri; Erdoğan (Ortadoğu’nun) kaybeden safı Müslüman Kardeşler’e oynadı ve bu nedenle bu noktaya gelindi.”
 ‘Stratejik özerklik’ özetle herkesi kaybetmiş olmak anlamına mı geliyor?” 
“Evet. Ne yazık ki öyle. Ankara Çin’le şimdi bağlantı kurmaya çalışıyor. Çin’in Türkiye’ye ilgi gösterdiğinden eminim ama ne için? Çin, Türkiye ile acaba neden ilgileniyor?”
‘Çin ABD’nin çemberini 
yarmak peşinde’
“Pekin’in derdi Amerikalılar tarafından er ya da geç çevrelenmektir. NATO zayıflatılırsa ve bu arada Rusya ile iyi ilişkiler götürülürse bu ‘çevrelenme’ bertaraf edilmiş olacak. Çinliler için Türkiye ile ilişkiler işte bu kapsamda yararlı. Çin, Türkiye’yi Müslüman bir ülke ve hem Avrupalı hem Asyalı bir ülke olarak değerlendiriyor. Türkiye’nin, Çin’in ilgi alanı içinde olan Orta Asya ve Ortadoğu’da oynayacak bir rolü olduğunu düşünüyor. Ancak Türkiye, Çin için ‘stratejik bir ortak’ değil. Türkiye, Çinliler için sadece kendi oyun planları (Çemberi yarmak planı) için yarar sağlayacak bir ülke. Türkiye’ye yanaşarak NATO’yu sıkıntıda bırakmak istiyorlar. Üstüne bir de kimsenin almaya fazla hevesli olmadıkları füzelerini satarlarsa kârlı olmuş olacaklar!”
“Türk hükümeti Çin füzelerinin daha ucuz olduğunu söylüyor.”
“Muhtemelen öyledir ve Çinliler ayrıca teknoloji vermeye de muhtemelen meyillidir. Dolayısıyla bu Türk teknolojisinin gelişmesine de yardımcı olur ancak bunlar bir ortaklık ilişkisi tesisi için yeter mi? Çin, Suriye’de örneğin, (RTE’den) bambaşka bir telden çalıyor. Ancak bu gibi konular Erdoğan’ı pek kaygılandırmıyor.”
‘RTE çift hatta 
yürüyebileceğini düşünüyor’ 
“Neden sizce?”
“Erdoğan sanıyorum, (Batı ve Çin’le) çift düzlemde yürüyebileceğini düşünüyor. Amerikalıların İran’la yakınlaşmasından da ayrıca hayli tedirgin olmuş olmalı. Washington-Tahran yumuşaması sonunda Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolü ne olacaktır?”
“Türkiye bölgede marjinalleşir öyle değil mi?”
“ABD-İran yakınlaşması önünde hâlâ büyük engeller var. Bu çok kolay değil. Ancak Ankara gene de bir miktar kaygı duyuyor olmalı… Erdoğan yeni tabloda kendisini sıkışmış hissetmeli…”
Batı’yı yabancılaştırmanın anlamı
“Nedir sizce Erdoğan’ın sıkışıklığı?”
“Arap dünyasındaki dostlarının hepsi Sünni ve son kertede yenik düşen Müslüman Kardeşler. Erdoğan’ın güney ve doğu komşuları-üstelik de Amerikalıların yardımıyla!- bir tür Şii Hilali oluşturuyor. Kuzey’deki komşu Putin de keza gene bu çizgiye destek veriyor. Türkiye’nin bu durumda rolü ne oluyor?”
“Değerli yalnızlık!”
“Erdoğan’ın hiç kuşkusuz dostları da olmalı ancak neredeler? Pakistan’da ya da misal Orta Asya’ da! Rusya ya da Çin’le hep istişare içinde olmasını gerektiren yerler bunlar. Bu bakımdan Ankara’nın Çin’e açılmak arzusu anlaşılabilir ancak bunu ABD, Avrupa ve NATO’yu yabancılaştırmak pahasına yapmanın mantığı nedir? Ben buna değerli yalnızlığın çok ötesinde, savrulmak derim. Türkiye bir yerlere doğru savruluyor. Ama nereye? Belli değil.” (Devam edecek) 
Oktay Ekinci’yi 
uğurlarken 
Dağ gibi, güzel insan Oktay Ekinci’yi uğurlarken son dört yıl içinde yitirdiğimiz, hepsi birbirinden değerli arkadaşlarımızı bir bir düşündüm. SevgiliTürkel MinibaşMehmet SucuDeniz SomAbdülkadir YücelmanTurhan Seçukİlhan Selçuk… Ne çok dost, ne çok kayıp, ne kadar çok acı ve ne kadar üst üste! Sevgili ve çok değerli Oktayımıza güle güle derken Cumhuriyet ailesinin yitirdiğimiz tüm fertlerini, hasretle, sevgiyle bir kez daha anıyorum. Ekinci’nin ailesi ve eşine sonsuz sabır, başsağlığı diliyorum.
Nilgün Cerrahoğlu

19 Ekim 2013 - Cumhuriyet