27 Mart 2019 Çarşamba

‘Kürtçe konuşan kardeşlerimizin alayının…’ - FATİH YAŞLI


Devlet Bahçeli önce cumartesi günü bir televizyon yayınında “Kürtler”in değilse de “Kürtçe konuşan kardeşlerimizin alayının” oyuna talip olduklarını söyledi, ardından ise pazar günkü Yenikapı mitinginde yine “Kürtlere” değil ama “Kürt kökenli kardeşlerimize” seslenerek “sizi bizden çok seven olamaz” dedi.
Aynı gün havuz medyası devletin fişleme kayıtlarını sayfa sayfa yayınlarken, “tüpçü”ye hibe edilerek artık ana akım olmaktan bütünüyle çıkan Hürriyet gazetesi bunu “CHP, Saadet ve İYİ Parti’nin PKK ile bağlantılı adayları” diye haberleştiriyordu.
Pazartesi günü Anadolu Ajansı’nın “Editör Masası” programına konuk olan Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, daha önce “Allah korusun, evine su parasını getiren tahsildarın militan olduğunu bir düşünün” diyen Mehmet Özhaseki’ye nazire yaparcasına “Mansur kazanırsa Ankara’yı HDP yönetecek” dedi.
“Reis” ise eskisinden farklı olarak HDP’den “terör örgütünün uzantısı” diye değil doğrudan “terör örgütü” diye bahsetmeye başladı. Örneğin “Büyük Sivaslılar Buluşması”nda yaptığı konuşmada HDP Eş Genel Başkanı Sezai Temelli için “Bu adam terörist” ifadesini kullandıktan sonra şöyle dedi: “Şimdi işi saptırdılar ne diyorlar; ‘Cumhurbaşkanı HDP’ye oy verenlere terörist diyor.’ Ya bunlar sahtekâr. Ben HDP’ye oy verenlere bugüne kadar terörist demedim, oy verilenlere terörist diyorum.”
Örnekler çoğaltılabilir ama yeterli olmalı, Cumhur İttifakı’nın ana gündeminde HDP seçmeni var. HDP’nin batıda aday çıkarmaması ve böylelikle tabanını “demokrasi güçleri” olarak adlandırdığı Millet İttifakı’nın adaylarına oy vermeye yönlendirmesinin seçimlerin kaderini belirleyecek ana faktör olduğu fark edilmiş durumda çünkü.
Eğer HDP tabanı blok halinde ya da az bir fireyle sandığa gider ve AKP karşısındaki adaylara destek verirse, birçok ilde sandıktan kimin çıkacağını belirleyecek olan şey tam olarak bu olacak.
Kullanılan dil de tam olarak bununla ilgili. Beka ve terörle işbirliği söyleminin krizin üzerini de örtecek bir şekilde Cumhur İttifakı’nın tabanını kemikleştirmesi, özellikle MHP tabanından İyi Parti’ye kayabilecek oyları engellemesi hesaplanıyor. Aynı şekilde AKP seçmenine de “bu seçim ders verme seçimi” değil denilerek, sandığa gitmeme ya da başka bir partiye oy verme ihtimali ortadan kaldırılmak isteniyor.
Öte yandan, HDP tabanının Millet İttifakı’nın adaylarını destekleyip desteklemeyeceğine dair tartışmaların, Selahattin Demirtaş’ın cezaevinden gönderdiği “Gerekirse bağrınıza taş basın, mutlaka sandığa gidip ‘Faşizme hayır’ anlamına gelecek oyunuzu kullanın” mesajıyla birlikte büyük ölçüde sona erdiği görülebiliyor, çünkü tabanın bu çağrıya uyacağı tahmin ediliyor.
Kürt siyasi hareketinin, zayıflamış bir AKP’nin içeride yeniden çözüm masasına oturabileceğine, HDP’li belediyelere kayyum atamakta zorlanabileceğine, Suriye’de ise hareket alanının daralacağına dair hesaplar yaptığı ve böyle bir hamle yaptığı anlaşılabiliyor.
Aynı şekilde, zayıflamış bir AKP’nin içerisinden yeni bir merkez sağ parti çıkması ve ülkeyi yeniden Atlantik eksenine oturtması, Batıyla ilişkileri iyileştirmesi ve hem Türkiye’de hem Suriye’de bir uzlaşı siyaseti izlemesi ihtimali de hesaba katılmış olmalı.
Seçim sonuçları başka birçok şey üzerinde olduğu gibi Kürt sorununun gidişatı üzerinde de belirleyici etkiler yaratacak. HDP’nin hamlesinin işe yarayıp yaramayacağını ve iktidarın seçim sonrası Kürt sorunundaki pozisyonunu yenileyip yenilemeyeceğini, eğer yenilerse bunun nasıl bir doğrultuda olacağını izleyerek göreceğiz.
Fatih Yaşlı / BİRGÜN

İflas - ALİ SİRMEN

15 Temmuz darbe girişimi sırasında, eşi ve oğlu FETÖ’cüler tarafından öldürülen Nihal Olçok’un isyanını gazetelerde okumuşsunuzdur. 

Nihal Hanım’ın, AKP’nin reklamcısı olarak anılan ve 2016’ya kadar elde edilen seçim başarılarında çok büyük payı olduğu bizzat hareketin önde gelenleri tarafından da kabul edilen kocası Erol Olçok, partinin kuruluş aşamasından itibaren AKP hareketi içinde yer almış bir kişi. Öncü kadro içinde bulunan Erol Bey ile eşi Nihal Hanım’ın en büyük çocuklarına Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan’dan esinlenerek, Abdullah Tayyip adını vermeleri kurucu kadro içindeki ilişkilerini anlatmaya yeter. 

Mutekit bir insan olan Nihal Hanım, 15 Temmuz 2016’da eşi ve oğlunu kaybetmesini “Ne mutlu onlara ki şehadet mertebesine eriştiler” diyerek tevekkülle karşılayarak insanların önünde acısını vekarla bastırdığında kamuoyunun takdirini kazanmıştı. 
Aynı Nihal Hanım şimdi ise isyanını haykırmakta.

***
Nihal Olçok, aralarında cumhuriyet savcısı İsmet Bozkurt’un da olduğu bazı savcıların FETÖ dosyalarında para karşılığında karar verdikleri iddiaları üzerine, tavrını ilk kez şöyle ortaya koymuştu: 
- Kaça sattınız 250 şehidi? Değdi mi aldığınız verdiklerinize? 

Tayyip Bey ile olduğu kadar, Fethullah Gülen ile yakın ilişkileri, Zaman ve Bank Asya’daki özel konumu herkesçe bilinen Rixos zincirinin sahibi Fettah Tamince hakkında da takipsizlik kararı çıkması ve yeni yapılacak Atatürk Kültür Merkezi’nin ihalesinin de yine ona verilmesi üzerine, bu kez şu tepkiyi göstermişti Nihal Hanım: 
- İhale verildi... Bu mudur... Neyle neyi takas ettiniz? 

Nihal Hanım, son olarak da ByLock yazılımcısı Mesut Yılmazer’in serbest bırakılması üzerine haykırdı isyanını: 
- Dünyanın en büyük ortaklığı, günah ortaklığı! 
Bütün bu olaylar olurken, 15 Temmuz şehidi ilan edilen, Abdullah Tayyip Olçok’un isim babalarından Abdullah Gül, köşesinde bütün olup biteni sessizce izliyor, Tayyip Erdoğan ise Türkiye’nin bütün erklerinin tek egemeni olarak ülkenin dizginlerini elinde tutuyordu. 
Nihal Hanım’ın açıkça haykırdığı isyanı, iktidarın da, gizlenemez iflasıdır. 
İflas yalnızca, kimilerinin gerçekliğine inanmadığı için kınanamayacakları ve bir süredir iktidarın ana hedefi olduğunu iddia ettiği FETÖ ile mücadele konusuyla da sınırlı değildir.
***


İflas her alanda açıkça sırıtıyor. FETÖ dışındaki terör ile mücadelede de, PYDYPG karşısında eli kolu bağlı biçare tavır da iflasın göstergesidir. 

Ürettiğinden çok üreme ve tüketme ilkesine dayalı ekonomi çoktan iflas etmiştir. 
Yüksek faizle dışardan hazır gelen sıcak paraya, konut balonunun şişirilmesine dayalı sürdürülemez kalkınma modeli iflas etmiştir.
 
Komşuda, bize de bulaşması kaçınılmaz istikrarsızlığı tahrik etmek üzere, silah, militan, paralı asker sevkıyatına ön ayak olmaya dayalı, Esad’a düşman ama PYD- YPG’ye karşı laf dışında hiçbir somut tepki göstermeyen Suriye politikası iflas etmiştir. 
Koalisyonları ortadan kaldırma savındayken, koalisyonları, seçim sonrasından seçim öncesi ittifaklara dönüştüren başkanlık etiketli tek adam politikası iflas etmiştir. 
Ülkenin simgesi haline gelmiş kişi ağzını açtığında ya bütün dünyada ortak tepkilerin oluştuğu ya da TL’nin serbest düşüşe geçtiği her şeye kadir tek adam rejiminin dış politikası iflas etmiştir. 

Muhalif siyasi parti liderlerinin hapiste bulunduğu, serbest olanların da tehditlerle sindirilmeye çalışıldığı, hapisteki gazeteci rekorunun sahibi demokratik sistem iflas etmiştir. 

TL’nin bir türlü durdurulamayan serbest düşüşü karşısında, Damat Bey’in derde deva olduğunu anlatmaya beyhude uğraştığı ekonomik önlemler paketi iflas etmiştir. 
Ve bütün bu iflasların birbiri üzerine bindiği ortamda Türkiye, kendinden başka herkesi hain gören zihniyetin sultasında seçim sandığına gitmekte. 
Hepimizin durumu zor, hem de çok zor!

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Bir mahkeme başkanı bunu nasıl söyler ? - Murat AĞIREL

Siz hiç sessiz çığlık attınız mı?
Ya da nefes alamadığınız bir an en son ne zaman oldu?
Gözlerinizden yaş gelmeden kuru kuru hiç ağladınız mı?
Ben bunları yaşadım…

12 yaşında istismar edilen bir çocuğun davasını daha önce köşemde ve katıldığım TV programlarında duyurmuştum. Şu anda 15 yaşında olan kardeşime aylar öncesinden söz verdim ve davada hazır olarak bulundum.

UCİM Başkanı Saadet öğretmen ve yönetim kurulu üyeleri, Mersin Barosu Avukatları, davada gönüllü olan avukatlar, Aile ve Sosyal Politikalar vekili ve Sivil Toplum Kuruluşu temsilcileri de duruşmada hazır bulundu.
Dava başladı, yaşı küçük ama yüreği dev gibi büyük olan kardeşim E. S.'ye beyanı soruldu;
Ayağa kalktı ve şunları söyledi: "Ben halen psikolojik sorunlar yaşamaktayım. Yaşıtlarım şuanda okulunda sınava girerken ben adliye salonlarında adalet arıyorum, eğer adaletin tecelli etmesi için benim ölmem gerekiyor ise biri bana açıkça söylesin, adaletin tecelli etmesi için canımı bile vermeye hazırım. Korkudan evden çıkamıyorum, aramızda bir sapık dolaşmaktadır. Ailemden birisi ya da diğer çocuklar için sapık her zaman sapıktır. Hapsedilmesi lazımdır, hiçbir çocuk, hiçbir canlı bunu hak etmiyor."

Sadece bakabildim...
Bağırıyordum aslında Yüce mahkemenin başkanına.
E.S. ye baktım.
Koşup boynuna sarılmak istedim.
Yapamadım.
Savcı söz aldı ve mütalaasını verdi. Sanık için tutuklama talep etti. Salonda bulunan avukatlar da bu mütalaaya katıldı.

Hakim; gereği düşünüldü dedi ve açıkladı: "Sanık M.D.'nın tutuklulukta geçirmiş olduğu süre, delillerin toplanmış olması, tutuklamanın bir tedbir olması ve iddia makamı tarafından mütalaada bulunulması hususları göz önüne alınarak sanığın tutuklanması yönündeki taleplerin reddine…
Duruşmanın 29 Mart 2019 günü saat 13.30'a bırakılmasına oy birliği ile karar verilmiştir.''
Salonda ben dahil herkes adeta şok içerisindeydi. Ne olduğunu anlamaya çalışırken celseyi kapatan Mahkeme Başkanı konuşmasına devam etti ve "Sanığın beraat etmesi onun suçsuz olduğu anlamını taşımaz, bir üst mahkeme var oraya başvurulur" dedi.

Evet aynen bunu söyledi.
Bir mahkeme başkanı bunu nasıl söyler?
Bu İhsası Rey değil midir?
Hukukçular yanlışım var ise beni uyarsınlar. Bu sözler sonraki davada beraat vereceğim demek değil midir?
Davayı izlemek için ayakta duruyordum bu sözleri duyunca tutunacak yer aradım ve duvara yaslandım.

Salondan çıkarken o küçük kız çocuğunun adliye koridorlarında yere düştüğü anı, annesinin "Adalet yok, adalet yok, adalet yok, Yeteeer, Yeteeerr" haykırışları tüm Tarsus adliyesini inletiyordu.

Dava çıkışında UCİM Başkanı Saadet Öğretmen herkese seslendi;
"İçeride çok vahim tablo izledik. Bu Gerçeğin tam kendisiydi. Koridorda Adalete inancı sarsılmış bir çocuğun yere düştüğünü hüngür hüngür ağladığını gördüm. Biz çocukların gözyaşlarını engelleyelim diyoruz hepimiz yine ağladık yine ağladık. Çocuğun annesinin feryadını da duyduk biz köylüyüz diye mi başımıza bunlar geliyor dedi. Hayır gelmeyecek, biz mücadeleden vazgeçmeyeceğiz, bu ülkemizde çocuklar için verdiğimiz bir kurtuluş mücadelesidir. Bu mücadelede çocukların üstün yararı ilkesinin dikkate alınmasını, mahkeme heyetleri tarafından örselenmemesini, aynı İzmir'de ki davada çocukların karşısında cübbesini çıkarıp onların yanında dizlerin üstünde çöken merhametli Mahkeme Başkanlarına sesleniyorum, hepimiz bu çocuklara yardım edelim, bu yürek yangınını söndürelim. Lütfen bu davalara gelin, görün izleyin. Biz birlikte çocuklarımızı koruyalım. Pes etmeyenler yenilmez, kaybetmekten korkanlar değil mücadele edenler kazanırlar. Biz mücadeleyi hep birlikte çocukların kurtuluşu olarak gördük ve kazanacağız."

Böylesine yüreği büyük, mücadele azmi hat safhada biri ile tanıştığım için kendimi çok şanslı hissediyorum.

Davaya ait çok fazla nokta var. Sanığın mesleği, üye olduğu yerler inanın zerre umurumuzda da değil. Olay neresinden bakarsanız bakın bir utanç vesikasıdır.
Şimdi siz değerli okuyucuların vicdanlarına, adalet duygularına sesleniyorum…
Çocuklarının tek saç teline zarar gelmemesi için üzerlerine titreyen anne ve babalara sesleniyorum.

29 Mart Cuma günü saat 13:30'da görülecek bu davaya gelip katılın, çocuğun ve ailesinin sesi olun.

Davaya katılamıyorsanız dahi bu yaşananları duyurun ve herkesi davaya davet edin. Artık suç işleyenler cezasını bulsun, bulsun ki diğer suç işleme düşüncesinde olanlar aklından dahi geçirmesin. Yapanın yanın kar kalmasın. Güçlülerin haklı olmadığını, haklıların güçlü olduğunu hep beraber ispatlayalım.
Ne demişti Saadet öğretmen; "Pes etmeyenler yenilmez, kaybetmekten korkanlar değil mücadele edenler kazanırlar"


Murat AĞIREL / YENİÇAĞ

26 Mart 2019 Salı

Yerel seçimlerde uğraklar: 1989, 2009, 2019 - OĞUZ OYAN

Yerel seçimlere beş gün kala bazı karşılaştırma ve saptamalar yapmanın zamanı olabilir. 2019 yerel seçimlerini şimdiden 1989 ve/veya 2009 yerel seçim sonuçlarıyla karşılaştıran ve bunu CHP ekseninden bakarak yapan birçok yorumla karşılaşıyoruz. Peki, bu tür karşılaştırmalar ne ölçüde anlamlı?
Öncelikle bazı uyarılar: 1989 ve 2009 yerel seçim sonuçları, benzerlikten çok benzemezlikler içermektedir. 2019 seçim sonuçlarının bu iki benzemezden hangisine daha çok benzeyeceği veya CHP tarafından kazanılacak önemli büyükşehir ve il belediyeleri bakımından ikisinin arasında bir durumun mu  ortaya çıkacağı soruları sorulabilir.


İkincisi, siyasete üstten müdahaleler çok sık olduğu Türkiye'de, 30 yıllık bir zaman dilimi karşılaştırma için fazla uzundur; aynı siyasi tüzel kişiliklerin izin sürmek bile olanaksız gibidir. Siyasi akımlar olarak (örneğin SHP>>CHP) izlenebilirse de, orada da güçlükler vardır: Bugünkü AKP'yi salt Refah Partisi (RP)'nin devamı olarak izleyemeyiz; çünkü AKP, büyük ölçüde merkez sağı kendi dinci ekseninde eriterek varlık göstermektedir.

1989 seçimleri, 1980 yılında içine girilmiş olan askeri baskı rejimine ve onun türevi olan siyasi partiye bir tepkiyi de içermişti. 1980'ler Türkiye'de sermayenin askeri rejim desteğini arkasına alarak emeğin hak ve kazanımlarına açık saldırıya geçtiği bir dönemdi. 1988 sonrasında başlayan işçi hareketleri (bahar eylemleri), ANAP ve Özal'da simgeleşen (ve "Çankaya'nın şişmanı, işçi düşmanı" sloganıyla da zihinlere kazınan) işçi düşmanlığına sert bir yanıttı. Tarıma dönük desteklerdeki köklü daralma da köylüyü yeni arayışlara itmişti. Bu tepkinin aktığı ana kanallar o dönem SHP ve DYP olmuş, SHP seçimlerden (İl Genel Meclisi-İGM oy dağılımına göre) yüzde 28,7'le birinci, DYP de yüzde 25,1'le ikinci çıkmıştı. İktidardaki ANAP, 1984 yerel seçimlerindeki yüzde 41,5 oranından yüzde 21,8'e gerileyerek ancak üçüncü parti olabilmişti. (Bu seçimlerde RP yüzde 9,8, DSP ise yüzde 9 oy almıştı. İstanbul'da RP'nin belediye başkan adayı RTE idi).
1989 seçimlerinde SHP aldığı oyu çok aşan bir temsil düzeyine ulaşabilmişti. Bunun birinci nedeni SHP'nin oyunun kent merkezlerinde daha fazla yoğunlaşmasıydı. Nitekim belediye başkanları için kullanılan oyların dağılımına bakıldığında SHP'nin ağırlığı  yüzde 33'e çıkıyor, ANAP yüzde 24'le ikinci parti oluyor, DYP yüzde 23'le üçüncülüğe geriliyordu. Büyükşehir belediyelerine gelince henüz 8 büyükşehir vardı ve onlar da sadece merkez ilçeleri kapsamaktaydı; bu nedenle SHP'nin oyu büyükşehirlerde yüzde 38'e tırmanıyor, ANAP yüzde 24'te kalırken daha köylü partisi olan DYP'nin oyu yüzde 18'e düşüyordu. İkinci neden, oyların üç önemli parti arasında bölünmesinin birçok kent merkezinde birinci parti çıkan SHP lehine çalışmasıydı. Üçüncü neden, 1980'lerde henüz etkili bir siyasi örgütlenmesi olmayan Kürt siyasi hareketinin SHP'ye destek vermeyi tercih etmesiydi.

İşte bu nedenlerle 1989'da mevcut 67 il merkezinin 39'u SHP adaylarınca kazanılmıştı. SHP'nin büyükşehir ve il belediye başkanlıklarında başarı oranı (39:67=) yüzde 58 idi. Yalnızca 8 büyükşehiri alırsak,  bunların 6'sı (yani yüzde 75'i) SHP tarafından kazanılmıştı. Büyükşehirlerden Kayseri bile (evet!) SHP yönetimine geçmişti. Doğu ve Güneydoğu'da Diyarbakır, Adıyaman, Ağrı, Bingöl, Kars, Mardin, Siirt (Batman ve Şırnak'ı da kapsıyordu o zaman) gibi illeri SHP almıştı. Bugün hayali bile kurulamayacak olan Çorum, Kastamonu, Kırşehir, Sakarya, Samsun gibi il merkezleri de SHP'ye yönelmişti.
Demek ki, 2019'un olası sonuçlarını 1989 ile karşılaştırmanın yukarıda sayılan nedenlerle olanaksız olduğunu kabul etmek gerekir. Aynı tarihi/siyasi koşullar tekrarlanamaz. Bugünkü siyasi koşullar da 30 yıl öncesiyle kıyaslanamaz.

***
Gelelim 2009 yerel seçimlerine.  Hem 2009 hem de 2019 seçimlerinin aynı siyasi iktidarın hegemonyası altında yapılıyor olması karşılaştırmayı kuşkusuz daha mümkün kılmaktadır. Ama asıl neden, 2009 seçimlerinin de ekonomik kriz koşullarında yapılmış olması ve bunun da etkisiyle 2004 yerel seçimlerine kıyasla AKP'nin oy oranlarında ciddi bir gerilemeye ve bazı önemli illeri kaybetmesine yol açmasıdır. Şimdi akıllara takılan soru, benzer ekonomik sorunların benzer siyasi sonuçlara yol açıp açmayacağı ve açacaksa etkisinin benzer olup olmayacağıdır. Mutlak deterministik sonuçlar çıkarmamak kaydıyla bu ekonomik konjonktür benzerliğinin karşılaştırmayı ilginç kıldığı söylenebilir.

2004 yerel seçimlerinde yüzde 41,7 olan AKP oyu 2009'da yüzde 38,8'e gerilemişti. Ama yaklaşık 4 puanlık bu gerilemeden daha önemlisi, 2007 genel seçimlerinde aldığı yüzde 46,5'luk oy oranına kıyasla 2009'da 7,7 puanlık bir düşüş göstermesiydi.

Kazanılan/kaybedilen belediye başkanlıkları bakımından bakılırsa, AKP, 2004 yerel seçimlerinde aldığı oyun ötesinde bir temsil imkanı elde etmiş, Antalya ve Tekirdağ gibi illeri dahi kazanabilmişti. Bunda, gene İGM verilerine göre yüzde 18,2'de kalan anamuhalefetin kötü performansı da etkili olmuştu. CHP, 2004 seçimlerinde İzmir ve Mersin büyükşehirleri dışında sadece beş il merkezini alabilmişti. 2009 seçimlerinde ise, oyunu yüzde 23,1'e çıkarmış, 6'sı büyükşehir olmak üzere 13 ili kazanabilmişti. (CHP, Belediye başkanları oy dağılımında İGM oylarının biraz daha fazlasını almıştı). Ama buna rağmen, 1989'la kıyaslanabilecek bir durum ortada yoktu. Hem oyu daha düşüktü, hem karşısında bloklaşmış ve sandık ahlakından uzaklaşmış bir sağ parti vardı, hem de 1989 konjonktürü yoktu.

2009'daki ekonomik küçülmenin şimdilik bugünkünden daha derin bir biçimde seyrettiği de söylenebilir. Ancak bugünkü AKP'nin siyasi yıpranmışlığı da 2009'a kıyasla daha derindir. Nitekim siyasi bakımdan da aşınan bir AKP tasviri gerçekliğe aykırı değildir; çünkü ekonomik kriz koşullarının tam algılanmadığı bir süreçte yapılan Haziran 2015 ve Haziran 2018 seçimleri AKP açısından yüzde 49 eşiğinden yüzde 41-42 eşiğine doğru bir gerilemeye tekabül etmektedir. Zaten AKP de bu nedenle 2017'den itibaren açık siyasi ittifaklara ihtiyaç duymaktadır.
Yukarıdaki analizin şimdiden bize söylediği, 2019'da beklenebilecek en iyi senaryonun, CHP-İYİ parti ittifakının ve bu ittifaka dışardan verilen desteğin toplam etkisinin 2009 seçimlerinden daha iyi bir sonuç verebileceğidir. Ama "millet ittifakının" 1989'un SHP'si ile karşılaştırması doğru olmayacaktır. Kaldı ki, oy oranı olarak değil ama kazanılan belediye başkanlığı sayısı bakımından da 1989'un gerisinde kalınması beklenmelidir. Buna karşın, İstanbul ve Ankara'nın AKP'den geri alınabilmesi olasılığının yükselmesi, bu seçimlerin atar damarı durumuna gelmiştir.

AKP liderliğinin bu denli esip gürlemesi, faullü dövüşmeye meyletmesi, seçim sonuçlarını tanımamayı dahi ima edebilmesi sadece kritik belediyeleri kaybetme korkusundan değildir. Bu denli büyük kayıplar sonrasında inşa etmeye uğraştığı teokratik otokrasi projesinin çökmesi bir yana ülkeyi yönetme kapasitesi dahi sorgulanabilecektir.

Bu seçimlerin tâli gibi gözüken ama aslında sosyalist solun yeni bir belediyecilik umutlarını besleyen adaylıkları da vardır: TKP'nin Tunceli Merkez BB Adayı Fatih Mehmet Maçoğlu ile Hacıbektaş İlçesi BB adayı Ali Haydar Can Sümer'in ve CHP'nin Beyoğlu BB adayı (ÖDP Genel Başkanı) Alper Taş'ın adaylıkları... Hepsine özel başarı dileklerimizi iletmek istiyoruz.

Oğuz Oyan / SOL

‘Nâzım Hikmet bir savaşçı’ - (Öznur Oğraş Çolak-CUMHURİYET)

Julien Allouf’un anlatımıyla “Bir Garip Yolculuk” yarın saat 19.00’da Fransız Kültür Merkezi’nde yapılacak. Allouf ile Nâzım Hikmet’in şiirlerine yaptığı yolculuğu konuştuk.

Fransız Kültür Merkezi’nde yarın müzikal bir yolculuk yaşanacak. Bu müzikalin adı “Bir Garip Yolculuk”... Nâzım Hikmet’in şiirini Fransız oyuncu Julien Allouf seslendirecek. Macar müzisyen Csaba Palotai ise giratıyla eşlik edecek bu yolculuğa... “Bir Garip Yolculuk” ile Nâzım Hikmet kendi hayatının içinden bizi geçmeye davet ediyor; arzuları, başarısızlıkları, zaferleri, çelişkileri ve onu asla terk etmeyen heves ve daha iyi bir yarın olduğuna inancıyla. Müzikal, yarın saat 19.00’da Fransız Kültür Merkezi’nde yapılacak.

‘Saman Sarısı’...
... “büyük korkundaydı ayrılık
birdenbire kapın açılır gibi sevdalanmak birilerine ansızın
oysa beni seviyorsun ama bunun farkında değilsin
ayrılık bunu farketmeyişindeydi senin...”
“Bir Garip Yolculuk” Nâzım Hikmet’in bildiğimiz “Saman Sarısı” şiiri... Bu uzun aşk şiiri, savaş sonrasında, bir yolculukta sevdiği kadına Vera’ya yazılmış...
İlk kez böyle bir etkinlik yapacak olan Allouf’un ise Türkiye’ye ilk gelişi... Bu benim için Türkiye’yi keşfetme fırsatı aynı zamanda diyen oyuncu, “Nâzım Hikmet’i okumak için burada bulunmaktan daha iyi ne olabilir ki! Bir süredir yazılarını derinlemesine inceliyoruz ve bugün İstanbul’a, topraklarına, “Bir Garip Yolculuk” eserini sahnelemek üzere gelebildiğimiz için çok mutluyuz” diyor.
Allouf ile Nâzım Hikmet’in şiirlerine yaptığı yolculuğu konuştuk.

Nâzım Hikmet’i nasıl keşfettiniz ve nasıl bir şair olarak tanımlıyorsunuz?
Blaise Cendrars’ın Sibirya Ekspresi düzyazı metinleri üzerinde çalışırken “Bir Garip Yolculuk” ve Nâzım Hikmet’i keşfettim. Bu iki şairin, hafıza egzersiziyle yazdığı ve tren seyahatini anlatan bu iki metin arasında bariz bir çağrışım vardı. Bir taraftan yüzyılın başında, Rusya’yı kateden genç Cendrars, diğer tarafta ise daha yaşlı bir adamın, İstanbul’da başlayan, savaş sonrası Avrupa, Moskova ve 1961’de Küba’ya kadar uzanan göçebeliğinin öyküsünü keşfettim. Bu şekilde onun yazısının muazzam duygusallığını, ve aynı zamanda adalet ve özgürlük için yaşamı boyunca sürdürdüğü mücadelenin inanılmaz gücünü keşfettim. Mücadele konulu şiirlerden çok bahsediyor, ben de ilk defa böyle serbest yazım, bu denli kararlılığından ve bunu hayatıyla ödeyen bir şairden bu kadar etkilendim. Sorunuzu, kısaca, yanıtlamak gerekirse, Nâzım Hikmet’i bir savaşçı olarak görüyorum.

Keşfetmek...
Nâzım Hikmet’in şiirlerinin hepsini bilir misiniz? Yani bu projeden önce de okur muydunuz?
Hayır. Muhtemelen bütün şiirlerini bilmiyorum ve “Bir Garip Yolculuk” onun okuduğum ilk eseri. Beni çalışmalarının geri kalanını keşfetmeye yönlendiren de o oldu.

Peki bu proje nasıl oluştu? Neden Nâzım Hikmet?
Bu metni, ilk defa bir müzisyen ile üzerinde çalıştığım, Blaise Cendrars’ın Sibirya Ekspresi düzyazı metinlerinin yansıması olarak keşfettim. O dönemde beraber çalıştığım gitarist, bir gün provaya geldiğinde “Bunu oku, inanılmaz olduğunu göreceksin! Mutlaka bir şey yapmalıyız!” dedi. Bu konu uzun süre kafama takıldı ama geçen yıla kadar tamamen başka bir şeye yoğunlaştım. Bu kez fotografik alanda, başka bir projeye aksettirmeye karar verdik. Dört yıl boyunca, gitgide daha fazla artan endişe iklimini ve parçalanmayı fotoğraflamak için Avrupa’nın 28 başkentine seyahat ettim. 

Bu proje, 1929 krizi ile 1945’e kadar Avrupa’yı sarsan tarihi olayları ile 2008’in ekonomik krizi ve bugün tüm Avrupa’da milliyetçiliğin yükselişi arasında bir paralellik görme endişesinden doğdu. Bütün bunları adlandırmak için mücadele ediyordum ve bu nedenle, bu 28 başkentin günlük hayatını ve sokaklarını kendim algıladığım biçimiyle fotoğraflamaya karar verdim. Bu EUROPIA sergi projesini geçen sezon La Comédie de Reims’de hayata geçirdik ve birden “Bir Garip Yolculuk” projesi yeniden gündeme geldi. Bu proje hakkında ne söyleyeceğimi, karşılaşacağım sorunlarla nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum ama bu şiirin anısı hep belleğimdeydi. Taşıdığı serbest nefes. Bugün bizde eksik olan mücadele azmi. Ve proje çok hızlı bir şekilde kendiliğinden oluştu. Müzikle eşlik etmeye karar verdik. Ve kendimizi ona teslim etmeye. Bir çeşit rehber olarak gördüm. Her durumda tutkulu ve umut dolu bir önermeye ihtiyacım vardı.
‘MERAK DUYGUSUNA HAYRAN KALIYORSUN’
Nâzım Hikmet’in şiirini okurken neler hissediyorsunuz? Tutkulu, umutlu...
Ah! Sanırım bu soruyu biraz öngörmüştüm !!. Özetlemek gerekirse, ekibin diğer üyeleriyle, ne zaman yazılarına tekrar dalsak, yaşadıklarından çok etkilenmiş, hapiste geçirdiği senelere rağmen hayata karşı hep muhafaza ettiği merak duygusuna hayran kalıyoruz, her seferinde daha tazelenmiş ve mutlu hissediyoruz.
- ‘Bir Garip Yolculuk’ta ne anlatacaksınız seyirciye...
Bunu öğrenmek için gelip bizi seyretmelisiniz ...
- Müzikalde “Bir Garip Yolculuk” dışında başka şiirine yer verecek misiniz?
“... sözün kısası yoldaşlar
bugün Berlin’de kederden gebermekte olsam da
insanca yaşadım diyebilirim
ve daha ne kadar yaşarım
başımdan neler geçer daha
kim bilir.”
Doğu Berlin, Eylül 1961


(Öznur Oğraş Çolak-CUMHURİYET)

25 Mart 2019 Pazartesi

Seçimden sonra - FATİH YAŞLI

24 Haziran seçimleri öncesi veriler, ekonominin halen büyüdüğünü, toplumun borçlanarak da olsa tüketime devam ettiğini gösteriyordu, enflasyon ve işsizlik ise henüz bugünkü seviyede değildi.

Muharrem İnce rüzgârıyla birlikte muhalif kesimlerde seçime dair çok ciddi bir iyimserlik havası ortaya çıktığında, ekonomik verilere bakıp gerçekçi bir şekilde yorum yapanlar “umutsuzluk yaymak”la suçlanıyordu, oysa 24 Haziran seçimlerine giden Türkiye’de AKP seçmeni açısından oy verme tercihlerini keskin bir şekilde değiştirmesine yol açacak herhangi bir neden yoktu.
Nitekim bir neden olmadığı 24 Haziran akşamında görüldü, muhalif kesimlerdeki hayal kırıklığı ise içi boş bir şekilde pompalanan umutla paraleldi, yani son derece yüksekti.
“Seçim manyağı” yapılmış ve her yıla neredeyse ortalama bir seçimin düştüğü Türkiye’de 24 Haziran’dan sonra yine bir seçime gidiyoruz, ancak bu sefer şartlar 24 Haziran’dan son derece farklı.
Üzeri hiçbir şekilde örtülemeyen bir kriz yaşıyoruz ve “beka”nın yenilen içilen bir şey olmadığı, karın doyurmadığı, hamaset edebiyatının işsizliğe, enflasyona, hayat pahalılığına çare bulmadığı toplumun geniş kesimlerince görülebiliyor.
Bunun sandığa yansımaması mümkün değil, ekonomik krizin halkın yaşamında yarattığı büyük tahribatın oy verme tercihleri üzerinde değişiklik yapması, seçmen davranışının değişmesi kaçınılmaz.
Zaten iktidar partisi de bunun farkında. Miting meydanlarındaki o saldırgan dilin, havada uçuşan tehditlerin, dünyanın öte ucundaki Yeni Zelanda ile kriz çıkarma pahasına edilen cümlelerin, verilen mesajların, yalanın bu kadar pervasızlaşmasının, havuz medyasının haysiyet cellatlığında sınır tanımamasının, istismar edilmemiş hiçbir şey bırakılmamasının nedeni bu.
İktidar partisinin seçimden gerileyerek çıkması, oylarının düşmesi, bazı büyük şehirleri kaybetmesi hayli güçlü bir ihtimal olarak karşımızda duruyor ve elbette ki bunun artçı sarsıntıları da olacaktır.

Şu anki tabloya bakıldığında, yeni bir merkez sağ parti kurulma sürecinin hızlanmasından tutun da, ABD ile Rusya’yı aynı anda idare etmeye dayalı dış politikanın artık sürdürülemez noktaya gelmesine uzanan bir genişlikte, iktidarın ve dolayısıyla Türkiye’nin kaderi üzerinde belirleyici olacak birtakım gelişmelere seçimin hemen sonrasında tanıklık edeceğimiz görülebiliyor.
Öte yandan esas mesele, yani ekonomik kriz, seçimlerden sonra da devam edecek ve ABD’yle yaşanacak S-400 krizi başta olmak üzere, kimi muhtemel siyasi gelişmelere bağlı olarak çok daha derinleşecektir.
Ayrıca teslim bayrağının çekilip IMF’ye gidilmesi olasılığını da gözardı etmemek gerekiyor ki bu durumda da uygulanacak istikrar tedbirleriyle krizin faturası yine halka, emekçilere, çalışanlara kesilecektir.
Velhasıl, seçimden sonra Türkiye’nin uzunca bir süre seçime gitmeyeceği, istikrara kavuşacağı, ekonomik krizin atlatılacağı gibi iddiaların hiçbir gerçekliği yoktur, bilakis seçim sonuçlarına bağlı olarak ekonomik ve siyasi krizin çok daha derinleşeceği anlaşılmaktadır.
Tam da bu nedenle seçim sonrasını ve seçim sonrası ortaya çıkacak tabloyu gözeten, uzun vadeli bir perspektife sahip, ekonomik krizin ve giderek artan hayat pahalılığının, yoksullaşmanın, işsizliğin yaratacağı öfkeyi siyasal alana taşımayı hedefleyen bir sol siyasete duyulan ihtiyaç açıktır.
“Ekmeği neden böyle bölüşüyoruz, aslında nasıl bölüşmeliyiz” sorusunun daha sık sorulacağı bir döneme girilirken, hem sorunun hem de cevabının çoğaltılması, güçlendirilmesi, duyulur hale getirilmesi gerekmektedir, görevimiz budur.
Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Suriye'de zafer hediye edilen PKK'nın 2019 planı. - Cahit Armağan Dilek

Trump, 19 Aralık 2018'de "IŞİD'i yendik, Suriye'den askerlerimizi çekiyorum" dedi. Sızdırılan haberlerde saatlerden günlerden bahsediliyordu. Biz de daha o ilk saatlerde "bu bir yalan, psikolojik operasyon, çekilme yok olsa olsa bir sonraki safhaya yönelik yeniden konuşlanma yapacaklar" dedik.

Rusya da temkinliydi. "İzleyeceğiz ama çekilecek havası yok daha önce de böyle şeyler söylediler" dedi.

Ama uluslararası kamuoyu sarsıldı, beklenti içine girdi. Türkiye'deki iktidar en büyük beklentiye girenlerdi. "Trump iyi, çevresi kötü. Trump'ı biz ikna ettik, bizim dediğimize geldi, çekiliyor, yerini de bize bırakacaklar" dediler.

Günler haftalar geçti. ABD bilinmezliğe büründü. Derken 19 Şubat 2019 günü Trump, "IŞİD'in elindeki toprakların tamamı alındı, teyit edilmesini bekliyorum, 24 saat içinde açıklama yapacağım" dedi. Yaklaşık bir hafta geçti. Şubat sonunda ABD kaynaklı sızdırılan haberlerde, "IŞİD'in elindeki toprakların yüzde yüzü alındı" dediler. Ama bunu Trump'tan duyamadık.

ABD takvimiyle 20 Mart günü Trump eline aldığı, göreve geldiğindeki durum ile güncel durumu gösteren Suriye haritalarıyla ortaya çıktı, IŞİD'in işinin bittiğini söylüyordu. Beyaz saray sözcüsü de, ertesi gece IŞİD'in Suriye'de kontrol ettiği toprak kalınmayacağının açıklanacağını bildirdi.

Sonuçta ertesi gün YPG kontrolündeki SDG, Suriye'de IŞİD'e karşı zaferini ilan etti, IŞİD'in kontrol ettiği toprak parçası kalmadığını açıkladı.

Trump'ın zafer ilan edip asker çekeceğiz dedikten sonra ha bu gün ha yarın diye üç ay uzata uzata Nevruz'a denk getirilen bir zafer açıklaması yaptırıldı. Nevruz'a denk getirilmesinin özellikle PKK/YPG için anlamlı olduğunu söylemeye gerek yok. Yeniden canlanma, yeni safhaya geçiş, çifte bayram.

Nitekim YPG de öyle yaptı. Hem de zaferlerini askeri bando ile kutladılar. Askeri bando gösterisi aynı zamanda ben düzenli orduyum mesajıdır.

Nevruz günü PKK/YPG'ye IŞİD zaferi ilan ettirip onları Batı nezdinde kahraman yapıyorlar. Ama oyun planı gereği peşinden IŞİD tehdidi halen geçmedi, Irak ve Suriye'de binlerce IŞİD'li var diyorlar.

IŞİD lideri Bağdadi halen ortada yok. Muhtemelen yeni terör türevleri için örneğin IŞİD 2.0 için hazırlıyorlar. Hal böyleyken bu nasıl zafer derseniz SANAL ZAFER derim.

YPG'nin zafer açıklamasına ilişkin ABD'den Dışişleri, Pentagon, CENTCOM vs'den gelen açıklamalar Suriye'deki oyunu deşifre ediyor.

PYD/YPG'nin IŞİD'e karşı zaferini takdir edip, hayranlıklarını şükranlarını ifade eden, zaferin ana aktörünün PKK/YPG olduğunu öne çıkaran açıklamalar bunlar. Benzer açıklamalar Fransa ve İngiltere'den de geldi.

Şimdi sırada Batı'nın sözde kahramanı PYD/YPG'nin Suriye siyasi sürecine sokulması, işgal ettikleri yerlerin özerkliğinin yeni Suriye anayasasına yazdırılması var. Bunun için de Suriye'nin kuzeyinde Türkiye'nin Suriye'ye adım atmasını önleyecek ABD güdümünde Fransa-İngiltere-Almanya'nın kontrol edeceği Körfez ülkelerinin asker-lojistik desteğinde güvenli bölge tesisi gerekiyor.
Ekonomik krizdeki Türkiye'nin elindeki kozların bertaraf edildiği bir dönemde gündeme gelen güvenli bölgenin alt yapısının oluştuğu ve 31 Mart seçimleri sonrasında hayata geçirileceği artık gün gibi ortada.

Suriye'de bunlar olurken, PKK'nın Türkiye'de de yeniden harekete geçtiğini görüyoruz. Yetkililer "Türkiye'de PKK'nın eylem yapamaz hale geldiğini, nefes almadığını, teröristlerin başını inlerinden çıkaramadığını" söylüyor. Türkiye içinde manzara böyle olsa da bu PKK'nın gerçek durumunu yansıtmıyor. Yansıtmadığı gibi PKK'nın sahada yaptıklarının görülmesi de engellenmiş olunuyor.

PKK 2012 sonlarından itibaren ağırlık merkezini Suriye kuzeyine kaydırdı. Müzakere sürecini de bunun için ortaya attığı görüldü. PKK'lı elebaşlarının 2018 yılı değerlendirmeleri ve 2019 yılı stratejilerine ilişkin açıklamaları PKK'nın 2019 yılını yeniden yapılanma, teknoloji ve havacılık yılı ilan ettiğini gösteriyor.

Bu ne demek? Sahadaki gelişmeler, teknolojik gelişmeler dikkate alınarak teşkilat, eğitim, konuşlanmalarını değiştirmek demek. Suriye'de elde ettiği kazanımları anayasal garantiye aldıktan sonra yeniden Türkiye'ye yönelmek demek.
İşte önceki gün IŞİD'e karşı ilan edilen sanal zaferi, bunun ABD-Batı tarafından kutsanmasına bu açıdan bakın.

Teknolojiyi kendi amaçları doğrultusunda en hızlı biçimde kullananlardan biri de terör örgütleridir. IŞİD buna örnek. PKK'nın da ondan aşağı kalır yanı yok. Zaten birbirlerine öğretiyorlar, aktarıyorlar da. 2019'da teknoloji ve havacılığı öne çıkaracağım diyen PKK'nın birçoğu kamuoyuna yansımayan Hakkari ağırlıklı sınıra yakın yerlerde askeri birliklere drone saldırıları yaptığı görülüyor. Son haftalarda da bu saldırılar sıklaştı.

Hatta daha önce bu köşede yazdığımız gibi sürü drone saldırıları bile yaptı. Bunlar yüksek teknoloji gerektiren terör örgütlerinin yeteneklerini aşan işler. Hal böyle olunca, PKK'nın bu saldırılarının ardında kimin olduğunu söylemek hiç de zor olmayacaktır.

Türkiye'yi yönetenler seçim kazanma adına karşı seçim ittifaklarını terörle bağlantılı göstermeye uğraşacaklarına gayretlerini PKK'nın sinsi planlarını çökertmeye yöneltsinler.


Cahit Armağan Dilek / YENİÇAĞ

24 Mart 2019 Pazar

Paraya basılan ilk 'sıradan' yurttaş: Müzemi kurun! - Ezgi Sivrikaya / duvaR

Etnolog, araştırmacı yazar ve koleksiyoner olarak 40 yıldır ‘giyim-kuşam’ konusu üzerine Anadolu’yu dolaşarak etnografya ile ilgili çalışmalar sürdüren ve 1971 yılında gelin başlığıyla çekilen fotoğrafı 50 kuruşlara basılan Sabiha Tansuğ ile sergilerinin hikayesini ve fotoğrafının paraya basılma olayını konuştuk. Birikimlerini gelecek kuşaklara aktarmayı amaçlayan Tansuğ “İdeale ne para geçer ne pul. Kalbinin yönü seni o yola götürür zaten” dedi.


Sabiha Tansuğ, Alman işgalinden Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan muhacir bir ailenin Gümülcine’de dünyaya gelen çocuğuydu. Yöresel giysilerle tanışmasını da sağlayan 23 Nisan’da giydiği bir ‘eğribaş’ Tansuğ’un yıllar sonra da araştırmalarının temelini oluşturdu.


Bodrum’a giderken bindiği otobüsün bozulması ‘eğribaş’la ikinci kez karşılaşmasına neden olurken, Tansuğ Eğribaş’ı satın alarak hayatını adadığı yöresel kıyafetlerle, başlıkları araştırmaya başladı. Tansuğ daha sonra oluşturduğu koleksiyon ile çok sayıda yurtiçi ve yurtdışı sergiye katıldı. Darphane Müdürü Sait Tanaçan’ın 1968 yılında Tansuğ’un Galatasaray Yapıkredi Bankası’nda düzenlediği “Anadolu Kadın Başlıkları Sergisi”nden etkilenmesiyle Tansuğ’un ‘Ankara Gelin Başlıklı’ bir fotoğrafı 50 kuruş üzerine basıldı ve Sabiha Tansuğ, dünyada portresi madeni paraya basılan ilk halk sanatkârı olarak tarihe geçti.
“Türklerde Çiçek Sevgisi ve Sümbülname” ve “Türkmen Giyimi” adlı iki kitabı ve iki yüzü aşkın makalesi bulunan Sabiha Tansuğ ile sergilerine yaşadıklarını ve madeni paraya basılmasına ilişkin düşüncelerini konuştuk.
‘SABİHA SEN ALTIN GİBİ BİR KIZSIN, NASIL YAPTIN BUNU?’
Sizi ‘Cumhuriyet kadını Sabiha Tansuğ’ olarak tanıyoruz. Bize ‘Cumhuriyet kadını’ndan bahsedebilir misiniz?
Cumhuriyet… İnanılmaz uygar bir ortama geldik; fukaralık var o önemli değil, öyle bir sistem kurulmuş ki tıkır tıkır kendine göre işliyor. Cumhuriyet bir yandan da anlatılacak bir şey değil, yaşanmış bir şey. Bugünkü insana bunu maalesef anlatamayız. Bugün artık dünya yeni bir yer ekonomisiyle, şekliyle, beyniyle, elindeki aletlerle… Ama biz Cumhuriyet’ten kopmadık, o bize ne görev vermişse çabaladık, kendimizce halkçı olduk.
Mesela bir örnek vereyim, ben üçüncü sınıftaydım. Bir hocamız var, gencecik, bir İstanbul hanımefendisi. Hocamız bize görevler verirdi, bir gün bana gazetecilik görevi verdi, git bakalım kaymakama “Kızılay ne demektir?” sor, yaz dedi. Gittim karşısına, aldım notlarımı, sonra sınıfa geldim. Sınıf arkadaşlarıma anlatırken eksik anlatmışım. Daha sonra hocamız gelince bana “Sabiha sen altın gibi bir kızsın nasıl yaptın bunu” dedi. O yaşlarda verilen vazifeyi düzgün yapmayı öğreniyorduk.
Küçükken taktığınız “Eğribaş” başlığı bir nevi bu yolculuğun başlamasına sebep oldu. Bu başlık sizi neden bu kadar etkiledi?
Bu da Cumhuriyet Dönemi’nden, 23 Nisan’daydı… Herkese krapon kağıdıyla süs yapılıyordu o zamanlar, beni de gelin yapmışlardı. İki tane de nedimem vardı yanımda, onlar şarkı söylüyordu, ben gelin gibi süzülüyordum. Ben farkında değilim ama ‘Eğribaş’ varmış başımda, annem hep “Kızıma ne kadar yakışmıştı, bir türlü fotoğrafını çektiremedim” derdi. Daha sonra bir gün Bodrum’a gittim, o başı aradım buldum. Fotoğrafı çekildi, annem de muradına ersin diye getirdim.
Peki daha sonra bu başlıkları, kıyafetleri toplama fikri nereden geldi?
İşte bu baştan geldi…
‘BU GİYİMİN BİR FELSEFESİ VAR’
Anadolu’dan çeşitli yörelerden çeşitli başlıklar ve kıyafetler topladınız, bu dönemlerde kıyafetler kadınların ‘plakasıydı’ diyebiliriz. Kaç çocuklu olduğundan, dini inancına kadar gösterebiliyordu. O zamanlarda toplumlarda kadınların etkisi, göstergesi neydi?
Köy ortamını söyleyecek olursak kadının yeri, göstergesi köyün içindeki, köyün kanunlarıydı. Yani yaşam oraya tam bağlıydı. Az çok kıyafetler de buna doğru orantılıydı. Fakat yavaş yavaş da değişimler, kayıp başlamıştı. Yani bunlar kök bulduğum yerlerde olan şeylerdi. Bazı yerlerde ne başlık vardı ne düzenli bir giyim. Unutmuşlar gitmiş. Bu yüzden köy gezilerimde çok şey öğrendim.
Halk sanatı küçümseniyor fakat bu kadar yaratıcı ve geleneğine, inancına bağlı bir giyim kültürü dünyada yok. Bu giyimin bir ‘felsefe’si var, “giyim felsefesi”. Dünyada kimse bu lafı söylemedi, öyle bir yaratıcılık bir kültür yok çünkü. Özellikle de halka bakmak kimsenin aklına gelmiyor.
‘BİZ ORADA ŞEREF LOCASINA OTURDUK’
Açtığınız sergi Avrupa’da kent kent gezdi. Bu sergiyi oluşturma aşamalarınızdan, yaşadıklarınızdan kısaca bahsedebilir misiniz?
İlk büyük sergim EXPO Japonya (1970). Ticaret bakanlığı göndermişti, gittim. 21 başlık 17 gelinlik sergisiydi. Her gün resmi birileri geliyordu. Ben de pavyonu kapatıp yerleri siliyordum o zamanlar temiz olsun diye, fotoğrafım da var fakat hiç yayınlamadım. Temizliğini yapıp açıyordum daha sonradan, karşılıyordum gelenleri. Bir gün de prens geldi. Onların programları bulunuyordu, resmi pavyon ziyaretleri 3’er dakika. Daha sonra bizim pavyona geldiler, 16 dakika… 3 dakikadan 16 dakikaya…
Ben sergiyi anlatıyordum, hanımı da arkada dinliyordu. Sonra bir akşam bir davet geldi bana, bizim pavyonu ziyaret eder misiniz diye. Ve gittik pavyona, ben de bir Türkmen giyimi var. Bi baktım onlarda kutsalmış. Daha sonra Bana “madam sizi buraya boşuna çağırmadık” dediler. Sonunda kapanışa geldi sıra. Bize buraya geçip oturacaksınız dediler, meğer şeref locasıymış orası, üstümüzde de imparator. Biz orada şeref locasına oturtulduk.
Oradan sonra Parise geçtik (1971 Şubat). Orada da bir sansasyon oldu. En komünist gazete ile en sağcı bütün gazeteler bu sergiden bahsetti. Sonra öyle sükse yaptı ki artık herkes sergiye geliyordu. Mesela o zaman Hasan Esad Işık bey, sefirimiz. Bir gün bir beyle sergiye geldi, gezdiler. Daha sonra bana gelip akşam bizi davet ettiğini söyledi. Kendisi bir sene sadece bir dakika randevu almak istemesine rağmen beklediğini söyledi ama bir sanatkar geldi ve bütün kapıları açtı.
‘BU SERGİ BİR KÜLTÜR BOMBASI YARATTI’
1971 yılında 50 kuruşların üzerine ‘Ankara Gelin Başlığı’yla fotoğrafınız basıldı.Bu size neler hissettirdi, olay nasıl gelişti?
Yapıkredi’nin şimdi kütüphanesi olan yer sergi yeriydi. 41 başlıkla Beyoğlu’na indim, büstler yaptırttım. Hala da o büstleri kullanıyorum. Bu sergi büyük sansasyon yaptı, Fransa’dan dahi geldiler. Sultan geldi Fransa’dan, Neslişah Sultan…
Bu sergi bir hakikat oldu yani bir bomba patladı daha doğrusu, bir kültür bombası. “Biz o kadar gezdik bunları görmedik, bu nereden uydurdu bunları” diyenler de vardı tabii. O menfi akım olacak tabii.
‘DÜNYA TARİHİNDE BÖYLE BİR ŞEY YOK’
O zamanlar bu Darphane Müdürü Sait Tanaçan geliyor bakıyor, diyor ki “Biz yakında para basacağız ve bir desen arıyorduk. Biz bu hanımın resmini bastıralım hem bu serginin yolu açılsın hem de Türkiye Cumhuriyeti’nde dünya tarihinde ilk defa halktan biri madeni paraya basılsın.” Bakın, dünya tarihinde böyle bir şey yok. 12 Mart oldu, Paris’teyiz. O ara para geldi, kayınvalidem mektuba koymuş para elimize geldi. Bu mühim bir şey.
‘BENİM İÇİN BİR ŞEY YAPACAKLARSA, ANADOLU’DA MÜZEMİ KURSUNLAR’
Daha sonra bize bir teklif geldi üniversiteden. Bir hoca hanım, dünya zenginlerinden gelmişler serginizi görmüşler ve talip oluyorlar dedi. Size Sorbonne da kürsü ve ister İşviçre’de ister Paris’te villa teklif ediyorlar dedi. Yanımda yardımcım bir kız ve eşim vardı. Hiç yüzlerine bakmadım, bakın dedim. Benim için bir şey yapacaklarsa Anadolu’da müzemi kursunlar dedim. Daha sonradan eşimle konuşmalarım da oldu, burada ne yapıyoruz diye. Bana, “sen burada özü buldun ona gidiyorsun” dedi. Ben buraya geldiğimde saçlarım iki yandan örgülüydü, Fransa’da broşürün en arka sayfasında ‘köylü kızı’ diye yer aldı fotoğrafım. İşte o köylü kızı kendine sunulan teklifi reddederek kendisini dinledi ve bu değere ulaştı. İşte o gün bugün. Bu idealistlik, bu inanç, bunun içinde her şey var. İdeale ne para geçer ne pul. Senin kalbinin yönü seni o yola götürür zaten.
Ezgi Sivrikaya / duvaR

2018’de dünyada ses getiren ama Türkiye’de kıyıda köşede kalan kitaplar - MERT TANAYDIN / DİKEN

Ülkeler birbiriyle entegre oluyor, yayın piyasaları da öyle. Başka diyarlarda yayımlanan kitapları uzaktan bile takip edip cihazlar ya da kargoyla teslim eden satış kanalları vasıtasıyla parmaklarımızın ucuna getirtebiliyoruz, maliyetini karşıladığımız sürece. 
Ama yine de başka diyarlarda yazılan kitapların kendi mahallelerimizdeki kitabevlerinde ister orijinal dilindeki baskısını istersek de çevirisini bulabilmek, sadece bir lüks olarak algılanmamalı, bugünün küresel koşullarında yaşayan insanlar olarak bir standart haline gelmeli. 
Ne yazık ki ülkenin başka ülkelerle entegrasyonuna durmadan sekte vuran idari ve siyasi darboğazlar nedeniyle, okurlar bolluğa kavuşamıyor, 21’inci yüzyılın ilk çeyreğinde garip zorluklar ve yokluklarla gereksiz yere sınanıyor.
Dünyanın farklı yörelerinde yaşayanların yazıp yayımlattıkları kitaplara merak duyarken aynı zamanda pek de rahat dünyada dolaşamayacak ya da merak edilen metinlerin dillerini okuyup anlayamayacak durumdaysak işimiz iyice güçleşiyor. Normal şartlarda her geçen gün çok daha iyi işleyen, teknolojiden olabildiğine yararlanan, genişleyip büyüyen yayın piyasasında merak ettiğimiz kitapların nitelikli çevirmenler tarafından çevrilip kolaylıkla bulunabilir baskılarına ulaşabilmemiz büyük olasılıktı. 

Yıllarca Javier Marías, Julian Barnes gibi yazarları bu şekilde okumuştuk. Zor yapıtları bile bizim için kolaylaştıran çevirmenler ve yayınevi emekçileri hummalı çalışmalarıyla bize bu kitapları ulaştırıyordu. Yayınevlerinin her yerden kitaba daha fazla yatırım yapması mümkündü. Ama gün geldi bir garip darboğaza düştük, herkes birbirini sıkıştırmaya başladı ve bir zamanlar alışık olduğumuz ritimleriyle kitapları basılan bu yazarlara bile ulaşamaz olduk.
Bakalım Marías’ın ‘Berta Isla’sı ya da Julian Barnes’ın ‘The Only Story’si veya hatta Ian McEwan’ın alternatif Thatcher Londra’sı gerçekliğinde geçen yepyeni kitabı  ‘Machines Like Me’si ne zaman dilimize ulaşacak. Bu seçtiğim yazarlar az biraz meşakkatli ama farklı oranlarda yayınevlerimiz, çevirmenleri ve okurları tarafından sevilen isimler. 
Bir de henüz dilimize hiç aktarılmamış ya da henüz daha kıyıda kalmış ama kendi diyarlarında 2018’in ve 2019’un ses getirmiş yazarların yapıtları var: Henüz 2015’te Man Booker ödülü kazanmış ‘A Brief History of Seven Killings’i dilimize aktarılmamışken yılın en heyecan uyandıran kitabını çıkaran Marlon James’inki mesela: ‘Black Leopard Red Wolf’romanıyla Afrika mitolojisine yaslanan bir fantastik üçlemeye girişmiş, Batı toplumlarındaki gittikçe yeni mevziler kazanan siyahların James Baldwin ya da Toni Morrison talimli modern edebiyatını umulmadık boyutlara çeken yepyeni bir kuşağın öncülerinden olarak. 
Ya da ikinci romanı ‘Half-Blood Blues’la Nazi Almanyası’nda bir siyah müzisyenin hikâyesini anlattığında oldukça dikkat çeken Esi Edugyan‘ın üçüncü romanı ve pek çok ödüle aday olan ‘Washington Black’i: Kanadalı yazar bu sefer kölelik koşullarından başlayarak dünyayı dolaşan ve maceradan maceraya koşan müthiş bir karakteri bizimle tanıştırıyor. 
Veya bizde yayımlanan iki romanı bulunan, özellikle ‘Yeraltı Demiryolu’ile çok ilgi çekmiş Pulitzer Ödüllü Colson Whitehead’in haziran ayında yayımlanacak ayrımcılıkla dolu Amerikan tarihinde siyahlar açısından Jim Crow dönemi olarak adlandırılan 1960’ları ele aldığı yeni romanı ‘The Nickel Boys’u bakalım bize ne zaman gelecek.
Kimi zaman yayıncılarımız yine de tüm zorlukları aşarak bize en son yapıtları ulaştırabiliyor: Geçen senenin New York Times listelerinde neon ışıklarla parlayan yapıtlarından Lisa Halliday’in Begüm Kovulmaz çevirisiyle Domingo’dan yayımlanan ‘Asimetri’ romanı mesela: Biri Philip Roth kılıklı Amerikalı yaşlı yazarla genç bir yayıncı kadının ilişkisini detaylıca kurgulayan, ötekisiyse bana Tom McCarthy’in ‘Saten Adası’nı, Arnon Grunberg’in ‘Hastalıksız Adamı’nı veya Dave Eggers’in romanlarını anımsatan iki ilginç boyutlu öyküden mürekkep romanını bu kadar hızlı beklemiyordum. 
Dünya çapında ses getirmeye başlayan Laïle Slimani’nin ‘Hoş Nağme’si de sessiz sedasız Aylin Yengin çevirisiyle Kırmızı Kedi’den, ‘Gulyabani’nin Bahçesi’ ise Deniz Kureta çevirisiyle Ayrıntı’dan yayımlandı mesela. Usta yazar Michael Ondaatje’nin II. Dünya Savaşı üzerine kurguladığı son romanı ‘Savaş Işığı’ da İlknur Özdemir çevirisiyle, son dönemin Alfa Kitap’tan çok çabuk yayımlanan yapıtlarından biri oldu. Bir başkası da yakında Can Yayınları’ndan yine Begüm Kovulmaz çevirisiyle yayımlanacak olan, son dönemin popüler türlerinden feminist distopyaya dahil edilen Sophie Mackintosh’un ilk romanı, birkaç ödüle aday olmuş ‘Su Kürü’ olacak.
Ama kimi zaman da yazarı ne kadar popüler olursa olsun bazı isimlerin dilimize aktarılmasında kesintiler, aksamalar, eksiklikler oluveriyor: Michel Houellebecq’in talihsiz romanı ‘Soumission’un dilimize aktarılmaması biraz anlaşılır, ama bu aralar Fransa’nın en popüler romanlarından biri haline gelen ‘Sérotonine’ini yayımlasalar ya. 
Zamanında André Aciman’ın ‘Adınla Çağır Beni’si pek de ruhumuz duymadan dilimize aktarılmıştı da sonradan filmi popülerleşince kitabı da kolay bulup okuyabilmiştik, peki ya Alan Hollinghurst’ün romanlarını ve özellikle son kitabı ‘The Sparsholt Affair’i hevesle çevirten bir yayınevi çıkacak mı (ya da YKY devam edecek mi)? 
Geçen sene aramızdan ayrılan Denis Johnson’ı ciddiye alıp hem önceden yayımlanmış yapıtlarını hem de yayımlanmamışları yayımlamaya başlayacak bir yayıncı olabilecek mi? Margaret Atwood’un ‘TheTestaments’i ya da Karl Ove Knausgaard’ın ‘Kavgam’ının son cildi açısından gönlüm rahat da, İngiltere’nin yeni popüler romancısı Sarah Perry’nin ‘The Essex Serpent’i sonrasında yazdığı ve adeta Walter Benjamin’in ‘Tarih Meleği’ gibi tarihin meşum noktalarından geçen ‘Melmoth’unu çevirtebilecek mi yayıncılarımız? 
Çok başarılı tarihi romanlarına rağmen nedense az sayıda okuru kazanabilmiş Andrew Miller’ın ‘Now We Shall Be Entirely Free’si ya da dört romanı da Everest’ten yayımlanmış, Kolombiyalı Don DeLillo olarak görülen Juan Gabriel Vásquez’in ‘La forma de las ruinas’ı bakalım ne zaman gelecek.

Zaten fazlasıyla kitap yayımlanıyor, bunlar da biraz geç geliversin denebilir ama biz okurlar hem gurmeyizdir hem obur, her ne olursa olsun iyi kitapların bol ve elimizin altında kolay bulunabilir olmasını isteriz. Bizi mutlu edeni severiz.
MERT TANAYDIN / DİKEN

Düşman doğruyu söyler, dost aldatırken... - Mine G. Kırıkkanat

Avustralya ve Yeni Zelanda’nın ortak ordu gücü ANZAC, savaş planında öngörülenin tam tersine, kayalık bir kıyıya çıkarma yapmıştı. Kıyı şeridi ne planda görüldüğü gibi düz, ne de yeterince genişti. Çıkarma kargaşa içinde sürerken, genç general Kemal Paşa komutasındaki Türk topçuları, karayaçıkan bölüklere göz açtırmıyordu. Kemal Paşa, ANZAC’ları tamamen durdurmayı başardı. Britanya askerleri ise tepelerde pıtrak gibi açılan düşman mevzilerinin ateşi altında, bulundukları yere çakılmışlardı. 

Sekiz ay süren bir çilenin ve yüz bini aşkın askerin ölümü sonunda, yenilgi artık kaçınılmaz görünüyordu. Britanya ve Fransa hükümetleri, donanmaya destek göndermeyi kesti. Aralık ortasında geri çekilme başladı. İtilaf güçlerinin Çanakkale seferindeki tek başarılı operasyonu, bölüklerin geceler boyu süren tahliyesi oldu. 

Türklerin gücü küçümsenmişti; Mustafa Kemal Türk ulusunun simgesi oldu.
Türk ordularının bozguna uğrayacağını ‘büyük rahatlıkla’ öngören Winston Churchill ise kararan armalarını yeniden parlatmak için İkinci Dünya Savaşı’nı beklemek zorunda kalacaktı.* 

* Gazeteci Laurent Legrand’ın Fransız Le Point dergisinde yayımlanan 18 Mart 2019 tarihli ve Çanakkale Muharebesi: Osmanlı tuzağı başlıklı makalesinden alıntıdır.

***

Osmanlı’nın direniş gücünü hafife alan İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener’in “Marmara’da deniz sefası” nüktesiyle çıkılan Gelibolu Seferi, İtilaf Devletleri’nin Birinci Dünya Savaşı’nda uğradığı en dehşetengiz yenilgi oldu. 

Osmanlı, donanmanın büyüklüğünden deniz saldırısını bir kara harekâtının izleyeceğini anlamıştı. Gelibolu’da Türk ordularına komuta eden genç albay (müstakbel Atatürk) Mustafa Kemal, askerini ve planlarını kara saldırısına görehazırladı. 

İtilaf donanmasına komuta eden General Hamilton’un Londra’ya gönderdiği raporlarda, ancak Temmuz ayından sonra daha gerçekçi bir durum değerlendirmesi görüldü. Hamilton, bunlardan birinde, “Yunanlıların Truva’yı fethetmek için 10 yıl uğraşmış olmalarına artık şaşırmıyorum” diyordu. 

Çanakkale’de Batı istilasını durduran Osmanlı orduları, yeni Türkiye’nin Ata’sı Mustafa Kemal’in örnek oluşturduğu bir kahramanlık gösterdiler. 

Büyük Britanya’da, Çanakkale’nin yol açtığı insani felaket için 1916’da soruşturma komisyonu kuruldu. Ağır yenilginin başlıca sorumlusu olarak Churchill’in devlet katındaki tüm görevlerine son verildi ve siyasal kariyeri İkinci Dünya Savaşı’na kadar karanlığa gömüldü.* 

* Prof. Dr. Bruno Cabanes’in (Ohio State University/Çağdaş Savaşlar Tarihi öğretim üyesi) 2009’da yayımladığı Çanakkale: Travma başlıklı makalesinden alıntıdır.

***

Batı medyaları, her yıldönümünde Çanakkale Savaşı’na ilişkin belgesel ve makaleler yayımlar. Uğradıkları yenilgiyi elbette kendi açılarından, yani itilaf devletleri cephesinden irdelerler. Ama hepsi, “düşman” Türk askerinin kahramanlık hakkını teslim eder ve istisnasız hepsi için Çanakkale’nin birincil derecede muzaffer komutanı Mustafa Kemal’dir. Yenik General Hamilton’un arşivli raporuna bakılırsa, Mustafa Kemal’in komutasındaki Türk askeri Çanakkale’de gerçekten Truva’nın öcünü almıştır! 

Batı medyalarında Çanakkale hakkında yapılan tek hata, bazı gazetecilerin yukardaki alıntıda gördüğünüz gibi savaş sırasında yarbaylıktan albaylığa terfi eden Mustafa Kemal’i, sonrasında aldığı Paşa unvanıyla anmasıdır, o kadar... Bu yanılgı dışında yazılan her şey, savaşın her iki cephesi için de doğrudur. 

Çünkü yalan üstüne kurulan tarih, bilim değildir.
Yalan üzerine kurulan devlet, baki değildir.
Yalan üzerine kurulan ekonomi, yolsuzluktan ibarettir.
Politikacıların su içercesine yalan söyledikleri ülkede, yalan dinleye dinleye yalan söylemeye alışan halkın hiçbir doğruya hakkı kalmaz!

***

Türkiye’de sözde muhafazakâr, özde yoz bir toplum kesiti, bu ülkeyi hepimizin yurdu yapan ortak değerlerin birincisi, tarihimizi çarpıtarak; Mustafa Kemal Atatürk’ü Çanakkale zaferinden silmeye çalışıyor. 

Bir zamanlar savaştığımız düşmanlar doğruyu söylerken, dostumuz olması gereken yurttaşlarımız yalan söylüyor! 

Sahte muhafazakârlar, ülkenin “muhafaza” edilmesi gereken tüm maddi varlıklarına ve manevi değerlerine ihanet içindeler! 

Dünyada, düşmanın saygı duyduğu ulusal kahramanına küfreden hainler, sadece Türkiye’den çıkıyor... 

Bu hainler, düşmanın yapamadığını başarmak; savaşarak koruduğumuz vatanı ona buna satarak, ortak değerlerimizi yıkarak, Türkiye’yi yok etmek üzereler. 

Ortak geçmişimizi yıkan hainlerle, elbette ortak bir gelecek de kurmak mümkün değil.
Bölündük. 
Onlar bize, biz onlara düşmanız. 
Düşman artık içimizde.
Ama yine yeneriz. Düşman kim olursa olsun, eninde sonunda yeneriz.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Değişimin muhteşem büyüsü - Işıl Özgentürk

Yunanlı şair Ritsos’un “alışkanlıklar da değişir” şiirini çok severim, şiirin başlığı bile insanı heyecanlandırır, çünkü değişimden söz eder, insanın en mükemmel yanından, sürekli kendini yenilemesinden, sözün kısası sürekli kendini sorgulayıp, yepyeni varoluş nedenleri bulmasından. 

Bazıları kurum kurum kurumlanarak yaşamları boyunca hiç değişmediklerini söylerler. Yirmi yaşında ne düşünüyorlarsa kırk yaşında da aynı şeyleri düşündüklerini, aynı işi yaptıklarını pek bir övünerek anlatırlar. Şu hızla değişen dünyamızda değişmemekle övünmek ne kadar doğru ya da ne kadar önemli? Bu ağır bir tartışma konusu, başka bir yazıya kalsın, biz değişime uygun ilerleyeyim.
 
Bilmem kaç kişi farkında, hayatımızın büyük çoğunluğunda alışkanlıklarımız bizi yönetiyor. Alıştığımız için artık sevmediğimiz biriyle birlikteyiz, alıştığımız için sevmediğimiz bir işi yapmayı sürdürüyoruz. Alıştığımız için hep aynı tatil yerine gidiyoruz. Alışkanlığın tatlı, bildik, güvenilir rehavetine kapılmamış insan yok gibidir. Alışkanlık güvendir. Alışanlıklarımızı değiştirmek ise her şeyden önce riski göze almaktır. Biraz gözü karalıktır. Yepyeni varoluş biçimleri bulmak, güven gibi bizi besleyen en önemli ikinci duygu olan merakın peşinden gitmektir.
 
Bütün risklerine rağmen yeryüzünde insanlar hızla değişiyor. Bir banka üst düzey yöneticisi bir sabah kalkıp bütün işlerini bırakarak, Okyanus kıyılarında sörf hocalığı yapmaya başlıyor. Bir maden mühendisi madenlerin başka bir büyüsüne kapılıp kuyumculuğa soyunuyor, hayatını çocuklarına adamış bir kadın ellisinden sonra eline fırça alıp bal gibi ressam oluyor. Birisi kentin tam orta yerinde yaşarken, ansızın küçük bir köye yerleşip, sadece ekolojik tarımla uğraşmaya başlıyor. Üstelik okuma yaşında çoluk çocuk sahibi. 

Neden değişiyorlar? 

Sıkılmak, yorulmak, mutsuzluk, tahammül edememek ve hepsinden önemlisi yeni bir şeyleri özlemek ve bunun peşinden gitmek. Yeni bir şeyleri özlemek. Bu her şey olabilir. Yeni bir iş, yeni bir hobi, yeni bir ev, yeni bir sevgili. Yeter ki, isteyin ve değişime açık olun. 

Şimdi sizlere, kendime de örnek olsun diye bu işi başaran iki dostumdan söz etmek istiyorum. Dostlarımdan biri hayatını dişçilikle kazanıyordu. Uzun yıllar sürekli söylendi. Çok sevdiği heykel işini yapamıyordu. Büyük kentlerdeki karmaşayı sevmiyordu. Evliliği kötü gidiyordu. Bir gün şaşırtıcı bir şey yaptı. İşyerini kapadı, bütün dişçi aletlerini sattı. Eşine boşanmak istediğini söyledi. Kimseler onun bu konuda ciddi olduğunu düşünmedi. Ama o karar vermişti ve bir şirket anlaşmasına dönüşen evlilik anlaşmasını da bitirmek istiyordu. Eşiyle dostça ayrılmayı başardı. Ardından kendine Bodrum’un köylerinde küçük bir ev aldı orada yaşamaya başladı. Yıllardır orada o köy evinde heykel yapıyor. Geçimini böyle sağlıyor ve çok mutlu ve onun bu münzevi hayatına destek olan, aynı duyguları paylaştığı bir sevgilisi var. Bir de oğlu. Heykel yapmanın dışında en sevdiği şey oğluna vakit ayırmak. Babalık keyfini yaşamak. Bunun için de yetirince zamanı var. İstanbul’dayken mide ve bağırsaklarından şikâyet ederdi. Bunların hepsi geçti ve çok genç gösteriyor. 

İkinci dostum, bir kadın, başarılı bir psikiyatrist. Güzel, meraklı bir kadın. Kentin zengin semtlerinden birinde muayenehanesi var.Her gün dolup taşıyor. Başını kaşıyacak zamanı yok, kendisi için yapabildiği tek şey teras dolusu çiçeklerine bakmak, sulamak. Eli mübarek denilen cinsten, ot ekse ağaç olanlardan. Hastaları çok zengin ve çok mutsuz ev kadınları. 

Peki ne oluyor?

 Arkadaşım bir gün deliriyor ve hemen aşağıdaki çiçekçiyi çağırıyor, teras dolusu çiçeğini adama satıp o gün muayenehanesini kapatıyor ve devlete başvurarak Aliağa bölgesine doğru gönüllü psikiyatrist olarak yola çıkıyor. Ben “sana ne oluyor?”  dediğimde de “olması gereken oluyor” diyor. “Yıllardır mutsuz, canı sıkılan ev kadınlarının sorunların dinlemekten bıktım, şimdi gerçekten sorunlarını dinlemekten ve çözmekten keyif alacağım insanların yaşadığı bir yerde, her şeye yeniden başlıyorum.” 
Başladı da. Ve çok mutlu. Bu arada dalmaya da merak sardı. Kısa bir tatil mi var, hemen denize koşup mavilere dalıyor. 

Ben mi ne yapıyorum, 31 Mart’ta her seçimden sonra yaşadığım hayal kırıklığını bir kez daha yaşamamak için, kendi kendimi gaza getiriyorum ve değişimin muhteşem büyüsünün ülkeme uğraması için aklıma gelen her türlü büyüyü yanıma çağırıyorum.

 Işıl Özgentürk / CUMHURİYET