Dizilerdeki Türkçe (Atilla Aşut)
TV dizilerinin diliyle ilgili yakınmalar artıyor. Zaman zaman değiniyoruz bu konuya ama gelen iletilere bakılırsa yapımcılar ve senaristler Türkçeye yeterli duyarlığı göstermiyorlar.
Bir yazımızda, “İnci Taneleri” dizisinde Yılmaz Erdoğan’ın doğru Türkçe konusunda farkındalık yaratma çabasını olumlu bulduğumuzu söylemiştim. Okurlarımız, başka dizilerde de aynı yaklaşımı beklediklerini belirtiyor. Örneğin Ferhat Toksöz adlı okurumuz şöyle yazmış:
“Sayın Aşut merhaba,
‘İnci Taneleri’ konulu yazınızla hislerimize tercüman oldunuz. Keşke ‘Sandık Kokusu’ senaristleri de yazınızı okusalar da dizideki kadın oyuncuya iki lafın başında ‘tabii ki de…’ dedirtmeseler! Ben çok rahatsız oluyorum bu konuşmalardan. O yüzden diziyi izlemeyi bıraktım.”
Bir başka okurumuz Aziz Naci Doğan da aynı diziyle ilgili tepkisini şöyle seslendirmiş:
‘Sandık Kokusu’ dizisindeki ‘tabii ki de’ söylemi tam gaz sürüyor. Uyarılara aldırmayan senaristlerin bu ısrarını ayıplıyorum.”
Umarım artık duymuşlardır bu eleştirileri…
YABANCI SÖZCÜKLER
Okur yakınmaları, dizilerdeki yanlış söylemlerle sınırlı değil. Yabancı sözcük kullanımına ilişkin de eleştiri mektupları alıyorum. Örneğin Hüseyin Portakal, öz Türkçeyi benimsemiş okurlarımızdan biri. “Dil, bir insanın ve bir ulusun kimliğini temsil eder. Ben asla ırkçı değilim ama konu dil olunca ödün vermek istemiyorum” diyor. Türkçeyi bozan toplum kesimlerini ise şöyle sıralamış: “Din eğitimi görenler, kolejlerde okuyanlar ve gazeteciler…”
Okurumuz, doğru Türkçenin ancak nitelikli öğretmenlerden okullarda öğrenilebileceği görüşünde. Kendi deneyimini anlatırken, “Benim Orta 1’ de Ataç’çı bir Türkçe öğretmenim vardı. Arı Türkçeyi ilk ondan öğrenmeye başladım” diyor ve dil tutumunu şu örneklerle açıklıyor:
“Örneğin ‘kıymalı ekmek’ varken neden ‘lahmacun’ diyelim? ‘Ölüm’ dururken Arapça ‘vefat’a gerek var mı? ‘Önemsemek’, ‘ehemmiyet vermek’ten daha güzel değil mi?”
Bu yaklaşım, Türkçe konusunda benim de önemsediğim, benimsediğim ve savunduğum doğru görüştür.
KISA-KISA
Ergin Yıldızoğlu’nun “Sanat ve Kitch: Kızıl Goncalar” başlıklı yazısından bir tümce:
“Dizinin iki bölümünü dikkatle izledim; sinematografisine, aktörlerin performansına yönelik bir eleştirim yok.” (Cumhuriyet, 1 Ocak 2024)
“Aktör” sözcüğü Fransızcadan dilimize girmiştir ve “erkek oyuncu” anlamındadır. Ama sözü edilen dizide yalnızca erkekler oynamıyor. Bu durumda kadın oyuncuların “performansı” yok mu sayılıyor? Oysa “aktörler” yerine cinsiyet vurgusu içermeyen “oyuncular” sözcüğü kullanılsaydı böyle eril bir anlam çıkmayacaktı tümceden.
Bodrum Turgutreis’teki Migros Merkez otoparkında bir uyarı levhası:
“Bariyerin altından yaya geçişi sağlanmamalıdır.”
“Bariyerin altından yayalar geçemez” demek varken “geçiş sağlanmamalıdır” demek, tam da kulağı ters taraftan göstermektir!
∗∗∗
Benzer bir tümce de Nazım Alpman’dan:
“Oysa şah damarında tıkanma tespiti yapılmıştı.” (“Metin Uca Olmak!”, BirGün, 23 Kasım 2023)
“Şahdamarında tıkanma tespit edildi / saptandı” yerine “tespiti yapıldı” demek biraz tuhaf kaçmıyor mu sevgili dostum?
HAFTANIN NOTU
Özgür Özel’in Gizemli İşleri!
CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in, “siyaseti normalleştireceğim” diyerek Recep Tayyip Erdoğan’la AKP Genel Merkezi’nde görüşmesi büyük olay oldu. Yazılı ve görsel medyada akşam sabah bu konu konuşulurken, Özgür Özel beklenmedik bir hamle daha yaptı ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye “nezaket ziyareti”nde bulundu. Ama Bahçeli, bu görüşme öncesinde partisinin Grup toplantısında konuşurken kendisine pek de “nezaketli” davranmadı. Böyleyken, bugünlerde “herkesi kucaklama” aşkı kabaran Özel, bu
buluşmadan vazgeçmedi.
Daha önce Kemal Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme” turlarıyla oyalanmıştık. Şimdi de ardılının “kucaklaşma” ziyaretleriyle zaman yitiriyor, gündemi değiştiriyoruz…
Özgür Özel, siyasal partilerle görüşmelerini saydam biçimde kamuoyu ile paylaşma sözü vermişti ama bu sözünü tutmadı. Ne Erdoğan’la ne Bahçeli ile baş başa görüşmesinin ayrıntılarını açıkladı. Tepkiler karşısında parça buçuk şeyler söylemeye başladı. Görüşmelerin perde arkasını daha çok gazetecilerin kulis bilgilerinden öğrenmeye çalıştık. Bu mudur açık ve saydam politika? Madem bilgi saklayacaktınız, bari kamuoyunu beklentiye sokmadan gizli yapsaydınız görüşmelerinizi!
Kimse yanlış hesap yapmasın. Erdoğan yumuşamıyor, öyle görünerek zaman kazanmaya çalışıyor! Halk, yerel seçimlerde CHP’ye bir kredi açtı. Eğer bu güveni boşa çıkarır, Saray rejimine hayali beklentilerle koltuk değneği olmaya kalkarsa, 31 Mart’ta ülkenin siyasal haritasını değiştiren “emanet oylar”, geldiği gibi geri gider! CHP de bir daha iktidar yüzü göremez!
Kazanmak önemlidir ama kazanımları korumayı bilmek çok daha önemlidir.
/././
İktidarın “yumuşak” oyun planı (Berkant Gültekin)
Türkiye, geniş halk kesimlerinin ağır geçim koşulları altında istikrarlı şekilde yoksullaştığı, artan kredi kartı faizleriyle günden güne borç bataklığına gömüldüğü bir sürecin içinde. Yılbaşında güncellenen asgari ücret, henüz nisan ayında dört kişilik bir ailenin açlık sınırının 700 lira altında kaldı. Yoksulluk sınırı 57 bin lirayı geçti. Yani bir ailede 3 asgari ücretli çalışan olsa bile, o aile yoksulluk sınırının altında bir gelirle yaşamak zorunda. Bekar bir çalışanın asgari yaşam maliyeti ise yaklaşık 23 bin liraya yükseldi. Emeğiyle geçinen milyonlar, adeta bir varoluş savaşı veriyor.
Merkez Bankası’ndan da yarının bugünden daha zor geçeceğine işaret eden mesajlar geliyor. Merkez Bankası Başkanı Fatih Karahan, enflasyonun bu ay zirve yapacağını ve öngörülerinin yüzde 76 seviyesi olduğunu belirtti. Yüzde 36 olan yıl sonu enflasyon tahmini de yüzde 38’e çıkarıldı. Pek çok ekonomist, bunun da iyimser bir tahmin olduğunu düşünüyor. Banka’nın Mart ortasında yayınladığı Piyasa Katılımcıları Anketi’nde yıl sonu enflasyon beklentisi yüzde 44’ün üzerindeydi. Üstelik bu, işin “resmi rakamlar” boyutu, hayattaki gerçekliğin bu rakamlarla ne oranda örtüşeceği kocaman bir soru işareti.
Yaşanan tufana rağmen asgari ücrette ise yaprak kımıldamayacağa benziyor. Bugüne kadarki söylemlere bakılırsa, geçtiğimiz iki yılda yapıldığının aksine, asgari ücrete 2024’te ara zam uygulanmayacak. Bu, asgari ücretin ortalama ücrete dönüştüğü AKP Türkiye’sinde, milyonlarca çalışanın artan hayat pahalılığı karşısında alım gücünün daha da zayıflaması demek. Merkez Bankası raporunun “Enflasyonun Belirleyicileri” başlıklı bölümünde de 2023 yılına ilişkin “Asgari ücret artışının ardından üretici enflasyonu ana eğilimi yeniden güç kazanmıştır” tespiti de bunun yansıması. Bir önceki dönem ana akım muhalefetin büyük bir ısrarla uygulanmasını talep ettiği “rasyonel ekonomi politikası” tam olarak böyle bir şey... Piyasacı akıl, enflasyonu düşürmenin yolunun ücretleri baskılamaktan geçtiğini düşünüyor ve krizin yükünü ücretli çalışan halk yığınlarının sırtına atıyor.
Bu şartlar altında ülkenin en önemli gündeminin ekonomi olması, siyasetçilerin ve medya kanallarının gece gündüz halkın ekmek kavgasından söz etmesi beklenir. Ne var ki Türkiye’de farklı bir işleyiş hakim. Siyasetin ana gündemi ekonomik çöküş değil, anayasa, “yumuşama” ve “normalleşme” tartışmaları. Elbette muhalefet açısından da bunun anlaşılır sebepleri var. Çünkü ülkenin problemleri ekonomideki vahim tabloyla sınırlı değil.
EKONOMİYİ BIRAK, ANAYASAYI KONUŞ
Yargının kontrolünü elinde tutan iktidar, bunu bir fırsat olarak görüyor. Fitili ateşlenen yeni siyasi tartışmalarla insanların özgürlüğü, siyasi bir pazarlık konusu haline getiriliyor. Osman Kavala, Can Atalay, Gültan Kışanak ve Selahattin Demirtaş gibi isimlerin geleceği, siyasetteki “yumuşamaya”, yeni anayasa tartışmalarına endeksleniyor. Erdoğan alttan alta, “Eğer dışarı çıkmalarını istiyorsanız, beni gözeterek siyaset yapacaksınız” sinyalini çakıyor. Buradan oyun kurmaya ve muhalefeti belirli bir alana sıkıştırarak kendi etrafında bir koruma kalkanı oluşturmaya çalışıyor.
İktidarın dayattığı gündemlerin, toplumun acil çözüm beklediği sorunların üzerini örttüğü gibi Erdoğan’ın toplumsal karşılığını uzun vadede pozitif bir yerden besleyeceği hesap ediliyor. Çünkü halkın ekonomik meseleler yerine anayasaya ve “yumuşama” adı verilen sürece odaklanması, Erdoğan’ın siyasi profilinin yeniden üretimi için çok kritik. Bu süreç planlandığı gibi yürütülebilirse, Erdoğan yıkımın sorumlusu olarak algılanmaktan kurtarılarak, “Türkiye’ye demokratik ve sivil bir anayasa armağan etmeye çabalayan bir lider” konumuna getirilecek. Erdoğan’ın dün Danıştay’ın kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmada da bunun izleri vardı. Partiler arasındaki görüşmelerden övgüyle söz eden Erdoğan, “Siyaset kurumunun, ekonomik ve sosyal sorunları öne sürerek sivil anayasa ihtiyacını gündemden düşürmek istemesini doğru bulmuyoruz” dedi. Sonra şöyle devam etti; “Biz, milletimizin beklentileri çerçevesinde üzerimize düşen yapıcı rolü oynamaya devam edeceğiz.”
Siyasette diyaloğun gelişmesi elbette olumludur. Parti liderlerin birbirleriyle konuşması, temas ve iletişim kurması kadar doğal bir şey olamaz. Ancak gerçek şu ki AKP, bir kez daha “Ülkeyi doğru yönetemiyorsak, siyaseti ve algıları doğru yönetelim” taktiğini işletiyor. Plan aynı zamanda, halkın gündemiyle siyasetin gündemini birbirinden koparmayı içeriyor. Erdoğan muhalefeti kendi yol haritası doğrultusunda yönlendirmeyi başarabilirse, önümüzdeki dönemde toplumun yaşamsal gerçekliğiyle örtüşmeyen siyasi tartışmalara tanık olmaya devam edeceğiz. Bu iktidarın en istediği gelişme olur ve Erdoğan’a yeniden doğrulma fırsatı verir. Muhalefete ise sadece mevzi kaybettirir.
CHP, Saray’ın sınırlarını belirlediği siyasi akıştan çıkarak ekonomik hakları ve demokratik özgürlükleri aynı anda savunmanın yolunu bulmak zorunda. Bu, müzakere yöntemini de dışlamayan ancak ondan çok, düzene cephe alma cesareti ve vizyonuna sahip bir mücadele çizgisiyle mümkün.
/././
Şiddet ülkenin çatı sorunu haline geldi (Gözde Bedeloğlu)
Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), öğretmen atamalarıyla ilgili ‘nihai kanaatini’ beklediği Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde gerçekleştirilen kabine toplantısından sonra 20 bin öğretmen ataması yapılacağını duyurdu. Belirlenen sayı, Erdoğan’ın daha önce “bir miktar atama yapacağız” sözüyle tutarlı; çünkü MEB’in 2023’ün Ekim ayında açıkladığı ihtiyaca göre bu sayı 68 bin.
Sayıştay’ın son raporunda ise 138 binin üzerinde. Etkili ve tutarlı şekilde sürdürülebilmesi için uzun vadeli planlamaların şart olduğu eğitim, maalesef ki AKP hükümetinin yapboz tahtasına çevirdiği alanlardan biri. Diğeri kuşkusuz ki ekonomi. Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, Hazine ve Maliye Bakanlığı ile birlikte aldıkları bu ihtiyacı karşılamayan kararla ilgili olarak, ülkede yaşanan ekonomik sıkıntıları sebep gösteriyor. Bakan Tekin’in ekonomi alanında, ‘arzu edilmeyen gelişmeler’ olarak tarif ettiği bu sürecin bir öznesi yok. Açıklamadan, sebep sanki iktidarın yürüttüğü yanlış eğitim ve ekonomi politikaları değilmiş de; öğretmenin sorunları göklerden gelen bir kararla memlekette zuhur etmiş gibi bir anlam çıkıyor. Oysa içinde bulunduğumuz bu konjonktür, hükümetin zincirleme hata tamlamasının bir sonucu.
***
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “öğretmen atamalarında zaman kaybına tahammülümüz yok” dediyse de yıllar içinde kayıp hem büyük hem acılı oldu. Yine plansız programsız, ihtiyaçlar doğru tespit edilmeden ülkenin dört bir yanında açılan üniversitelerden mezun olan genç öğretmenler, KPSS’yi kazanmalarına rağmen AKP’nin kendi kadrolarını oluşturmak için icat ettiği mülakat aşamasını geçemiyor. Atanamadığı için kuryelikten garsonluğa, kasiyerlikten inşaat işçiliğine kadar meslekleri dışında pek çok farklı sektörde çalışarak hayat mücadelesi veriyor ve eğitimini aldıkları alandan bir daha geri dönemeyecek şekilde uzaklaşıyor. Kimi kamuda kimi özelde, hem düşük ücretle hem güvencesiz şartlarda çalıştırılıyor, iş kazalarında hayatını kaybediyor ya da yaşadıkları psikolojik sorunlar nedeniyle intihar ediyor. Öğretmen atamaları iktidarın masasında hep bir vaat olarak bekletilirken, açılan sınırlı kadrolarda ise adaletsiz bir dağılım göze çarpıyor. AKP hükümetinin en fazla kontenjan ayırdığı branşlardan biri, ihtiyaç olmamasına rağmen, din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenliği. Bu, diğer branşlarda atama bekleyen öğretmenler için mağduriyeti daha da ağırlaştırıyor. Böylece, ülkenin geleceği adına üzerine en titrenilmesi gereken meslek olan öğretmenlik ve öğretmenler bizzat hükümetin siyasi tercihleriyle itibarsızlaştırıyor.
***
Maddi manevi refahı yüksek, bilim ve sanat üretimiyle dünyada söz sahibi olan ülkelerin ortak özelliği eğitime ve eğitimcisine verdiği yüksek değer ve sunduğu imkanlar. AKP iktidarı ise öğretmeninden doktoruna, mühendisinden sanatçısına kadar Türkiye’nin gelişip ilerlemesine katkı sunan meslek gruplarına, onların sendika ve örgütlerine adeta savaş açmış durumda. ‘Doktor dövmekle’ övünen ve bunu hak sanan bir seçmen kitlesi yaratıldı. İktidar temsilcilerinin vatan hainliği, teröristlik gibi çeşitli suçlamaları kolaylıkla yönelttiği bu iş kolları ve temsilcilerinin itibarsızlaştırılması ne yazık ki ülkeyi tehlikeli bir şiddet sarmalına soktu. Erdoğan, sağlık sistemindeki sorun ve şiddet olaylarını eleştiren ve yurt dışında kendisi için daha güvenli çalışma ortamı arayan doktorlar için “giderlerse gitsinler” demişti. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2023 yılı verilerine göre, Türkiye’de günde en az 100 sözel ve fiziksel şiddet vakası yaşanmakta; hekimlerin yüzde 84'ü ise en az bir kere sözlü veya fiziksel şiddete maruz kalmakta. Benzer bir tablonun okullarda da yaşandığını görüyoruz. İstanbul Eyüp’teki özel bir lisenin eski öğrencisi, okuldan atılmasından sorumlu tuttuğu müdür İbrahim Oktugan’ı silahla öldürdü. Eğitim sendikaları, okullarda yaşanan şiddet olaylarının son bulması için MEB’i acilen harekete geçmeye ve önlem almaya çağırarak önceki gün iş bıraktı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “ulvi bir mesleği icra eden, yetiştirdiği nesillerle geleceğimizi inşa eden ve ihya eden öğretmenlerimiz başımızın tacıdır” diyerek öğretmen saldırılarıyla ilgili cezaların artırılacağını duyurdu. Ancak sorunun çözümü, toplumdaki cezasızlık algısını ortadan kaldırmanın yanında şiddet ortamını körükleyen uygulama ve dışlayıcı söylemlerden de vazgeçilmesini gerektiriyor. Kadınlar ‘çiçektir’, analar ‘kutsaldır’, öğretmenler ‘baş tacıdır’, öğretmenlik ‘ulvidir’ demekle iş bitmiyor. Bir yandan İstanbul Sözleşmesi’nden çıkarak kadına yönelik şiddetin cezalandırılmasında önemli bir adımdan vazgeçip diğer yandan öğretmenlere yönelik şiddetin artırılmış cezalarla ortadan kaldırılabileceği düşünülemez. İktidarın sistem içindeki zincirleme hata tamlamaları bugün Türkiye’de her alanda şiddeti bir çatı sorunu haline getirdi. Kaynak, sistemin ta kendisi.
/././
Kürtlerde Doğu - Batı ayrışması (İbrahim Varlı)
AKP’nin ağır yara aldığı 31 Mart yerel seçimleri Türkiye’deki siyasi fay hattında önemli sarsıntıya yol açarken yeni döneme dair aktörler, yapılar, partiler pozisyon belirleme arayışında. Siyasetin belirleyici aktörlerinden Kürtler de oluşan bu yeni siyasal iklimde yönünü arıyor. Rawest Araştırma’nın seçim sonrası yaptığı ve çarpıcı sonuçların çıktığı “Kürt Meselesi, Kürt Siyaseti ve Demirtaş” araştırması yeni okumalar yapma açısından bir perspektif sunuyor.
Kürtlerin siyasete ilgisi ve Selahattin Demirtaş'ın algısının ölçüldüğü 1406 kişi ile yüz yüze yapılan araştırmanın verileri mevcut güncel duruma ve yeni dönem siyasetine ilişkin tartışılacak doneler sunuyor. Türkiyelileşme talebinin yükseldiği araştırmaya göre Kürtlerin kahir ekseriyeti Kürt siyasetinin Türkiyelileşme yönünü destekliyor görünüyor. Bunun altında yatan ana sebep Kürt siyasetinin yönlendiriciliğinden ziyade Kürt toplumunda yaşanan değişim. 31 Mart yerel seçimlerin ardından yapılan araştırma sonuçların göre AKP ve CHP’ye uzaklık/yakınlık ve seçim sonuçlarından duyulan memnuniyet derecesi metropol ve bölge Kürtlerinin ayrıştığını gösteriyor. Bölge Kürtleri ve Batı’dakiler ayrımı oldukça net. Farklı seçmen kümeleri farklı motiflerle Türkiyelileşme beklentisi içinde.
KOŞULLAR DEĞİŞTİ, KÜRT SORUNU KENTLEŞTİ
Kürt meselesinin sosyo ekonomik ve de politik dinamikleri değişti. Değişmeye de devam ediyor. Eğitim düzeyi, gelir düzeyi vb gibi etkenler yeni bir Kürt gerçekliği ortaya çıkardı. Sorun kentleşti. Kürtler Metropol Kürtleri ve Bölge Kürtleri olarak ayrışmış durumda. Bu ayrışma giderek de derinleşiyor. Metropollerdeki yani Batı’daki genç Kürtlerin eğilimleri koşullara bağlı olarak değişiyor. Hem seçim sonuçlarından duyulan memnuniyet hem de CHP’ye bakış konusunda makas açılıyor. Değişen etkenler Batı’daki Kürtleri CHP’ye yaklaştırıyor. CHP’li Kürtler oluşmaya başladı. Sadece CHP’ye oy vermiyorlar kademe kademe CHP’lileşiyorlar. Ancak CHP de bu genç Kürtleri kapsayabilmiş değil.
METROPOL KÜRTLERİ İLE BÖLGE KÜRTLERİ ARASINDA MAKAS AÇILIYOR
Kürtler yerel seçim sonuçları karşısında ihtiyatlı olsa da doğudakiler yani bölge Kürtleri Batı’daki muhalif coşkuya sahip değil. Türkiye için sonuçların iyi olduğunu düşünüyorlar. Batı’daki Kürtlerde yerel seçim sonuçlarından memnuniyet daha yüksek. Seçim sonuçlarından memnuniyet Batı’da %46, Doğu’da yüzde 33, ortalama diyenleri ise %37’lerde.
Sonuçlar Türkiye için ne kadar iyi/kötü oldu? Sorusuna verilen yanıtta da Batı’dakiler daha pozitif. Batı’dakilerin %65’ı iyi olduğu görüşünde. Bölgedekilerin ise yüzde 41’i iyi olduğunu düşünüyor. Doğudakilerin yüzde %34’ü kötü olduğunu ifade ederken bu oran Batı’da yüzde 20’lerde.
DOĞUDA SİYASETTEN BEKLENTİ DAHA DÜŞÜK
Kürtlerin siyasete eskisi kadar ilgili olmadığının ortaya çıktığı araştırmada katılımcıların sadece üçte birinin siyasetle ilgilendiği ortaya çıktı. Genel olarak siyasete dair bir umutsuzluk hali hakim. Buna göre yüzde 38’i siyasete nötr, yüzde 33’ü ilgili, yüzde 29’u ilgisiz. Siyasete ilgi Batı’da bölgeye göre daha yüksek. Bölgede siyasetten beklenti daha düşük. Batı’dakilerin yüzde 39’u siyasetle ilgiliyken bölgede yani doğu kentlerinde bu oran yüzde 33 civarında. Bölgede siyasete ilgisizlerin oranı yüzde 32’lerde.
KÜRT MİLLİYETÇİLERİ DE TÜRKİYELİLEŞME İSTİYOR!
Kürtlerin 5’te 1’i Kürt meselesinden uzaklaşmış. Kürtlüğünün farkında ancak böyle bir sorunu yok. Kürt milliyetçiliği de Türkiyelileşme isteyenler de artıyor. Ancak Kürt milliyetçiliği form değiştiriyor, paradoksal bir şekilde Kürt milliyetçilileri de Türkiyelileşme istiyor!
MUHALEFET İLE ORTAK DUYGU DÜNYASI OLUŞTU
Batı’da Kürtler AKP karşıtı ve CHP’nin merkezinde olduğu muhalefetle ortak bir duygu dünyasına sahip. CHP’ye yakınlıkta bölgedeki ve metropollerdeki Kürtler arasındaki farklılaşma 31 Mart’ta görülen CHP’ye yönelmenin çok da geçici olmayabileceğini gösteriyor. Araştırmadaki tespite göre, “Batıda toplumsal muhalif kimlik partili kimliği aşındırıyor. Son yerel seçimlerde CHP’nin, HDP’nin aday çıkardığı illerde de önemli oranda Kürt oyunu çekebilme başarısı göstermesi muhalif kimliğin metropollerde parti kimliğinin önüne geçebileceğine dair nüveler veriyor. İmamoğlu ve Yavaş gibi isimlerin Batı metropollerinde yaşayan Kürtler içerisinde bölgeye nazaran önemli oranda yüksek görünen itibar grafiği bu olgunun altını bir kez daha çiziyor.
CHP KÜRTLERİN İKİNCİ PARTİSİ
Kürtlerin partilere yakınlık konusunda da ilginç bir sonuç ortaya çıktı. Buna göre CHP Kürtler arasında ikinci en yakın parti konumuna yükselmiş durumda. AKP’nin CHP’den de uzak bir parti haline dönüşmüş olması dikkat çekici. 1-10 arasındaki skalada partilerin yakınlık dereceleri şöyle: DEM 5.96, CHP 3.80, AKP 3.16, TİP 2.67, Yeniden Refah 2.37.
Batıda CHP, AKP’den daha yakın ve HDP/DEM’e de yaklaşık düzeyde yakın görülüyor. Bölge’de ise durum tersi. Gençler genel olarak tüm partilere daha fazla mesafeli.
İDEALDEKİ PARTİ SOSYAL DEMOKRAT, %11.5'İ SOSYALİST
Kürtler, Türkiye’nin yeni bir partiye ihtiyacı olduğunu düşünmüyor. Partiye ihtiyaç yok diyenlerin oranı yüzde 58’lerde. Var diyenler ise yüzde 24’lerde.
İdealinizdeki parti sorusuna verilen yanıtta en yüksek “sosyal demokrat” çıkıyor. Sosyal demokrat %35, Kürtlere yakın %34, İslamcı %26, sosyalist %17, modern %19’de. Araştırmanın dikkat çeken bir diğer bulgusu ise siyasal kimliğe dair. “Kürtlerin kendilerini hangi kimliklerle tanımlıyor?” ve “Kürt kimliğini ne düzeyde sahipleniyorlar?” sorularına verilen yanıtlar şöyle: Katılımcıların yüzde 53.5’i kendisini Müslüman, yüzde 28.1’i özgürlükçü, yüzde 24.8’i dindar, 11.5’i sosyalist, yüzde 9.9 Kürt milliyetçisi, yüzde 8.0’ı sosyal demokrat, yüzde 7.7’si laik, yüzde 4.7’si solcu, yüzde 4.7’si Atatürkçü olarak tanımlıyor.
Görüşmelere katılanların yüzde 58.2’si Kürt sorunun var olduğunu, yüzde 14.7’si ise olmadığını belirtiyor. Görüşmecilerin yüzde 51.6’sı Kürt kimliğinin tanımlamasının en büyük sorun nedeni olduğu görüşünde. Öne çıkan talepler: Eşitlik, adalet, özgürlük, ana dil ve kalkınma. Eğitim iki dilli olmalı, hem Türkçe hem de ana dilde eğitim verilmeli diyenlerin oranı yüzde 44.1.
BİRİNCİ DEMİRTAŞ, İMAMOĞLU İKİNCİ
Kürt seçmenin en itibarlı bulduğu lider Selahattin Demirtaş. Demirtaş’ın hemen gerisinde Ekrem İmamoğlu ve Leyla Zana yer alırken AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan listenin sonlarında yer alıyor. Erdoğan, Kemal Kılıçdaroğlu, Özgür Özel ve Mansur Yavaş’ın da gerisinde yer alarak listede 7’inci sırada.
DEM Mİ, DEMİRTAŞ MI?
HDP/DEM, Kürtlerin beklentilerini karşılamada yeterli bulunmuyor. Kürtler için Demirtaş DEM’den daha popüler. DEM-Demirtaş ayrışsa "Demirtaş’ın yanında olurum" diyenlerin oranı Demirtaş’ın partiden ayrı bir hayatiyet kazandığını gösteriyor. Parti olmazsa Demirtaş da olmaz önermesi geçerli değil. “Selahattin Demirtaş ve DEM Parti’nin karşı karşıya gelmesi durumunda kimi desteklersiniz?” şeklindeki soruya DEM seçmeninin yüzde 60’ı Demirtaş yanıt veriyor. Yeni seçmenlerde Demirtaş diyenlerin oranı yüzde 60’larda. CHP’ye oy veren Kürtler arasında ise Demirtaş diyenlerin oranı yüzde 62’i, AKP’ye oy verenlerde ise bu oran yüzde 30. Kürt seçmeninde Demirtaş’ın karşılığı oldukça yüksek. Katılımcılar Demirtaş’a HDP/DEM’den daha yakın olsalar da HDP/DEM’de siyaset yapmasını isteyenler çoğunluk. Çoğunlukla HDP/DEM’e uzak olanlar HDP/DEM’den ayrılması taraftarı.
DEMİRTAŞ NE YAPMALI?
DEM Parti’liler Demirtaş’ın partinin başına geçmesini istiyor. Kürt toplumunun Demirtaş’ı önceki siyasal aktörlerden ve halefi olan genel başkanlardan ayırdığı görülüyor. Demirtaş Kürt sorunun çözümünü temsil eden lider olarak simgeleştiriliyor. Bu temsil önceki siyasetçilerle farklılaştırılan bir temsil.
Demirtaş’ın demek Kürt kimliğine sahip çıkma, Kürt haklarını savunma demek, Kürtler dışındaki toplumsal kesimlerle diyalog konusunda oldukça başarılı bulunuyor. Demirtaş’ın Kürtler için en büyük anlamı kimliklerinin savunucu olması. Diğer önemli bir vurgu, demokratlığı ve barış yanlısı olması.
Araştırmanın katılıcıları Demirtaş’ın içeriden çıkması durumunda ne yapması gerektiğine dair ise şu görüşlere sahip:
• HDP’liler: Mutlaka HDP’de devam etmeli ama başına geçmeli başka parti doğru olmaz düşüncesi net. Demirtaş’a yeterince alan açılmadığı ve ‘’engellendiği ‘’ yönündeki düşüncelere kısmen hak verseler de kendi havzasında akması gereken bir yol araması gerektiği kanaatindeler.
• AKP’liler: Siyasi hayatına eskisi gibi devam etmeli ama HDP’den ayrılmalı yönünde fikir beyan ederken bunun altlığı olarak Demirtaş’ın HDP içerisinde hapsolacağı ve HDP’yi dönüştürmesinin zor olacağı iddiasında.
• CHP’liler: Demirtaş’ı Türkiye’deki muhalif siyasetçilerin doğal müttefiki olarak değerlendiriyor ve bu tutumunu takdir ediyor. Demirtaş’ın ilerleyen yıllarda Kürt kimliğinden ziyade muhalif kimliğiyle öne çıkmasını talep edebiliyorlar.
BİRLEŞTİRİCİ UNSUR OLSA DA GENÇLER ARASINDA DEMİRTAŞ’IN “TAVI" KAÇIYOR
Araştırmanın sonucuna göre; Bölge ve metropol Kürtleri ayrışıyor, Demirtaş birleştiriyor. Demirtaş, Kürtlerin ilk sivil lideri olarak görülüyor. Genç, hatip, cesur, dürüst, esprili, adaletli, tutarlı, verdiği sözleri tutan biri, gerçekçi biri, konuşması ikna edici, inandırıcı, iyi görüşlü, karizmatik. HDP’nin kurucusu ve lideri olarak tanımlanıyor, benimseniyor. Hala başkan o, mevcutlar emanetçi olarak görülüyor. Formel başkanı olmasa da DEM’in/HDP’nin lideri olarak görülüyor.
Demirtaş artık Kürt siyasetinin “sabit”i, “yeni taşınmaz”ı, “demirbaş”ı. “İlk sabit” ile çekişiyor. Ancak uzun tutukluluk süresi nedeniyle Demirtaş’ın da “tavı” kaçıyor olabilir. 18-30 yaş grupları arasında popülaritesi düşüyor.
Devlet, Hukuk, 1 Mayıs (İlhan Cihaner)
1 Mayıs’ta yaşananlar özelikle sendikalar, emek mücadelesi ve CHP’nin tutumu bakımından epeyce tartışıldı. Ben üzerinde pek durulmayan bir konu üzerine yazmak istiyorum: süregelen ve değişen devlet ve polis algısı.
Bilindiği üzere 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyen sendikalar ve siyasi partiler, Unkapanı Köprüsü’ne varmadan Bozdoğan Kemeri önünde kurulan polis barikatı ile engellendi. Yürümek isteyenlere biber gazı ve plastik mermi ile müdahale edildi, gözaltına alındılar. Aynı muamele Beşiktaş’tan yürümek isteyenlere de yapıldı. Halen 49 yurttaşımız tutuklu durumda.
Gene bilindiği üzere AYM’nin idarenin (siz ona devletin de diyebilirsiniz) “Taksim yasağının”, Anayasa’nın 34. maddesinde güvence altına alınan toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının ihlal ettiğini tespit eden bir kararı var. Veee Anayasanın 153. Maddesine göre “Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.”
İdare/devlet ile yurttaşlar arasında herhangi bir hak ve özgürlüğe dair bir uyuşmazlık çıktığında bu sorunun yargı kararlarına göre çözülmesi gerektiği de tartışmasızdır. Hukuk devleti bunu gerektirir. O nedenledir ki “CHP’nin Taksim kararı, yalnızca emekçi haklarının savunulması bakımından değil, aynı zamanda Anayasaya ve hukukun üstünlüğüne sahip çıkılması için de önemli bir karardır” tespitini yapmıştım.
Sanırım şu tespite de herkes katılacaktır: engelleme olmasaydı Ankara’da, İzmir’de olduğu gibi Taksim’de de sorunsuz, şenlik havasında bir toplantı gerçekleştirilecekti ve gaz, plastik mermi, itiş kakış, gözaltı olmayacaktı.
Bir alıntı daha yapacağım: “Bireylerin temel hak ve özgürlüklerini korumak için hukuk ilkeleri çerçevesinde güvenliği sağlamak.” Bu alıntı EGM’nün web sitesinin en başında yazar. Dayanağı Emniyet Teşkilat Kanunu ve PVSK.
Sonuç olarak karşımızda şöyle bir tablo var Bireylerin temel hak ve özgürlüklerini korumak için hukuk ilkeleri çerçevesinde güvenliği sağlamakla görevli olan polis, açık AYM kararı ve Anayasa hükmüne rağmen bir hak ve özgürlüğün kullanılmasına engel olmuş ve bu haklarını kullanmak isteyen 49 kişi halen tutukludur. Polisin engellemesi olmasaydı yani hukuk işleseydi bunlar yaşanmayacaktı.
Değinmek istediğim “sorun” bu aşamadan sonra ortaya çıktı. Çağrı yapan bazı partilerin yetkililerinden, emek örgütlerinden ve sosyal medya da yurttaşlarımızdan şöyle açıklamalar geldi: polis emekçi değil mi? Polise saldıran haindir! Taksim fetişizmi! Taksim ısrarı emekçilere hizmet etmez! Polisle emekçiler karşı karşıya gelmesin! Devletin/kolluğun ne olduğunu, neye dönüştüğünü analiz etmeyen bu yaklaşım korkarım yavaş yavaş sosyalist sola da sızmaya başladı.
Şimdi bir soru üzerinden gidelim: Polisin/devletin bir kararına ya da tutumuna karşı direniş ne zaman meşrudur? Direnişin boyutu nereye kadar gidebilir?
Gerektiğinde en “uç direnişin” yapılabileceğini Cumhuriyetimizin kuruluş süreci ve devletle en “barışık” olan kesimlerin bile sokağa çıktığı 15 Temmuz göstermiştir. (Kuşkusuz her zaman en uç direnişe gidilmez ve esas olan demokratik mücadeledir.) O zaman şunu söyleyebiliriz bir tutumun/kararın devletten çıkması ve savunusunun kolluk kuvvetlerinden gelmesi otomatik olarak o tutuma/karara bir meşruiyet vermez. Bunun üzerinde hukuk var hak ve özgürlükler var. Hele hele polisin Jandarmanın kurumsal anlamı ve devlet için taşıdığı rolden soyutlayarak, tek tek birey olarak değerlendirilmesi, giderek en güçlü ve bütünleşik “baskı aygıtını” romantikleştirmeye, devletle bağını koparmaya hatta devlet tapıncına ve “hukuksuz zoru” meşrulaştırmaya gider ki sonu faşizmdir.
Eğer polis ve jandarma Akbelen’de, 1 Mayıs’ta, İliç’te Soma’da tutumunu sermayeden, ülkeyi yağmalayanlardan yana alıyorsa bunun eleştirisinin en üst düzeyde yapılması gerekir. Polisin/jandarmanın yoksul halk çocuklarından oluşması, zor koşullarda görev yapması, tek tek ele alındığında emekçi olmaları, emirle hareket etmeleri (kanunsuz emir tartışmasına girmiyorum) “devletle bütünleşik, zora dayalı bir baskı aygıtı” olduğu gerçeğini değiştirmez. Yaklaşımın da buradan kurulması gerekir. Aksi takdirde en temel hak ve özgürlüklerimiz devletin lütuf etmesine bağlı hale gelecektir. Hatta birçoğu şu anda o durumda. İşte 49 tutuklu!
/././
Ya kısır tartışmalar ya siyaset üretimi (Nurcan Gökdemir)
4-5 Kasım 2023’teki 38. Olağan Kurultay’dan CHP’nin 8. Genel Başkanı olarak çıkan Manisa Milletvekili Özgür Özel’in her hamlesi, hem kamuoyu hem de parti içindeki muhalifleri tarafından dikkatle izleniyor. Erdoğan’ın “Yumuşama”, Özel’in ise “Normalleşme” olarak tanımladığı yeni dönem CHP içindeki hareketliliği de körükledi.
Kurultayda genel başkanlık için yapılan ilk tur seçiminde, Kemal Kılıçdaroğlu karşısında 664’e karşı 682 oy almasına karşın iki oyla salt çoğunluğun altında kaldığı için genel başkan seçilemeyen Özel, ikinci turda 812 delegenin oyunu alarak genel başkanlık koltuğuna oturdu.
Özgür Özel karşısında seçimi kaybeden Kemal Kılıçdaroğlu’nun, ilk turda 664, ikinci turda ise 536 oyla kaybettiği seçimleri içine sindirmesi çok beklenen bir gerçeklik değildi. Üstelik birçoğunu bizzat kendisinin belirlediği isimlerden oluşan CHP TBMM Grubu’ndaki sayısı 40’tan fazla milletvekilinin desteği de düşünüldüğünde Kılıçdaroğlu’nun “Köşeme çekiliyorum” demesi, son yıllarda alıştığımız siyasetçi profilinin gerçekliğine de uygun değildi.
SADECE İNÖNÜLER
Bunu “son yıllarda” nitelemesi ile sınırlamak da çok gerçekçi değil aslında, geçmişe bakıldığında da çok nadir örneklerle karşılaşıyoruz. CHP Genel Başkanı ve İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve oğlu CHP’nin Onursal Genel Başkanı Erdal İnönü’nün kendi istekleriyle siyaseti bırakmaları dışında çok fazla örnek görmek mümkün değil.
Kılıçdaroğlu da kurultaydan kısa süre sonra CHP Genel Merkezi’ne çok yakın bir adres olan Mustafa Kemal Mahallesi’nde bir ofis kiraladı ve bu ofis bir tür “alternatif genel merkez” olarak kullanılmaya başlandı. 13 yıl CHP’nin Genel Başkanlığı’nı yapan bir ismin düğmeye basılır basılmaz tüm geçmişini silerek siyaset dışına çıkmasını beklemek yaşamın doğal akışına da aykırı. Ama Kılıçdaroğlu’nun parti içi iktidar mücadelesinde yeniden var olabilmek için güç topladığı yorumlarına haklılık kazandıran bir tutumu olduğu da biliniyor. Resmen genel başkanlık görevini sürdürüyor gibi, ülke meseleleri ile ilgili özellikle sosyal medya hesabı üzerinden yayımladığı rutin mesajlarla da sınırlı kalmadı kendisini konumlandırdığı yer.
Özgür Özel’in tartışmalara yol açan “Normalleşme” siyasetine tepkisini “Saray'la müzakere edilmez, mücadele edilir” açıklaması yaparak doğrudan kamuoyuna açıkladı. Bununla Özel’in siyasetinden duyduğu rahatsızlığı da deklare etti. Bu bir anlamda parti kulislerinde dillendirilen rahatsızlığını dillendiren kesimlere de mesaj oldu.
Bu süreçte kendisine yakın milletvekilleri ile var olan temaslarını yoğunlaştırdığı, düzenli bazı buluşmalar gerçekleştirdiği, ofislerde yapılan milletvekili ağırlıklı bu buluşmalarda CHP içinde yürütülecek siyasete ilişkin değerlendirmelerin yapıldığı da duyulmaya başlandı.
Kılıçdaroğlu’na genel başkanlık iddiasını sürdürüyor diye söylenecek çok bir şey olamaz elbette.
Ancak bu mücadelenin üzerinde şekillendiği amaç tartışılmaya muhtaç… Kılıçdaroğlu dönemine kadar CHP her zaman “Hizipler partisi, kurultaylar partisi” olarak anıldı. Kılıçdaroğlu’nun 13 yıllık genel başkanlık döneminde parti bir ölçüde bu tartışmalardan azade oldu. AKP, daha doğrusu Erdoğan’ın “tek adam” anlayışı ile burjuva siyasetinin temsilcisi tüm siyasi partilerin zehirlendiği, CHP’nin de bundan payını aldığı bir gerçek… Gönlünden genel başkanlık geçiren isimler oldu ama sadece 36. Olağan Kurultay’da Muharrem İnce resmen aday olarak çıktı ve sonuçta Kılıçdaroğlu’na yenildi.
Parti içindeki mücadele daha çok seçim ve kurultay zamanlarında liste yarışı olarak yaşandı. Parti içi iktidarda güçlü olmak, bunun sağladığı ayrıcalıklarla genel ve yerel seçim aday listelerini belirlemek temel motivasyon oldu. Siyaset tartışması her zaman bu temel amacın “kenar süsü” olarak kaldı. CHP’nin hızla siyasi yelpazenin merkezine yaklaşması da böyle gerçekleşti.
CHP’nin öncülü SHP hizip mücadelelerinin olduğu günlerde büyük zarar gördü, iç tartışmalarla gücünü zayıflattı ancak her zaman belli bir döneme kadar siyaset, bu tartışmaların ana unsuru oldu. Bu günlerde her zaman gruplar arasında siyasi çizgi tartışması yaşandı partide özellikle “Sol kanat” olarak isimlendirilen grupların itirazları partiye dinamizm kattı. Genel başkanlar buna tahammül etti, parti içi iktidara karşı dillendirilen itirazlar “Hizipçi” damgası yedi ama susturulmadı. Daha sonra bu tartışmaların geliştirici katkısı ve denetim gücünden mahrum kalan CHP, rakibi sağ partilerin benzeri bir modele hapsedildi.
CHP yeniden koltuk kavgasının sınırlarının dışına çıkarak birbirine tahammül edebilen grupların geliştirici tartışmalarından yararlanmayı tercih etmek zorunda. Aksi durumda siyaset üreten bir parti olmaktan uzakta koltuk vurgulu kısır tartışmaların gölgesinde zayıflayacaktır.
/././
Lira’ya değil BigMac’e bak (Ozan Gündoğdu)Bulgarlar, fiyatların kendi ülkelerinden ucuz olması nedeniyle alışveriş için Edirne’yi tercih ediyorlardı. (Fotoğraf: AA)
Türkiye’deki mal, hizmet ve emtia fiyatları, yurtdışındaki fiyatlardan daha ucuz olursa ne olur? Ya da tersinden soralım, yurtdışında yerleşik olanlar için Türkiye’deki fiyatlar kendi ülkelerinden daha ucuz olursa ne olur? Bu durumu son 5 yılda birden çok kez deneyimledik. Gurbetçiler Türkiye’ye geldiklerinde rahat rahat alışveriş yaptılar, Bulgarlar Edirne pazarlarını doldurdular, İngiliz turistler tatil yörelerini mesken edindi. Bu durum, Türkiye’nin döviz gelirlerini artırarak bir tür ferahlama yarattı ama bu süre içinde geliri TL olan bizler ise enflasyon baskısı altında ezildik, tüm bunları da yaşayarak deneyimledik.
Peki bu durumun tersi ne tip sonuçlar doğurur? Başka bir ifadeyle söyleyecek olursak, Türkiye’deki mal, hizmet ve emtia fiyatları yabancılar için daha ucuz değil, daha pahalı hale gelirse ne olur?
Bu durumda da Türkiye’de yerleşik olanlar tıpkı önceki durumda gurbetçilerin, Bulgarların ya da İngilizlerin davranışına benzer hareket ederler. Bu sefer Edirneliler Bulgaristan pazarlarına doluşur, gurbetçiler çarşıda pazarda şikayet etmeye başlar, Avrupalılar için Türkiye’de tatil yapmanın fiyat avantajı azalır, tam tersi Türkler için Avrupa’da tatil yapmak daha kolay hale gelir.
Peki, ülkelerin birbirinden ucuz ya da pahalı olduğunu nasıl ölçeceğiz? Mesela, AKP İzmir Milletvekili Şebnem Bursalı’nın ıstakoz yediği Monaco Yat Kulübünde deniz taraklı spagetti 22 avro, bugünkü kurla 762 TL. Bu fiyat ucuz mu pahalı mı? Karşılaştırmak için İskender İskenderoğlu’ndaki 725 TL’lik special yoğurtlu iskenderi kullanabilir, buradan hareketle Türkiye daha pahalı diyebiliriz. Fakat yine de tatmin edici bir cevap vermiş olmayız zira biri İskender diğeri deniz taraklı spagetti.
Bu soruya daha esaslı cevap verebilmek için Türkiye’de de aynı standartta bir deniz taraklı spagetti fiyatı bulmak gerekiyor ki, tüm şartları eşitlemek neredeyse imkansız.
REEL KURUN ALTERNATİF ÖLÇÜMÜ
İşte bu sorundan hareketle The Economist Dergisi 1986’da bir çalışmaya imza attı. Dünyanın hemen her yerinde Mc Donalds vardı ve McDonalds’ın olduğu her yerde de birbirine çok benzer standartlarda Big Mac hamburgeri satılıyordu. O halde, tüm dünyadaki Big Mac fiyatları üzerinden bir endeks oluşturulabilirdi. Bundan 38 yıl önce oluşturulan bu endeksin adına da Big Mac endeksi denildi.
Endeksin 38 yıldır şampiyonu İsviçre. 2024 itibariyle ABD’de 5,35 dolar olan bir adet Big Mac’in İsviçre’deki fiyatı 7,75 dolar. Bu ülke, kendi reel kurunu bilinçli olarak yüksek tutuyor, böylece diğer Avrupa ülkelerinden daha pahalı bir iç piyasa oluşturuyor. İsviçre’nin daha pahalı olması, bu ülkede daha yüksek enflasyon olduğu anlamına gelmemeli. İsviçre’de ekonomik denge pahalı fiyatlar üzerinden oluşuyor, o kadar…
Bu sayede göç alması zorlaşırken, saat ve çikolata gibi lüks tüketim ürünlerinde uzmanlaşıyorlar. Bankacılık sistemlerinin vadettikleri sayesinde yüksek ithalatı, neredeyse sıfır faizle sermaye çekerek finanse edebiliyorlar.
DÜNYA’DAN UCUZKEN PAHALI HALE GELDİK
En pahalı Big Mac İsviçre’de. En ucuz Big Mac ise Pakistan’da. Bu ülkede Big Mac fiyatı 1,91 dolara denk geliyor. Aynı fiyat Türkiye’de olsa Big Mac 62 TL’ye yenirdi.
Ekonomist Ali Hakan Kara, 2004’ten 2024’e dek geçen sürede Big Mac’in dünya ortalaması ile Türkiye ortalamasını kıyaslayan bir grafik paylaşmış. Buna göre 2004’ten 2016’ya dek bizdeki Big Mac fiyatı, döviz kurlarının değerli tutulması nedeniyle, dünya ortalamasından daha pahalı gerçekleşmiş. Fakat 2017’den itibaren, TL’nin değer kaybetmesiyle birlikte Big Mac fiyatı da dünya ortalamasının altına inmiş ve 2023’e dek bu konumunu korumuş.
Peki 2023’ten itibaren ne olmuş? Döviz kuru son 1 yıldır neredeyse sabit fakat aynı dönemde TÜİK enflasyonu yüzde 69 seviyesinde. Hal böyle olunca, Türkiye’deki fiyatlar döviz bazında da artıyor. Böylece Türkiye, yurtdışına göre daha pahalı hale geliyor.
Bugün Türkiye’de bir adet Big Mac’in (menü değil) fiyatı 180 TL. Güncel kurla 5,57 dolar. Bu haliyle Türkiye’deki Big Mac’in fiyatı, aynı hamburgerin 5,35 dolar olduğu ABD’den, 5,17 dolar olduğu Kanada’dan, 5,06 dolar olduğu Yunanistan’dan daha pahalı. Peki ne çıkar bundan?
Big Mac endeksi, reel kurun olması gerekenden değerli olup olmadığına ilişkin fikir verir. Bu endeks sadece Big Mac’in değil, TL’nin de pahalı olduğuna, TL cinsinden finansal enstrümanların cazip olmadığına ilişkin ipuçları içerir. Yabancı sermaye çekmeye çalışan bir ekonomik program için TL’nin pahalı olması iyi haber değil… Aynı hamburger ABD’den daha pahalıya satılıyorsa buradan çıkacak birkaç sonucun ilki, TL’nin olması gerekenden daha değerli olduğudur. Demek ki, yakın zamanda TL’nin değerini kaybettiği, doların yükseldiği bir süreç yaşayacağız.
Dolar kurunun yükselmesi önümüzdeki iki ayda gerçekleşirse, iktidarın üzerindeki asgari ücrete ve emekli maaşına zam yapma baskısı artacağından, piyasanın ihtiyaç duyduğu devalüasyon yaz ortasında ya da sonunda gerçekleştirilecektir. Yani evvela haziran sonundaki ücret pazarlığı atlatılmalıdır.
Bu da, yılın ikinci yarısında halk için bir cehennem vadisi hazırlandığı anlamına gelir. Asgari ücretin 17 bin TL’de sabit tutulurken, aynı anda bütçede tasarruf tedbirlerinin sertleştirildiği, faizlerin yüksek tutularak istihdamın baskılandığı, kredi kartı faizlerinin yüksek tutularak halkın tüketiminin kısılmaya çalışıldığı tüm bunlar yaşanırken TL’nin devalüe edildiği, enflasyonun da düşürülemediği bir cehennem vadisi…
Sıcak, daha da sıcak olacak (Özgür Gürbüz)
Türkiye’nin yıllık ortalama sıcaklığı 1971 ila 2000 yılları arasında 13,2 dereceydi. 1981 ila 2010 arasında ölçülen ortalama sıcaklık 13,5 dereceye çıktı. 1991 ila 2020 yılları arasında ölçülen değer ise 13,9 derece. 10 yıl aralarla yapılan ölçümler Türkiye’nin ortalama sıcaklığında çok hızlı bir değişim olduğunu gösteriyor. Terliyor musunuz bilmiyorum ama artık her geçen gün eskisinden daha sıcak. Kentlerde, ısı adalarının oluştuğu bölgelerde bu sıcaklık artışı daha şiddetli hissediliyor.
6 Mayıs günü Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi sekretaryasına ‘Türkiye’nin Sekizinci Ulusal Bildirimi’ sunuldu. Bildiri, Türkiye’nin iklim değişikliği konusunda yapacaklarının bir özeti olduğu kadar mevcut durumu da resmeden bir belge niteliğinde. Yukarıdaki rakamlar da o bildiriden alındı, Devletin Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün çalışması. Üfürükçü işi değil.
Yukarıda ortalamalardan bahsettik. Yıl bazında baktığınızda tablo daha da korkunç. 2010 yılı kış mevsiminde Türkiye’de sıcaklıklar normallerin 2,9 derece üzerinde seyretmiş. 2018 bahar ayı ortalamadan 2,5 derece daha sıcak geçmiş. 2020 sonbaharı 2,1 derecelik sıcak bir sapma ile yine ortalamaları şaşırtmış.
Yağışlar da azalıyor. 2013 ila 2022 arasındaki 10 yıla baktım. Bu 10 yılın altısında yağış miktarı 1991 ila 2020 ortalamasının çok altında kalmış. Diğer dört yılda ise ortalamayı anca yakalamış. 2020, 2021 ve 2022 yılları, ciddi farklarla, arka arkaya ortalamanın altında kalan yıllar olmuş. 1990’dan bu yana görülen en kurak dönemden bahsediyoruz.
Sıcaklık artışını küçümsemeyin. Ekolojistlerin ve iklim bilimcilerin uyardığı, Paris Anlaşması’nın vurgu yaptığı 1,5 derece sınırının aşılması Akdeniz’de tatlı su kaynaklarının yüzde 10 azalmasına, tarımsal üretimin büyük darbe almasına, orman yangınlarının sayısı ve şiddetinin artmasına ve sıcak hava dalgaları yüzünden binlerce insanın hayatını kaybetmesine yol açabilir. 2022 yılında Avrupa’da sıcak havayla ilişkili ölümlerin sayısının 61 bin olduğu bilimsel bir makalede[1] belirtilmişti. İtalya, Yunanistan, İspanya ve Portekiz gibi bize benzer iklim kuşağında bulunan Akdeniz ülkeleri de başı çekiyordu.
Aynı raporda aşırı hava olaylarının sayısının nasıl sürekli ve hızla arttığını da görebilirsiniz. 2023 yılı 1475 aşırı hava olayıyla Türkiye’de tüm zamanların en çok aşırı hava olayı, yani şiddetli yağış, sel, su baskını ve fırtına görüldüğü yıl oldu. Çok değil 2015 yılında bu sayı 500 civarındaydı.
KAHRAMANMARAŞ’A YİNE KÖMÜR SANTRALI
Durumun giderek kötüleştiğini söylemek için başka verilere ihtiyaç olduğunu sanmıyorum. Mesele ne yapacağımız. Mevcut hükümet, Ulusal Bildirimi’nde de belirttiği gibi iklim krizinden çıkmak adına ciddiye alınır bir adım atma niyetinde değil. Kömür santrallarını kapatma konusunda bir planı olmadığı gibi, aksine Kahramanmaraş’ta Afşin Elbistan A termik santralında kapasite artırımına gidilmesine izin veriyor. Sera gazı emisyonlarını dizginleme adına ciddi bir çaba görmüyoruz. 2030 yılı güncellenmiş hedefimize ulaşabilirsek bugün yılda 560 milyon tonu bulan sera gazı emisyonlarımızı 765 milyon tonun altında tutacağız, azaltmayacağız arttıracağız. Türkiye elbette bundan daha iyisini yapabilir ve yapmalı. Eğer herkes Türkiye gibi kapasitesinin altında hedef verirse ortalama yüzey sıcaklığındaki artışı değil 2 derecenin, 4 derecenin altında tutmak bile mümkün olmayacak.
ABD, Çin ve Avrupa Birliği gibi ülkelerin alması gereken sorumlulukların farkındayız ve eleştiri odağımızda onlar ilk sırada yer alıyor. Ancak bu Türkiye’nin elinden geleni yapmaması anlamına gelmiyor. Küresel emisyonların yüzde 1,08’inden sorumlu Türkiye (İngiltere, Fransa, İtalya, İspanya’dan yüksek) iklim krizinde payı olmayan bir ülke değil. Üstelik yapmamız gerekenleri yaparsak doğayı koruma, enerjide dışa bağımlılığı azaltma, daha iyi kentlerde yaşama adına da önemli bir yol alacağız. O yüzden, parti ayırt etmeksizin herkesin oy ve yetki verdiği yönetenlerden iklim krizini durdurma konusunda talepte bulunması ve hesap sorması gerek. Yoksa bu sorumsuzluğun faturası da seller, orman yangınları ve kuraklıkla halka çıkarılacak.
[1] Heat-related mortality in Europe during the summer of 2022
/././
“Gezi” başladığında kamuoyundan derin analizcilere kadar hemen herkes büyük bir şaşkınlık yaşamıştı. “Meğer apolitik değillermiş, bak sen şu gençlere” ile başlayan yorumların ardı arkası kesilmemişti.
Bugünlerde benzer tepkiler Hamas-İsrail çatışmasına karşı, barıştan ve Filistin’den yana yükselen protesto dalgası için dünya ölçeğinde yapılıyor. Özellikle ABD üniversitelerinde alevlenen, akademisyenlerin de katıldığı eylemler küresel ölçekte yaygınlaşacağa benziyor. Bu eylemlerin yarattığı şaşkınlığın başka bir boyutu daha var. Bizim için tanıdık olan ağır polis şiddeti ile “Batı”nın gençleri de tanışıyorlar.
***
Cumartesi gecesi gerçekleşen Eurovision Şarkı Yarışması da çelişik düşüncelere yol açabilecek özellikler taşıyordu. Ana yayıncı kuruluş protestoların televizyon ve YouTube izleyicilerine ulaşmasını engellemeye çalıştı. Günümüz iletişim dünyasında çabası beyhudeydi, sosyal medya “gerçeği” gösterdi. Evet, İsrail temsilcisi Eden Golan, oldukça güzel şarkısını sahnede protestolar eşliğinde seslendirdi ama halk oylamasında İsrail çok sayıda ülkenin halk jürilerinden tam puan alarak 5. oldu. Yarışmanın birincisi, İsviçre adına katılan ve kendisini non-binary olarak tanımlayan, Nemo’nun çok güzel şarkısının özü “kodları kırmak”tı. Yarışmanın sonunda yine kendisini non-binary olarak tanımlayan İrlanda adına yarışan Bambie Thug’la, Yunanistan ve Portekiz adına yarışan Marina Satti ve Iolanda ile birlikte birbirlerini kutladıkları an da çok güzeldi. Başka genç yarışmacılar da dâhil hemen hepsi Filistin, ateşkes ve barış mesajlarını verdiler. Hemen tümü Filistinlilerden yanaydı ama İsrail’e de karşı değildi.
Dün BirGün pazar ekinde Prof. Emre Erdoğan, olup bitenleri biraz da şaşkınlıkla izleyenlere gençlik hareketlerinin 13. yüzyılda bile kayda geçirildiğini, 19. ve 20. yüzyılın büyük gençlik ayaklanmalarıyla geçtiğini hatırlattı. Arap Baharı ve Gezi gibi erken örnekleriyle başlayan bu hareketlerin şimdi de Filistin sorunu üzerinden dünyayı yeni bir 68 Baharı’na doğru sürüklediği tartışılıyor. Filistin sorunu Filistin sorunu olarak kalmayacağa benziyor.
Resmi insan bilimleri gençliği, 15-25 yaş arasını kapsayan “isyankâr, delişmen, asi” bir dönem olarak tanımlar. Sonra o gençlerin “hayat gailesine düşerek” olgunlaşıp, “yatışıp, uysallaşıp”, ebeveynlerine benzediklerini yazar. Bu tanımı, düzenin gençlerdeki devrimci potansiyeli ezip, presleyip bastırdığı ve onları uysal yaşlılara çevirdiği olarak okumak da mümkündür.
Peki “düzen” bastırdığını artık baskı altında tutamıyor ve o devrimci potansiyel geri dönüyor olabilir mi? Eğer öyleyse geri dönen devrimin özellikleri ne? Ekonomi-politik ve kültürel düzenin dayattıklarından hangilerine karşı çıkıyorlar? Bilebildiğim kadarıyla gençlik hareketlerinin fitilini genellikle kültürel karşı çıkış yakıyor. İlkin, hemen her zaman belki de en çok onlar ölüme gönderildikleri için savaş ve silah karşıtlığında ortaklaşıyor hareketler. Daha sonra da insan özgürlüğünün değişik boyutları isyanların istekleri oluyor. Örneğin Nemo’da gördüğümüz “ikili cinsiyet rejimine” karşı çıkış gibi.
Bir diğer ortak nokta ise düzenin dayattığı “karakter”e karşı çıkmak. Neoliberal düzenin dayattığı “karakter örgütlenmesi”ni biliyoruz. Bencillik, yarışmacılık, kendi yararından başka hiç bir ahlaki ilke tanımamak, ezileni hor görmek, yabancı düşmanlığı, kaba faydacılık.
Dünyanın hemen her yerindeki gençlik muhalefetleri düzenin karakterine karşı, eşitlikçi, dayanışmacı, özgür bireylerin gönüllü birlikteliği şeklinde toplanıyorlar. Komünal yatay örgütlenme ile “her şey herkesin, ihtiyacın kadar al gücün kadar ver” sistemi neredeyse kendiliğinden kuruluyor.
***
Bir yandan meydanlarda, üniversite kampüslerinde bu yapılanmalar oluşurken aynı zamanda ikili bir örgütlenme tarzı da işliyor: Yatay dayanışmacı örgütlenmeler ile iktidarı isteyen politik örgütlenmeler. İktidarı isteyen politik örgütlenmeler politik taleplerin topluma yayılmasında katalizör rol oynuyorlar. Bu tip yapılara “SOL Genç”i, “SOL Feminist Hareket”i örnek verebiliriz. Yatay dayanışmacı örgütlenmelere ise depremde Hatay’da çalışan çok sayıda gönüllü yapılanmaları gösterebiliriz. Defne’deki “Dayanışma Gönüllüleri” gibi. Yatay örgütlenmeleri gençler kuruyor ve başka türden bir yönetim şeklini yerleştiriyorlar. Bu yapılara bir diğer örnek Limon Ağacı Eğitim ve Dayanışma Derneği. Limon Ağacı’nı yatay dayanışmanın olanaklarıyla eğitimlerini tamamlayabilen gençler kurmuş ve şimdi onlar kendilerinin geçtiği “yoldan” yeni arkadaşlarının da yürümesini sağlamaya çalışıyorlar. Onlar da Samandağ’da bir çadır okul kurarak birbirlerini bulmuşlar.
Bastırılan her zaman geri döner! Kadim zamanlardan bu yana ezenlerin düzeni eşitlikçiliği, dayanışmayı, imeceyi hep bastırmaya çalıştı ve her defasında öyle ya da böyle geri döndü bu insan karakteri. Her zaman büyük politik dönüşümlere yol açamadı belki ama ne zaman insanlık devrime gebe kalsa ebeye haber vermek ve yardım etmek için oradaydı.
Bahar, aslında Mayısla gelir…
/././
Ölüm yazısını imzalayan yargılanmayacak (Timur Soykan)
Kahramanmaraş Valisi, Ezgi Apartmanı’nda 35 insanın ölmesine neden olan imzayı atan bürokratların yargılanmasına izin vermedi. Binanın altını oyan Kervan Pastanesi sahipleri firarda, bürokratlar dokunulmaz. Adalet mücadelesi verenler ise tehdit ve sosyal medya yasaklarıyla boğuşuyor.
6 Şubat Depremi’nde Kahramanmaraş merkez Onikişubat İlçesi’ndeki Ezgi Apartmanı birkaç saniye içinde yıkıldı ve 35 kişi hayatını kaybetti. Bilirkişi raporuna göre; binanın altındaki Kervan Pastanesi’nin 2019 yılında yaptığı tadilat yıkıma neden olmuştu. Depremden sonra bu binada yaşayan insanların ‘Ölmek istemiyoruz’ çığlığının belgesi de ortaya çıktı.
Ezgi Apartmanı yöneticisi Mustafa Doğruoğlu, 14 Eylül 2021 tarihinde Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’ne bir dilekçe vermiş ve Kervan Pastanesi’nin tadilatının binaya zarar verdiği yönündeki endişeleri anlatmıştı.
Bu dilekçede apartman yöneticisi Mustafa Doğruoğlu’nun yanı sıra binada yaşayanların imzası vardı. Dilekçede Kervan Pastanesi’nin alanı genişletmek için kirişleri kırdığı, kolon kestiği, merdiven ve asansör için tabliyelerin parçalandığı, perde duvarda havalandırma için delikler açtığı anlatıldı. Bunların fotoğrafları da sunuldu.
Çevre Şehircilik Müdürlüğü, Kervan Pastanesi’ndeki tadilatın imar affına girdiği ve binanın taşıyıcı sistemlerine zarar verilmediği yönünde yazıyla cevap verdi.
Kahramanmaraş Onikişubat Belediyesi’nin yanıtında da Kervan Pastanesi’ndeki tadilatın imar affına uygun olduğu anlatılmıştı. Onikişubat Belediyesi İmar ve Şehircilik Müdürü Sait Avşar’ın imzaladığı cevap yazısında ekiplerce inceleme yapıldığı ve kazan dairesinde mimari projeye aykırı bir duruma rastlanılmadığı savunuldu.
GÖZ GÖRE GÖRE FİRAR ETTİLER
İşte bu yazı, Kervan Pastanesi’nin para kazanma hırsıyla yaptığı tadilata resmiyet kazandırdı ve 6 Şubat depreminde bina birkaç saniye içinde yıkıldı, 35 insana mezar oldu. Depremden sonra da evrakta imzası olan Sait Avşar, İmar ve Şehircilik Müdürü koltuğunda oturmaya devam etti.
Ezgi Apartmanı’nda hayatını kaybedenlerin adalet mücadelesi ve delilleri toplaması sayesinde Karadeniz Teknik Üniversitesi tarafından bilirkişi raporu hazırlandı. Bu rapor Kervan Pastanesi’nin sahiplerinin ve binanın müteahhidi Yakup Aktaş’ın asli kusurlu olduğunu gözler önüne serdi. Rapor Kervan Pastanesi’ndeki tadilatın binanın yıkılmasına neden olduğunu ortaya koymuştu. 11 Eylül 2023’te haklarında tutuklama kararı çıkan Sami Kervancıoğlu ve Mustafa Pekel göz göre göre firar etti.
İddianamede Mustafa Kervancıoğlu ve Mustafa Pekel’in olası kasıtla öldürme ve yaralama suçlarından 876’şar yıla kadar hapsi istendi. İddianamede kamu görevlilerine yönelik soruşturma dosyası ayrılmıştı.
ADALET ÖNÜNDE HESAP VERMEYECEKLER
Depremden 15 ay sonra Kahramanmaraş Valiliği, kamu görevlilerinin yargılanmasına izin vermedi. Yani Ezgi Apartmanı’nda yaşayan insanların ‘Ölmek istemiyoruz’ diyerek verdiği dilekçeye ‘Sorun yok’ diye yanıt veren Sait Avşar yargılanmayacak. Bu yazısı 35 insanın hayatına mal olmasına karşın adalet önünde hesap vermeyecek.
Kahramanmaraş Valisi Mükerrem Ünlüer, Sait Avşar’la birlikte eski İmar ve Şehircilik Müdürü Fahri Yiğitoğlu, mimar Veli Çiftaslan, Mimar Mehmet Dişçeken, İnşaat Mühendisi Ali Özcan Kurt, İnşaat Mühendisi Ali Gemici, İnşaat Teknikeri Mehmet Akif Canlı, Makine Mühendisi Mustafa Şikirçi’nin soruşturulmasına izin vermedi.
“DEPREMİN İLK SANİYELERİNDE YIKILDI”
Ezgi Apartmanı’nda avukat oğlu ve geliniyle 6 aylık torununu kaybeden Nurgül Göksu bu karar üzerine şunları söyledi:
“Apartmanda yaşayanlar, Kervan Pastanesi’nin binaya verdiği zararı depremden yıllar önce dilekçeyle ortaya koydu. Ama yetkililer, onlara binada sorun olmadığını söyledi. Deprem onların yalan söylediğini ortaya koydu. Bina depremin ilk saniyelerinde yıkıldı. Bilirkişi raporu da Kervan Pastanesi’nin tadilatının binanın yıkılmasına neden olduğunu kanıtladı. Ama valilik, 35 kişinin ölümünden sorumlu olan bürokratların yargılanmasına izin vermiyor. Bizi adaletsizliğe mahkûm ediyor.”
Eski Kahramanmaraş MÜSİAD Başkanı Sami Kervancıoğlu ve ortağı Mustafa Pekel halen adaletten kaçıyor, yakalanmadılar. Kamu görevlileri de valilik kararıyla yargılanmaktan kurtuldu. Nurgül Göksu ise sanıkların tehditleri, iftiraları ve sosyal medya hesaplarına getirilen yasaklarla mücadele ediyor. Depremin enkaza çevirdiği hayatları bu ülkenin adaletsizliği her gün yeniden yıkıyor.
/././
“Enflasyon ile mücadele” zengine yarıyor (Yalçın Karatepe)
Merkez Bankası yılın ikinci enflasyon raporunu dün bir basın toplantısı yaparak paylaştı. MB’nin, Nisan ayı sonu itibariyle yüzde 70’e dayanan enflasyonun yılsonunda nereye gideceği hakkındaki tahminini merak ediliyordu. Daha önceki raporda yüzde 36 olan tahminlerini 2 puan artırarak yüzde 38 olarak duyurdular. Ama bence bu da hala oldukça iyimser bir tahmin. Geçmiş tahminleri hiç tutamayan bankanın bu anlamda notunun pek iyi olduğunu söyleyemeyiz. Zaten kimsenin buna itibar ettiği de yok.
Söz konusu raporun enflasyona ilişkin değerlendirmelerine yönelik pek çok yazı okuyabilirsiniz. Ben bugün bu köşede, raporda yer alan başka bir tespite ilişkin bir değerlendirme yapmak istiyorum.
Faiz artışlarına gerekçe olarak bir taraftan kredi maliyetlerini artırarak insanların borçlanma yoluyla tüketim talebinin önüne geçilmek istenirken, diğer taraftan paranın getirisini yüksek tutarak harcamadan caydırmak istediklerini ima ediyorlar. Kısaca, paran yoksa tüketme çünkü çok pahalıya patlar, paran varsa git onunla yüksek faiz kazan diyorlar. Onların okudukları kitaplarda böyle yazıyor.
Parası olmayanlar için kredinin çok pahalı olduğunu zaten biliyoruz. Kredi kartı faizleri vergiler dâhil yüzde 90’ı aşmış durumda. Peki bu, insanları borçlanmaktan alı koyuyor mu? Hayır. Çünkü paran yoksa mecbur borçlanacaksın. Peki, borçlandığın parayı ödeyebilecek misin? Bu borcu ödeyebilme gücü vatandaşın birincil endişe kaynağı değil. Çünkü geliri yetmediği için mecburen borçlanıyor. İstanbul Planlama Ajansı’nın (İPA) bir raporuna göre insanların yüzde 60’ından fazlası tükettikleri gıda miktarını azalttıklarını söylüyor. Tükettiği gıda miktarını azaltmak zorunda kalanların borç faizine dikkat etmesini beklememek gerekir.
ZENGİNLER DAHA ÇOK KAZANIYOR
Raporda, mevduat sahiplerinin kazandıkları faizlere ilişkin değerlendirmede, düşük mevduatı olanların (100 bin liranın altı olarak tanımlanmış) elde ettikleri faiz getirisinin, çok parası olanların(bankadaki mevduatı bir milyon liranın üzerinde olanlar) aldıkları faizden ciddi şekilde düşük olduğu gösterilmiş. Raporda bu durum şöyle ifade edilmiş: 2023 yılı sonrasında reelleştirilmiş yüksek ve düşük montanlı faiz farkının oldukça yükseldiği ve 5 Nisan itibariyle 13,6 yüzde puana çıktığı görülmektedir. Demek ki yüksek faiz kazanmak için önce zengin olmanız lazım. Bankalardaki toplam TL mevduatın yüzde 60’ından fazlası zaten bir milyon liranın üzerinde parası olan insanlara ait.
Kur Korumalı mevduata ilişkin veriye bakınca, zenginlerin bundan nasıl daha fazla yararlandıkları bariz bir şekilde görülüyor. Toplam KKM içinde parası bir milyon liradan fazla olanların payının yüzde 90’a yakın olduğu görülüyor. KKM’den yararlananlar da büyük çoğunlukla çok parası olanlar.
Paranız çok ise seçenek de çok, getiri de yüksek. İster KKM yap, ister mevduata yatır. Daha fazlasını kazanırsın. Peki, paranız yoksa hangi seçenekler var? Yüksek, daha yüksek kredi maliyeti
Demem o ki çok paranız varsa daha çok kazanıyorsunuz, hiç paranız yoksa daha yüksek faiz ödüyorsunuz. Uygulanan “enflasyon ile mücadele programında” parası az olan ya da hiç olmayanların durumlarının gittikçe kötüleşmekte olduğu açık. Ama olsun, enflasyon ile başka nasıl mücadele edilir ki?
/././
Cumhur İttifakı değişmez çünkü...(Yaşar Aydın)Bahçeli-Erdoğan herhangi bir koalisyonun parçası değil, bizzat rejim kurucularıdır. Onların “değişmesi” ya da ayrılması rejimin değişmesidir. Eğer bu gerekliyse geriye tek yol kalıyor, Cumhur İttifakı’nı yenmek.
Son haftaların en gözde tartışması hiç kuşku yok ki normalleşme, yumuşama ve tüm bunlara bağlı olarak da AKP’nin hatta Cumhur İttifakı’nın değişimi. Bu mesele o hale getirildi ki Ekonomi Bakanı Şimşek ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı Yılmaz tarafından bugün açıklanacak tasarruf tedbirleri bile bu değişimin habercisi olarak nitelendiriliyor.
HÜKÜMET DEĞİL REJİM
Görüntü şu: Tüm partilerle görüşen, diyaloğa açık, yeni ve özgür anayasa yapmaya çalışan, ekonominin iyileşmesi için çırpınan, tasarrufa yönelen bir iktidar var. İşte tüm bunlar da iktidar, değişim iradesi.
Durum hiç de öyle değil. Erdoğan ve Bahçeli 7 Haziran 2015 seçiminden hemen sonra ortak bir yolculuğa başladı. 15 Temmuz darbe girişimi, 16 Nisan referandumu, 23 Haziran Cumhurbaşkanlığı seçimi gibi etaplar bu yolculuğu birlikte yeni bir rejimin kurucu iradesi haline dönüştürdü. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi Politikasını Bahçeli’nin ve Erdoğan’ın yoğurduğu, içine mafyasından Hüda Par’ına oradan Vatan Partisi’ne kadar geniş bir kesimin dâhil olduğu karanlık bir rejime dönüştü. Rejim değişikliği kendini sadece devletin kurumlarında ya da Meclis’te hissettirmedi. Aynı zamanda gündelik ilişkilere de yön veren toplumun tüm kılcal damarlarını hedefleyen yapıdan bahsediyoruz.
Rejimin görünen yüzü Erdoğan ve Bahçeli olabilir. Ama aşağıya doğru saçaklanan tarikat-cemaat, iş dünyası, bürokrasi gibi çok fazla başlığı ve ona karakterini veren çok sayıda uygulama var.
RANT VE YAĞMA AĞI VAR
İsmine Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen rejim, yasama yürütme yargının tek elde tutulmasıdır. Neredeyse tüm üyesini cumhurbaşkanının belirlediği AYM kararlarını tanımamaktır. Meclis’in onayını almadan hatta görüşüne bile başvurmadan kararnamelerle ülkeyi yönetmektir. İktidara karşı çıkanları uyduruk nedenlerle, saçma sapan iddianamelerle içeri atmak, yıllarca orada tutmaktır. Bir de içeri attığını istediğinde çıkarabilmektir rejim.
Sadece bunlar da değil. Saray Rejimi, muhabirimiz Mustafa Bildircin’in haftalarıdır yazdığı Diyanet Başkanlığı’nın araçlarıdır. Lüks yaşamıdır. İktidar yanlısı verilen fetvaların karşılığının bir şekilde alınmasıdır. Ya da İsmail Arı’nın valiliklerin “küçük saray” haberidir. Saunası, giyinme-soyunma kabinleri, koruma orduları ile en baştakine özenen kamu görevlerinin hayatlarıdır.
Halk yoksulluktan kırılırken kâr rekorları kıran yandaş sermayedir. Garanti ödemelerle, KKM’lerle mutlu azınlık yaratmaktır. Seçim kazanmak için ekonominin tüm kurallarını canının istediği gibi değiştirmektir.
Grevi, yürüyüşü, hak alma mücadelesini mahkemelerle, kolluk kuvvetleri ile bastırmaktır, anayasal haklarını kullanmak için Taksim’e yürümek isteyen 50 insanı tutuklamaktır rejim. Tarikat cemaat emriyle İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmak, MEB’i teslim etmektir. Tüm verilen sözlere rağmen kendi kadrolarını doldurmak için mülakatla öğretmen almaktır. Sağlık Bakanı’na hastane zinciridir. Meclis’in itibarsızlaştırılmasıdır. Barajlarla halkın temsilini engellemektir. Adı üzerinde Saray Rejimidir. Liste uzayıp gider.
Rejimin tüm bu özelliklerini görmeden siyasetin değişen yüzünü konuşmanın çok bir anlamı yok. Çünkü esas mesele tam da burada kilitlenmiştir. Tüm bu kara tablonun nedeni rejimin kendisidir. Yargıda, ekonomide, dış politikada, kültürel ve spor alanında yaşanan tüm yıkımın arkasında Saray rejimi, Beştepe vardır.
GİDECEKLER VE DEĞİŞECEK
Değişimi Cumhur’da aramanın yanlışlığı sadece bu başlıklarla da bitmiyor. Erdoğan ya da Bahçeli’nin kişisel olarak ne istediklerini aşan bir durum var. Sayısı milyonlara varan devasa bir çıkar şebekesine dönmüş bir ağdan bahsediyoruz. Bunun için Sinan Ateş iddianamesine bakmak yeterlidir. Bu yetmez diyenler için sıralayalım:
Kıbrıs’ta sahte diploma skandalı patlak veriyor, arkasından MHP’li vekil çıkıyor. MEB’in kitap ihalesine bakınca AKP’li yandaş yayıncıların sureti beliriyor. Altın madeni işletmesinde yine onlar... Bir yerde rant varsa orada Cumhur İttifakı’ndan birini mutlaka görürsünüz.
İşin özü AKP ve MHP ya da daha doğru bir ifade ile Cumhur İttifakı’nın içinde yer aldığı bir değişim, normalleşme mümkün değil. Hele daha demokratik bir anayasa, özgürlükler hiç değil.
Cumhur İttifakı’nın nasıl bir batağa battığını halk gördü ve yolları ayırdı. Seçmen desteğini kaybeden, aşağıya gidişleri çıplak gözle görülen iktidara, Türkiye’yi yeni bir rotaya sokma gibi güç vehmetmek halkın gördüğünü görememekten başka bir anlam taşımaz. Beş altı yıl içinde Cumhur İttifakı, kurduğu rejimin kendisi oldu. Onları birbirinden ayırmak mümkün değil. Ama yurttaşa göre bu rejimin ülkede geleceği kalmadı, doğal olarak rejimi kuran ve aynılaşanların da.
/././
Yumuşamak ya da yumuşamamak bütün mesele...(Zafer Arapkirli)
Shakespeare’in Hamlet piyesindeki ünlü repliğe gönderme ile:
“To soften or not to soften, that is the question...” demeli herhalde?
Son yerel seçimin sonuçları belli olduğu andan itibaren, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in inisiyatifi ile gelişen yeni durumun analizi yapılırken, en çok kullanılan kavram “yumuşama” ya da “bahar havası” olarak beliriyor.
Her ne kadar Özgür Özel, “Yumuşama demeyi doğru bulmuyorum. Ben normalleşme diyorum. Zaten normale dönülmesi, meselelerin çözülmesi anlamına gelir” diye biraz daha açıklık getirdiyse de, gerçekten de “yumuşama” tanımı daha yaygın kullanılıyor.
Oysa ki, ortada “yumuşamayı” gerektirecek bir durum, yani öyle bir gereklilik yok. Daha doğrusu, halkımızın üzerine bir kabus gibi çökmüş bulunan olağanüstü ağırlıktaki sorunları yaratan siyasi irade, yani “Şahsım Rejimi” (ŞR) ülke siyasetinin ya da karşısındaki muhalefetin “yumuşamasını”, başka bir deyişle tepkinin, öfkenin, protestonun sünmesini isteyecek tek odaktır.
ŞR’nin yıllardır gederek daha ağırlaşarak ve kronikleşerek hissetmeye başladığı, son seçimde de, en ileri derecede maruz kaldığı “köşeye sıkışmışlık ve yitmişlik hali”ne ilaç olacak bir şeydir “yumuşama...”
Hem, niye yumuşayacağız ki?
∗∗∗
On milyonlarca insanı açlık ve yoksulluk içinde yaşamaya mahkum eden, ülkenin bütün kaynaklarını, bütün bir halkın alın teri ve emekleriyle üretilmiş değerleri içeride ve dışarıda bir avuç tufeyliye, rantiyeye, hırsıza peşkeş çeken, kendi zevk ve sefaları içen vergilerimizi lüks harcamalara gömen iradeye karşı daha yüksek sesle ve daha “sert” muhalefet yapmak gerekirken, neden yumuşayalım ki?
ŞR’nin neredeyse tamamen kendine bağlı hale getirdiği yargı mekanizmasının, artık giderek daha az adalet dağıtan ve “adamına göre hüküm, çevresine göre hüküm” sisteminden zarar gören insanların sayısı atlanarak büyürken, Anayasa’ya, yasalara ve hatta Anayasa Mahkemesi kararlarına aykırı hareket eden, kararları tanımayan “saymeyyoz” mantığı ile AYM ve AİHM kararlarını yırtıp atan anlayış karşısında “yumuşamak”tan daha zararlı ve tehlikeli bir seçenek olabilir mi?
Can Atalay örneğindeki gibi, halkın seçtiği bir milletvekilinin bile AYM kararlarına (1 değil 2 karar) rağmen TBMM’ye girişinin engellenmesi, Silivri zindanında rehine tutulması, O. Kavala ve S. Demirtaş hakkındaki AİHM kararlarına adeta devlet eliyle “nanik” yapılması, hapishanelerde sırf siyasi hınç ve intikam uğruna, gazetecisinden akademisyenine, avukatından eski generaline kadar pek çok insana cefa edilmesi, “yumuşayalım belki çözülür” diye ihmal edilecek bir durum mudur?
Eğitim alanını, Anayasa’ya aykırı biçimde 1000 yıl öncesinin hurafeleriyle işgal etmeye çalışan “tarikat - cemaat düzeninin medrese kafasına” yem etmeye, yeni müfredat çalışmasıyla bu ülke milli eğitimini 100 yıl geriye çekmeye çalışan zihniyete karşı “yumuşamanın” getireceği tehlikenin farkında değil miyiz sanıyorsunuz?
Bir insanın en temel ihtiyacı ve hakkı olan sağlık hizmetini, “parası olmayanın satın alamayacağı” bir pahalı mal haline getirmenin yarattığı binlerce önlenebilecek ölüme karşı ses çıkarmamak, yani hizmeti alanın da verenin de artık tahammül edemediği bir çarpıklığa karşı sıkılı yumruklarla haykırmamak, asıl kendimize edeceğimiz en büyük kötülük olmaz mı?
Düşünce ve ifade özgürlüğüne vurulan prangalar, basın özgürlüğüne gece gündüz ateş edilmesi anlamına gelen kısıtlamalar, baskılar, yargılamalar, cezalandırmalar ve yasaklar, yumuşamak bir yana daha sert bir tonla kınanmayı, mücadele edilmeyi hak etmiyor mu?
Hür bir basının, hür düşüncenin, bilimsel özerkliğin, akademik özgürlüklerin savunulması, tam da bu süreçte “daha kararlı ve sert” bir mücadeleyi gerektirmiyor mu?
Yukarıda saydıklarıma ek belki yüzlerce farklı başlık altında sıralanabilecek “bu sorunlar yumağını üreten ve yaratan irade” yani ŞR’nin, tam da bu bu dönemde “Bakın, elimi uzattım. Yumuşamaya ihtiyacımız var” demesinin anlamı çok açık değil mi?
“Beni bu sıkıştığım köşeden kurtarın ki, başınıza daha da büyük belalar açayım” diye tercüme edilmeyi hak etmiyor mu?
∗∗∗
CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in, arkasına aldığı ve partisi açısından 47 yıl sonra gelen gecikmiş halk desteğinin özgüveni ile, iktidara yani ŞR’ye gidip, bu sorunları hatırlatması ve çözümü için tavır alması elbette ki desteği hak eden bir durumdur.
Ama bu durumun, Özel’in bunu “partinin puanlarını yükseltmek ve partisini iktidara taşıyacak bir fırsat olarak görmesinin” çok ötesinde bir anlam taşıdığı da gerçektir.
Nitekim Özgür Özel, Çarşamba gecesi Habertürk TV’ye verdiği özel röportajda (mealen) “Emeklilerin ve öğretmenlerin sorununa çözüm üretirlerse, 18 ve 26 Mayıs’ta yapacağımız öğretmen ve emekli mitinglerinden vazgeçebiliriz” demesi, bu hatalı yaklaşımın bir ürünü değil midir?
Bunun yanına, aynı Özgür Özel’in, Can Atalay olayının ardından Ocak ayında yapmayı kararlaştırdıkları “Anayasaya Saygı, Adalet” mitinginden “şehit cenazeleri bahanesi ile” vazgeçmiş olmasını ve hâlâ bu konuda yeni bir adım atmamış olmasını, 1 Mayıs’ta aldığı ya da “alamayıp yarım bıraktığı” tavrı da koyarsak, “halkın kitlesel talepleri için kitlesel eylem” ihtiyacına nasıl “yarım” baktığının bir kanıtı değil midir?
CHP Genel Başkanı ve partisinin bu konudaki her olumlu adımını alkışlarken, her “eksik ve yarım” kaldığı noktada eleştirmek de hakkımızdır.
(BİRGÜN)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder