30 Eylül 2023 Cumartesi

Alibaba ve haramilerine karşı - Orhan Gökdemir / soL

 

Kimsesizliğimiz azlığımızdan değil ama, örgütsüzlüğümüzden. İşçinin kimsesi yanındaki öteki işçidir çünkü. İşçiler birbirine yaslanarak, birbirine tutunarak güçlenir.

İstanbul’un Esenyurt ilçesinde 600 işçinin çalıştığı Trendyol deposunda küçülme ya da performans gerekçe gösterilerek en az 54 sendika üyesi işçi, geçen ağustos ayı sonunda işten çıkarıldı. Bu işçilerden 14’ü Esenyurt’taki depo önünde yaptıkları eylemi Trendyol’un Maslak’taki genel merkez binasına önüne taşıdı. Yapacakları ne var, gidip şirket binasının önüne oturdular. Belki de dünyanın en “barışçı” eylemiydi bu.

Ama Trendyol patronlarının işçilerin oturmasına bile tahammülü yoktu. Polis çağırdılar, oturan işçileri işaret ettiler. Polis etraftaki üç beş gazeteciyi uzaklaştırdıktan sonra, oturan işçileri ablukaya aldı. Kalkanların perdelediği alanda oturan işçileri teker teker yaka paça kaldırdılar, vura vura gözaltı otobüsüne tıktılar. Dayak gözaltı otobüsünde devam etti. Dövülen işçiler ters kelepçe ile zapturapt altına alınmıştı üstelik. Yani her birini bir tür kum torbası olarak kullandı polis. İşçiler kum torbası değildi, kan revan içinde kaldı haliyle. İşçilerle birlikte gözaltına alınan bir sendikacı üstünü başını işaret etti, “bunlar boya değil, kan” dedi, “kamuoyundaki sessizlikten güç alıyorlar" diye ekledi. 

Durum tam olarak böyleydi. Zaten suç mahallinde birkaç gazeteci vardı. Onları da uzaklaştırdıktan sonra polis ablukasının ortasında bir avuç işçi kaldı. Polis, ablukadaki işçileri hınçla döverken sadece işçilerin “işçiler kimsesiz” çığlığı duyuluyordu… 

Eli kolu bağlı işçilere atılan dayak mı, yoksa bu çığlıkları mı daha acıtıcı bilemedim. İşçiler kimsesizdir; tüyler ürpertici bir sınıf çığlığıdır bu. İşçiler kimsesizdir. İşçiler kimsesizse hepimiz kimsesiz. Büyük zenginler, onların kurduğu kahrolası sermaye düzeni dişimizle tırnağımızla yarattığımız bütün örgütlülükleri dağıttı çünkü. Üçer beşer yakalayıp dövüyorlar bir daha ayağa kalkmayalım diye şimdi. İşçiler kimsesiz, hepimiz kimsesiz. 

***

Polisin oturan bir avuç emekçiye bu kadar ölçüsüz bir şiddetle saldırmasının arkasında “Trendyol” adında yeni nesil bir şirket var. Trendyol'un 2021 yılındaki piyasa değerinin 15 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor ki krizdeki bir ülke için akıl almaz bir miktardır. Şirket dediğimiz merkezi İstanbul’da bulunan bir e-ticaret pazar yeri. Büyüyünce içine yabancı sermaye kaçtı. Çinli şirket Alibaba, şirketin yüzde 86,5 ile en büyük hissedarı. Şirketin kalan yüzde 6,96'sının Demet Mutlu'ya, yüzde 5,55'inin Evren Üçok'a, yüzde 0,78'inin Begüm Tekin'e, yüzde 0,21'inin Zeki Güçlü Kaya'ya ait olduğu biliniyor. Tam bir Alibaba ve üç beş harami öyküsü bu anlayacağınız. 

İşçilere üç kuruş vermemek için ayak sürüyen Trendyol, 700 milyon TL ödeyerek Süper Lig ve TFF 1. Lig sponsorluğunu üstlendi. Ardından Türkiye’nin önde gelen sanat etkinliklerinden olan Contemporary İstanbul’un partneri oldu. Partnerliğin ederi ne bilemiyoruz. İşçilere vermeye kıyamadığını, reklam aşkına oraya buraya bol keseden dağıtıyor özetle. 

Trendyol, Türkiye'de e-ticareti tekeline geçirmiş, arkasına ünlüleri ve medyayı almış, bu devasa gücü nedeniyle sendikaların ve muhalefet partilerinin eleştirmeye cesaret edemediği şişirilmiş bir canavar. Muhalif bir gazeteyi ve ana muhalefet partisini rüşvetle hizaya sokacak kadar güçlü. İşçiler bu canavara karşı tek başlarına. Sahipleri ta Çin’den akraba buldu kendilerine, 15 işçi 20 milyonluk şehirde kendilerine destek olacak 1000 kişi bulamadı. 

***


Kimsesizlik bizim sınıfımızın dramıdır biliyoruz, ama insanlığın da dramıdır artık. Zira insanlık uzun bir süredir sınıfımızdan ibarettir. Burjuvazinin insanlık ailesi ile bir bağı kalmamıştır, demek istiyorum. Bu teşhisin erken ortaya çıkmış örnekleri var: Geçen hafta köpeklerin önüne atılmaya teşebbüs edilen Yılmaz Güney’in “Zavallılar”ı bunlardan biri. Zavallılar kimsesizlerdir. Brueghel’in “Körler”i de zavallılardır. Her ikisinde de zavallı insanlar vardır, her ikisindeki insanlar da kimsesizdir. Haliyle hikayeleri tüyler ürperticidir. 

“Zavallılar” bir şekilde yolları kesişen, hayatın sillesini yemiş, rüzgâra kapılmış halde oradan oraya sürüklenen üç yoksul adamı ve onlara bu zavallı hallerine aldırmadan çelme takmaya çalışan zalim bir dünyayı anlatır. Abuzer, küçük yaşta babasını kaybetmiş, üvey baba zulmüne maruz kalmış, annesi bu zulme son vermek için elini kana bulayınca sokaklarda büyümüştür. Arap, aylarca bedava çalıştırılmış, hakkı olanı kendi usulünce tahsil etmiş bir suçludur. Hacı, bağlandığı hayat kadınını öldürüp hapse düşen başka bir zavallıdır. Çile çeken bu karakterlerin her birinin karşısına pembe popolu bir küçük burjuva çıkacak, hayatlarına dokunmadan çekip gideceklerdir. Küçük burjuvalar, zavallıların hayatında bir seher yeli bile değildir. Açlığı, yoksulluğu, çaresizliği, zavallılığı, kimsesizliği bilmeyenlere, moda deyimle “deneyimlemeyenlere” öneririm. Ürpermek için birebirdir. 1974’ten bu yana ülkede zenginlik arttı ama çaresizlik de arttı. Arada her zaman tuzu kuru cahil pembe popolular var, Yılmaz Güney’i bu nedenle tartışıyoruz. 

Brueghel’in Körler’i ise ta 1568’de girmiş hayatımıza. Gördüğümüz şu; Birbirlerinin sopalarına ve omuzlarına tutunan kör keşişler yürüyor. Körlerden ilki bir çukura düşmüş ve düştüğünün farkında. Ardındaki ikinci kör, önde giden kör düştüğü için dengesini yitirmiş, çukurdaki körün üzerine kapaklanmak üzere. Üçüncü kör, bir şeylerin ters gittiğinin farkında ama ters gidenin ne olduğunu henüz algılayamamış. Gerideki üç kör ise birkaç adım sonra başlarına geleceklerden habersiz, çaresiz öndekileri izlemekte... Fonda görünen köyde bu altı körün dışında kimse yok. Ortalıkta bir kilise. Belli ki körler düşerken köy halkı pazar ayininde. Belki de hepsi, körlerin çukura yuvarlanmakta olduğu tam o anda İsa’nın Farisiler hakkında söylediklerini dinlemekte. Kiliseden çıktıklarında onlar da birbirlerine tutunarak çukura doğru ilerleyecekler... Zavallılığın arkasında hep büyük bir çaresizlik var. 

Brueghel, Avrupa’da süren acımasız din savaşlarının ortasında yapmış bütün resimlerini. Orta Çağın cilalayıp kutsadığı insanı azizlik mertebesinden indirmiş ve birer köylü suretinde yeniden yaratmış. Onun için “Köylü”ye çıkmış adı. Köylü mü, bilinmez ama tarihin dehlizlerinden süzülüp gelen bir devrimci olduğunda kuşku yok.


"Para Çantalarıyla Kasaların Savaşı" adlı resminin altına şunları yazmış; "Sakın bırakmayın altın dolu küplerinizi sandıklarınızı, kumbaralarınızı... Altınlarınız ve servetiniz için sıklaştırın safları…" İşte din savaşlarının aslında birer “para” savaşı olduğunun en eski kanıtlarından biri daha. Din, soyulmuş zavallılar içindir!

Böyledir; dinin en yaygın olduğu zamanlar, ahlaki düşkünlüğün doruğa çıktığı zamanlardır. Ölçüsüz dindarlık ve ahlaki düşkünlük körleştirir. Her şey koca bir çukura dönüşür. İnsanlığın çukurudur bu. Körler’in ressamı Brueghel, işte o insanlık çukurunu resmetmekteydi. Çukur kapitalizmdir, çukura düşürdükleri ise tartışmasız zavallılardır. 

***

Sakın bırakmayın altın dolu küplerinizi sandıklarınızı, kumbaralarınızı... Altınlarınız ve servetiniz için sıklaştırın safları… 500 yıllık bir hikâye bu. Altınları ve servetleri için safları sıklaştıranlar kazandı, çünkü yoksullar onlara karşı saflarını gevşek bıraktı. Safı sıkı olmayan yoksullar zavallılaşır, rüzgâra kapılmış bir yaprak gibi oradan oraya sürüklenir, itilir kakılır. Kimsesizlik, hele saldırı altındaysan, ürkütücüdür.

İşçiler kimsesiz… Tüyler ürpertici bir sınıf çığlığıdır bu. İşçiler kimsesiz. İşçiler kimsesizse hepimiz kimsesiz. Büyük zenginler, onların kurduğu kahrolası sermaye düzeni dişimizle tırnağımızla yarattığımız bütün örgütlülükleri dağıttı çünkü. Üçer beşer yakalayıp dövüyorlar bir daha ayağa kalkmayalım diye şimdi. İşçiler kimsesiz, işçiler kimsesiz, hepimiz kimsesiz. 

Kimsesizliğimiz azlığımızdan değil ama, örgütsüzlüğümüzden. İşçinin kimsesi yanındaki öteki işçidir çünkü. İşçiler birbirine yaslanarak, birbirine tutunarak güçlenir. Birbirine tutunamamışsa işçi, kimsesizdir. İtilip kakılırken bakarsınız, çaresizlik bulaşıcıdır, durumuna en çok oturup ağlarsınız.

“…bir şafak vakti karanlığın kenarından
                onlar ağır ellerini toprağa basıp
                                          doğruldukları zaman…”

İşte o zaman, zavallılar, yeni bir dünya kuran şanlı devrimcilere dönüşür. 

Onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman… Doğrulacağız öyleyse. Tarihe yön veren bir güç olduğumuzu yeniden hatırlayacağız. Bir daha hiçbir işçi kimsesiz kalmayacak.

Orhan Gökdemir / soL 


29 Eylül 2023 Cuma

AKP iktisadiyatı II: İlkel birikim -Serdal Bahçe / soL

 

"Şimdilerde bazı Marksistlerin de iddia ettikleri gibi ilkel birikim sürekli sistemik bir süreçtir. İlkel birikim güdüsü zamane kapitalizminde ayyuka çıkmıştır."

Sordum çiftlik sahibine

Dedi ki: "Babamdan kaldı."

O da sordu babasına

Dedi ki: "Babamdan kaldı."

Kaldı kaldı dünya kaldı

Kaldı da kime kaldı

Aşık Mahzuni Şerif

İlk nerede, nasıl başladı? İlk sermayedar ve ilk emekçi nasıl ortaya çıktı. Burjuva tarihçiler ve iktisatçılar buna fabl, masal tadında bir cevap verirler. Marx da onları, özelikle de burjuvazinin ilk sistematik gurusu Adam Smith’i burada yakalar. Deyim yerindeyse onların kökene ilişkin Ezop masalı tadındaki cevaplarını yerin dibine geçirir:

“İlk günahın teolojide oynadığı rolün aşağı yukarı aynısını, ekonomi politikte ilk(el) birikim oynar. Adem Baba elmayı ısırdı ve insan ırkı günahı yüklendi. Günahın kaynağı, onu geçmişe ait bir öykü olarak anlatarak açıklanır. Evvel zaman içinde, bir tarafta çalışkan, akıllı ve her şeyden önce de tutumlu bir seçkinler grubu, diğer tarafta tembel, ellerine geçen her şeyi ve daha fazlasını har vurup harman savuran bir serseriler grubu vardı. Teolojinin ilk günah efsanesi bize, kuşkusuz, insanoğlunun ekmeğini alnının teriyle kazanmaya nasıl mahkum edildiğini anlatır; ekonomik ilk günah tarihi ise, buna ihtiyaç duymayan insanların nasıl olup da var olabildiklerini açıklar. Aynı şekilde. Böylece, birinciler zenginlik biriktirdi ve ikincilerin elinde sonunda kendi derilerinden başka satacakları bir şey kalmadı. Ve olanca çalışmalarına rağmen, hala kendilerinden başka satacakları hiçbir şeyleri olmayan büyük kitlenin yoksulluğu ve çalışmayı çoktan bırakmış azınlığın buna rağmen sürekli büyüyen zenginliği işte bu ilk günahla başlar. Böylesine çocukça safsatalar…resmi devlet ciddiyetiyle hala tekrarlanır. Ne var ki, mülkiyet sorunu gündeme gelir gelmez, çocuk kitaplarına özgü bir açıklamaya, her yaştan ve tüm gelişkinlik düzeylerindeki insanlar için tek uygun açıklama olarak sarılmak kutsal bir görev olur. Gerçek tarihte, en önemli rolü fethin, boyunduruk altına almanın, soygun için insan öldürmenin, kısacası zorun oynadığı bilinir… Gerçekte, ilk(el) birikim yöntemleri her şey olabilir, ama saf ve temiz olmadıkları kesindir.”1

Marx pek açık bir şekilde liberal burjuva iktisatçıların ve tarihçilerin ilkel birikimi açıklarken kullandıkları açıklamayla dalga geçmektedir. Onlara göre başta herkes aynıydı, eşit şartlar altında yaşıyordu (tam bir liberal safsata). Ancak toplum içinde bir grup, toplumun geri kalanın aksine, kazandığının tamamını harcamak yerine bir bölümünü biriktirdi. Böylece bir süre sonra bu birikimler sermayeye ve kapitalist üretime dönüştü. Kazandığından birikim yapmadan, eline ne geçerse harcayan toplumun geri kalan büyük kısmı ise işçi sınıfını oluşturdu ve birincilerin yanına işçi olarak girdi. Bu kadar basit ve bu kadar açık işte. Size neyi hatırlattı bu masal? Ağustos böceğiyle karıncayı değil mi? “Evvel zaman içinde” şeklinde başlayan bu çocuksu masal aslında burjuva sosyal düşüncesinin alıklaştırıcı doğasını da gözler önüne sermektedir.

Marx haklı bir şekilde işin aslının pek de öyle olmadığını pek çarpıcı bir şekilde ifade eder: “Gerçek tarihte, en önemli rolü fethin, boyunduruk altına almanın, soygun için insan öldürmenin, kısacası zorun oynadığı bilinir… Gerçekte, ilk birikim yöntemleri her şey olabilir, ama saf ve temiz olmadıkları kesindir”. Böylece sermayenin ve işçi sınıfının ortaya çıkışlarının, liberal burjuva tarihçilerin iddia etiğinin aksine pek de barışçıl bir süreç olmadığını ortaya koyar; acılı ve şiddet dolu bir süreçtir. İlkel birikim hem şiddettir hem de yozlaşma. Siyasi zorun faili olduğu süreç zorla el koymayı, spekülasyonu, borçlandırarak ele geçirmeyi, hakların ve doğanın gaspını içerir. Ortada ne ağustos böceği vardır ne de karınca. Sadece mutlak ve ceberut bir devletin siyasi ve askeri desteğini arkasına alarak doğan sermaye vardır. Bu kadar açık işte.

Buraya kadar güzel. Ancak bir sorun var yine de. İlkellik iki şeye birden işaret eder. Birincisi gelişkinliğin karşıtı olarak tarih öncesi bir ilkelliğe, normal olanın başına ve öncesine işaret eder.  İkincisi de gelişkinliğe has kural ve kurumların öncesine, her şeyin şiddetle ve zorla çözüldüğü bir döneme işaret eder. Yasallık yerine şiddet, kurumsallık yerine keyfiliğe açılır. Baskın görüşe göre kapitalizmin erken şafağında yaşanmış ve sermaye birikimi gelişkin bir düzeye ulaşınca yerini “normal”, “işlerin gönüllü bir şekilde işlediği” “kurallara ve kurumlara bağlı” bir kapitalizme bırakmıştır.

Peki öyle midir? Ne yazık ki çoğu Marksist bile ilkel birikimin geride kaldığını, kapitalizmin başlangıcında yaşanıp bittiğini kabul eder gibi görünmektedir. Sermaye birikimi siyasetin, toplumun ve gündelik hayatın her hücresini ele geçirince şiddete ve siyasi zora, el koymaya ve zorlamaya ihtiyaç duymayan bir kapitalist dünya doğmuştur. Doğmuş mudur?

Hatta bazı Marksistler kapitalizmin bu normal dönemini feodalizme kıyasla tanımlarken feodalizmde siyasi zorun, kapitalizmde ise ekonomik zorun geçerli olduğunu kabul eder hale gelmiştir. Ekonomik zor ise şu anlama gelmektedir; işçi çalışmazsa açlıktan ölür, sermaye çalışmazsa değersizleşir. Böylece sermaye ile işçi birleşerek birikimi ve üretimi başlatmak zorunda kalırlar, burada siyasi zora, askeri zorlamaya gerek kalmaz. Böylece centilmence bir kapitalizm başlar. Yeniden soralım: öyle midir?

Kapitalizmin tarihi pek de öyle olmadığını göstermektedir. Öyle olduğunu ifade eden teze pek çok kanaldan itiraz edilebilir. Bu kanalardan birincisi pek tabi ki kapitalizmin emperyalist niteliğiyle ilgilidir. Emperyalizm barışçıl bir süreç değildir; barışçıl yöntemleri kullanır bazı durumlarda ancak doğası gereği militaristtir. Havucu az, sopayı çok kullanır. Üstelik sürekli bir eğilimdir. Sermaye birikimi belirli bir büyüklüğe ve derinliğe ulaşınca sınır ötesileşmek zorundadır. Bu durumda arkasına devleti ve tüm mekanizmasını alarak denizlerin ötesine açılır. Sadece bu kanal bile kapitalizmde zorun sadece ekonomik zor olduğu iddiasına karşı çıkmak için yeterlidir.

İkincisi ise yasallık meselesidir. Burjuvazi kendi kanunlarını bile çiğneyerek aşma konusunda pek mahir ve pek ikiyüzlü bir sınıftır. Kendi toplumsal sözleşmesine ilk o ihanet eder.  İlkel birikimin geçerli olduğuna inanılan dönemdeki yasallığı ezme geçme eğilimi kapitalizmle birlikte artmış ve hatta genelleşmiştir. Burjuvazi kendi sorunlarını çözerken yasal sınırlar içinde kalmak gibi bir hassasiyete sahip değildir; devleti de öyledir. Yasallık esnek bir tanımlamaya sahiptir her zaman; burjuvazinin çıkarlarına ulaşma yolları kadar esnek bir yapılanmadır. Dolayısıyla yolsuzluk istisnai, kazai bir durum değildir kapitalist toplumlarda; tam tersine kalıcı ve sistematiktir. Bazı tarihsel dönemlerde toplumsal tepki ve muhalefet burjuvaziyi ve yoz bürokrasiyi gemleyebilir ve hatta kısa vadede yasallığın ve şeffaflığın ebedi olacağına dair sahte bir duygu bile yaratabilir. Gelişmiş kapitalist toplumların yakın tarihinde bu türden dönemlerin örnekleri vardır. Ancak emekçilerin baskısı hafiflemeye ve gerilemeye yüz tutunca yasallık da kolayca çekilip atılabilecek bir örtüye dönüşür.

Kapitalizm son 40-50 yılık süreçte bunu apaçık bir şekilde yaşamaktadır. IMF ve Dünya Bankası’nın, ve sermayenin küresel diğer kurumlarının sürekli hesap verebilirliğe ve şeffaflığa yaptıkları vurgu boşuna değildir. Sermayenin mutlak egemenliği tüm yasallıkların ve tüm denetimlerin aşındığı bir çağa denk düşmektedir. Dolayısıyla gelişmişinden azgelişmişine tüm kapitalist ülkeler öyle ya da böyle bir tür pervasız yolsuzluk döneminden geçmektedirler. Bu pek de centilmence bir kapitalizm değildir, bildiğiniz yağma ve talandır.

Bir başka kanal ise kamunun üretken varlıklarının yağması anlamındaki özelleştirme sürecidir. Sermayenin karşı devrimi kamusal ve ortakçı üretken kapasitenin sermaye tarafından özümsenmesine yol açmıştır. Bu ele geçirme öyle pek de piyasa kanalıyla olmamış, tam tersine süreç burjuva politikacılar ve sermayenin programına imanı tam bürokratlar tarafından yürütülmüştür. Üstelik özeleştirmenin dolu dizgin sürdürüldüğü her yerde ortalığa pis kokular saçılmış, her bir özelleştirme sermaye gruplarının kayrıldığı ve devletin ve halkın zarara uğratıldığı bir skandala dönüşmüştür. Bazı hesaplamalara göre, 1980’lerin başından bu yana süren bu talan rüzgarının yarattığı pastanın büyüklüğünün 1-2 trilyon dolar civarındadır. Üstelik bu değerin satılan kamu varlıklarının gerçek değerinin çok altında olduğunu da sakın unutmayın. Bu talanın, Marx’ın anlattığı ilkel birikim dönemindeki talandan ne farkı vardır acaba?

Özelleştirme ile birlikte ve ona eşlik ederek işleyen başka bir süreç ise kamusal hizmetlerin, sağlığın, eğitimin, serbestleştirilmeleridir. Buradaki “serbest”leştirme şirin bir olguyu anlatır gibi görünse de kamusal eğitim ve sağlık hizmetlerinin özel sektör tarafından da sunulmaya başlanması anlamına gelmektedir. Üstelik özel sermayenin bu sektörlere girişi kamusal hizmet sunumunun kalitesini ve yaygınlığını arttırmamıştır. Tam tersine hem kalitesini düşürmüştür, hem de özel sermaye daha çok kâr elde etsin diye kamusal hizmetin boyutları giderek daraltılmıştır (Türkiye’deki sağlık ve eğitim hizmetlerini bir düşünün). Bu türden bir ilkel birikimin asıl yükünü emekçiler çekmektedir. Öncelikle emekçiler bu hizmetlerin kamusal sunumunun kısılması ve kalitesinin düşüşünün toplumsal ve biyolojik etkilerini doğrudan yaşamaktadırlar. Emekçiler, düşük reel ücretlerden dolayı, özel eğitim ve sağlık hizmetlerinden zaten yararlanma şansına sahip değildirler. Özel eğitim ve sağlık zenginlerin taleplerine göre düzenlenmektedir. Böylece emekçiler ve yoksul halk için kalitesi ve kapsayıcılığı düşen kamusal eğitim ve sağlık, zenginler için ise çeşidi, kalitesi ve olanakları artan özel eğitim ve sağlık hizmetleri şeklinde ikili bir yapı ortaya çıkmıştır. Dahası kamusal eğitim ve sağlığın kendisi de giderek paralı hale getirilmiş ve emekçiler için bu ek bir yük haline gelmiştir. Bu durumdaki bir işçi sınıfı, baskı altında, daha ucuza ve daha uzun çalışmaya razı olmaktadır. Marx’ın ilkel birikimi de kalabalık ve ücreti düşük, direnme kapasitesi olmayan bir işçi sınıfı yaratmıştı; bunun ne farkı var?

Yine özelleştirme başlığı altında anılması gereken ancak ayıca ele alınmayı hak eden bir başka olgu da doğanın sermayeleştirilmesidir.  Kamusal mülkiyet altındaki toprağın, nehirlerin, göllerin, derelerin, dağların ve hatta tepelerin sermayeye peşkeş çekildiği bir dönemi yaşıyoruz. Bu peşkeş çekme çok garip ve inanılmaz görüntülere yol açmaktadır. Örneğin Latin Amerika ülkelerinde koca nehir parçalarının paralı sulama ya da enerji üretimi için bir bütün olarak özel şirketlere verildiğine şahit olduk. Koyların özel balık üretme çiftliklerine tahsis edildiği, yine koyların ve sahillerin büyük otel zincirlerine teslim edildiğini izledik. Tarihsel ilkel birikim doğal kaynakları özel sermaye birikiminin erişimine açmıştı, şimdi olan nedir?

Bu kanallara pek çok ekleme yapılabilir. Örneğin finansallaşma ve borçlanma süreçleri de ekonomi ötesi bir zorlama ve talan anlamlarına gelmektedirler. 1980’lerin başında küresel sermaye azgelişmiş yoksul ulusları yüksek borçları nedeniyle toplumsal ve ekonomik maliyeti yüksek bir talana mahkum etti. Şimdilerde toplumun düşük gelirli emekçi kesimleri gırla borçlandırılıyorlar, böylece sermayenin tahakkümüne daha açık, yüksek sömürüye daha uygun hale geliyorlar. Kim ilkel birikimin hatırlayamadığımız bir çağda bittiğini iddia edebilir artık? Kim kapitalizmin siyasi zora ihtiyaç duymayan, nezaket içinde işleyen ve sömüren bir sistem olduğuna inanır artık?

Nitekim şimdilerde bazı Marksistlerin de iddia ettikleri gibi ilkel birikim sürekli sistemik bir süreçtir. İlkel birikim güdüsü zamane kapitalizminde ayyuka çıkmıştır. Bunun Türkiye’deki izdüşümü AKP iktidarlarıdır. Nasıl mı? Gelecek haftaya artık…

  • 1.Marx, 2011, Kapital I, çev. M. Selik ve N. Satlıgan, Yordam, ss. 686-687. Ancak kısa bir not ekleyelim. Mehmet Selik/ Nail Satlıgan çevirisinde “ilkel birikim” yerine “ilk birikim” tercih edilmiştir. Her ikisi de aramızdan göçmüş durumdadır, ışıklar içinde yatsınlar. Metnin Almanca aslına göre “ilk birikim” daha uygundur ancak Türkçeye “ilkel birikim” diye girdiği için, ve “ilkel birikim” hem ilk gelişkin olmama durumunu hem de sermaye birikiminin vahşetini daha iyi anlattığı için asıl metindeki “ilk birikim” yerine yazıda “ilkel birikim” kullanılmıştır.

Külliyeloji - Zafer Yörük / duvaR

 

Kendini Külliye duvarları ardında emniyete almış kapalı ve loş bir rejim tarafından yönetiliyoruz. Halimizi tam olarak idrak edebilmek için Türkiye uzmanı ekonomist, sosyolog ve siyaset bilimcilere ilaveten Külliyeloglara olan ihtiyacımız her geçen gün artıyor.

Kremlinoloji, Slovak filozof Slavoj Zizek’e göre Sovyetoloji’nin tam tersidir. Sovyetoloji, sosyal bilim dallarının araştırma yöntemleriyle Sovyet toplum ve devletinin yapısal analizini ve değişim dinamiklerini saptama faaliyetinin genel adıydı. Ama dünyanın çoğu ülkesinin sosyal ve siyasal dinamiklerini anlamak için yeterli bulunan bu uzmanlık faaliyeti, Sovyetler Birliği ve onun kontrolündeki Doğu Avrupa rejimlerinin hal ve gidişini açıklamakta yetersiz kalıyordu.

Batılı gözlemciler Sovyetler Birliği’nden gelen bilgileri güvenilir bulmakta zorlanıyorlardı. Pravda, İzvestia, TASS ajansı gibi medya kuruluşları, resmi gündemlerin ve yanıltıcı enformasyonun yayılması için kullanılıyordu. Önemli mevki sahibi şahsiyetlerde, farklı iktidar odakları arası ilişkilerde ve Sovyet siyasetinde önemli değişimler gizlice gerçekleşiyordu. Bu koşullar altında çalışan analistler satır aralarını okumakta uzmanlaşmak durumundaydı. Sovyet iç siyasetinde olup bitenleri anlamak için her toplantı, fotoğraf, görüntü ve konuşma en ince ayrıntısına kadar analiz edilmeye başlandı. Bu analitik faaliyet, giderek farklı bir meslek, hatta ayrı bir ‘bilim dalı’ haline geldi: Kremlinoloji. Kremlinologlar, sistemin işleyişi üzerine Moskova’da karar almaya yetkili bir grup insanın söz, tavır ve jestlerini semiyotik (göstergebilimsel) tekniklerle ayrıntılı okumalara tabi tutarak sonuçlar çıkarıyor ve sistematik olarak raporluyorlardı.

Gorbaçov’un ‘Glastnost’ hamlesi ve devamında Yeltsin’in yer yer ifşaata varan aşırı şeffaflığı, Kremlinologları bir süre için işsizlik riskiyle karşı karşıya bıraksa da Putin’in gelişiyle birlikte durumun yeniden ‘normale’ döndüğü görüldü. Kremlinologlar, 2000’li yıllarla birlikte yeniden işbaşı yaptılar ve o günden beri de yoğun çalışma içindeler. Dahası, sayısı giderek artan benzer kapalı toplumların iç siyasetini anlamak amacıyla benzer yöntemleri kullanma zorunluluğu giderek yaygınlaşıyor. Batılı analistler açısından bir süredir Türkiye uzmanlığı ötesinde bir Külliyeloji ilminin zorunluluğu, böyle bir küresel atmosfer içinde ortaya çıktı.

Türkiye’nin ‘muasır medeniyet seviyesindeki’ Batılı ideal modelleri düzeyinde şeffaf ve ‘açık toplum’ olduğunu cumhuriyet tarihinin herhangi bir dönemi için iddia etmek oldukça zor olmakla birlikte siyasal rejimin loşluk ve kapalılık hallerinde başkanlık sistemi ve Külliye sarayına taşınmayla birlikte bir artış kaydettiği de yadsınamaz. İç siyasi gelişmeler, çoğunlukla Kremlin muadili Külliye’nin kalın duvarları ardında birkaç başdanışman ya da oligarkla Başkan arasındaki istişareden doğan kararlardan ortaya çıkıyor. Kararlar öncesi/esnası/sonrasında yaşananlar ve siyasal elit içi etkileri ancak Churchill’in Kremlin siyasi entrikalarını tasvirde kullandığı “halı altındaki bulldog kavgası” benzetmesi dolayımıyla algılanabilir hale geliyor: “Dışarıdan biri yalnızca kükreme ve hırıltıları duyar ve ancak kemiklerin halı altından etrafa saçıldığı görüldüğünde kimin kazandığı belli olur. ”Bu ahval ve şerait, parti-devlet içi güç odaklarında, AKP nomenklaturası içinde, oligarklar arasında ve muktedir mevkideki şahsiyetlerde cereyan eden ani değişimlere vakıf olabilmek için, Kremlinoloji a la turca olarak tanımlanabilecek Külliyeloji ilminin erbabına müracaatı şart kılıyor.

İÇİŞLERİ SAVAŞLARI VE MAFYA’NIN MAAŞ BORDROSU

Bu tür içe kapanma ve loşluk eğilimi içinde Külliyeloglar, neredeyse tamamen Külliye güdümü altında Enformasyon Başkanlığı basın bülteni olarak iş gören medya organlarının satır aralarını okumakta uzmanlaşmak, her toplantıyı, fotoğrafı, görüntüyü ve konuşmayı en ince ayrıntısına kadar analiz etmek görevini icra ediyorlar.

Yakın zamanda Ayhan Bora Kaplan adlı bir kişinin tutuklanması, özellikle eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile bağlantılandırıldı. Resmileşmiş medya ve sosyal medya izahatlarının aksine Külliyeloji; yeni İçişleri Bakanı Yerlikaya’nın Erdoğan’ın icazetiyle Soylu’ya karşı mücadele başlattığı, mafyalaşmış ülkücülerin ve derin devletçi Mehmet Ağar kadrolarının siyasi mevkilerden tasfiye edilmekte olduğu gibi analitik bulguların altını çiziyor.

Oysa her makul ve orta zekalı TC vatandaşı nezdinde Ayhan Bora Kaplan ve kalaşnikovlu çetedaşları, Süleyman Soylu önderliğinde TRT’yi FETÖ işgalinden kurtaran ‘15 Temmuz kahramanları’ olarak bilinirdi. Zaman içinde algılar değişiyor ama MHP liderliğinden gelen “Süleyman Soylu’nun üzerine daha fazla gitmeyin” mealindeki ihtarın anlamı da katmerleniyor. Zaten Soylu da arkadaşı Kaplan’ı tutuklayanları ‘operasyon çocukları’ olarak nitelemişti. Churchill’in deyişiyle, halı altında hırıltılar ve kükreyişler giderek yükseliyor ama aşağıdan hangisinin kemiklerinin uçmaya başladığını söylemek için henüz erken.

BABA, OĞUL VE KUTSAL DAMATLAR

Lauren Goodrich, sivil CIA olarak bilinen Strafor’un analistlerinden biridir ve Kremlinolojinin önemli isimleri arasındadır. Ona göre, Sovyet eliti içi mücadelenin keskinleştiği başlıca iki durum önemlidir: Birincisi, pastanın daralması yani iktidar üzerinden dağıtılan rantta kesinti zaruretinin ortaya çıkmasıdır. Bu durumda kimin ya da kimlerin dağılım dışı bırakılacağı üzerine bir mücadele başlar ve karşılıklı açıklar ortalığa serilir. Cari içişleri bakanının selefi üzerine yürümesi böyle bir paylaşım savaşı kapsamında değerlendirilirse anlam kazanabilir.

Goodrich’e göre ikinci keskinleşme ortamı, iktidarın tepesinde bir isim değişiminin kaçınılmaz olduğu durumdur. Stalin’in ölümü sonrası yaşananları örnek vaka olarak kullanır. En bariz veliaht, hem başbakan hem de Komünist Parti sekreteri olan Malenkov’dur. Ama Stalin’in yerini almaya en hevesli aday olan Kruşçov, en güçlü mevkiye sahip gizli polis NKVD Şefi Beria ile birlikte Malenkov’a karşı tavır alır ve rakibini güçsüzleştirir. Ardından, Malenkov’la birlikte Beria karşıtı hizip savaşı başlatır. Ama Beria’yı alt etmek için Kızıl Ordu’ya ihtiyaçları vardır ve ordu komutanları, tanklarıyla birlikte o sırada Doğu Berlin’deki ayaklanmayı bastırmak üzere ülke dışında bulunmaktadır. İki elebaşı, Beria’yı devirme girişimi için altı ay ordunun dönüşünü beklerler ve sonunda hedeflerine ulaşarak Beria’yı kurşuna dizdirirler. Kruşçov iktidara gelir.

Goodrich, günümüzde de Rus gizli servisi FSB, Askeri istihbarat servisi GRU, Rus genelkurmayı, oligarklar ve iş çevreleri (yakın zamana kadar bu listeye Wagner de dahildi) olarak listelenebilecek çoklu iktidar odakları arasında bir mücadele içinde Putin’in politikalarının ve kaderinin belirlendiğine işaret ediyor.

Külliyeloglar da günümüzde çeşitli iktidar odakları arasında yürüyen kavganın taraflarını birkaç kategoride tanımlayacaklardır. Öncelikle aile içi ile dışı arasında Malenkov-Kruşçov muadili bir mücadele gözlemlenebilir. Süleyman Soylu, Hakan Fidan, İbrahim Kalın, Hulusi Akar ve Numan Kurtulmuş, aile dışından veliahtlık hevesi içinde olanlar listesinde bulunuyor. Berat Albayrak’la Soylu arasında 2018’de gerçekleşen omuz atma vakası, Albayrak’ın kararlılığı olarak okunmuştu: Tayyip Erdoğan sonrası siyasal iktidar, aile dışına kaptırılmayacaktır.

Nitekim Külliyeloji uzmanları, Soylu tasfiyesinin arkasında damat Berat beyle koordinasyon içinde çalışan KÖZ grubunun olduğuna dikkat çekiyorlar. Adını geçmişte Gülen’in Emniyet İmamı olan Kemal Özdemir’den alan bu grubun, polis teşkilatı içinde etkili ve yaygın olduğu vurgulanıyor. Öte yandan Berat Albayrak’ın uzun süredir İstanbul Emniyeti’ni kontrol altında tuttuğu her gözlemcinin malumu. Bu durumda közcülerin, polis içi ve çeperindeki Milli Damarcılara (Soylu ve Ağar taraftarlarına) karşı bir operasyon başlatmış oldukları anlaşılıyor. Hepsi iktidar bülteni gibi görünse de Sabah gazetesi, Albayrak ve Közcülerle birlikte tavır alırken Yeni Şafak, Milli Damar yani Soylu ve Ağar tarafında yayınlar yapmaktadır. Demokratik bir anti-mafya operasyonunun perde arkasında damat Berat güdümlü közcülerin, Tayyip bey ailesi dışından iktidar ortaklığı hayali kuranların cümlesine had bildirdikleri anlaşılıyor.

Ama Külliye mücadelesi burada bitmiyor; aile içinde de devam edeceğe benziyor. Külliyeloglar, doğal veliaht (şehzade) Bilal Erdoğan’ın göz ardı edilmemesi gerektiğini, TÜGVA ve benzeri paramiliter ve bol paralı örgütlenmelerin lideri olarak her an bir geri dönüşe hazır beklemede olduğunu vurguluyorlar.


Diğer damat Selçuk Bayraktar ise SİHA’cı olarak kazandığı ün üzerinden Berat beyin ekonomi yönetimindeki başarısızlığını vurgulayarak tahta talip olabilir. Her ne kadar aile içi kendi arasında mücadeleye odaklansa da Hakan Fidan ve İbrahim Kalın gibi henüz Erdoğan’ın gözünden düşmemiş ‘prensler’ de tahta talip olabilirler. Hakikatin basketbol potasına gizlenemeyecek hale geldiği şartlar ortaya çıktığında, aile dışı iktidar odaklarıyla aile, aile içinde ise şehzade erkek evlat ile veliaht damatlar arası çok yönlü bir savaşa şahit olmak kimseyi şaşırtmamalı.

Kendini Külliye duvarları ardında emniyete almış kapalı ve loş bir rejim tarafından yönetiliyoruz. Halimizi tam olarak idrak edebilmek için Türkiye uzmanı ekonomist, sosyolog ve siyaset bilimcilere ilaveten Külliyeloglara olan ihtiyacımız her geçen gün artıyor.

Zafer Yörük / duvaR


Hizbullah'ın gazetecilere mesajı: 'Biz yapacağız, sizin gıkınız çıkmayacak' + Hizbullah dosyası (I+II+III)-Özkan Öztaş/soL-Özel

 

Hizbullah'ın gazetecilere mesajı: 'Biz yapacağız, sizin gıkınız çıkmayacak' 
Hizbullah'a yakınlığı bilinen Kur'an Nesli Platformu çocukları sokakta tekbirlerle yürütüyor, görüntülerini paylaşıyor ama gazeteciler bu görüntüleri paylaşınca tehdit ediyor.

Hizbullah’a yakınlığıyla bilinen Kur'an Nesli Platformu geçtiğimiz gün Adana'da yine çocuklarla etkinlikler düzenledi. Laik değil şeri hukuk isteyen dernek, her sene okulların yeni açıldığı dönemde benzer etkinlikler düzenliyor ve ilkokul çağındaki çocukları hedefine alıyor. 

Aynı zamanda "Harem-selamlık" eğitim talep eden gerici dernek, geçtiğimiz günlerde de Batman'da yine ilkokul çağındaki çocukları bir araya getirerek yürüyüş düzenlemişti. 

Hizbullah'ın legal arayışları ve platformlar

1990'lı yıllara damgasını vuran, işkenceler, faili meçhuller ve domuz bağı yöntemiyle gerçekleştirdiği cinayetlerle anılan Hizbullah 2000'li yılların başında devlet tarafından kara listeye alınmış ve Beykoz'da gerçekleştirilen operasyonların akabinde örgütün bağlantıları koparılmıştı. 

Bu süreçte legalleşme arayışına geçen Hizbullah, yani "Allah'ın Partisi", önce Mustazaf-Der sonra da Peygamber Sevdalıları Platformu ile bu arayışlarına devam etti. Yine Allah'ın Partisi manasına gelen Hüda-Par'ın kuruluşuna eşlik eden aynı çevre sosyal organizasyonlarının önemli bir kısmını kurdukları "platformlar" ve "dernekler" aracılığıyla hayata geçiriyor. 

Kur'an Nesli Platformu da benzer şekilde çalışmalar yapan ve hedefine daha çok 7-12 yaş arası çocukları koyan bir platform. Geçtiğimiz günlerde Diyarbakır ve Batman'da ilkokul çağındaki çocukları benzer etkinliklere dahil eden platform sosyal hukuk devletine ve cumhuriyete yekten karşı çıkıyor. 

  Platform düzenlediği etkinliklerde çocukları hedef alıyor ve bu etkinlikler için daha çok camileri kullanıyor

Şeri hukuk, şeri eğitim

Laikliğe karşı çıkan bu platform yaptığı etkinliklerde ve panellerde karma eğitimi eleştiriyor, okullarda Kuran derslerinin yaygınlaşmasını talep ediyor ve ilkokul çağındaki çocuklarla Kuran dersleri adı altında çeşitli etkinlikler düzenliyor. 2016 yılında kurulan platformun çıkardığı dergilerde yazan ya da düzenlediği etkinliklere gelen isimler Hizbullah'a yakınlığıyla bilinen Mehmet Göktaş ve Hizbullah’ın kurucu rehberi Hüseyin Velioğlu ile örgütün tebliğcisi olarak bilinen Mehmet Beşir Varol.

Şeri eğitim ve şeri kurallar talep eden gerici çevre aynı zamanda tüm devlet aygıtının da bu kaidelere göre yeniden düzenlenmesini talep ediyor. 

Çocukları hedefine alan gericiler gazetecileri tehdit ediyor

Geçtiğimiz günlerde gazeteci Bilal Güldem'in sosyal medya hesabında paylaştığı ve "Görüntüler Batman'dan" ifadesiyle yer verdiği görüntülerde, Kur'an Nesli Platformu'nun çocuklarla gerçekleştirdiği yürüyüş yer almıştı. Çocuklara tekbir getirterek sokaklarda yürüten platformun yaptığı etkinliği kayda alıp yollayan yurttaşlar kendi aralarında "Afganistan olduk resmen" diyorlar.

Bu ifade platformu rahatsız etmiş olacak ki paylaşımı yapan gazeteciyi hedef aldılar ve sosyal medya üzerinden tehdit ettiler. Aralarında Hüda-Par'lı avukat ve parti yöneticilerinin de yer aldığı tehdit ve karalamalara boyun eğmeyeceğini ifade eden Bilal Güldem "Sadece gazetecilerin gereklerini yerine getirdim. Getirmeye de devam edeceğim" demişti. Gazeteci Bilal Güldem'in ev adresini ve kullandığı toplu ulaşım araçlarının güzergahını sosyal medya üzerinden paylaşan platform üyeleri gazeteciyi açıktan tehdit etmekten çekinmedi.

Harem-selamlık etkinlikler ve medrese talebi 

Eğitimde de harem-selamlık çalışmalar talep eden platformun düzenlediği etkinlikler de harem-selamlık şekilde gerçekleşiyor. Medreselerin önündeki engelin kaldırılmasını talep eden platform kamusal alanda ve özel alanlarda şeri eğitim için anayasal güvenceler talep ediyor. 

7-12 yaş arası çocukları harem-selamlık etkinliklerde bir araya getiren Kur'an Nesli Platformu, küçük yaşta çocukları şeriat düşüncesiyle yetiştirirken konuya eleştiri getiren herkesi tehdit unsuru olarak görüyor.

                                                             /././

Hizbullah dosyası (I+II+III)

Hizbullah dosyası (I): Milli Türk Talebe Birliği'nden Hizbullah'a uzanan yol

soL'un Hizbullah dosyanın ilk yazısında Hizbullah'ın ortaya çıkışını ele alıyoruz. Konuğumuz Araştırmacı-Yazar Orhan Gökdemir.

HÜDA-PAR'ın AKP listelerinden meclise girmesiyle yeniden alevlenen Hizbullah tartışması uzunca bir süredir ülkenin gündeminde. Hür Dava Partisi adıyla 2012 yılında kurulan HÜDA-PAR her ne kadar Hizbullah ile organik bir bağları olmadığını belirtse de parti kamuoyunda Hizbullah'ın legal uzantısı olarak görülüyor ve kendileri de bu ayrıntıyı reddetmiyor. 

Peki neydi bu Hizbullah? Nasıl ortaya çıktı? Bugün nasıl bir işlev edinebilir? Geçmişte yaşanmış binlerce faili meçhul cinayetle, ölüm evleriyle, aydın cinayetleriyle anılan gerici yapının tetikçileri nasıl bir gecede serbest bırakıldı? Hizbullah'ın finansal gelirlerini nereden elde ediyor? 

soL'un hazırladığı Hizbullah dosyasının ilkinde bu gerici yapının ortaya çıkışını ele alacağız. Konuğumuz ise Araştırmacı-Yazar Orhan Gökdemir.

Hizbullah'a uzanan yol

Türkiye'nin gerici ve sağcı örgütlenmelerinin kodlarından oluşturan temel zemin anti komünizm olarak karşımıza çıkıyor. Hizbullah'ın da tarihsel kökenlerinde Türk-İslamcı bir örgütlenmenin 1960'lı yıllardan itibaren sosyalist, devrimci örgütlenmelere karşı bir araya geldiği Milli Türk Talebe Birliği'nin (MTTB) içinde rastlıyoruz ilk kez Hizbullahçılara. Tabi o zamanki isimleri ise "Akıncılar" grubu. Zira talebe birliğinin içindeki Türkçü grupların seküler ve yer yer Kürt düşmanlığına varan tavırlarından rahatsızlar. Ama ortak payda sağcılık ve anti komünizm olunca ulusal kimlikler çok sorun teşkil etmiyor. 

Hizbullah'ın kurucusu olarak bilinen Hüseyin Velioğlu, Batmanlı. Öğrencilik yıllarında MTTB çevresinde görülüyor. 1980'li yıllara doğru Diyarbakır'da kurulan Vahdet Kitabevinde bir araya gelenler İslamcı örgütlenmelerin temellerini atmaya başlıyorlar. Bu dönem Hizbullah'ın kitabevleri üzerinden örgütlendiği bir dönem. 

Hizbullah'ın kurucusu Hüseyin Velioğlu'nun yer aldığı MTTB içinde görev alan başka tanıdık isimler de var. Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan, Ahmet Davutoğlu, Numan Kurtulmuş ve Bülent Arınç bu isimlerden birkaçı.

Fidan Güngör ve Hüseyin Velioğlu önceleri bir arada yer alıyor. Bu dönem aynı zamanda 1979 yılında İran'da gerçekleşen İslam Devrimi nedeniyle Türkiye'deki İslamcıların yoğun bir tartışma içinde girdikleri döneme denk geliyor. 

Hizbullah'ın temelleri atılırken de kendilerine bir yol haritası çiziyorlar. Önce örgütlenme, buna tebliğ adını veriyorlar. Sonra toplumsallaştıkça da silahlı mücadele ve akabinde de şeriatla yönetilen bir devletin kurulması. Hizbullah'ın diğer siyasal islamcılardan farkı ise bir Kürt İslam Devleti savunusu. 

Ancak Fidan Güngör ile yollar 1981'de ayrılıyor. Ayrışmanın temel nedenlerinden birisi, Müslüman Kardeşlerin fikir babası olarak bilinen Seyyid Kutup'un düşüncelerine dair farklılıklar. Bir diğeri de örgüte dair yaklaşımdaki farklılıklar. Fidan Güngör örgütlenmenin henüz tebliğ yani örgütlenme döneminde olduklarını düşünüyor ve silahlı eylemlere geçmek için erken olduğunu belirtiyor. Hüseyin Velioğlu ise sürecin silahlı eylemlerle devam etmesinde ısrarcı. Fidan Güngör 1981'de "Menzil Kitabevi" ile yoluna devam ederken Velioğlu ise 1982'de "İlim Kitabevi'ni kuruyor ve örgüt yavaş yavaş merkezini Batman'a taşıyor. Bu da Hizbullah'ın artık bir örgüt olarak ortaya çıkışının yol haritasını oluşturuyor. 

Hizbullah için yeryüzünde aslolan tek şey Allah'ın hakimiyetidir. Dolayısıyla devletler, partiler ve benzer politik kurumlar Allah'a şirk koşmanın bir nedeni olarak görülüyor. Sloganları ise çok açık: "Hakimiyet kayıtsız şartsız Allah'ındır"

Her ne kadar Lübnan Hizbullah'ı ile isimleri benzese de aralarında bir ilişki ya da temas yok. Dolayısıyla Türkiye'deki Hizbullah'ı Şii geleneklerden gelen Lübnan Hizbullah'ıyla karıştırmamak için örgüte "Kürt Hizbullahı" ya da "Hizbulkontra" denildiği de oluyor. Bir diğer adı ise Hizbulvahşet. Gariptir ama bu ismi zaman zaman dini olarak hataya düştükleri ifade edilen İslamcılara karşı uyguladıkları eylemler için kendilerinin de kullandıkları olmuş zaman içinde. Bu vahşeti mücadelenin bir parçası olarak gördükleri anlaşılıyor.

Vatanı kızıllara bırakmamak ve halk düşmanı eylemler


"Vatanı kızıllara bırakmamak" söylemi MTTB içinde ortaklaşılan bir slogan. Bir dönem sol, sosyalist dünya görüşüne ve örgütlenmelere karşı yola çıkan İslamcı örgütler zaman içinde halk düşmanı eylemler, binlerce faili meçhul cinayet ve aydın katliamlarıyla anılacaktı.


 Araştırmacı-Yazar Orhan Gökdemir Hizbullah'ın kuruluşunu ve HÜDA-PAR ile benzerliklerini şu sözlerle ifade ediyor:

"Hüda-Par dikkat edilirse “Hizb-ul-lah”ın bire bir çevirisi. “Hizbullah”, "hizb" ve "Allah" kelimelerinden türetildi. Allah’ın hizbi, daha doğrusu “Allah'ın partisi" anlamına geliyor. Hüda-Par da öyle. Hizbullah nihai haliyle, silahlı mücadele yoluyla cihadı hedefleyen bir örgüttü. Hüda-Par onun legal biçimi. Hizbullah ile bağlarını kopardıklarına değin en ufak bir ima yok.

Bu iki örgüt Türk Siyasal İslamcılığının içinde doğdu. Türkiye’deki İslamcılıkta, Türkçülük de, Nihal Atsız parantezini ihmal edersek, saf bir hareket değildir. İkisi de Türk-İslamcıdır. Türkçüler Türk-İslamcı, İslamcılar ise İslamcı Türkçü’dür. Hizbullah Kürt-İslamcılığını seçti. Türkçülerle sorunlu, İslamcılarla kardeştir."

'Devlet PKK karşısında Hizbullahı kullandı'


Orhan Gökdemir Hizbullah'ın 1990'lı yıllardaki işlevinde dair ise şunları söylüyor: 

"12 Eylül cuntası toplumu İslamileştirmeye karar verdiğinde, çubuğu da bu çetelerden yana bükmüş oldu. PKK’yi Türkiye solunun bir uzantısı sayıyordu ki doğrudur bu. "Bu dinsizlere" karşı güvenlik aygıtlarını Nurculara açarken, Kürt bölgesinde PKK’ye karşı ellerinde ne varsa kullandı. Hizbullah da ideolojisi gereği PKK ile mücadele içindeydi. Devlet yolu açtı, onları bizzat eğitti, ellerine silah tutuşturdu ve sahaya kolladı.

"Son seçimde Meclise de girdiler. Devletle daha bir bütünleştiler. Bu bölgede yeni çatışma ihtimallerini de güçlendirecek bir gelişme"

Hizbullah laik devletin kötü huylu urudur. Bu çeteye dayanarak Kürt hareketiyle mücadele ederken aslında kendi varlık sebeplerini de ortadan kaldırmış oluyordu. Böylece Cumhuriyetin can düşmanı olan tarikatlar devlet açısından açık bir meşruiyet kazandı. Devlete yerleşti. Hizbullah, Hüda-Par, bugün hala devletin PKK veya HDP hareketine karşı kullandığı enstrümanlardan biri. Son seçimde Meclise de girdiler. Devletle daha bir bütünleştiler. Bu bölgede yeni çatışma ihtimallerini de güçlendirecek bir gelişme. Hizbullah kendine biçilen rolü oynamaya devam ediyor."

Görmezden gelinen katliamlar

Gökdemir, örgütün tarihini anlatırken merkeze devlet aygıtı tarafından nasıl kullanıldıklarını koyuyor ve altını çiziyor: "Bu saldırıların failleri hiçbir zaman yakalanamadı. Devlet Hizbullah’ı görmezden geliyordu."

"Örgüt 1990'lı yıllar boyunca asıl faaliyetini Güneydoğu'da sürdürdü. Hizbullah'ın ilk hedefi geçmişte birlikte oldukları Menzilciler oldu. Grubun lideri Fidan Güngör Batman'a kaçırılıp öldürüldü. Velioğlucular, rakiplerini silahlı eylemleriyle sindirmeyi başarmıştı. Bu eylemlerinin yanı sıra bölgede hızla örgütleniyor, ele geçirdikleri camileri bir barınağa dönüştürüyorlardı. Devlet bu acımasız örgütü PKK’ya karşı kullanmaya karar vermişti.

"Saldırıların failleri hiçbir zaman yakalanamadı. Devlet Hizbullah’ı görmezden geliyordu"

Hizbullah, Güneydoğu'da en etkili eylemlerini PKK'ya karşı yaptı. PKK yandaşlarını ve sempatizanlarını sokak ortasında güvenlik güçlerinin kayıtsız bakışları altında öldürüyorlardı. Bazılarını kaçırıyor ve ağır işkenceler yapıyorlardı. Hizbullah terörü PKK terörüne galebe çalmak üzereydi. Örgütü eleştiren herkes hedeflerindeydi. Örgüt hakkındaki ilk haberlere imza atan 2000’e Doğru dergisi muhabiri Halit Güngen ve Gerçek Dergisi Diyarbakır Temsilcisi Namık Tarancı örgüt tarafından vurularak öldürüldü. Bu saldırıların failleri hiçbir zaman yakalanamadı. Devlet Hizbullah’ı görmezden geliyordu.

Devlet yetkilileri bu himayeyi saklama gereği duymuyordu zaten. Dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin “Hizbullah’ın PKK’ye karşı örgütlendiğini” söylemiş, OHAL Bölge Valisi Ünal Erkan da “PKK çökertilmedikçe Hizbullah tipi ‘militan’ örgütleri çözmeye niyetleri olmadığını” açıklamıştı. Askerler de örgütü himaye ediyordu. Askeri eğitim, silah ve mühimmat desteği bunlar arasındaydı. Dehşet saçtığı bu dönem boyunca örgütün hiçbir üyesi yakalanmadı, tutuklanmadı.

"Halkımız mecliste Hizbullah istemiyor ama meclisteki diğer tarikatları çok sorun etmiyor"

Hizbullah ile Kürt-İslamcılığı devlete taşınmış oldu. Ama burada bir meşruiyet yaratıldığını söyleyemeyiz. Türk-İslamcılara gösterilmeyen tepkinin Hizbullah’a gösterilmesinin ardında işte bu meşruiyet sorunu var. Halkımız mecliste Hizbullah istemiyor ama meclisteki diğer tarikatları çok sorun etmiyor. Ama şu var ki, bizdeki tarikatların neredeyse tamamı Süleymaniye çıkışlı. Nakşibendiliğin Halidiye kolunun uzantısı. Şeyh Halid bir Kürt. Osmanlıya döndüğümüzde İslamcılığın kökeninde Kürt şeyhleri buluruz. Cumhuriyet’e düşmanlıklarının arkasında da Osmanlıdaki ayrıcalıklarını kaybetmelerinin etkisi var. Şeyh Sait meselesi böyle. Hizbullah ise yeniden devlete yaslanarak büyüme imkanı yakaladı. Bu nereden nereye geldiğimizin de bir işareti."

'Türkiye'de artık yeni bir rejim var'

Türkiye'de artık yeni bir rejim olduğunu ifade eden Orhan Gökdemir AKP'nin gerici ve işbirlikçi politikalarına dikkat çekiyor. AKP'nin gerici yanıyla şeriatçı bir Kürt devleti kurmak isteyen Hizbullah arasında "ton farkı" olduğunu belirten Gökdemir Hizbullah'ın gerici örgütlenmesini ve Türk-İslamcılarla ilişkisini şu sözlerle aktarıyor:

AKP’liler Kürt sorununu ümmetçilikle çözebileceklerine inanıyorlardı. Böyle bir yanı var meselenin. Ümmetçilik bütün diğer kimlikleri siler"

"Türkiye’de artık yeni bir rejim var. Ben buna 'Tayyiban Rejimi' diyorum. Bu rejim 12 Eylül cuntasının kurduğu Türk-İslam Sentezi nesilinin uzantısıdır. Generaller dinci-milliyetçilik yapmaya karar vermişti, AKP onu milliyetçi dinciliğe çevirdi. Aralarında ton farkı var. 'Tayyiban rejimi' milliyetçi-dinci bir rejimdir. Yani çok dinci az milliyetçidir. Bu az milliyetçiliği onun Hizbullah gibi örgütlerle empati yapmasını sağlıyor. Hizbullah sonuç itibariyle şeriatçı bir Kürt devleti kurmak istiyor. Şeriatçı bir Türk devleti ile çok sorunu olmayacağına inanılıyor. AKP’liler Kürt sorununu ümmetçilikle çözebileceklerine inanıyorlardı. Böyle bir yanı var meselenin. Ümmetçilik bütün diğer kimlikleri siler.

Ama “modern” bir çağdayız. Etnik kimlik o çağın bir ürünü. Milliyetçilik iki yüz yıllık bir dalga. Din hiçbir yerde bu rüzgârı kesemedi. Kaldı ki, din Arap milliyetçiliğinin bir parçası. Yani milliyetçilikten azade değil.

"Hizbullah AKP'nin arayıp da bulamadığı bir şey"

Onun ötesinde Hizbullah aynı zamanda kullanışlı bir silah. Herkese, her yere doğrultulabilir. AKP’nin arayıp da bulamadığı bir şeydi bu.

O nedenle Hizbullah daha ellerindeki kan kurumadan oy hesapları ile temizlenip arındı, Cumhur ittifakının bir parçası olmaya çağrıldı. Şartlarından biri İstanbul sözleşmesinin kaldırılmasından sonra geride kalan kadınları koruyan yasaların tamamen kaldırılması. AKP bu kez domuz bağı ve makarovların desteğinde çıkıyor yola.

Bir sonraki yazı: Hizbullah'ın cezasızlandırılması, hukukun görmezden geldikleri, cinayetler ve örgütün kitleselleşmesi

Hizbullah dosyası (II): Görmezden gelinen katliamlar, serbest bırakılanlar
Hizbullah Dosyası'nın bu sayısında Eski Cumhuriyet Başsavcısı, CHP'li vekil İlhan Cihaner, Diyarbakır Barosu Başkan Yardımcısı Mehdi Özdemir ve Evrensel Gazetesi GYY Fatih Polat konuğumuz oluyor.

Dosyanın ilk yazısında Hizbullah'ın tarihinden, Milli Türk Talebe Birliği'nden kitabevi örgütlenmelerine ve devletin bir dönem PKK karşısında örgütü nasıl kullandığından söz etmiş ve Türk-İslamcı çizgiyle olan ilişkisini ele almıştık.

Bu sayıda ise örgütün 90'lı yıllardaki terör eylemlerini biraz daha ayrıntılandırırken konunun hukuk boyutuna odaklanacağız. Zira Hizbullah söz konusu olduğunda özellikle bir dönem hukukun katliamları ve cinayetleri görmezden geldiğini, herhangi bir yargılama olmadığını ve bir tür cezasızlandırma ile önlerinin açıldığını görüyoruz. 

Kimler örgütün hedefinde?

Hizbullah iki tür eylemler yapıyordu. İlki ideolojik olarak karşısına aldığı "dine ve Kuran'a" karşı geldiklerine inandıkları kesimlerdi. İkinci toplam ise aslında daha tanıdık kişilerden ve kesimlerden oluşuyordu. Yine İslamcı ancak Hizbullah çizgisinde olmayan ya da Hizbullah'a muhalif olan İslamcılar da örgütün hedefindeydi. Bu tür eylemler bir tür "İslamcı engizisyon" işlevi görüyordu. Eski yol arkadaşları olan Menzil Kitabevi kurucusu Fidan Güngör ya da İslami feminist olarak bilinen Gonca Kuriş bu tür örneklere giriyor. Kürt siyasetçiler, gazeteciler ve aydınlar da yine örgütün hedef listesindeydi. 

Katliamlar nasıl gerçekleşiyor?

Örgüt, hedefine koyduğu kişiyi birden fazla yöntemle katlediyordu. Ancak bunların her bir örneğinde de cinayetin Hizbullah tarafından işlendiği biliniyordu. Cinayetlerin bir bölümü kişinin domuz bağı yöntemi adı verilen türde bağlanarak işkence edildiği ve ölüm evleri adını verdikleri örgüt evlerinde gömülmesi şeklinde gerçekleşiyordu. 

İkinci tür suikastler ve cinayetler de maktulün genelde ensesinden tek bir kurşun sıkılmasıyla gerçekleşiyordu. Eylemlerin bazıları güpegündüz ve kolluk kuvvetlerinin gözleri önünde gerçekleşiyordu. Ve eylemlerde genelde Takarov marka silahlar kullanılıyordu. Bu yöntem cinayetlere atılan bir imza işlevi görüyordu. Ancak bu kadar profesyonelce yapılamayan cinayetler de vardı. Bunu daha çok örgütün hedefinde olan ve tehdit edilen kişiler üzerinden anlıyoruz. 

Peki hukuk neden ve nasıl görmezden geldi Hizbullah'ı?

1990'lı yıllar Hizbullah'ın örgütlenme sahası olan Kürt illerinde aynı zamanda PKK'nin de etkin olduğu yıllardı. PKK ise Hizbullah'a göre mürtet yani "dinden çıkmış" bir örgüt olarak tarif ediliyordu. Ve şeriat kurallarına göre yönetilen örgüte göre dinden çıkarılanların 'katli vacip' idi.

Dönemin İçişleri Bakanı Hikmet Sezgin Hizbullah hakkında PKK'ye karşı örgütlendiklerini ve yaptıkları eylemlerin çoğunda PKK'nin alanına müdahale ettiklerini ifade ediyordu. Hatta yine dönemin Olağan Üstü Hal Valisi Ünal Erkan PKK gibi örgütlerin çökertilmediği müddetçe Hizbullah tipi militan örgütleri çözmeye niyetli olmadıklarını ifade ediyordu. Yani devlet bir dönem Hizbullah'ı bir aparat olarak kullanırken cumhuriyetin laiklik temelindeki işleyişine dinamit koymaktan hiç çekinmiyordu. 

Hizbullah'ın genel olarak Gaffar Okkan cinayetine kadar çok da fazla zorluk yaşamadığını hatta birçok örnekte hukuk ve kolluk kuvvetleri açısından görmezden gelindiğini söylemek mümkün. 

Cezasızlık ceza adalet sistemini belirleyen muktedirlerin bilinçli bir politik tercihi ve bu nedenle de politik bir olgudur.'

Eski Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner'e göre bu durum hukukta zaman zaman başvurulan bir yöntem.


 Cihaner bu yöntemi ve olguyu şu cümlelerle anlatıyor: "Ceza adalet sistemimizi 'adalet'ten uzaklaştıran pratiklerin başında 'cezasızlık' dediğimiz bir olgu var. Cezasızlık, en genel tanımıyla 'bir suç ya da hak ihlali ortaya çıktığında faillerin yani suçun sorumlularının soruşturulmamaları, yargılanmamaları ya da yargılanmışlarsa da cezalandırılmamalarını sağlayan hukuki/fiili durum'dur. Cezasızlık ceza adalet sistemini belirleyen muktedirlerin bilinçli bir politik tercihi ve bu nedenle de politik bir olgudur. "

Muktedirlerin geçmişten bu yana özellikle de sol ve komünist örgüt ya da kişilere karşı kullandığı bu yöntemde aslında cinayeti işleyen kişilerin kahramanlaştırıldığını ifade eden Cihaner, failin kimliğine göre sonsuz bir keyfilikte ele alındığı örneklerin olduğunu belirtiyor ve ekliyor: "İşte Roboski davası, faili meçhul soruşturmaları, bakanların yolsuzluk soruşturmaları, kadına karşı şiddet davaları, çete liderlerinin salıverilme süreçleri… Zamana yayma, ceza muhakemesinin dolambaçlı koridorlarında kaybettirme gibi pratiklerin yetmediği, bir şekilde soruşturulma ve ceza hükmü kurulma söz konusu olduğu durumlarda bu kez doğrudan yasa çıkarma yoluna bile başvuruluyor."

"AKP/MHP iktidarında cezasızlık mekanizması iktidarın destekleyicisi ortağı olan dini oluşumlar ve örgütler lehine pervasız bir şekilde işliyor."

AKP-MHP iktidarında cezasızlık mekanizmasının özellikle iktidarı destekleyen dini oluşumlar lehine pervasızca kullanıldığını belirten İlhan Cihaner, "İktidara yakın vakıf ve derneklerde ortaya çıkan çocukların istismarı, yolsuzluk iddiaları etkin bir şekilde soruşturulmuyor. Kamuoyu baskısı ile başlatılan soruşturmalar sonuç vermiyor. İktidar bu yapılarla ceza hukuku ilişkisini kendisine destek olup olmamalarına göre kuruyor. En bilindik örnekler: ülkeyi bir cehenneme döndüren Fetullahçı yapılanma ne zamanki iktidarla çatıştı o zaman hukuk önüne çıkarıldı. Ki bu bile etkin ve adil yapılmadı. Ama örgütlenme, kadrolaşma, mali kaynak yaratma ve suç anlamında onlarla yarışan Menzil, İsmailağa, Süleymancılar gibi yapıların önü açılıyor, liderleri kutsanıyor. Yine önü açılan bu yapılarla görünen tek farkı iktidara eleştiri getirmek olan Furkan Vakfı ve yöneticileri ise cezalandırılıyor. Adnan Hocacılar ise bir muamma!" diyor.

"Cezasızlık, iktidarı destekleyen yapılar lehine siyasi bir tercih olarak, hukuki bir kılıfla hükmünü sürüyor."

Cezasılık olgusunun en çarpıcı olan örneklerinin Hizbullah başlığında yaşandığını ifade eden İlhan Cihaner, Hüda-Par ile iktidarın yakınlaştığı döneme dikkat çekiyor. Cihaner şöyle diyor:

"Bir dönem özellikle Doğu ve Güneydoğu’da en vahşi cinayetleri işleyen bu örgüt mensupları devamı niteliğindeki Hüda-Par’ın iktidarla yakınlaşması sürecinde salıverildiler. Salıverilmeye gerekçe gösterilen uzun tutukluluk, kararı veren DGM’lerde askeri hakim bulunması ve ilgili Yargıtay dairesindeki hakimlerin Fetullahçı olmaları aynı statüdeki diğer sanıklara uygulanmadı. Yüzlerce vahşi cinayetin sorumluları salıverildiler. Bu salıverilmeler Hüda-Par ve iktidar yakınlaşmasından ve iktidarın siyasi tercihlerinden bağımsız düşünülemez. İktidarın ortağı olan milliyetçi parti ve kişilerin önceki keskin sözlerini yutmaları da bu cezasızlık örneğinin bilinçli bir siyasi tercihe dayandığını gösteren bir olgu.

Özetle cezasızlık, iktidarı destekleyen yapılar lehine siyasi bir tercih olarak, hukuki bir kılıfla hükmünü sürüyor."

Cinayetle yargılananlar affedildi ve salıverildi 

Hizbullah nedeniyle cezaevinde yatanlar iki farklı dönemde toplu şekilde serbest bırakıldılar. Ve bu düzenlemelerden sadece Hizbullah üyelerinin yararlanacağı şekilde yapılan değişikliklerle hayata geçirildiği görülüyor. 2011 yılında Ceza Muhakemesi Kanunu'nda gerçekleştirilen değişiklikle bir dönem Hizbullah'a üyelik ve cinayet soruşturmasıyla cezaevinde yatan birçok isim salıverildi. 

Gelen tepkiler üzerine yeniden yargılamak için tekrar soruşturma açılsa da salıverilenlerin hiç birine ulaşılamadı. Birçoğu yurt dışına kaçmış ya da ortalıktan kaybolmuştu. Hüda-Par'ın ise bu tahliyeden yaklaşık bir yıl sonra kurulması ve içlerinde bir dönem Hizbullah'tan ceza almış kişilerin olması ve siyasal çizgisini Hizbullah lehine devam ettirdiği iddiaları, partiyi Hizbullah'ın devamı olduğu şeklinde yorumlanmıştı. 

Yine takvimler 2019'u gösterdiğinde Gaffar Okkan suikastı nedeniyle yargılanan herkes tahliye edildi. Bu tahliye süreci Hüda-Par ve AKP yakınlaşmasının ve Cumhur İttifak'ına yapılacak desteğin bir zemini şeklinde yorumlandı.


 Diyarbakır Barosu Başkan Yardımcısı Avukat Mehdi Özdemir ise yapılan uygulamalardaki eşitlik ilkesinin ihlaline dikkat çekiyor. Özdemir DGM yargılamalarına dair verilen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararının sadece Hizbullah üyelerinin faydalanacağı şekilde hayata geçirildiğini belirtiyor. 

'Süreç Hizbullah'ın faydalanacağı şekilde yürütüldü ve serbest bırakıldılar'

Vaktiyle Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM)'de yargılanan kişilerin iki nedenle yargı sürecinde hak ihlali yaşadığını belirtiyor Mehdi Özdemir. AİHM'e göre bu ihlallerin ilki yargılama sürecindeki usulsüzlükler, avukat hakkının tanınmaması, gözaltı süreçlerinin ve sorgulamaların baskı ve zor altında yapılmasından kaynaklanıyordu. İkinci gerekçe de 1991-2004 yılları arasında faal olan DGM'lerde üye hakimlerden birinin askerlerden oluşmasıydı. Bu da mahkemenin tarafsızlık ilkesini bozuyordu AİHM'e göre Avukat Mehdi Özdemir bundan dolayı bir dönem DGM'de yargılanmış, hak ihlalleri yaşamış kişilere "yeniden yargılama" hakkı doğduğunu belirtiyor. Ancak süreç pek de bu şekilde ilerlemiyor. 

Öncelikle bu yargılamalarda DGM'de PKK üyeliğiyle yargılanmış kişilerin sembolik sayıda bu haktan yararlanması dışında tüm başvurular reddediliyor. DGM'de yargılanmış, işkence ya da zorla ifade alma örnekleri yaşamış kişilerin "yeniden yargılanma" talepleri mahkeme heyeti tarafından hiç bir mazeret ya da açıklama gösterilmeden reddediliyor. 

"Yani adil yargılanmadıkları gerekçesiyle sadece Hizbullah üyeleri en geniş kapsamda yeniden yargılandı ve serbest bırakıldılar." 

Söz konusu Hizbullah olunca süreç hızlıca ilerliyor ve DGM'de yargılanan örgüt üyeleri yeniden yargılanarak peş peşe serbest bırakılıyor. Gerekçe olarak da yasada geçen bir maddede yani "davada muhataplar arasında uzlaşı" gereğince Hizbullahçılar serbest bırakılıyor. Bu da kamuoyunda devletin bir tür uzlaşı tercihi olarak yorumlanıyor. 

Avukat Mehdi Özdemir bu süreci şu sözlerle aktarıyor: "AİHM'de dosyası olan olmayan, ihlal kararı alan olamayan tüm Hizbullah üyeleri bu süreçten faydalandı ve serbest bırakıldı. Hatta dava dosyasında adı geçen herkes bu sürece dahil edildi. Yani dosya arkadaşı diyebileceğimiz kişiler de bu süreçten yararlandı. Adil yargılanmadıkları gerekçesiyle sadece Hizbullah üyeleri en geniş kapsamda yeniden yargılandı ve serbest bırakıldılar." 

'Katillerin avukatları Meclis'te'

Hizbullah cinayetlerinde yargılanan katillerin avukatları ise bugün Hüda-Par listelerinden Meclis'e girdi. 1990'lı yıllarda cinayetlere konu olan Hizbullah'ın işlediği cinayetler halkta korku, panik ve endişe yaratan örneklerdi. Avukat Mehdi Özdemir, "Tüm bu süreçleri buralarda yaşadık tanık olduk. Hizbullah'ın kendisiyle hareket etmeyen cami imamlarını dahi öldürdüğü bir gerçek. O dönem yaratmak istedikleri bir korku iklimi vardı. İşledikleri cinayetler ya görmezden gelindi ya da adil olmayan yargılama süreçleriyle serbest bırakıldılar" diyor. 

Daha önce Sivas Katliamı'nın sanık avukatlarında olduğu gibi Hizbullah örneğinde de bu benzer örnekler AKP vesilesiyle meclise taşınmış oldu. 

Musa Anter cinayeti ve manşete taşınan 'gerçekler': Namık Tarancı suikasti

Evrensel Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Polat, Hizbullah'ın gazeteci ve aydın katliamlarını anlatırken bir noktanın altını çiziyor. Polat, "Gazeteciler o yıllar devletin özel savaş yöntemleriyle mücadele ettiler. Katledilenler oldu. Ancak hiç biri vazgeçmedi ve gerçeğin emekçilere ulaştırılmasında ısrarcı oldu. Namık Tarancı da bu isimlerden biriydi. Musa Anter cinayetinin üzerine gitti. Araştırdı. Cesur bir şekilde gerçekleri ortaya çıkarmaya çalıştı. Tarancı, Gerçek Dergisi Diyarbakır Bürosu'nda Deniz Özbaş ile birlikte Hizbullah hakkında birçok gerçeği ortaya çıkardı. Türkiye'de ilk kez Namık Tarancı ve Deniz Özbaş tarafından yapılan Hizbullah röportajını Gerçek'te kapak yaptık" diye anlatıyor o dönemi.

'Namık Tarancı, Musa Anter'den 2 ay sonra katledildi'

Gerçek Dergisi Diyarbakır temsilcisi Namık Tarancı'nın Musa Anter'den iki ay sonra katledildiğini hatırlatan gazeteci Fatih Polat, şunları söylüyor: 

"Elbette bir ilk değildi. Musa Anter hatırlarsınız 20 Eylül 1992'de katledilmişti. Namık ise ondan tam iki ay sonra 20 Kasım 92'de katledildi. Musa Anter gibi bir aydını katlederek bir olguyu yıkmak istiyorlardı. Dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin ve OHAL Velilerinin 'PKK ile mücadele ettiği' gerekçesi ile devlet tarafından tolere edildiğini ifade eden açıklamaları vardı. 

Türkiye Hizbullah'ının Lübnan Hizbullah'ından farklı olarak devletin özel savaş planının parçası olan 'faili meçhul' cinayetleri nedeniyle o dönemi yaşayan gazeteciler olarak bizler Hizbulkontra kavramını kullanıyorduk. 

Ve bugün Hizbullah'ın devamı olarak HÜDA PAR'ın iktidarın ittifak ortağı olduğunu söyleyebiliriz.

"Namık Tarancı bir sürü tehdit aldı. Şairdi, gazeteciydi. Kendisine 'ayrıl buradan' dediler. Ama o sahayı terk etmedi." 

Namık Tarancı bir sürü tehdit aldı. Şairdi, gazeteciydi. Kendisine 'ayrıl buradan' dediler. Ama o sahayı terk etmedi. Aramızdan ayrılışı bizim için çok büyük bir üzüntüydü. 

O günü yaşayan gazeteciler olarak bizlerin Namık Tarancı, Musa Anter ve Hizbulkontra tarafından katledilen tüm gazetecilere olan sorumluluğun da bir gereği olarak bedeli ne olursa olsun halkın haber alma hakkına sahip çıkmaya devam edeceğiz"  diyor

Hizbullah örgütü tüm gerçekleri ve aydınlığı karşısına alırken aynı zamanda gerici örgütlenmesini de toplumsallaştırmak istiyordu. Bunun için ise ülkedeki ilerici birikimin tasfiye edilmesi ve gerçeklerin üzerinin örtülmesi gerekiyordu. Bugün legal alanda örgütlenen siyasal İslamcı yapıların güvendikleri şey biraz da bu. Ülkedeki aydınlık birikimin yenildiğine ve tasfiye edildiğini düşünüyorlar. Ne kadar yanıldıklarını ise önümüzdeki yıllar gösterecek. 

Bir sonraki yazı: Hizbullah'ın legal alanda genişlemesi, kutlu doğum mitingleri ve yeni meclis bileşimi

Hizbullah dosyası(III): Şimdi Meclis'teler... Türkiye'yi bekleyen tehlike
Hizbullah dosyasının son yazısına SCP'den Önder Kırmızıtaş, Akademisyen Fatih Yaşlı, Avukat Müjde Tozbey, YSP Milletvekili Meral Danış Beştaş ve KDK'dan Serap Emir konuk oluyor.

Hizbullah Dosyasının ilk iki bölümünde tarihini, gelişimini, gerçekleştirdiği cinayetleri ve hukukun Hizbullah'ı nasıl görmezden geldiğini ele almıştık. Dosyasının bu yazısında da nasıl legal alanda devindiğini, hangi kaynaklarla gelir elde ettiğini ve kamuoyunda Hizbullah'ın devamı olarak anılan ve tarif edilen Hüda-Par'ın önümüzdeki süreçte nasıl bir işlev kazanacağını ele alacağız.

Hizbullah'ın maddi gelirini ne oluşturuyordu?

Hizbullah 1990'lı yıllarda en etkin olduğu dönemde bölgede birçok militan besliyor ve eğitim süreçlerini finanse ediyordu. Bazı kaynaklara göre Hizbullah üyelerini İran'da eğitiyordu. Ancak dönemin 2000'e Doğru Dergisi, Hizbullah'ın Diyarbakır'daki Çevik Kuvvet birimlerince eğitildiğini duyuruyordu.

Hizbullah'ın örgütlenme mekanlarından olan kitabevleri aynı zamanda gelir kalemlerinden biriydi. Ancak buradan elde edilen gelir daha çok sembolik bir değer taşıyordu. 

Hizbullah öncelikle kendi cemaatine bağlı üyelerden gelirleri oranında aidat alıyordu. Bu da kabaca her üyesinin gelirinin % 10'nuna tekabül ediyordu. Bunun yanı sıra yine örgütlenme alanlarından biri olan camilerde toplanan fitre ve zekatlar yine örgüte aktarılıyordu. Hizbullah'ın o dönem sadece Diyarbakır'da imamı ve cemaatini kendisinin yönlendirdiği yirmiden fazla camii olduğu biliniyordu. Kendisiyle birlikte hareket etmeyi reddeden imamların öldürüldüğü örnekler de mevcuttu. Tüm bu gelirlerin yanı sıra örgüt Kuran kursu öğrencilerine ya da genel bir söylem olarak "talebelere" burs ya da katkı adı altında köylerden hububat topluyor ve harman zamanı köylerde kamyon ya da traktörler ile gezerek mahsulleri alıyordu. Topladığı tonlarca buğdayı da pazarda satarak yine gelir elde ediyordu. Bu aynı zamanda Hizbullah'ın köylere gittiği ve tebliğ yaptığı olanakları da yaratıyordu.

Örgütün dönüm noktası: Beykoz Operasyonu

Hizbullah, devlet için PKK'ye karşı kullanılan bir aparat görevi görüyordu. Militanları PKK'ye karşı örgütlendiğini ifade ediyor, kamuoyunda da gerçekleştirilen eylemler bu şekilde lanse ediliyordu. Örgüt bunun dışında hem bir düşman olarak tarif ettiği toplumun laik kesimlerini hem de kendisine muhalif olan İslamcıları da hedef tahtasına yerleştiriyordu. 

Hizbullah'ın esas dönüm noktası 2000 yılındaki "Beykoz Operasyonu" olarak bilinen operasyonda kurucu lider Hüseyin Velioğlu'nun öldürülmesiydi. Bu dönem aynı zamanda PKK'nin strateji değiştirdiği, silahlı eylemlerinin azaldığı, Öcalan'ın yakalandığı bir dönemdi. Yani Hizbullah'ın dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin'in ifadesiyle "PKK karşısında" kullanışlı bir aygıt olma işlevi artık manasını yitiriyordu. 

Özellikle dönemin Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan'ın Hizbullah karşısında yaptığı operasyonlar yeni sonuçlar doğuruyordu. Bu sonuçlardan biri de Beykoz'daki bir evin örgütün merkezi tarafından kullanıldığı ve liderlerinin burada konuşlandığıydı. İşte bu operasyon sonucunda sadece kurucu lideri öldürülmemiş aynı zamanda ele geçirilen yüzlerce CD, kaset ve döküman ile ölüm evleri, domuz bağları ve örgütün içinde yapılan yargılamalar ortaya çıkmıştı. Bir anda İstanbul, Adıyaman, Konya, Diyarbakır ve Batman'da kazılar yapılıyor ve yüzlerce cesede ulaşılıyordu. 

Hizbullah'ın bir karşılık olarak planladığı düşünülen Gaffar Okkan cinayeti, örgüte açılan alanın kapatılmasına vesilen olan adım olacaktı. Artık örgüt illegal alanda devinmekte zorlanıyor ve farklı bir mücadele yöntemi belirlemek zorunda kalıyordu. 

Legal alana geçiş ve gericiliğin toplumsallaşması: Mustazaf-Der

2000'li yıllar aynı zamanda AKP'nin iktidara geldiği ve sermayenin ülke yönetiminde gerici argümanları tercih ettiği, cumhuriyet değerlerinin tasfiye edildiği, laikliliğin sadece anayasada bahsi geçen bir kavram haline geldiği döneme denk düşüyordu. Bu dönem illegal alanda devinme şansı bulamayan Hizbullah'a yeni bir alan sunuyordu.

Bu dönemin ilk örneklerini, Hizbullah'ın devamı olarak nitelenen Mustazaf-Der örgütlenmesi oluşturuyordu. Hizbullah'ın devamı olarak tarif edilen dernek örgütlenmesi ile örgüt artık sahaya çıkıyor, paneller ve konferanslar gerçekleştiriyor ve üniversitelerde gençlik içinde yayılmaya çalışıyordu. Mustazaflar, yani mazlumlarla dayanışma derneği manasına delen Mustazaf-Der kurucuları, üyeleri, önde gelenleri arasında vaktiyle Hizbullah'tan yargılananların olması, derneğin panellerine Hizbullah taraftarlarının ilgi göstermesi ve söylemlerinin Hizbullah'ın söylemleri ile kesişmesi, örgütlenmenin Hizbullah'ın devamı ya da legal alandaki yansıması olarak yorumlanmasına neden oluyordu. 

Peygamber Sevdalıları Platformu ve kitlesel mitingler

Örgütlenme aynı zamanda farklı platformlar oluşturarak kitlesel temaslar kuruyordu. 2005 yılında Danimarka'da ortaya çıkan karikatür krizi ve 'Peygambere hakaret' gündeminin ardından yola çıkan Peygamber Sevdalıları Platformu özellikle 2006 yılında Peygambere Saygı mitingleri düzenliyor ve örgüt Diyarbakır ve Batman'da on binlerce kişinin katıldığı buluşmalar gerçekleştiriyordu. 

2012 yılına gelindiğinde dernek kapatıldı. İçinde dernek ve çevresinde yer alan isimlerin olduğu bir ekibin Hüda-Par'ın kuruluş dilekçesini İçişleri Bakanlığı'na teslim etmesi de aynı yıla denk geliyor. Kurucu kadrolarının benzer isimlerden oluşması, Hizbullah'a duyulan saygı ve hayranlık, tabanının oluşturduğu siyasal kompozisyon ve siyasal söylemler Hizbullah'tan Hüda-Par'a bir süreklilik olarak yorumlanıyordu. Zaten Hizb, ve Allah kelimeleri ile Hüda ve Parti kelimeleri de birbirinin aynı manasına geliyordu: Allahın partisi. 

            Mustazaf-Der ya da HÜDA-PAR yan yana gelen ve birlikte anılan yapılar olarak ele alınıyordu

Önümüzdeki dönemde bizleri ne bekliyor? Hüda-Par nasıl bir işlev görecek?

Sosyalist Cumhuriyet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Avukat Önder Kırmızıtaş Hizbullah'a vaktiyle karşı çıkanların bugün onun siyasal olarak devamı niteliğinde olan HÜDA-PAR ile yan yana gelmesine dikkat çekiyor. Kırmızıtaş'ın bu yorumu akıllara ilk olarak olarak Vatan Partisi'ni getiriyor. Zira kamuoyundan da birçok gazeteci ve yazar 2000'e Doğru Dergisi'nin Diyarbakır temsilcisi olan Halit Güngen katliamanı hatırlatıyor ve Perinçek'in bugün iktidar lehine aldığı pozisyonu eleştiriyordu.

Önder Kırmızıtaş bu süreci şu sözlerle anlatıyor: "Devlet içinde yerleşmiş CIA işbirlikçileri elleriyle eğitip, büyüttükleri katilleri sokağa salmışlardı. Özellikle Diyarbakır’ın her küçesi (sokağı) hain pusulara teslim edilmişti. 

İşte böyle bir hercümerç içinde genç, cesur, gözü kara 21 yaşında delikanlıydı Halit Güngen…O dönem yaptığı haberlerle ülke gündemini belirleyen 2000’e Doğru dergisinin Diyarbakır temsilcisiydi.

Hizbullah çevik kuvvet merkezinde eğitiliyor! 16 Şubat 1992 tarihli 2000’e Doğru dergisinin kapak haberiydi bu. Halit’in haberi, yaptığı araştırmalar Hizbullah’ı o tarihte artık Hizbul-Kontra diye tanınacak olan teröristleri devlet bizzat Çevik Kuvvet merkezinde eğitiyordu.

"Dün Halit Güngen'in yanında olanlar bugün ona kurşun sıkanların yanına düştü" 

Çevik Kuvvet merkezi; Diyarbakır’da yaşadığım 90’lı yıllarda bizzat yaşadıklarımdan da bildiğim üzere bölgenin işkence merkeziydi. Halit, bu gerçeği öğrenmiş ve bir dakika tereddüt etmeden araştırmış ve haber yapmıştı. Haber ülkenin gündemine oturdu. En az ‘beyaz renolar’ kadar bilinen bir gerçekti. Dile getirmeye Halit cesaret etti. Haberin yayınlanmasının üzerinden iki gün geçmişti ki sahipleri ve yuvaları ifşa edilen katiller bu defa doğrudan 2000’e Doğru dergisinin Diyarbakır bürosunu hedef aldılar.

18 Şubat 1992 günü büroyu basan teröristler Halit’i katlettiler. Bu örgüte ‘yakın’ isimler 2012 yılında HÜDA PAR’ı kurdular… Genel Başkanlığa ise Zekeriya Yapıcıoğlu seçildi. Şimdi ise meclisteler. Kendilerine verilecek görevlere hazırlanıyorlar. 28 Mayıs günü yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi 2. turunda Tayyip Erdoğan’ı destekleyecekler. Söz ise burada biter, kalem durur, dil susar…

Meğer ki dün yanındakiler bugün sana kurşun sıkanların yanına düştü. Her söz kifayetsiz kalır, hiçbir kalem yazamaz olanı biteni anlatmaya. Halit mi? Halit’in yaraları halen kanıyor.!"

"Ülke tarihinin en gerici ittifakı kuruldu”


HÜDA-PAR'ın mevcut durumda iktidarla kurduğu ilişkiyi ve içinden geçtiğimiz süreci ülkenin en gerici ittifakının kuruluşu olarak yorumlayan Fatih Yaşlı süreci şu şekilde ele alıyor:

"AKP, MHP ve BBP’den müteşekkil Cumhur İttifakı’na Yeniden Refah Partisi ve HÜDA-PAR’ın katılımı sonrası sosyal medyadan yaptığım paylaşımda “ülke tarihinin en gerici ittifakı kuruldu” şeklinde bir yorum yapmıştım. Sahiden de bu ittifakın 70’lerin Milliyetçi Cephe hükümetlerinden çok daha gerici, çok daha karanlık bir karakteri olduğunu söylemek zorundayız. Karşımızda sadece bir hükümet yok çünkü; devletleşmiş, rejim inşa eden bir parti var ve şimdi o parti ittifaklarını kendi sağına doğru genişletiyor.

"Meclis’te ezici çoğunluğu 12 Eylül generallerinin rüyası olan Türk-İslam sentezcilerden oluşan bir toplam ortaya çıktı. Buna Saadet Partisi, Deva ve Gelecek Partileri de dahil"
Bu ittifak eğer temsilcilerini 14 Mayıs seçim sonuçlarının ortaya koyduğu üzere bu çoğunlukla Meclis’e göndermeseydi etkilerinin daha sınırlı kalabileceğini düşünebilirdik ama Yeniden Refah’ın 5, HÜDA-PAR’ın da 4 vekilinin aralarında bulunduğu 322 vekil Meclis’e girmiş oldu. Ancak mesele sadece bununla sınırlı değil. Millet İttifakı bünyesinde ve CHP listelerinden Deva, Gelecek ve Saadet Partisi de Meclis’te 33 sandalye aldı. Dolayısıyla Meclis’te ezici çoğunluğu 12 Eylül generallerinin rüyası olan Türk-İslam sentezcilerden oluşan bir toplam ortaya çıktı. MHP’li vekilleri bir kenara bırakırsak; AKP, HÜDA-PAR, Saadet, Deva ve Gelecek, yani Türkiye İslamcılığının ve Milli Görüş ekolünün farklı fraksiyonları Meclis’te çoğunluğu ele geçirmiş oldular.
Burada kuşkusuz HÜDA-PAR’a özel bir yer açmak gerekiyor; çünkü Hizbullah’ın bir uzantısı olarak HÜDA-Par Türkiye İslamcılığının şiddetle kurduğu ilişkinin en uç örneğini oluşturuyor. Hizbullah’ın özellikle 90’lı yıllarda devletin koordinasyon ve gözetimi altında Kürt siyasetine karşı izlediği şiddet siyasetinin vahşeti aleni bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. HÜDA-PAR ise Hizbullah’la olan organik bağını inkâr etmediği gibi şiddet siyasetine dair herhangi bir özeleştiriye ya da hesaplaşmaya girişmiş değil; bilakis o dönemi açık bir şekilde sahipleniyor.
"28 Mayıs sonrası gericiliğe karşı Türkiye’yi çok güçlü bir laiklik mücadelesi beklemektedir"

Elbette ki HÜDA-PAR’ın 4 vekilinin Meclis’teki asli görevi bu şiddeti komisyonlara ya da genel kurula taşımak olmayacak; HÜDA-PAR AKP İslamcılığının daha da sağında yer alacak ve Meclis’te açtığı gündemlerle, yasa teklifleriyle, kürsü konuşmalarıyla siyasi alanı daha da İslamize etmenin koçbaşılığı görevini üstlenecek. Yani yeniden Refah’la birlikte AKP’nin “ılımlı” İslamcılığının “radikal” versiyonunu siyasete taşıyacak. AKP topluma bu iki partinin radikalizmini gösterip kendi ılımlılığına ikna etmeyi bir strateji olarak belnimseyecek.

Bu radikalizmin mahiyetini anlamak için HÜDA-PAR’ın programına bakmak yeterli.

Velhasıl, yeni yasama döneminde Meclis’te göreceğimiz şey HÜDA-PAR’la benzer bir programı olan Yeniden Refah’ın ve HÜDA-PAR’ın benim “fiili şeriat rejimi” olarak adlandırdığım rejimin hukuki zeminini tesis etmek adına bolca adım atacak, yasa teklifi verecek, bunları kamuoyunun gündemine getirip tartıştıracak olmasıdır. Bu nedenle de 28 Mayıs sonrası gericiliğe karşı Türkiye’yi çok güçlü bir laiklik mücadelesi beklemektedir.

'Kadın hareketi buna şerbetli. Dişliyiz. Şimdi her zamankinden daha fazla diş göstereceğiz'
Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği Başkanı Avukat Müjde Tozbey, konunun sadece Hüda-Par ile sınırlanmaması gerektiğine dikkat çekiyor. Aynı zamanda Yeniden Refah Partisi'nin (YRP) de söylemlerinin önümüzdeki dönem kadın mücadelesi açısından belirleyeci olduğunu vurguluyor.

"Bu ülke seçimle kurulmadı, seçimle de yok olmaz"

Tozbey, "Elbette bu şeriatçıların meclise girebilmeleri, meşru olduklarını göstermez. Vekil de olsalar cumhurbaşkanı da olsalar gayrimeşrular ve biz bunu her yerde haykıracağız. Canımız sıkkın mı, evet sıkkın, keşke mecliste olmasalar mıydı, evet olmasalardı.

Ama hatırlatalım. Bu ülke seçimle kurulmadı, seçimle de yok olmaz.

Kadınlar da mevcut hiçbir kazanımlarını seçime borçlu değiller. Dişe diş mücadeleyle elde ettik haklarımızı. O yüzden vay öldük bittik, bu son seçimdi, artık her şey sona erdi gibi bir şey söz konusu olamaz. Ne yazık ki muhalefetin de biraz bu korku siyasetinden medet umduğunu görüyor ve üzülüyoruz. Böyle bir şeyi kabul etmiyoruz. Üzüldük, öfkelendik ama hiçbir şey bitmedi. Mücadeleyi daha yüksek perdeden sürdüreceğiz .Hatta umuyoruz ki meclise doluşan bu şeriatçılar biraz da ders olur ve laiklik mücadelesinin öyle korka korka verilemeyeceği biraz anlaşılmıştır.

"Cemaatlere şirin görünelim diyerek şeriatçılıkla mücadele edilemez"

Biz zaten korkmuyorduk, bu konuda hiç de geri basmadık. Kadın hareketi bu konuda tavizkar değil. Vay bize oy vermezler vay cemaatlere şirin görünelim diyerek şeriatçılıkla mücadele edilemez. Bu konuda hep örnek verip methiyeler düzdükleri ama hiç benzemeyi başaramadıkları ülkenin kurucu liderinin faaliyetlerine bir göz atmalarını öneririz. Biraz dişli olunacak. Kadın hareketi buna şerbetli. Dişliyiz. Şimdi her zamankinden daha fazla diş göstereceğiz" sözleriyle anlatıyor yeni açılan süreci.

'Karşımızda kadın düşmanı bir ittifak var'


Yeşil Sol Parti Erzurum Milletvekili ve Hukukçu Meral Danış Beştaş ise Cumhur İttifak'ı bileşenlerinin kadın düşmanı özelliğine dikkat çekiyor. Beştaş yaptığı açıklamada "Karşımızda kadın düşmanı bir ittifak var. Kadınların bugüne kadar canıyla ödediği bedelleri ve kazanımları yok etmek istiyorlar. Buna geçit vermeyeceğiz, buna asla izin vermeyeceğiz. Bu kadın düşmanı ittifaka kadınlar sessiz kalamaz.

Bu çağrım sadece muhalif kadınlara da değil. Tüm kadınlara. Bugün ortak paydamız olan şeyde buluşmamı gerekiyor. Çünkü bu ittifak sadece muhalif kadınlara değil kendi tabanındaki kadınların da özgürlüğünü ve kazanımlarını tehdit ediyor. 

Zira bugünün yaşanan meydana gelen bu gerici, kadın düşmanı ittifakın arasındaki anlaşmaları, Avrupa İnsan Haklar Mahkmesi kararlarının nasıl sadece Hizbullah üyeleri için uygulandığının, AKP ile yaşanan anlaşmalar ve yakınlaşmalar ile cezaevindeki Hizbullahçıların nasıl serbest bırakıldığını biliyoruz. Bu da AKP ve Hizbullah arasındaki ilişkiyi gözler önüne seriyor" diyor. 

'İyi tarikat, kötü tarikat ayrımı yapmadan, tüm tarikat ve cemaatlerin dağıtılmasını talep edeceğiz'


Oy hesaplarının, laiklikten taviz verilmenin ülkeyi getirdiği sonuçlardan birisi olarak karşımızda HÜDA-PAR'ın çıktığını ifade eden TKP MK Üyesi Serap Emir, Kadın Dayanışma Komiteleri adına yaptığı açıklamada şöyle diyor:

"HÜDAPAR’ın meclise girmesi, kadınlar ve ülkenin geleceği açısından büyük bir tehdittir; ama mesele yalnızca bu boyutuyla ele alınırsa kendi ülkemizde yeni bir IŞID miti yaratmış oluruz ve korkuyu büyütürüz. Bizim esas sorgulamamız gereken bana kalırsa buraya nasıl geldiğimiz, HÜDA-PAR’ın nasıl olup da 30 yıl sonra yeniden gündeme gelebildiğidir. Din üzerinden yapılan siyaset, tarikatlara ve cemaatlere alan açılması, siyasetin oy hesapları üzerinden yapılır hale gelmesi, laikliğin üzerinin çizilmesi…  Bunların tümüne amasız fakatsız karşı çıkmadan verilecek mücadele her zaman yeni HÜDA-PAR’ları karşımıza çıkaracak. Bu gerçek bu ülkede yaşayan tüm kadınlara, kendi yaşamlarımızı ve haklarımızı savunmanın ötesinde, yeni bir toplumsal düzen için verilecek mücadelenin öncüleri olma sorumluluğunu da yüklüyor. Kadın Dayanışma Komiteleri olarak bizler önümüzdeki dönem bu meclisin ensesindeyiz, attıkları her adımı yakından takip edeceğiz. Ama mevzilerimizi bu meclisten bize gelecek saldırılar üzerinden, bir savunma hattından kurmayacağız. O mecliste temsil edilmeyen laiklik, bağımsızlık ve emekçiler üzerinden yeni bir mevzi kuracak, bu mevziyi büyütmeye çalışacağız. O meclise kendisine yabancı hisseden tüm kadınları mücadeleye, kendi toplumsal mevzilerimizi büyütmeye çağırıyoruz.

Kadın Dayanışma Komiteleri geçmiş mücadele döneminde laikliği kadın mücadelesinin ana ekseni haline getirmeye çabaladı, sık sık laiklikten verilen tavizler ile kadına yönelik şiddetin artışı arasındaki bağlantıya dikkat çekti. 14 Mayıs’ta ortaya çıkan meclis tablosu, laikliğin önemini bir söylemin veya kadınların kendi deneyimlerinden çıkardıkları derslerin çok ötesine taşıdı. Bir tarafta 6284’ü tartışmaya açabilecek nicelikte bir meclis ve diğer tarafta bu meclis tablosuyla taban tabana zıt, kadınların eşitliğini, özgürlüğünü, isteyenlerin çoğunlukta olduğu bir toplumsal zemin var ve kadınlar bu zeminin en diri unsurlarından biri. Kadınlar için kavga buradan kurulacak gibi görünüyor. Biz kadınlar için bu meclisi ve orada temsil olunanları toptan karşımıza aldığımız, mücadelemizin ve taleplerimizin ülke ölçeğinde genişleyeceği bir dönem olacak. Ve aynı zamanda bu mücadele, toplumsal mücadele açısından da belirleyici olacak. Laiklik bir yaşam tarzı veya özgürlükçü bir talep olmanın ötesinde bir toplumsal düzen olarak, yeni bir yaşamın yapı taşı olarak kendisini dayatıyor bugün. Kadınların yaşam hakkından yana mısınız değil misiniz? Cevabımız evetse o zaman iyi tarikat, kötü tarikat ayrımı yapmadan, tüm tarikat ve cemaatlerin dağıtılmasını talep edeceğiz. Kadınların yaşam hakkından yanaysak, neye inandığımızdan bağımsız, din üzerinden yapılan siyasete amasız fakatsız karşı çıkacağız. Bu sadelikte olacağımız bir dönem bizi bekliyor."

Hizbullah dosyasında ele aldığımız konular ve katkı sunan konukların tamamının ortaklaştığı nokta ise önümüzdeki dönem aydınlanma mücadelesinin öneminin daha çok anlaşılacağı ve mücadelenin ise sadece meclis kürüsüleriyle sınırlanamayacağı oluyor. İlerleyen günlerde ülkenin aydınlarına, emekçilerine, gençlerine ve kadınlarına ise büyük sorumluluk düşüyor

Özkan Öztaş/soL-Özel