28 Temmuz 2013 Pazar

AKP Oy Yitirir mi? - Öztin Akgüç

Yapılan kamuoyu araştırmaları, anketler, AKP’nin oy yitirmekte olduğunu gösteriyor. Sormaca (anket) yönteminin bir istatistik tekniği olarak yetersizlikleri bilindiğinden, bizdeki uygulanış şekil ve amaç eksikleri de gözlemlendiğinden, anket sonuçları kuşku ile karşılanır. AKP gerçekten oy yitiriyor mu ve ne oranda, soruları kafalarda düğümlenir. Bu soruya, kapsamlı bir anket yapmak olanağım olmadığından, geniş bir çevre ilişkim de bulunmadığından, düz bir mantıkla yanıt aramaya çalışıyorum.
Benim tanıdık arkadaş, iş ve aile ilişkileri olarak dar bir çevrem var. Bu dar çevre ilişkilerinden edinilen izlenimlerden hareketle seçim tahmini yapmak yanıltıcı oluyor. Çevremde bir tanıdığımın babası dışında AKP’ye oy verdiğini söyleyen, destekleyen yok. Tanıdığın babası da AKP’yi hâlâ Müslüman bir parti olarak gördüğü için oy veriyor, oyunun renginin değişmesi olasılığı da yok.
Taksi sürücülerinden izlenim edinmeye çalışıyorum. Genelde AKP’ye karşıtlar, yolcularının büyük bir bölümünün de AKP’ye oy vermediği, eleştirdiğini, kızdığını söylerler. Ancak benim taksi ile gittiğim yerler çoğunlukla AKP’ye oy vermeyen bölgeler. Bu nedenle sürücü izlenimleri de yanıltıcı, tek taraflı olabiliyor. Teknoloji kullanımı özürlü olduğumdan ve zaman baskısı nedeniyle de sosyal medya ile ilişkim kopuk. Sosyal medyadan da bir izlenim edinme olanağım yok. O zaman düz bir mantıkla soruya yanıt aramak gerekiyor. Kimler AKP’ye oy veriyor; bu kişi ve kitlelerde oy değişimi, oy kayması olabilir mi?
***

AKP’ye oy veren gruplar beş başlık altında toplanabilir: (1) Türkiye Cumhuriyeti karşıtları, (2) AKP’nin çıkar sağladığı işadamı grupları, bürokratlar (3) Varoşların düşük gelirli aileleri, (4) Ekonomik ve siyasal istikrarı AKP’de görenler, (5) Dış güçlerle de bağı olan liberaller.
AKP’nin belkemiğini, ana oy grubunu Türkiye Cumhuriyeti karşıtı, sözcük belki ağır kaçacak ama Atatürk düşmanı, dinden bir şekilde nemalanan kitle oluşturuyor, mütedeyyin, muhafazakâr olarak da bir kitle nitelendiriliyor ama bu tür sıfatlar, nitelemeler bence yanıltıcı. Gerçek inanmışların, gerçek muhafazakârın bu kitle içinde yeri yok.
AKP yanlısı irili, ufaklı çok sayıda işadamı, bunların gizli-açık örgütleri var. AKP döneminde tercihli vatandaş muamelesi görüp palazlanan gruplar gözden kaçmıyor. Kamu ihaleleri, yaratılan toprak rantı, kamu bankaları kredileri, özelleştirmelerle bu grubun önde gelenleri son on yılda kamu olanakları ile abat oldular, iyi beslendiler. Düzgün medyaya yansıyor bilgiler, hortumlamanın çapı genişleyen borularla sürdüğünü kanıtlıyor. Medya bilgisine de gerek yok; yaşam düzeyleri, servet artışları çıplak gözle bile gözlemleniyor. AKP bürokraside, eğitim kurumlarında kadrolaştı. Normal koşullarda kendi yetenekleri ve nitelikleri ile belli orunlara gelme olanağı olmayanlar, parti, cemaat, tarikat katkısıyla, bu tür sözcükleri kullandığım için biliyorum, külah kaptılar.
***

Bu iki grup, AKP oylarının belkemiğini oluşturuyor. Gerçi bu iki grup, birbirinden tümüyle bağımsız değiller. Aralarında geniş ortak bir kesit var. Bu nedenle oy hesabı yapılırken bu iki grup ayrı ayrı toplanamaz. Bu iki grup AKP açısından oy firesi olmaz. Ancak AKP tipi, AKP’ye alternatif yeni bir parti oluşursa, toplu bir dönüş olabilir.
AKP’nin oy kaybedebileceği iki grup, varsa yoksullarıyla istikrar için AKP’yi tercih edenler olabilir. Varoş yoksullarının yalnız, seçim öncesi gelen kömür torbaları, yiyecek yardımları nedeniyle AKP’ye oy verdiklerini sanmıyorum. Sürekli iş, aş, daha yüksek bir yaşam kalitesi özlemleri, beklentileri vardır. Özellikle CHP, inandırıcı olabilirse, 1980 öncesi olduğu gibi varoş oylarının önemli bir bölümünü alabilir.
AKP’nin siyasal ve ekonomik açıdan bir istikrar değil, istikrarsızlık öğesi, unsuru olduğu, yoğun propagandaya karşı görülmeye başlandı. Bu istikrarsızlık önümüzdeki aylarda daha da belirginleşecek. Ekonomik durgunluk içinde fiyat artışı, barış süreci alalaması altında ayrışma, ABD’nin GOP projesine desteğin doğurduğu sakıncalar, daha geniş kitleler tarafından algılanacak.
Bu düz mantık geçerli ise, AKP varoşlarda ve istikrar diye AKP’ye oy veren kitlede oy kaybına uğrayacak. Bunun boyutu, seçime yaklaştıkça artabilir. Vatandaş aydınlandıkça, AKP tipi partilerin seçim kazanması olasılığı azalacaktır.
Öztin Akgüç.

28 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

Başbakan Özellikle mi Kışkırtıyor? - IŞIL ÖZGENTÜRK.

Her şeye muhalif bir arkadaşım var ve ona göre, Başbakan ve AKP bazı şeyleri özellikle yapıyor. Şöyle; camilerde içki içildiğini ve ahlaksız durumlar yaşandığını Başbakan defalarca yineliyor. Arkadaşıma göre niyeti, geçmişte çok sık görüldüğü gibi ülke çapında bir olaylar zincirine neden olmak. Yani camisine ve ahlaka fevkalade düşkün olduğunu sandığı insanları harekete geçirmek, onların desteğiyle sopalarla, satırlarla hatta Madımak, Maraş ve Çorum olaylarında olduğu gibi yakarak yıkarak bir iç savaş başlatmak.
Fakat birkaç olay dışında bu tutmuyor. Arkadaşıma göre, Amerika’nın ve danışmanlarının atladığı bu. Otuz yıllık savaşa rağmen nasıl Güneydoğu’da insanlar birbirlerini kesmediyse, bugün de bu olmuyor. Daha ne kadar provokasyon yapabilirler; düşünün bir Başbakan, yurttaşlarını komşularını ihbar etmeye çağırıyor.
Bundan daha büyük bir insanlık suçu olamaz. Hitler çaresiz kaldığında, küçücük çocukları anne ve babalarını ihbar etmeye zorlamıştı. Bu, bir insanlık suçudur, ama Başbakan bunu fütursuzca işledi. Sandı ki insanlar bu muhbirlik olayına canı gönülden katılacaklar. Neyse ki bu ülkenin yurttaşları“muhbir vatandaş” olmayı gayet onurlu bir biçimde reddettiler. Çünkü bildiler ki bu muhbirlikler ülkeyi bir iç savaşa sürükler.
Yoksa arkadaşım haklı mı? Erdoğan ve AKP ülkeyi bir iç savaşa sürüklemeyi kendine en büyük gaye mi edinmiş?
Bu arada komşumuz Suriye’de bir Kürt bölgesi resmen ilan edildi. Arkadaşıma göre Başbakan, bu durumu ve açılımın kendisine dayattığı yapmak zorunda olduğu, “bizlerin bilmediği konuları” kapatmak için giderek hiddetleniyor ve bu kez de sermaye grupları arasında bir çatışma çıkarmak için emirler veriyor. Bu duruma verilecek tek yanıt, ünlü oyun yazarı Brecth’in bir oyunundaki sözler olmalıdır: “Bulanık sularda bilsen ne balıklar avlanır sonra yine hep birlikte yoksulun hakkı yenir.” 
Ah, evet ah bir türlü bir iç savaş çıkmıyor. Ama benzinin litresi beş liraya çıktı. Ayrıca her zaman sağ partileri, özellikle de AKP’yi desteklemiş olan esnaf öyle bir tokat yedi ki bence artık yerinden doğrulamaz. İçki yasaklarıyla önce beli büküldü ve hevesle bekledikleri AVM’lerin pazar günü kapatılması ne yazık ki yasayla suya düştü. AKP iktidarını başından bu yana destekleyen bu grup, şimdi kara kara düşünüyor. Çünkü, Dubai’ye benzeyen İstanbul’a bu yıl Arap turist de gelmedi. Cumartesi günü dışında, nereden geldiği hiç belli olmayan büyük paralarla açılan lokantalar resmen sinek avlıyor.
Diyanet İşleri Başkanı buyurmuşlar. “Medyada din işleriyle ilgili insanların olmaması bir kayıpmış.” Bence madem her şeyi sorgulamaya başladık, öncelikle Diyanet İşleri’nin bütçesinin neden eğitime ayrılan paradan daha çok olduğu bizim meselemiz olmalı. Hatta laik bir ülkede neden böyle bir kuruluş var, biri bunun yanıtını vermeli? Benim, sizin, bizim vergilerimizle kimleri besliyoruz? Arkadaşıma göre, bu ülkeyi zorla bir din ülkesi haline getirmek için acayip bir çaba var. Ama bu da olmuyor. Ona göre hiçbir iktidar insanları din duygusundan bu kadar uzaklaştırmamıştı. Çünkü yüzyıllımızda din, insanları kuşatan hiçbir duruma yanıt vermiyor. İslam ülkelerinin içinde bulunduğu durum, insanları ürkütüyor. Kimse oralarda yaşamak istemez. Ve kendi ülkesinin o ülkelere benzemesini de istemez.
Bu arada iktidar, ülkenin güneydoğusunda özerk bir Kürt bölgesi oluşturmanın da yolunu açmış durumda. Hepimiz birdenbire bir sabah, ülkenin özerklik adına bölündüğünü görebiliriz. Bu kimseyi şaşırtmamalı, Başbakan’ın ve AKP iktidarının elinden tutan Amerika hâlâ projelerinden vazgeçmiş değil. Bir an düşünün; belki de yıllardır süren ve bütçemizin önemli bir kısmını götüren savaş resmen bitiyor ve zenginlikleri de emperyalist ülkeler tarafından bize yasaklanan, atıl bir bölge, özerk oluyor. Belki de bu daha iyi bir şeydir. Ya da daha iyi bir şeye dönüştürülebilir.
Şimdi her şeyi konuşma vakti. Arkadaşım öyle söylüyor.
IŞIL ÖZGENTÜRK

28 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

27 Temmuz 2013 Cumartesi

Hızlı Tren Hızlı Tabut Oldu - Nilgün Cerrahoğlu

İspanya’daki tren kazası, Sakarya’da 41 can kaybettiğimiz hızlandırılmış tren kazasının adeta kopyası.
Yetkililerce “aşırı hız”la açıklanan iki kazanın da dinamiği aynı: Konvansiyonel tren rayında hızlı/hızlandırılmış tren trafiğine olanak vermek...
İspanya’da raydan bütün vagonların çıkması nedeniyle 80 kişinin ölümü, 100’ün üstünde yolcunun yaralanmasıyla sonuçlanan korkunç kaza, “Alvia”tabir edilen trenlerde meydana geldi.
Özel yapılmış kendi ray sistemlerinde hareket eden ve “AVE” olarak adlandırılan gerçek hızlı trenden farklı olarak “Alvia trenleri” kâh hızlı trenlerin altyapısını kullanıyor, kâh konvansiyonel tren rayında yolculuk ediyor.
Hızlı trenin rayından, konvansiyonel raya geçerken makas değiştirip hız düşürmek zorunda olan “Alvia”lar, İspanya’nın tüm büyük merkezlerini bağlayan “AVE”lere göre nispeten daha ekonomik...
İberik Yarımadası’nın Araplarca fethedilmemiş ender köşelerinden olduğu için koyu Katolik kimliği ile öne çıkan ve Hıristiyanlığın “kutsal hac”merkezlerinden olan Santiago de Compostela’da gerçekleşen kazayı meydana getiren unsur işte bu “karma sistem”. 
Madrid’den hareket eden “Alvia” yarı yola dek ultra modern “AVE” hattında gitmiş, sonra konvansiyonel şeride geçmiş, yolculuğun son diliminde gene“AVE” raylarına terfi etmiş ve nihayet Santiago’ya girerken... YenidenFranko döneminden başka deyişle Nuhu Nebi’den kalma raylara makas yapması gerekmiş... 
Ölüm virajı…
Kaza tam yolculuğun bu faslında oluyor. Makinist hat değiştirirken gereken hız kontrolünü yapamıyor ve dümdüz ilerleyen uzun bir güzergâhın ardından gelen ilk “ölüm virajında” uçuyor.
Viraj derken... Faciayı izlediğimiz tüm görüntülerde ayan beyan seçildiği üzere virajın, konvansiyonel trenlerin hızı için tasarlanmış çok dar bir viraj olduğu göze çarpıyor.
Düz ovadaki 190 kilometrelik hızını, bu daracık viraja girerken ayarlayamayan Alvia uçuyor!
13 vagonluk konvoy bir oyuncak seti gibi dağılıyor.
İlk vagonlar, virajı kuşatan kalın ve yüksek duvarlara çarpıyor.
Arkadan gelenler, üst üste biniyorlar ve lunapark arabaları gibi birbirine çarpan arka vagonlarda yangın çıkıyor.
En son vagon rampadan uçarak yüksek istasyon duvarlarının dışına savruluyor.
Bunların hepsi saliselerle oluyor.
Ölüler ve yaralılar raylara saçılıyor.
“İspanyol usulü hızlı tren”, tahtalı köye böylelikle en hızlı erişimi sağlayan bir“hızlı tabut” oluyor.
Çin’den sonra en uzun hat
Tüm bunların sorumluluğu şimdi hız tutkunu çılgın bir makinistin üzerine yıkılmak üzere. Makinistin tekin olmadığı aşikâr ama asıl çılgınlık, İspanya’nın saplantıya dönüşen “hızlı tren” sevdasında!
’80’lerdeki başarılı demokrasiye geçiş modeli ile herkesi imrendiren İspanya, büyük Avrupa ülkeleri ile arasına giren gecikmeyi, son 30 yıla sığan zaman diliminde hızla telafi etmeye çalıştı.
Almanya ve Fransa gibi Eski Kıta’nın en gelişmiş ülkeleriyle yarışıp boy ölçüşmek için gerçek imkânlarını aşan çok büyük altyapı yatırımları üstlendi. Olmadık yerlerde atıl kalan dev havaalanları, ücra köşelere varan upuzun hızlı tren ağları yaptı.
Öyle ki İspanya birdenbire son 20 yılda, Avrupa’nın en uzun hızlı tren ağına sahip ülkesi haline geldi. Hatta Avrupa ne kelime, 2 bin 665 kilometre bağlantıyla -kendinden 20 kat büyük!- Çin’in ardından dünyanın en büyük hızlı tren diyarı oldu.
Şimdi bu eşi görülmemiş “hızlı tren” atılımının işte fevkalade “altı kaval üstü şişhane” bir şekilde gerçekleştirildiğini görüyoruz. Önce hamleye gerçek hızlı tren “AVE”lerle başlanmış, sonra bu ağı her yere genişletebilmek için yukarda anlattığım karma “Alvia” sistemi uyarlanmış...
Şartlar her yerde hızlı tren altyapısını kurmak için gereken kamulaştırmaya elvermediği için Santiago örneğindeki gibi belli yerlerde var olan mevcut ray sistemleri kullanılmış.
İspanya’nın metaforu 
Onlarca insana mezar olan Santiago treni şimdi baş döndürücü hızla koşarken duvara toslayan İspanya’nın metaforuna dönüşüyor.
Bu kış İspanya’ya gittiğimde, ekonomik krizin “hızlı tren mitosunu” çoktan çökerttiğini görmüştüm.
Büyük bölümü AB fonlarıyla karşılanan ve tamamı 50 milyar Avro’ya çıktığı söylenen yamalı bohça “hızlı tren” ağının, sade üst gelir kesimlerine hizmet verdiği söyleniyordu. Bilet ücretleri fazla yüksek olduğu için hatların bir kısmı boş çalışıyordu.
Yüksek bakım, onarım masrafları da hesaba katıldığında İspanya’nın hızlı tren için değerli kaynaklarını çarçur ettiği anlaşılıyordu.
Halka etkin “hizmet” vermek yerine, “büyük devlet” raconu kesmek için yapılan bu yatırımlarda ilave olarak büyük rantların, rüşvetlerin döndüğü; bunların, kamu ihalelerini açan siyasi partilerin kasalarına dolduğu; yeni istasyonlar ve kamulaştırmaya açılan alanlarda muazzam inşaat spekülasyonlarının yapıldığı anlatılıyordu...
Santiago de Compostela’daki kaza, özetle ekonomik kriz ve siyasi yolsuzluk skandallarıyla çalkalanan İspanya’nın suretine ayna tutuyor.
Nilgün Cerrahoğlu.

27 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

İlahiyatçılardan Atatürk Sansürüne İsyan - UTKU ÇAKIRÖZER

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu önceki akşam Ankara’da ilahiyat fakültesi hocaları, Diyanet çalışanlarının sendikalarının yöneticileri ve emekli din adamları ile iftarda buluştu. CHP’nin müftü kökenli İstanbul milletvekiliİhsan Özkes’in Gençlerbirliği Sosyal Tesisleri’nde düzenlediği iftara 40’a yakın din adamı ile gazetecilerin Ankara temsilcileri katıldı. Yemek öncesi iftar duasını yapan İsa Varlı’nın “Yaptıkları ve Türkiye’de özgürce ibadet imkânı sağladığı için” Atatürk’e de dua etmesi üzerine söz alan iki konuk şu görüşleri paylaştı:
Abdullah Tosun (Emekli TRT Sosyal İşler Daire Başkan Yardımcısı): Artık camilerde toplantılarda Atatürk’ün ismini bile anmaya korkar hale geldik. Bu mesele bizim için şan, şeref ve haysiyet meselesidir.
Asaf Demirbaş (Emekli TRT Dini ve Ahlaki Yayınlar Müdürü): Bugün mevlit programlarında Atatürk’ün adı anılmıyor. Diyanet İşlerini kuran Atatürk değil mi? Kuran’ı tercüme ettiren Atatürk değil mi? Diyanet’i Atatürk kurdurmadı mı? Niye dua edilmiyor? Mevlitlerde Atatürk’ün adının kaldırılması çok yanlış.
İftara katılan Diyanet çalışanları sendikalarının başkanları ise bu şikâyetlerin genellenmemesi gerektiğini belirterek “Birkaç kendini bilmezin Atatürk’ü hiçe sayıp ismini söylememesi tüm kurumu bağlamaz. Biz tüm Türkiye’yi geziyoruz. Genelde Atatürk ve silah arkadaşları diye zikrediliyor ve edilmeye de devam edecek” karşılığını verdiler. 
‘Diyanet AKP’nin arka bahçesi’
Sendika temsilcilerinin ağırlıklı vurguları ise “Diyanet’in AKP döneminde siyasallaştığı” yönünde oldu. Diyanet Vakıf-Sen Genel Başkanı Nuri Ünal,“İnsanlara ötekileştirme yapılıyor. Ayrışma var. Senin adamın benim adamım mantığı. Çalışanlarda tedirginlik var. Milletvekili, il başkanı, belediye başkanı atamalarına müdahale ediyor. Eğer iktidara yakın sendikada değilse, din görevlilerimizi sendikasından dolayı dışlıyorlar” dedi.
Diva-Sen Genel Başkanı Hüseyin Demirci de “Diyanet hiçbir zaman olmadığı kadar siyasallaştı. Çözüm Diyanet’in özerk yapıya geçmesidir. Başkan seçimle gelmeli. Öyle olursa iktidara göre Diyanet olmaz. Başbakan yardımcısının söylemine endeksli Diyanet İşleri başkanı olmaz” diye konuştu.
Emekli müftü ve eski CHP milletvekili Gani Aşık ise “Diyanet İşleri hiçbir zaman bugünkü kadar iktidarın arka bahçesi haline gelmemişti”değerlendirmesini yaptı. Cemevlerinin yasal statüye kavuşması için Diyanet’in katkıda bulunmadığını belirten Aşık, Diyanet İşleri Başkanlığı’nda Alevilerin de temsil edilmesi gerektiğini belirtti. 
‘Kindar gençlik’ diyen dindar olamaz 
Başbakan Erdoğan’ın din konusundaki söylemlerini eleştiren AnkaraÜniversitesi’nden Prof. Nusret Çam“Türkiye’de din elden gidiyor. Özü yitiriliyor. Mevlana’nın, Yunus’un, Yesevi’nin anlattığı din değil bu. ‘Kindar gençlik’ yetiştirmekten söz eden biri dindar olabilir mi? Din mazlumdur, naiftir. Ama şimdi içi boş ritüellere, şekilciliğe indirgenmiş durumda” diye konuştu. 
Devrimci Müslüman Gençler 
İftara kendilerine “Devrimci Müslüman Gençler” ismini veren bir grup da katıldı. Liderlerinden Eren Erdem şöyle konuştu: 
“28 Şubat döneminde yargılandım. AKP döneminde de defalarca tutuklandım. 28 Şubat’ta başörtüsü eylemlerinde bizimle yürüyenler bugünlerde müteahhit oldu. Biz hâlâ aynı şeyleri söyleyince adımız fitneci oldu. 28 Şubat’ta dayak yiyenler bugün de dayak yiyorlar. O günlerde dayak yiyip şimdi sopayı eline geçirenler ne hikmetse bugün dövmekten zevk alıyorlar.”
BEŞ VAKiT EZAN ATATüRK SAYESiNDE 
Gecenin sonunda konuşan CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu da bazı çevrelerden Atatürk’e yönelik eleştirilere şu sözlerle karşılık verdi:
“Atatürk büyük bir lider. Arkadaşımızın duasında ettiği gibi öbür dünyaya giderken sadece kefeni ile gitmiş. Bütün mal varlığını topluma bırakmış. Toplu iğne dahi yapamıyorduk, 1925’te uçak fabrikasının temelini atıyor. 1934’te Kayseri’den kalkan ilk uçağımız Ankara’ya iniyor. Haliç’te denizaltı yapmaya çalışıyoruz. 1930’da Merkez Bankası’nı kuruyoruz. Şimdi küçümsediğimiz o demir ağları örüyoruz. Sümerbank’ları, Etibank’ları yapıyoruz. Kimseden borç para istemediler, el avuç açmadılar. Yolsuzluk yapanları Yüce Divan’a gönderdiler. Ben bu insana ‘Müslüman değilsin’ dersem haksızlık yapmış olmaz mıyım? Eğer bu ülkenin minarelerinde 5 vakit ezan okunuyorsa o insanların sayesinde oldu.” 
En büyük devrimci: Peygamber
Konuşmasında tüm peygamberlerin dünyayı değiştirdikleri için ‘devrimci’olduğunu belirten Kılıçdaroğlu, “Hz. Muhammet milyarlarca kişiyi etkilemiştir. Tarihin gördüğü en büyük devrimcidir. Yeni bir çağ açmıştır. İslamiyetin başlangıç yıllarına bakalım. O dünyada yaratılan bilim, geliştirilen bilim, kitaplar Rönesans’a kaynaklık yapmıştır. Sormamız gereken soru şudur; İslamiyetten sonra bilim bu kadar hızla gelişirken ve ortaçağ karanlığından Avrupa’yı kurtarırken neden şimdi Avrupa ya da Batı bizden çok daha ileride, İslam dünyası neden geride?”
Birbirimizi yeni 
tanıyoruz 
CHP ile dindar kesimler arasındaki ilişki konusunda da Kılıçdaroğlu şu değerlendirmeyi yaptı:
“Bizim bir özelliğimiz var: Dini siyasete karıştırmayız, karıştırılmasını da doğru bulmayız. Bizler birbirimizi yeni tanıyoruz aslında çünkü bizim bulunduğumuz mahalleler farklıydı. Kendi içimizde konuşurduk. Hiç yan yana gelip, yüz yüze gelip konuşmadık ki. Şimdi sohbet etmeye çalışıyoruz. Aslında çok farklı şeyler düşünmüyoruz. O zaman neden bu kutuplaşma, bu kavga? Çünkü siyasetçi bu kavgadan oy devşirecek. Yanlış da burada zaten”
 Utku Çakırözer

27 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

24 Temmuz 2013 Çarşamba

AKP Ekonomisinin Altın Yaldızlı Ambalajı Sıyrılıverince...- Özlem Yüzüak

“Hükümet işsize 1500 lira maaş verecek!” Yandaş medya bu açıklamayı dün flaş haber olarak geçince “tamam” dedim, “seçim ekonomisine başladı AKP.”Asgari ücretin bile ancak 800 lira olduğu, üstelik işsizliğin sürekli arttığı bir ülkede işsize 1500 lira maaş ne kadar gerçekçi ki?
11 yıllık AKP iktidarının en makyajlı, en süslü püslü altın yaldızlı ambalajı ekonomi oldu. Bu ancak; kurgunun tüketim ve rant ekonomisi üzerine inşa edildiği bir modelle gerçekleştirilebilirdi. Bu yüzden insanlar borçlanmaya, hatta kazançlarından çok daha fazla borçlanmaya özendirildi; orta direk yaşamlar uzun yıllara yayılan vadelerle taksitlendirildi. Türkiye ithalat cenneti haline getirildi. Hem sanayi hem de tarım üreticisinin feryatları hızla yükselen betonların, devasa AVM’lerin, HES’lerin, her yıl birilerini zengin etmek için sürekli yenilenen kaldırım inşaatlarının arasında yitip gitti. Ekonominin bu parlak cilası aslında mayıs ayında döküldü. Her ay portföy yatırımı kredi olarak ülkeye oluk oluk akan döviz mayısta “şıp” diye kesildi. Oysa biz her ay, o ayın cari açığından (döviz açığından) daha çok dövizin ülkeye girmesine alışmıştık. Bu sayede de döviz ucuz ucuz satılıyordu. (Güngör Uras, 12 Temmuz 2013, Milliyet). Gezi olayları patlak vermeseydi Türkiye’de kamuoyu bu dökülen cilayı ve ortaya çıkan gerçekleri çok daha önce görecekti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Gezi’de olayları daha da şiddetlendiren tavrının arkasında yatan nedenlerden biri de AKP’nin her fırsatta can simidi gibi sarıldığı ekonominin patlak bir topa dönüştüğünü herkesin görmesini engellemekti.
Bugün ise freni tutmayan kamyon gibi yokuş aşağı iniyoruz. Dün Türkiye’nin en büyük 500 Büyük Sanayi Kuruluşu açıklandı ve verileri değerlendirildi. Bu kuruluşların en düşük performansları ihracatlarında olmuş. Satışları, kârları, üretimleri vs artmış ama en az artış oranı (binde 6) ihracatta olmuş. Bu ağırlıklı olarak iç tüketime yönelerek büyüdükleri, küresel arenadaki güçlerinin ise giderek eridiği anlamına geliyor. Ekonomi giderek daha çok ithalata bağımlı oluyor ve işin kötüsü bunun önüne geçecek en küçük bir adım bile atılmıyor. İşadamı bir dostum anlatıyor: “Bizim yeni fabrika inşaatı için malzeme seçtik. Hayretler içinde kaldım. Yangın kapılarını ithal etmek lazım (İtalya veya Almanya’dan), zira sigorta şirketi yerli kapıları ‘yangına dayanıklı değil’ diye kabul etmiyor.”
Durum böyle olunca insan sormadan edemiyor: Türkiye’de ekonominin can damarı haline gelen inşaat sanayiinde kullanılan malların yüzde kaçı ithal diye?
Evet, artık takke düştü, kel görüldü. Şimdi yapılması gereken “Bunu toplumun her kesiminde görünür hale getirmek.” Çünkü yaklaşan seçimlerde AKP iktidarı ülkenin batık ekonomisini yeniden yeni bir sahte yaldızlı ambalajla sarıp sarmalayacaktır. İşsize 1500 lira maaş bunun tipik bir ilk adımı. Oysa TÜİK işsizlik oranını yüzde 10.5 olarak belirtirken (ki bu cidden tartışmalı bir rakam!) Türkiye’deki işverenlerin yüzde 58’i yetenekli işgücü bulamıyor!
CHP bir süredir bu konuda önemli adımlar atıyor aslında, hakkını vermemiz gerek. Özellikle genel başkan yardımcıları Umut Oran ve Faik Öztrak’ın her fırsatta dile getirdikleri gerçekleri... Hepsi de TÜİK, Hazine Müsteşarlığı, Maliye Bakanlığı ve Dünya Bankası kaynaklarından verilerle hazırlandı. Hem AKP’nin iktidarı boyunca yaşadığımız emek sömürüsünü hem de cebimizden çıkan paranın ne olduğunu anlatıyor. Örneğin:
- 10 yılda AKP taşeron işçiliğini tam dörde katladı.
- AKP döneminde, ekmek fiyatı yüzde 173 oranında arttı.
- Motorinin fiyatı yüzde 225 arttı. 1.30 TL olan bir litre motorinin fiyatı 4.22 TL’ye ulaştı.
- 2.568.000 kişi kredi kartı & tüketici kredisi borcunu ödeyemiyor. Bu sayı 2002’de 847 bin kişiydi.
- Vatandaşın, 2002 yılında, batık tüketici kredisi tutarı, 278 milyon TL’ydi. Şimdi, 9 milyarı geçti.
- 2002 yılında Türkiye’de 6.6 milyar dolar sıcak para vardı. Şimdi 125 milyar dolar.
Tüm bunlar ve yer kalmadığı için yazamadığım diğerleri, üretmeyen, dışa bağımlı, kendi insanının emeğine saygı göstermeyen bir Türkiye tablosu. Gezi süreci ile en azından bunların bir kısmı görülür hale geldi. Ancak bu daha işin başı. Unutmayalım...
Özlem Yüzüak

24 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

Dünya Yalan, Narkoz Şirketten! - Mine Kırıkkanat

Siz uyurken evinizi soymaya giren hırsızlar için en büyük tehlike nasıl ki uyanıp direnmenizse; iktidarı soygunculuk üstüne kurulu muktedirlerin de en büyük korkusu, soyulan halkın uyanıp kendilerini mülkten kovması, hatta hesap sorup cezalandırmasıdır. 
Dünyada ezelden ebede semirmek amacıyla iktidar olan bütün sömürücüler ve yoz muktedirler de işte bu yüzden, halkı rahatça aldatabilmek için uyutmaya, gerekirse narkoz altında tutmaya özen gösterirler.
Halkı uyutmaktan amaç, neden-sonuç ilişkisi kurabileceği rasyonel mantık yürütmesini engellemek, gerçek dışı olgu ve olaylara kolayca inanmasını sağlamaktır. Olmayana inanan halk, gözünün önünde olana tepki göstermez, gerçeklerle bağı kopar, üstelik mucize beklerken acı çekmeye bile katlanır!
Halkı böyle uyutup oyalamanın biricik yöntemi böylece inanç, en etkin inanç aracı da elbette ki dindir. 
***
Ne var ki inanmak ihtiyacının halkı aldatmak yolunda araç olarak kullanılması, sömürülen topluma olduğunca dinin özüne, felsefi düşüncesine ve insancıl yapısına da zarar verir. 
Örneğin İslamiyetin üç tektanrılı din arasında “devrimci” özgünlüğü ve en insancıl yanı, “Allah ile kulun arasına girilmez” sözüyle ifade edilen, inananla inanılan arasında kurduğu aracısız bağlantıyken; İslamiyetin siyasal araç olarak kullanıldığı tüm cemaatleşmeler zaten “aracılık” üstüne kurulmuş, inananla inanılan arasında inanılmaz sayıda aracı türemiş, hatta inananları Allah adına yönlendirenlerin sayısı, neredeyse mümin sayısına eşitlenmiştir!
Türkiye’de yarım yüzyıldan fazladır süren “halkı uyutmak” amaçlı din sömürüsünde narkozcu medyanın görevi zır cahilleri bazen çil çil altın türünde ödüllere açılan “sır kapıları”na, hurafelere, büyülere, muskalara, şeytan çıkarmalara, hatta cinsel içerikli psişik sorunları olan zavallıları cinlerle insanlar arasındaki evlilik gibi zırvalara inandırmak. Yarı cahilleri ise komplo teorileriyle efsunlamak. 
***
İnanç sömüren din simsarlarının istisnasız hepsi, tıpkı denizcilik yapanların denize girmemesi ya da barcılık yapanların içki içmemesi gibi, pazarladıkları hiçbir ahlak ilkesi ve iman kuralına dokunmuyor, uymuyor.
Fethullah Gülen cemaatinden Harun Yahya namlı Adnan Oktar’a, türlü çeşitli şeyhler ve tarikatların birbirlerini, rakiplerini, muhaliflerini şantajla pasifize etmeye yarayan video sanayiciliği; din simsarlarının sattıkları maldan nasiplenmediklerinin iyi bir örneği. Keza AKP iktidarının yalan, dolan, aldatmacaya dayalı tüm politikaları, iftiraya dayalı hukuku ve yargı zulmü...
Ama Sünni Müslümanlıktan geçinen bu din simsarları arasında, kardeşlikten öteye bir çıkar ortaklığı var. Örneğin, hepsi Darwin ve Evrim Teorisi düşmanlığında işbirliği yapıyor. Hepsi, insanın Adem ile Havva’dan tam teşekkül türediği efsanesine dayalı “yaratılış” safsatasını savunuyor.
Böylece tanrısız Evrim Teorisi’ne karşı tanrısal Yaratılış Atlası’nı yazmakla övünen Harun Yahya namlı Adnan Oktar’ın niçin yaradanın işine karıştığı; müritlerinin niçin amfetamin ve silikonla şişirilip, seks objesi şişme bebeklere“evrilmiş” olduklarını sorgulamıyor, diğer din simsarları.
Dahası, Harun Yahya’cı (yoksa X eksenli Adnan Hocacı mı demeliydim?) ve uçuk olduğunca ucuz komplo işportacısı Yiğit Bulut, Başbakan’ın ekonomi danışmanı olabiliyor!
***
Yiğit Bulut, 15 Haziran’da “faiz lobisi”ne gaipten su taşıyan “Erdoğan’ı telekineziyle* öldürmek istiyorlar” açıklamasından 26 gün sonra danışman atandı. 
Vapur satıcılarına nal toplatan lagalugasıyla, ekonomi ve finans alanında bugüne değin çakma çıkmayan tek analizine rastlanmayan bir “ekonomist”in, ekonomiyi çok iyi yönettiği söylenen bir başbakan tarafından danışman yapılması, basit bir “yalakalık ödülü” değildir.
Başbakan bu atamayla, Fazıl Say’la birlikte onlarca muhalife “dini değerlere”hakaretten dava açan Harun Yahya/Adnan Oktar cemaatini taltif etmiştir.
Adnan Hoca’nın Mesih’liğe soyunması, silikonlu hurileriyle kurduğu yeryüzü cenneti falan, hiçbir din simsarını rahatsız etmemektedir.
Bakalım yaradana rağmen yaratılış ortaklığı diyebileceğimiz bu “akıllı tasarım”da, hangi yaratıklar ne komplolar kuracak, videoları kimler çekecek, kimler oynayacak?

*Haluk Hepkon’un Y.B.’nin telekinezik yeteneğine ilişkin aydınlatıcı yazısı,www.mgkmedya.com’da. 

G NOKTASI
Geçerken Mayıs turnaları
birazdan bu pencereden
havai fişekler gibi patlar günlerin
saçılır ortalığa
yoksulluğun aşkların
hangi birini seyretsem
elinin altında ne varsa artık
kavgaların mı sevdaların mı
çekip gitmelerin mi
hasatı bitmiş tarlalar kadar
büyük yalnızlığın mı…
A. KADRİ ERGİN
“Hiçbir insanın, yalancılıkta başarılı olacak kadar hafızası yoktur.”

ABRAHAM LINCOLN
Mine Kırıkkanat
24 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

23 Temmuz 2013 Salı

Monşerleşen İmamlar! - Özgen Acar

Yüz yıl önceki Osmanlı bile sultanlık hevesindeki AKP Hükümeti’nden daha çok “devleti” düşündü… Bu amaçla 1859’da Mektebi Mülkiye’yi kurdu, Osmanlı’da ilk kez siyasi iktisat, idare hukuku, devletler hukuku, ceza hukuku gibi dersler öğretimine başlandı. Çünkü “Mülkiye” Osmanlı’ya göre “devlet”demekti!
Atatürk, genç Türkiye Cumhuriyeti “devletini” yönetecek kadroları yetiştirmek amacıyla Mektebi Mülkiye’yi İstanbul’dan Ankara’ya getirdi, sonraları adı Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne dönüştü.
“Kaymakam, vali” yetiştirmek için “idari”, Hazine’nin haklarını koruyacak“maliye müfettişleri, hesap uzmanları” için “mali” ve uluslararası alanda görev yapacak “diplomatları” eğitmek için de “diplomasi” şubeleri açıldı. 
***
İdari Şube’den mezun olanların kaymakamlık mesleğini seçtiklerinde ayrı bir eğitimden geçmeleri, zamanla valiliğe yükselmeleri öngörüldü.
Mali Şube mezunları, Maliye Bakanlığı’nda “Hesap Uzmanı” olabilmek için KPSS’de ilk 400’ün içine girme koşulunu yerine getirdikten, saatler süren sınavla seçildikten sonra, bir ustanın yanında çıraklık döneminin ardından aşamalı olarak “uzmanlığa” geçebilirlerdi.
Maliye müfettişliğinin gerektirdiği güçlü sınavlar ise yalnızca Maliye Bakanlığı’na seçkin kişileri kazandırmaz, sonrasında devlet adamları da yetiştirirdi. Örneğin Ziya Müezzinoğlu, Kemal Kurdaş, Cahit Kayra, Adnan Erdaş, Mahfi Eğilmez, Tevfik Altınok aklımda kalan bazı adlardır.
134 yıllık geçmişi olan maliye müfettişliği ve 68 yıllık hesap uzmanlığı geleneği, 10 Temmuz 2011 Pazar günü Resmi Gazete’de yayımlanan 646 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile “Gelirler Kontrolörlüğü” ve “Vergi Denetmenliği” bölümleri ile birlikte “vergi müfettişi” unvanıyla tek çatı altında toplanarak yıkıldı. Artık Hazine’nin çıkarlarını değil, AKP yanlısı iş dünyasına hizmet verecek bir gecekondu kurumu yaratıldı.
***
Bilmem Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 2009’da söylediği“Diplomasideki monşer eskileri anlamadı. Bunlar monşer geldiler, monşer gidiyorlar. Siyasete de böyle devam ediyorlar. Bazıları bundan rahatsız oluyor. Niye? Eğer monşer eskisi değilsen, bu işin hakkını ver…” sözlerini anımsarsınız!
Türkiye’nin 134 ülkede diplomatik temsilciliği var… Günümüzde SBF, ODTÜ, Boğaziçi Üniversitesi ve Hukuk Fakülteleri mezunlarından yabancı dil bilen ve bu mesleğe uygun eğitim görmüş kişilerden sınavla Dışişleri Bakanlığı’na“meslek memuru adayı” alınır.
Mesleğin başında Bakanlık içinde ayrıca aylarca süren özel bir eğitimden geçerler, aşamalı olarak yükselirken önce “başkâtiplik” sınavında denenirler. Her diplomat için büyükelçilik unvanı cepte keklik değildir.
“Sultanlık” yolunda ilerleme amacıyla ABD’den esinlenerek her bakanlığa bir de “bakan yardımcısı” atandı. Bunların çoğu seçim yitirmiş AKP milletvekilleriydi. Bu konuda Dışişleri’ndeki piramit bozulmasın diye bu göreve, bakanlık içinden büyükelçilik yapmış bir diplomatın getirilmesine özen gösterildi.
Ancak ne var ki geçen hafta 80 yasayı bir çuvala sokan “torba yasası” ile Dışişleri Bakanlığı’nın piramidi altüst edildi. 2010 tarihli 6004 sayılı yasa ile piramit dışından atanan “devşirme büyükelçiler” merkeze dönünce, yaşları elverişliyse bakanlık dışında çeşitli görevlere atanabiliyorlardı.
Kendisi de profesörken “devşirme büyükelçi” unvanını kapan Ahmet Davutoğlu, torba yasa ile devşirme büyükelçilere bundan böyle bakanlıkta müsteşar, müsteşar yardımcısı, genel müdür olma yolunu açtı.
İsterseniz görevdeki devşirme büyükelçileri bir anımsayalım:
İlahiyat profesörü Kenan Gürsoy Vatikan, İlahiyat Profesörü Ahmet KavasÇad, eski AKP Milletvekili Zekeriya Akçam Endonezya, eski YÖK BaşkanıYusuf Ziya Özcan Varşova, eski Dış Ticaret Müsteşarı Tuncer KayalarKenya, İngiltere’de yaşayan Tıp Doktoru Cemalettin Kani Torun Somali, Vali Yardımcısı Şentürk Uzun Gana, Vali Mehmet Niyazi Tanılır Karadağ, Dış Ticaret Müsteşarı Ahmet Yakıcı Libya, DPT Müsteşar Yardımcısı Halil İbrahim Akça Kıbrıs, TİKA Başkanı Musa Kulaklıkaya Moritanya…
Bir de şu diplomasi ustası Kavas’ın Çad’da Fransızların Mali’ye müdahalesinde “El Kaide terör örgütü değildir…” diye “tveet” attıktan sonra Bakanlığın fırçasının ardından “Fransızların çok ekmeğini yediğim için…”sözleri ile tükürdüğünü yaladığını da anımsayalım! Ben mi yanılıyorum! Bu ilahiyat profesörü Çad’a “büyükelçi” mi yoksa “kavas” olarak mı gönderilmişti?
Anlaşılan “devşirme büyükelçi-bakan” şimdi de “sultanı” için “monşer imam”dönemini açıyor. Ardından Diyanet İşleri Başkanı Suudi Arabistan’a, Fetohazretleri Vaşington’a büyükelçi atanırlarsa hiç şaşırmayacağım. Ya da bu Kavas dönünce Bakanlığa müsteşar olarak atandığını düşünebilir misiniz?
Cumartesi günü eski sekiz dışişleri bakanı, parlamento dışındaki 150 emekli büyükelçi, bu yasayı kınayan bir bildiri yayımladı. Daha önce Dışişleri Bakanlığı da yapan, bu kurumun piramidini, diplomatlığın bir ince, hassas meslek olduğunu bilen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bu çuval yasasındaki bu değişikliği inşallah geri çevirir. Aksi halde CHP’li emekli büyükelçi milletvekilleri, Dışişleri’ni imamlar ordusuna dönüştürecek bu çuvallama olayını Anayasa Mahkemesi’ne taşıyacaklarını açıkladılar.
Maliye Bakanlığı tezgâhlandı… Dışişleri tezgahlandı… Herhalde sıra yakında İçişleri Bakanlığı’nca atanacak imam valilerde!
Güncel Belgesel…
Adı: Gezi Direnişi
Yazarlar: Emre Kongar - Aykut Küçükkaya
Yayımlayan: Cumhuriyet Kitapları
Sayfa: 192
Olacak iş mi? Taksim Gezi Parkı’nda çakan bir kıvılcım, ağaçları kül etmedi, tam tersine daha da yeşertti… Beklenmedik bir an ve beklenmedik bir biçimde her şeyi çok iyi bilen adama(!) olağanüstü bir tepki patladı. Türkiye sarsıldı. Yer yerinden oynadı. Elimdeki 5. baskısını yapan kitap iki bölümden oluşuyor, değerli bilim insanı ve yazar Kongar, Türkiye’yi sarsan 30 günü toplumbilimi ve siyasal olgular ışığında belgeleyip irdeliyor. Araştırmacı genç meslektaşım Küçükkaya da 30 günün çetelesini, yansımalarını ve yankılarını bir tarihsel dizine dönüştürüyor. Ayrıca internet ortamındaki iletişimler de belgeleniyor.
Özgen Acar.
23 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

Yoksa Muktedir Bir 'Ulu'l Emr' mi?* - Orhan Bursalı

O ne panik! Suriye sınırımıza PKK/PDY, bayrağını çekecekmiş! Davutoğulları ve Erdoğangiller, arkasında saf tuttukları El Kaidecileri Kürtler püskürtmeye başlayınca, çıplak gerçekle karşı karşıya kaldılar! Bir Kürt Özerk Bölgesidaha! Pardon, ama İmralı’da Apo ila yaptığınız anlaşma zaten dört ülkeye dağılmış Kürt bölgelerinin, Pankürdist milliyetçi politika bağlamında kurtarılmasını, Türk-Kürt Federasyonu gereğince, öngörmüyor muydu?
Yeni Osmanlı olarak, Osmanlı yönetimini Ortadoğu’da canlandırmayacak mıydınız? İmparatorluk çağı ile ulusal kimlik ve devletlerin ortaya çıktığı modern çağı birbirine karıştıran ve 150-200 yıl öncesini yaşamaya kalkışanlar sizler değil miydiniz, ey Davutoğulları! Stratejik Derinlik kitabınız, birbiri ardına verdiğiniz demeçler ortada; unuttuysanız Ulus Yıkıcılığı Zamanları kitabımın ikinci baskısında hepsini anımsayabilirsiniz!
Ulusal Devlet’i kötüleyen, ulus devletlerin ortaya çıkışını kapitalizmin ve burjuvazinin ürünü olarak görmeyerek, tarihsel gerçeklere karşı savaş açan sizler değil miydiniz! “Suni olarak parçalanmışız” da, şimdi bu parçaları yeniden birleştirecektiniz!
Kürtlerin tarihsel gecikmeyle ortaya çıkan milliyetçi hareket olduğunu, üstelik Pankürdist bir akım olarak geliştiğini görmediniz mi? Arkasında güçlü bir ABD- AB desteğiyle... hatta İsrail!
Hayır gördünüz de, Yeni Osmanlıcılık hülyalarıyla, Büyük Başkanlık dayatmalarıyla, Türkiye’nin bu süreçten küçülerek değil de büyüyerek çıkabileceğini ileri sürdünüz... Apo, şuraya yazıyorum, sizlerden bin kat daha iyi “kendi ulusal çıkarlarını” koruyor, süreci yönetiyor.
Peki, bir “Türk-Kürt Federasyonu” ve ülke birliğinin korunması mümkün olamaz mı? Olur, ama sadece “Kürt-Türk Federasyonu” ile! Umarım anladınız! Kürtler belki de sizlerin milleti bu parçalayıcı politikalarınızdan çok daha başarılı “birleştirici” ve “barış” politikaları uygular, kim bilir!
Kuzey Irak tamam. Suriye Kürdistan’ı tamam oluyor... Güneydoğu’da paralel bir yönetim devrede, yani Kürdistan’ın üçüncü parçası da olgunlaşıyor! Geride, İmralı ile kararlaştırdığınız İran parçası kalıyor. Hasip Kaplan,Türkiye’nin üç yanı Kürtlerle çevrili diyor ya, üstelik Kürtlerle geri dönüşü olmayan tünele girdiğinizi belirtiyor ya, bu konuyu şöyle derinlemesine bir açıklayın halka derim...
Kürtler benim kardeşim... Bu ülkenin bir parçası için değil, bütünün yönetimi için çalışmalılar derim... Ama tarihin seyri ne yazık ki öyle akmıyor.
***
Esad’ın yıkılması için çalıştınız... Fikir, tabii ki Davutoğlu-Erdoğan’ın... İç savaşın Suriye’ye maliyetini sormayacağım, ama Türkiye’ye maliyetini muhalefet çıkarmalıdır. Hem dış politik hem ekonomik, insanı ve toplumsal... İktidar basını, bir yandan Esad’ın devrilmesi için çalışırken, diğer yandan da “Hain Esad Kürtlerle anlaştı” havasında! Aptal bunlar, veya milleti bu kadar “göbeğini kaşıyan adam” yerine, bir de Menderes koymuştu! Her ikisi deodunu göstersem milletvekili seçtiririm anlayışında!
Suriye’nin enkazı altında kalan tek ülke var: Türkiye! Ve Ankara’daki iktidar!
Pompaladıkları “Türkiye büyük, güçlü ülke” havası, Mısır’da da söndü.Mursi’nin birleştirici değil, tıpkı sizin gibi izlediği parçalayıcı politikanın yaldızını kazıyınca, Davutoğlugillerin yüzü gözüküyor. Ülkelerin istikrarı için değil, iç savaş ve bölünmeleri yönünde izlediğiniz politikaların, bu ülkeye (ve insanlığa) ne gibi bir yararı olabilir...
Savaş politikaları, eninde sonunda ama mutlaka bunu izleyen ülkeleri gelir ve vurur... Bumerang gibi... Ne olacak şimdi Mısır?
***
İçeride de aslında “savaş politikası” izliyor hükümet. Türkiye çapındakiDirenTaksim protestolarına karşı da iktidar içsavaş şiddeti uyguluyor!Tencere-Tava İhbarcılığı bile bu savaş politikasının parçası. 
Ancak diktatörler, her ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmaya yeminliler, yıkılmaktan korkar!
Normal, demokratik, iktidara gelmeyi ve gitmeyi sistemin çok doğal bir işleyişi, demokratik parlamenter sistemin bir “cilvesi!” olarak içselleştirmiş bir iktidarın, muhalefete geçmesinde hiçbir sorun yoktur. Bırakır gider.
Halkına, protestolara, muhalefete, itiraz hakkına karşı “savaş açan”bir iktidarın demokrasi ile zerre kadar ilişkisi olamaz.
Şu sıralarda dini- yandaş çevreler “seçilmiş hükümet, büyük yanlışlıklar bile yapsa, iktidarı meşrudur” gibi zırvalıklara sarılmış durumda.
Hangi “demokrasi teorisi”nde bu yazılı?!
Yoksa iktidardaki Muktedir, bir “Ulu’l emr” mi ki, kendisine karşı muhalefetleri bir “itaaatsizlik” olarak görüp, ezilmesini emrediyor?

Orhan Bursalı
23 Temmuz 2013 - Cumhuriyet

* 'Ulu'l Emr1 
Sünni islam inancında inananların bilinçaltına işlemiş bir hadisin (ya da hadis olduğu iddia edilen sözün) muhteşem nesnesi. hadis şudur: ulul emre itaat farzdır. tarih boyunca islam coğrafyasındaki bütün monarklar, bütün despotlar bu sözü çok işlevli olarak kullanmışlar ve halkın bilinçaltına dinsel bir dogmaymış gibi kayıtsız şartsız itaati, erk yalakalığını empoze edip, tüm zulümleri, tüm zorbalıkları sonsuz bir tevekkülle sineye çekmeyi dayatmışlardır. zira zalim de olsa ulul emre itaat farzdır. 
'Ulu'l Emr2
ülü'l emr yazım şekline sahip olan bu ifade, emir verme yetkinlik ve yetkisine sahip kişileri tanımlamak için kullanılır. 
'Ulu'l Emr3
islam dininde bu kişilere halife, şeyh'ül islam, sultan, ordu komutanı vs. örnek olarak verilmiştir. yine islam dini inancında ülü'l emre itaatın sadece hak olan emirlerine uymanın vacib, diğer bir kısım içtihat sahiplari tarafından ise farz olduğu belirtilmiştir. 

Ekşi Sözlük

'Sus! Başörtülü Seni Dinliyor!' - Nilgün Cerrahoğlu

Son yazımda Mussolini’nin sloganı “Sus! Düşman seni dinliyor!”un öyküsünü anlatmıştım.
O yazının mürekkebi kurumadan, internet ekranlarına Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun Eskişehir-Ankara hızlı treninde yaşadıkları düştü.
“Ah!” dedim “Tamam!”… Mussolini faşizminin sloganının bizde içi demek böyle doldurulacak: “Sus! Başörtülü seni dinliyor!”
Telefonların, süper teknolojik telekulaklarla, ortam dinlemesine de izin veren şekilde anı anına izlenmesi, dinlenmesi yetmiyor. Şimdi artık bir de durumdan vazife çıkaran yurttaşlar, üçüncü şahıslarla yapılan telefon konuşmalarına doğrudan müdahil oluyorlar.
Durumdan vazife çıkaran hele bir de başörtülüyse.. yandı gülüm keten helva!
İnsan; başörtülülerin artık özel koruma altına alınan ya da açıkça pozitif ayrımcılığa tabi tutulan ayrı statüleri/konumları olduğu izlenimine kapılıyor...
Başı açık bir kadınla girişilen herhangi bir söz dalaşı, anlaşmazlık, münakaşa;“kadınla tartışmaya girdi” şeklinde haber olmuyor da…
Başörtülü kadınla yaşanan ihtilaf derhal “başörtülü” vurgusuyla haber yapılıyor: “Metin Feyzioğlu başörtülü kadına hakaret etti!”
Başörtüsü araçsallaştırılınca
İnanmıyorsanız, internette siz de sağlamasını yapın.
Google’a, sadece “Metin Feyzioğlu kadına hakaret” komutu yazın ve bakın. Arama motorunun önünüze getirdiği haber başlıklarının istisnasız hepsi -ayrıntısızca verdiğiniz sade “kadın” komutuna rağmen- tek tornadan çıkmış gibi aynı: “Metin Feyzioğlu’ndan başörtülü kadına hakaret.”, “Baroların başkanından başörtülü kadına hakaret”, “TBB başkanından başörtülü kadına hakaret” vs…
Başlıkların biri de ilaç için “Feyzioğlu trende bir kadına hakaret etti” demiyor!
Burada demek ki önemli olan “kadına yapılan bir (sözde) hakaret” değil.
Vurgusu yapılan konu farklı: “Başörtülü kadına hakaret.”
Hal böyle olunca; konu sıradan haber olmaktan çıkıyor. Ve bir kara propaganda haline geliyor.
Bu kara propaganda insanda ilk elden “Vay anasını!” duygusunu uyandırıyor:“Demek ki bundan sonra sağımda solumda oturan başörtülülere dikkat etmem gerekiyor!” 
Toplumdaki o bütün duvarları yıktığı söylenen Gezi ruhunun tam tersi bir ruh ne yazık ki bu. Bir başörtülü kadın yolda size adres sorsa, bu durumda;“Gözünün üstünde kaşın var diye acaba olay çıkarır mı?” hesabına neredeyse düşüneceksiniz...
İnsanların, özellikle başörtülülerin bulunduğu ortamlarda cep telefonunuzu kullanırken irkileceksiniz...
Bir başörtülü çıkıp “Telefonda dış ülkeye yalan bilgi veriyor!” dedi mi bitti!
Başörtüsü kullanmayan ya da başörtülü kesimden olmayan biri olarak, daima savunmada kalmaya mahkûmsunuz. Feyzioğlu’na şimdi yapılmak istenen bu: Feyzioğlu savunmada bırakılıyor!
Koskoca TBB Başkanı gözler önünde böyle savunmada bırakılabiliyorsa, sıradan yurttaşa ne yapılmaz? Varın hesap edin…
Feyzioğlu’nun yaşadığı bu çok düşündürücü ve can alıcı olayı eminim izlemişsinizdir. Ama ben tekrar özetleyeyim: 
Dönüm noktası
TBB Başkanı Feyzioğlu, Gezi olaylarında yaşamını yitiren Ali İsmail Korkmaz için Eskişehir’e gidiyor. Önceden de Ali vakasıyla yakından ilgilenmiş ve de “Yüreklerimizi yaka yaka gitti. Yetkililerin gereğini yapmasını bekliyoruz, olayın takipçisi olacağız” demiş.
Sen misin “takipçi olan” dercesine, Barolar Birliği Başkanı’nın başına Ankara-Eskişehir treninde sonra bu yaşananlar geliyor.
Başkanın trende yaptığı bir telefon konuşmasına özellikle “kulak misafiri” olan başörtülü bir hanım, başkalarının konuşmalarını dinlemek saygısızlığını yapması yetmiyormuş gibi, konuşmanın içeriği hakkında bir de yorum yapıp ahkâm kesmek cüretini kendinde buluyor.
“Yalan söylüyorsun. Polis kimseye zarar vermiyor. Hem bunları söyleyeceksin, hem bizim(!) yaptığımız hızlı trene bineceksin, bunları söyleyeceksen kara trene bin!” diyerek TBB Başkanı’na ayar vermeye kalkıyor.
Feyzioğlu bu müdahaleye karşılık verince, bu defa savcılığa gidip; “TBB Başkanı bana hakaret etti!” şikâyetinde bulunuyor.
Şikâyet kamuya mal olunca AB Bakanı Egemen Bağış hızla konuyu siyasi malzeme yapıyor.
“Haddini aşmış” dediği Feyzioğlu’ndan “başörtüsü düşmanlığı yaparak gündeme gelmeye çalışan CHP Genel Başkanlığı hazırlığında” diye söz ederek karalama kampanyasının siyasi ilk bahsini açıyor…
Geçen saatler içinde, tren olayını çıkaran kadının da Kalkınma Bakanı Yardımcısı Mehmet Ceylan’ın eşi olduğu anlaşılıyor…
Başbakan’ın “Yargıda yıllarca biz mücadele ettik. Şimdi onlar mücadele etsin. Yargıda hakkımızı aramadığımız sürece daha boynumuzda çok boza pişirirler” konuşmasını yaptığı zamanlamaya denk düşen bir hamleyle Bayan Ceylan inisiyatifi alıp harekete geçiyor. Ve Başbakan’ın gösterdiği yönde,“Twitter”lı bol medyatik bir çıkışla “ilk aferin”i hak edecek atılımını yapıyor.
Hiçbir yönüyle hafife alınacak bir olay değil bu.
“Korku imparatorluğu” diyerek genel geçer söz edilen olgu, yerini gitgide, nokta atışlarla uygulamaya konulan bir polis devletine bırakıyor.
Türkiye çok ciddi bir dönüm noktasında.
Nilgün Cerrahoğlu.

23 Temmuz 2013 - Cumhuriyet