31 Ağustos 2013 Cumartesi

İçi Boşaltılmış - Şükran Soner

Siz hiç içi bu kadar boşaltılmış bir 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamaları günü yaşadınız mı? Resmi geçit töreninin başlama saatlerinde Vatan Caddesi’nden geçiyordum. Hiç böylesine sessiz, insansız, çoluk çocuksuz, polis bariyerlerinin arkasındaki yerlerini almamış, sivil halkın katılmadığı, deyim yerindeyse yok olduğu bir geçit törenine tanık olmamıştım... Gazeteye gelip de sözde tören yerinden canlı yayın yapan habercilerin, polis bariyerlerinin hemen arkasından, arkalarında görüntüyü kurtaracak tek bir insan bile olmadan, “Sabahın erken saatlerinden itibaren, çoluk çocuk kalabalık halkın toplandığı coşkulu törenlerde..” diye cümle kurmalarından mesleğim adına böylesine utanmamıştım...
Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin önünü açan, emperyalizme karşı kazanılan zaferin yıldönümünü sivil iktidar gücünü gösterme adına üstüne almak başka, içini anlamı, işlevleri, sonuçları ile doldurmaya gerçekten gönüllü olmak çok başka... İktidarlarının organizasyonu, sorumluluğunda düzenlenen en sıradan etkinlik, açılışlarda bile toplanması öngörülen gönüllü-zorunlu katılımlarla oluşturulan kalabalıklara ne oldu? İddia ediyorum, Fatih Belediyesi ölçeğinde aynı caddenin sonundaki amatör futbol sahası çevresinde düzenlenmiş iftar yemeği kalabalığından bile eser yoktu. Görüntü sonuçlarına bakarsak başkent Ankara’da bile Başbakan Erdoğan’ın katıldığı yol açılışı törenini, jetlerin uçuşlarındaki ses-hız uçuş tekniği görkemini saymazsak, tüm kutlama etkinlikleri bir diğeri ile sönüklükte yarıştılar...
Sabahtan akşama ortak medyatik koronuzla Cumhuriyeti, kazanımlarını, Kurtuluş Savaşı destanının yaratılabilmesi koşullarını, Atatürk devrimlerini... İktidarlarınızın süreci boyunca karalayan kampanyaların üzerine, militan kadrolarınızın en sıradan etkinliklerinizde verdikleri destek, içi bilinçli boşaltılmış 30 Ağustos etkinliklerinde söz konusu olamaz. 30 Ağustos’un sonuçlarına, kazanımlarına değer veren kitleler ise sizin kerhen içinde olduğunuz kutlamalara inanıp destek vermezler... Hele de 30 Ağustos zaferinin askeri, siyasal lideri Atatürk’ün, en olumsuz koşullarda yaratılmış kurtuluş destanından sonra “Savaş cinayettir” sözü ile, sadece savaşın kaçınılmaz olanına onay veren sözleri ile... İktidarlarının bugün Suriye, Mısır siyasal İslamcı-ırkçı ayrımcı cephelerde iç savaşlarında, Irak’ta emperyal işgalde üstlendiği tek yanlı militanca roller ile “30 Ağustos zaferinin” özde çelişkileri...
***
Laf aramızda İktidarları, en son Irak, Suriye, Mısır özellerinde, BM-ABD-AB ekseninde yaşananlardan.. Ortadoğu-İslam dünyası halklarının çektikleri büyük acılar, yüz binlerin yaşamlarına mal olan kanlı katliamlardan, insanlık dışı, İslama göre de sözde İslam adına işlenen ağır günah suçlarından ders almış olarak 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın 91. yıldönümünden kimi dersler çıkarma çabası içinde olsalardı da... Dünü, bayramın 91. yıldönümünü coşkulu kutlayabilecek moral değerlerimiz ayrışmış cephelerdeki halkımızın tümü için diplerdeydi...
Suriye’de daha çok kan akmaması adına, ABD’nin kırmızı çizgileri olan kimyasalların Esad yönetimince kullanılmış olması olasılığına sığınmış, BM’den Suriye’yi bombalayacak destek kararının çıkmasını umutla besleyen bir dünya, insanlık gerçeği ile yüz yüzeyiz... İktidarımız Suriye’de başka, Mısır’da başka çizgide bir emperyal güç siyaseti beklentisi içinde, birincisinde Esad’ı devirecek askeri, şov niteliğinde de kalsa havadan bombardıman operasyonuyla müdahale, ikincisinde destekleri ile devrildiği varsayılan ye iktidarını geri verecek bir irade bekliyoruz...
Öylesine büyük bir kaos, batağın içindeyiz ki, insanlık adına ortak akıl üretme çabalarında ortalığa saçılan veriler, olasılıklar, ürettikleri artıları ve eksileri ile bölgede çok daha uzun sürecek iç savaşlar, kan dökülmesi, mezhep çatışmalarının doğrudan tetikleyicileri olacaklar... Zaten sonuçta da üretilmeye çaışılan çözüm önerileri arasında, İslam dünyasının tüm ırklar, mezhepler, şeriat yorumları, siyasal İslami akımları ile akıllarını başlarına devşirecekleri, sorunlarını birlikte yaşama, insan hakları, demokrasi, hukuk devleti içinde çözmeye çalışacakları, en zayıfından en hayalci düşlere bile yer yok. Emperyal güç odaklarının silahlı, caydırıcı güçleri odaklı, İslam dünyasını bir barış dengesine zorlayabilecekleri formülleri var ancak. İslam dünyasının sömürülmesi, başta zengin enerji kaynaklarının çıkarlarına kullanılması için çatıştırılmaları gerçeği kabul görmüş olarak elbet...
Tabii “Zayıf mum ışığı kadar umut verici olmasa bile, bugüne kadar yaşanmış acılardan çok ağır bedeller ödemiş İslam dünyası halklarının bu dışardan formüllerle ödedikleri bedellerden aldıkları derslerle bu diplerde kaostan, bataklıktan çıkma çırpınışları işe yarayabilir mi” sorusunu da artık soranlar çıkmıyor değil... Bu yıl içi boşaltılmış olsa da, 30 Ağustos Zafer Bayramımızdan önümüzdeki yıllarda en çok bölgemiz için çıkarılacak çok anlamlı dersler olduğu kuşkusuz...
Mursi’


Şükran Soner
31 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

Efsane Dekan - Işık Kansu

Meral Uysal, Prof. Dr. Cevat Geray’ın anılarını derlemiş, “Efsane Dekan”adlı kitap, güzel bir kitap olmuş. İşte o kitaptan bir küçük anı:
Cevat Geray, ortaokul birinci sınıfta iken bir yakınları olan kuyumcuya çırak verilmiş:
“Bir gün dükkânda kimse yoktu. Tomarla para gördüm yerde. Aldım kaldırdım, patronun tezgâhının üstüne koydum. Karşıdan beni seyrederlermiş. Güvenilir bir insan olup olmadığımı sınamışlardı. Böylelikle güvenilirlik testini kazanmıştım.” 
Meral Uysal, Geray’a “O ustanın sözünü dinleyip kuyumcu olsaydınız...” diye üsteleyince aldığı karşılık şöyle olmuş:
“Belki zengin olurdum, ama adam olmayabilirdim.” 
Adam gibi adam olmanın gizlerini Cevat Geray’ın anılarında bulabiliriz...
Az Kaldı
Osmanlı’yı geri getirdiler ya... Tayyip ile Gül kardeşinin ulusal kurtuluşun simgesi 26 Ağustos’u görmezden gelmeleri, unutmaları çok doğal.
Ali Sirmen’in geçenlerde yazdığı gibi, yediler, içtiler, eğlendiler, sıra demokratik yollardan hesap vermeye gelecek.
İşte o gün, İstanbul rıhtımında artık bir İngiliz zırhlısı bulurlar mı, bulmazlar mı, o da onların sorunu. 
Durum
Yeni vizyonumuz:
Yurtta dayak, dünyada savaş.
Avrasya’dan Koparken 
Daha birkaç yıl öncesine değin Avrasya’nın önemi dile getiriliyordu. Şimdiyse“stratejik derinlik” dedikleri şey bizi giderek Ortadoğu bataklığına saplıyor.
Siyaset bilimci, yazar dostumuz Doç. Dr. Barış Doster’e göre, Türkiye’nin Avrasya’yı unutmasının başta gelen nedenlerinden birisi, iktidarın ideoloji seçimi. Türk ulusu kavramıyla olduğu gibi, Türk dünyasıyla da araya mesafe koyuyor:
“ABD’ye olan bağımlılığı, ABD’nin verdiği görevle tüm enerjisini ve önceliğini Ortadoğu’ya vermesi, Avrasya’nın yükselen siyasi ve iktisadi potansiyelini görmesini de engelliyor. Başbakan, her ne kadar Rusya lideri Putin’le yaptığı görüşmede, ‘Bizi Şanghay Beşlisi’ne alın, biz de AB’den ayrılalım’ dese de, Türkiye’nin, hele de laik Cumhuriyetten ve Atatürkün bölge merkezli dış politikasından hızla uzaklaştığı bir süreçte, üzerinde çalışılmış, kapsamlı, tutarlı, kısa, orta ve uzun vadeye yayılmış bir Avrasya stratejisi bulunmuyor.” 
Ortadoğu bataklığına saplanmanın bir başka nedeni de AKP’nin dincilikle kaplanmış Arap muhipliği galiba. Doster, bu görüşe katılıyor:
“Türkiye’nin Ortadoğu bataklığına saplanmasının temel nedeni, iktidarın kafasındaki ideolojik kara delikler, dincilik, mezhepçilik, Arap seviciliktir. Ekonomik anlamda, özellikle Körfez sermayesinden gelen kaynağa duyulan gereksinimin de bunda payı vardır. Ayrıca, İran’ı çevreleyip yalnızlaştırmak, büyük gerginlik yaşadığımız Suriye ile bir dönemler yakınlaşarak onu İran’dan koparmaya çalışmak, Arap dünyasında itibar kazanmak için ABD’nin olur’unu alarak İsrail’le danışıklı dövüş yapmak, denetimli gerginlik yaşamak hep aynı paket program kapsamındadır. Kaldı ki tüm bu adımlar, iktidarın çekirdek seçmen tabanında da karşılık bulmaktadır.” 
Bataktan sıyrılmak için tutunacak bir dal ararsak Cumhuriyetin köklerine bakmak gerekecek. O kökü çürütemediler daha... 
Gaddarlık 
Karadeniz’in şırıl şırıl akan derelerine set vuran HES’ler için tünellerin yapımı sürüyor. En küçük çaplı ve 10 km uzunluğundaki bir tünelden yaklaşık 120 bin metreküp, yani 300 bin ton kaya çıkarılıyor, yeni açılan yollarla birlikte bu miktar çoğu zaman iki katına ulaşıyor. Ortaya çıkan hafriyat da tepelerden aşağıya dökülüyor. Bu arada, bölgedeki tüm bitki örtüsü yok oluyor, dere yatağı doluyor, doğal yaşam paramparça oluyor.
Artvin Çoruh Üniversitesi Orman Mühendisliği Bölümü’nden Oğuz Kurdoğluve Mehmet Özalp’in saptamalarına göre, yıkımın sonucu şimdiden belli:
“Dere sistemindeki bozulmalar yine yaban hayvanlarının su ve beslenme ilişkilerini bozacak, değişik amfibi ve el değmemiş derelerin çoğunda varlığını sürdürebilen nadir bir tür olan susamuru sayısı doğrudan azalacaktır.
Örneğin Yusufeli-Altıparmak Vadisi bir başka risk altında olan alandır. Yapılan bir çalışmada 210 tür kelebek kaydedilmiştir. İngiltere’de 55, Avrupa Kıtasında 500 ve Türkiye’de 364 tür olduğu düşünülürse alanın önemi biraz daha net ortaya konmuş olmaktadır. Ancak vadide yapılması planlanan on adet HES, alanın tam anlamıyla bozulmasına, yaban hayvanları ve kelebeklerin ortamdan uzaklaşmasına yol açacaktır. 
İnşaat sırasında dere yataklarına dökülen hafriyatın, sularda bulanıklık, sıcaklık değişimi ve yumurtlama alanlarının tahribi gibi etkileri olmaktadır. Yapılan bir araştırmada, 2007 yılındaki kuraklık nedeniyle suyun debisinde düşme meydana geldiğinde, ergin ve yavru balıkların dere içinde oluşan küçük gölcüklerde mahsur kalmalarına ve yüksek sıcaklık ile oksijen azalması sonucu öldükleri ortaya konmuştur.” 
İnsanına, yurduna, kuşuna, böceğine bu denli gaddar davranan bir dönem daha anımsıyor musunuz?
IŞIK KANSU


31 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

30 Ağustos 2013 Cuma

30 Ağustos'ta Kötümserlik - Öztin Akgüç

Tarihi bir zafer gününde en azından kötümser olarak nitelendirilebilecek bir yazı yazmak gerçekten hüzün biraz da utanç verici. Türkiye büyük zaferin 91’nci yılında niçin o özlenen düzeylere gelemedi hatta günümüzde esef verici, kaygı doğurucu durumlara düştü? Bu sorunun yanıtlanması, irdelenmesi gerekir.
Sorunun kökeni Kurtuluş Savaşı’nın başlangıç yıllarına kadar uzanıyor. Kurtuluş Savaşı onurlu, ülkenin bağımsızlığı idealini benimsemiş, özverili, cesur bir grup tarafından yapılmış, halkın önemli bir bölümü savaşa katılmamış, hatta çıkarılan iç isyanlarla Kurtuluş Savaşı baltalanmaya çalışılmıştır. Savaş zaferle sonuçlanınca, bir bölüm savaşa katılmış gibi görünmüş, bir yarar ummuş, geniş bir kitle de tıynetleri gereği argo bir deyişle araziye uymuş, karşıt bir hareket için elverişli bir ortamı beklemiştir. Dolayısıyla 30 Ağustos ülkede herkesin gururla kutlayacağı bir zafer günü olmamıştır.
Ülkede her zaman için Cumhuriyet karşıtı, geniş bir kitle olmuş, bu kitle Cumhuriyet karşıtı siyasal akımları her zaman desteklemiştir. Geçen dönemlerde orta sağ partilerin destekçisi olan bu kitle, artık AKP’nin arkasındadır.
Günümüzde AKP iktidarı Türkiye Cumhuriyeti’nin yumuşak karnını oluşturuyor. Yalnız destekçi kitlesinin Cumhuriyet karşıtı olması nedeniyle değil, iktidarda kalmayı bir yaşam-ölüm (hayat memat) meselesi olarak gördüğü, “ya devlet başa ya kuzgun leşe” stratejisi izlediği için. Her alanda başarısızlık baskıyı, şiddeti de artırıyor.
Sayın RTE’nin AKP’nin iktidarda kalma tutkusunu, zaafını sezen bazı güçler, blöfle, pazarlıkla hatta şantajla bir şeyler koparma peşindeler. Yerel seçimlerde oy kaybının Sayın RTE için de AKP için de sonun başlangıcı olduğunu görüyorlar. Oy kaybetmemek için AKP’nin her türlü ödünü (tavizi) verebileceğini sezinliyorlar. Cemaatin tutumunu, BDP’nin, PKK’nin blöfünü bu açıdan değerlendirmek gerekir.
Aslında emperyal güçlerce desteklenen bana göre sözde Kürt bağımsızlık hareketi zor durumda. Batı’dan artık daha fazla destek gelmeyeceği, Arapların da petrol yataklarının önemli bir bölümünün Kürtlerin denetimine verilmesini kabul etmeyeceği açık. ABD, İsrail dışında da, sözde özerk Kürt bölgeleri için hami aramış, bu haminin AKP iktidarı olabileceğini öngörmüştür. Barış süreci, ABD’nin iki yanlı direktifi ile başlamıştır. Aslında emperyal güçlerce destekli, petrol kaynaklarına egemen bir Kürt devleti projesi tehlikeye düşmüş iken, AKP’nin seçim, iktidarı sürdürme zaafı, BDP’ye, PKK’ye bazı şartları dayatma, şantaj ve blöf yapma olanağını vermiştir. İktidarda kalma tutkusunun zebunu olmuş bir partinin, blöfleri görüp ödün vereceği kaygısını taşıdığım için AKP, TC’nin yumuşak karnıdır diye düşünüyorum.
Bazı çevreler Türkiye’de yaşananlar için “bunu hak etmiyoruz” diye isyanda bulunuyor. Aslında Türkiye’de geniş bir kitle özgürlüğü, bağımsızlığı hak ediyor mu? Öncelikle bu sorunun yanıtlanması gerekir. Özgürlüğü, bağımsızlığı hak etmenin bir çabası, bir bedeli olmalıdır. Geniş bir kitle hiçbir çaba harcamadan bu olanaktan yararlandığı, hazıra konduğu için değerini takdir edemiyor; belki de özgürlük, bağımsızlık onlar için bir anlam bir değer taşımıyor.
Birçok kurumun, kuruluşun unvanın başında Türk “T” harfi bulunuyor. Bu kurum ve kuruluşlar da biz bu sıfatı hak ediyor muyuz diye kendilerini sorgulamalıdırlar. Amblemlerin, logoların, unvanlarının başında bulunan T harfinin ağırlığını, sorumluluğunu duymalıdırlar.
Kurtuluş Savaşı herhalde Türkiye’nin bugünleri için yapılmadı. Asıl haksızlık, nankörlüğe kaçan saygısızlık Kurtuluş Savaşı’nı kazananlara karşı yapılıyor. Yukarıdaki açıklamalar yetersiz görülüp “Niçin kötümsersin” diye sorulabilir. Peki, iyimser olmak için geçerli neden var mı?
30 Ağustos’u hâlâ bir zafer günü olarak görenlerin bayramını kutlarım.
Öztin Akgüç

30 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

25 Ağustos 2013 Pazar

Kıyılarda Teftiş! - Oktay Ekinci

Başbakan’ın, bakanı ve bürokratlarıyla “denizden Bodrum incelemeleri”ni duyunca Turgut Özal’ı anımsadım. Rahmetli de Göcekkoylarında yatla dolaşmış, kimlerin hangi koyu istedikleri işaretlenen haritayı“yerinde!” incelemişti.
Nitekim Sarsala, Boynuzbükü, Hamam gibi mavi yolculukların gözdesi olan koylara, sahiplenen şirketlerin tabelaları bile asıldı; ancak sonradan “Özel Çevre Koruma Bölgesi” ilan edilerek talandan kurtuldular...
Ne var ki ünlü kumsallardan Sarıgerme’ye dikilen otelin Pisilis antik kenti üzerine inşa edilmesine, Koruma Kurulu “sorumlular cezalandırılsın” dese de engel olunamadı.
Dahası, otelin açılışına katılan Özal, binanın “yasa dışı” olduğunu anımsatan Mimarlar Odası temsilcisine (yani, bendeniz) yanıt olarak törendeki konuşmasında diyordu ki; “Bu otel mi güzel, korumak istedikleri bu eski duvarlar mı?”
Oysa “eski” denen o duvarlar “antik Roma limanı”nın kalıntılarıydı… Üstelik arkeolojiyi temelleri altına alan otele -sanki inadına- “çevre ödülü” verdiler. Gerekçesi de “pet şişe yerine cam şişe” kullanmasıydı!
Hükümet onaylı talan


Şimdi, belki de çeyrek yüzyıl sonra yine yazlık giysilerle kıyıları “teftiş” edenErdoğan diyor ki: “Bu kadar vicdansızlık olmaz. Yapılaşmalar denize kadar girmiş. Durum felaket...” (gazeteler)
Okuyunca düşündüm; acaba özellikle son yıllardaki kıyı yağması planlarına, hatta “yasal düzenlemeler”ine karşı “gecikmiş” bir “pişman”lığa mı tanık oluyoruz?
Her ne kadar Başbakan “sadece yerel yönetimler”i suçlayarak, “buna göz yuman belediyeler için görevden almalar bile olabilir” dese bile, kıyılara yönelik “merkezi yönetim” kararları da hiç iç açıcı değil.
En çarpıcı olanı, daha geçenlerde “torba yasa”ların birine sokulan maddelerle kıyılardaki 50 m’lik yapı yasağının 10 m gibi komik bir mesafeye indirilmesi... Böylece “kıyılar toplumun kullanımına açıktır” diyen anayasanın açıkça çiğnenmesi...
Acaba Başbakan, Bodrum rezaletine bu denli kızdıktan sonra 10 m’nin yeniden 50 m’ye çıkartılmasını sağlayacak mı?
Benzer şekilde, “teftiş teknesinde”ki Şehircilik ve Çevre Bakanı tarafından onaylanan planlar arasında, örneğin İstanbul’daki Yassıada’yı imara açan ve “kıyı yasasını geçersiz kılan” hükümler de iptal edilecek mi? Zira Adalar’da, kıyı yasasını hükümsüz kılan torba kanun maddeleri bile çıkarıldı. Acaba “vazgeçtik” denebilecek mi?
Merkezi hükümetin en iddialı projelerinden Galata Port’a, mimar ve plancı odalarının itiraz nedeni de “kıyıya sıfır” yapılaşmaydı. Kanuna göre kıyıda bulunmaları “zorunlu olmayan” rant tesislerinin denize düşercesine sıralandığı projeyi, mahkeme de iptal etti. Şimdi yeniden planlanan alandaki“yalı” konumlu otel ve AVM’lerden bakalım vazgeçilecek mi?
Örnekleri çoğaltmak kolay; Başbakan’ın “inceleme gezisi” kıyılarımız açısından umut içerse bile durum ancak uygulamada belli olacak… Sabırla bekliyoruz.
Oktay Ekinci
25 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

Diren Robinson! - Cumhuriyet Portal

Beyoğlu’nun simgelerinden Robinson Crusoe Kitabevi’ni yaşatma kampanyasına yazarlardan destek.



1994 yılında “duvarlar boyunca kitap” sözünden yola çıkılarak kurulan ve çoktandır Beyoğlu’nun simgelerinden biri olan Robinson Crusoe Kitabevi, yaşadığı ekonomik sıkıntıyı aşmak amacıyla “önce öde sonra al” kampanyası başlattı. Bu kampanyayla kitabevi sahipleri, okurlarını, içinde sonrasında harcanmak üzere bakiye bulunan RobKart’lardan edinmeye çağırıyor.

Mimarisi Han Tümertekin’e, logo tasarımı Bülent Erkmen’e ait olan, kapı numarasından hareketle namı diğer Rob 389, pek çoklarının aksine, kitap satış mağazasından çok kütüphane görünümü taşıyor. Kitabı ön plana çıkaran, “hediyelik eşya” karmaşasından uzakta, içinde dolaşırken kulağınıza “iyi” müziğin çalındığı, sade, her ayrıntısı özenle düşünülerek kurulmuş bir mekân burası.

Edebiyat eserleri ve albümlerinin yanı sıra, tüm sanat dallarına ait yabancı dillerdeki kitapları raflarında bulunduran kitabevi, okurlara yurtdışından kitap getirtme olanağı da sunuyor. Ne var ki sahip olduğu ayrıcalıklara karşın, Robinson Crusoe bugün ayakta kalma mücadelesi veriyor.

Kitabevinin sitesindeki çağrıda “Beyoğlu’nda son yıllarda yaratılan ve acımasızca sürdürülen inşaat ortamının olumsuzluklarına karşın, kiralar ve diğer giderlerin artmaya devam ettiğine” dikkat çekilerek Robinson Crusoe’un kurulduğu günden bu yana gerçekleştirdiği projelerle bir vakıf gibi çalıştığı, “tıpkı Markiz ya da Emek Sineması gibi yitirildiğinde farkına varılacak değerlerden biri olduğu” belirtiliyor. “Kültür varlığı nedir” diye sorulan duyuruda, edinilecek RobKart’larla “kültür varlığının geleceğini korumanız altına gireceğini hatırlatmak isteriz” deniliyor.
 Yazarlardan imza günü
 Kitabevinin çağrısı şimdiden karşılığını buldu. Ayşe Kulin, Ahmet Ümitve Buket Uzuner destek olmak için kitabevinde imza günü düzenleyecek. İlk olarak Ayşe Kulin dün okurlarıyla buluştu. Ahmet Ümit yarın, Buket Uzuner ise 28 Ağustos’ta Robinson Crusoe’da kitaplarını imzalayacak.

Ümit, Twitter hesabında “Bu sadece imza etkinliği değil, kitapçı dostlarla dayanışma” derken, birçok sanatçı da aynı sosyal paylaşım sitesinde destek mesajları yayımladı.

Yazar Hakan Bıçakçı, herkesi dünyanın en güzel kitapçılarından Robinson Crusoe 389’a destek olmaya çağırarak, ilk iş olarak gidip kartını alacağını söylerken yazar ve seslendirme sanatçısı Yekta Kopan “Geldim, Robinson kartımı aldım bile. Biliyoruz, direnmek zor. Ama o roman yıllarca piyasaya, o romanın kahramanı yıllarca adadaki vahşi doğaya nasıl direndiyse Robinson da direnir” diyor.

Edebiyat eleştirmeni ve NotosKitap’ın yayın yönetmeni Semih Gümüşde desteğini şöyle dile getiriyor: “Notos, Beyoğlu’nun yaklaşık 20 yaşındaki kitapçısı Robinson Crusoe 389’u zor durumdan çıkarmak için desteğini veriyor.”

Cumhuriyet Portal
25 Ağustos 2013

Bencillik Bir Kişilik Bozukluğudur - Ataol Behramoğlu

Son birkaç haftada sanat ve kültür alanını da ilgilendiren birkaç söyleşi, bencilliğin nasıl bir kişilik bozukluğu olabileceğini gözler önüne seriyor.
Bu öyle bir kişilik bozulmasıdır ki insanı iftiraya, yalana, ihanete bile sürükler.
Toplumsal yaşamımızın geçmişinde, yola devrimci olarak çıkıp, kariyerini ihbarcı ve sonuçta emniyet görevlisi olarak tamamlamış kişiler vardır.
Bu gibiler kendi arkadaşları ve sonraki kuşaklarca alay edilerek ve lanetlenerek anımsanır.
Benmerkezciliğin yaygın olduğu sanat-kültür dünyasında da bu türden örneklere rastlanır.
Sözünü ettiğim söyleşilerden ilki “Sanat Camiasındaki Ergenekon’a ArtıkUyanın” başlığı ile 13.08.2013’te “Star Magazin”de yayımlandı.
Söyleşinin bütününü ve burada adını anmak istemediğim sinema yönetmeninin kimliğini merak edenler söz konusu gazeteden bulup öğrenirler.
“Yöntem olarak yirmili yaşlarımdan beri hep kendimi olayların dışında tutarım” derken bireyci kimliğini açığa vuran bu sanatçı, nedense dışında kalmak istemediği Gezi olayları sırasında sanat çevrelerince dışlanıp eleştirilmesine belli ki çok içerlemiş.
Ancak bir ihbarcının söyleyebileceği şu sözler dökülüyor ağzından: “…son iki yıldır sürekli uyarıyoruz hükümeti. ‘Sanat camiası içindeki Ergenekon uzantılarına’ artık uyanın diye.(…) Hükümete de kızgınım
bu yüzden, çünkü yıllarca bunun araştırılmasını istedik. Sadece askerler mi? Ergenekon’un sivil uzantıları var. Sanat ve kültür dünyasında da yok mu?” 
Bir sanatçının ağzından çıktığına inanılması güç bu sözleri, belli ki hasım olarak gördüğü, rahatsızlık duyduğu kişi ve çevrelere saldırıları, hakaretleri izliyor.
Doğrusunu söylemek gerekirse (kuşkusuz benim eksikliğimdir) herhangi bir filmini görmediğim, zaten adını ilk kez bu vesile ile duyduğum bu yönetmen, sözlerinin sadece içeriğiyle değil, dağınık bir kişiliği ele veren söyleyiş biçimiyle de, bana Ergenekon ihbarcısı “haham” Tuncay Güney “tipoloji”sini çağrıştırdı…
Söz konusu kişi aynı söyleşide sanat dünyasındaki ihbarcılığıyla da yetinmiyor ve birilerini hükümete ihbar etme alışkanlığını Koç Vakfı’na kadar uzatıyor…
Güya bu Vakıf, bu kişinin bir “video yerleştirme” sergisine maddi destek sağlayacakken, bir TV konuşmasında “AKP’yi yeterince eleştirmediği”nden ötürü desteğini geri çekmiş…
Bu sözler de bana, bencilliğin kan kardeşi (kankası!) sayabileceğimiz çıkarcılığın insanı ne ölçüde alçaltabileceğinin örneği gibi göründü…

***

Son günlerde Nobel ödüllü yazarımızla da birkaç söyleşi yayımlandı.
Belli ki, zaten kendisi de söylüyor, yeni bir kitabının, daha doğrusu eski kitaplarının yeni biçimlerde pazarlanmasının hazırlığı yapılmakta.
Bu anlaşılır bir şeydir.
Bir endüstri dalı olan yayın dünyasında da piyasa kuralları işleyecektir…
Söz konusu yazarımızın başarısının küçümsenemeyecek bir bölümünü bu işleri iyi bilmesine borçlu olduğunda kuşku yok.
Bu söyleşilerden görebildiğim birinde, kendisine ilişkin ya da genel olarak söyledikleri, okur için ilginç olabilir.
Ergenekon davası üzerine söyledikleri ise bu yazının başlığını haklı çıkaracak nitelikteydi…
Kendisinin bu ve benzer konulardaki görüşleri biliniyor.
Fakat bu kez dikkat çeken, rahatlamış tavrı, yanı sıra da alttan alta duyumsanan “timsah gözyaşları”ydı…
“Ergenekoncuların (kimlerse onlar) hapiste olmasına” üzülüyormuş…
Ama sanırsınız ki bu dava ve benzerleri ona ve “onun gibilere” karşı “tehditler azalsın”, “kampanyalar sona ersin” diye açılmış...
Şimdi artık sorun kalmamış… Kendi sözleriyle: “Zaten artık dava da yok çok şükür.”
Gerçi yine koruması varmış ama “Ergenekon davasından beri sokakta gazeteci, yazar öldürülmüyor, mahkeme kapılarında kimseye saldırılmıyor”muş…
Özetle, kahramanımızın (Tanrı korusun!) bir saldırıya uğrama, cezaevine düşme olasılığı ortadan kalkmış…
***

Bencillik ve yol arkadaşı çıkarcılık gerçekten de bir kişilik bozukluğudur.
Görme yetinizi kaybettirir, insanlığınızı alçaltır…
Yetenekli bir sanatçı da olsanız, yeteneğinizi yerlerde süründürür…
Ataol Behramoğlu
24 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

Mehmet Görmez'in 'Uygarlık Çatışması' - Nilgün Cerrahoğlu

Hollanda kökenli Amerikalı tarihçi Hendrik Willem van Loon’un “Gençler İçin Uygarlık Tarihi” kitabını
624 sayfalık kitap fevkalade akıcı. Su gibi okunuyor. Sade gençlere değil, dünya tarihi hakkında hızlandırılmış, derli toplu formatta bilgi tazelemek isteyen herkese ivedilikle öneririm.
Kitabı kaleme almaktaki meramını yazar, “dörtnala koşan bir tarih hikâyesi yazmak” olarak özetlemiş ve bunu da başarmış. Bir “uygarlık tarihi” olmaktan ziyade gerçekte “uygarlık tarihinin öyküsü” Van Loon’un kitabı.
Anekdotlarla renklendirilmiş salon sohbeti havasında aktarılan insanlık serüvenini izlerken bir an dahi sıkılmıyorsunuz.
Tarih boyunca gelişen dramatik çatışmaları açıklarken yazar bir yerde, bir“sessiz film” örneği kullanıyor…
yeni bitirdim.
Altyazıyı okuyamamak
“Sessiz filmlerin” revaçta olduğu yıllarda yazan Loon; “Sessiz filmlerde”diyerek söze giriyor:
“Şakalar ve komik sözler genellikle yazılı olarak ekranda gösterilir. Seyircilere bakın. Birkaç kişi, sözcükleri adeta yutar. Satırları bir saniyede okurlar. Diğerleri daha yavaştır. Kimilerinin okuması yirmi-otuz saniye kadar sürebilir. Son olarak, hiçbir şey okumayanlar gelir. Onlar, daha zeki olanlar bir sonraki yazıyı okumaya başladıkları sırada önceki şakayı ancak kavrarlar… Bu durumun gerçek hayattan farkı yoktur.” (Gençler İçin Uygarlık Tarihi, Hendrik Willem van Loon, Say tarih dizisi, s. 463)
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in BM teşkilatına yönelik olarak BM ile işbirliği kapsamında sarf ettiği, “Kadına karşı şiddetle uğraşacağınıza insanlığa karşı cinayetleri önleyin!” sözlerini duyunca; uygarlık tarihinin bu harika “sessiz film alegorisini” düşündüm.
Görmez, gözümün önünde, sessiz filmlerin altyazısını okumaktan aciz bir“uygarlık filmi izleyicisi” olarak canlandı.
Bu filmin “tek tanrılı dinler” bölümünde evet doğru, kadınlar insandan sayılmıyordu…
Kutsal kitapların tümünde kadın erkeğin dipnotu gibi yansıtılıyordu…
Tevrat ve İncil’de, kadının örneğin erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığı anlatılıyordu…
Kuran’da kadının yeri ise herkesin malumu. Ayrıntıya girmiyorum.
Bozkurt Güvenç’in son kitabı “Kadın Sorunları Sözlüğü”nden tek bir cümleyle özetlemek gerekirse, kısaca tüm semavi dinlerde “Kadın erkek için vardır!” denebilir.
Kadın bu nedenle tek başına “insan” kategorisine girmez/giremezdi…
Ancak “uygarlık”, arkada bıraktığımız son yüzyılda, bu alanda muazzam aşamalar kaydetti.
Kutsal kitapların “kadın” için tanımladığı “erkeğe bağımlı rolün” zihinlerde aşılması, çeşitli merhalelerle mümkün olabildi.
20. yüzyıl başında kadınlara öncelikle eşit oy hakkı tanındı. Giderek kadına yasalarda eşitlik hakları teslim edildi. Ancak çoğu kez “kâğıt üzerinde” kalan bu yasal eşitlik hakkının yaygın ihlali karşısında, dünyada “kadının insan hakları mücadelesi” başlatıldı. 20. yüzyılın nihayet son on yıllık diliminde, kadının da “insan haklarına” -kölelerden ve siyahlardan çok sonra!- sahip olduğu zihinlere kazındı. Bu hak, kadınlara teslim edildi.
İnsanlık tarihinin upuzun serüveni düşünüldüğünde, aslına bakarsanız bu çok geciken bir hak teslimi!
Ne var ki tek tanrılı dinlerin bağnazlığı karşısında mücadele çok zaman aldı. Ama bugün papa dahil, kadınlar hakkında kelam eden tüm dini liderler alabildiğince dikkatli ve özenli davranıyor. Çünkü “kadının tek başına birey olduğu” ve “insan hakları mücadelesinin” ayrılmaz parçası olduğu gerçeği, önemli tüm uluslararası anlaşmalar, sözleşmelere ve bundan böyle belgelere geçti.
BM örgütü, tüm bu mücadelede, en önsafta rol oynadı.
Kadına karşı şiddet hakkında dünyada ciddi farkındalık yaratan ve kadına karşı ayrımcılığı dünya çapında izleyen faaliyetler başlattı…
Kadına karşı her türlü ayrımcılığı önlemeye yönelik gayet etkin takip yapan“CEDAW” sözgelimi kuruldu…
Görmez, adıyla müsemma
Mehmet Görmez şimdi ya kadın konusundaki geleneksel tüm algıları tersyüz eden BM faaliyetlerine açıkça karşı çıkıyor; Mısır-Suriye’deki insanlık suçlarına sözüm ona öncelik tanımak perdesi altında bir “tavır” koyuyor…
Ya da “uygarlık serüveninin” altyazısını ıskaladığı için; yüz yılı aşan kadın hakları mücadelesi ile kadın hakları kazanımını yok varsayıyor…
İki halde de derin bir “uygarlık çatışması” söz konusu.
“Uygarlıklar ittifakı” (Sahi! Öyle bir şey vardı değil mi?) öncüsü ülkenin diyanet lideri, dünyada ilk dereceden önemsenen bir konu olan “kadının insan haklarını” sıfırlayarak salt “İhvan” duyarlılığını öne çıkarıyor.
“İnsan” deyince aklına yalnız belli ki “İhvan” geliyor.
İhvan’ınki can, kadınınki patlıcan durumu oluyor!
Günde ortalama 5 kadın cinayetinin işlendiği yerde; “Canım şu kabak tadı veren kadın meselelerini bırakın da insan=‘İhvan’la ilgilenin!” demeye getiren Görmez, tam adı ile müsemma bir portre çiziyor.
Nilgün Cerrahoğlu
24 Ağustos 2013 - Cumhuriyet

'Erdoğan'ın açıklamaları acınası' - Cumhuriyet Portal

Erdoğan’ın suçladığı Fransız düşünür Bernard-Henri Levy Cumhuriyet’e konuştu .

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın üç gündür hedefinde yer alan, Mısır’daki darbenin sorumlusu olarak gsöterdiği Fransız düşünür Bernard-Henr Levy, tüm iddialara yanıt verdi.Cumhuriyet’in sorularını yanıtlayan Levy’nin Başbakan Erdoğan’ın suçlamalarına karşı yanıtları şöyle:

 - Mısır’daki yönetim değişikliğinden dolayı neden Erdoğan’ın sizi suçladığını düşünüyorsunuz?
 Sayın Erdoğan sayıklıyor. Fransa’da aklını kaybettiği ve saçmaladığı konuşuluyor. Fransa’da ve ABD’de herkes ona gülüyor artık.
 - Bir ülkedeki yönetimi değiştirecek gücünüz var mı?
 Tabii ki hayır! Zaten bu yüzden bu tutum gülünç ve hatta acınası. Klasik bir şema bu. Anlamadığınız bir fenomenle karşı karşıyasınız. Soğukkanlılığınızı yitiriyorsunuz. Büyük umut ve hırslarınızın olduğu Müslüman Kardeşler de devriliyor. Ve bu sırada basit ve şeytani bir sebep arıyorsunuz. Ve bu nedenler arasından, asla eskimeyen Siyon Tarikatı’ndan başkası da yükselemezdi, ki Sayın Erdoğan’ın rejiminde bu tarikatı bir bestseller olarak görüyoruz. Tüm bunlar içler acısı.
 - İsrail’in Mısır’da askerleri desteklediği doğru mu?
 Belki de. Bir bilgim yok. Ama İsrail İsrail’dir, ben de benim. Erdoğan’ın saçma saldırısını yaptığı gün benim Avrupa ve Avrupa dışındaki gezetelere Kahire’deki katliama karşı nasıl bir dehşet içinde olduğumu yazdığım bir yazımın yayımlandığı gündü.
 - O konferanstaki mesajınız neydi?
 Benim söylediğim, büyük bir halkın -ki Mısır halkı büyük bir halktır- bir tarafta Mübarek’in generallerinin dönüşü ile diğer tarafta kadınlardan ve tüm özgürlüklerden nefret eden sakallı İslamcılardan başka bir seçeneğinin olması gerektiğidir. Bu benim kişisel konumumdur ve Mısır toplumunun bugünkünden iyi olabileceğini düşünmemden kaynaklanmaktadır.
 - Bu konferansı hatırlıyor musunuz?
 Tabii ki hatırlıyorum. Tel Aviv Üniversitesi’nde o zaman daha bakan olmamış olan Sayın Livni ile bir akademik tartışmaydı. Prensipler üzerine bir tartışmaydı.
 - Konferansta verdiğiniz ana mesaj neydi?
 Esas mesajım; demokrasilerin Arap Baharı’ndan korkmamaları gerektiğiydi. İsrail de bir demokrasi olduğuna göre mesajım İsrail hükümetine de bir mesajdı aslında. Özgür ülkelerin, başka halkların, hele ki komşu halkların, özgürlük meşalesini ellerine aldıklarını görmeleri her zaman iyidir. İsrail’e komşu bir Filistin devletinin kurulmasından yana birisi olarak hep “Korkmayın; Arap baharlarının sunduğu bu tarihi fırsatı değerlendirin” dedim.
 - Siz Müslüman Kardeşler’in seçilseler de yönetemeyeceğini söylediniz mi?
 İdeolojileri göz önüne alındığında, diğer ideolojileri bitirmek için iktidara el koyacaklarının net olduğunu söyledim. Gittikçe totaliterleşen bir din devleti kuracaklarını ve devlete ve yönetim kademelerine sızacaklarını, en sonunda da onları iktidara taşıyan demokrasiyi ortadan kaldıracaklarını söyledim.
 - Nasıl bildiniz?
 Saklamıyorlardı ki. Seçimler, demokrasi onlar için iktidara gelmenin bir aracıydı sadece. Müslüman Kardeşler hep böyleydi. İslamcılar hep böyleydi.
 - Demokrasinin sadece sandıktan ibaret olmadığını mı söylediniz orada?
 Etkileşimli, izleyicilerin de sorularıyla katıldığı heyecanlı bir tartışmaydı. O nedenle ne söylediğimi tam olarak hatırlayamıyorum ama ‘evet’. Demokrasi sadece seçimler demek değil, bir değerler birliğidir. Bunların başında da düşünce özgürlüğü, fikirlerin çokluğu, laiklik, hukukun üstünlüğü gelir.
 - Seçimler demokrasi için şart mı?
 Demokrasi tabii ki seçimsiz olmaz. Ancak tekrar ediyorum; demokrasi aynı zamanda açık ve çoğulcu bir toplumun oluşturulması, düşünce özgürlüğü, din özgürlüğü, örf âdet özgürlüğü gibi bireysel özgürlüklere saygıdır. Demokrasi aynı zamanda çatışmaların düzenlenmesi ve çözümlenmesidir. Özellikle sınıf çatışmalarının hukuk kuralları aracılığıyla çözüme kavuşturulmasıdır. Demokrasi yandaş olmayan, mezhebe dayanmayan bir yönetimdir. Ayrıca iktidardaki partinin, muhalefete ve azınlıklara saygı duyduğu bir rejimdir demokrasi. Saydıklarımın Müslüman Kardeşler’e ne kadar pahalıya patlayacağını anlıyor musunuz?
 - Mısır’daki darbe miydi? İyi darbe ile kötü darbe arasındaki fark nedir?
 “İyi” darbe fikrini sevmiyorum ama yine de onun da bir örneği var; o da 25 Nisan 1975’teki Lizbon darbesi. Askerler, Salazar sonrası diktatörlüğü devirdiler. Ben de oradaydım, orada yaşananlara birinci elden tanık oldum. Bu darbe kan dökülmeden yapıldı, komutanların halkla el ele olduklarını ve demokrasiyi yeniden kurduklarını gördüm. Bugün Kahire’de olanlar bundan çok uzak.
 - Sizce Yahudi kimliğinizle Müslüman Kardeşler’i sevmemeniz arasında bir bağ var mı?
 Evet Yahudiyim, inancım çok derin. Ama sizi hayal kırıklığına uğratmak pahasına söylemem gerekir ki, düşmalığımın temelinde Yahudi olmamın yattığını düşünmüyorum. Müslüman Kardeşler’in tarihini biliyor musunuz? Ortaya çıkışlarını? 1928 yılında bir çeşit Arap Nazizmi olarak ortaya çıkıyorlar. Nazi görüşünün Avrupa’ya özgü olduğu anlatılır fakat bu yanlıştır. Arap Nazizmi de vardı ve ortaya çıkışı ilk Müslüman Kardeşler zamanında El Benna ile olmuştur. Bana göre bu bile Müslüman Kardeşler’e güvenmemem için yeterli bir sebeptir.
 - Müslümanlar yeterince birlik mi olamadı?
 Neden birleşilsin? Her ne pahasına olursa olsun birleşmek gerekli midir? Müslüman dünya en az medeniyetten oluşur; Arap, Pers ve Osmanlı. Ve en az iki büyük siyasi özlem vardır: Bir yandan barışa, demokrasiye, insan haklarına özlem; diğer yandan karanlık tarafın çekiciliği. “Birlik” adı altında tüm bunları birleştirmek menfaatimize midir? AKP tarafından paranoyak bir biçimde ifade edildiği gibi düşman bir dünyaya karşı “ulusal birlik” bahanesiyle kendini otoriterleşmeye bırakmak Türklerin yararına mıdır? Türkiye’de, İran’da ve Mısır’daki siyasi savaşta laik güçlerin, aydınlık çağın ve gelişmenin muzaffer olacağına inanıyorum.
 - Erdoğan’ın bu sözlerinden sonra İsrail ve Türkiye arasındaki görüşmelerin devam etmesini bekler misiniz?
 Evet, tabii ki. İki büyük ülke arasındaki ilişkiler kişiler çatışsa bile asla bitmeyecektir.
 - İlişkiler Erdoğan yüzünden mi bozuluyor yani?
 Evet, Erdoğan yüzünden. Şimon Peres’in ertesi gün özür dilemesine rağmen. Bakın Türklerin gerçekten de büyük bir sorunudur Erdoğan. Bunu bu kadar net dile getirdiğim için de bağışlayın lütfen. Türkiye’nin doğal ortaklarıyla ilişkilerinin normale dönmesi için, yani demokratik ülkelerle ve özellikle İsrail ile ilişkilerin düzelmesi için Erdoğan sayfasının artık kapanması gerekmektedir.
- İsrail istihbaratı ile bağınız var mı?
 Ciddi misiniz?
 - Bu soruyu soranlar var?
Bu soruları soranlar Orhan Pamuk ve Elif Şafak’ı mahkemeye yollayanlardır. Ya da büyük Hrant Dink’i vatan hainliği bahanesiyle öldürenlerdir. Her yerde olduğu gibi Türkiye’de de özgür entelektüellerin var olabileceğini algılayamayan sersem insanlar var. Ben bu entelektüellerden biriyim. Bu bağlamda İsrail’in var olma hakkını savunuyorum, Filistinlilerin devlet kurma hakkını savunduğum gibi. Kendi ülkemde antisemitizme karşı savaşıyorum, hem de SOS Racisme’e (ırkçılıkla mücadele eden bir örgüt) destek veriyorum. Fransa’da, Le Pen’e karşıyım ama esas Libya’da, devrimci Libyalı gençlerle beraber mücadele ederek hayatımı riske atarım. 1971 yılındakı Bangladeş seyahatimden ya da Afganistan’a duyduğum sevgiden, Bosna’da geçirdiğim yıllar ve hizmetlerimden sonra çok da gururlandığım bir şekilde Saraybosna fahri vatandaşı unvanı almış olmamdan ya da Sayın Erdoğan görmezden gelmeyi tercih etse de, Müslüman Kardeşler’e hiçbir sempati beslemesem de, Mısırlı askeri güçlerin yaptığı katliama karşı olan duruşumdan bahsetmiyorum bile.

- Mısır’da akan kan nasıl durdurulur?

Askerleri, Mısır’a askeri ya da başka yardımların hepsini kesmekle tehdit ederek. Sonrasında bu yardımları uluslararası gözetim altında, en yakın zamanda yapılacak özgür seçimlere yönlendirerek.

- Suriye’de olanlara ne diyorsunuz?

Suriye ayrı bir konu. Ne sonuç çıkarsa çıksın jenerasyonumuzun utanç kaynağı olacaktır. Uluslararası toplumun şimdiden yüz binden fazla ölüme sebebiyet vermiş olan bu katliama olan sessizliği ve eylemsizliği beni dehşete düşürüyor. Ve halkını yönetme meşruluğunu tamamen kaybetmiş Esad’ı devirecek bir askeri müdahaleyi de destekliyorum. Obama neredeyse günü gününe bir yıl önce kimyasal silah kullanımının aşılmaması gereken bir sınır olduğunu söylemişti. İşte bugün o sınırdayız. O sınır artık geçildi. Gaza maruz kalan, boğulan, acı çeken çocukların resimlerini görüyoruz ve hiçbir şey yapmıyoruz. Bu korkunç.

- Türkiye’nin Suriye politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bizimki, hatta bütün Avrupa’ınki gibi hayal kırıklığı. Bosna’da olduğu gibi barbarlığa karşı özgürlük mücadelesinde liderlik pozisyonunda bir Türkiye bekleyebilirdik. Güçlü Türk ordusunun sınırındaki tampon bölgeleri ve ibadethaneleri Suriyeli siviller için güven altına almasını beklerdik ama bu olmadı. Ve sanki diktatörlerin yüce ortaklığını ortaya çıkarır gibi Erdoğan, demokrat ve sol kesimi cezalandırmayı, hoşnutsuzluğunu dile getirip protesto edenler üzerine ateş açmayı, acı çeken bir ulusa yardım etmeye katkıda bulunmaya tercih etti. Fransız bir entelektüelle uğraşmak yerine Esad’la ilgilense daha iyi yapar. Türkiye’nin düşmanı Bernard-Henri Levy değil, Esad’dır.

- Suriye’de Güvenlik Konseyi’nin Rusya ve Çin yüzünden harekete geçememesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

O zaman Güvenlik Konseyi olmadan harekete geçilmeli. Sarkozy, Konsey’in onayını almamış olsaydı Libya için bu şekilde harekete geçecekti. Obama, Hollande, Erdoğan ve Arap Ligi ülkelerinin bugün bu katliamı durdurmak için yapması gereken budur.

- Erdoğan ile tanıştınız mı?

Hayır. Asla. Ama memnun olurum. Ankara’da ya da başka bir yerde. Tüm bunları onunla konuşmak isterim. Büyük bir ülkenin yöneticisinin “İsrail, Levy vasıtasıyla bu komploların merkezinde yer almaktadır” gibi saçma bir cümle kurmasına sebep olan nedenleri anlayabilmek isterim. Bu saçmalık gerçekten ilginç ve endişe verici. Bu kadar önemli bir insanın Nil kıyılarında yaşananlara sorumlu ararken böylesi çocukça açıklamalara başvurması kaygı verici.

- Çocukça doğru kelime mi?

Çocukça değilse antisemitik. Ki bu iki kelime iyi bir ikili oluşturuyor. Sayın Erdoğan, Mısır’da Müslüman Kardeşler’in temelini oluşturduğu bir Osmanlıcılık oyunu oynayan büyük bir çocuk. Aniden oyun bozuldu ve kral tepinmeye başladı ve asla eskimeyen Yahudi komplosu bahanesine sarıldı.

- Erdoğan’ı karizmatik buluyor musunuz? Sizce nasıl bir lider?

Bu kadar tarihi ve siyasi kültürü olan bir ülkeyi 12 yıl yönettiğine göre bir karizması vardır elbette. Ama sanırım artık onu kaybetti. Tekrar ediyorum kendisiyle tanışmadım. Fakat uzaktan hükümranlığının sonuna yaklaşan bir yönetici gibi gözüküyor, tüm yaptıkları, çalkantıları bunu gösteriyor.

- Onu bir diktatör olarak görüyor musunuz?

Gazeteci ve entelektüellerin tutuklanması... Kamu yararı bahanesiyle alkol satışlarının düzenlenmesi... Yazarlara, mizahçılara, piyanistlere yönelik hakaret dolu hükümler... Kürtlerin ve diğer azınlıkların baskılanması... Delilik derecesine varacak saplantıyla Ermeni soykırımının inkâr edilmesi ve hatta telaffuz dahi edilmemesi... Bunlar Devlet İslamcılığının, Osmanlılaştırılmış Putinizmin ve modernlikten korkunun harmanlanmış hali. Tüm bunlar göz önünde bulundurulursa, bana göre bir çeşit diktatörlük olarak yorumlanabilir.

- Türkiye’nin her geçen gün daha da yalnızlaştığını düşünüyor musunuz?

Evet. Fakat bu yalnızlık Erdoğan’ın tercihi. Modernliğe sırtını dönerek, Kemalizmin getirilerini bozarak, Ermeni sorununu inkâr ederek yalnızlaştı Türkiye. Ve bu; ülkenizin tarihi açısından bakacak olursak büyük bir hata.

- Bunun, danışmanlarının dediği gibi ‘değerli yalnızlık’ olduğunu düşünüyor musunuz?

Ben olsam bu lafı görmezden gelirdim. Bu cümle de zaten biraz evvel size söylediğimi onaylar nitelikte. Bir Osmanlı nostaljisi ile katı bir milliyetçilik anlayışı sonuçta yalnızlığı getiriyor. Türkiye’yi seviyorum ve daha iyisini hak ettiğini düşünüyorum.

- Batı’nın Türkiye’yi terk ettiğini düşünüyor musunuz?

Avrupa’nın Türkiye ile bir sorunu olduğu aşikâr. Ancak aşikâr olduğu halde çok bilinmeyen konu Erdoğan’ın Avrupa ile olan sorunu. Bu nedenle 12 yıldır Avrupa’ya sırtını sönmek ve bağlarını koparmak için elinden geleni yaptı. Batılı yöneticiler Erdoğan’a karşı çok düşmanca tavır almadılar. Paradoks da buradan doğuyor ya zaten. Ilımlı İslam konseptini Hıristiyan demokrasileri olan İtalya ve Almanya’ya benzeterek biz Avrupalılar ortaya attık. Fakat bugün görüyoruz ki bu ahlaki açıdan sakıncalı bir illüzyon yaratmış. Peki nasıl oldu da Erdoğan’ın İslamcılığı yanlış analiz edildi? Başta Avrupalı politikacılar, maneviyat ve mantıkla çeşitli uyarlamaların yapılabileceği değerlendirmesinde bulundu. Sonrasında ise gelecekte Orta Asya boru hattı vasıtasıyla enerji konusunda Moskova’ya muhtaç olunmayacağı fikri nedeniyle özgürlüklerin kısıtlanmasına, komşu Ermenistan’ın bastırılmasına, Sovyetler Birliği’nden ayrılan Müslüman cumhuriyetler üzerindeki etkinin artırılması politikalarına, tereddütsüz yerel otoritelere tam destek verilmesine gözlerimizi yumduk. Bu bizim sorumluluğumuz, yani Batı Avrupalıların ve bu iğrenç bir şey.

Cumhuriyet Portal
24 Ağustos 2013