30 Temmuz 2020 Perşembe

Halifenin çöküşü - Özgür Şen / SOL

Halifeliğin yalnızca içeride değil tıpkı ilk gündeme geldiği Osmanlı yıllarında olduğu gibi dışarıda yaşananlarla da bir ilgisi var. Ülkeyi yönetenler bu defa toprakları elde tutmak için değil duvara çarpan bir yayılma projesini toparlamak için bir gerici hayali gündemde tutuyorlar.


Türkiye’de halifelik tartışması yeni değil. AKP iktidarında zaman zaman gündeme geliyor ve gelmeye devam edecek. Türkiye gericiliği bugün olduğu gibi gelecekte de siyasi ve ideolojik amaçlarla halifeliği kamuoyunun önüne taşıyacak.

Halifeliği tartışalım diyenler hem somut denemeler yaparak gelen tepkiyi ölçüyor, hem de bu tartışma vesilesiyle mevzi kazanmaya çalışıyorlar. Ancak tüm bunlar halifelik konusunun fazlasıyla tartışmalı olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Geçmişi İslam'ın ilk yıllarına, Peygamberin ölümünün hemen ardına kadar giden bir tartışma bu… Türkiye’de okutulan ders kitaplarında tartışmasız bir doğru gibi anlatılan Yavuz’un halifeliği İstanbul’a getirmesini dahi dünya üzerinde Türkiyeli Müslümanlardan başka kabul eden insan sayısı az mesela.

Halifelik o yıllarda Osmanlı padişahlarının içeride dini ve siyasi liderliği tek elde topladıklarını vurgulamak için telaffuz edilse de, dış dünyada kullandıkları bir unvan da değil. Ta ki, Osmanlı toprak kaybetmeye ve güçten düşmeye başlayana kadar…

Osmanlı, halifelik unvanını uluslararası alanda ilk kez Küçük Kaynarca Antlaşmasında kullandı. Rus idaresine geçecek topraklarda yaşayan Müslümanların din işlerinin halife unvanıyla padişah tarafından yönetilmesi karar altına alınırken, Osmanlı’nın yaşadığı kayıp, dinsel bir mekanizmayla telafi edilmeye çalışılıyordu.

Halifelik 1924 yılında TBMM tarafından kaldırılana kadar da hep bu tema etrafında gündeme geldi. Bugün her ne kadar şaşaalı bir döneme dönme isteği gibi pazarlansa da, halifelik gerileme ve çöküş döneminin bir kurumuydu. Ne askeri ne de ekonomik olarak etrafındaki güçlerle boy ölçüşebilen Osmanlı, ayakta kalmak için, son çare, halifelikten faydalanmaya çalışıyordu.

Hikayenin sonunu herkes biliyor. Yavuz’un zaferiyle değil, Ruslara karşı alınan ağır bir yenilgiyle başlayan halifelik Osmanlı’nın çöküşünü durduramadığı gibi, güçlü Batılı ülkelerin elinde bir enstrümana dönüşmekten de kurtulamadı. Neden ise gayet açıktı. Tüm Müslüman alemine liderlik etmek üzere ortaya çıkan bir ülke ve lideri, bu iddiasını somut olarak destekleyecek askeri, siyasi ve ekonomik güce sahip olmayınca, bu güce sahip olanların planlarında bir aktöre dönüştü.

Bu unvanı en yoğun kullanan ve belki de bu açıdan tüm Osmanlı tarihinin tek halifesi olan, bunun için de Türkiye sağında çok sevilen II. Abdülhamit’in saltanatı da bu olgunun somut bir örneğiydi. Üstelik o yıllarda Müslüman Doğu’nun Batı’ya karşı uyanışıyla İslamcı bir kurtuluş fikri bölgede geçici olarak albeni de kazanmıştı. Müslümanların birliği düşüncesine duyulan ilgiye rağmen II. Abdülhamit böylesi lider bir konuma oturamadı. Her fikir gibi bu iddia da maddi bir karşılığa ihtiyaç duyuyordu. Ama mesela Müslümanların yoğun yaşadığı Hicaz ve Hindistan’ı hilafetin merkezi İstanbul’a bağlayacak demiryolu projesini hayata geçirmekten aciz bir Osmanlı’nın varlığında bu niyetin Alman planlarının bir parçası olması da kaçınılmazdı. Tıpkı bu şekilde uluslararası alana taşınan bir kurumun başkaları tarafından alternatiflerinin üretilmesinin kaçınılmaz olması gibi…

Abdülhamit, Jön Türkleri o günlerde işte böyle bir alternatife, Arap Hilafetine destek vermekle ve dolayısıyla İngilizcilikle suçlarken, tarihte hep Almancılıklarıyla anılan İttihatçı öncüllerinin padişahı gerçek Müslümanlıktan uzaklaşarak halifeliği boşa düşürmekle suçlaması da insana bu ülkede siyasetin bazen bıktırıcı bir şekilde kendisini tekrar ettiğini düşündürtüyor.

Halifelik Osmanlı’nın bir parçası olan Müslüman halkların ülkeden ayrılışını durduramadı. Birinci Dünya Savaşı’nda Müslümanları halifenin bayrağı altında toplama çağrısının bir karşılığı yoktu. Alman-Osmanlı ittifakı yenilgisinin arkasından ülkenin elde kalan kısmının işgaline karşı Kemal Paşa ve arkadaşları harekete geçtiğinde halifelik artık bir iç meseleye dönüşmüştü. İşbirlikçi padişahın Kuvayı Milliyecilere karşı yürüttüğü mücadelede kullanışlı bir unvandı ve bu defa İstanbul hilafeti Almanların değil İngilizlerin elinde bir araçtı.

Atatürk’ün liderliğindeki ekip hilafet konusunda dikkatli davranacak, 1922 yılında saltanatı kaldırdıklarında kendi halifelerini atayarak, bu silahı boşa düşürmeye çalışacaklardı.

Türkiye gericiliğinin yıllardır ağzına sakız ettiği, Kemal Paşa’nın İngilizlere verdiği söz nedeniyle hilafeti kaldırdığı yalanının gerçek hayatta hiçbir karşılığı yoktu. Halife Abdülmecid’in İngilizlerle aralıksız diplomasi yürüttüğü daha sonra ortaya çıkan İngiliz belgeleriyle tescillendi. Ancak hilafetin kaldırılmasının emperyalizme karşı bir zafer olduğu iddiası da bayağı abartılıydı. Paşa ve arkadaşları dikkatli bir siyasetle sekülerleşme yolunda adım adım ilerliyorlardı. 1924 yılında tüm koşullar hazır olduğunda halifelik kaldırılacak, dışarıda ve içeride büyük ve şaşırtıcı bir tepkiyle karşılaşılmayacaktı.

Bugün işte tam olarak bu adımın geri alınması tartışılıyor.

Türkiye uzun zamandır laiklikle ilişkisi kalmamış bir ülke. Ancak ülkedeki düzenin laiklikle ilgisinin kalmamış olması ile seküler toplumsal kesimlerin varlığında laiklikle bağlantılı başlıklarda bir mücadelenin sürmesi hep birbirine karıştırılıyor. Oysa bu iki olgu çelişmiyor ve dinselleşme ile ilgili gündemlerde gerçek bir kavga sürüyor. Türkiye gericiliği, seküler duyarlılıklara sahip toplumsal kesimleri daha da geriletmek için her yolu deniyor. Halifelik tartışması da bunun araçlarından birisi ve bu bağlamda gerçek ve somut bir mücadele başlığı.

Ama halifeliğin yalnızca içeride değil tıpkı ilk gündeme geldiği Osmanlı yıllarında olduğu gibi dışarıda yaşananlarla da bir ilgisi var. Ülkeyi yönetenler bu defa toprakları elde tutmak için değil duvara çarpan bir yayılma projesini toparlamak için bir gerici hayali gündemde tutuyorlar. Aslında başka ülkelerdeki Müslümanlara dinsel ve dolayısıyla bazı siyasi konularda liderlik edecek bir halifelik kurumunun bugünkü dünyada hiçbir karşılığı olmadığının herkes farkında. Ancak bunu arada sırada gündeme taşımak AKP Türkiye'sinin sınır ötesindeki iddiasını hem ülke içinde hem de dışında canlı tutmak için bir yol.

Halifelik Osmanlı’da bir zaferle değil yenilgiyle kurulmuştu. Bugün halifelik yine bir zaferle değil dışarıda alınan bir yenilgiyle gündeme geliyor. Büyük hayaller duvara çarpmışken, hem Türkiye sermayesi hem de AKP kendisine yol arıyor. Halifelik tartışması bu yenilgiye bir çare değil, ama bu iddianın ortaya atılmasıyla hem bu yenilgi kabul ediliyor hem de bu yoldan geri dönülemeyeceği ifade ediliyor. Çünkü sınır ötesindeki amaçlarından bütünüyle geri basmaları, her şeyden ve tüm yayılmacı hedeflerden vazgeçmeleri yapısal olarak imkansız.

O halde devam edecekler. Devam edecekler ve bu nedenle Türkiye’de hiçbir şey daha iyiye gitmeyecek. Devam edecekler ve ülkedeki karanlık artacak.

Halifeliğin yükselişi Osmanlı’da zaferi değil bir düzenin çöküşünü anlatıyordu. Bugünkü tartışma da bir yenilgiye ve ardından gelen tıkanışa denk düşüyor.

1923 Cumhuriyetini yıkan bu düzen şimdi bir tıkanıklığın içinde debelenip duruyor. Osmanlı halifeliğinin çöküşü yeni bir cumhuriyetin ilanıyla sonuçlanmıştı. Bugün ülkenin içinde olduğu durumu aşmanın da tek yolu yeni bir düzenin kuruluşu. Yoksa hep birlikte bu düzenin üzerimize çökerken yarattığı karanlığın içinde yaşamaya devam edeceğiz. Tabii buna yaşamak denirse.

Özgür Şen / SOL

Yeter artık, şu Cumhurbaşkanı’nı kandırmayın! - Barış TERKOĞLU / CUMHURİYET

Hüsnü Bayramoğlu Ağabeyimiz ile Genelkurmay Başkanımız Ayasofya’da. Şu manzara yakın bir zaman önce sadece hayal ve ümit idi. Şimdi görüyoruz.

Genelkurmay Başkanı Yaşar Güler’in, Nur cemaatinin Meşveret grubu önderlerinden Hüsnü Bayramoğlu ile Ayasofya açılışında verdiği omuz omuza poz, Nurcuları heyecanlandırdı. Neredeyse tek kalemden çıkmış gibi “bugünleri de gördük” dediler.

Üstelik bu ilk de değil...

15 Temmuz’dan sonraki ilk 29 Ekim Resepsiyonu’nda,  Nurcuların “Hüsnü Ağabey” dedikleri Bayramoğlu, dönemin Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ile el ele görülmüştü. Akar ondan dua istemiş, “Ordu ile alakadarız” diyen Bayramoğlu ise duasını eksik etmemişti.

Milli Eğitim Bakanlığı ile imzaladığı protokol sayesinde, okullarda “değerler eğitimi” vermesiyle tanıdığımız Meşveret grubu, 2012’ye kadar FETÖ ile iyi ilişkilere sahipti. Bu köşeyi okuyanlar hatırlayacaktır. Gazeteci Can Özçelik’in “FETÖ Borsası” kitabında yer alan Meşveretçi bir askerin ifadesini yazmıştım. TSK içindeki Meşveretçi askerlerin sohbet toplantılarını, içlerinden biri anlatıyordu. 2012 yılında Risalelerin sadeleştirilmesi tartışmasıyla Nurculuk içindeki yollar ayrılana kadar, TSK’deki FETÖ’cüler ile Meşveretçiler gül gibi geçinip gidiyor, hatta birbirlerine destek oluyordu. Zaten Tahşiyeciler gibi birkaç münferit örnek dışında hangi Nurcu grup FETÖ’ye sırtını dönmüştü ki...

‘Ben göremeyeceğim Hüsnü görecek’

Fakat ben başka bir şeye daha takıldım.

Ayasofya’nın açılışı sırasında, Hüsnü Bayramoğlu’nun sayısız fotoğrafını, AKP’li milletvekilleri de Nurcu şakirtler de şu notla paylaştı: “Ayasofya’nın açılmasını ben göremeyeceğim Hüsnü görecek, ben kabrimden seyredeceğim.”

Bilmeyenler anlamayabilir. Şöyle anlatalım...

Hüsnü Bayramoğlu, Said-i Nursi’nin halen hayatta olan son vekili. Meşveretçi efsaneye göre, Said-i Nursi sayısız kehanetlerinden birini daha sergilemişti! Öyle ya Diyanet’in gayri resmi Tarikatlar Raporu bile, genel olarak Nurcuları özel olarak Meşveretçiler’i, Said-i Nursi’yi “ahir zamanda beklenen ve özel görevlendirilen bir zat” olarak takdim etmekle eleştiriyordu. Meşveretçilere göre Said-i Nursi yıllar önce Ayasofya’nın açılacağını bilmekle kalmamış, “ben değil Hüsnü görecek” diyerek bir adım da ötesine geçmişti.

Erdoğan arayıp çağırdı

Yapmayın Hüsnü Bey, din kardeşiyiz” diyerek geçebilirdik. Fakat hükümet medyası Ayasofya’nın açılış haberini “Hüsnü görecekti, gördü” hikâyesiyle anlatmaya başlamıştı bile. Cumhurbaşkanı bile ikna olmuş olacak ki “Hüsnü Ağabey”i telefonla arayıp Ayasofya’ya davet etmiş, kehaneti tamamına erdirmek istemişti.

Elbette Erdoğan uydurmuyordu. Biraz karıştırınca 10 Temmuz’da Bayramoğlu’nun Erdoğan’a yazdığı mektubu buldum. Ayasofya’nın açılma kararının Resmi Gazete’de yayımlandığı o gün Erdoğan’ı tebrik etmiş, ardından efsaneye teğet geçen bir hikâyeye mektupta yer vermişti. Yani “Hüsnü Ayasofya’yı görecek” efsanesinin kökeni bizzat Hüsnü Bey’e dayanıyor gibi görünüyordu. Günahını almayalım, belki de onun anlattığı başka bir olay “şeyh uçmaz mürit uçurur” örneğindeki gibi müritleri tarafından çarpıtılmıştı.

Böyle bir şey yok

Mesele böyle bitmedi tabii. Tuttuğumuz ipin ucunu takip ediyorduk. Hemen “Hüsnüsevmezler” grubunun kaynaklarına baktım. Malum, Nurcular arasında Said-i Nursi’nin iki talebesi, Hüsnü Bayramoğlu ile Nesil grubundan Mehmet Fırıncı arasındaki post kavgası son dönemde öne çıkıyordu. Evet, Erdoğan’ın “Hüsnü Ağabey” gibi “Mehmet Ağabey”i aradığı görüntüler de ortaya çıkmıştı. Ama iki “ağabey” taraftarları arasındaki kavga birbirlerini FETÖ’cülükle, ajanlıkla, yalancılıkla, hainlikle suçlamaya kadar varmıştı.

Mehmet Fırıncı’ya yakın Hüseyin Yılmaz, 25 Temmuz’da tam da merak ettiğim soruya yanıt veren bir yazı yazdı. Üstelik Yılmaz, 30 sene önce “Ayasofya” diye bir kitap çıkarmıştı. Yani konuyu biliyordu. Bütün Nur külliyatını tarayan Yılmaz, “Üstadın neredeyse sırtını kaşımasından oturma şekline kadar kayıt altına alınmış yüzlerce kaynak arasında” böyle bir şeye rast gelmediğini söylüyordu. Said-i Nursi’nin öğrencilerinin hatıralarında yer almadığı gibi, Hüsnü Bayramoğlu da Erdoğan Ayasofya’yı açana kadar, hiçbir yerde “Ayasofya’nın açılışını Hüsnü görecek” efsanesini anlatmamıştı.

‘Bu aptalca yalanı niye söylediniz?’

Yılmaz’ın yazısı yaşanan kavgayı daha da sertleştirdi. İki Nurcu grup arasında ağır sözler havada uçuştu.

Derken, Hüsnü Bayramoğlu’na en yakın isimlerden Mehmet Rıza Derindağ önceki gün konu üzerine bir yanıt yazısı kaleme aldı. Özür dilemedi ama Said-i Nursi’nin “Ayasofya açılacak, ben göremeyeceğim, Hüsnü görecek” diye bir açıklamasının olmadığını kabul ediyordu. Aslında kendilerinin kaynak olduğu, dilden dile büyüyen, hiç de itiraz etmedikleri kehanet hikâyesini “gazete ve televizyonlardan bazılarının hüsnü niyeti” diyerek açıklıyor, suçu medyanın “iyi niyetli asparagası”na bağlıyordu.

Günlerce hakarete uğrayan Hüseyin Yılmaz, haliyle bu duruma isyan eden bir yazı daha yazdı. Yılmaz, “Nihayet itiraf ettiler: Üstat ‘Ayasofya’nın açılışını Hüsnü görecek’ demedi” başlıklı yazısında soruyordu:

Kıyametler kopardınız, etmediğiniz hakaret, düşmediğiniz ahlaksızlık çukuru kalmadı! Değdi mi? Madem başından beri adınız gibi bundan emindiniz, bu aptalca yalanı niye söylediniz?”

Kandıran cemaatler bitmiyor

Nihayete kavuştu. Günlerdir dilden dile dolaşan, haberlere konu olan, Meşveretçilere kanat taktıran, Said-i Nursi’ye biçilen mesiyanik mucize öykülerinden günümüze güç devşiren öykü yalan çıkmıştı. Bir müridinin geleceğe dair rivayetlerini dinleyen yaşlı Said-i Nursi’nin, en genç öğrencisini göstererek söylediği “ben artık göremem Hüsnü görür inşallah” temennisi, Erdoğan Ayasofya’yı açınca çarpıtılarak ve Ayasofya eklenerek kehanete dönüştürülmüştü.

Görülüyor ki Erdoğan, Ayasofya kızıl elmasını ısırarak, imamesi kopmuş tespih taneleri gibi saçılmış İslamcıları, yeniden aynı ipe dizmeye niyet etti. Ancak her nedense Cumhurbaşkanı dahil herkesin kandırıldığı, Genelkurmay başkanlarının örgütlenmesine yol verdiği bu cemaat hikâyesi bana pek tanıdık geliyor.

Zaten bütün günahlarımız, bizim tamamlanmamış arzularımızın tekrarı değil mi?

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

29 Temmuz 2020 Çarşamba

MİT'in sitesinde Abdülhamit için ne yazıyor - ODATV

Erdoğan, MİT binasının açılışında "Abdülhamit" dedi ama MİT sitesinde bakın ne yazıyor.


Gazeteci Murat Yetkin, kişisel yetkinreport internet sitesinde dikkat çeken bir yazı kaleme aldı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 26 Temmuz’da Milli İstihbarat Teşkilatının (MİT) Maslak’taki yeni binasının açılışında yaptığı konuşmaya dikkat çeken Murat Yetkin, “Cumhurbaşkanı konuşmasında ne Türkiye’deki ilk merkezi dış istihbarat yapılanmasını kuran, İstiklâl Savaşı önderi Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ten, ne de MİT’in öncülü olan Milli Emniyet Hizmetini (MAH) örgütleyen Mareşal Fevzi Çakmak’tan söz etti. Söz ettiği tek örnek Sultan İkinci Abdülhamid oldu” ifadesini kullandı.

Erdoğan’ın konuşmasında tarihi çarpıttığını ifade eden Yetkin, İkinci Abdülhamit’in kurduğu Yıldız İstihbarat Teşkilatı’nın milli değil şahsi olduğunu belirtti. Murat Yetkin buna da kaynak olarak MİT’in resmi internet sitesinde yer alan tarihçeyi örnek gösterdi. Yetkin yazısını şöyle sonlandırdı; “Doğrusu budur: Abdülhamid’in kurduğu MİT’in deyişiyle ‘Yıldız İstihbarat Teşkilatı’, millî değil, ‘şahsi’ bir istihbarat örgütüydü. Onu deviren İttihatçıların kurduğu Teşkilat-ı Mahsusa ideolojik bir teşkilattı. Türkiye’de ilk millî istihbarat örgütünü kuran lider Erdoğan’ın anmaya bile gerek duymadığı Atatürk olmuştu.”

Murat Yetkin’in konuyla ilgili yazısı şöyle:

“Erdoğan’ın örnek gösterdiği Abdülhamid döneminde inanılmaz toprak kayıpları olmuş, istihbarat teşkilatını da kendisi için kurmuştu. 



Fotoğrafta MİT Başkanı Fidan, Cumhurbaşkanına Maslak Karargâhının maketini sunarken görülüyor. 

(Foto: Cumhurbaşkanlığı)



Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 26 Temmuz’da Milli İstihbarat Teşkilatının (MİT) Maslak’taki yeni binasının açılışında sarf ettiği bir cümle aslında yenir yutulur cinsten olmayan bir tarih çarpıtması. Cumhurbaşkanı konuşmasında ne Türkiye’deki ilk merkezi dış istihbarat yapılanmasını kuran, İstiklâl Savaşı önderi Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ten, ne de MİT’in öncülü olan Milli Emniyet Hizmetini (MAH) örgütleyen Mareşal Fevzi Çakmak’tan söz etti. Söz ettiği tek örnek Sultan İkinci Abdülhamid oldu.

Erdoğan’a göre, “Merhum Abdülhamid Han’ın güçlü istihbarat ağı ve diplomatik dehası sayesinde ülkeyi pek çok badireden tek kurşun atmadan kurtardığı da tarih kitaplarında uzun uzun anlatılır.”

O kitap hangisiyse ben de okumak isterim. Çünkü tarih kitapları Abdülhamid’in 33 yıllık iktidarı boyunca, Atatürk ve İstiklâl Savaşı kahramanları sayesinde elde tutulabilen bugünkü Türkiye topraklarının iki katı kadar, 1,5 milyon kilometreden fazla toprak kaybedildiğini yazar.

Erdoğan’ın Güvenlik ve Dış Politikalar Baş Danışmanı ve sözcüsü İbrahim Kalın bu konuları gayet iyi bilir, bu konuşma metinlerini artık Kalın’ın görmediğini düşünmeye başlayacağım.

KIBRIS, GİRİT, KARS, ARDAHAN, PLEVNE

Çünkü tarih kitapları, örneğin bugün hâlâ uğraştığımız en önemli dış politika sorunu olan Kıbrıs’ın Abdülhamid tarafından İngiliz Krallığına tek kurşun atılmadan bırakıldığını yazar. 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 Rus savaşının sonunda Ayastefanos, yani bugünkü Yeşilköy’e kadar gelen Rus ordularının Payitaht’a girmemesini, geri dönmesini savaş açma tehdidiyle sağlayan İngiltere’ye adeta teslim komisyonu gibi verilmişti. Ermeni milliyetçiliği teslim anlaşmasında Osmanlı topraklarındaki bütün Ortodoksların koruyuculuğu Abdülhamid tarafından Rusya’ya verildikten sonra alevlenmişti. 93 Harbi ile sadece Balkanlar, merhum dedemin memleketi Razgrad, Plevne, Üsküp kaybedilmekle kalmamıştı. Doğu’da Kars, Ardahan, Batum, Artvin, Doğu Beyazıt, Eleşkirt Ruslara bırakılmış, üstüne tazminat ödenmişti.

Ermeni sorununun ve Kürt sorununun bugüne dek uzayan sancılarında Abdülhamid’in “dış düşmandan” çok “iç düşmanı” hedef alan saplantıları ve Hamidiye Alaylarının acımasızlığının payı vardı. Doğu Akdeniz’in bir başka incisi Girit de Abdülhamid zamanında kaybedilmişti.

Filistin’de Yahudi yerleşimlerine Erdoğan’ın diplomasi dehası gördüğü Abdülhamid döneminde izin verilmişti. İleride İsrail’in başkenti ilan edilecek Tel Aviv şehri Abdülhamid döneminde başlamış bir toplu konut projesiydi.

GELELİM İSTİHBARAT DEHASI OLMASINA

Şimdi ben bunu yazdım diye MİT’in sitesinden kaldırabilirler ama, gelin Cumhurbaşkanımızın hayran olduğu Abdülhamid istihbaratçılığını, MİT’in kendi tarihçesinden okuyalım:

• “II. Abdülhamid ve Yıldız İstihbarat Teşkilatı: XIX. Yüzyılın sonuna doğru devlet istihbaratı geliştirilmiş, ancak özel çıkarlara hizmet veren bir araç haline getirilmiştir. O hâtıratında, “Yabancı devletler kendi emellerine hizmet edecek kimseleri vezir ve sadrazam mertebesine kadar çıkarabilmişlerse, devlet emniyet içinde olamazdı. Doğrudan doğruya şahsıma bağlı bir İstihbarat teşkilatı kurmaya bu düşünce ile karar verdim. İç düşmanlarımın Jurnalcilik dedikleri teşkilat budur” ifadeleri ile bu teşkilata neden ihtiyaç duyduğunu belirtmektedir. II. Abdülhamid’in teşkilat kadrosundan beklediği diğer bir husus, kendi tahtına yönelik komploları ortaya çıkarmaktı.”

Dedim ya, şimdi ben bunu yazdım diye, MİT’in kendi tarihçesi bir hışımla kendi sitesinden kazınabilir. Ama doğrusu budur: Abdülhamid’in kurduğu MİT’in deyişiyle “Yıldız İstihbarat Teşkilatı”, millî değil, “şahsi” bir istihbarat örgütüydü. Onu deviren İttihatçıların kurduğu Teşkilat-ı Mahsusa ideolojik bir teşkilattı. Türkiye’de ilk millî istihbarat örgütünü kuran lider Erdoğan’ın anmaya bile gerek duymadığı Atatürk olmuştu.

İnsan hayret ediyor, değil mi?”


ODATV

Türkiye ve CHP’nin açmazı - KEMAL GÖKTAŞ / DİKEN


CHP kongresi, Ayasofya’daki ilk Cuma namazının hemen ertesinde toplandı.

CHP yönetiminin “Muhalefetteki son kongremiz” vurgularına rağmen – pandeminin de etkisiyle – sönük geçen kongre, CHP’nin ve Türkiye’nin içinde bulunduğu açmazı bir kez daha gözler önüne serdi.

Bu açmazın ilk görünümü üç aday adayının yeterli delege imzası alamadıkları için genel başkanlık yarışına katılamamalarıydı.

Özellikle CHP eski milletvekili İlhan Cihaner’in adaylık konuşmasında dile getirdiği eleştirilerin gördüğü yoğun ilgiye rağmen adaylık için gereken delege imzalarını genel merkezden gelen baskılar nedeniyle toplayamaması kongreye gölge düşürdü.

CHP’nin bu iddialı ama renksiz kongresi, bir umudu büyütmek yerine geçmiş hataların ilerde tekrarlanacağı endişelerini büyüten bir kongre olarak tarihe geçti.

İttifak ama nasıl?

AKP karşısında bir ittifak oluşturulması politikası, uzunca denilebilecek bir süredir, CHP genel merkezinin temel politikası haline gelmiş durumda. Özellikle ucube başkanlık sistemine geçilmesinden sonra AKP’yi iktidardan indirebilmenin tek yolu dağınık muhalif partileri en azından ortak bir cumhurbaşkanı adayı etrafında birleştirmekten geçiyor. Bu politika oldukça gerçekçi ve kimsenin kolay kolay itiraz edemeyeceği bir realiteye dayanıyor.

O halde CHP’deki sorun ne?

Sorun CHP’nin programında yazılı ve tabanının büyük ölçüde sahiplendiği sol değerleri bir yana bırakmayı ittifak politikasının bir gereği sanmasında. Oysa sol politikaları merkeze alan bir anlayış bir demokrasi ittifakını sağlama konusunda mevcut sağcı politikalardan çok daha geniş bir kapsama alanına ulaşabilir. AKP’nin belirlediği ve 18 yıllık iktidarının en önemli dayanağı olan ‘kimlik siyaseti’ cenderesinden çıkabilmenin yolu da sınıfsal ve demokratik talepleri siyasetin merkezine taşımakla mümkün olabilir.

Oysa CHP yönetimi, AKP’nin rejimi dönüştüren bütün kritik hamlelerine ya sessiz kalarak ya da cılız itirazlarla destek verdi.

En az Recep Tayyip Erdoğan kadar Siyasal İslamcı ülkülere sahip biri olan Ekmeleddin İhsanoğlu’nun cumhurbaşkanı adayı gösterilmesi, çözüm sürecinin bitirilmesine itiraz etmeyerek olan biteni sessizce izlemesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra dönemin başbakanı Davutoğlu’nun hükümet kuramamasının ardından anayasal süre olmasına rağmen CHP lideri Kılıçdaroğlu’na hükümet kurma görevi vermemesini CHP’nin sessizce geçiştirmesi, başkanlık sistemini getiren referandumda YSK’nın son anda mühürsüz oyları geçersiz sayarak ‘Evet’ oylarının kılpayı farkla kazandığını açıklamasına boyun eğmesi, dokunulmazlıkların kaldırılmasına ‘Evet’ diyerek HDP’li ve CHP’li vekillerin tutuklanmalarının önünü açması, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra HDP’nin davet edilmediği Yenikapı mitingine katılması, AKP’nin Suriye’ye yönelik askeri müdahalelerine destek vermesi ve son olarak Ayasofya’nın müze statüsünün kaldırılarak camiye dönüştürülmesine sessiz onay vermesi…

Laiklik kimin derdi?

Bir zamanlar tek derdi ‘laiklik’ olan ve demokratik dönüşümlere bu gerekçeyle itiraz ettiği için Siyasal İslam’ın etki alanının artmasına yol açan klasik CHP zihniyeti Kılıçdaroğlu ile birlikte bir değişim geçirdi elbette. Ancak bu defa, AKP’nin laikliği yok eden bütün icraatlarına ‘sağ seçmeni kaçırmayalım’ kaygısıyla onay veren bir anlayış hakim oldu. Öyle ki, CHP’nin laikliği savunmaktan ısrarlı biçimde kaçınması, siyaset alanının dinselleşmesine, meselelerin İslam ekseninde ele alındığı bir kamusal alanın hakim olmasına neden oldu.

Oysa, laiklik esasen darbeci, vesayetçi askerlerin umrunda değildi ve laikliği gerileten önemli hamleler hep darbe dönemlerinde bizzat askerler tarafından yapılmıştı. Laiklik, askerlerin iktidarlarını kaybetmemek için ileri sürdükleri bir argümandı ve bu durum zaten başlı başına laiklik için büyük bir tehditti.

Nitekim, Siyasal İslam, bu durumu ustaca kullanmayı başardı ve Ayasofya’nın cami olarak açıldığı gün, elinde tuttuğu kılıçla Atatürk’e lanet okuyan Diyanet İşleri Başkanı’nın ağzından zaferini ilan etmiş oldu.

Manzara, hiçbir zaman tam demokratik ve tam laik olamayan bir Cumhuriyet’ten demokrasinin ve laikliğin tamamen mezara gömüldüğü yeni bir rejime evrildiğimizi gösteriyor.

Elbette bu dönüşümü durdurmak, eski köhne ve iflas etmiş Cumhuriyet’in değerlerini savunarak değil, demokratik ve laik bir ülke için yepyeni değerleri ortaya koyarak mümkün olabilir.

CHP, Kılıçdaroğlu liderliğinde son 10 yılda gösterdiği performansla bunu yapamayacağını gösterdi. Ancak siyasal dengeler AKP’ye karşı CHP’nin merkezde olduğu bir hattı vazgeçilmez kılıyor. Bu açmazda CHP’nin sağ siyasi argümanlara teslim olması ise onu güçlendirmiyor, aksine zayıflatıyor.

Sonuçta, anketlerde her ne kadar düşüş yaşasa da AKP’ye can suyu veren bu açmaz oluyor.

KEMAL GÖKTAŞ / DİKEN

Ayasofya’dan CHP kurultayına, yeni bir döneme girilirken - Fatih Yaşlı /SOL

“Hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyin değişmesi gerekiyordu.” Türkiye’nin son on sekiz yılını “Di Lampedusa İlkesi” olarak adlandırılan bu yöntemle açıklamak mümkün görünüyor.



“Hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyin değişmesi gerekiyordu.” Türkiye’nin son on sekiz yılını “Di Lampedusa İlkesi” olarak adlandırılan bu yöntemle açıklamak mümkün görünüyor. 

2000’lerin başına gelindiğinde, yoluna devam edebilmesi için, Türkiye kapitalizminin içerisine girmiş olduğu meşruiyet krizini çözmesi, bunun için de toplumu bir arada tutacak yeni bir ideolojiyi, yeni bir kolektif kimliği ve yeni birtakım siyasal aktörleri sahneye sürmesi gerekiyordu. 

Mevcut resmi ideolojinin ve söylemin tükendiği, mevcut siyasi partilerin toplumdaki karşılıklarını yitirmeye başladığı, ekonomik krizin alt sınıflardaki hoşnutsuzlukları ve bu sınıfların radikalleşme potansiyelini artırdığı, toplumu bir arada tutacak bir ideolojinin yokluğunda toplumsal çözülmeye dair alametlerin çıplak gözle görülür hale geldiği bir konjonktürde, Türkiye sermaye sınıfının bulduğu çözüm dinselleşme ve AKP oldu. 

AKP, bir yandan neoliberal ekonomi politikalarını uygularken, öte yandan dinselleşme aracılığıyla düzenin meşruiyetini yeniden tesis etmeye, kurduğu sadaka mekanizmaları ve patronaj ilişkileriyle alt sınıfları düzen içerisinde tutmaya, ucuz kredi aracılığıyla bir “tüketim toplumu” inşa etmeye ve sınıfsal çelişkilerin keskinleşerek politikleşmesini engellemeye soyundu ve bunda uzunca bir süre de başarılı oldu.

Tüm bunları yaparken, “demokratikleşme, “vesayet rejimiyle mücadele”, “milli iradeyi tesis etme” gibi söylemlerle Cumhuriyet’in yerine fiili bir monarşiyi yerleştirdi, ulus yerine ümmeti, yurttaşlık yerine tebaayı koydu, laikliğin son kırıntılarını ortadan kaldırdı, siyasal, toplumsal ve kamusal alanı dinselleştirdi, kurucu ilkesi İslam olan yeni bir rejim inşasına girişti. 

Velhasıl AKP, Türkiye’nin düzenin derdinin devası, hastalığının ilacıydı ve sahiden de düzene iyi geldi. Hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyin değişmesi gerekiyordu ve iktidar partisi mevcut sömürü ve tahakküm ilişkilerinin değişmemesi için her şeyi değiştirdi.

Düzen ve rejim 

Di Lampedusa ilkesi son on sekiz yılı anlamak için gerekli ama yeterli değil; bu yüzden ilkeyi bir de tersine çevirmemiz ve olan bitene bir de öyle bakmamız gerekiyor: “Her şeyin değişmesi için hiçbir şeyin değişmemesi gerekiyordu.”  

AKP rejim inşa eden bir parti olduğu halde, yeni bir rejim inşa ettiğini hiçbir zaman kabul etmedi. İdeolojisi Atatürk’le ve Cumhuriyet’le hesaplaşma hedefi üzerine kurulu olduğu halde böyle bir hesaplaşmaya doğrudan hiçbir zaman girişmedi. İnşa ettiği rejime yeni bir anayasa yazmadı ya da mevcut anayasanın değiştirilemez ilkelerini değiştirmeyi hiç gündeme getirmedi, milli gün ve bayramlara dokunmadı, devlet ritüellerini topyekûn bir şekilde değiştirmedi vs. 

Dolayısıyla Türkiye, rejim değişikliği sürecini, parlamenter sistemin yerini cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine bırakmasını saymazsak, “de facto”, yani fiili olarak yaşadı. Bir devlet politikası olduğu ve rejimin ideolojisinin temelini teşkil ettiği halde, dinselleşme hiçbir zaman resmileşmedi, hukuki bir statüye kavuşmadı.  

Velhasıl AKP, düzenin bekası adına, hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyi değiştirirken, inşa ettiği rejimin bekası adına da, her şeyin değişmesi için hiçbir şeyi değiştirmedi!

Bugün gelinen noktada, iktidar partisinin düzen açısından eski işlevselliğini taşıyıp taşımadığının tartışmalı bir mesele haline geldiği biliniyor. İktidar Türkiye kapitalizminin içerisine girdiği krize yeni ve etkili yanıtlar üretmekte giderek zorlandığı gibi, aynı zamanda kendi bekası adına içeride ve dışarıda attığı mecburen attığı kimi adımlarla krizin daha da derinleşmesine sebep oluyor. 

Buna rağmen, Türkiye’de düzen açısından AKP’ye gerçek anlamda alternatif olabilecek siyasi bir aktör ve siyasi bir proje, kimi adaylar söz konusu olsa da, hala gerçek anlamıyla bulunabilmiş değil ve AKP’yi her şeye rağmen güçlü kılan şey de tam olarak bu alternatifsizlik.

Ancak bu yazı bağlamında bizim için önemli olan ve esas olacak tartışacağımız mesele, iktidarın düzenin bekası adına değil, inşa ettiği rejim adına attığı adımlar ve “her şeyi değiştirirken hiçbir şeyi değiştirmeme” tutumundan vazgeçip geçmediği.

Yeni bir dönem ve muhalefet 

Kanımca Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesiyle birlikte, iktidarın dinselleşme politikalarında yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz. Önce Erdoğan’ın sonra da Diyanet İşleri Başkanı’nın, varlığı tartışmalı “Fatih’in bedduası”nı Atatürk’ü kastederek okumaları, açılış günü İstanbul sokaklarında sergilenen irtica performansı, Bilal Erdoğan’ın harf devrimine ilişkin sözleri ve Damat Berat’ın ailesine ait yayın grubunun dergilerinden birinin “şimdi değilse ne zaman” diyerek hilafeti kapağına taşıması, bu yeni dönemin ilk işaretleri gibi görünüyor. 

Öte yandan, “biraz hızlı gidildiğinin” farkındalığı, kontrolü yitirme endişesi ve muhalif toplum kesimlerinde kıpırdanmaya yol açabileceği öngörüsüyle, önce Mehmet Metiner’in, ardından da Ömer Çelik’in İslamcı cenaha “balans ayarı” anlamına gelebilecek açıklamalar yapmalarına bakarak, İslamcı tabandaki “Ayasofya coşkusu”nun beraberinde getirdiği yeni taleplerin dizginlenmek istendiğini ve sürecin planlı programlı bir şekilde yürütülmesinin hedeflendiğini de söyleyebiliyoruz. 

Peki Mustafa Kemal’e en yüksek makamlardan “hain” denildiği ve beddualar okunduğu, Cumhuriyet’in kurucu değer ve ilkelerinin gericiliğin doğrudan saldırısına maruz kaldığı, alenen hilafet tartışmalarının yapıldığı, iktidarın dinselleşme politikalarında el yükseltmeye başladığı, bunu da “seçimle gitmeme konsepti”nin içerisine yerleştirmeyi hedeflediği bir konjonktürde Cumhuriyet’i kuran parti ne yapıyor? 

Ne yaptığını son kurultaydan biliyoruz: CHP’nin Türkiye’nin dinselleşmesiyle ve gericilikle en ufak bir derdinin dahi bulunmadığını, laiklik sözcüğünü telaffuz etmeye dahi korktuğunu, ANAP’laşmayı bir iktidar stratejisi olarak gördüğünü, ülkücülüğün bir fraksiyonu olan İYİP’le ve Milli Görüş’ün fraksiyonları olan Saadet Partisi, Deva Partisi ve Gelecek Partisiyle, yani “dostları”yla iktidar olacağına inandığını bu son kurultay bir kez daha göstermiş durumda.

Sadece bu değil; iktidarın “seçimle gitmeme konsepti” doğrultusunda arka arkaya adımlar attığı, bekçi yasasını, baro yasasını, sosyal medya yasasını ardı ardına çıkarttığı, seçim yasasını değiştirmeye hazırlandığı, Ayasofya ile birlikte dinselleşme siyasetinde yeni bir dönemi açtığı, Libya, Suriye, Ege ve Akdeniz’de yeni birtakım askeri maceralar üzerinden “beka siyaseti”ni derinleştirmeye hazırlandığı bir konjonktürde, CHP toplumu Türkiye’de “serbest seçimler”in yapılacağına ve o seçimler neticesinde de iktidarın el değiştirebileceğine ikna etmeye uğraşıyor. Bu ise toplumu hem daha çok pasifize ediyor, hem de umutsuzlaştırıyor, karamsarlaştırıyor.  

Dolayısıyla CHP, Bu köşede defalarca dile getirdiğimiz üzere, bir yandan sağcılığı normalleştirir ve meşrulaştırırken, öte yandan sokağı öcüleştiren, en temel anayasal hakların kriminalize edilmesine çanak tutan ve sadece sandığa endekslenmiş bir tutum sergiliyor; tüm bunlar ise ister kısa ister uzun vadede olsun Türkiye sağcılığının ve İslamcılığının elini güçlendiriyor, bu ikisine hizmet ediyor. 

Ne yapmalı? 

Dinselleşmede yeni bir döneme girilirken ve CHP de dâhil düzen muhalefetinin buna dair en ufak bir itirazı bulunmazken, laikliği bir kez daha Türkiye toplumunun önüne getirmek, cesurca, açıktan ve dolaysız bir şekilde savunmak gerekiyor. 

Din sömürüsünün sınıf sömürüsünün üzerine örtülen devasa bir örtü olduğu günümüz Türkiye’sinde, gericiliğin karanlığı daha da koyulaşır ve halka minberden kılıç gösterilirken, siyasal İslam’a karşı,  tarihsel bir figür olarak Mustafa Kemal’i de, laikliği de, Cumhuriyet’i de, Cumhuriyet’in kazanımlarını da savunmak bize düşüyor.

“O güzel günlere dönüş” nostaljisiyle ya da apolitik, romantik, sınıfsal perspektiften uzak bir bakış açısıyla değil elbette; sınıf sömürüsüyle din sömürüsü arasındaki bağlantıyı ifşa edecek, emeğiyle geçinen, ezilen, sömürülen insanlar açısından laikliğintaşıdığı o büyük önemi gösterecek, yeni bir cumhuriyeti hedef olarak önüne koyacak, aklı, bilimi ve aydınlanmayı eşitlikçi bir düzen idealiyle birleştirecek bir şekilde. 

Fatih Yaşlı / SOL

'Amerikan rüyası'ndan uyanma vakti: Salgın bitince sokağa atılacaklar - Mehmet Kuzulugil / SOL

ABD'de Sayım Bürosu önümüzdeki ay kirasını ödeyemeyeceğini düşünenlerin sayısının 24 milyon olduğunu açıkladı. Salgın koşullarında uygulanan özel koşullar “kiracı tahliyelerini” yasakladı ama şimdi eyaletler bu sınırlamaları kaldırmaya başlıyor.


Son günlerde yayınlanan bazı raporlar ve konuyla ilgili haberler ABD’de “kiracıların” salgınla derinleşen ağır bir barınma sorunuyla karşı karşıya olduğunu gösteriyor.

Sokakta yaşayanlar ve yardım kuruluşlarının barınaklarını kullananların büyük sayılara ulaştığı ülkede önümüzdeki ay kirasını ödeyemeyeceğini düşünenlerin sayısının 24 milyon olduğu ABD Sayım Bürosu tarafından açıklandı. Salgın koşullarında uygulanan özel koşullar “kiracı tahliyelerini” yasakladı ama şimdi eyaletler bu sınırlamaları kaldırmaya başlıyor.

Sunita Sohrabji imzasıyla Louisiana Weekly dergisinde yayımlanan bir çalışmada, bazı eyaletlerde Covid-19 salgınıyla ilgili önlemler kaldırılırken önümüzdeki üç ayda kirasını ödeyemeyeceğini düşünenlerin sayısının 28 milyon olduğu söyleniyor.

Salgın döneminde yasalaşan ve federal destek alan evlerde kalan kiracılara 120 günlük ödeme affı sağlayan CARES yasasının süresi 25 Temmuz’da doldu. 110 milyar dolarlık bir paket içeren yeni CARES yasasıysa Temsilciler Meclisi’nden onay aldı ama Senato’da bekliyor. Üstelik bu yasanın “sokağa atılma tehdidiyle karşı karşıya olan kiracılar” sorununu çözecek bir kapsamda olmadığı söyleniyor.

Bu konuda yapılmış kapsamlı bir çalışma Rejane Frederick ve Jaboa Lake imzasıyla yayımlanmış. Çalışmayı hazırlayanlar, ABD’nin derin bir konut ve barınma sorunuyla karşı karşıya olduğunu ve bunun yapısal çözüm gerektiren yapısal bir sorun olduğunu söylüyor.

Çalışmada, her gece 560 bin kişinin sokakta yattığı ve 1.4 milyon kişinin de yardım kuruluşlarının sağladığı barınaklarda ya da geçici konutlarda kaldığı tespit ediliyor.

2018 yılında 11 milyon Amerikalının (kirada yaşayanların dörtte biri) kiracı olarak ağır yük altında olduğunun tespit edildiğini, bunların gelirlerinin yarısından fazlasını kira olarak ödediklerini anlatan Frederick ve Lake, bu koşullarda olanların evden çıkarılma tehdidini en fazla yaşayanlar olduğunu belirtiyor. Bu sayının bu yıl 24 milyona ulaştığı ve tüm kiracıların yarısını oluşturduğu biliniyor.

Evsiz kalma riski için limit "gelirin yüzde 50'sini kira olarak verme" olarak kabul görse de örneğin Kaliforniya eyaletinde gelirinin yüzde 30 ve üzerini kira olarak verenlerin sayısı 7 milyonu geçmiş durumda.

Tahliye Krizi

Bu tablo soruna sermayenin penceresinden bakanları da kapsayan bir şekilde Amerikan kamuoyunda “Tahliye Krizi” olarak adlandırılmaya başlandı.

ABD’de özellikle siyahi nüfus ve Latinlerin sıklıkla yaşadıkları evden çıkarmalar, Covid-19 salgınının ve salgın sonucu artan işsizliğin sonucu olarak çok geniş bir kesim için bir tehdit haline gelmiş durumda. 

Evden çıkarmaları engelleyen salgın düzenlemelerinin ülke gündeminde olan “normalleşme” girişimleriyle birlikte ortadan kalkması sözkonusu.

Yani ABD’de normalleşme önce “kirasını ödeyemediği halde salgın dönemi kuralları nedeniyle evinden çıkartılmayan” milyonlarca yoksulu vuracak.

Normalleşmenin, barınma sorununu ilgilendiren bir başka boyutu ise, salgın döneminde ücretsiz barınma alanları haline getirilmiş olan spor salonları, devlet okulları ve konferans merkezlerinin evsizlerin kullanımından çıkarılması olacak.

Sayılar değişiyor, sorun değişmiyor

Tahliye Krizi’nin boyutları hakkında ABD basınında yayınlanan haberler, yayın kuruluşunun “sınıfsal” çizgisine bağlı olarak değişen niceliklere işaret etse de sorun kimsenin inkar edemediği bir boyuta ulaşmış durumda.

Forbes’un “emlak yazarı” Dima Williams1 gelirinin yarıdan fazlasını kira olarak ödediği için tahliye tehdidi ile karşı karşıya olduğu söylenebilecek olan hane sayısını 7 milyon olarak açıklarken,  Washington Post’ta çıkan bir haber iki şeyin patladığını söylüyor: Tahliyeler ve ev satışları!

Gazete, geçen ay yeni ev alımlarının yüzde 13.8 oranında arttığını belirtiyor ve bir emlak kimsyoncusunun şu yorumunu aktarıyor: İnsanlar kelimenin gerçek anlamıyla çevre mahallelerde bahçesi ve çevresinde çitleri olan evlerine dönmeye çalışıyor. Bu tür evler iki saniyede alıcı buluyor.

WP, Stout Risius Ross adlı bir danışmanlık ve yatırım firmasının önümüzdeki Ekim ayı için yaptığı tahmini de aynı haberde açıklıyor: 12 milyon kiracı için evden çıkartma işlemi başlatılacak!

Mehmet Kuzulugil / SOL



ABD'de 'kiraları iptal et' eylemi / SOL

ABD'de milyonlarca emekçinin Covid-19 salgını nedeniyle evsiz kalabileceğine dikkat çekilerek, 40'tan fazla şehirde "Kiraları İptal Et" sloganıyla eylem düzenlendi.

25 Nisan Cumartesi günü, ABD'de faaliyet gösteren Sosyalizm ve Kurtuluş Partisi (PSL)'in çağrısıyla 40'tan fazla şehirde "Kiraları İptal Et" sloganıyla eylem düzenlendi.

canceltherents.org web sayfası üzerinden koordine edilen eylemlerde COVID-19 salgını nedeniyle yaşanan ekonomik kriz sonrası işten atılan milyonlarca işçinin durumunu göz önüne alarak "Çalışamıyorsak, ödeyemeyiz", "Wall Street'i değil, halkı kurtar" sloganlarıyla kiraların iptali talep edildi. Korona salgını nedeniyle yürürlükte olan sağlık tedbirlerini ve sosyal mesafe kurallarının göz önüne alındığı eylemler araç konvoyları aracılığıyla gerçekleştirildi.

Eylemciler sağlık tedbirleri nedeniyle evde kalmaya mebur olan ve bir gelirden yoksun kalan işçilerin kira ve ev kredisi ödemesi yapamayacakları gerçeğinden yola çıkarak, salgın boyunca tüm işçi ve küçük işletme sahiplerinin kira ve konut kredisi ödemelerinin iptalini talep ettiler. Bazı şehirlerde konvoylara yüzün üzerinde araba katılırken, sokaktaki halkın eyleme büyük destek verdiği görüldü.

Eylemlerde, Nisan ayı sonunda bitecek olan tahliye moratoryumunun yetersiz olduğu, ABD'de salgının başlamasından bu yana, federal hükümetin büyük banka ve şirketlere en az 5 trilyon dolar pompalarken, 160 milyon işçi için işsizlik fonuna sadece 249 milyar dolar ayrıldığı ve hükümetin büyük sermaye ve bankaları kurtarmak yerine yoksul ve çalışan insanların ihtiyaçlarına yanıt vermesi gerektiği ifade edildi.

Washington DC'deki eylemde konuşan PSL Merkez Komite üyesi Brian Becker "Bu konvoyları Washington DC dahil, ülkenin her yanında oluşturacağız ve hükümetten işçilerin ihtiyaçlarını karşılaması için harekete geçmesini talep edeceğiz, ki hükümet bunu yapabilir ve bu her şeyden önce kiraların iptali demek. Şu anda halk kira ödeyecek durumda değil, kiralar iptal edilmezse evsiz kalacaklar." dedi.

ABD'de son bir ay içinde işsiz kalanların sayısı 22 milyonun üzerinde. Bu sayı daha önceki 1982 yılı rekor işsiz sayısının 15 katından daha fazlasında denk geliyor.

SOL

28 Temmuz 2020 Salı

Başakşehir’e gelene kadar: Yine siz vardınız! - İSMAİL SARP AYKURT / SOL

Egemen ve gerici siyaset, futbola sirayet etmiş durumda. Başakşehir ve Trabzonspor’da cisimleşen AKP içi iki fraksiyonun çekişmesi de zaten çıplak gözle görülebiliyor.

İktidar ve sponsor takımı Başakşehir’in şampiyonluğu tartışılmaya devam ediyor.

Kulüp, aldığı ilk şampiyonluğun ‘uyandıramadığı’ yankının üstesinden gelmeye çalışırken üzerindeki siyasi gölgeyi de inkâr etmeye çalışıyor. Oysaki Türkiye futbolunun tarihi, siyaseten belirlenen federasyon, kulüpler ve devlet arasındaki ilişkilenmenin net bir fotoğrafını veriyor. 

Arada kulağımıza gelen sorulardan biridir. Türkiye bir futbol ülkesi midir? Soruya verilecek yanıt, bana kalırsa kalın harflerle yazılmış bir ‘Hayır’dır. Çünkü Türkiye bir futbol ülkesi olmaktan çok, futbolla idare edilebilecek ülkelerden biri olma kategorisine yatkındır. Bu yüzden futbol demek, her coğrafyada olacağı gibi siyasi ilişkiler demektir. Metin Kurt’un deyişi ile siyaset, sporun babaevidir ve futbol da siyasetin en büyük çocuklarından biridir.

“Ne sağcıyız ne solcu, futbolcuyuz futbolcu” tekerlemesi ise futbolun ve futbolcunun sağ siyasete terk edilmesidir. Öyle de olmuştur. Şimdi, ligler henüz sona ermişken ve Başakşehir şampiyonluğa uzanırken bu tespitin önemi daha da artmıştır. Ancak Başakşehir bir sonuçtur ve ortada siyasi bir bilanço vardır. Sonuç, futbolun sağcı siyasete bırakılmasının rasyonel tezahürüdür. Futbol bir oyun olarak hâlâ basit olsa da siyasetin futbolu, karmaşık ve çarpık ilişkiler yığınıdır.

Merkezden çevreye: Siyasetin uğrakları

Yine tarihî bir parantez açalım ve iki örnek üzerinden ilerleyelim. Futbolun yakın tarihindeki dönemler bize bir çekişmeyi anlatır. Adı, İstanbul ile Anadolu gerilimidir. Futbolun merkezi İstanbul’dur, bir vitrindir ve Anadolu takımlarında top koşturanlar için İstanbul’a gelmek, futbolun zirvesine çıkmak gibi görülür. İletişim de bu kadar gelişmiş değildir fakat yine de Anadolu’da bir takım varsa az da olsa gazetelerde kendisine yer bulabilecek durumdadır. 

Yerel sermayenin gelişmesiyle birlikte ise İstanbul ile farkın kapanacağı hissiyatı belirir. Anadolu, mesafenin kapanması için canhıraş bir çaba içerisindedir ve Eskişehirspor’un istikrarlı çıkışı şampiyonluk ile noktalanmasa da İstanbul’a bir gözdağı verir. Ancak Anadolu’dan çıkan ilk şampiyon Trabzonspor olur. Anadolu için bu şampiyonluk bir meydan okuma ve başkaldırıdır!

Merkez ile çevre arasındaki mesafenin kapanabileceği algısı oluşurken darbe gelmekte; 80’lerden hemen sonra futbol, Özalist rejimden payını almaktadır. Serbest piyasa ekonomisi futbolun İstanbul ayağını metropolize ederken, diğerlerine taşralaşma kalacaktır. Anadolu’nun rekabet etme gücü yeniden sekteye uğramıştır. Artık piyasanın belirlediği futbol, siyasetin zaten gölgesi altındadır. İstanbul, futbolcular için zirve demekken, Avrupa’ya geçiş için de bir durak hâline gelmiştir zamanla…

Egemen siyasetin tekelinde biçimlendirilen futbol daha önceden keşfedilmiş olsa da beklentiler hızlıca artar ve kabuk değiştirir. Siyasetle kurulan ilişki artık siyasilerin dillerindedir ve futbolun popülerliğinden onlar da faydalanmak isterler. Faydalanırlar da… Zamane CHP lideri Baykal, küme düşen Diyarbakırspor ve Samsunspor’un ligde tutulması gerektiğinden bahseder, gerici siyaset kulüp edinmede/ele geçirmede atağa kalkar ve atkı takma şovları yavaştan başlar. 

Düzen siyasetinin her odağı futbolun etkisinin farkına varmıştır.

Gerçi, farkına varma eylemi yeni değildir. Takvimde öne de geriye de gitseniz, Türkiye’de kulüplerin ve futbolun nesnel tarihinde ilginç anılarla karşılaşıyorsunuz. Bunların bir tanesinde yerel bir örnek vardır ve çarpıcıdır:

“TİY (Tarsus İdman Yurdu) kulüp yöneticileri Faruk Sodak,  Hasan Ülkü,  Abdullah Göçük,  İçel (Mersin) Milletvekili Kadir Çetin ve İçel senatörü Talip Özdolay’dan oluşan bir heyet kurularak,  Kamil Ocak’a hem  ‘Hayırlı olsun’a,  hem Tarsus İdman Yurdu’nun İkinci  Lig’e  alınmasının   konuşulması   amacıyla gidilir. Konuya girmek amacıyla Sodan, “Sayın bakanım siz Tarsusluların hayır duasını aldınız” der. Ocak gayet sakin “Hayrola o niye?” derken, Sodan “Tarsus’u İkinci Lig’e aldınız, bundan daha hayırlı bir iş mi olur sayın bakanım?” der. Kamil Ocak, “O iş çok zor kardeşim” der. İçel senatörü Talip Özdolay atılır,  “Yahu Kamil ağa sen ne diyorsun,  önce söz veriyorsun, şimdi de cayıyorsun,  bu nasıl iş?”  Kamil Ocak sinirlenir: “Be kardeşim siz de benim her sözümü senet sayıyorsunuz.  Sanki politikayı bilmiyorsunuz. Enerji Bakanı Rafet Sezgin gelir,  ‘Çanakkale gibi bir serhat şehrini niye almıyorsun’  der,  Devlet Bakanı Hasan Dinçer gelir,  ‘Afyon gibi gazi bir şehri nasıl almazsınız’  der.  Söyleyin ben ne yapayım.”  Söylenecek şey yoktur,  tekrar hayırlı olsun denir ve kalkılır” (Daşlı, 2003).

Bir örnek olmaktan daha fazlasıdır.

Federasyonun ‘dokunaklı’ tarihinden bir örnek

Türkiye ‘ne alakası var’ sorusunun karşılık bulamayacağı bir ülkedir. Çünkü kapalı kapılar ardında alınan kararlar ile Türkiye’de şike, bahis ve envai çeşit iş yapılmıştır ve yapılmaya devam etmektedir. Siyasilerin desteklediği, yatırım yaptıkları, öne çıkarttıkları ya da şampiyon yaptıkları kulüpler hep var olmuştur.  

2020’nin Başakşehir’inin tüm bunlardan bağımsız ne özelliği vardır?

Kulüpler için ziyadesiyle örnek bulunabilir. Ancak bu işin bir de federasyon tarafı vardır. Federasyonlar siyasi ilişkilerin ve gerilimlerin adreslerinden birisidir. Haluk Ulusoy hatırlanacaktır. Siyasetin zirvesinin o dönemde Haluk Ulusoy’un başkanlığına ilişkin kimi rezervleri vardır.  Önce olmayan bir kural, yani ‘üniversite mezunu olma’ şartı getirilir ve Ulusoy’un adaylığı engellenir. 

Karar hızlıca mahkemelik olur ve geri alınırken, tartışmalar bitmez. Zamanın spordan sorumlu devlet bakanı Mehmet Ali Şahin, “Federasyon başkanı üniversite mezunu olmalıdır, mahkemeyi yadırgadım” der. 19-20 Ocak 2006 tarihleridir. Ayhan Bermek ismi ön plana çıkartılmaya başlanmıştır. Kadrosunda önemli isimler vardır ve fakat Hasan Doğan öne çıkar. Çünkü Tayyip Erdoğan ile bağı aşikârdır.

Bakan Mehmet Ali Şahin, Ulusoy seçilirse Teftiş Kurulu’nu toplayacağını söyler. Ortam gerilmiştir ve taraflaşma eğilimleri vardır. Melih Gökçek ve dönemin Trabzonspor başkanı Nuri Albayrak, Haluk Ulusoy’u destekleyeceğini açık ettikten sonra, dönemin Radikal gazetesi spor yazarı İbrahim Altınsay köşesinde şöyle yazar:

“Federasyon seçimleri, ‘Ak Parti hükümeti-Ak Parti teşkilatı’ maçı oldu. Trabzonspor'un tavrına bakın, anlayın. Bu maç cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, bakan değişikliklerinde devam eder gözüküyor. Ayrıca iktidarın bir süre sonra kendini yemeye başladığının da kanıtı... "Odunu koysam seçtiririm" olmuyor yani. Bu arada Ak Parti, Trabzon'u kazanmış olabilir. Gelecek sezon da Trabzonspor bir şeyler kazanabilir...”

Bir küçük parantez açmak gerekir. 2005 yılından başlamak üzere üç yıllığına Trabzonspor başkanlığına soyunan Nuri Albayrak, 2002-2005 yılları arasında da İBB SK’da başkanlık görevinde bulunmuştur.

Devamını getirelim.

Seçimi Ulusoy kazanır ve hemen sonra bakan Şahin, suç duyurusunda bulunur. ‘Siyasetin kaybedip, futbolun kazandığı’ sesleri yükselir ve başlık şu şekilde atılmıştır: 

Ulusoy: 1 Erdoğan: 0… 

Başakşehir: “Hiçbir şey olmamış olsa da kesinlikle bir şeyler oldu” takımı

Siyaset, hep olduğu gibi federasyon ve kulüpler ile içli dışlıydı. Maçların, sonuçların ya da şampiyonlukların bunlardan özerk olduğunu düşünmek için hiçbir sebep olamazdı. Zaten değildi ve hiç olmadı.

Şimdi de olmuyor. Egemen ve gerici siyaset, futbola sirayet etmiş durumda. Başakşehir ve Trabzonspor’da cisimleşen AKP içi iki fraksiyonun çekişmesi de zaten çıplak gözle görülebiliyor. Şampiyonluğu ‘kazanan’ Başakşehir’in bir iktidar ve sponsor takımı olarak değerlendirilmemesi ve çubuğun sadece futbola bükülmesi ise sağ siyasetin ekmeğine yağ sürüyor. 

Sahi, Başakşehir nasıl oluyor da rahatça ve hiçbir finansal sorun yaşamadan transfer yapabiliyor, ödeme güçlükleri çekmiyor, sponsor bulabiliyor ve kaynaklarını doğru yönetebilen, ‘iyi futbol oynayan bir takım’a dönüşebiliyor? 

Alenen tekrar edilmesine rağmen, “her şeyden bağımsız olarak değerlendirilirse” girişi ile başlayan Başakşehir değerlendirmeleri, hem denklemin yanlış kurulmasına yol açıyor hem de gerçekliği büküyor.

Futbol ne zamandan beri ‘oda koşullarına’ indirgeniyor?

O yüzden taraftarsız ve nepotist sermaye şirketi Başakşehir’in sahibi, Göksel Gümüşdağ’ın sorusuna yeniden cevap vermek gerekiyor.

Siyasi desteği reddeden ve bunları temeli olmayan iddialar olarak gören Gümüşdağ, “Bu lafları çıkaranlar Allah’ından bulsun, arkamızda siyaset mi var?” diyor. 

Başlarken ‘Hayır’ ile başlamıştık. Bitirirken ise kocaman bir ‘Evet’ yazıyoruz.

Kusura bakmasınlar!

İSMAİL SARP AYKURT / SOL