30 Kasım 2018 Cuma

Göçmenler, Suriyeliler, siyasetçiler - KORKUT BORATAV

“Güney” coğrafyasının kurbanları… 
Siyah Afrika’nın pamuk, Haiti’nin pirinç, Meksika’nın  mısır üreticisi köylüler… Önce IMF, Dünya Bankası, NAFTA programları yüzünden ulusal destekleme politikalarını yitirdiler; sonra  da ABD’de, Avrupa’da  devlet kaynakları ile semiren Batı çiftçileriyle rekabet edemediler; topraklarını yitirdiler. Neo-liberalizmin kurbanları ve ekonomik göçmen olarak denizleri, sınırları aşarak Avrupa’ya, ABD’ye geçiyorlar.  Çalışmak, geride bıraktıkları yakınlarını ayakta tutabilmek için… 

Ülkelerindeki savaştan, faşizmden, siyasi cinayetlerden kaçan sığınmacılar var… Bugünlerin örneği binlerce Honduras’lıdır… Haziran 2009’da ülkelerinin ilk solcu başkanı Zelaya, ABD destekli faşist bir darbe ile devrildi; ülkeleri kısa zamanda “dünya cinayet rekortmeni” oldu. Onlar da önce Guatemala’ya, oradan da Meksika’ya geçtiler ve ABD sınırındaki dikenli tellere dayandılar. 

Emperyalizmin Afganistan, Irak, Libya, Suriye saldırıları sonunda ölülerini toprağa veren Orta-Doğulular… Yıllardan beri, denizlerde boğulmayı göze alarak Avrupa’ya sığınmaya çalışıyorlar. 

Kapitalizmin ve emperyalizmin “Güney” coğrafyasındaki kurbanlarından söz ediyorum. “Yasal göçmen işçi” konumuna geçinceye kadar bu insanları kim, nasıl koruyacak?

“Kuzey” coğrafyasının mağdurları…
Madalyonun öteki yüzü de var: 1980 sonrasında neo-liberalizm Batı’da da benimsendi; yerleşti. Krizlerin de katkısıyla işsizlik arttı; işçi sınıfının geçmiş kazanımları eridi. Batı’nın büyük sermayesi, göç dalgasından tedirgin olmadı. Neo-liberalizmin içsel şoklarına, işgücü piyasalarına katılan göçmenler ek katkı yaptı. Göçmen nüfusun payı yüzde 15’lere yaklaştı; “yedek emek ordusu” böylece de beslendi. 

Sonuç, son yirmi yılda Batı’nın “yerli” işçi sınıflarında ücretlerin erimesi, işsizliğin, yoksulluğun yaygınlaşması oldu. Neo-liberalizm ve emperyalizm, iç ve dış etkenlerle “Kuzey” coğrafyasının mağdurlarını yarattı. Bunları kim koruyacaktı?
Sosyal demokrasi topluca  neo-liberalizme teslim olmuştur. “Sol”, artık, sınıf mücadelesi ile değil, liberal değer yargıları ile tanımlanmaktadır. Göçmen işçiler konusunda “liberal değerler”,  büyük sermayenin konumu ile çakışır: “Sınırlar açık tutulsun; işgücü piyasaları beslensin…” Sosyal demokratlar bu formüle “özgün” bir katkı yaptı; “göçmenlerin refahını, entegrasyonunu” da ekledi.

Komünist, devrimci partilerin marjinalleştiği dönemden söz ediyorum. “Ulusal” işçilerin sorunlarına neo-faşizm sahip çıktı. Geleneksel solun geçmiş söylemlerinden kimilerini benimsedi; refah devletinin zayıflamasına, küreselleşmeye tepki gösterdi. Daha da önemlisi faşizmin, milliyetçi, ırkçı sloganlarını öne çıkardı; sınırların göçmenlere kapatılmasını savundu.
Avrupa işçi sınıfı, siyasette giderek neo-faşizme  kaydı. Sosyal demokrasi erirken neo-faşist partiler yükseldi; geleneksel burjuva partilerinin ana rakibi olmaya başladı. 

Fransa’da iki seçimde başkanlık için yarıştı. Bugün, Avusturya’da, İtalya’da hükümette yer alıyorlar. İskandinavya’da, Hollanda’da sermaye partileriyle koalisyon ortaklığı daima gündemdedir. 

Almanya’da neo-faşist parti (AfD), bugün parlamentonun ana muhalefet partisidir. Eylül 2018’deki bir kamuoyu anketi, AfD’yi %18’lik bir destekle Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD’nin) bir puan üzerine, Almanya siyasî partiler yelpazesinde ikinci sıraya çıkardı.
      
İşçi sınıflarını sahiplenen sol 
İstisnalar da var. Batı solunun bazı bölümleri neo-liberalizm rüzgârına kapılmadı Ülkelerinin sınıf mücadelesini yeniden keşfedenler de var. 

İngiltere’de Corbyn, İşçi Partisi’nin sosyalist, kamucu geleneğini yeniden sahiplendi. Avrupa’yı kuşatan sığınmacı dalgasının sorumluluğunun emperyalizm olduğunu teşhis etti. Yahudi lobisinin, büyük sermayenin hedefi oldu.

ABD’de Sanders Amerikan sosyalizminin Eugene Debs’e uzanan tarihsel mirasını benimsedi. Clinton’un liberalizmine ve Trump’ın demagojisine karşı  sınıfsal bir muhalefet kampanyası sürdürdü. Bu sayede Başkanlık ön-seçimlerinde 13 milyonu aşkın oy topladı. Aday olsaydı Trump’ı yeneceği ileri sürülmektedir. 
Melenchon, Fransız sosyalizminin geleneksel değerlerini sahiplendi; sosyalist ve komünist partilerin boşluğunu doldurmaya çalıştı. Sosyalizm, İtalya’da siyaset yelpazesinden “ayıklanmıştı”. Melenchon  bu dramın Fransa’da tekrarını (en azından şimdilik) önledi. 

Portekiz ve İspanya’da komünist partiler ve sosyalizme dönük sol akımlar, işçi sınıflarının taleplerini sahiplendi. Bu sayede bu ülkelerde neo-faşizm gelişemedi. 
Almanya solu da işçi sınıfının neo-faşizme teslimiyetini önlemeyi hedefleyen bir tartışmayı başlattı. Die Linke ve SPD’nin sol kanatlarından bir grup siyasetçi ve düşünürün oluşturduğu Aufstehen (“Ayağa Kalk”) platformu, neo-liberalizmi tümüyle sorgulamaktadır. Platformun kurucularından Sarah Wagenknecht, göçmenlerle beslenen emek fazlasının refah devletini aşındırdığını; liberal göç politikalarının Alman işçi sınıfının hazmetme sınırlarını zorladığını vurgulamaktadır.


Türkiye işgücü piyasalarında Suriyeliler
Türkiye, görünüşte, emperyalizmin yıkımından kaçan İslam dünyası  emekçilerini Batı’ya aktaran bir kanaldır. Bir anlamda Yunanistan’ın, Doğu Avrupa’nın konumundadır. Şu farkla ki kanal, siyasi iktidarın gözetimi, onayı doğrultusunda Türkiye’de tıkanmıştır ve ülkemizdeki Suriyeli sığınmacılar (geçen yıl) 3,2 milyona ulaşmıştır. 

Suriyeliler bugün işgücü piyasasında, ekonomide kalıcı konuma gelmiştir.  Suriyeliler öncesinde de Türkiye ekonomisi büyük boyutlu emek fazlası barındırmaktaydı. Üç küsur milyonluk göçmen nüfus, bu yapısal azgelişmişliği daha da pekiştirmiştir.

İlk yansımalar, elbette işgücü piyasalarında  gözlenecektir. Saniye Dedeoğlu, tarımda göçmen, Suriyeli ve çocuk işçiliği konusunda, Kalkınma Atölyesi tarafından düzenlenen önemli, değerli araştırmalar yönetmiştir.  Raporların bir sentezi, “Tarımsal Üretimde Göçmen İşçiler: Yoksulluk Nöbetinden Yoksulların Rekabetine” başlığı altında (Çalışma ve Toplum, 2018 / 1) yayımlandı.  Bulgularından bir bölümünü aktarayım.

Dedeoğlu üç ülkeden göçmen işçileri karşılaştırıyor: Suriyeliler, Gürcüler, Azeriler…  Suriyeli işçiler, Karadeniz ve Kuzey Doğu Anadolu bölgesinde üçer aylık vizelerle çalışan Gürcü ve Azeri  işçilerden çok daha kalabalıktır. “Geçici koruma altında yabancı” konumundadır ve büyük çoğunluğu ile kayıtlıdır. Tarımda çalışma izni almadan istihdam edilebilmektedirler. 6-14 yaş aralığındaki çocukların ortalama yüzde 20’si de çalışmaktadır. 

Bu emek deposunun önemli bir bölümü tarımda mevsimlik, gezici işçi olarak istihdam edilmektedir. Suriyeliler, tüm işgücü piyasalarında, Dedeoğlu’nun ifadesiyle “yoksulların rekabeti”ni yoğunlaştırmaktadır. 

Malatya’lı bir işçiden nakledelim: Suriyeliler geldi, iş bitti. Türkiye’nin fakiri yok mu? Patronun da işine geliyor ucuz olduğu için. Geçen yıl Malatya’da normal yevmiye 40 lira  iken  [Suriyeli işçi,] bahçe sahibine 20 lirayı gösteriyor, buna çalışırım diyor.” 

Dedeoğlu’nun Çukurova’da pamuk tarlalarında yürüttüğü alan çalışmasının sonuçlarına da göz atalım: Geçmişte kaynak kent Urfa, Adıyaman, Siirt, Van, Diyarbakır, Batman ve Mardin’di. Şimdi… yerli işgücü ile rekabet yerleşmektedir [ve] Adana’da çadır alanlarında yaşayan işçilerin önemli bir kısmı artık Suriyelidir. Daha önce Adana’ya gelen yerli işçilerin bir kısmı Konya ve Eskişehir gibi pancar üretiminin yaygın yapıldığı illere doğru kaymış, bir kısmı da gezici mevsimlik tarım işçiliğini bırakmıştır. Kırsal antagonizm farklı grupların çatışma riskini de beraberinde getirmektedir.

Böylece, Almanya, Fransa, Avusturya’da göçmenler / “yerliler” karşıtlığı, Türkiye’de de benzer nesnel koşullarda tüm gerilimleriyle birlikte yaşanmaktadır.  
Suriyeli göçmenler söz konusu olduğunda Türkiye de Batı emperyalizm gibi “ektiğini biçmektedir”. AKP iktidarı, ABD  ile işbirliği içinde Suriye yıkımına, cihatçı, erzak, silah aktarımı, eğitim  yoluyla aktif katkı yapmış; böylece Suriye’den sığınmacı akımını tetikleyen dış aktörlerden biri olmuş; göçmenlerden “nasibini” de fazlasıyla almıştır.

Suriyeliler, iktidar ve sol
Batı’da ve Türkiye’de “göçmenler / yerliler karşıtlığı” paraleldir; ama, politik alana farklı biçimlerde yansımaktadır.    

Avrupa neo-faşizminin sert göçmen  karşıtlığı içinde olduğunu belirttim. Türkiye’nin faşizmi ise iktidardadır ve sığınmacı Suriyelilerden hoşnuttur; yakınmamaktadır. Üç milyonu aşkın  sığınmacının Türkiye’ye girmesi, yerleşmesi, iktidarın koruyucu kanatları altında mümkün olmuştur. 

Suriyelilere destek, resmî söylemde insancıl gerekçelere dayanıyor. Ötesine gitmemiz gerekiyor. AKP bir sermaye partisidir ve kayıt-dışı göçmen istihdamından palazlanan inşaatçıların, orta-boy burjuvazinin, (Malatyalı işçinin “ucuz işçi işine geliyor” dediği) patronların çıkarları gereği mi?
Herhalde öyledir. Ama, herhalde, daha ciddi nedenler de vardır.
Suriyeliler üzerindeki araştırmalarda, bu nüfusun ideolojik, politik eğilimleri, ülkelerindeki muhalif hareketlerle bağlantıları, Türkiye siyasetine bakışları hakkında bulgulara rastlamadım. 

Anketlerle belirlenemeyecek konular da var. 
Suriyeli cihatçıların Türkiye’ye yerleşmiş artıkları kaç kişidir? 
Hangi örgütlerden? 
Bugünkü iktidarın, İslamcı faşizmin “yeni Türkiye tasarımı” içinde bu gruplara ve Türkiye’deki Suriyelilerin tümüne önemli, karanlık  roller, eylem görevleri  vermemesi düşünülebilir mi? 

Dedeoğlu’nun bulguları, Türkiyeli ve Suriyeli emekçiler arasındaki karşıtlıkları “yoksulların rekabeti” olarak betimliyor. Yukarıdaki sorular ise Türkiye toplumunun geleceği, halkımızın yarını için ciddi tehditlere işaret ediyor. 

Bana kalırsa Türkiye’nin ilerici, aydınlanmacı, solcu akımları Suriyeliler konusunda, Malatyalı işçinin bugünkü çıkarlarını ve Türkiye toplumunun yarınki gönencini gözeten bir çizgi benimsemelidir: Ülke bütünlüğü içinde demokratik, laik bir Suriye’yi hedefleyen barış… Sonrasında Türkiye’deki Suriyelilerin vatanlarına dönmesi… 

Korkut Boratav / SOL

Maymuna ustura verilmez - Mustafa K. Erdemol

Yıllar geçti, adını şimdi anımsayamadığım bir romanda okumuştum. Nasıl bir rastlantıysa bir baba, oğlunun katiliyle bir araya gelmiştir. Onunla zorunlu olarak işbirliği yapmasını gerektiren bir sorun vardır. Ciddi bir sorun. Baba kendisine işbirliği öneren oğlunun katiline “İyi ama sen benim oğlumu öldürdün” dediğinde aldığı yanıt, “Bakın bayım. Oğlunuz çok da değerli bir insan değildi” olur.
 
Çok güldüğümü hatırlıyorum. 

Babanın buna yanıtı neydi, aklımda kalmadı inanın. Ama o katilin dilini, büyük bir utanmazlıkla, insani her tür duygudan yoksun bir pervasızlıkla “iktidar” haline getirdiğini yıllar sonra anladım. Güldüğüm için de çok utandım. 

“İktidarlaşmış dil” budur. Bir babaya oğlunu “şeytan” gibi gösterir. Bunun üzerine de bir “düşünce” inşa eder. Hedeflediklerini “şeytanlaştırmayı” becerebilen kişi, etrafına bir hayli taraftar da toplar üstelik, ki...... acı olan budur. 

İktidarların dilinin ne olduğu malum. Baskıcı, sindirmeye yönelik kolektif bir dildir onunki. Ama bireyin kendi dilini iktidarlaştırması kadar korkunç bir şey yok. “Dilini” bir otorite haline getirip ona boyun eğilmesini ister bu dilin sahibi. 

Çok yaygın. Gazetecide, akademisyende, sinemacıda, etkili başka meslek gruplarının mensuplarında da görülür. Olmadık yerde çıkarlar karşınıza, bakarsınız yanı başınızda da türemişler. Çoğunun muhalif olduğu iddiası vardır ki dillerini iktidarlaştırmaları bu iddialarını çürütmüştür oysa, farkında bile değillerdir bunun. Bu dil, sahibini iktidarlarla  “kardeş” kılar. Ne büyük çelişki. İktidarlaşmış dil, kibrin dilidir. Sırtını, muktedirlerin  “şeytanlaştırdığı” kişilere, düşüncelere olan kamusal öfkeye dayayan, fırsatçı, zavallı bir dil tabii. Seçkin bir dil gibi görünür ama küçük öfkelerin, yani her sıradan ölümlünün dili olduğu için dibine kadar “avam”dır da. Karşı olduğu kişiler hakkında “Bunlardan söz etmeyin” diyen akademisyenin(!) söylem kardeşi bir kahvede kâğıt oynayan kişidir aslında. Kibir kumkuması biri için ne hazin.

İnsanların doğuştan gelen hakları vardır. Bunlardan biri kuşkusuz adil yargılanmadır. Yargılananın görüşlerine katılmadığı halde onun için adalet istemek öyle sanıldığı gibi, büyük bir erdem falan da değildir. Alınması gereken doğal tutumlar neden erdem olsun? Ama çürümüş, çürütülmüş toplumumuzda doğal insani tutumlar “erdem” sayılır oldu uzun süredir.
 
“Söz konusu vatansa gerisi teferruattır” üzerine kurulu bir dil de var, malum. Atatürk’e ait olduğu iddia edilen ama Ata’nın asla söylemediği bu ifadeden emperyal bir çullanmaya karşı topyekûn itiraz, direniş kastediliyorsa, elbette çok yerinde, çok anlamlıdır bu. Ancak bu cümlenin üzerine inşa edilen dile göre “teferruat”, Kürt, Ermeni, Alevi, Arap, adalet arayan Türk olabiliyor çoğunlukla. Unutulan şudur; tüm bu  “teferruat”  koskoca ve güzel bir vatan demektir oysa.

İktidarlaşmış dil ihbarcı bir dildir. İktidarlar gözünden baktığı için kimi düşüncelere ya da kişilere, arkadaşlarını, kalemdaşlarını ihbar eder. Hiçbir ahlaki bariyer yoktur önünde bunu yaparken. Nihayet iktidarlaşmış dil köşe yazısı değil, iddianame yazar. Hedeflediklerinin kendilerini savunacak olanakları olmadığını bildiği halde üstelik. 
O kadar kendinden geçmiş bir dildir ki bu, bu dilin sahibi savunduğunu sandığı düşünce sistemini “baskıcı, antidemokratik, hukuk karşıtı” gibi gösterdiğinin farkında bile değildir. Bir düşüncenin başına gelebilecek en büyük felaket, bu tür savunucularının olmasıdır. İktidarlaşmış dil, -hangisi olduğu fark etmez- mevcut iktidarla buluşan bir dildir. Bu iki dil bu ülkenin laiklerini, sosyalistlerini, aydın Kemalistlerini, dindarlarını ezen uğursuz bir misyon yüklenmiştir.
 
Aşacağız mutlaka. Aşmalıyız. Yoksa geleceğimiz bir felaket. 
Osman Kavala’yı da Demirtaş’ı da soldan eleştirenlerden biriyim. Söylediğim çok basit, biri adil yargılansın, birinin de hakkındaki serbest bırakılma tavsiyesine uyulsun. Sonra kaldığımız yerden devam ederiz her ne derdimiz varsa. 

Mevcut iktidarın hukuk gibi bir derdi yok. Ama bizim var. Olmalı. Hukuksuz bir iktidarın tepesine çökmüş olanlara vurmak, Anadolu değerler sisteminde en hafif tabirle “fırsatçılık”tır. 

Derler ki, “Artık tıraş olmayı öğrenmiştir diye maymunun eline ustura verilmemeli. Hem kendine hem de çevreye zarar verir”. 

Alnından öpüyorum bunu her kim demişse.

Mustafa K. Erdemol / CUMHURİYET

Halife Osman zamanında yolsuzluk manzaraları - ÖZDEMİR İNCE

14 Ekim 2018 günü Osmanlı devlet ve toplumunda çürümeyi konu edinen  “Rüşvet Tarikatı” adlı bir yazı yayımlamıştım. Yolsuzluk, rüşvet ve adam kayırma gökten zembille inmez, kökleri toplumun bitek topraklarındandır. Bugün, Casım Gürbüz’ün  “Berfin Bahar” dergisinin Nisan 2018 sayısında yayımlanan yazısına konuk olacağız. Yer tutmaması için yazının İslami kaynaklarına yer vermeyeceğim. Zaten kaynak olan derginin adı belli:
***
“Halife Osman döneminin ilk 6 yılı iyi geçtiyse de, son 6 yılı başta Küfe’liler olmak üzere Medine Müslümanlarının dahi tepkisini çekecek siyasal yanlışlarla doluydu. İlk 6 yılın iyi geçmesinin nedeni ise fetihlerin iç sorunları kamufle etmesiydi. Fetihler durunca sorunlar da gün yüzüne çıktı. Bu sorunların başında halifenin Emevi ailesine, kendi akrabalarına yanlı davranması, valilik ve önemli devlet görevlerini yakınlarına vermesiydi. Sadece Ömer’in vasiyetiyle vali yaptığı 2 kişi haricinde tüm eyaletlere kendi akrabalarından vali tayin etmişti. Emevi olmayan eyalet valilerini ya istifaya zorluyor ya azlediyor, yerine Emevi bir vali atıyordu. En fazla eleştirilen tarafı ise başa getirdiklerinin genç ve tecrübesiz oluşlarıydı. Tayin ettiği valilerden ikisi henüz 25 yaşındaydı. Bunun yanında Şam valisi Muaviye’nin yetki sınırlarını alabildiğine genişletmesi de tepki gösterilen konular arasındaydı. Bu valilerin yanlı ve yanlış yönetimleri, haksız kararları, rüşvet ve yolsuzlukları şikâyetleri arttırıyor ama halife bu şikâyetleri dikkate almıyordu. 
Devlet görevlileri arasındaki haksız maaş farkları, fetihlerin durmasıyla birlikte ekonomik sorunların artması, zenginlerle fakirler arasındaki uçurum oluşması krizin büyümesinin faktörlerindendi.”
***
Mesudi’ye göre Hz. Peygamberin arkadaşları Osman devrinde toprak ve mal sahibi olmuşlardı. Osman öldüğü sırada hazinedarının nezdinde 150.000 dinarı ve 1.000.000 dirhemi ile pek çok deve ve atı vardı. Zübeyr’in arkasında bıraktığı servet 400.000 dinar ile kısrak ve 1000 cariye idi. Talha’nın Irak tarafında günlük geliri 1000 dinar, Surat tarafındaki ise bundan fazla idi. Abdurrahman b. Avf’ın ahırlarında 1000 at vardı. 1000 devesi ve 10.000 koyunu mevcuttu. Vefatında serveti 84.000 dinara ulaşmıştı. Zeyd b. Sabit o kadar çok altın ve gümüş bırakmıştı ki, onları keserle kırmak mecburiyeti hasıl olmuştu. Bıraktığı malların ve toprakların kıymeti 100.000 dinar civarındaydı. Yü’li b. Münibe 50.000 dinarla 300.000 dirhem kıymetinde gelir kaynakları ve mal bırakmıştı.”
***
“Daha sağlığında peygamber 10 kişiye ‘Siz cennetliksiniz’ diye muştu vermişti. Bunlara İslam Tarihi ‘Aşere-i mübeşşire’ adını verir. Bu cennetle muştulanan (müjdelenen) Müslümanlardan Zübeyr ölür ve terekesinden şunlar çıkar: On milyon dirhem altın tutarında taşınmaz mal. İskenderiye, Küfe ve Bağdat’taki evler sayılmazsa, yalnız Medine’de 11 ev. Başka bir cennetlik Müslümanın mal varlığı ise, 220 bin dirhem gümüş ile, her birinin içinde üç kantar altın bulunan yüz meşin kesesi tutuyordu. Goldziher, sırat köprüsünden geçmek için pek ağır bir yük, diyor.” 

Karl Marx boşuna dememiş ‘Bütün kutsallıklar sonunda dünyevileşir’ diye. Para, mal, servet; imanı bozuyor işte böyle... Ve Türkiye’de, bu satırların yazıldığı tarihte iktidarda 15 yılını doldurmuş olan İslamcı parti... Her biri birer Osman, Talha, Münibe, Zeyd... Servetler ve haksız kazançlar gırla...”
***
Ve o günlerden bu yana, Müslüman dünyası, bir gün soygun sırasının kendilerine de geleceği umuduyla hazırda bekliyor ve beklerken katlandığı rezilliklere de “ahlak” diyor...

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Devlete çıkarılacak faturalar - MİNE SÖĞÜT

Cem Vakfı tarafından açılmış olan “aydınlatma giderlerinin devlet tarafından ödenmesi” davasının vakfın lehine sonuçlanması ve devletin bundan sonra diğer ibadethanelere yaptığı gibi cemevlerinin elektrik faturalarını da ödeyecek olması, ilk başta göze çok olumlu bir habermiş gibi görünse de sormak gerekir: 
“Devleti yoksul bir ülkede, tüm ibadethaneler ne hakla elektrik faturalarını devlete keserler?” 


İbadetin parayla satılmaması gerektiğini düşünen... Ama sağlığın ve eğitimin parayla satılabilecek değerler olduğuna hemen ikna olan kalabalıklar, bu kabullenişleriyle derinleri hep karanlık kalan çağların mimarıdırlar. 

O yüzden devletin ibadethanelerin elektrik faturalarını ödediği bu ülkede; cemevleri de bu zincire dahil edildi diye sevinmek yersiz hatta tehlikelidir.
Cemevlerinin faturalarının bugüne kadar neden ödenmediğini hepimiz biliriz. Sünni iktidar Aleviliği inançtan saymaz. Ama bu durum cemevi faturası ödemekle de sonlanmaz.
 
Alevilerin Sünni iktidarlar tarafından gördüğü kötü muameleyi ve bir mezhebin diğer bir mezhebi tanımazlığından hatta hor görmesinden kaynaklanan taraflı tutumu ortadan kaldırmak konusunda, bu fatura eşitliğiyle olumlu bir adım atılacağını sandığımızda... 
Asıl sorunu meşrulaştıran hatalı algıyı beslemiş oluruz. 

O asıl sorun, insanı önemseyen adaletli bir sistemde devletin maddi destek vereceği kurumlarda önceliğin ibadethanelerde olmasıdır.

Oysa o öncelik okullarda olmalıdır. Hastanelerde, yoksul ya da engelli insanlara destek veren kurumlarda, hayvanlarla ilgilenen gönüllü yapılarda olmalıdır. 
Sonra sıra sanat kurumlarına gelir, bilim kurumlarına gelir... 
Camiler, kiliseler, havralar veya cemevleri bu devlet desteği için girilen sırada, illa olacaksa, en ama en sonda olur. 

İnsanı gerçekten önemseyen bir sistemin sağlaması böyle bir sıralamayla yapılır. 
İbadet hizmetlerinin kesinkes ücretsiz olmasına aklı yatan, o camilerin, kiliselerin, havraların ya da cemevlerinin irili ufaklı bütçelerinde kopan fırtınaları olağan karşılayan halkları, sağlık ve eğitimin parayla satın alınabilecek farklı seviyelerde hizmetler olduklarına ikna eden sistemle... 

Onları silahlanmanın kaçınılmazlığına, savunmaya ayrılan bütçenin önemine, bir ülkenin kendi kaynaklarının hesapsızca satılmasına, serbest piyasa ekonomisine, adaletsiz gelir dağılımına, üretimin durmasına, tüketimin pazarlanmasına, ekonomik olarak dışarıya bağımlı kılınan bir devletin hâkim devletler elinde oyuncak olmasına ikna eden sistem aynı sistemdir. 

Bir ülkede eğer parası olmayan insanın çocuğunu gönderebileceği okulla, parası olanın çocuğunu gönderebileceği okul arasında dev bir uçurum varsa; 
O ülke eninde sonunda o uçuruma yuvarlanıp paramparça olur. 
O yüzden devlete illa bir fatura çıkartacaksanız bu ibadethanelerin elektrik faturası olmasın.
 
Eğitimde ve sağlıkta fırsat eşitsizliğinin faturası olsun. Hukuksuz yargılamaların, üniversitelerdeki akademik talanın, ülkeden kaçırdıkları genç ve parlak neslin, anaokullarında dogmatik öğretilerle beyinleri erkenden yıkanan yeni neslin, dinle devlet işlerini birbirine boca etmenin, inanç pazarlamanın, ülkeyi çağdaşlıktan gericiliğe sürüklemenin, seçimlerde oynanan oyunların, Meclis’te atılan taklaların, belediyelerde dönen dolapların faturasını çıkartın. 

Kolaysa yapılan son darbenin gölgesinde sinsice gerçekleşmekte olan karşı-devrimin faturası olsun. 

Cemevlerinin faturasını bugüne kadar neden devlet ödemedi diye sormakta bir açıdan haklı olabilirsiniz; ama o haklı olduğunuz açı dar bir açıdır.
 
O yüzden asıl sormanız gereken soru; bu yoksul ülkede devletin neden ibadethanelerin faturalarını en önden ödediğidir. 

Bir halkın başına ne gelirse, devlete soramadığı sorular, kesemediği faturalar yüzünden gelir.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

İşte "Yeni Açılım Projesi" ihalesi! - Arslan BULUT

"Açılım süreci" denilen "yıkım operasyonu"nda ne olmuştu? Türkiye, Oslo'da PKK ile gizlice masaya oturtulmuştu! Burada alınan kararlar gereği, terör örgütü başı Abdullah Öcalan'ın önerileri Meclis'e getirilmiş, Öcalan'ın mesajı Diyarbakır mitinginde bir vekil tarafından okunmuş, Habur'da terörist karşılaması yapılmış, Dolmabahçe'de AKP ve HDP milletvekilleri, Öcalan'ın yazdığı 10 maddelik metin üzerinde uzlaşmaya varmıştı. Daha da vahimi, açılım sürecinde PKK'ya yönelik operasyonlara izin verilmemişti. Bunun sonucunda PKK, Güneydoğu'da vali ve kaymakam atamaya başlamış, mahkemeler kurmuş, korucuları direklere asmaya başlamış, halkı vergiye bağlamış ve şehirlerin etrafına hendekler kazarak egemenlik kurmuştu!

AKP, 7 Haziran 2015 seçimlerinde bu politika sebebiyle tek başına iktidar olma gücünü kaybedince Temmuz ayında terörle mücadele başlatmıştı. PKK'nın egemenlik kurduğu şehirleri geri almak için 800'den fazla şehit verilmişti! Sonunda AKP, tarihini yine Devlet Bahçeli'nin ilân ettiği 1 Kasım erken seçimlerinde tek başına iktidar çoğunluğunu elde etmişti. AKP, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Anayasa değişikliğini de Bahçeli ve MHP desteğiyle yapmış, referandumu aynı destekle kazanmış ve parlamenter demokrasiyi rafa kaldırmıştı.

                                        ***
Açılım sürecinde halkı ikna etmek için aralarında ünlü sanatçıların da bulunduğu akil adamlar heyeti kurulmuş, fakat gittikleri her yerde protestolarla karşılanmışlardı. O akil adamlar, Oslo'da yeniden toplandı. Servet Avcı, Yeniçağ'da "İkinci Oslo Hatırası" başlıklı yazısında, toplantının, PKK ile ilişkileri olan İngiltere'deki "Demokratik Gelişim Enstitüsü" tarafından düzenlendiğini ve akillerin "Çatışma Çözümlerine Toplumsal Katılım" çerçevesinde bir araya geldiğin inceledi ve bunun "ikinci çözüm süreci" anlamına geldiğini bildirdi.

                                        ***
Kanada'da yerleşik bir Türk okurum mesaj gönderdi ve "Democratik Progress Institute"nün taşeron olduğunu, projenin, Ankara'da Avrupa Birliği Türk Delegasyonu tarafından hazırlandığını bildirdi.

Avrupa Birliği Türk Delegasyonu, büyükelçi rütbesiyle akredite olan bir delegasyon başkanı tarafından Ankara'dan yönetiliyor. Heyet başkanı Büyükelçi Christian Berger, bütün Türkiye'yi dolaşıyor. Bu arada son olarak İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile görüştü, AB üyesi devletlerin Türkiye'deki misyon şefleri ve temsilcileri ile birlikte AKP Genel Merkezi'ni de ziyaret etti ve burada Cevdet Yılmaz, Kasım Gülpınar ve İsmail Emrah Karayel ile görüştü.

Yılmaz, toplantıdan sonra Brüksel ve bazı üye ülkelere ziyaretler düzenlenmeyi planladıklarını ve partiler arası diyalog kanallarını güçlendirmeyi hedeflediklerini söyledi.
                                        ***
Oslo'daki "akiller toplantısı"nın Avrupa Birliği Türk Delegasyonu tarafından projelendirildiği bilgisi, İnternet sayfalarında çok önceden açıklanmış durumda!
Projenin adı "Kritik bir zamanda Türkiye'de kapsayıcı diyaloğu desteklemek!" olarak tespit edilmiş! "Kiminle diyalog" diye sormayacaksınız herhalde...

Yine ihalenin, "arabuluculuk ve diyalog" başlıkları altında Demokratik Gelişim Enstitüsü'ne verildiğini, Türkiye'de siyaset, sivil toplum, medya, iş dünyası ve akademik ortamlardan "anahtar figür"lerle çalışma yapılacağını, belirtmişler...
AB'nin 1 milyon 150 bin Avro "ihale bedeli" tespit ettiği projenin 4 Ocak 2018'den 3 Temmuz 2019'a kadar, yani 18 ay süreceğini, Türkiye, Norveç, İsviçre, Kıbrıs, İrlanda, İngiltere, Belçika'dan sonra son aşamada Filipinler, Kolombiya, Güney Afrika'da toplantılar düzenleneceğini de ilân etmişler!
Yani ulaşım ve konaklama giderlerini AB karşılıyor...

                                       ***
Peki ne yapmak istiyorlarmış?
"İş birlikçi uzmanların keşfettiği çözümleri halka mal etmek ve farklı kesimler arasında açık bir diyaloğun yanı sıra demokratik süreçlerle kapsayıcı bir müdahaleyi desteklemek" istiyorlarmış.

Kısacası "açılım sürecini yeniden başlatmak için baskı oluşturmak" ana hedefleri... Bilgilerinize sunulur...


Arslan BULUT / YENİÇAĞ

Bakan Ersoy'dan bir skandal daha. - Ahmet TAKAN

Türkiye Cumhuriyeti Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy'un turizm şirketi etstur'un, işgal altındaki Türk toprağı Keçi Ada'sında Yunan otelini pazarlayıp para kazandığını belgelerle ortaya koyduk. Bakan beyden ne bir açıklama ne de bir özür geldi.. Pişkinliğin bu kadarı da pes doğrusu!..

Turizmci iş adamı Bakan bey herhalde tatlı paradan (!) vazgeçemiyor. Kanuni Sultan Süleyman'dan beri Türk toprağı olan Keçi Adası'nı bütün dünyaya Yunan Adası olarak ilan eden ve adadaki Yunan otelini pazarlayan Ersoy'un şirketi etstur bir skandala daha imza attı. Turizm Bakanı Ersoy ve etstur şirketi, Sultan IV. Mehmet'ten beri Türk toprağı olan Gavdos Adası'nı da bütün dünyaya Yunan Adası  olarak ilan ediyor ve adadaki Yunan otelini pazarlıyor.


Turizm Bakanı Ersoy'a ait şirketin ilanında adaya pasaport ve vize ile gidileceği belirtilerek işgal altında olan Gavdos Adası'nın Yunanistan'a ait olduğu ilan ediliyor. İlanda, Yunan otelinin bulunduğu yeri gösteren harita da var.

Şirket ilanında, işgal altındaki Türk Adası'na kondurulan Yunan Oteli Gavdos Studios'un tanıtım fotoğrafları da yayımlanıyor.

Gavdos Adası Türk Adası'dır
AKP Hükümetleri döneminde Yunanistan'a teslim edilen adalar arasında Gavdos Adası'nın da bulunduğuna işaret eden Millî Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri emekli Kurmay Albay Ümit Yalım, YENİÇAĞ'a şunları söyledi:
"Girit Adası, 24 yıllık zorlu bir mücadeleden sonra Sultan IV. Mehmet döneminde 1669 yılında etrafındaki adalar ile birlikte fethedildi. Birinci Balkan Savaşından sonra 30 Mayıs 1913 tarihinde imzalanan Londra Antlaşması ile Girit Adası Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ'a bırakıldı.
Gavdos Adası da dahil olmak üzere Girit Adası'nın etrafındaki 14 ada ile adacık ve kayalıklar Türk egemenliğinde kaldı. 1923 Lozan Antlaşması'nın 12. Maddesi ile bu durum tekrar teyit edildi. Lozan Antlaşması'ndan sonraki süreçte Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ Girit Adası üzerindeki haklarından fiilen feragat etti. Girit Adası'nın dörtte üçü aslına rücu olarak Türk toprağı oldu."
Turizm Bakanı Ersoy'a yaptığı istifa çağrısını tekrarlayan Ümit Yalım, tepkisini şöyle devam ettirdi:
"Büyük bir skandala imza atan Bakan Ersoy ve etstur şirketinden bugüne kadar hiçbir açıklama gelmedi. Bakanlık görevinden istifa etmeyen Ersoy, makamında oturmaya devam ediyor. Asırlardır Türk toprağı olan Keçi Adası ve Gavdos Adası'nı bütün dünyaya Yunan adaları olarak ilan eden Mehmet Ersoy meşruiyetini kaybetmiştir. Ersoy, Türk Milletinden özür dilemeli ve derhal istifa etmelidir.
 Ersoy'un Türk Milletinden özür dileyerek istifa etmesi kendisi ve şirketi için en hayırlı seçenek olup hukuki ve yasal sorumluluktan kurtulmasını sağlar. Aksi halde, 30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması, 1923 Lozan Antlaşması, 4 Ocak 1932 Türk İtalyan Sözleşmesi ve 1947 Paris Antlaşması'nı ihlal eden ve işgal altındaki iki Türk adasını bütün dünyaya Yunan adaları olarak ilan eden Ersoy'un bölücülük yapmaktan ve TCK 302'den yargılanması kaçınılmazdır.
etstur şirketinin de işgal altındaki iki Türk adasını bütün dünyaya Yunan adaları olarak ilan ettiği ve adalardaki Yunan otellerini pazarladığı belgelenmiştir.
etstur şirketi de, başta konu ile ilgili haberlerin çıktığı gazeteler olmak üzere ana akım medyada Türkçe ve İngilizce yayın yapan gazetelere ilan vererek Türk Milletinden özür dilemelidir. Aksi halde, etstur şirketi de hukuki ve yasal sorumluluktan kurtulamaz."
Kıta Sahanlığı
"Erdoğan da Gavdos Adası'nın kıta sahanlığını Yunanistan'a teslim etti" diyen Yalım, sözlerini şöyle tamamladı:
"Yunan Resmî Gazetesi ve Avrupa Birliği Resmî Gazetelerinde 2014 yılında yayınlanan haritalarda hâlihazırda Yunan işgali altında bulunan 18 Türk Adası Yunanistan devlet sınırları içinde gösterildi.
4-412.jpg

Ayrıca Gavdos Adası ile birlikte Gaidhouronisi ve Koufonisi Adalarına ait olan toplam 42 bin kilometre karelik Türk Kıta Sahanlığı da Yunanistan tarafından parsellenerek satışa çıkarıldı. Erdoğan ve AKP Hükümetleri, Yunanistan ve AB tarafından yayınlanan haritalara ve Yunanistan'ın 42 bin kilometrekarelik Türk Kıta Sahanlığını parselleyerek satmasına 4 yıldır itiraz etmedi. Böylece Tayyip Erdoğan ve AKP Hükümetlerinin, 18 Türk Adası ve 1 Türk Kayalığı ile 42 bin  kilometrekarelik Türk Kıta Sahanlığını Yunanistan'a alenen teslim ettiği de belgelenmiş ve tescillenmiş oldu."

Ahmet Takan / YENİÇAĞ



29 Kasım 2018 Perşembe

Kılıçdaroğlu Almanya'dan ne bekliyor? - ANALİZ / Tevfik Taş

28/30 Kasım tarihleri arasında Berlin ve Viyana'yı ziyaret edeceği açıklanan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu için Alman sosyal demokratlarının emek piyasası açısından kısa bir tanıtımında yarar var.

Kılıçdaroğlu'nun ziyaret edeceği Almanya Sosyal Demokrat Partisi'ni tanıyalım
Federal İstatistik Dairesi'nin son verileri ışığında Almanya'da yoksullaşan nüfusun gizlenemeyen artışı, emek piyasasını düzenleyen en temel uygulamanın yeniden düzenlenmesi tartışmalarına yol açtı.  ''Hartz 4'' adı verilen bu yasa, bizzat yaratıcıları tarafından değiştirilmek isteniyor. 

Alman Federal İstatistik Dairesi'nin verilerine göre, Almanya'da her beş kişiden biri yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Göçmenler arasında bu oran yüzde 36,2'ye kadar yükseliyor. (*)

2016 yılında  yüzde 19,7 olan yoksul nüfus, yani yaklaşık 16 milyon insan, 2017'de daha da arttı. Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin sınırları içinde kalan bölgedeyse yoksullaşma oranı yüzde 67'yi bulurken, batı eyaletlerinde bu oran yüzde 52,9'un altında değil. 

Çöp kutularında depozitolu şişe arayan emekliler artık Almanya'nın asla inkâr edemeyeceği bir görüntü olarak her gün gözlenebiliyor. Sözde istihdamın en yüksek olduğu koşullarda, zengin Almanya'nın yoksulları artıyor.

İşsizliği minimize edip, yoksullaşmanın önünü açan emek piyasası düzenlemelerinin temelleri, sosyal demokrat SPD ve sözde sol tandanslı Yeşiller hükümetlerinde atılmıştı. Şimdi bu iki odak bir ağızdan yeni düzenlemeden söz ediyorlar.

'HARTZ 4' DÜZENLEMELERİNE MAKYAJ DENEMESİ
2003 yılından beri Alman emek piyasasını düzenleyen ''Hartz 4'' yasaları, dönemin SPD'li başbakanı Gerhard Schröder ve ortağı Yeşiller Partisi tarafından hayata geçirilmişti. Hartz 4 düzenlemelerinden 15 yıl sonra Alman toplumunda zengin daha zengin, yoksul daha yoksul hale geldi. Bizzat bu yasaları çıkartanların bugün artık kabul etmek zorunda kaldığı bu gerçek, makyajlanmak isteniyor.

Mevcut koalisyon hükümetinin sosyal demokrat bileşeni SPD'nin Genel Başkanı Andrea Nahles geçtiğimiz günlerde yaptığı konuşmad Hartz 4 yasalarının değiştirilmesini talep eden sözler sarf etti. Hartz 4 düzenlemesi yerine, kısmi bir değişiklik ile, ''Yurttaşlık Parası'' adı verilen uygulamaya geçilmesi gerektiğini söyledi. 

Koalisyon hükümetinin bileşeni olmamanın avantajı ile SPD'nin boşalttığı yere yerleşmeye çalışan militan liberalizmin partisi Yeşiller'den de bir ad değişikliği önerisi geldi. Yeşiller Eş Genel Başkanı Robert Habeck, ''Temel Güvence Parası'' adı altında bir isimlendirme ile Hartz 4 yasalarını cilalamaya kalktı. 

SPD ve Yeşiller bu sıralar Alman bit pazarına nur yağdırmaya devam ediyorlar. Eskilerin deyimiyle, zarf yeni ama mazruf bildik...

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun Alman mevkidaşı Andera Nahles'in uzun süre Çalışma ve Sosyal Bakanı olarak görev yaptığını bir kenara bırakalım, bu önerinin Bavyera ve Hessen eyalet seçimlerinde yüzde 10'luk oy kaybına tekabül eden günlerde ifade edilmiş olması, meselenin ne oranda sahtecilik koktuğunu anlamaya yeter. Ayrıca halen Çalışma ve Sosyal Bakanlığı SPD'li Hubertus Heil'dadır ve bugüne dek emekçilerden yana parmaklarını oynattıklarına şahit olunmamıştır.

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun ziyaret ettiği ideolojik akraba SPD, Alman yakın tarihinin en emekçi düşmanı partisi olarak nam yapmış bir partidir. Taşeron işçiliği olağanlaştırıp, düşük ücret ve zorunlu iş dayatmalarının partisidir SPD. Bir yıl işsiz kalan bir emekçiyi, Hartz 4 adı verilen yoksulluk sarmalına sokan da SPD'dir. Almanya'da artık her emekçi, ''Hartz 4 travması'' ile yaşamak zorundadır. 

ÇALIŞARAK YOKSULLAŞMA SİSTEMİ
Çalışarak yoksullaşma sistemi olarak okunabilecek olan Alman emek piyasası, sosyal demokratların sermayeye yaptıkları eşsiz katkının bir ürünüdür. Zaten sermayeye rağmen bu düzenlemeyi yapmış olsalardı, bugün sağ partiler bu yasayı gözleri gibi korumaya kalkmazlardı. 

Merkel'in yardımcısı, SPD'nin ilk kadın şefi ve eski Çalışma ve Sosyal Bakanı Anderas Nahles'in Hartz 4'ü küçük rötuşlarla makyajlayıp yeniden satma hamlesine, Hristiyan Birlik partilerinden ve liberal FDP'den şiddetli direnç geldi.
CDU'lu Federal Ekonomi Bakanı Peter Altmaier, Hartz 4'ün kaldırılması işsizliğin artmasına yol açar gerekçesiyle yasanın değiştirilmesine kesin kes karşı olduğunu açıklamakta gecikmedi. ''Küçük Merkel'' olarak hitap edilen, CDU'nun muhtemel yeni başkanı Annegret Kramp-Karrenbauer da değişiklik önerisine karşı olduğunu açıkladı.

Sözde sol partilerin yaptığını sağ partiler kıskançlıkla sahiplenip, değiştirilmesini istemiyor. İşte düzen merkezinin solu sağı arasındaki farksızlık böyle durumlarda ortaya çıkıyor.

'HARTZ 4' ADI NEREDEN GELİYOR?
Hartz 4 düzenlemelerinin adı Peter Hartz'dan geliyor. Kendisi SPD ve ülkenin en büyük sendikası IG Metall üyesidir. Volkswagen işletmelerinin personel şefi olarak büyük rüşvet ve vurgunlara imza attığı biliniyor.

Kendisine 2002'de ülkenin en prestijli nişanı olan ''Federal Almanya Cumhuriyeti Liyakat Nişanı'' takdim edilmiştir. Reel sosyalizmin çözülmesi sonrasında kapitalist Almanya'da yaşanan büyük emek düşmanı dönüşümün kod adı olan ''Ajanda 2010'''un SPD'li kurmay ekibindendir Peter Hartz. Gerhard Schröder'li yıllarda büyük süksesi olan ve yerleşik düzenin ayrımsız bütün kurum ve kuruluşlarından büyük övgü alan bu yıkım projesi, Peter Hartz'ın büyük gayretleri ile ete kemiğe bürünmüştü. 

O kadar büyük övgü ve ilgiye mazhar olmuştur ki Peter Hartz, Kültür Bakanlığı'na bağlı çalışan bir dil kuruluşu Peter Hartz'ın soyadı ile özdeşleşen düzenlemeyi (''Hartz 4'') 2004 yılında ''Yılın Sözcüğü'' seçmiştir...

Yalanın bacağı kısadır diye bir deyim var Almancada. Peter Hartz'ın bacağı da uzun değilmiş: Peter Hartz ve şürekası 8 Temmuz 2005'de VW ve ona bağlı Skoda'nın hesabından Klaus Volkert ve Helmut Schuster gibi biri sendika ağası, diğeri personel şefi kişilere rüşvet, lüks yurt dışı tatili ve fuhuş partileri için ''ödenek'' ayırdığı ortaya çıkınca, kendisine verilen nişanı onlar geri istemeden iade etti!

25 Ocak 2007 yılında 576 bin avro para cezası ve şartlı tahliye ile cezalandırıldı. Bu davaya ilişkin Die Zeit gazetesinin, ''olağan dışı hafif ceza'' nitelemesinde bulunduğunu kaydetmekte yarar var.

Evet, Alman emek piyasasını düzenleyen kişi tam bir kriminaldir. Sermaye severdir. Sendika ağası dostudur. Ve sosyal demokrattır.

Kılıçdaroğlu'nun kulağı çınlasın: İdeolojidaşını söyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana!

Tevfik Taş / SOL


Sıradan insanın zamanları - VOLKAN ALGAN

“Bana günlük kalan para 5,60 avro. Televizyonum bozulursa bitti, çamaşır makinem bozulursa bu iş bitti! Hayat bu kadar... Dışarıya çıkıp bir pastaneye uğramak mı? Bunlara ne gerek var ki, biz zaten yaşamıyoruz, bizlerin varlığı örtbas ediliyor. Evimin önünde pazar kuruluyor ama ondan bile alış veriş yapamam, uzaktaki ucuz bir markete gidiyorum.”  

En son ne zaman gıda dışında kıyafet gibi örneğin bir şey aldınız diye sorulunca “Yok öyle bir şey, 25-30 yıl oluyor” diyor. 22-23 yıl çalışmış ve şimdi avucuna sığacak kadar bozuk parayla bir gününü geçirmek zorunda. Yoksulluk sınırında bir para alıyor emekli maaşı olarak. Neyi özlediği sorulunca “İki top kremalı dondurma” diyor, “Ama yapamam, yaratıcı olmalısınız, böylece hayatınızı daha güzel, daha dayanılır kılabilirsiniz. Hele mizah anlayışınız da var, ki bende var olduğunu düşünüyorum.”

Yoksulluğun insanı toplumdan dışlayıp dışlamadığını soruyorlar “Toplumda takdir, beğeni önemli, acınma ise çok kolay elde edilir ama bunu istemem” diyor. Yoksullar için kıyafet, yemek dağıtılan yerlere gitmediğini söylüyor. Muhabir oralara gitse ve kendisini bir tanıdığı görse ne hisseder diye sorunca yaşlanmış mavi gözlerini dehşetle açarak “ya, ya, ya” diyor “Çok utanırdım.” 
Ya, ya, ya... Yani evet, evet, evet.. 

Almanya’dan bahsediyoruz. Avrupa’nın süper gücü, hani şu işsizliğin rekor düzeyde düştüğü, sürekli bütçe fazlası veren Almanya.

Yaşlı Alman yoksulluğundan ne gurur, ne utanç duyarak konuşuyor. Ayakta kalmaya çalışan sıradan bir emekçi, sadece... Bu yaşadıklarını hak etmediğini düşünüyor işte.

Almanya’da yoksulluk oranı yüzde 20’yi buluyor, 15-16 milyon insandan bahsediyoruz. AB için bu oran yüzde 22 civarında. 2014’de 335 bin olan evsiz sayısı, 2016’da 860 bin kaydedildi. 2018’de 1,2 milyona yükselmesi bekleniyor. 2 yılda 300 bin kişiye yeni istihdam sağladığı için övünen Alman kapitalizmi, 4 senede bunun 3 katı insanı sokaklara mahkum etti ama kimin umurunda. 

Almanya’ya dışarıdan gelmiş insanlardan, göçmenlerden bahsetmiyoruz sadece. Orada doğup büyümüş Almanlar bunlar, Alman emekçileri. 

Zaten bir bit yeniği olduğu ortada değil mi? Hem kapitalizmin parlayan yıldızı olacak, örnek ülke gösterileceksin, hem de ülkedeki siyasi dengeler merkezden uçlara doğru kayacak. Alman sermayesi giderek zenginleşirken, Alman emekçileri için aynı şeyi söylemek mümkün değil.

Bir ezberi daha bozmanın zamanı çoktan geldi geçiyor. Kapitalizm uzun süredir emperyal merkezlerde bile küçük bir azınlık dışında kimseyi mutlu etmiyor. En iyisinin hali işte. Diğer taraftan Fransa’da Paris’i sallayan sarı yelekliler var, hepsi orta-üst yaşında Fransız emekçiler. 

Bundan bir süre öncesine kadar Avrupa’da en güçlü ve sert protestolar genelde göçmen mahallelerinde görülür, “normal” “muteber” AB vatandaşlarının hayatında böyle şeyler olmazdı. Şimdi öyle değil. 

Yunanistan, İspanya, İtalya... Başkaları da sayılabilir, beş yıllık zaman dilimi içinde koca kıta bir sağa bir sola savrulan siyasi gelgitler yaşadı, yaşıyor. Ama dengeye oturamıyor işte. 

Avrupa’da faşizm mi yükseliyor, sağ güç mü kazanıyor? Şimdi egemen sınıfın bir bloğu çözüm diye bunu tartışıyor, boş laf. Hem neden kazanmasın ki, eşyanın tabiatı, işler yolunda gitmiyorsa arayış başlar... Ama kimse bu şansın emekçiler tarafından zaman zaman sola da verilmediğini iddia edemez. Solun verdiği sınavsa pek parlak olmadı, çünkü bozuk düzeni tamir etmeye yeltendi fırsat eline geçince. Bu “tamirci” solun bitmesi gerekiyor ama kolay kolay da bitmez biliyoruz, kapitalizmin işine yarıyor çünkü. Evet bugünlerde itibar kaybetti ama buna işçi sınıfının örgütlü güçlerinin yükselişi eşlik etmeyince tarih sıkıcı tekerrürlerden ibaret oluyor.

Karamsar olmanın lüzumu yok. Bilakis. Sıradan insanların savrulduğu zamanlardan geçiyoruz. Arayış var ki bu böyle... Tarihe miyop bakmaya gerek de yok, üstelik böyle dönemlerde kortejin içinde olmakla, kenardan tükürmek arasında o kadar fark olmayabilir:
"Liebknecht’in cenazesine pek katılan olmamıştı; çok sayıda polis toplanmıştı, askeri birliklerin yürüyüşü, sopalar, tutuklamalar, mezara giden yolda bol bol tükürmeler, ıslıklar... O gün törene katılamamanın utancıyla tükürenler de çok olmuştu, çünkü törene katılmaktan korkmak ile, törene katılanlara tükürmek arasında insanın sandığı kadar da büyük bir fark yoktu." (Ölüler Genç Kalır)

VOLKAN ALGAN /  SOL

Soros'un Türkiye'ye vedası - ÖZGÜR ŞEN

Açık Toplum Vakfı gördüğü lüzum üzerine Türkiye'deki çalışmalarına son verdiğini açıkladı. 70'ten fazla ülkede faaliyet gösteren Vakıf ilk olarak 1984 yılında Macaristan'da kuruldu. Vakfın kurucusu olan milyarder George Soros, 1947 yılında sosyalizmin iktidara gelmesinin ardından ayrıldığı Macaristan'la aslında ilişkisini hiç kesmemişti. Vakfı kurduktan sonra ise sosyalizme karşı mücadelesini açıktan sürdürdü. Doğu ve Orta Avrupa'da sosyalizmin çözülüşündeki rolünü hiç saklamadı, tersine bundan hep gururla söz etti.
Soros, sosyalizmin çözülüşünden sonra sola ve işçi sınıfına karşı yürüttüğü kavgaya aralıksız devam etti. Avrupa'da kazandığı tecrübeyi hızla başka ülkelere yaydı.

Sorosçuluk her koşulda kapitalizmin yanında tavır almak demekti, işçi sınıfının çıkarlarına karşı patronların çıkarlarını savunmak anlamına geliyordu. Bu bağlamda hep Batılı merkezlerin yanında konumlanan Soros ve vakfı, emperyalist sistemin krizi nedeniyle oluşan gerilimlerde işçi sınıfı düşüncesini temsil etmeseler de Rusya ve Çin'e karşı mücadele etmekten de çekinmedi.

Soros liberal düşünceye bağlıydı. Özgürlük veya açık toplum, paranın hakim olduğu bu düzenin kalbi olan piyasanın sorunsuz işlemesi için gerekli özellikler olarak tanımlanıyordu. Sermayenin önündeki tüm engeller kaldırılmalıydı. En büyük engelin dünyanın her yerinde sol ve işçi sınıfı olduğuna hiç şüphe yoktu.
Soros, Türkiye'deki çalışmalarına 2001 yılında açtığı temsilcilikle başladı. 2008 yılında temsilcilik vakfa dönüştü. Belli ki faaliyetin kalıcı olacağı düşünülüyordu. Zaten daha vakıflaşmadan 2003 yılında liberal düşüncenin yaygınlaşması için faaliyet yürüten TESEV ile kurulan ilişki bunun habercisiydi. Bu tarihten sonra TESEV ile Açık Toplum Vakfı pek çok konuda birlikte çalıştı.

Bu teması sağlayan kişinin her iki kurumda da yöneticilik yapan ve halen Sabancı Holding'te yönetimi kurulu üyeliği yapan Can Paker olduğu çok söylendi. Ancak Paker'in iki yerde de ortak isim olması bir rastlantı değildi. Benzer düşünceleri savunan kurumlarda aynı çevreden isimler görev alıyordu. Aynı amaç için çalışanların bir noktada işbirliği yapması kaçınılmazdı.

1961 yılında Nejat Eczacıbaşı tarafından oluşturulan heyet, 1994 yılında Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı adını almıştı. Kurucuları arasında Koç, Eczacıbaşı, Alaton gibi geleneksel çevrelerden isimler olduğu gibi, Ethem Sancak gibi AKP'yle organik bağı olanlar da mevcuttu. Türkiye sermayesinin hiçbir unsuru bu dikkatli formülasyonda dışarıda bırakılmamıştı.

Bu iki vakfın beraber çalışmaya başladığı zaman AKP iktidarında 1923 Cumhuriyeti'nin tasfiye edileceği süreç başlamak üzereydi. AKP ile kurulan sıcak ilişki zaten hiç saklanmadı. Tayyip Erdoğan'ın kızı Esra Erdoğan'ın bir süre TESEV'de çalışması sadece bir örnekti. Dönemin başbakanı Erdoğan, vakıfların çalışmalarını takip ettiğini ve partisinin bu çalışmalardan faydalandığını her fırsatta belirtti. Bu kurumların hazırladığı çalışmalar AKP'ye yol gösterdi. AKP bu çalışmalardan somut olarak yararlandı.

En az bunun kadar önemlisi, vakıflarda doğrudan faaliyet gösteren ya da bu vakıflardan maddi ya da başka yollarla yardım alan insanların Türkiye'de yaşanan dönüşüm sırasında AKP'ye toplum nezdinde verdikleri destekti. AKP bu destek olmaksızın 1923 Cumhuriyeti'ni yıkmayı başaramazdı.

Açık Toplum Vakfı ve TESEV gibi kurumlar, patronlar ile siyasi iktidar arasındaki ilişkinin yürütücüleriydi. Cumhuriyet sermaye için bir ayak bağına dönüşmüştü ve tasfiye edilmeliydi. İşçi sınıfı ve solun Türkiye'de bir güç kazanması mutlak surette engellenmeliydi çünkü patronların amaçları önündeki asıl engel bunlardı.
Sorosçuluk diye bir şey illa tanımlanacaksa, Türkiye'de bu amaçlar doğrultusunda yapılan vakıf çalışmaları genel olarak böyle isimlendirilebilirdi. Ama o zaman Sorosçuluk yalnızca Açık Toplum Vakfı'nın bizzat kendisinin yaptığı çalışmalarla sınırlanamazdı. Bu işe bulaşmayan çok az isim vardı. Üstelik Vakıf çevresi de pek sınırlı sayılmazdı. Bugün konu hakkında sesi soluğu çıkmayan islamcı yazar Mustafa Akyol'dan, HDP sözcüsü Ayhan Bilgen'e kadar çok sayıda isim vakfın danışma kurullarında görev üstlenmişti. Vakfın kurucularından ve önde gelen isimlerinden Can Paker, Deniz Baykal'ın danışmanlığını yapmış bir isimdi. Bugünkü CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun ismi TESEV'in kuruluş çalışmalarında geçmişti. AKP'nin ise bu kurumlarla zaten organik bağı vardı.
Paranın ve piyasanın hakimiyetinin sürmesi için çalışan bu tür vakıflar, bu toplumsal düzenin idaresinde görevli her türlü kişiyle, siyasi, kültürel ve ideolojik bağ kurabiliyordu. İlişkinin zemini ise hiç değişmiyordu: Serbest piyasanın kutsallığı, sermayenin çıkarları ve elbette sol düşmanlığı...

Şimdi Açık Toplum Vakfı kendince sebeplerle kurumsal olarak Türkiye'den çekiliyor olabilir. Ama bu veda Sorosçuluğun Türkiye'yi terk ettiği anlamına gelmiyor. Türkiye'de iktidarın bir parçası olmuş ve halen olmaya devam eden bir düşünce ülkeden nasıl çekilebilir...

Ülkenin geçmiş belki 20 yılına damgasını vurmuş bu düşünce sistematiğinin Türkiye'deki varlığı bir kurumun somut faaliyetlerine veya bazı kişilerin şu anki konumlarına indirgenemez. Türkiye'deki siyasi durum ve AKP'nin tercihleri, bazı isimlerle iktidarın arasını açmış olabilir. Bu durum bir süre devam da edebilir. Ancak hiçbir şey gerektiğinde tüm bu isimlerin toplumsal düzenin devamı için bir araya gelmelerini engelleyemez.

Sorosçu bir vakıf Türkiye'den ayrıldı evet, ama bir fikir olarak Sorosçuluk bu ülkede varlığını sürdürüyor. Asıl önemsenmesi gereken de bu.

Özgür Şen / SOL