30 Haziran 2020 Salı

Savunmada kalmak - Oğuz Oyan / SOL

Buradaki sorun, ilk kez 2014'te doğrudan halk tarafından seçilen mevcut Cumhurbaşkanının 2018'de ikinci defa seçildikten sonra sanki üçüncü kez aday olmasında bir Anayasal aykırılık yokmuş gibi davranılıyor olmasıdır. Hiçbir muhalefet partisinin bu konuyu kurcalamaması veya iktidarın bunu olağanlaştırma çabalarına karşı sesini yükseltmemesi manidardır. 

Siyasal İslamcı iktidarın neleri başarıp başaramadığı kuşkusuz özel bir inceleme konusudur. Neo-faşist baskı yöntemlerini kullanarak dinci rejim inşasında ne ölçüde hedeflerine yaklaşabildiği konusu da öyle.

Ancak, çeşitli açık-örtük koalisyonlara dayanarak da olsa, sarsıntılı ama 18 yıldır kesintisiz olarak iktidarı elinde tuttuğuna bakıldığında bile kendi hesabına bir "başarı öyküsü" yazdığına kuşku yoktur. Ve bunun sadece seçimleri ve Meclis çoğunluğunu şu ya da bu biçimde kazanıp iktidarını sürdürmekle sınırlı kalmadığını, iktidarının etki alanını sürekli derinleştirip genişletmeyi başardığını da eklemek gerekir. Dört bakımdan:

Bir, Cumhuriyet ilke ve kurumlarını, Anayasanın temel hükümlerini fiilen tasfiye etmiş veya bu süreçte çok ilerlemiştir. 

İki, kuvvetler birliğini fiilen ve hukuken sağlayarak, iradesine karşı gelebilecek hiçbir demokratik işleyişi ortada bırakmamıştır. 

Üç, dinci rejim inşasında pervasızca yol alabilmiş ve buna karşı durabilecek tüm siyasal/kurumsal unsurları sindirebilmiştir. 

Dört, muhalefeti savunma çizgisine mahkum edebilmiştir. Laikliği ağzına alamaz duruma getirdiği gibi, muhalif eleştirileri bile dinsel zemine çekmeye mecbur bırakmıştır (kuşkusuz bu "mecburiyet", gerçek bir muhalafet olamamanın sonucudur).

Aslında anamuhalefetin son 18 yılda giderek daha fazla savunma çizgisine çekilmesi de iktidarın diğer hedeflerine ulaşmasını kolaylaştırıcı olmuştur. Başka deyişle, iktidarın hedeflerine yürümesi muhalefetin edilgenleştirilme sürecine koşut olarak gelişmiştir.

İktidarın siyaset yapma biçimine uyacak biçimde ehlileştirilmiş olan bir muhalefete tek oyun alanı kalmaktadır: İki seçim arasında kalan çok uzun dönemlerde bile, farklı siyaset biçimlerine alan açmadan uysal bir biçimde yeni seçimlere hazırlanmak, kendi kitlesini yalnızca buna güdülemek... Hesap, iktidarın yıpranması üzerine kurulmuştur. Yönetememe sorunlarının büyümesinin; ekonomiye ve istihdama ilişkin sorunların çözümsüz kalmasının; yolsuzlukların ve yağmacı kamu yönetimi anlayışının toplumun bilincine yansımasının; nihayet iktidar bıkkınlığından kaynaklanacak aşınmaların, bu yıpranmayı  derinleştireceği umulmaktadır. Fazla bir şey yapmadan koşullar lehe gelişeceği kabulü yapıldığı sürece, bu edilgenliğin dışına çıkacak her politika inisiyatifi, iktidarın provokasyonlarına ve tuzaklarına açık olan mayınlı bir sahaya girmek anlamındadır. Özellikle de merkez yönetimi dışında il ve ilçe örgütlerinin de inisiyatif kullanabildiği politika seçenekleri, bu durumda, en tehlikeli olanlar arasında sayılacak ve teşkilatlar bütünüyle sesizliğe gömüleceklerdir.

Cumhurbaşkanı seçimi

Şimdi bir örnek üzerinden ilerleyelim. Eğer seçimler erkene alınmayacaksa en yakın seçim tarihi 2023 olarak kabul edilmektedir. İktidarın yansıttığı algı da budur. Bilindiği gibi genel seçimler (milletvekili seçimleri) ile cumhurbaşkanı seçimleri 2017 Anayasasına göre artık birlikte yapılmaktadır. İlk provası da 2018'de yapılmıştır.

Buradaki sorun, ilk kez 2014'te doğrudan halk tarafından seçilen mevcut Cumhurbaşkanının 2018'de ikinci defa seçildikten sonra sanki üçüncü kez aday olmasında bir Anayasal aykırılık yokmuş gibi davranılıyor olmasıdır. Hiçbir muhalefet partisinin bu konuyu kurcalamaması veya iktidarın bunu olağanlaştırma çabalarına karşı sesini yükseltmemesi manidardır. 

Aslında Anayasanın 2017'de değiştirilmiş 116/3 maddesi hükmüne göre, bir cumhurbaşkanının üçüncü kez aday olabilmesi çok açık bir koşula bağlanmıştır: "Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde, Cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir". 

İktidar çevreleri şu görüşü savunmaktadır: 2017 Anayasasından sonra yapılan ilk Cumhurbaşkanı seçimi, RTE açısından da ilk dönemi oluşturmaktadır. Dolayısıyla 2023 seçimleri onun ikinci adaylık sürecini oluşturacaktır.

Buna çok temel bir itiraz noktası bulunmaktadır: Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi 2017 Anayasasının değil, 2007'de gene referandumla Anayasaya taşınmış olan değişikliğin sonucudur. Esasen öyle olmasaydı 2014 cumhurbaşkanı seçimleri tek dereceli olarak yapılamazdı. Esasen Cumhurbaşkanı adaylığını düzenleyen 101'inci madde üzerinde yapılan 2007 değişikliği 2017'de korunmuştur. 2007 değişikliği şöyledir: 

"Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 101. maddesinin "Cumhurbaşkanı, kırk yaşını doldurmuş ve yükseköğrenim yapmış Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri veya bu niteliklere ve milletvekili seçilme yeterliğine sahip Türk vatandaşları arasından, halk tarafından seçilir. Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıldır. Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir". 2017 Anayasası bu maddeye, yalnızca altını çizdiğimiz bölümün başına "doğrudan" sıfatını eklemiştir ki, böylece maddeyi değiştirmeyip pekiştirmekle yetinmiştir. Bize göre bu maddenin açıkça gösterdiği gibi, mevcut cumhurbaşkanı ikinci dönemini sürmektedir ve ancak TBMM tarafından 2023'ten önce "seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde" bir defa daha aday olabilir. 

AKP açısından bu büyük bir sorundur, çünkü 2017 Anayasasının 116/1 hükmüne göre, "TBMM, üye tam sayısının beşte üç çoğunluğuyla seçimlerin yenilenmesine karar verebilir". Oysa 2017 öncesinde genel seçimlerin yenilenmesi salt çoğunlukla mümkündü. Artık genel seçimler cumhurbaşkanı seçimiyle birlikte yapıldığından, TBMM'nin kararı nitelikli çoğunluğa dönüştürülerek cumhurbaşkanının görev süresi Meclis'in tek yanlı  tasarrufundan korunmak istenmiştir. Ancak şimdi bu AKP açısından bir ayak bağına dönüşmüştür; çünkü MHP ile birlikte Meclis'te 360 üyelik bir çoğunluğa sahip değildir. O nedenle ne yapıp edip RTE'nin henüz birinci dönemini sürdüğü yorumunu kabul ettirmek isteyecektir.

Peki, muhalefet partileri neden bu konuyu kamuoyunun gündemine taşımazlar? Konuyu anamuhalefet partisi açısından düşünürsek, RTE'nin Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde adaylığını hukuksal/siyasal tartışma konusu yapmamasının nedenlerini kısaca şöyle toparlamaya çalıştık: 

- Böyle bir itiraz süreci boyunca "RTE'nin adaylığından korkulduğu" yani kavgadan kaçınıldığı yönünde bir izlenim vermekten kaygı duyulması;

- İtirazın hukuki bir sonuç vermemesi halinde siyaseten başlangıç konumunun gerisine düşülmesinden çekinilmesi; 

- Ancak RTE'yi yenerek bugünkü iktidarın yenilmiş olacağına inanılması;

- Tartışmayı bağımsız ve alanında otorite sayılan bir hukukçunun başlatmasının beklenmesi;

- RTE'nin adaylık sürecinin başlamasının beklenmesi;

- AKP'nin yorumunun daha doğru olduğu fikrinin benimsenmiş olması...

Sonuçta bu nedenlerin hangisi veya hangileri geçerli olursa olsun (bizce ilk üç neden ağırlıktadır), muhalefetin siyaset yapma biçiminin sorgulanması kaçınılmazdır. Eğer bu konu örneğin adaylık süreci başlatıldıktan sonra gündeme getirilecekse, kamuoyunun ve anayasal yargının hazırlanması bakımından yeterli süreye sahip olunamayacak ve süreç yönetilememiş olacaktır.

Sonuçta bu konu salt hukuki bir sorun değildir; konu her yönüyle siyasidir ve  ne yapılacağına dair verilecek karar da siyasi olacaktır. Her durumda, sorun edilgen muhalefet sınırlarının aşılıp aşılamayacağı konusuna da gelip dayanmaktadır.

Oğuz Oyan / SOL

Şeyh Sait'i bu yıl kimler andı: Cumhuriyet düşmanı bir gerici - SOL


HDP dün sosyal medyada, idamının 95. yılında gerici ayaklanmanın önderini andı. Yeni Akit gazetesi, Fatih Tezcan gibi isimler de 'şeyhi' andılar. Oysa tarih Şeyh Sait'i gericiliğin unutulmaması gereken bir ismi olarak kaydetti.

Dinci bir ayaklanma başlattığı için 1925 yılında idam edilen Şeyh Said, ölüm yıldönümünde bir tarafında HDP'nin, diğer tarafında Yeni Akit gazetesinin durduğu kesimler tarafından anıldı. 

HDP'den yapılan açıklamada, "Şeyh Said ve 47 mücadele arkadaşının İstiklal Mahkemesi tarafından 29 Haziran 1925’te Diyarbakır Dağkapı Meydanı’nda idam edilmelerinin üzerinden 95 yıl geçti. Katledilişlerinin yıldönümünde Şeyh Said ve 47 yoldaşını saygıyla anıyoruz" denildi.

Provokatif çıkışlarıyla bilinen AKP'li şeriatçı Fatih Tezcan da Sait'i ananlar arasındaydı. Tezcan şunları yazdı:  

Tezcan paylaşımında "Türk Ordusu’na sızan Kemalist Terör Örgütü’nün şehid ettiği Şeyh Said’i rahmetle anıyorum. * Müslümanlar’ın aynen bu dili kullanmalarını tavsiye ediyorum. Andığımız şehid kadar cesur ve mücahid olmadıktan sonra yalandan rahmet okumanın anlamı yok! Yoksa anmayın es geçin daha iyi!" dedi.

Yeni Akit'te çıkan haberde ise Şeyh Sait 'İslam Alimi' denilerek anıldı:











                                                   ***

Said skandalı(Aydemir Güler/SOL(03/07/2018)

Bugün de seçimden devam edecektim; yazmıştım hatta. Ama bir skandal yaşandı ve seçim bağlantılı yazıyı öteledim...

HDP 29 Haziran’da Şeyh Said ve arkadaşları hakkında Kürtçe bir mesaj yayınlayarak Said ve 47 arkadaşının infazını “tekrar tekrar” mahkûm etti. Üç gün sonra aynı parti Sivas katliamında “yitirdiğimiz canlarımızı saygıyla anacak”, hesap sormanın yolu olarak “ortak bir demokrasi ve özgürlük mücadelesini büyütmek” gereğine işaret edecekti.

Bu, “bir” değil “çok” skandaldır.

Kürt milliyetçiliği Şeyh Said isyanını kendi tarihinin bir parçası olarak görüyor. Gerçekten öyle midir, yoksa Kürt milliyetçiliği ve Said olayı arasında izi sürülen bağlantı ağırlıklı olarak yapıntı, uydurma mıdır?

Bu soruya Kürt milliyetçileri ortak bir yanıt vermediler. Temsil gücü hayli yüksek bir örneği hatırlatmam gerekirse, Abdullah Öcalan çeşitli yorumlarında Kürt isyanlarının gerici niteliğine işaret etmiştir.

Haklıdır ve yalnızca Said değil, Dersim’e kadar bütün isyanlar modern bir olgu olan ulusun ve modern bir siyasi-ideolojik-kültürel akım olan milliyetçiliğin öncesine aittirler. İsyanlarda milliyetçilik değil İslamcılık veya (Aleviler söz konusu olduğunda) bölgecilik ön plandadır. Bu özellikler, hareketin sınıf kimliğini ele verir. “İsyanlar” dönemi feodal karakterdedir.

Milliyetçilik bilimsel ve sınıfsal bakışa rahmet okutalı beri, bu analize ne tepki verildiğini biliyoruz. “Ama, denir, binlerce yoksul köylü öldürüldü! Sen kalkmış feodal karakter diyorsun!” Genellikle burada da durulmaz ve tepki “Kürt düşmanı” suçlamalarıyla demagojiye devam eder. Ne olacaktı peki? Feodaller, kendi ordularını kendileri mi kuracaktı? Tarihin hangi uğrağında egemenler kitleleri cepheye sürmemiş? Milliyetçilik aptallaştırır ve abuk sabuk tezler üretir. Bu da onlardan biri. Geçiniz.

Said isyanı 1919-23 atılımına karşı gerici ve feodal bir dirençtir. Çıkarları Türkiye toplumunu modernize eden Kemalist devrime karşıttır. Kapitalist cumhuriyet bir tarihsel ilerlemeydi ve merkezileşme olmadan yaşanamazdı. Kemalist hareket iktidara yürürken feodalite altında ezilen yoksul köylüleri değil Kürt egemenlerini muhatap almıştı. Feodalitenin dinci gericiliğin baskılanmasına, laisizm eğilimine ve modernleşmeye tepki vermemesi imkansızdı. Kemalist ve kapitalist cumhuriyet ile yerel feodalite arasındaki pazarlıkların tıkandığı her noktada, ikincisi, kendi iktidar alanını korumak ve genişletmek için ayaklanmıştır.

Feodal direncin emperyalizm arasındaki somut işbirliği bir yana, çıkarlarının ortak olduğu su götürmez. Britanya emperyalizminin planlarını alt üst eden Ankara’nın zayıf düşmesinde kimlerin yarar gördüğü aşikardır. İsyanların hem emperyalistler hem de burjuva liberal muhalefette yankı bulma olasılığı, Kemalist iktidarın “askeri çözümü” tercih etmesinde bir diğer önemli faktördür.

Kürt milliyetçiliği 1950’lerden başlayarak kapitalizmin çerçevesi içinde modern bir olgu haline geldiğinde, bütün milliyetçiliklerin izlediği yola sık sık başvuracaktı. Milliyetçilik, kendini ulus olarak sunmayan, mezhepler ve feodal egemenlik alanları arasındaki çelişkiler nedeniyle yaygınlık ve bütünlük kazanamayan, kısaca dinci ve bölgeci sınırlara mahkûm olan hareketlerde kendi köklerini aramıştır. Her milliyetçilik kendi milletini öncesiz ve sonrasız, tarih üstü bir varlık olarak resmeder.

Bugün olan da bundan ibarettir.

Atlamayayım, Öcalan’ın “bilimselliği”, Kürt milliyetçiliği ile Türkiye kapitalizmi arasında kurulacak olası müzakere masasının Kemalist referanslarının baskın olduğu döneme aittir. Bu beklenti ortadan kalktıktan ve somut olarak AKP-HDP masası kurulduktan sonra, ülke tarihindeki tüm ilerlemeler topa tutulacaktı. Zaten huruç harekâtına hız veren de, şeriatçı bir karşı-devrim örgütü olarak AKP’nin ta kendisiydi. Saidcilik burada ortak paydadır.

Geçerken, HDP’de sosyalistlik icra edeceğini sananlara, hâlâ halkların kardeşliğinden dem vuranlara bir not düşmem gerekmiyor. Düşecekleri kadar düşmüş durumdalar. Sadece Said karışığı kafalarını ve kalemlerini Marksizme bulaştırmasınlar, yeter.

Saidciler, Sivas’ta oteldeki ilericiler değil sokaktaki karşıdevrimcilerdi.

1993 Sivas katliamı, 1925 Şeyh Said’inden bir başka açıdan daha ayrılır. Sivas katliamı Türkiye kapitalizminin karşıtı değil sürdürücüsüydü. Modern kapitalizm, modernlik öncesi bir dincilikle yönetilmeyi 12 Eylül 1980’de seçti. 1990’ların devlet terörü toplumun kalıba sokulması için alan temizliğidir. Kontrgerilla, Demirel-Çiller-Ağar-Akşener bloku, Hizbullah, Refah Partisi yükselişi bir yandadır. Öte yanda ise üç dinamik biçildi.

Birinci olarak, Kürt siyasi hareketi, içinden çıkmak istediği silahlı mücadele kanalına hapsedilmek istenmiştir. Bunun içinde devletin ağır kitle kıyımları, Hizbullah'ın (veya Hizbulkontra'nın) cinayetleri, köy yakma ve boşaltmalar vb. yer alır.

İkincisi laikliği savunmanın ölümle cezalandırılmasını sıradanlaştıran ve modern toplum kesimlerine korku salmayı amaçlayan aydın cinayetleridir. Sivas katliamı buraya yerleşir.

Üçüncüsü de 80’lerin sonunda kafayı kaldıran sendikal hareketin, hem baskılanması hem de sosyal demokratlar eliyle denetlenmesidir. Dönemin SHP’sini “aslında demokrat” bir beceriksizlik abidesi saymak hakikaten alıklıktır. Kimileri safça demokrat, çoğu da bayağı beceriksiz olsa bile, sosyal demokrasi 90’larda bir işlev yerine getirmiştir.

Özetle Said taziyesinin içinde gerçekten çok skandal var.

İlki başta değindiğim durum. Said yaşasaydı kıyama liderlik edebilirdi. Avukatlarını da biliyoruz…

Skandal iki: Türkiye’de küçümsenmeyecek ölçüde bir modern-laik seçmen kitlesi HDP’ye oy verdi. HDP Said mesajını Kürtçe yayınlayarak bunların hassasiyetini gözetmeyi düşünmüş olabilir mi? Öyleyse işin içinde bir de aptal yerine konmak var demektir.

Skandal üç: Sivas’ta ve her yerde Sünni şeriat tarafından yok edilmeye çalışılmış Alevi hareketinin bir dizi kesimi de HDP’cidir. Şimdi şeriatçı ayaklanmacılar için gözyaşı döküyorlar mı?

Dördüncü skandal HDP ile ilişkisini sosyalizm, devrim ve kardeşlik kavramlarıyla açıklayan solcuları ilgilendirir.

Skandal beş: Bir siyasi hareket aynı anda hem Said’le başını dikleştirdiğini ve Sivas’ta mağdur olduğunu düşünemez.

Aydemir Güler / SOL

                                                                ***

Kürt Özgürlükçüleri ve Şeyh Sait 

“...Şeyh Sait, Vahdettin adına ortaya çıktı. Bu isyan aslında Kürt çıkarlarından çok, İngiliz politikası ve çıkarları doğrultusunda gelişti...”

Var olmak için canını dişine takmış bir halkın tarihe dönüp ayağını basacağı bir zemin ve övüneceği kimi figürler araması bizi şaşırtmamalı. Bu arayış sürecinde somut gerçeklere az çok bulaşmış nispeten tahammül edilebilir “anlatılar” ve “kahramanların” zaman geçtikçe anlatıcının becerilerine bağlı olarak yeni icatlar, eklemeler, çıkartmalar ve binbir çeşit renge boyamalarla masala ve masal kahramanlarına dönüştürüldüğüne çokça tanıklık etmişizdir.

“Şanlı bir geçmiş” ve bu geçmişe uygun figürler yaratma konusunda çok az ulus Türkler kadar becerikli olabilir! Bunca yıldır bellediklerimden biri buysa, diğeri bu “yaratım” sürecinde merkezi planlamaya dikkat edilmediğidir.

Biz Türklerin buna kulak asmaması nedeniyle ihtiyaç fazlası “şaşalı bir geçmiş” ve çok sayıda “kahraman” dolanıma girmiş, çocuklarımızda orta mektep sıralarında başlayan tarihten “gına” getirme hissi, üniversite çağlarında tam bir kayıtsızlığa dönüşmüştür.

***

Kürtler aynı tuhaflığa düşmek istemiyorlarsa geçmişe dair okumalarını daha özenli yapmalıdır derim. Sait’in birdenbire Kürt özgürlükçüsü olarak keşfedilip paylaşılamaz hale gelmesi de tam da sözün bu basamağında bana garip geliyor doğrusu.

Sait özgürlük savaşçısı değildir.

Bunun nedenine geçmeden işe yarayıp yaramayacağından pek de emin olmamakla birlikte kimi “hassasiyetlerden” gelebilecek eleştirileri savuşturabilmek için yazının girişine bir alıntı koydum. Bir nevi sigorta! Kısa olduğu için “cımbızlanmış” izlenimi verebilir ancak gerisi Mustafa Kemal övgüsü olduğu ve konunun dışına da taştığı için uzatmayıp, tadında olduğunu sandığım bir kertede bırakmayı tercih ettim.

Kısa olduğu için tekrarda niye sakıncası olsun: “...Şeyh Sait,Vahdettin adına ortaya çıktı..”

Bu sözler Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a aittir. (Gündem,4.9.2004)

***

Ayaklanmanın başladığı tarihin 13.2.1925 olduğunu biliyoruz. Ancak çok sık gözden kaçan bir şey var. O da şu: O tarihlerde genç cumhuriyet bugün de önemini koruyan, ister devrim ister reform deyin, köklü değişimler için alınması zor kararlar almış, adımlar atmış. 3.3.1924'te Hilafet kaldırılmış, Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edilmiş, gericilik yuvası medreseler kapatılmış, dinsel mahkemeler kaldırılmış. Yani dini kurum ve kuruluşlar ya tümüyle kaldırılıp yasaklanmış ya da köşeye sıkıştırmış.

Sait’in ayaklanması dinci gericiliğin kolunun bacağının “budanmaya” başlandığı böyle tarihsel bir dönemde patlıyor ve kesinlikle rastlantı değil. Ayaklanmanın başladığı Bingöl’ün Piran köyüne gelip verdiği ilk vaazda merkezin aldığı kararlardan haberdar olduğu anlaşılıyor:

“Medreseler kapandı. Din okulları Milli Eğitime bağlandı. Gazetelerde birtakım dinsiz yazarlar dine hakaret etmeye, Peygamberimize dil uzatmaya cüret ediyorlar. Ben bugün elimden gelse bizzat döğüşmeye başlar dinin yükselmesine gayret ederim.”

Sait, ”Vahdettin adına ortaya çıkıyor” ve genç cumhuriyete rengi sadece yeşil olan isyan bayrağını açıyor. Bayrağa ulusal rengi verecek olan Kürdistan İstiklal Komitesi üyeleri ve halk önderleri Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya ve Miralay (Albay) Cibranlı Halit daha kalkışma başlamadan tutuklanıp etisizleştirildiklerinden (Ekim 1924, bazı kaynaklar, Eylül) ayaklanma bunlarsız ve erken başlayarak tamamen Vahdettinleştiği gibi, başarı şansını da yitiriyor.

Sait’in muradı, Abdülhamid’in o yıllarda (1925) Beyrut’ta bulunan oğullarından Mehmet Selim’i Halifelik postuna oturtmaktır.

İnançlı ve inancı için ölenlerin cennetteki yerlerinin hazır olduğuna inananların Sait için endişe duymamaları gerekir. Cennetliktir. Kuşların bile çatısına konmaktan çekindiği İstiklal Mahkemesi salonunu adeta camiiye çevirip büyük bir sadelikle vaaz verir. İmamın şeriatten sapması halinde kıyamın vacip olduğunu, Kuran’ın yasakladığı cinayet, zina, içki türü edepsizliklerin artış gösterdiğini söyler ve ilave eder: “Bu durumda isyan haktır.”

Buradaki imamın Ankara olduğunu söylemeye gerek yok. “İmam,” Sait ve arkadaşlarını asar.

İslamcıların, Sait’in cenazesini aramaları ve mevlit okutup gıyabında cenaze namazı kılmaları haklarıdır. Bunda bir tuhaflık da yoktur.

Tuhaflık namazda Kürt özgürlükçülerinin saf tutması da değil. Saf tutmak “sevaptır.” Ancak büyük gericilerden öteki Said’i, “Bediüzzaman”ı da yanına katıp mezarlarının peşine düşmeleri anlaşılır gibi değil. Bunu yapmaya aday yeterince gerici “bölgede” zaten var. Böyle değil de “bölgede”ki AKP gericiliği ile yarışmak için yapıyorlarsa, bu “hassasiyet” üzerinden onlarla yarışa girmek beyhudedir.

Bütün bunlar bir yana, Kürt Sait’i fazlaca güncele taşımanın bazı ciddi sakıncaları olduğunu da söylemeden edemeyeceğim.

“Uzun boylu, esmer tenli, narin yapılı ve yakışıklıydı... Giyimine özen gösteriyordu. Temiz ve şık giyiniyordu... İslamiyet’te kına ve erkeklerin göz altına sürme çekmesi, sünnettir. O da Kürt erkekleri arasında yaygın olan modaya uyarak, ağarmış sakalını kınalıyor, kirpiklerinin altına sürme çekiyordu.” (Ahmet Kahraman, Kürt İsyanları, s.62)

İnanmışlığına ve korkusuzluğuna hemen yukarıya aldığım tarifi de eklersek benim tanıdığım Türkler Sait’in yakasını bırakmaz. Her an adamcağızı Orta Anadolu’lu halis Türkoğlu Türk ilan edip Kürtleri elleri böğürlerinde kalacak şekilde bırakabilirler. Öğle bir soy ağacı önünüze koyarlar ki üç bin yıl önce kurulan halis muhlis Çin devleti “Hunk Tu Devleti” nin kurucusu Hunk Han’nın peşine bile düşmek durumunda kalırsınız atamız diyerek!

Çünkü Türklerin “şanlı bir geçmiş” ve buna uygun figürler yaratmanın ötesinde işlerine gelenleri “Türk” yapmak gibi müthiş bir doğal yetenekleri de vardır... Hiç değilse bu gözetilerek Sait’e aşırı payeler verip övgüler düzmekten ve aslı astarı olmayan “misyonlar” yüklemekten yol yakınken vazgeçelim.

Türklerin kahramanlara olan ihtiyaçları hiç bitmez çünkü. İştahlarını kabartmayın.

Sonra, vallaha diyorum Kürt Sait’i “Türk” yaptıkları gibi onu modernitenin şık bir temsilcisine dönüştürebilirler. İlave edecekleri tek şey asılmasının talihsizlik olduğudur... Söylemedi demeyin!

Mehmet Bozkurt /SOL(11/07/2010)

IMF raporları ve iki grafikte Türkiye ekonomisi - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

IMF’nin, pandeminin yarattığı ekonomik ve sosyal hasara karşı doğrudan bütçe kaynaklı destekleri temel alarak yaptığı sıralamada, Türkiye tüm G-20 ülkeleri arasında sonuncu sırada bulunuyor.

IMF geçtiğimiz hafta güncellediği Dünya Ekonomik Görünüm Raporu’nda, 2020 küresel ekonomik daralma tahminini yüzde 4,9’a çekti. Bu Nisan 2020 metnine göre yüzde 1,9’luk daha olumsuz bir beklentiye işaret ediyor. Böylelikle pandemi öncesi tabloya kıyasla dünya ekonomisi 12 trilyon dolarlık bir yara almış oluyor. 2020 yılı da Büyük Bunalım’dan sonra ekonomik açıdan en kötü dönem olarak tarihe geçmeye aday görünüyor.

TÜKETİMDE BÜYÜK BİR DÜŞÜŞ GÖZLENİYOR

Durgunluk dönemlerinde tüketiciler mevcut tasarruflarına başvurarak, aile içi dayanışma mekanizmalarından yararlanarak veya sosyal programların desteğiyle harcamalarını sürdürürler, talebin keskin düşüşü böylece yumuşatılır. Ancak bu kez sokağa çıkma yasakları ve sosyal mesafe uygulamaları yanında, tüketicilerin geleceğe yönelik endişeleri de harcamaların bıçak gibi kesilmesine neden oldu. Benzer şekilde firmalar da hem talebin durgunlaşması ve üretimdeki kesintiler, hem de geleceğe yönelik belirsizlikler nedeniyle yatırımlarını askıya aldı. Tüm bunlar toplam talebin iyice zayıflamasını getirdi.


İŞSİZLİK HAD SAFHADA

Raporda Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 2020’nin ilk çeyreğinde gerçekleşen 130 milyon tam zamanlı iş kaybının yılın ikinci çeyreğinde 300 milyona yükseleceği öngörüsüne yer veriliyor. Emek piyasasında evden çalışma olanağı bulunmayan “düşük becerili” işçilerin krizde daha şiddetli darbe yiyeceği, toplumsal cinsiyet boyutuyla da kadınların daha keskin gelir kaybına uğrayacağı belirtiliyor. Dünyadaki 2 milyar civarı kayıt dışı çalışan işçinin yüzde 80’e yakınının durumunun belirgin biçimde kötüleşeceği vurgulanıyor.

Günde 1,90 dolardan daha düşük gelirle aşırı yoksulluğun pençesinde bulunan insanların sayısının artması tehlikesine de dikkat çekiliyor.

BELİRSİZLİKLER DE DİZ BOYU

Pandemi ortamında ekonomik projeksiyonlar yüksek belirsizlik altında haliyle el yordamıyla yapılıyor. Bilindiği gibi en büyük belirsizlik unsurunu Covid-19 salgınında ikinci dalganın gelip gelmeyeceği, gelirse ne ölçüde hasar yaratacağı oluşturuyor.
Dünya Ekonomik Görünüm Raporu’nda başlıca belirsizlik etmenleri şöyle sıralanıyor:

■ Pandeminin süresi ve sokağa çıkma yasaklarının gerekip gerekmemesi,
■ Harcamaları etkileyen gönüllü sosyal mesafe,
■ İşten çıkarılan işçilerin farklı sektörlerde istihdam olanakları,
■ İşyeri güvenliğini artırma önlemlerinin işletme maliyetlerine etkisi,
■ Arz kesintilerini azaltmak için küresel tedarik zincirlerinin yeniden şekillenmesinin üretkenliği nasıl etkileyeceği,
■ Bir yandan fonlama zorluklarının öte yandan dış talebin zayıflamasının yansımaları,
■ Reel ekonomik aktivite ile özellikle borsa endekslerindeki yükselişle kendini gösteren finansal varlık fiyatları arasındaki ayrışma.

BORSALAR KOPTU GİDİYOR YÜZDE 1 BAYRAM YAPIYOR

IMF’nin Küresel Finansal İstikrar Raporu’nda bu son noktanın, düşük faiz bol likidite ortamında reel ekonomi ile finans sektörünün kopuşu üzerinde özellikle duruluyor. IMF modellerine göre, piyasa fiyatları ile temel değerlemelerin birbirinden hiç bu ölçüde kopmadığına dikkat çekiliyor. Aşırı değerlenen borsalar sıralamasında ABD, Japonya ve Çin’in ilk üç sırayı aldığı belirtiliyor. Anlaşılan IMF’nin geçmiş reçetelerinin de etkisiyle, finansal kapitalizm öyle bir ekosistem kurmuş ki, atılan tüm adımlar (düşük faiz, bol likidite, Fed’in varlık alımları) yüzde 1’in servetini daha fazla artırmasına, gelir ve servet dağılımı uçurumlarının iyice keskinleşmesine yol açıyor.

TÜRKİYE MALİ DESTEKTE SINIFTA KALDI

Raporun mali gelişmelerle ilgili bölümünde, çeşitli hükümetlerin pandeminin yarattığı ekonomik ve sosyal hasara karşı açıkladığı mali yardım paketlerinin toplamı 11 trilyon dolar olarak hesaplanıyor. Bu önlemlerin 5,4 trilyon dolarının doğrudan merkezi bütçe açıklarını artıran ek harcamalar ve vergi indirimlerinden oluştuğu bildiriliyor. Geri kalan 5,4 trilyon dolar ise likidite kolaylıkları, krediler ve garantilerin toplamını yansıtıyor. Bu ikinci grup desteklerin de zaman içinde, örneğin Kredi Garanti Fonu kapsamındaki kredilerin ödenmemesi halinde bankaların zararlarının Hazine tarafından karşılanmasıyla bütçeye yük bindirmesi olası. Ancak şu anda bu kalemlerden bütçeye doğrudan bir maliyet yansımıyor.

IMF’nin doğrudan bütçe kaynaklı destekleri temel alarak yaptığı sıralamada, ülkelerin GSMH’lerinin oranına göre düzenlenen Grafik-1’in ilk üç basamağında ABD, Japonya ve Almanya yer alıyor. Buna karşın son sıraları kaynakları yetersiz gelişmekte olan ülkeler paylaşıyor. Türkiye; Hindistan ve Meksika’nın gerisinde tüm G-20 ülkeleri arasında sonuncu sırada bulunuyor.


Hatırlanırsa geçtiğimiz günlerde Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zümrüt Selçuk, Sosyal Koruma Kalkanı kapsamında 6,1 milyar lirası aylık 1000 TL aile desteği, 10,6 milyar lirası kısa çalışma ödeneği, 1,7 milyar lirası nakdi ücret desteği, 2,1 milyar lirası işsizlik ödeneği olmak üzere 20,5 milyar lira nakdi destek yapıldığını açıklamıştı. Bu Orta Vadeli Program’da öngörülen milli gelirin sadece yüzde 0,42’sine denk geliyor. Bu oran da ne yazık ki Türkiye’yi 20’nci sıranın üzerine taşımaya yetmiyor.

Berat Albayrak’ın çarpan etkileriyle ballandırarak anlattığı kredi, garanti, borç ve prim ötelemeleri kapsamında, çoğunlukla da sermayenin yararına uygulamalar IMF’nin derecelendirilmesinde ikincil önemde kabul edildiği için Türkiye’nin konumunu değiştirmiyor.

IMF raporunda ayrıca Türkiye’nin bütçe açıkları GSMH’nin oranı olarak 2020’de yüzde 8,4, 2021’de ise yüzde 7,5 tahmin ediliyor.

TÜRKİYE’NİN DÖVİZ KIRILGANLIĞI DA YÜKSEK

IMF’nin Küresel Finansal İstikrar Raporu’nda ülkelerin rezerv yeterliliğiyle, dış finansman gereksiniminin karşılaştırıldığı Grafik-2’de Türkiye’nin en riskli ülkelerden biri konumunda bulunması dikkat çekiyor. Türkiye, rezervleri yetersiz ülkeler arasında Mısır, Şili ve Güney Afrika ile bir grup oluşturuyor.

Buna karşın cari denge ve bir yıl içinde vadesi gelecek borçların toplamından oluşan dış finansman gereksinimlerinin milli gelire oranında yine Türkiye, Polonya ve Malezya ile en kırılgan ülkeler arasında bulunuyor. Bu tabloyu son verilerle analiz edersek, Merkez Bankası’nın brüt rezervlerinin 19 Haziran haftasında 55,5 milyar dolardan 53,2 milyar dolara gerilediği görülüyor.

Türkiye’nin 1 yıl içerisinde vadesi gelecek 164,6 milyar borcu bulunuyor. 2020’nin ilk 4 ayında 12 milyar dolara varan cari açığın yılsonunda 30 milyar dolara dayanması beklenebilir. Böylelikle yıllık dış finansman ihtiyacı 195 milyar doları bulur. Swap benzeri atraksiyonlarla rezervlerin suni biçimde yüksek gösterilmesi olgusunu bir an göz ardı etsek bile, altın dâhil 91,5 milyar dolar döviz rezervinin 195 milyar dolar yıllık dış finansman gereksinimine oranı yüzde 47 ile tehlike sınırında bulunuyor.

Aslında Grafik-2 Türkiye ekonomisinin döviz cephesinde yaşadığı sorunların özeti gibi. Dış finansman gereksiniminin fazlalığı rezervleri aşağı çekiyor; rezervlerin yetersizliği bu kez dış fonlamayı zorlaştırıyor, maliyetini yükseltiyor. Kısır döngü böyle devam ediyor…

Küresel koşulların olumsuzluğu ise üzerine tuz biber ekiyor.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

29 Haziran 2020 Pazartesi

‘Adam’ gidiyor mu? - Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

Son gelişmelere, özellikle geçen hafta gelen verilere bakınca “Adam gidiyor” (Trump’tan söz ediyorum) diye düşünmek olanaklı.

Kötü haber haftası

Kötü haber haftası”, önceki cumartesi günü, Trump’ın Tulsa kentinde, fiyaskoyla sonuçlanan salon toplantısıyla açıldı. Wall Street Journal’ın deneyimli yorumcusu Peggy Noonan’a göre (1980’lerde Reagan’ın konuşmalarını yazıyormuş), “esas boşluk sorunu, salondaki iskemlelerle değil, (19 bin kişilik salonda 6 bin 200 kişi varmış) salondakilerin yüzlerindeki ifadelerle ilgiliydi”... “Adeta eski bir şarkıyı dinliyor ama bir sonraki bölümün sözlerini anımsayamıyorlardı.” O gece televizyon kanallarının yakaladığı Trump imajı da çok anlamlıydı: Kravatı çözülmüş, omuzları düşmüş, kırmızı MAGA şapkası elinde, yorgun bezgin bir adam...

Hafta ortasında, Siena College/ New York Times kamuoyu yoklaması, Biden’in yüzde 36’ya karşı yüzde 50 ile Trump’ın önünde gittiğini gösteriyordu. Biden, kadınların arasında 22 puan, bağımsızlar arasında da 33 puan öndeydi. Daha önemlisi geçen seçimlerde Trump’ın kazandığı 6 kritik eyalette, Biden öne geçmiş. Trump’ı destekleyen Fox TV’nin araştırması da Biden’i yüzde 38’e karşılık yüzde 50 ile önde gösteriyordu.

Trump’ın eski Milli Güvenlik Danışmanı John Bolton’ın, Beyaz Saray anıları da geçen hafta, Trump yönetiminin tüm engelleme çabalarına karşın yayımlandı, ilk kopyaları büyük bir hızla dünya basınına dağıtıldı. Militarist - muhafazakâr çizgisi, devlet deneyimi tartışılmaz biri olan Bolton, anılarında Trump’ı cahil, yeteneksiz, aslında Beyaz Saray’da oturmaya layık olmayan ahlaksız bir adam olarak betimliyordu.

Kötü haberlere”, Covid-19 vakalarındaki ani artış eklendi. Günlük vaka sayısı Texas’ta 5 binin, Kaliforniya’da 7 binin, Florida’da 5 binin üstüne çıkmıştı. Cuma günü Florida’da yeni vaka sayısının 8 bin 900’e fırlaması, ABD nüfusunun yüzde 27’sini oluşturan bu üç eyalette salgının yeniden hızlandığını gösteriyor. Şimdi, eyalet valileri sosyal mesafe, kalabalıkları yasaklama uygulamalarına geri dönüyor, dinci (Trump’çı) kesimin şiddetle karşı çıktığı maske uygulamasını (Tanrı vergisi nefesi sınırlıyormuş) dayatıyor.

Cumhuriyetçiler kaygılanmaya başladı

Cumhuriyetçi Parti’nin, muhafazakâr entelijansiyanın kaygılanmaya başladığı görülüyor. Senato ön seçimlerinde Trump’ın desteklediği iki aday büyük farkla kaybetti. Trump’ın desteği artık Cumhuriyetçi Parti adayları için bir avantaj değil, adeta bir yük haline geliyor.

Bu bağlamda, Cumhuriyetçi Parti’nin kalesi, Wall Street Journal’ın perşembe başyazısında kızgın bir ton vardı. WSJ, Trump için “Hâlâ ortaya ikinci döneme ilişkin bir program koyamadı”, “Biteviye yakınıyor, kendi başarılarını aktararak kendi kendini kutlamaktan öte bir şey yok”, “Kamuoyu yoklamalarında popülaritesi yüzde 40’a, ikinci kez seçilemeyen G.H.W. Bush ve Jimmy Carter’ın gerisine düştü... Ancak bu gerçeği kabul etmemekte ısrar ediyor” diyor.

WSJ’ye göre, Trump ne Covid-19’da ne de Siyah Yaşamlar Önemlidir hareketi karşısında bir liderlik sergileyebildi. Biden ise birleştirici, ırklar arasında barış kurucu, “polis reformu” önerilerinde ılımlı; Siyah Yaşamlar Önemlidir hareketinin protestolarını destekliyor ama isyana ve yağmaya karşı. Trump’ın yüzde 35 çekirdek oyuna karşılık, Biden’in bu özellikleri de Peggy Noonan’ın da gözlemlediği gibi “Trump kampındaki kararsızların taleplerine cevap veriyor.

WSJ’ye göre, “Trump çok vakit kaybetti” ama “ekonomi toparlanırsa kaybettiklerini geri kazabilir.” Ancak salgın hızlanarak devam ettikçe ekonominin toparlanma olasılığı çok zayıf. Geçen hafta Trump, salgının ortasında “ucuz sağlık hizmeti yasasını”, bunlardan siyahların yararlandığına inanan ırkçı kesimleri memnun etmek için kaldırdı. Bunun ırkçılığa karşı protestoların ateşine benzin dökmesi kaçınılmaz.

Eğer seçimlere doğru ekonominin toparlanma şansı zayıfsa Clinton döneminde çalışma bakanlığı yapmış Prof. Robert Reich’in, dün Observer’de vurguladığı gibi, “Trump’ın seçimleri kazanabilmek ya da kazanamasa bile ‘oldubitti’ yapabilmek” için şimdiden almaya başladığı önlemleri, tabanını, özellikle silahlı kesimini keskinleştirmek için ırkçı söylemi, komplo teorilerini, “oylar çalınacak” iddialarını hızlandırmasını beklemek gerekiyor. Bugünden seçimlere, ABD halkını sert bir demokrasi mücadelesi bekliyor.

Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

Gazeteciliğin Kibar Feyzo hikâyesi - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Bakınca dümdüz bir beton görüyoruz. Oysa bir duvarın içi ve dışı var. Hapishane, içeridekini hürriyetinden mahrum bırakırken dışarıdan bakanlara “başıma gelir mi” korkusu salar. “Seçilmiş sanıklar”ın olduğu siyasal davalar ise yargılanan kişiler üzerinden toplumun bir grubuna “sus” mesajı verir. Mahkeme gerçekte bir salonda değil, halkın zihninde kurulmuştur. Bir heykeltıraşın eserini darbelerle yaratması gibi, insanların zihni de tutuklamalarla, yargılamalarla, suçlamalarla şekillendirilir.


Silivri’ye girdiğim gün hem Cumhuriyet’teki hem OdaTV’deki arkadaşlarıma “size bir zararım olacaksa benden vazgeçebilirsiniz” dedim. Aksine “yanındayız” dediler. Öyle de oldu.

Ancak işin bir de görünmeyen yanı var. Bunun için size Timur Soykan’dan bahsetmem lazım.

Benden daha eski, 20 yıllık gazeteci. Benden daha başka yerlerde, hep “merkez medya”da çalıştı. Muhabirlikten yöneticiliğe her mevkide işini yaptı. “Merkezdeki” pek çok kişiden farklı olarak ise hep basın özgürlüğü mücadelesi verdi. Son olarak Posta gazetesinde haber müdürüydü.

Berberlerde ya da kahvehanelerde, bulmaca çözenin de magazin meraklısının da okuduğu bir gazete hazırlamanın kolay olduğunu sanmayın. Üstelik bir dönem tirajı en yüksek gazeteydi Posta. Timur’un en karmaşık haberleri 3 cümleyle basitleştirmesine hayran kalırdık.

‘İmamın Ordusu’nu bastı

9 yıl önce tutuklandığımızda yaşadıklarımızı hatırlayın. Mesele bizim hapse atılmamızla kalmamış, henüz basılmamış bir kitap hakkında yasaklama kararı çıkmıştı. Ahmet Şık’ın yazdığı, devlet içindeki FETÖ yapılanmasına odaklanan kitabın adı “İmamın Ordusu” idi. Evler, işyerleri, yayınevleri basıldı. Polis bilgisayarları açıp kitabın örneklerini sildi. Fahrenheit 451 romanındaki kitap yakma töreni, modern çağda “kitap silme”ye dönüşmüştü.

Yaratılan korkuyu söylememe gerek bile yok...

Ama işte ben Timur’u öyle bir günde tanıdım. Yaptıklarına inanamamıştım. Kitap yasaklanınca bir yayınevi kurmuş, Yonca Şık ve Elif Ilgaz ile birlikte kitabın sorumluluğunu alıp matbaada bastırmıştı. Ardından kolileri sırtında taşıyarak kitap fuarına gitmiş, “İmamın Ordusu” diye bağırarak birkaç saat içinde binlerce yasaklı kitabı satmıştı. Bütün yasakları yasaklayan” bu eylemin sonunda işinden olabileceğinden hatta tutuklanabileceğinden endişe etmiştik. Neyse ki olmadı.

Afişle donattı

Kazan kaynıyordu. Isınan sudaki kurbağalar yavaş yavaş haşlanıyordu. Türk medyasında gazetelerin patronları birer birer el değiştiriyor, aykırı sesler sırayla susturuluyor ve gazetecilik ıssız bir çöle dönüştürülüyordu. Düşünün, Türkiye’nin önde gelen kimi gazeteleri matbaaya gitmeden önce “patronun eşi”ne gidiyor, sakıncalı kısımları bizzat onun tarafından sansürleniyordu.

Bütün bunlara rağmen Timur, Posta’da gazetecilik mücadelesine devam etti. Kitap yazdı, akılda kalan araştırmalara imza attı. Yaptığı göze batan işlere rağmen kovulmadı.

Hatırlayın, 25 Ekim 2019 tarihinde, Demirören Medya’da 45 gazeteci, sadece sendikalı olduğu için işten çıkarılmıştı. Yetmemiş, tazminatları da verilmemişti. Timur işten çıkarılanlar arasında değildi. Ama o, haksızlığa uğrayanlar için susmadı. Tek başına bir eyleme başladı. Binadaki panolara sendikalı olmanın anayasal bir hak olduğunu anlatan afişler astı. Kovulan arkadaşlarının tazminatlarının verilmesini istedi.

Olay öyle komik bir hal almıştı ki...

Her gün o afiş asıyor, binadaki güvenlik görevlileri indiriyordu. Bu kovalamaca gün içinde işten çıkana kadar sürüyor, yorulan görevliler “bugün kaçta işten çıkacaksınız” diye gelip soruyordu.

Karşılıklı inat, Kibar Feyzo’nun ağa ile kavgasına dönmüştü. Yönetim “asarsan kovarız” dedikçe Timur, afişleri çeşitlendiriyor; kimi zaman süper kahramanların, kimi zaman masal karakterlerinin, kimi zaman film oyuncularının ağzından sendika hakkını anlatıyordu.

Bizim için kovuldu

Tutuklandığımız güne kadar Timur’un tek kişilik mücadelesini hayranlıkla izledim. Sonrasını ben de merak ediyordum. Hapisten çıkınca ayrıntılarını öğrendim.

Timur’un her gün yaptığı bu eylem tam 5 ay sürmüştü. Ta ki o güne kadar...

Bizim hapsedilmemizin ardından Timur, o gün yeni bir afiş hazırladı. Benim ve tutuklanan gazeteci arkadaşlarımın fotoğraflarının olduğu kâğıda “gazetecilere özgürlük” yazmış, uğradığımız haksızlığı anlatmıştı.

Ertesi gün çalıştığı masadaki telefon çaldı. Arayan insan kaynakları müdürüydü. Ardından yayın yönetmeni de aradı. İşten çıkarıldığını haber veriyorlardı. Talimatın “en tepeden” olduğunu öğrenmişti. Sebep, benim de yer aldığım o afişti. Bütün tehlikelerden daha tehlikeli olmuştuk. 20 yıl boyunca, her sırtlanla mücadeleyle süren aktif gazeteciliği, sadece bize destek veren bir afiş nedeniyle bitirilmişti. Neyse ki hak ettiği tazminat eksik de olsa hemen yatırılmıştı.

Girenleri çıkanları, çığlıkları ya da susanları konuşuyoruz. Hepimiz maskelerle yürürken, bize kendisinden önce korkusunu getiren virüs gibi... Mahkeme salonlarında yargılanan aslında hepimizin hikâyesi.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Kimlikçi solun çökerttiği Türkiye - Osman Çutsay / SOL

 Çöküş iklimine uyum sağlamış bir yeni yaratık, bir yeni toplum karşısındayız. Bu, değiştirilebilir. Daha acısı var: Bu anlık durumun hiç değişmeyeceğinden emin bir solcu tipi de üzerimize çöreklenmiş bulunuyor.


Türkiye, sosyal demokrasinin gölgesinde bitti: Sosyal demokrasi sosyalizmin düşmanı olduğu için, ana misyonu sosyalizm tehdidini sermayenin üzerinden çekip almak olduğu için, sınıf yerine her türlü kimlikçiliğin önünü açtığı ve sadece gericiliğin yelkenlerine çalıştığı için. Bunu da solculuk adına yaptığı için...

12 Eylül 1980 ve 3 Kasım 2002 darbelerinin asıl yaratıcısı olduğu için. 

Böyle bakınca Bülent Ecevit'in, cumhuriyet ikliminin tarumar edilmesinde başat bir rol oynadığını söylemiş oluyoruz. Peki...

Peki de ne? 

Kimlikçilik?

Moda, bu. Belki de çöküş toplumlarının tipik bir göstergesi. Geçmişte böyle olmuş. Uzak değil, modern zamanların, yani sanayi devrimi sonrasının da bir hastalığı. Ama...

Ama biz geçmişe değil, bugüne bakalım: Toplumsal, daha doğrusu sınıfsal eşitsizliklerin değil, çok başka ve “afaki” etiketler arasındaki tercihlerin üzerinde siyaset kurgulanıyor. 1989'da reel sosyalizm yıkıldı ya, onun sol üzerindeki en büyük gölgesi, bu oldu. 

“Sınıf işi sevimsiz be hacı, sınıf, sosyalizm falan diyerek bir yere varamayız!” 

Böyle düşünür oldular. 

Çirkinlik şurada: Böyle düşünenler, kendilerinin de aslında sınıf kategorileriyle topluma baktıkları iddiasındadırlar. Hani şu her kalıba, her kılığa girmeyi siyaset sanan bir takım “komünistler” gibi. Komünistlik veya devrimcilik, bu iddiayla, burjuvazinin ehvenişer saydığı ve sattığı her bataklığın içine atlamanın bir garantisi. Sınıf üzerinden değil, reklamcılık kokan kimlikler üzerinden toplumla sol bir ilişki kurulabileceğini düşünüyorlar. Demokrasi şalı her kimliği kurtuluş diye yutturabiliyor. 

İyi de, sosyalistlik veya -aynı anlamda olmak üzere- komünistlik neden sizin her bataklığa balıklama atlamanızı gerektirsin, neden sizin her kimliğe talip olmanızı kolaylaştırsın? Yani “Bize bir şey olmaz, komünistiz, teflon tavayız, her türlü burjuva kiri üzerimizden akar gider” diye düşünemezsiniz. Böyle düşünenler reel sosyalizmin ve Türkiye'de de cumhuriyet rejiminin enkazını yaratanlardır. 

Sınıf, demode bir kavram günümüzde. 1989'u boşuna yapmadı şu Avrupa'dakiler. Bizdekiler de 1980 ve 2002 darbelerini boşuna yapmadı. İşin trajik yanı şu: Sınıfın demode bir kavram olmadığını, toplumu ancak onunla çözümleyebileceğimizi iddia edenler bile, şu veya bu kimliğin peşinden, burjuva toplumunun serpiştirdiği renklerden birini giyinerek toplumu solculaştırabileceğini sanıyor. Devrimci her solu tasfiye ediyor. 

Siz hiç Aykut Erdoğdu, Özgür Özel türünü görüyor musunuz, dinliyor musunuz? Ya da HDP'nin Taraf-Radikal döküntüsü dizi dizi solcularını? Bu iki “parti”ye egemen antikomünist güruh, Türkiye devrimciliğinden nefret ediyor. 

Ağızlarından “Elbette canım, biz de zaten hep işçi sınıfı diyoruz” diye ortalıkta dolananları izliyor musunuz? Şu anda tek sorunun Erdoğan'ın ve saray rejiminin değiştirilmesi olduğunu bağıran “muhalifleri”... Türkiye sermaye sınıfının sadık muhaliflerini... Görüyor musunuz? 

Sendikaları?

Çürük edebiyat da bir gösterge

Oralar sıkıcı geldiyse, isteyen edebiyatımıza bakabilir. 1960 ile 1980 arasındaki Türk edebiyatının taşıyıcıları, bir eğilim olarak mevcut toplum ve sınıf ilişkileriyle bağlarını önemli ölçüde koparmış insanlardı. Yeni bir toplum düşünmeyi ve kurmayı önemsiyorlardı, sınıfsal bakışa yaşam pratiklerinde yer ayırmışlardı, burjuva Türkiye'yi ve onun sınıfsal konumunu yerle bir etmeye çalışıyorlardı. Sosyalist bir ülke kurma neyecanı içindeydiler. Şu ya da bu şekilde bir reddiyeydi bu. Nâzım'ın ve partisinin/ideolojisinin gölgesi ve güneşi herkesin üzerine düşüyordu. Komünist bir ateşin etki alanındaydılar. Sınıfsal cepheleşmede kendilerine emek saflarında bir yer bulmuşlardı. 

Bu iş biteli çok oldu. 40'ıncı yılında 12 Eylül faşizmi, tabii devamcısı Saray rejimi sayesinde, sendikacılığı, sınıf sendikacılığını, devrimciliği ve devrimci edebiyatı/sanatı yerle bir etti. Zor kullandığını söyleyemeyiz. Onlara sınıf ve sosyalizmle değil, muhtelif kimlikler edinerek toplumun kabulünü sağlayabilecekleri yalanını yutturdu. 

Sendikacılar, en katı sınıf savunucuları dahil ve çok az istisnayla, bugün, sadece Türkiye'de değil metropollerde de, sınıf ve sosyalizmin “önceliğini” reddediyor, ısrarla “sonracılığını” propaganda ediyorlar. 

En çok da CHP'nin ve HDP'nin solculuk taslayan yönetici militanları, önce Erdoğan'ı koltuğundan indirmeyi, bunu seçimle yapacaklarını, sokakları ve gösterileri fazla akla getirmemeyi, böyle şeyleri öneriyorlar. Her biri antikomünist, sosyalizmden ya korkan ya da nefret eden kimlikçilerdir. Kimlik mi? Ortada kimlikten çok ne var? Türkçülük ve Kürtçülük ile başlayıp her türden toplum içi ve toplum üstü “elitist bir renkle” sahne alabilirsiniz. Sermaye dostları için her kimlik, sınıf üzerinde yükselen sosyalist kimlikten üstündür. Oradayız.

Yani, sakın ola ki, işçi sınıfının siyasal iktidarı, merkezi plan ve sosyalizmin önceliğinden bahsetmeyin.

Türk edebiyatından sosyalizm silinmiş gitmiştir. Bizim gibi tek tük diretenleri abartmayalım. Ortada eşine az rastlanır bir ihanet ve yenilgi var. 

Edebiyat, sanat pratikleri böyle de sendikal yaşam çok mu farklı? 

Toplumsal ve sınıfsal sorunların değil, sınıf ve sosyalizm dışı tüm kimliklerin piyasa yaptığı, çöküşün bu nedenle de durdurulamaz olduğu bir çağdan geçiyoruz. 

Hepsinin derdi bir kimlik oluşturmak. Sosyalizme alternatif, onu hiçleyen veya en azından etkisizleştiren bir kimlik. Oysa...

Oysa eğer sol bir iddia varsa, orada bütün kimliklerin anası sosyalizmdir. Sosyalizm sizi “cephe” vs. bahanesiyle her türlü kepazelikle cilveleşmeye, her bataklığa atlamaya, sermayeden uzatılan her eli öpmeye, her verilen muhalif etiketli malı yutmaya ve her uzatılan kefeni giymeye itmez... Tersine, sizi girdiğiniz her alanı değiştirme yükümlülüğüyle karşı karşıya bırakır. İttifaklara da, sosyalizm diyenler böyle bakar. 

“Körle yatan şaşı kalkar” diyoruz Türkçemizde. Olumsuz bir vurgudur. Tersine çevirip, olumlu bir vurgu vehmedelim: Biz, “Bizimle oturan sosyalist kalkmak zorundadır” diyoruz. Onun için sekter oluyoruz herhalde. Yalansız, dolansız olduğumuz için. Peki... 

Şunu biliyoruz: Tuzu kuruların edebiyatı, tuzu kuruların sendikacılığı, tuzu kuruların solculuğu, kupkuru bir çöle karşılık geliyor. 

Bu çölde “sınıf” demek, “sosyalizm” demek yetmiyor; toplumsal desteğin eksikliğini bu tür ısrarlarla telafi edemiyoruz. Ama bu önceliği bir bayrak gibi taşımadan da ortalıkta bulunma hakkımız yok. 

Bizlere biraz da bunun için “tuhaf kuşlar” diye bakıyorlar. Toplumun, acılar içindeki halkın bize kör ve sağır olduğundan, öyle de kalacağından eminler.

Çöküş iklimine uyum sağlamış bir yeni yaratık, bir yeni toplum karşısındayız. Bu, değiştirilebilir. Daha acısı var: Bu anlık durumun hiç değişmeyeceğinden emin bir solcu tipi de üzerimize çöreklenmiş bulunuyor. Klasik sosyal demokrat partiler sahneden çekilebilir, sosyal demokrasi neden çekilsin? Sermaye varsa, sosyalizm tehdidi varsa, sosyal demokrasi de olur. Bürüneceği kimlik mi yok? Sermayenin en etkili silahıdır. Hâlâ...

Ya çürüyen toplum haklı ya da bu çürümeyi reddeden ve bir eşitlikçi-özgürleştirici toplum kurmak zorunda olduğumuzu söyleyen bizler haklıyız. 

İki taraf da haklı olamaz. Birinden biri değişmek zorunda. Ya sosyalizm, ya sermaye... 

Osman Çutsay / SOL

28 Haziran 2020 Pazar

'Orhan Kemal bakışı' - AYŞE ŞULE SÜZÜK / SOL

İşte, severek baktığı o insanlardır, hatırası önünde saygıyla eğilenler. Orhan Kemal’in cenaze arabasının yolunu kesen ve alçakgönüllüce iliştiriverdikleri eğri büğrü bir yazıyla yazılmış alabildiğine içten bir sözdür o. Aynı işçiler hepi topu on gün sonra 15-16 Haziran’da 'Biz buradayız.' diyeceklerdir.


Uçuşan bir sürü duygu, bir sürü düşünce birbiri ardı sıra akıyor. Çağrışımları tetikleyen çağrışımlar; yollar, yıllar, kişiler, yüzler, anı parçaları, özlemler, sessizlikler, yutkunmalar… Tuhaf bir akışı var zamanın bir süredir. Zaman, havada asılı yekpâre, billûr bir buz kütlesi de köşesinden şıp şıp eriyor sanki. 

Zaman, eriyor, avuçlarıma doluyor. Onunla ne yapacağımı bilmiyorum. Ân parçalanıyor, gün bozuluyor, hep öteye ittirdiğim, hep öteyi beklediğim bir yakalanamaz, serkeş serseriye dönüşüyor. Chaplin’in “little Tramp”i gibi mi? Evet. Ele avuca sığmıyor. Akışkan bilincin seyri muazzam. Durmayan bir makine. Kendini dayatan bir yaramaz çocuk, beni yalın ayak peşi sıra sürüklüyor. 

Yaz geldi. Sarı sıcak günleri. En uzun günden kalan, günlerin  öldürücü bir yavaşlıkla kısalması olacak. Bu yıl, ölümü bekler gibi kısalan günleri, erken inen akşamları, havanın soğumasını bekleyeceğiz belli, hep bu salgın yüzünden. Dedemin kulağına taktığı fesleğen gibi orada, kulağımın dibinde beni bekleyen, kokusu burnuma geldikçe kendini hep hatırlatan salgınımız var nur topu gibi. Ve yeni normalimiz bu artık. 

Ama başka yeni normaller var uzunca bir süredir. Salgın döneminde ise epeyce kök söktürecek ve giderek bedeli ağırlaşacak olan öngörülemez bir “yeni normaller” sürecine hep birlikte, son derece eşitsiz bir biçimde girmiş bulunuyoruz.

Sarı sıcak bastırdıkça bastırıyor ve nereden baksak; belki de 21. yüzyılın en uzun “yeni normal” zamanlarını yaşayacağız… Davranın gidiyoruz, demek isterim ama gidecek bir yer  yok. Coğrafya kaderimiz, Dünya bizim evimiz. 

Hop! İşte geldik başka bir çağrışıma…

Sarı sıcak deyince Çukurova’ya, Çukurova deyince Orhan Kemal’e, Yaşar Kemal’e, Yılmaz Güney’e… Oradan da Orhan Kemal’in “Bereketli Topraklar Üzerinde” romanına. Cırcır böceklerinin bitmeyen cırlamaları, nefes aldırmayan sarı sıcakta eriyen zaman, havada asılı kalan yüzler, sesler. Ve bir can acıtıcı haber daha… Konya’da tarım işçilerini taşıyan minibüsün korkunç kazası ve eriyen asfalta ölülerle birlikte taşan kap kacak, örtü, pılı pırtı, tabak çanak… Saçılan, dağılan yok olan hayatlar. Ekmeklerinin derdinde çoluk çocuk, evleri sırtlarında, ucuza yaşayıp parayı kışa da denkleştirme gayretinde, derlenip toplanmış eşyalarla, derma çatma çadırlarla, sarı sıcağa karşı, kan ter içinde bir mücadeleye giderken.

Tam bir “Ekmek Kavgası” tam bir “Kanlı Topraklar” 

Bilmiyordum, tarım işçilerinin yevmiyeleri her ilin Ziraat Odası tarafından ayrı ayrı belirleniyormuş meğer. “Elbistan Ziraat Odası Başkanı Mehmet Ali Bulut başkanlığındaki toplantı, koronavirüs tedbirleri kapsamında az sayıda kişinin katılımı ile gerçekleştirildi. Yönetim kurulu üyelerinin yer aldığı toplantı sonucunda tarım işçilerinin tam gün çalışma ücreti, çavuşluk dahil 68 TL olarak tespit edildi.” diyor bir haberde (https://www.maraspusula.com/). Tarım işçisinin eline 66 TL geçiyor, 2 TL’si ise elçinin. Hatay’daki durum daha da feci, buna göre kadın-erkek-büyük küçük herkes için  yevmiye 52 TL ve kararla tarlada 10 saat kalacak tarım işçilerine yemek de verilmeyecekmiş. Elçiye ise 4 TL ödenecekmiş. Kararlar 28.05.2020 tarihinden geçerli imiş. (https://www.tarimdanhaber.com/) Elbistan’da çalışma süresi 8 saat olarak açıklanmış oysa süre Hatay’da 10 saat olarak belirlenmiş. 

Dedim ya eriyen, şekilsizleşen  bir zamanın çağrışımlarıyla oradan oraya sürükleniyorum. 2 Haziran 1970’de göçüyor bu dünyadan Orhan Kemal. Tedavi olduğu Sofya’dan Türkiye’ye getiriliyor. 5 Haziran’da Bulgar Yazarlar Birliği’nde Orhan Kemal için bir tören düzenleniyor. Ardından özel bir araçla yola çıkıyor. Kapıkule Sınır Kapısı’nda arkadaşları tarafından karşılanıyor Orhan Kemal. 

“Saat 11.30’da cenaze arabası sınırdan içeri girer. Uzun bir araba konvoyu onu izlemektedir. Edirne’den Babaeski’ye gelindiğinde, asfaltın dönemecinde bir işçi arabaya yaklaşır. Elindeki çiçek demetini uzatır. Demetin üzerindeki bantta şunlar yazılıdır :

“Biz işçiler, hatıran önünde saygıyla eğiliriz.” 

2005 yılında yaptığımız “Akıntıya Karşı Orhan Kemal: Bereketli Topraklar Üzerinde” adlı belgeselde Uğur Polat’ın kadife sesinden dinlediğimiz bu bölüm her duyduğumda yeniden yeniden tüylerimi diken diken etmiştir. Bu kısacık ân, Orhan Kemal yapıtlarının taçlandığı son bir “Orhan Kemal bakışı” gibidir. 

Oysa edebiyatımızda o bakış başka bir anlama gelmektedir: “Orhan Kemal, insanlara hep umutla, hep iyimserlikle bakar. Türk romanında “bir Orhan Kemal bakışı” vardır. O, her insanda, her şeye rağmen aydınlık bir yan, temiz, insani bir yan bulunabileceğine inanır. Bunu eserlerinde gösterirken, anlattığı toplumsal, ekonomik şartlara kimi zaman boş verdiği bile olur. Oysa Bereketli Topraklar Üzerinde, severek, kahrolarak baktığı belli olan insanları, hoşgörüyle ama olduğu gibi gösterir.” der Fethi Naci “50 Türk Romanı”nda.

İşte, severek baktığı o insanlardır, hatırası önünde saygıyla eğilenler. Orhan Kemal’in cenaze arabasının yolunu kesen ve alçakgönüllüce iliştiriverdikleri eğri büğrü bir yazıyla yazılmış alabildiğine içten bir sözdür o. Aynı işçiler hepi topu on gün sonra 15-16 Haziran’da “Biz buradayız.” diyeceklerdir. Keşke yaşasaydı da görseydi, diye hayıflandığım. 

Laf lafı, laf tütün kesesini mi açıyor, demiştik. Orhan Kemal’in sesini de duyuralım sana ey okuyucu. Bu kez Bursa Cezaevi’ne 1940’a gidiyoruz. Sarı sıcaktan insanın içini titreten Bursa kışına, soğuğuna gidelim.  Plağın  cızırtılı, çıtırtılı sesi, yine de içimizi ısıtsın. Bu kez de zaman işte o ânda dursun. Türkiye Tarih Sosyal Araştırma Vakfı’nın arşivinden, Orhan Kemal, Nâzım Hikmet’le karşılaşmasını anlatıyor. Nasıl güzel anlatıyor… Aşağıda, dinlemeden geçmeyin, derim.

https://www.tustav.org/gorsel-isitsel/orhan-kemal-nazim-hikmet-ile-tani…

AYŞE ŞULE SÜZÜK / SOL