31 Ekim 2018 Çarşamba

Venezuela'da ne oluyor? Komünist Parti Siyasi Büro üyesiyle söyleşi / SOL-ICP

Venezuela KP (PCV) Siyasi Büro Üyesi Carolus Wimmer’le Mayıs 2018 seçimlerinin ardından ülkenin ekonomik ve siyasi durumunu, hükümetle ilişkilerini, Bolivarcı devrim sürecini, PCV’yi ve PCV’nin işçi sınıfı hareketiyle etkileşimini konuştuk.


________________________________________________________________________
Mayıs ayındaki son seçimler Maduro hükümetinin zaferiyle sonuçlandı. Bu durum ülkedeki devrimci sürecinhala güçlü bir halk desteğine sahip olduğunun göstergesi olarak yorumlanabilir. Uluslararası baskıya, sağcı muhalefetin saldırılarına ve ekonomik krizin getirdiği zorluklara rağmen halk desteğini sürdürmek nasıl mümkün oldu
______________________________________________________________________
19. yüzyıl başında bağımsızlığını kazandıktan ve özgürlük, toplumsal adalet ve egemenlik bayrağını yükselttikten beri Venezuela halkı, işçi sınıfı, şehirlerdeki ve kırsal bölgelerdeki emekçiler her zaman mücadeleci karakterini korudu. 1998’den itibaren, başkan Hugo Chavez ile beraber antiemperyalist ve antikapitalist bir bilincin kitleler arasında yaygınlık kazanmasıyla birlikte, bu mücadelecilik nitelik bakımından bir sıçrama yaşadı. Derin bir siyasi ve toplumsal değişime yönelik artan umutlar, Chavez’in fiziken aramızdan ayrılmasından sonra da varlığını sürdürüyor ve Venezuela ailesine yönelik çok yönlü emperyalist saldırıyla birlikte bir direniş iradesi de yükseldi. Mücadelenin bu aşamasında bütün halkın üzerinde uzlaştığı siyaset taktiğini Venezuela Komünist Partisi’nin (PCV) sloganında da görmek mümkün: “Anayurt Savunmasında Birlik”. 
_______________________________________________________________________
Seçimlerden hemen sonra ABD hükümeti Venezuela’ya karşı yeni yaptırımlar ilan etti. Sonrasında Ağustos ayında ABD yanlısı muhalefet şiddet eylemlerini, Başkan Maduro’ya suikast girişiminde bulunacak kadar yoğunlaştırdı. ABD ve işbirlikçileri bu baskı ve şiddet politikasını hangi noktaya kadar sürdürebilir? Bu politikada daha da ısrar ederek, Venezuela devletinin ve halkının direnişini kırabilmeleri olasılığı mevcut mu?
________________________________________________________________________
ABD’nin Latin Amerika’ya yönelik dış politikasının dayandığı 3 temel belge vardır: ABD’nin bu alt kıta toprakları üzerinde münhasır hakları bulunduğunu ifade eden Monroe Doktrini (1823), ABD’yi Latin Amerika halkları üzerinde siyasi, kültürel ve askeri hegemonya kurması için “Tanrı tarafından seçilmiş halk” olarak niteleyen “Kaderin Tecellisi” (Manifest Destiny) (1845) ve ABD hükümetine ABD’nin ve şirketlerinin çıkarlarını, gerekirse bu çıkarları tehlikeye atan diğer hükümetleri devirerek kollama hakkı ve yükümlülüğünü getiren Roosevelt Gerekçesi (1904). Günümüzde ABD hükümetinin bu doktrinleri bütün kıtalarda uyguladığını görüyoruz. Bu doktrinler işgalleri, askeri müdahaleleri, darbeleri, siyasal suikastleri, ambargoları ve iktisadi-mali yaptırımları, düzmece haberlerin medyayla yayılmasını, terörist milis gruplarının oluşturulmasını, seçim hilelerini gerekçelendirmek amacıyla kullanıldılar ve kullanılıyorlar. ABD’nin eski Venezuela Büyükelçisi William Brownfield geçenlerde “Venezuela’da demokrasinin yeniden tesisi için milyonlarca Venezuelalının acı çekerek ölmesinin gerektiğini” ilan ederken, Venezuelalı bir faşist lider “özgürlüğü geri getirmek için milyonların ölümünün gerekli olduğunu” söyledi. Bu zihniyet ve suç oluşturan bu siyasetleri değişmeyeceği için, 20 yıldır koruduğumuz ve her gün yenilenen direniş kapasitemizi, sadece Unidad Popular olarak değil, aynı zamanda bir sivil-askeri birliktelik olarak da artırmamız gerekiyor. Komünist Parti’nin öncü rolünün işte burada ortaya çıkması gerekiyor.

Sonuç olarak, halk “Birlik ve Mücadele” nin gerekliliğinin farkında. Bu durum aynı zamanda PCV’nin bu mücadeleyi 2 yıl önce kurulan “Halkın Antiemperyalist ve Antifaşist Cephesi” ile mücadeleye siyasal bir gövde kazandırma taktiğini de yansıtıyor.


_______________________________________________________________________
Sağcı muhalefet saflarındaki düzensizlik ve çekişmelerin sebepleri nelerdir? Son iki yıldır gerilediklerini söyleyebilir miyiz? 
_______________________________________________________________________    Venezuela’daki siyasal sürece olan muhalefet sınıf mücadelesinin bir dışavurumu. Muhalefet partileri esasen ulusal ve uluslararası burjuvazinin ve ayrıcalıklı küçük burjuvazinin çıkarlarını savunmaktalar. Karşı tarafta ise işçi sınıfı ve halkın örgütlü kesimleri duruyor. 

Venezuela’da muhalefet yekpare bir blok değil, derin siyasi ve ideolojik farklar üzerinden tanımlanıyor. Bu muhalefetin üyelerini işçi sınıfına ve sömürülen kesimlere karşı nefretleri birleştiriyor. Son 20  yıldır muhalefet bir darbe girişimi (2002), bir sivil savaş girişimi (2014-17), başkana karşı bir suikast girişimi (2018) de dahil olmak üzere bütün yöntemlere başvursa da, her seferinde örgütlü halk, halkın öncüleri ve yurtsever Silahlı Kuvvetler tarafından mağlup edildi. Bu sahte karşıdevrimci ve terörist taktiklerin sürekli yenilgiye uğraması, muhalefetin seçmen kitlesinin zayıflamasıyla ve ondan yabancılaşmasıyla sonuçlandı. Buna rağmen, sağcı ve faşist muhalefetin emperyalizmin araçlarından yalnızca biri olduğunu ve bu muhalefet zayıflayıp geri çekilse bile ABD baskısının azalmadığını açıkça görüyoruz. Bugün görülüyor ki Washington umudunu, olası bir askeri müdahale söz konusu olduğunda silahlı kuvvetleri ile destek vermeye niyetli olan, Latin Amerika’daki yeni sağcı hükümetlere kaydırmış durumda.
_______________________________________________________________________
Ağustos ayında hükümet ülkenin kronikleşmiş hiperenflasyon sorununu çözmek için yeni para birimini kullanıma soktu. Bu çözümün etkili olacağını düşünüyor musunuz? 4 Ekim günü PCV ekonomik krize karşı acilen uygulanması gereken ekonomik önlemlere ilişkin bir açıklama yaptı. Bu önlemleri kısaca açıklayabilir misiniz?
________________________________________________________________________
Venezuela Komünist Partisi’ne göre, ulusal hükümet tarafından açıklanan ve uygulanan ekonomik önlemler, her ne kadar bir ekonomik istikrar ortamı oluşturma ihtiyacını yanıtlamak için alınmış olsa da, parasal ve mali odaklı olduklarından, yetkililerin iddia ettiğinin aksine, bir “ekonomik devrim” olarak değerlendirilemez. Ayrıca bu önlemler kapitalist sistemi korumaya yönelik bir anlayışa dayanıyor. 

PCV antikapitalist politikaların işçi sınıfı ve emekçi halk iktidarda olduğunda ve ekonomiyi yönetme rolünü üstlendiğinde uygulanabileceğini açıkça belirtmiştir. Fakat böyle bir durum söz konusu değil. Alınan önlemler Venezuela’nın bağımlı, rantçı, ihracatı tek bir ürüne dayanan fakat çeşitli ürünleri ithal edenkapitalist modelinin yapısal sorunlarını hedef almıyor. 

PCV yine de alınan önlemler arasında maaşların artırılması gibi doğru kararlar olduğunu da dikkate alıyor. Ücretlerin alım gücü hiperenflasyonist bir sarmalın içinde aylık 1 ABD doları gibi bir seviyeye gerileyip yok olmuş olması, her ne kadar bu önlemi de yetersiz kılsa da, 1800 BsS (yaklaşık 30 ABD doları) seviyesine çekilmesi olumlu bir gelişme. 
Bu bağlamda PCV sadece itibari ücretlerin değil, gerçek ücretlerin de güçlendirilmesini, bunun için anayasanın 91. maddesi uyarınca temel ürün ve hizmetlerden oluşan “temel sepet” yardımıyla hesaplanan enflasyon oranlarına göre oluşturulacak değişken bir derecelendirme sistemine göre belirlenmesini şiddetle tavsiye ediyor.

Bu tavsiye ücretlerin bir alım gücünün olmasının gerektiğini, yani emekçilerin ve ailelerinin temel maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için gerekli ürün ve hizmetlere erişimin sağlanmasının gerekliliğini dikkate alıyor.

PCV Venezuela devletinin geliştirdiği üretici süreçlerin üretim, dağıtım ve ticarileşme yönünden işçi ve halk denetimi mekanizmalarına tabi olması gerektiğini vurgulamakta. Bu vurgu özellikle gıda sektörü gibi en önemli süreçler için geçerli.

Son olarak, PCV yürürlüğe konulan önlemlerin ulusal çıkarlara ve halkın çıkarlarına göre değerlendirilmesinin ve dönüştürülmesinin, krizin yapısal sebeplerinin hedef alınması ve ülkenin üretim kapasitesinin değerlendirilmesi için gerekli olduğunu ileri sürüyor. Parti halkı bunun için mücadele etmeye çağırıyor.  
____________________________________________________________________         
Haziran ayında Portuguesa eyaletinde başlayan La Marcha Campesina (Köylü Yürüyüşü), ülkede büyük etki yarattı ve hükümet politikalarına yönelik sınıfsal bakış açısından bir eleştirinin temsilcisi oldu. Bu duruma ilişkin fikriniz nedir? Hükümetin bu hareketin taleplerini karşılama isteği ve gücü olduğunu düşünüyor musunuz?
_____________________________________________________________________
PCV ülkedeki köylü hareketine öncülük etmekte. Doğrusu, sınıf mücadelesinin en görünür olduğu yer, toprak sahipleri ve tarım-sanayi şirketleri ile köylüler ve tarım işçileri arasında bu mücadelenin cereyan ettiği kırsal bölgeler. Bekleneceği üzere, kapitalist bir ekonomiye sahip bir ülkede, reformist bir hükümet sınıf mücadelelerinin üstünü kapatır, yüzeysel çözümler sunar; fakat son tahlilde kapitalistlerin tarafını tutar. Kırsal kesimdeki mücadele, aralarında Parti militanlarının da bulunduğu, yaralanmalara ve can kayıplarına yol açtı. Mücadelenin zorunlu kıldığı fedakarlıkların farkındayız ve bunu halk için kaçınılmaz bir isyanın kaynağı olarak görüyoruz, bundan dolayı geri adım atmayacağız. 500 kilometreden fazla süren ve hükümet yetkililerinin vaatlerine rağmen hedeflerine ulaşamayan Marcha Campesina, Venezuela’da devrimci mücadelenin potansiyelini göstermektedir. Bu mücadelede Komünist Parti en ön saflarda olmak zorunda.
_______________________________________________________________________
Bugün göçmen sorunu ve Kolombiya sınırındaki insanlar anaakım medyanın dayanaksız yorumlarına konu oluyor. Bu durum aynı zamanda ABD’nin yakın müttefiki konumundaki Kolombiya’nın yeni sağcı başkanı tarafından da istismar ediliyor. Bize nesnel olarak bu durumu ve PCV’nin bu konudaki görüşlerini açıklayabilir misiniz? Ayrıca Kolombiya Komünist Partisi ile olan ilişkileriniz hakkında, iki ülkenin emekçi sınıfları arasında sınıf perspektifine dayalı bir birlik inşa etme gibi girişimler üzerinden bizi bilgilendirebilir misiniz?
_______________________________________________________________________
Doğaldır ki siyasi, diplomatik, ekonomik, ticari, mali, teknolojik ve bilimsel ambargo ve pek çok alandaki somut yaptırımlar, Venezuela ailesi için son derece zor koşullar yarattı. Bu yaptırımlar devleti değil halkı hedef almakta ve soykırım niteliğinde. Emperyalist ambargo yüzünden gıdaya, ilaçlara ve diğer temel ürünlere erişimde sıkıntılar yaşanıyor. Aldatıcı propagandanın başarısının sonucu olarak, ayrıcalıklı kesimler, özellikle de küçük burjuva kesimler, şanslarını “cennete ulaşmak” için göç etmekte deneseler de, bu girişimleri genellikle başarısızlıkla sonuçlanıyor. Çünkü bu propaganda Venezuelalılara yardım etmeyi değil, uluslararası alanda bir “batık devlet” imajı yaratmayı ve “insani yardım” görünümlü bir askeri müdahaleye gerekçe yaratmayı amaçlıyor. Şu ana kadar, bu emperyalist taktik genel olarak başarısız olsa da, ülkeye büyük hasar verdi. Bunun bir örneği, üniversitelerin ücretsiz olması sayesinde eğitim alabilen çok sayıda profesyonelin ülkeyi terk etmesi. “Dolar” bu insanların aklını çeliyor. Küba’daki gibi diğer pek çok devrimci süreç de böyle bir sıkıntıyla karşılaştı. Şu anki göçmen sorununun nicelikten çok nitelik bakımından bir problem olduğunu söyleyebiliriz. Bu durum olası bir askeri müdahaleyi meşrulaştırmak için bir Truva atı gibi kullanılıyor.

Beklendiği üzere göçlerin büyük çoğunluğu Güney Amerika ülkelerine doğru gerçekleşiyor. Kolombiya’nın durumu ise nitelik arz ediyor ve uluslararası basın tarafından sıkça çarpıtılıyor. Venezuela’da, Kolombiya’da yarım yüzyıldan uzun bir süredir devam eden iç savaştan kaçan 5 milyondan fazla Kolombiyalı yaşıyor. Bu insanlar burada kardeşçe karşılandılar. Pek çoğu şu anda Venezuela’nın karşılaştığı sıkıntılar nedeniyle ülkelerine geri dönüyor; diğer bir deyişle, bu kişiler “göçmen” değiller. Burada medyanın çarpıtması söz konusu. Biz PCV olarak, yıllar önce Kolombiya KP’sinden yoldaşlarımızla beraber, iki taraftan da gidiş ve gelişlerin söz konusu olduğu sınır şeridini beklemek için “Barış İçin Sınır Cephesi”ni kurduk. Bu bölgedeki ailelerin iki ülkede de hayatlarını geçirmeleri sık karşılaşılan bir durum. Diğer bir deyişle, bu kişiler göçmen değiller, sürekli olarak sınırı geçiyorlar.
________________________________________________________________________
Seçimlerden önce Parti “eleştiriyi hak eden her şeyi eleştirmeye” karar verdi. Biliyoruz ki Venezuela’daki devrimci sürecin ve siyaset sahnesinin komünist unsuru olarak, hükümetin bazı tercihlerini, devrimci sürecin ilerlemesini engelleyen ve devrimci hareketi zayıflatan bazı yetersizliklerini, örneğin burjuvaziyle işbirliği içinde olduğu durumları açığa çıkarmaktan çekinmediniz. Bugün hükümeti Venezuela emekçi sınıfının güncel şartlar altındaki nesnel çıkarlarıyla uyumlu politikalar izlemeye zorlamak için nasıl bir strateji izlemektesiniz?
________________________________________________________________________
PCV “hükümeti zorlamayı” değil, işçi sınıfının ve diğer bütün işçilerin çıkarlarını savunmaya yönelik bağımsız siyasetini sürdürmeyi amaçlıyor. İktidarı alma stratejisini devam ettiriyor. “Yüzleş, Sınır Çiz, İlerlemek ve Kazanmak İçin Çoğal” siyasetine devam ediyor. Sınıf bilinci edinerek, proletaryanın ve halkın iktidarına dayalı olmayan, hükümetin ister içinden ister dışından olsun, bütün politikalarla karşı karşıya geliyoruz. Edindiğimiz Marksist-Leninist temel sayesinde, reformizmle, sağ ve sol oportünizmle aramızda sınır çiziyoruz. Organik bir gelişmeyle, doğru mücadele yöntemleriyle ve taktikler ve strateji arasındaki diyalektik ilişkinin titiz uygulamasıyla çoğalıyor, böylece devrimci süreci ilerletiyoruz. Zaferiyse iktidarı alıp sosyalizmi ve komünizmi kurduğumuzda kazanmış olacağız.

Şu an iktidardaki partiyle taktiksel bir ittifak içinde olsak da, “çok sınıflı” hükümetin içindeki kökleşmiş reformist kesimlerin varlığı hakkında bir yanılgıya düşmüş değiliz. Yolsuzluğu, bürokrasiyi ve verimsizliği devrimci bir siyasi sürecin baş düşmanları olarak kınıyoruz. Bunların cezasız kalmasını kınıyor ve ister hükümetten ister muhalefetten olsun, suçluların cezalandırılması yönünde çağrıda bulunuyoruz. Bütün bunları gerçekleştirmek için halkın iktidarına ihtiyaç var. 
________________________________________________________________________
Son olarak, sınıf mücadelesi ve sosyalist devrimin zaferi yönünden Venezuela’nın yakın geleceğini nasıl görüyorsunuz?
________________________________________________________________________
Açıkladığımız gibi, sınıfın düşmanları karşıdevrimci girişimlerinden vazgeçmeyecekler. Halk kitleleri arasında bilinç yaratmaya ve kendimizi uzun bir siyasi, ekonomik ve askeri direnişe hazırlamaya ihtiyacımız var. Bu bakımdan Türkiye Komünist Partisi ve Türkiye halkının, barış ve ilerleme dostlarının da içinde bulunduğu büyük uluslararası dayanışmaya da müteşekkiriz. Vurgulamak isteriz ki Venezuela’daki güncel siyasi sürecin, ülkenin bağımsızlığının ve egemenliğin savunulması bakımından, önemli antiemperyalist yanları bulunuyor. Komünist Parti işçi sınıfının, kentlerde ve kırsalda geniş halk kitlelerinin, antiemperyalist kesimlerin ve Silahlı Kuvvetler’deki devrimcilerin yardımıyla, sosyalizm ve komünizmin zaferiyle sonuçlanacak devrimci bir sürece yönelik nitel sıçramayı gerçekleştirmek amacıyla, devrimci bir iyimserlikle çalışmakta ve mücadele etmektedir.

Buna ek olarak eğer yolsuzlukların üzerine gidilmezse ve ithal ve mamul ürün kaçakçılarıyla iş yapan fırsatçı memur, polis ve askeri personel etkili bir şekilde cezalandırılmazsa, alınan önlemler yeterli olmayacaktır.

Aynı şekilde petrol, tarım ve sanayi üretiminin gelişebileceği koşulları hazırlayan önlemlerin gerekliliğine işaret ediyoruz. Hükümetin açıklamalarının üretime yönelik bir plan içermemesi bizi şimdiden endişeye sürüklüyor. Komünistler olarak bu krizin üretim olmadan aşılamayacağında ısrarcıyız.

Petrol politikalarının gözden geçirilerek, petrol üretiminin toparlanmasının ve artmasının sağlanmasının gerektiğini açıkça belirttik. Ayrıca tarımsal üretimin artması için köylüler ve tarımsal topluluklarla beraber cüretkar ve etkili planlar yapılmalı. Aynı şekilde, sanayinin dönüşümü ve devlete ait şirketlerin kurtarılarak tekrar üretken bir hale getirilmesi için etkili planlara ihtiyaç var.

Venezuela devleti tarafından geliştirilen üretim süreçlerinin işçi sınıfı ve halkın ülkenin en önemli üretim, dağıtım ve ticaret süreçleri, özellikle mafyatik gruplar, yozlaşmış sivil ve askeri öğeler tarafından ele geçirilmiş bulunan gıda sektörü üzerindeki denetimine tabi olması gerektiğini vurguluyoruz.

Ayrıca Venezuela Komünist Partisi olarak özel sermayeye ve büyük kapitalistlere dolarla destek sağlanmasına son verilmesinin, dış ticaretin tamamıyla kamulaştırılmasının ve böylece ülkenin ihtiyaçlarının, halkın ihtiyaçlarını karşılamak ve üretici güçleri geliştirecek temel bir planı uygulamak amacıyla devlet tarafından doğrudan elde edilmesinin gerektiğini ifade ediyoruz.

SOL / ICP


Röportajın İngilizcesine şu linkten ulaşılabilir: http://icp.sol.org.tr/interviews/venezuela-times-resistance-and-revolution

Cumhuriyet ve havalimanı - KADİR SEV

29 Ekim’de açılmış gibi yapılan İstanbul’daki havalimanı ne Türkiye’nin gücünün, kararlılığının, başarısının ne de ülke ekonomisini hedef alan saldırılara karşı direnişin bir simgesidir. Üstelik henüz bitmemiştir ve bu haliyle dünyanın en büyük havalimanı da değildir. Dahası, devletin gerçekleştirdiği ve sahibi olduğu bir proje de değildir.

Dört etaptan oluşan projenin ilk etabı 2021’de, dördüncü etabı 2028 yılında bitirilecektir.
Arsasını devlet vermiştir. İşi Cengiz, Limak, Mapa, Kolin ve Kalyon adlı beş yandaş şirketin oluşturduğu ortak girişim grubu yapmaktadır. Grup, öz kaynaklarından 1.5 milyar avro katmış; üçü kamu, üçü özel bankalardan olmak üzere toplam 5.5 milyar avro kredi almıştır.

Hazine garantisi verilmemiştir ama müşteri garantisine sahiptir.

Aslında hazine garantisi verilmesine gerek yoktur. Çünkü Cumhurbaşkanlığı 2019 Yıllık Programı'nda 205 sayılı tedbir ve açıklamasında; istikrarın sağlanması için gerektiğinde şirketlerin borçlarının üstlenilmesini sağlayacak yasal değişikliklerin müjdesi verilmektedir:
“Reel sektörde faaliyet gösteren büyük grupların borçluluk düzeyine ilişkin düzenlemeler gerçekleştirilecektir… Finansal istikrarın korunması çerçevesinde, belirli büyüklüğe sahip şirketler ile büyük grupların borçlarını izlemeye ve gerekli önlemleri almaya yönelik mevzuat çalışması yapılacaktır.”

Bu durumda Şirketlere verilecek müşteri garantisi öne çıkmaktadır. Bütün yap/işlet projelerinde olduğu gibi havalimanı projesinde de müşteri garantisi verilmekte; eksik kalan tutarın bütçeden karşılanması öngörülmektedir. Basından öğrendiğimize göre 12 yıl boyunca, dış hat giden yolculardan 20 avro, dış hattan-dış hatta giden yolculardan 5 avro; iç hat giden yolculardan en az 3 avro servis geliri garanti edilmiştir. Garanti edilen tutar kabaca 12 yılda 6.5 milyar avrodur.

Ortak Girişim Grubu'na 25 yıl süresince konaklama, lokanta, kafeterya, alışveriş yerleri ile reklam panolarını işletme hakkı tanınmaktadır. Bunun karşılığında KDV’siyle birlikte toplam 26 milyar avro ödeyecektir. Her yıla 1 milyar 40 bin avro düşmektedir.
Projenin, Cumhurbaşkanlığı 2019 Yıllık Programı'nda belirlenen “İstanbul’un uluslararası bir finans merkezi haline getirilmesine yönelik çalışmaların…” bir parçası olmak dışında anlamı yoktur ve bu haliyle teslimiyetin belgesi olarak anılmayı hak etmektedir.

Böyle bir projeden başarı öyküleri çıkarmak özel bir yetenek ister. Ne yazık ki ülkeyi yönetenlerde bu yetenek fazlasıyla var.

Cumhuriyetin kurulmasına denk bir iş yapıldığı algısı uyandırsın diye açılışı 29 Ekim gününe rastlatıldı ve bolca propagandası yapıldı.

Yetiştirmek için seferberlik ilan edildi. Çalışma yasalarıyla öngörülen hiçbir kurala uyulmadı. İşçiler, insanlık dışı koşullarda, asgari ücretin çok altındaki ücretlerle, gece gündüz çalışmaya zorlandılar.

Güvenlik önlemlerinin yetersizliği yüzünden onlarca işçi öldü. Kesin sayısını kimse bilmiyor; tahminler 35’ten başlıyor, 500’e değin çıkıyor.

İşin teknik gereklerine uygun yürütülüp yürütülmediği, iş güvenliği ve çalışma yasalarına ne denli uyulduğu gibi konuların denetlendiğini gösteren hiçbir iz yok.

Kaç işçi çalıştığı konusunda çeşitli rivayetler dolaşıyor ortalıkta; 20 bin diyen de var, 36 bin diyen de… Oysa daha şartname aşamasında işçilik ücretleri ile güvenlik önlemlerinin gerektirdiği harcamalar hesaba katılır ve “uygun bedel” belirlenir. Gerçekçi bir projeksiyon yapılmışsa çalışacakların sayısı kabaca da olsa baştan bellidir. Tahminler arasında bu denli büyük fark olması ya projeksiyonun gerçekçi yapılmadığını ya da çok sayıda işçinin kayıt dışı çalıştırıldığını gösterir. Ve elbette denetimsizliği de…

Buna göz yumulmasa, cinayete kurban gidenlerin sayısı kolayca öğrenilebilirdi. Kayıt dışı çalıştırılanların adları resmi belgelerde yer almadığı için cinayete kurban gittikleri kolayca gizlenebiliyor. Cesetleri bile bulunamıyor.

Gericiliğe karşı aydınlanma mücadelesi, cumhuriyetin kurulması böyle bir projeyle karşılaştırılıyor ve daha kötüsü bu yapılanlarla övünmemiz isteniyor.

Cumhurbaşkanlığı Orta Vadeli Planlarında, yatırım projeleri belgelerinde ve 27 Ekim günü yayımlanan Cumhurbaşkanlığı 2019 Yılı Programı'nda kamu yatırımlarının daha da azaltılacağı ve KOİ projelerine ağırlık verileceği vurguları sürekli yineleniyor.

Daha çok övünelim diye!

Kadir Sev / SOL

Cumhuriyet öldü mü? - GÜRAY ÖZ

Hayır diye başlayayım söze. Çünkü tarih, mücadele tarihidir. Türkiye’de şeriatçıların cumhuriyet ve demokrasi düşmanlığı yeni değil. İlk Meclis’te padişahlığı, halifeliği savunan İkinci Gurup etkiliydi. Bu etki o yılların jakoben siyaseti nedeniyle varlığını korusa da geri çekilmek zorunda kaldı.


•••

27 Mayıs sonrası ordunun siyasi bir kuruma dönüşmesi, devlet denetiminde laikliğin aklın özgürlüğünü esas almayan tanımıyla yetinilmesi, kazanımların savunulmasını zorlaştırdı. Anayasa’nın demokratik hakları genişletmesi, sol hareketleri güçlendirdi ama bu dönem aynı zamanda tarikatların yeryüzüne çıkma çabalarının da yoğunlaştığı dönem oldu.

•••

Solu yok etmeyi misyon edinen 80 darbesi Türk-İslam sentezinin koruyucusu oldu. 1991’de tarikatları frenleyen ünlü TCK 163. Madde’nin iptali ile yasal engeller kaldırıldı. Erbakan’ın partisi Meclis’e girdi. Koalisyonları zorunlu kılan dengeler, Ecevit’in başbakanlığında ısrarla savunulan “tarihsel uzlaşma” politikası, İslamcı akımların meşruiyet kazanmasının, iktidar ortaklığının yolunu açtı.

•••

Kimliğini AB yandaşlığı ile gizlemeyi başaran AKP’nin öncelikli hedefi, laiklik savunuculuğunu görevinin bir parçası olarak gören bürokrasiyi tasfiye etmek oldu. İkinci adım yargıyı temizlemekti. Bu süreç, devlet içinde, bürokraside, orduda, poliste, yargıda güçlenen, liberallerin eylemli desteğini alan Fethullah Cemaati’nin katkısıyla, ünlü Ergenekon davalarıyla tamamlandı.

•••

Fethullah örgütünün kanlı darbe girişimi sonrası AKP, yakaladığı bu fırsatı solu, akademiyi, siyaseti tasfiye ederek kullandı; artık Cumhuriyet’i sonlandırma aşamasına geldiği kanısındadır. Eğitimde zorunlu din dersi, imam hatipleşme yaygınlaştırılmış, muhalefetin güçsüz çıkışları da bu gelişmeyi kolaylaştırmıştır. Şimdi liberallerin evvel eski hayal ettikleri ve “sona erdiğini” iddia ettikleri Cumhuriyet’in bittiği, bundan böyle “İslam Cumhuriyeti” döneminin başlayacağı, başladığı söylenir oldu. 

•••

Yılgınlığı besleyen bu iddianın, Cumhuriyet’in bu kadar kolay alt edilebileceği ya da edilebildiği iddiasının irdelenmesi gerekiyor. Sosyalistler arasında da bu iddiayı içtenlikle tartışanlar ya da tartışmasız kabul edenler var. Oysa mevzileri kolayca terk etmek doğru değildir; örneğin, yargı denetim altına alınmış olsa da, sivil hukuk sistemi, ki ulusal devletin bir tezahürüdür, “mülkiyete dayalıdır burjuva hukukudur” demeyecekseniz, henüz değiştirilemedi; yanlış kurgulanmış olsa da laiklik direniyor; en önemlisi Türkiye’nin bir İslam cumhuriyeti olmasına itiraz edenlerin kitlesel gücü yok edilemedi.

•••

Belki de kimi arkadaşların “cumhuriyet bitti” iddiasını doğru bulması, “yanlışı çoktu, ufku kapalıydı, artık eskidi, savunmak gerekmez” türünden değerlendirmelere dayanıyordur. Ama tarihi yapanların hangi koşullarda mücadele ettiklerini, sınıfsal konumlarını, hangi koşullarda tarih yaptıklarını bilmek gerektiğini anlatan yöntemsel uyarının gerçekçi, bu nedenle devrimci olduğu, geleceğe ışık tuttuğu unutulmamalı.

•••

Yavaşça ısınan sudaki kurbağaya benzemek istemiyorsak, su kaynamadan kazanı, parlak görünebilir ama “haydi sıfırdan başlayalım” bakış açısını terk etmekte yarar var. Demokratik Cumhuriyeti savunanlar Meclis’i dışarıda da işlevli hale getirebilirler; laikliği savunmanın cumhuriyeti savunmak anlamı taşıdığını gösterebilirler. Sosyalist cumhuriyet, kazanımlar cumhuriyet düşmanlarına “alın sizin olsun” diye terk ederek kurulamaz. 

Cumhuriyet öldü mü? 

“Hayır” diye bağlayayım öyleyse ben de yazıyı...

Güray Öz / BİRGÜN

Cumhuriyetin marşları, milletin adı ve tarih bilinci - Barış Doster

Türkiye, son yıllarda 10. Yıl Marşı’na, İzmir Marşı’na tahammül edemeyen, bu marşları gençlerin coşkuyla okumasına katlanamayan kamu görevlilerinin kabalıklarına tanık oluyor.

 Son olarak ülkemizin köklü eğitim kurumlarından İstanbul Erkek Lisesi’nde İzmir Marşı okuyan öğrencileri, müdür başyardımcısının tokatladığı yansıdı basına. 

Türkiye’yi yöneten siyasal heyetin, Reşit Galip’in yazdığı Andımıza yönelik alerjisini, okullarda okutulmasına ilişkin Danıştay kararına tepkisini, bu metni ırkçı bulurken, İstiklal Marşımızda geçen “ırk” kelimesi hakkında ne düşündüğünü fonda tutarak, geçen haftaki yazının devamı niteliğinde, şu noktaları tartışmayı sürdürelim.

Birincisi; iktidar Atatürk ve İnönü başta olmak üzere, Kurtuluş Savaşı’nın, Cumhuriyet Devrimi’nin önderlerine, Cumhuriyetin değerlerine, simgelerine, kurumlarına yönelik öfkesini ortaya koyarken, bir yandan da kendi tarihini yazmaya çalışıyor. Bu konuda hem iktidarla aynı geleneğe mensup isimler, hem liberallerden devşirdikleri kadrolar, ortak çaba içindeler. 

İkincisi; iktidardan cesaret alan, durumdan vazife çıkaran, muktedirlerin gözüne girmek isteyen, kraldan çok kralcılık yapan kimi kamu görevlileri, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığında yarışıyorlar. 

Üçüncüsü; Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığında, dinci sağ, etnikçi, bölücü çevreler ve Batıcı liberaller ittifak kurmuşlar. Hepsi, Türk ve Türk milleti kavramını, etnik kimlik olarak görüyorlar. Üst kimlik, ortak kimlik, ulus kimlik olarak kabul etmiyorlar. Anayasa dışına çıkarmak istiyorlar. Böyle düşünenlere ana muhalefet içinde de rastlanıyor.
Dördüncüsü; kendi dili olan, yaşadığı topraklar, 12. yüzyıldan beri Avrupa’da da “Turçia/ Turkiya”olarak anılan, yurttaşlarının yüzde 85’i kendisini Türk olarak tanımlayan, hisseden bir millete adından, millet tanımından, milli kimliğinden, milliyetçi tavrından vazgeçmesini önerenler etkili konumdalar. Bunların siyasette bu kadar güçlü ve etkili olması, milliyetçiliğiyle övünen bir halkın, çelişkisi ve tutarsızlığı değil mi?

Ulus bilinci mi, ümmet kafası mı?
Meselenin özü şu: Üst ve alt kimlik kavramları farklıdır. Siyasal olarak da, etnolojik bağlamda da. Örneğin Türklük; Azerbaycanlılar, Türkmenler, Özbekler, Yakutlar, Kazaklar, Gagavuzlar için etnolojik anlamda üst kimliktir. Bunların hepsi Türklük çatısı altındadır. Bu tartışma etnik köken, milliyet, millet, soy, boy, klan bağlamında yapılabilir. Öte yandan Türklük, siyasi anlamda farklıdır. Ortak kimliğin, üst kimliğin, ulus kimliğin, yurttaşlık bağının ve bilincinin adıdır. Bütünleştirici, kapsayıcı, kucaklayıcıdır. Siyasal bilinçle ilişkilidir. 

Dışişleri bakanıyken, 2012’de, bir ulus devletin dışişleri bakanı olduğunu unutup, “Ulusçulukla hesaplaşmanın zamanı geldi” diyebilen Ahmet Davutoğlu’nun bu sözleri, tarih bilgisi ve tarih bilincinin boyutlarını ortaya koyuyordu. Uluslararası ilişkiler profesörü olan eski başbakanın, kitabına adını verdiği üzere, ne ölçüde “Stratejik Derinlik” sahibi olduğunu da, Suriye siyaseti gösterdi. Ne var ki, Osmanlıcılığı savunan, Sultan Abdülhamit siyasetini öven, İngiliz Uluslar Topluluğu benzeri bir Osmanlı Uluslar Topluluğu kurmaktan bahsedecek kadar gerçeklere uzak olan siyasi tutum, Davutoğlu’na has değil. Hayli yaygın. Türk milleti demekten özenle kaçınan  Atatürk’le arasına mesafe koyan bu siyasetin açmazı da büyük. Öyle bir açmaz ki bu, devletin adı Türkiye Cumhuriyeti, Meclis’in adı Türkiye Büyük Millet Meclisi, dilin adı Türkçe. 

Ama milletin adı yok. 

Yurttaşın adı yok.

Bu anlayış, ümmet bağını ortak, üst kimlik olarak görüyor. Ama aynı dine, aynı mezhebe mensup, aynı dili konuşan Araplar arasındaki kavgalardan ders çıkarmıyor. 

Liberaller ve Kürtçüler gibi, Türk’ü, sadece bir etnik aidiyet olarak görüyorlar. Ulus ve yurttaş kavramlarının arkasındaki tarihsel, toplumsal, siyasal, kültürel birikimi, kaynaşmayı kavramıyorlar. Türkiye’de yaşayan insanları da ümmetin mensubu, etnik aidiyetler, feodal mensubiyetler, mezhepsel kimlikler topluluğu olarak niteliyorlar.

Kıssadan hisse: Dev ve devrimci önderimiz Atatürk’ün dediği gibi, “Tarih, ihtiyatsızlar için merhametsizdir”.

Barış Doster / CUMHURİYET

Biten ve güçlenen Cumhuriyet - Deniz Yıldırım

Cumhuriyet mi kaldı, neyi kutlayacağız?” tartışması bu 29 Ekim’de de öne çıktı. Oysa biteni de süreni de anlamak için Cumhuriyet Devrimi’ni iki temel zemin üstünde, siyasal ve toplumsal ayaklarına bakarak okumalıyız. 

Karamsarlıkla mücadele için bu zorunlu. 


Cumhuriyet, köklü siyasal ve toplumsal dönüşümlerin toplam adıydı.Cumhuriyet Devrimi’nin siyasal programını Atatürk Meclis’te “Yeni Türkiye devleti, bir halk devletidir, halkın devletidir. Geçmiş dönemde ise bir kişinin devleti idi, kişilerin devleti idi” sözleriyle ilan etmişti. Artık şahıslar, aileler ya da ayrıcalık sahipleri değil, halk egemen kılınacaktı. Egemenliğin kaynağı da bu dünya olacaktı. Ve bütün bunlar bir Kurtuluş Savaşı verilirken gerçekleşti. Bağımsızlığımızı kazanış hedefiyle Cumhuriyet inşası etle tırnak oldu. 

İşte bugün bitirilen, Cumhuriyet Devrimi’nin bu siyasal karakteri. Rejim yeniden dinle meşru kılınmaya çalışılan bir şahıs devletine dönüştü; halkın egemenliğini kullanmasını sağlayan, başta Meclis olmak üzere tüm kurumlar etkisizleştirildi, devlet yeniden bir Saray Rejimi etrafında örgütlendi. Siyasal Cumhuriyet bitti. Acı gerçek bu. 


Devrimin diğer zemini ise toplumsal ayaktı. Yani toplumsal Cumhuriyet. Kişinin kendi kaderini eline almasını sağlayacak, en kötü hallerde bile yaşadığı şartları dönüştürme iradesini kişiye hissettirecek bir aydınlanma, çağdaşlaşma dönüşümüydü toplumsal devrim olarak Cumhuriyet. İşte halk içinde etkileri süren Cumhuriyet kazanımı budur ve gelecek için önemi büyüktür. 

Kutlanmalı.

Açalım: Bir yanı, günden güne Atatürk’ü daha fazla sahiplenme, Atatürk’e koşmadır. AKP iktidara geldiğinde yıllık ziyaretçi sayısı 2 milyon civarında olan Anıtkabir’e, sadece 2017’de 6 milyon 800 bin yurttaş koştu. Atatürk’ün adını okuldan, stadyumdan, salondan silme siyasetinin karşısında bir protesto ve Ata’ya vefa hareketi özel günlerde, tıpkı bu 29 Ekim’de olduğu gibi, toplumsal bir hareket halinde yatağından taşarak sele dönüşmekte. Tesadüf değil. Toplumlar, büyük çözümsüzlük dönemlerinde, kendi tarihlerindeki büyük sıkışmaları aşan liderleri yeniden keşfetmeye, değerlerini yeniden anlamaya ve günün şartlarına göre yeniden yorumlamaya yönelir. Bu oluyor. 
Tüm bunlar, “kindar nesil” yaratmak için Cumhuriyetin toplumsal devrimlerini silme hedefini en çok da eğitim aracılığıyla, çocuklar ve gençler üzerinde uygulamaya çalışanların döneminde yaşanmakta. Dahası var: Bilgi Üniversitesi’nin 2018 başında yayımladığı kutuplaşma araştırmasına göre, tüm yaş gruplarında “Biz” dendiğinde “Atatürkçüler” ifadesi aklınagelenlerin oranı yüzde 50.2. Bu oran yine aynı üniversiteden akademisyenlerin yürüttüğü bir başka araştırmaya göre 18- 29 yaş arası gençlerde yüzde 52’dir. Yani AKP döneminde yetişmiş kuşaklarda   Atatürkçüyüm  diyenler, AKP öncesi kuşaklara göre daha fazla. Demek ki etki ters tepiyor; gençlik Atatürk’e yöneliyor, halk içinde Cumhuriyete gençlik aşısı geliyor. 

Kutlanmalıdır. 

Bugün toplumsal cumhuriyetçiliğin bir ayağı Atatürk’e artan yöneliş ise, diğer ayağı da farklı kesimlerden yurttaşların Cumhuriyete yükledikleri anlam ve beklentilerin çeşitlenmesidir. Bugün Cumhuriyet, Saray Rejimi karşısında kimisi için bağımsız yargı ve adalet; yurtlarda yanarak can veren çocuklarımız için “kimsesizlerin kimsesi”; torpilin, eş, dost, akraba, damat düzeninin içine giremeyip atanamayanların atanma umudu; kimisi için inançların güvence altına alındığı, sömürülmediği bir laiklik; kimisi için milli bağımsızlığımızın tesisi; kimisi için de Kürt sorununun çözümü demektir. Bu, toplumdaki cumhuriyetçiliğe yaslanarak siyasal Cumhuriyeti yenilenmiş şekilde inşa etmenin de programıdır. Devletten dışlanan Cumhuriyet, halk içinde yeniden mayalanmakta. 


Bu niye önemli? 

Çünkü Cumhuriyete varan kurtuluş süreci önce halk içinde örgütlenmiş, halka dayanmıştı. Ve bunu okuryazarlığın en düşük olduğu, iletişim olanaklarının bugünle kıyaslanamaz ölçüde sınırlı bulunduğu ve saltanat fikri karşısında Cumhuriyetçi olmanın bir vicdani sır olarak taşınmak zorunda görüldüğü dönemde yaptı Atatürk. Bugün şartlar daha olumlu. Cumhuriyetçilik 100 yıl öncesine göre çok daha geniş bir toplumsal tabana oturdu. 

Bu, Cumhuriyet Devrimi’nin toplumsal ayağının sonucudur ve yaşayan budur. Yani hava tam kararmadı. Bu birikime yaslanarak neler yapılabilir, yazmayı sürdüreceğim bu konuda.

Deniz Yıldırım / CUMHURİYET

CHP'de kenetlenmek...- Tuncay Mollaveisoğlu

Atatürk Türkiye'sine inanmış milyonlar "o gece"den beri kendine gelemiyor.
Cumhuriyet tarihinin en önemli seçiminde, rejimin değişeceği seçimde muhalefetin "alternatif sandık sayım sistemi" çalışmadı!
Oyların sayımı AKP devletinin güdümündeki şaibeli kuruluşlara bırakıldı.
Sonuç ortada...
Bilgisayar Mühendisleri Odası "oyların kaydırıldığını" tespit etti.
Muhalefetten "çıt yok..."
Milyonlarca insanı peşinden sürükleyen, umudu uzun süre sonra ilk kez zirveye taşıyan Muharrem İnce de "o gece" ortalarda yoktu. Daha sonra anlattıkları ise en azından beni tatmin etmedi...
O karanlık gecenin faturasını yalnızca gazetecilik yapan İsmail Küçükkaya'ya fatura etmeye çalışanlar oldu...

                                                                          *

Şimdi, yerel seçimler öncesinde "o gece"nin yarattığı büyük travma, ağır bir örtü gibi muhalefetin üzerine serili... Özellikle CHP seçmenlerinin.
Bu örtü nasıl kaldırılacak? Umut ve heyecan nasıl yaratılacak?

Üstelik "o gece"nin sorumluları hâlâ vitrinlerdeyken...

Hatırlayın;
Sosyal medyada yaymışlardı; CHP'nin "4 ileri geleni" cep telefonu kaydına gülümseyerek seçim şarkısını okuyorlardı... Bu işler gazla-tozla olmuyormuş... Örgütlenmek ve hazır olmak gerekiyordu... Şarkı söyleyenler hazır değildi...

                                                                          *

Fotoğraf karanlık görünse de bir çıkış yolu orada duruyor...
Mart ayındaki yerel seçimler... Bu seçimlerde referandumda ortaya çıkan güç birliği gerçekleşirse, büyükşehirlerin alınması an meselesi olur.

6 Büyükşehir Belediyesi CHP'de... Muğla, Aydın, Eskişehir, İzmir, Hatay ve Tekirdağ... CHP'nin Muğla, Eskişehir ve Aydın'da mevcut adaylarla kaybetme ihtimali yok...
İzmir'de Aziz Kocaoğlu'nun yerine kimin geleceği kritik önemde... Hatay ve Tekirdağ ile ilgili ise yorum yapacak bilgiye sahip değilim...

Adı hizip ile özdeş bazı isimlerin berrak suyu bulandırıp AKP'nin ekmeğine yağ sürmeye çalıştığını da duymuyor değilim... Kemal Kılıçdaroğlu'nun, hırsları ile Roma'yı yakacak cüretteki bu isimleri bildiğine ve onların tuzağına düşmeyeceğine eminim.
Aklıselim, yalakalığa galip gelecektir...

                                                                            *

Ankara, İstanbul, Balıkesir, Adana, Antalya, Mersin, Denizli CHP liderinin "hedefimiz" dediği Büyükşehirler...

İstanbul ise; siyasetin en belirleyicisi ve iktidarı değiştirmenin en önemli basamağı...
Akif Hamzaçebi, Abdüllatif Şener, Aykut Erdoğdu, Muharrem İnce ve Gürsel Tekin'in isimleri yarışıyor...

TELE 1 ekranlarında İstanbul'un bir önceki dönem CHP İl Başkanı Cemal Canpolat'a sordum.
Canpolat referandumda yüzde 52 Hayır oyunun çıktığı dönem İstanbul İl Başkanıydı. Daha sonra yapılan seçimlerde 4 oy farkla yerini Canan Kaftancıoğlu'na bıraktı.

"Umut vermemiz gerekiyor, eksik olan umuttur" diyor Cemal Canpolat;
"İstanbul'da uyuşturucu ile mücadele ettik. Ailelerine ulaştık. Engelli yurttaşlara yönelik projelerimizle yüzbinlerce aileye dokunduk. Kağıt toplayıcıların sayısı 150 bin... Kağıt toplayıcılarının komisyonunu kurduk. 500 bin aileye ulaştık."

Referandumda Büyükşehirlerde kaybeden AKP, yerel seçimlerde de kaybedebilir mi? Yüzde 52 elbette tek başına CHP'nin başarısı değildi ancak o dönemde İstanbul'un kenar semtlerinde CHP görünür olmaya başlamıştı. Canpolat devam ediyor;
"Referandumda yaptığımız çalışmalar sonucu Bağcılar'da yüzde 45 oy çıkardık. Esenler muhafazakâr bölge, nüfusu Malatya ağırlıklı. İki yüz Malatyalı kanaat önderine mektup yazdık. En az oy çıkardığımız bölgelerden Esenyurt'ta yüzde 34 oy aldık... İnsanlara dokunursan orada varsın."

Peki ya İstanbul Büyükşehir Belediyesi? Cemal Canpolat yukarıdan aşağıya herkesin fedakârlık yapması gerektiğini söylüyor;
"İstanbul'da şu anda oyumuzun yüzde 60'larda olması lazım... CHP geleceğini 4-5 belediye ile sınırlamamalıdır. Dar kadro anlayışı ile olmaz. Yerel yönetimlerde bu anlayış hâkim olursa seçim kolay olmayacaktır. Yine parti içinde aynı şeyler yaşanırsa, dar kadro milletvekili anlayışı ile son seçimlerde aldığımız oy oranı belli..."

Kucaklaşmamız lazım diyor Canpolat... Parti içindeki küskünlüklere bir an önce son verilmeli, layık olanlar, hak edenler, karşılığı olanlar adaylaştırılmalı... "Tüm yükü çeken ilçe başkanlarının da belirleyici olması gerekir" diye ekliyor.

Canpolat'a göre İstanbul CHP'yi bekliyor... Yoksullar, emekçiler, gençler hazır...

Yeter ki CHP hazır olsun.

Bütünleşmek, küslüklere son vermek, hak edenleri, layık olanları, başarıyı ödüllendirmek yerelde iktidarı getirebilir.

CHP, kenetlenebilecek mi?


Tuncay Mollaveisoğlu / YENİÇAĞ

30 Ekim 2018 Salı

Bir halk yaratmak - ORHAN GÖKDEMİR

1861 yılında Çar II. Alexander yüzyıllardır süren serfliği ortadan kaldırdı ve nüfusun çoğunluğunu teşkil eden köylüleri serbest bıraktı. Fakat böylece köylüler topraklarından da olmuşlardı. Yüzyıllardır ekip biçtikleri toprakları büyük bedeller ödeyerek geri almak zorunda kaldılar. Haksızlık o kadar açık, o kadar parmağım kör gözüne şeklindeydi ki şiddet eylemleri baş gösterdi. Haksızlığa ve isyana tanık olan aydınlar toprağın yeniden dağıtılmasını sağlayacak bir devrimin gerekli olduğunu fark etti. Bu devrimin yakın olduğuna inanan çok sayıda küçük eylemci gurup oluştu. Rusya “Narodnizm”le tanışıyordu.  

Rus popülizmi-Narodnizm-bir tarım devrimi ideolojisidir. Otokrasinin kaldırılmasından ve toprağın köylüye verilmesinden yanaydılar. Kapitalizmin Rusya'da arızi bir şey olduğuna, gelişme olasılığı bulunmadığına inanıyorlardı. Bu nedenle de Rusya'da devrimci güç olarak proletaryayı değil, köylüyü görüyorlardı. “Halka doğru” giderken gerçekte gittikleri halk köylülerden ibaretti. Büyük çaresizliktir. 

Çaresizlik, silaha sarılmak şeklinde nüksetti. Narodnik Dimitri Karakozov 1866’da, Çar’a yönelik başarısız bir suikast girişiminde bulundu, bedelini hayatıyla ödedi. Köylüler eylemiyle pek ilgilenmiş görünmüyordu fakat gençler etkilenmişti. 1874’de binlerce genç öğrenci sosyalizm propagandası yapmak için Rusya’nın kırlarına akın etti. Köylüler şaşkın bir şekilde kendileri gibi olmaya çabalayan şehirli çocukları izliyordu. 

İzlemeyenler polise koştular, kendilerini kurtarmaya gelen gençleri ispiyonladılar. Çoğu polis tarafından avlandı, yıllarca hapis yatanlar oldu. Bir halk yaratma girişimidir.
Yenilince daha örgütlü gitmeyi denediler. Halkın İradesi (Narodnaya Volya) yenilenlerin izinden gitti, dersler çıkarmışlardı, zaman zaman başarılar da elde etti. Çar II. Aleksander’ı öldürmeyi başardılar mesela. Ama eylemin sonuçları çok ağır oldu. Bir kısmı çarla birlikte can verdi, geriye kalanlar darağacında tamamladı kısa ömrünü. Lenin’in ağabeyi Saşa da onlar arasındaydı. Olmayan bir halk için ölmeyi göze almışlar, tereddütsüz ölüme atılmışlardı. Halk yaratma girişimidir, müthiştir.

Tek bir getirisi oldu bunca kanın, gözyaşının, acının, kaybın. Çabalarının monarşiyi alaşağı etmeye yetmeyeceğini acı bir tecrübeyle öğrenmiş oldular. Bunun için başka türlü bir irade ve başka türlü malzeme gerekliydi. Kurtuluş köylerde değil, şehirlerde, zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan işçiler arasındaydı. 

                                                                ***

Şimdi “Narodnizm”i bir başlangıç sayıyoruz. Ekim Devriminin kökeninde “Narodnik” hareket var. Halkçıydılar ve köylüleri ayağa kaldırarak devrim yapmayı, köylüden bir halk icat etmeyi hayal etmekteydiler. 

Sadece Ekimcileri değil, Çin’i ve Osmanlı İmparatorluğunu da etkilediler. “Halka doğru” gitmek zamanın ana eğilimiydi. Çin’de seçkinlerin inancı olan Konfüçyüsçülüğe karşı, kırsal köylü kültürünü yücelttiler. Folkloru icat ettiler, köy kültürünü her şeyin kaynağı saydılar. “Köycülük”ün Çin versiyonudur. İçinden Maoist hareket çıktı, böylece Halkçılar Çin’de iktidar oldu. 

Bizdeki karşılığı Jön Türk hareketidir. Çabaları 1908 Devrimi ile taçlanmıştır ve esası “halka doğru” gitmektir. 1908’de padişahı alaşağı edip bir halk yaratmaya girişti. Fakat 1909’da halk olmaya direnen ümmet ayaklandı. 31 Mart’ta biri köhne, diğeri yeni-ilerici iki kuvvet Gezi Parkı’nda karşılaştı. Gericilik yenildi. Mücadeledeki kayıplarımız Hürriyet-i Ebediye veya Abide-i Hürriyet’tedir. 

Ardından Balkan Harbi patlak verdi, o hengâmede bulduğumuzu yitirdik. Cumhuriyet yitmişi buldu, tamamlamaya girişti. “Köycülük”le başlaması, “halka doğru” hareketlenmesi pek manidardır. Hikâyesini Yakup Kadri yazmıştır; “Yaban” bir halk yaratmak üzere yönünü köye ve köylüye dönmüş aydının trajedisidir. 

Demek ki “Narod”, “Halk”, meselenin esasıdır. Rusya’da icat edildi, Ekim Devrimine evrildi. Çin’e sıçradı, Maoculuk onun paltosundan çıktı. Osmanlı’ya nüfuz etti, Kemalist Cumhuriyet’in sebebidir. Her durumda Narodnizmi bir başlangıç sayıyoruz. Zaten Kemalizm’in “Halkçılığı”, henüz ortada bir halk yokken icat edilmiştir. Halkçılık halktan öncedir ve demek ki bir halk yaratmanın yollarından biri halkçılıktan geçmektedir. 

                                                                ***

Batıda bir başka yol buldular. Kapitalizmin gelişmesi, milli pazar ihtiyacı ve Büyük Fransız Devrimi’nin etkisi Avrupa’nın hemen her yerinde bir “halk yaratma” çabasına yol açıyordu. Hâlbuki somut durum, bir imkânsızlığa işaret etmekteydi. Cermenler, Gallo-Romanlar ve Frankların bir karışımı olan Fransa çorbası uzun ve kanlı bir hesaplaşmanın sonunda Fransızları yaratabilmişti. Avrupa “ırkı” keşfediyordu. Fransız Devrimi’ni Galyalılar ile Frankların savaşı olarak görenler çoğunluktaydı. Hâlbuki daha yakın bir zamana kadar “halkların” Kutsal kitaba uygun olarak Ham, Sam veya Yafes’in soyundan gelenler olarak sınıflandırılması modaydı. 

İngiltere’de de durum en az Fransa kadar karışıktı. Keltler, Cermenler, Britonlar ve Anglo-Saksonlar zaman içinde karışmış kaynaşmıştı. Üzerine bir de İbrani rüzgârı geldi. Karmaşa göçenlerle okyanusun öte yanına taşıdı. Yeni Dünya-yerlileri saymadıklarından - bir Cermen-İbrani senteziydi nihayetinde. 

Sonrası malum, işi büyütüp Avrupa’nın bütününe bir kök aramaya koyuldular. Yunanistan’ı buldular. Yetmeyince Hint-Avrupa ve sonra Hint-Hitit kökleri icat ettiler. Avrupa yaratılmış bir kıtadır. Sakinleri bir halk yaratmakla kalmayıp, bir kıta icat etmişlerdir. Hâlbuki Avrupa coğrafi olarak Asya’nın küçük ve önemsiz bir uzantısıdır. Doğal sınırlar değil, “Avrupa kültürü ve medeniyeti” onun sınırlarını belirlemektedir. Artık sorgulamıyoruz.
                                                                ***

Peki, bu durumda Avrupa kıtasının sınırları neresidir?
17. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu Avrupa sınırları içerisindeydi. Navarin Savaşı’ndan sonra, Yunanistan Krallığının kurulmasıyla Osmanlı Avrupa’nın dışında kaldı, Yunanistan sınırları Avrupa’nın da sınırları oldu. Bir ara o sınırlar Ortodoks Hristiyanlıkla Katolik Hristiyanlık arasından geçmeye başladı. Yugoslavya’nın parçalanması sürecine bir de bu açıdan bakılabilir. Şimdi, Bulgaristan yeni sınır olmuştur ve Avrupa kıtasının sınırları Edirne’de nihayete ermektedir. Avrupa’nın hep bir duvara ihtiyacı vardır. Doğal sınırlarınız yoksa duvar örmek zorunda kalırsınız.

Duvar yoksa sınırlar da oynaktır. Bir dönem Türkler, başka bir dönem Kürtler ve Farslar Avrupalı sayılmıştır; çünkü Kürtçe ve Farsça Hititçe ile akrabadır. Oysa Türkçe dışındadır ve bu uzaklık, Batıcı bir program yürüten Kemalizm’in en büyük sorunlarından biridir.

Mustafa Kemal, İttihatcılardan miras Batıcı bir program yürütüyordu, bu yüzden Hititlerin Türk olduğunu iddia etmek zorunda kaldı. Kemalizm Hititlerin Türk olduğunu iddia ederken, aslında Türklerin Hitit kökenli olduğunu söylemek istiyordu. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Avrupa Hitit köklerine yüz yıldan bu yana ırkçılığa kaçan bir tonda vurgu yapıyordu. Kemalistler Anadolu dillerinin (Lidyaca, Karyaca, Likyaca, Luvice, Hititçe) Hint-Hitit çıkışlı olmasının işlerini kolaylaştıracağını düşündü. Cevat Şakir’in başını çektiği “Anadoluculuk” hareketinin çıkışı budur. Anadolucular, “Bu mirasın sahibi biziz,” demeye getiriyorlardı. Kemalist hareket Avrupa ideolojisinin yönelimini sezmiş ve “Türk Tarih Tezi” ile Avrupa ırkçılığının karşısına Türk merkezci anlayışla çıkmaya çalışmıştı.

Hâlbuki Kurtuluş Savaşı’nda esas düşman Yunan Krallığı’ydı ve bu krallık Avrupa’nın himayesi sayesinde kurulabilmişti. Yani Kurtuluş Savaşı içinde aynı zamanda Avrupa’nın sınırlarını yeniden belirleme savaşı vardı. Kemalizm, böylesine elverişsiz koşullarda olmayan bir ulusu icat etmek zorunda kaldı. Ümmetten millet üretti ve ürettiğinin pek sorunlu olduğunu artık biliyoruz. Olmamıştır.

Olduğu kadarı bile düzenin efendilerini ürkütmeye yetmiştir. Ayaklarının altındaki toprağın kaygan olduğunu gördü ve büyük bir korkuyla kendi öz evlatlarına saldırdı. Solu bastırdı ve sağ için yolu açtı. Altından büyük bir karanlık çıkmıştır ve buna şimdi İslamizasyon diyoruz…
                                                                 ***

Zaman zaman halk olmayı başardığımızı biliyoruz. 1960’lı yıllarda, hatta 1970’li yıllarda çok yaklaştık. Haziran Direnişinde mümkün olduğunu yeniden gördük. Uzun bir yoldur ve ilerliyoruz.

Türklük meselesine gelince; Bizde “Türk”ü keşfedenler Yahudi kökenli Macar aydınlarıdır, Arminius Vambery ve Leon Cahun’a borçluyuz. Türk olduğumuzu onlardan öğrendik fakat kabul etmedik. Kemalistler halk olmamız için aynı zamanda Türk olmamız gerektiğine inanıyorlardı; Anadolu’yu dolaşıp köylerde Türkleri aradılar ve fakat yalnızca Müslümanları buldular. 

Büyük yazarımız Doğan Avcıoğlu’nun “Türklerin Tarihi” büyük bir giriştir. Öncesinde “Türk Tarihinin Ana Hatları”, bilinen adıyla “Türk Tarih Tezi” var. Arada Avram Galanti’nin “Türklük İncelemeleri”. Esası bu kadardır. İcat ettik ve kabul etmeyenleri inandırmayı başardık.

Kendisini bomba yapıp Çarın üzerine atan Narodniklerden beri işimiz bu, yaparız, yaratırız. Aksini düşünenler yoldan çıkmışlarımızdır, anlarız. Kayıplarımızdan sayarız.

Orhan Gökdemir / SOL

"En büyük" olunca ne oluyor mesela? - Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Kimilerinin vizyonu bu yazıyı bir "vizyonsuzluk vesikası" olarak arşivlemeyi gerektirebilir ama yazmadan duramayacağım!
Önyargıyla, siyasi tarafgirlikle, müzmin muhaliflikle filan değil sıradan biri olarak, hayatın olağan akışı içindeki parametrelerle değerlendiriyorum ama bir insan niye "dünyanın en büyük havalimanı"ndan seyahat etmek istesin anlamıyorum!
Önümüzdeki günlerde ailecek bir İstanbul yolculuğumuz olacak, yeni havalimanına inersek Türk Havayolları'nın müthiş de bir promosyonu var, uçak bileti otobüs biletinden bile ucuza geliyor ama biz 'test etmeye' cesaret edemedik mesela!
Havalimanının "en büyük" olmasının seçmen açısından ne avantajı var?
Misal, az buz değil hayli uçak yolculuğu yapan/yapmışlığı olan bana sorsalar; "en iyi havalimanı en küçük havalimanı"!
Kalabalık yok... Sıra yok... Kuyruk yok... Kargaşa yok... Yetiştim yetişemedim stresi yok... Bagaj kaybetme ihtimali yoka yakın...
Kapıdan girdikten sonra uçağa biniş kapısına ulaşman birkaç dakika...
Aynı şekilde kapıdan uçağa binip, koltuğuna sırtını yaslaman da...
Öyle park yeri aramak yahut uçağa varmak için apronda dolap beygiri gibi dönüp dolaşmak yok...
Bir insan neden, başta en değerli hazinesinden zamanından çalacak olan "en büyük"te koştur koştur yolculuk yapmaya mecbur bırakıldığı için iktidara hayranlık, şükran vs. duysun ki!
Sanırım, kimsenin bu hisleri beslemediği anlaşılmış olmalı ki; dün "havalimanından canlı" yapılan yayınlarda konuşanlar "en büyük" vurgusunu arada kaynatmayı denedi.
"Ulaşım" konusuna neredeyse hiç girmedi;
Girse çıkamayacak, nasıl çıksın, o mesafe için en akli ulaşım aracı olan metro yok bir kere; bitecek de, hizmete girecek de, ölme eşeğim ölme!
Yazacağım ama gülmeyin, yeni bir "övünme" vesilesi bulmuş arkadaşlar; şimdi oradan yürüyorlar!
Efendim, yeni ve en büyük havalimanımızın dış cephesi öyle şahane tasarlanmış, çatısı öyle dahiyane planlanmış, kapalı alanlar öyle çok gün ışığı alıyormuş ki, neredeyse ışık kullanmaya bile gerek yokmuş! Nasıl bir elektrik tasarrufu sağlıyormuş, nasıl bir elektrik tasarrufu sağlıyormuş sormayın!
Neden, zaten dünyanın en büyük havalimanlarından biri olan Atatürk Havalimanı'na kilit vurduğumuzu, var olanı yıkıp milyonlarca dolarlık zarar ettiğimizi unutacağız, sormayacağız...
Neden, yok canımızla durduk yere, ortalama 35 milyar dolar harcadığımızı unutacağız...
"Yaşasın elektrik faturası çok gelmeyecek" diye alkış tutacağız öyle mi?
Devede kulak...
Kaldı ki, "saray"ın sabahlara kadar yanan ışıkları ne olacak?
***
"Zemin müsait" değilmiş!

Havalimanını yapan ekibin yöneticisi, inşaat sürecinde yaşadıkları sıkıntıları anlatırken "Bizim için en büyük zorluk zemin"di diyor.
Be adam...
Madem bu alan, bu kadar "zorlayıcı bir zemin"e sahipti, neden havalimanını illa da oraya yapmak için bu kadar zorladınız şartları?
Toplumu neden bir de bu yüzden böldünüz, kutuplaştırdınız?
O güzelim ormanlara neden kıydınız?
O, artık damlası bile servet olan su kaynaklarını neden tehlikeye attınız?
Kuyruğunuza takılacak yeni yapılaşma furyasıyla neden tarım alanlarını betona gömdünüz göz göre göre?
Neden?
                                                                       ***
SORU-YORUM

Siz de bir maaşı, İçişleri Bakan Yardımcısı'nın bir kaşkolü etmeyenlerden misiniz?

                                                                        ***
Havalimanı bayramı
Yeni havalimanının, Cumhuriyet Bayramı'nda açılması, resepsiyonun Ankara'dan İstanbul'a taşınmasıyla başlayan "payitaht", "mütareke", "işgal" ve "direniş" tartışması dışında bir de "Cumhuriyet"i hiç konuşturmamak için miydi acaba?
Cumhuriyet Bayramı'nda, "bayram" yapan bir tane televizyon kanalı gördünüz mü?
Tarihçilerin, siyaset bilimcilerin, siyasilerin, Atatürk'ü gören nesillerin, onu görmeden özleyenlerin yerini havacılıkla ilgilenen bir avuç "bilir kişi" ile iktidar taklacısı aldı.

                                                                       ***


Anıtkabir...
Resmî sayı günün sonunda açıklanacak kaç kişi bilmiyorum ama "dünün fotoğrafı" tartışmasız Anıtkabir'de çekildi. Çoluk-çocuk, genç yaşlı, kadın erkek, dindar, ateist, sosyal demokrat, muhafazakâr, liberal, ülkücü, milliyetçi, halkçı, toplumcu, sosyalist, devrimci, kapitalist; hiçbir ortak noktası yok gibi görünen binlerce insan, her şeye, bütün gölgelemelere rağmen, davetsiz biçimde, gönülden, Atatürk'ün huzurunda, "Cumhuriyet'in sahibi" olduğunu göstermek için birleşti.
Uzun zaman sonra gururdan ağladık...
Teşekkürler Türkiye...
Teşekkürler Ankara...


Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU / YENİÇAĞ

29 Ekim 2018 Pazartesi

Cumhuriyete saldırırken sosyalizme de saldırdılar - KEMAL OKUYAN

Kemal Okuyan'la haftalık röportajlarda bu hafta 29 Ekim'i konuştuk. Okuyan, "1923’le hesaplaşıyorlar, cumhuriyetle hesaplaşıyorlar ve devrim fikrinin bir bütün olarak meşruiyetini ortadan kaldırmak istiyorlar. Yol arkadaşları 1923’ü tepeden inme olarak itham eden liberallerdi, şimdi bu ittifak bozulmuş gibi duruyor ama onlar birbirlerinden tamamen kopamazlar. 29 Ekim 1923 tarihsel olarak meşrudur, büyük bir ilerlemedir. AKP geçmişe saldırırken aynı zamanda Türkiye’nin geleceğine de saldırmaktadır" diyor.
Okuyan'ın soL'un sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

________________________________________________________________________
Bu yıl geçtiğimiz yıllardan farklı olarak keskin bir 29 Ekim inatlaşması yaşanmıyor. Bir tarafta CHP’li belediyelerin ilan edilmiş geleneksel kutlamaları diğer tarafta aylardır iş cinayetleri ve çalışma koşullarıyla gündemde olan havalimanı açılışı. Bu tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz, ülke vatandaşları nasıl bir gerçeklikle karşı karşıya? 
Bu inatlaşmanın sonucu belliydi. Güncele dair bir şey söylemeyen, Cumhuriyet’e darbenin nereden ve nasıl vurulduğunu anlamayan ve anlayamayacak bir zihniyet Cumhuriyeti nasıl savunacak? Diğeri yıkıyor, yok ediyor ve karşılığında çirkinlik, rant ve ölüm getirse de, betondan ibaret olsa da bir şey sunuyor. Sembollerle buna direnemezsiniz. Ayrıca kapitalizmi sorgulamadan, sömürü mekanizmalarını, işçilerin kölelik koşullarında çalıştırılmalarının kaynağını görmeden, kamu kaynaklarının özel şirketlere aktarılmasına karşı çıkmadan havalimanına itirazın da sınırı var. Bunları yapmayacaksınız, havalimanına itiraz edeceksiniz, sonra da hükümeti batı medeniyetinden uzaklaşmakla itham edeceksiniz. Cumhuriyetin temelsiz, tutarsız savunusunun alıcısı giderek azalıyor. Zaten şimdi Cumhuriyet’ten çok İş Bankası hisselerini savunmakla meşguller. 
_______________________________________________________________________
Cumhuriyetin yıkıldığı, bugün cumhuriyeti savunanlar açısından da sanki kabul edilmiş durumda. Bu noktaya nasıl gelindi?
Evet birçok kişi, en azından kendisiyle baş başa kaldığında bu gerçeği görüyor ama ortalık yerde hâlâ kabullenmeme eğilimi hâkim. Bakın belli aralıklarla laik duyarlılığı olduğu bilinen çevrelerden “merak edecek bir şey yok” türünden açıklamalar geliyor. Geçenlerde İlhan Şeşen de “kendimi baskı altında hissetmiyorum” dedi. Yaşama tutunmanın bir yoludur bu, alışmak, adapte olmak… Çekip gitmekle, kaçmakla aynı kapıya çıkıyor. 1933’ten sonra Almanya’dan çok çıkış oldu ama “o kadar da kötü değil” diyerek kendini her gün daha beterine alıştıran da… 1980’lerde İran’da Molla rejiminden kaçan kadar ona uyum sağlamak için kendini kandıran da vardı. Bu iki seçeneğin dışında, ya oluşan rejimin parçası, militanı olacaksın ya da ona karşı mücadele edeceksin, başka seçenek yok. Bugün Türkiye’den bu ölçekte bir çıkış yok ama “çekip gitme” şaşırtıcı derecede geniş bir kesimin gündemine girdi. Neden? Cumhuriyet’in yenildiği görülüyor, hissediliyor. Bu düzenin ötesini hayal dahi edemeyince Cumhuriyet fikrinin yeniden ayağa kalkabileceğine de inanmıyorlar. Geniş bir kesim bu düzenden umudu kesti ama ne yazık ki bu düzen de onların umudunu yok etti.
________________________________________________________________________
Türkiye Cumhuriyeti’nin Sovyetler Birliği’nden daha uzun ömürlü olduğundan hareketle sosyalizmin başarısız olduğunu iddia edenlere rastlanıyordu. Halbuki tarih bize Sovyetler Birliği olmasaydı Türkiye Cumhuriyeti’nin de kurulamayacağını anlatıyor. Ekim Devrimi nasıl insanlığa büyük nimetler sunduysa çözülüşü de insanlığın canını okudu. SSCB’nin yıkılışı ile Cumhuriyet’in tasfiyesi arasında bir ilişki kurabiliyor muyuz?
1917 Ekim Devrimi büyük bir devrimci dalganın hem başlangıcı hem zirvesidir. Onun ardından Macaristan, Finlandiya, Almanya, Slovakya’da devrimci iktidarların kurulduğu görüldü; bunlar fazla yaşamadı. Bütün Avrupa’da işçi sınıfı ayaktaydı. Bu devrim cephesidir ve Anadolu’daki direniş hareketi de, farklı saiklerle bu cephenin parçasıdır. Sovyet Rusya’nın yardımı olmaksızın Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile taçlanan ulusal kurtuluş mücadelesinin başarılı olamayacağı açıktır ama tersi de geçerlidir. Mesele Anadolu’nun emperyalist işgalden arındırılarak Sovyetler Birliği’nin güney sınırlarının ve Karadeniz’in güvenceye alınmasından ibaret değildir. Mustafa Kemal’in Kafkasya politikası batıda durdurulan sosyalizmin Kafkas halklarında tutunmasına büyük yardımda bulunmuştur. Anadolu’daki hareket olmasaydı, Bolşeviklerin çok ciddi güvenlik sorunlarıyla karşılaşacakları açıktı. Sovyetler Birliği’nin yıkılışının Türkiye’yi de etkileyen bir karşı devrimci süreci tetiklediği iddiası da genel olarak doğrudur. Ancak şu unutulmamalı, Türkiye Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden önce bugüne kadar uzanan bir karşı devrimci sürece girmiştir. Bu süreç 12 Eylül darbesiyle başladı ve bugüne ulaştı. Ancak Sovyetler Birliği’nin 1991’deki yıkılışı ile birlikte yeni bir boyut eklendi. Emperyalizm Ekim Devrimi’nin ve İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı uluslararası düzeni tamamen tasfiye etmek istiyor. Bunu büyük ölçüde başardılar. Türkiye Cumhuriyeti devrimci bir dönemde, devrim cephesinin bir unsuru olarak kuruldu. Sonrasında kapitalizm Türkiye’yi adım adım ve kaçınılmaz bir biçimde o cepheye düşman hale getirse de, Türkiye Cumhuriyeti ve onun kuruluşuna içerilen değerler emperyalist dünyanın sindirebileceği şeyler değil. Bu anlamda evet, Türkiye öncesinde de NATO üyesiydi, Amerikancıydı ama belli başlı emperyalist devletlerin AKP’yi desteklemelerinde ekonomik ve siyasal çıkarlar kadar intikamcı bir güdünün olduğu da muhakkaktı.
________________________________________________________________________
TKP’nin Cumhuriyet’in tarihsel kazanımlarına sahip çıkması zaman zaman eleştiri konusu oluyor. 
Ya ne yapacaktık? Bu ülkenin partisiyiz, insanlığın ileriye doğru bütün adımlarını sahiplenirken kendi topraklarımızda gerçekleşen tarihsel bir sıçramayı görmezden mi gelecektik! Bu işin tarihsel boyutu. Yeri gelmişken başka bir noktanın daha altını çizmemiz gerekiyor. Kemalist hareket giderek daha fazla işgale karşı mücadeleye indirgeniyor. Köhnemiş bir düzenden kurtuluş boyutu unutturuluyor. 29 Ekim 1923 o dönem coğrafyamıza ayak bağı olan bir toplumsal yapıdan kurtulma mücadelesinin simgesidir, devrimci bir zorlamadır. Bir başka sömürü düzeninin önünü açmıştır evet ama bu tarihin mantığına uygundur. Şamil Tayyar geçenlerde “AKP karşı devrimci bir partidir” derken tam da bunu kastetti. 1923’le hesaplaşıyorlar, cumhuriyetle hesaplaşıyorlar ve devrim fikrinin bir bütün olarak meşruiyetini ortadan kaldırmak istiyorlar. Yol arkadaşları 1923’ü tepeden inme olarak itham eden liberallerdi, şimdi bu ittifak bozulmuş gibi duruyor ama onlar birbirlerinden tamamen kopamazlar. 29 Ekim 1923 tarihsel olarak meşrudur, büyük bir ilerlemedir. AKP geçmişe saldırırken aynı zamanda Türkiye’nin geleceğine de saldırmaktadır. 
________________________________________________________________________
Son olarak bu geleceği soralım. Bugün bu karamsar tabloyu tersine çevirmek, insanlığın yeniden daha iyisini kurabileceğine inancın güçlendirilmesini sağlamak nasıl mümkün olacak? Veya Türkiye’nin bir geleceği kaldı mı?
Türkiye’nin 1923’teki temel meselelerinden biri kapitalizmin az gelişmiş olmasıydı ve bir açıdan baktığınızda yanı başında yepyeni ve farklı bir yaşam kuruluyor olsa da, Türkiye’nin geleceğinde kapitalizm vardı. Bundan kaçınılabilir miydi tartışmasına girmeyeceğim. Kapitalizm Türkiye’de gelişti ve Türkiye’nin geleceği karardı. Bugün Türkiye’nin bütün sorunları kapitalizmin ürünüdür. 1923’te kapitalizmin az gelişmişliğinden kaynaklanan sorunlar bugün kapitalizmin varlığından ya da fazla gelişkin olmasından kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin bir geleceği varsa -ki vardır-, orada kapitalizme yer yoktur. Bugünkü düzende AKP iktidarı kaçınılmaz bir sonuçtur, AKP’yi bir anomali olarak, arıza olarak görmek meseleden hiçbir şey anlamamaktır. Her gün daha fazla işçi, daha fazla emekçinin bu gerçeğin farkına vardığını söyleyebiliriz. Türkiye kendi geleceğini bu enerjiyle kuracaktır. “Önce bu hükümetten kurtulalım” tezi ile yeni bir Türkiye’nin kurulamayacağı da anlaşılmaya başlandı. Bugün toplumda yaygın olduğunu söylediğimiz karamsarlık ve umutsuzluk Türkiye’nin devrimcileri tarafından tersine çevrilebilir ve çevrilmelidir. Evet, bugünkü düzende hiçbir umut kalmadı, yok. Savunacak bir şey de kalmadı. İşte devrim fikrinin temelinde bu vardır. Mevcut çerçeve içinde çözüm yoksa, o çerçeve değişir.

Kemal Okuyan / SOL