31 Ocak 2016 Pazar

Avrupa’ya elveda- I II - Nilgün Cerrahoğlu

Roma- Ruhani’nin arkasından yaşanan “heykel krizi” şoku, İtalya’da “Avrupa kimliği” değerlerini tartışmaya açtı. 
Binlerce yıllık uygarlığımızın eserlerini Müslüman VIP konuklar tedirgin olacak diye sansürleyeceksek, “Biz kimiz” diye soru
yor İtalyanlar. 
Konuğun ev sahibine yapmış olduğu dayatmanın bir yandan açmazını yaşıyorlar; diğer yandan İranlılar tarafından önlerine serilen milyarlar için bu “dayatmaya” boyun eğmiş olmayı hazmedemiyorlar. 
Olayı biliyorsunuz. 
Ruhani’nin İtalya gezisinde tarihi yerlerdeki çıplak kadın-erkek heykelleri sansürlendi, İran liderinin yanından geçtiği heykellere “burka kriterleri” uygulandı. 
Ruhani gitti. Tartışma bitmedi. 
Sanatın, akçeli işler için AB’de böylece “burkalanması”; Avrupa’da para için değerlerin artık somut biçimde satıldığını gösterdi. 
İki bin yıllık çıplak bir Venüs heykelinin Roma’da “poşete sokulması”, sadece “sanat” değil, icabında tüm özgürlüklerin keyfi biçimde askıya alınabileceğini ima ediyor.


Hukuk devleti çatırdıyor 
İtalya tam bu “poşet krizi” ile çalkalanırken, Fransa’nın “Guyana asıllı” Adalet BakanıChristiane Taubira görevinden istifa ediyordu. 
“Terörist” damgası yiyen çifte vatandaşları, Fransa’da “yurttaşlıktan” atmayı öngören yasa tasarısı ve bu doğrultuda gerçekleştirilecek anayasa reformuna karşı çıktığı için bakanlık koltuğunu bırakmayı tercih eden göçmen kökenli Taubira, istifasını “Direnmek bazen kalmak, bazen gitmektir” diye gerekçelendirdi ve ekledi: 
Etiğe, hukuka son sözü bırakmak; tutarlı kalabilmek için bazen gitmek gerekir!” 
Verilen haklar geri alınmaz” şeklindeki temel hukuk ilkesi ile Taubira’nın isyanını hiçe sayan Valls hükümeti ve Cumhurbaşkanı Hollande’ın önerdiği teklif, solun Fransa’da yönetimden yekten tasviyesi anlamına geliyor. Ve insan hakları ülkesi Fransa’da hukuk devletine rahmet okutuluyor. 
Hukuk devletini sınayan tek ülke Fransa değil… İsveç’te de “sosyalist hükümet”, ülkeye son 1 yılda giriş yapan 163 bin mültecinin yarısını geri gönderecek... 
Mülteci koşullarının tekil bazda incelenmesi gerektiğini söyleyen hukukçular bu “toplu sınır dışının”, bir hukuk devleti ihlali olduğunu beyan ediyorlar.

Türkiye’ye postalanacaklar
Üzüm üzüme baka baka kararır hesabı. İsveç’ten örnek alan Hollanda da benzer planlar içinde. 
AB’nin dönem başkanı da olan Hollanda, Almanya, Avusturya ve İsveç’i de yanına alarak Avrupa’nın istenmeyen tüm mültecilerini “trenlerle(!) Türkiye’ye göndermenin” yolunu arıyor. 
AB koridorlarında pişirilen Hollanda planına göre, evvela Türkiye’deki 250 bin mülteci AB içinde paylaştırılacakmış… 
Bunun karşılığında arkadan gelecek olan tüm diğer mülteciler (“3 milyarlık kirli mülteci anlaşması” uyarınca) Türkiye’ye geri postalanacakmış! 
2015’te Yunanistan’dan AB’ye 850 bin sığınmacının giriş yaptığı düşünülürse; Türkiye’ye yollanacak mülteci miktarı hakkında fikir edinebilirsiniz. 
Adeta bir “ar damarı” çatladı. 
II. Dünya Savaşı yıllarındaki gibi Avrupa’da gene “toplu insan sevkıyatı” görüntülerinden çekinilmiyor. Danimarka’nın mülteci takılarına el koymayı hedefleyen son “Nazi yasası”ndan bahsetmiyorum bile. 
Kopenhag’ın bu yüz kızartıcı atılımını lanetlemek şöyle dursun, şimdiden Danimarka’yı izleyen başka ülkeler var. Almanya bunlardan biri. 
Diyeceğim o ki, sarsılmaz olduğunu düşündüğümüz Avrupa değerleri; insan hakları, özgürlükler ve hukuk devleti, benzerine rastlanmamış bir saldırı altında. 
Küreselleşme ve mülteci krizi altında, 20. yüzyılın kazanımları çöküyor. Hatta sade 20. yüzyılın kazanımları değil; Ruhani’nin İtalya gezisinde gördüğümüz gibi, “aydınlanma değerleri” de savsaklanıyor. 
Vahşi kapitalizm her şeyi ezip geçiyor.Ünlü İtalyan yazar Lucio Caracciolo’nun cümlesiyle bitirelim bu yazıyı: 
Eğer sahiden bu göründüğümüz gibiysek, gelecek adına korkmamız lazım.

Avrupa’ya elveda II

Stefan Zweig Eski Kıta üzerinde toplanan kara bulutları anlattığı “Dünün Dünyası”nda; 20. yüzyıl başı Avrupa’sını; “altından bir güvenlik çağı” olarak betimler.“Her şey değişmez bir düzene bağlanmışa benzerdi ve devlet, bu sür gitliğin baş güvencesi gibiydi” diyerek ekler: 
“Devletin yurttaşa sağladığı haklar, halkın özgür seçimle işbaşına getirdiği parlamentoca yazılı verilmiş, buna karşılık görevleri de belli edilmişti. Paramız… çil altınlar olarak elden ele dolaşır, sağlamlığını ortaya koyardı. Herkes elindekini ve payına düşeni, neye izin verildiğini, neyin yasak olduğunu bilirdi.” 

Derken hızlanan teknik, ekonomik gelişmelerle bu “güvenlik çağı” çöküyor. İnsanların “değişmez” belledikleri korunaklı dünya dağılıyor. “Altın çağın” yerini savrulma, gelecek korkusu, belirsizlik ve yabancılaşma alıyor. Kızılca kıyamet bundan kopuyor. Dünya savaşı ve yükselen faşizm buradan doğuyor.
“Onlarca yıl sonra tavan ve duvarlar üzerimize yıkılınca, temellerin çoktan içten içe oyulmuş bulunduğunu ve yeni yüzyılla birlikte Avrupa’da kişi özgürlüğünün çökmeye başladığını ancak fark ettik” diye anlatıyor bunu “Dünün Dünyası”nda Stefan Zweig. 
Faşizm faciasını özetlerken; “Hitler’in kazandığı asıl şeytanca zafer, arkası gelmeyen aşırılıklarıyla her tür hukuk anlayışını köreltmesidir” tespitinde bulunuyor. 
“Hukukun köreltilmesi”… faşizmin en belirleyici semptomu oluyor. 
Bugün de olan bu. 
Tarihten ders alınmaması ne ilginç. 
Yıllar sonra, gene aynı durumlar başka şekillerde karşımıza çıkıyor. 
Avrupa, “burjuvazi” üzerine yükselen bir uygarlık. 
“Burjuvazi”nin ise belirsizliğe ve korunaklı “güvenlik dünyasının” altüst olmasına tahammülü yok. 
Korunaklı “altın çağ” yıkıldığında, özgürlükler ve hukukun içi, kolayca “oyulabiliyor”. 
Avrupa’nın “öngörülebilir burjuva dünyasını” bugün çökerten olgular küreselleşme, önü alınamayan göç/sığınmacı krizi ile göçle özdeşleştirilegelen “terör tehdidi”, buna paralel “güvensizlik duygusu” ve güvensizliği pekiştiren ekonomik kriz. 
20. yüzyılın büyük kazanımı “refah devletini” mayınlayan, gençleri gelecek güvencesinden mahrum bırakan, işsizliğe yol açan 8 yıllık ekonomik krize yanıt getiremeyen siyaset; zincirin en zayıf halkası “göçmenleri” vuruyor. 
Yüzyıl önce bütün sorunların sorumlusu görülen “Yahudiler” gibi bu defa da “farklı olan” gene günah keçisi yapılıyor.
Macaristan, Polonya’da aşırı sağ hükümette. Danimarka’da da keza sağcılar görevde. Yakın zamana dek “faşizmi” tabu gören Almanya’da “Almanya İçin Alternatif” partisi yükselişte. Fransa’da cumhurbaşkanlığı yarışına hazırlanan Le Pen, siyaseti şartlıyor. Aşırı sağ; merkezin sol partilerini bile bu “iklime” savuruyor. Dün de anlattım… 
Fransa’da “sosyalistler”, sağcı Le Pen’in baskısı altında, çifte vatandaşları “güvenlik gerekçesiyle”, yurttaşlıktan atmanın planlarını yapıyor. 
İsveç’te de “sosyalistler”, hukuk devleti ilkelerine aykırı biçimde 80 bin mülteciyi“toplu halde sınır dışı”na koymaya hazırlanıyorlar. AB’nin dönem başkanı olan Hollanda, mültecileri topluca “trenlerle” Türkiye’ye sevkin projesini kotarmaya çalışıyor. 
Şaşırtıcı olan aydınların tüm bunlara sessiz kalması. 
“Çifte vatandaşlıkta” U-dönüşe, Fransa’da bakanlığı bırakarak tavır koyan Adalet Bakanı Christiane Taubira’dan başka ele dokunur tepki veren aydın çıkmadı. 
Danimarka’da mülteci takılarına el koymaya olanak tanıyan yeni “Nazi yasası”na ses çıkartan Avrupalı entelektüeller olmadı. 
Skandal girişime yalnız Çin’li sanatçı Ai Weiwei’den bir tepki geldi ve Weiwei Danimarka’daki sergisini geri çekti. 
Gelin şimdi “Dünyada olup bitenlere karşı insanın elinden bir şey gelmemesinin ağırlığını böylesine korkunç biçimde hiç duymamıştım” diyen Zweig’ı hatırlamayın… 

Hukukun köreltilmesi 

Sağır edici sessizlik 

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet