26 Nisan 2018 Perşembe

Bütün liboşlar toplandık toplandık toplandık şimdi niye Güllendik Güllendik Güllendik - ŞENOL ÇARIK / ODATV

Özdemir İnce’nin deyimiyle “müflis” yani iflas etmiş “yetmez ama evetçi-solcu” Ufuk Uras, “yetmez ama evetçi-liberal” Hasan Cemal, CHP’nin tartışmalı ismi, Atatürk’e “kefere” diyen “Numan Kurtulmuşzede” Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu…


Özdemir İnce’nin deyimiyle “müflis” yani iflas etmiş “yetmez ama evetçi-solcu”Ufuk Uras, “yetmez ama evetçi-liberal”Hasan Cemal, CHP’nin tartışmalı ismi, Atatürk’e “kefere” diyen “Numan Kurtulmuşzede” Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu…
Dün “Yetmez ama evet” diyerek AKP’ye omuz verenler, bugün “Çare Abdullah Gül” diyor…
“ZAMANIN RUHU’ DEDİKLERİ”
Yıl 1999. Nisan ayında genel ve yerel seçim birlikte yapılacaktı. Solda ise büyük bir rüzgâr esiyordu. Birkaçı hariç neredeyse bütün sol-sosyalist gruplar “parti olmayan parti”, “aşkın ve devrimin partisi” ÖDP (Özgürlük ve Dayanışma Partisi)’de toplanmış seçimlere giriyordu. Caddeler, sokaklar, televizyonlar, radyolar, gazeteler; her yerde bir heyecan vardı. Türkiye İşçi Partisi’nden sonra ilk defa sosyalist bir parti meclise girmeye yakındı. (Bir de 1995 seçimlerinde Cem Boyner’in liberal-piyasacı Yeni Demokrasi Hareketi’ne estirilen rüzgâr vardı, binde 4’lerde kalmıştı ama, konu uzamasın diye adını anıp geçelim).
Öyle bir rüzgârdı ki kapılmayana aşk olsun! Zamanın ruhuna nasılda uygundu…
Bu her rengi bir arada tutan gökkuşağının popüler, gruplar üstü, sempatik ismi Ufuk Uras’tı.

Entelektüel bir derinliğe sahip olduğunu dosta düşmana göstermek istermiş gibi kısarak baktığı gözleriyle gülümsediği fotoğraflarının yer aldığı afişleri görüp de oy vermeyecek olanın solculuğundan şüphe duyulurdu.
O yıllarda bu “parti olmayan parti”yi ve Ufuk Uras’ın söylemlerini eleştiren  “dinozor”lardandık. Yaşımız çok gençti ama kafaca çok eskiydik maalesef. Ah şu popülizmi es geçişimiz, zamanın ruhunu kavrayamamamız!
1999 yılı Nisan ayındaki seçimlerde ÖDP yüzde 0,8 oy aldı. Rüzgâr yüzde 10 barajını aşmasına yetmedi. Sonrasında yavaş yavaş ideolojik, siyasi, örgütsel tartışmalarla birlikte birçok grup ayrılıp kendi partisini kurdu.
“Sempatik solcu” Ufak Uras bu tabloda partisini es geçip vekillik yolunu tuttu. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde DTP’nin desteğiyle “Meclis’e Ufuk Gerek”  sloganıyla İstanbul’dan Bağımsız Milletvekili seçildi. Partide tartışmalar bitmedi. ÖDP’deki sosyalistler Ufuk Uras’ın başını çektiği liberalizm virüsünü PM’deki fazladan bir oy sayesinde kongre kararı aldırarak, Uras’ın başını çektiği liberalizm virüsünü onunla birlikte def ettiler.
MECLİS’E “UFUK” OLACAKKEN, ERDOĞAN’A “EĞLENCE” OLMUŞTU!
Uğradığı hezimet nedeniyle ÖDP’den istifa etmek zorunda kalan Uras’ın Meclis performansı da gayet iyiydi.  Meclis’teki “Demokratik açılım” oturumunda konuşan ve çözümün sürdürülebilir olması için toplumsal desteğin alınması gerektiğini söyleyen Uras’ın, konuşmasına itiraz eden CHP’lilere yönelik sözleri AKP’lilerden büyük alkış toplamıştı.
Konuşmasına devam etmek için ek süre istediğinde, dönemin TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin’den olumlu yanıt almıştı. Bu duruma tepki gösteren CHP’lilere; “Ben 10 Kasım’da, kendimi ‘aç aç gecesinde’ zanneden milletvekillerinden değilim” diyerek karşılık vermişti.
Uras’ın Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’yu işaret ederek, CHP’lilerin mantık dersleri alması gerektiğini söylemesi Tayyip Erdoğan’ı oldukça güldürmüş ve Erdoğan’ın Çubukçu’yu uyararak Uras’ın konuşmasını işaret etmesi ise Bakanlar Kurulu heyetini bir hayli keyiflendirmişti.
Yandaş Medya Manşetlerindeydi: “Gerçek Solcu Ufuk Uras’tan Solculuk Dersi, Gül’e Destek!”
Sadece bu değildi elbette. Meclis’e “ufuk” olma iddiasıyla girdiği 22 Temmuz 2007’den Haziran 2011’e kadar AKP ne zaman darda kalsa bir ‘ambulans’ gibi yetişti. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi söylemlerle ortaya çıkan, ancak yaptıklarıyla kendisine oy veren insanları bile şaşırtan Uras’ın bir icraatı da Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı koltuğuna taşınmasına yardımcı olmak oldu. Oylama öncesi kendisini ziyaret eden Gül’e; “CHP’nin Meclis’e girmemesi çocukça” demiş ve tüm yandaş medyanın ilgi odağı olmuştu. Manşetler şöyleydi: “Gerçek solcu Ufuk Uras’tan solculuk dersi, Gül’e destek.”
Kendisini 28 Eylül 2009 tarihinde yeniden sahnelerde gördük. Uras, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ hakkında, siyaset yaptığı gerekçesiyle suç duyurusunda bulunuyordu.
12 Eylül 2010 referandumunda “Yetmez ama evet”çilerin önde gelenlerindendi: “Bir yetmez, iki defa ‘evet’ diyeceğim. Hayır demek, solu sol yapan değerleri inkâr etmektir” sözlerini unutmak ne mümkün!
Sonrası malum. EDP’den sonra “Yeşiller ve Sol Gelecek” içerisinde yer aldı. Yandaş medyada boy gösterdi, AKP desteğinde hız kesmedi.
Bugün attığı tweet ile Abdullah Gül’e desteğini tazelemiş olduğunu görüyoruz. Akşam da bir televizyon programında boy gösterdi: “Abdullah Gül’ün adaylığının Erdoğan karşısında tek gerçekçi seçenek olduğu ortada. Diğer adaylar Erdoğan’ın zaferini kolaylaştırır.”
Şaşırdık mı, elbette hayır? Özdemir İnce’nin deyimiyle “müflis” yani iflas etmiş bir “solcu”dan da ancak bu beklenebilirdi.
HASAN CEMAL, GÜL VE DEMOKRASİ MANİFESTOSU…
Gül’e destek korosu sadece Ufuk Uras ile sınırlı değil.
Bir “Yetmez ama evetçi” daha PR çalışmasına katıldı; Hasan Cemal. T24’teki “Abdullah Gül ve bir demokrasi manifestosu...” başlıklı yazısında şunları döktürdü:
“Türkiye’nin bugünkü siyasal ortamında en iyi ortak aday Abdullah Gül’dür. Ve Abdullah Gül sahneye çıkarken, altında tüm muhalefetin imzasını taşıyan bir demokrasi manifestosu yayınlamalıdır.”
Liberalizmin kalemine göre demokrasi manifestosu “Çankaya Noteri”ne ithaf edilmeliydi. Ne tiyatro ama!
Bu satırları kaleme alırken HDP Milletvekili Garo Paylan’dan bahsetmezsek ayıp etmiş oluruz. Birkaç ay önce katıldığı bir televizyon programında “Herkese ihtiyacımız var. Bu girdaptan çıkarmayı vaat eden herkesle çalışmalıyız. Abdullah Gül’ün de sorumluluk alması gerekir, Abdullah Gül’e de ihtiyaç var”demişti.
MEHMET BEKAROĞLU DA ‘GÜLCÜ’ KOROYA DAHİL OLDU
CHP’nin tartışmalı ismi, İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu da geriden ve hızlı bir şekilde koroda yerini alarak, “Gül etrafında yapılacak birleşme seçimlerin kazanılma şansını artırır” dedi.
Refah Partisi, Saadet Partisi, sonra Kasım 2010’da Numan Kurtulmuş’un Has Partisi… Kendilerine “anti-kapitalist”, “solcu” diyen Müslümanlar ve onlarla beraber adaletsizliğe, vahşi kapitalizme, sömürüye son vermek için mücadele edeceklerini cümle aleme duyuran sosyalistler, solcular, sosyal demokratlarla birlikte büyük umutların bağlandığı Numan Kurtulmuş ve Has Parti!
Temmuz 2012’ye gelindiğinde ise Has Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş, AKP’nin davetine icabet ediyor ve partinin İl başkanları ve GİK toplantısından da karar çıkararak yeni adrese yürüyordu. Mehmet Bekaroğlu ve Zeki Kılıçaslan ise duruma tepki gösteriyorlardı ama nafile. Sonra peş peşe CHP’ye katıldılar. Bekaroğlu’nun 1993’te bir dergideki yazısında Atatürk’e “kefere Kemal” diyerek hakaret etmiş olması bu katılım üzerinde büyük tartışma yarattı.
“Milli Görüşçü” Bekaroğlu hâlâ CHP’de ve Abdullah Gül korosuna o da destek veriyor. Keşke şaşırsaydık!
“BÜTÜN ‘LİBOŞLAR’ TOPLANDIK, TOPLANDIK…”
Siyasal İslamcılığın karakteri bellidir. Zaman zaman çıkarları çatışıp rol yapsa da emperyalizme her daim sadıktır. Asıl olan iktidar, güç ve çıkardır. Gerisi hallolur. Şiar bellidir: “Dün dündür, bugün ise bugün” Mevzu bu kadar basit yani!
Peki, ya sol?
İdeolojik netlik, sınıf politikası, emekten yana olmak, emperyalizme karşı mücadele, bağımsızlık, Cumhuriyet, laiklik gibi kavramlara ne oldu? Bunları dillendirenlerin ‘eski moda’, ‘muhafazakâr’ denilerek, oluşturulan ‘sol liberalizm’in yeni jargonu bol “sivilleşme”yle hâkim kılınmaya çalışıldı. Maalesef bu süreç, ekonomik ve siyasal dönüşümle birlikte daha liberal hâl alan bir kısım solun aslında muhafazakârlığa eklemlenmesine ve gerici bir hal almasına yol açtı. Solun gövdesini saran bu virüs!
GÜL; HEP BİLDİĞİMİZ GÜL…
Dönelim Abdullah Gül’e. Siyasal hayatında hep gücün yanında olmuş bir isim o. Karakterinin gereğini yapmış hep. Necmettin Erbakan’ın partisi Refah Partisi’ni ele geçirme projesinde yer almış, başarılı olamayınca partiyi bölen ve AKP’yi kuran ekipte yer almıştı.
Sonra kısa süreli Başbakanlığını Erdoğan’a teslim etti. Hep görevini yaptı. Sessiz ama derinden; dengeleri kollayarak... Risk almadan, garanti çerçevesinde… 2007’de Cumhurbaşkanı oldu. “Çankaya Noteri” lakabını aldı. Boşuna mıydı? Ne geldiyse önüne onayladı!
Ergenekon, Balyoz, özelleştirmeler, Cumhuriyet karşıtı gerici uygulamalar, yargıyı dizayn eden 2010 Anayasa Referandumu, FETÖ’nün önünü açan birçok düzenleme hep onun döneminde gerçekleşti. Önüne geldi, onayladı!
Bu PR Çalışmalarına, Bu Sinsi Plâna Onlar Ne Diyor?
Sözü daha fazla uzatmayalım. Liberal cephesinde pek bir değişiklik yok. Abdullah Gül döneminde “yetmez ama evet” diyerek AKP’ye omuz verenler, bugün “Çare Abdullah Gül” diyor.
Peki, ya Cumhuriyetçiler, İlericiler, Atatürkçüler, Vatanseverler, Sosyalistler, Halkçılar?..
Onlar bu PR çalışmalarına, bu sinsi plana ne diyor?
Şenol Çarık / Odatv.com

O hileli yazarı bir de benden dinleyin - NAZİF AY / ODATV

İslamcı yazar, zorlamalı tarihçi Yavuz Bahadıroğlu…
Çok okurduk yazdıklarını, İmam Hatipli yıllarımızda.
Hayrandık, betimlediği tarihi kahramanlara.

Manevi dünyadan maddi âleme bir şekilde ışınlanmış ve hayal ötesi örnek şahsiyetleri bize tanıtsın diye Allah tarafından görevlendirilmiş ruhani zat diye tasavvurumuza yerleştirdiğimiz isimdi.
Tok ses tonuyla tane tane konuşması, ama anlatımlarına heyecanını ilave etmeye çabalaması onu bizim gözümüzde efsaneleştirmişti.
Gün geldi, maneviyatı her daim sömürülen Nazif uyanmaya başladı.
Yalnızca dini değil, dindarı, muhafazakârı, dinciyi ve İslamcıyı mercek altına aldı.
Dinî çevredeki felaketi gördü.
Dinin, dindar iddialı yobazlar eliyle nasıl iptal edildiğini fark etti.
İslamcılardan bir tane bile adam yetişmemesinin nedenini araştırırken birdenbire yıllardır muhalif olduğu Atatürk’ün muhteşemliğinin şuuruna vardı.
Nurcular dâhil, içerisine girdiği tüm dinci yapılarla ilişkisini, selamını kesti.
Ve şunu tekrarlayıp durdu: “Keşke dua ve sure ezberleyeceğime, İslamcıların karakter üretmeyen, aksine sağlam cibiliyetleri çökerten ezberlerini bozacak yöntemleri geliştirseydim”
“İslamcılardan bir tane bile adam yetişmedi” tespitimin iki ana nedeni vardı.
İlki, dinsel hüküm alanı olan fıkıhta; sapkın fetvalar bulunması ve darülharp adındaki dinî ruhsatla insanların kişiliksiz kılınmasıydı.
İkincisi, din edebiyatına ve insanlığın ortak paydası olan sanata yenilik ve ruh verecek, hatta dünyadaki siyasal kutuplara alternatif söylemle seslenebilecek erdemli sloganların üretilememesi ve sanat eseri denilebilecek yaratıcılığa sahip olunamamasıydı.
DARÜLHARP HÜKMÜYLE TÜRKİYE'DE REZİLLİKLER YAŞANABİLİR İNANCI
Fıkıhta özellikle kadınlar üzerine verilen sapıkça görüşler ile diğer günlük işlerimize dair tutarsız ve aptalca gerekçelere dayalı hükümler inananları ve elbette beni oldukça rahatsız ediyordu. Evlenme, boşanma, miras, hak hukuk sahasında 1400 yıl önceki Arap toplumunun ruhsal ve toplumsal genetiğine ya da refleksine göre oluşturulan uygulamaların, zamanımız şartlarına uyarlanmaması herkesi inanç ve fikri anlamda zorluyordu.
Ortaçağ'ın kadın düşmanı tavrı ve onları adeta lanetli cadıya dönüştüren algısı, İslam dünyasında da başka türlü sergileniyordu.
Atatürk’ün, kadınların hak ve özgürlüklerine yönelik devrimleri Türk tarihinde yepyeni bir sayfa açmıştı, ama bu süreç Ortodoks İslamcı kesimlerde olumlu karşılık görmedi. Çünkü kadın; kişiliksiz, tepkisiz, yani onursuz olduğu müddetçe makbuldü onların kabullerinde.
Bir de darülharp denen facia vardı İslam hukuku manasına gelen fıkıhta…
Darülharp ve darülharp şartları, İslam hükümlerinin hâkim olmadığı topraklarda, haram kabul edilen birçok fiilin helal kılınması demekti.
Ve İslamcıların geneline göre Türkiye bir darülharp toprağıydı.
O halde her türlü ahlâksızlık dincilerce mubahtı.
Mesela darülharpte yapılmasında sakınca olmayan birkaç etkinlik nelerdi?
Örneğin, kumar oynanabilirdi darülharpte, yani Türkiye’de…
Örneğin, faiz işletilebilirdi darülharpte, yani Türkiye’de…
Örneğin, zina ve seks şımarıklığında sınır ve yasak yoktu darülharpte, yani Türkiye’de…
Haydi son bir örnek daha, "Hile-hurda-hülle" caizdi darülharpte, yani Türkiye’de.
Üstelik din düşmanı olarak gördükleri laik değerli kesimle mademki bir nevi harp halindeydiler, o halde Muhammed Peygamberin müşriklerle yapılan bir savaş esnasında kullandığı argüman en sert şekilde Türkiye şartlarında kullanılmalı ve“El harbu hud’atün (Harp, bir hileden ibarettir)” deklarasyonu seslendirilmeliydi.
Eh kısa süre önce İslamcı yazar Yavuz Bahadıroğlu da böylesi bir tweet attı.
Artık görevini yerine getirmiş olmalıydı, çünkü zamanımızın mücahede (cihat etme) çeşitlerinden biri de sosyal medyayı karıştırmak, fitne fesada uğratmak ve saf zihinleri terörize etmekti.
Yavuz Bahadıroğlu bunu becermenin hazzını yaşıyor olmalıydı artık…
İSLAMCILARDA EDEBİYAT VE SANAT ÜRETİMİ KISIR VE ARIZALIDIR
Uluslararası ödül alan Müslüman ülke edebiyatçılarına dikkat edildiğinde, kimliklerinde laik yönlerin ağır bastığı görülecek, İslamcılardan edebiyat üstatlarının çıkamayacağına şahit olunacaktır. Çünkü dinciler hınç ve kompleks ürünleriyle, sadece peşin hükümlü hüviyetindeki okuyucularına seslenebilir ve onlar üzerinde etkili olabilirler. Dindar temalı roman yazan kimi simaların, yandaşı oldukları İslamcılar sayesinde sermaye ve ün bakımından semirmeye başladıklarında dillerinin yılanlaşıverdiğini, gerçek yüzlerini saklayamadıklarını ve sonradan edindikleri kazanımlarını kin edebiyatına çevirdiklerini rahatça görebiliriz.
1970’lerde dindar formatlı Huzur Sokağı ile Hekimoğlu İsmail’in yazdığı Minyeli Abdullah benzeri kimi romanlar filmlere de uyarlanmıştı ama bunların bir edebi eser sayılamayacağında taraflı tarafsız herkes hemfikir olmuştu.
Zamanımızda da dindarların edebiyat ürünlerindeki tarz, hikâyesi ya bir dindarın zulme uğradığıyla, ya “Elif” harfinden duygular çıkarılmasıyla, ya Mevlana’nın Mesnevi’sinden esinlenme uyduruk bir seslenişle, ya da modern çağın temsilcilerinden çaldıkları şablonların kahramanlarıyla çerçevelidir.
Dinsel içerikli filmlerde de nefsi terbiye eden bazı mutasavvıflar konu edinilir.
Halk tabakasının alay etmesine aldırmaksızın süfli mesleklerde çalışan şahısların alçakgönüllülükleri bu filmlerde ibretle vurgulanır. Fakat aslına bakarsanız, zamanımızda öylesi davranış biçimleri zaten yanlıştır, çünkü ortalık yerde pazarlama yapma işine işportacılık denir ve yasaktır, nefsi terbiye etmez ve muhtemelen terbiyeliyi arsız edebilir.
Bence seyirci ilgisi yönünden başarılı ama Müslüman kalitesinin ve İslam uygarlığının çöküşünü göstermesi bakımından anlamlı film Recep İvedik’tir. Senaryo diyaloglarında İslamcı söylem bulunmasa da, İslamcılığın sosyal düzenindeki kalite düzeyini ve bir dincinin gülme potansiyelini harekete geçirici yoz zekâ seviyesini Recep İvedik’te görmek mümkündür. Saf, salak ve pervasız ataklarıyla normal düzeni altüst eden Recep İvedik, dinî kaynaklarda haber verilen Yecüc Mecüc rolünü üstlenen dincilerin izdüşümüdür. Her dinci bir Yecüc Mecüc, her dinci bir Recep ve her dinci edebiyatçı da bir Recep İvedik yaratıcısıdır.
Benim başarılı film olarak gösterebileceğim en gerçekçi dinî film “Takva” idi. Tarikat yoluyla İslamlaşmaya çalışan birinin hangi ruhsal badirelere düştüğünü işleyen film, alanında çekilebilecek tüm projelere örnek olabilecek nitelikteydi.
Dincilerin sanat yönüne kısaca bakarsak…
Zaten kısa bakmalıyız, uzunca anlatımlarda yalnızca olumsuzlukları göz önüne serebilirim.
Hatırlayanınız vardır muhakkak... Zeugma’daki arkeolojik çalışmaları denetleyen bir kadın Bakan ile yanındaki tarih duyarlılığı noksan zevatın mozaiklerin üzerinde yürümelerini ve ayaklar altında kalan kültürsüzlüğü unutmamışsınızdır umarım.
Dinci çevrede sanata dair muhalif duruşa dinî gerekçelerin uydurulmuş olduğu gerçeğini de atlamamalıyız.
Risale-i Nur’da tiyatronun özelliğinden söz eden Said Nursi, tiyatro oyununda, daha önce ölmüş, yani şimdi hayatta olmayan kişilerin canlandırıldığına ve dolayısıyla reenkarnasyon inancının kuvvetlendirildiğine vurgu yapar (Risale-i Nur Külliyatı/Sözler, s.677). Said Nursi başka bir kayıtta da tiyatronun “kebair” (büyük günah) olduğunu savunmaktadır (Risale-i Nur Külliyatı/Şualar, s.504).
Yine aynı eserinde Said Nursi, gölgeli ya da gölgesiz yani heykel/ büst (Risale-i Nur Külliyatı/Mektubat, s.478) veya tuvaldeki resimlerin haram olduklarını belirtir (Risale-i Nur Külliyatı/Sözler, s.478).
Tüm bu yobazca çıkışlar, Melih Gökçek’in “Sanatın içine tükürme” güdülerini nasıl beslediğini de göstermektedir.
Aklıma gelmişken söyleyeyim, ressam Ahmet Güneştekin’in “Konstantiniyye”adlı eserinin sergilendiği bir alışveriş merkezi önünden zorbaca kaldırılması dincilerin protesto edemediği ama kendilerine ait olan geniş portreydi.
Ben şimdilerde, fıkıh ve İslamcı edebiyatın birleşiminden doğan Yavuz Bahadıroğlu’nun, tıpkı aynı kültür ve aynı öğretiden doğan diğer dinci kardeşleri gibi kalite eksikliğinin ve psikolojik ezikliğin mümessili olduğunu yıllar sonra tekrar anlamanın mutluluğunu yaşıyorum.
Nazif Ay / Odatv.com

İran’ı küçümsemese iyi olur - MUSTAFA K. ERDEMOL

Anlamak çok zor. ABD’nin hep gergin olduğu Kuzey Kore ile Rusya arasındaki ilişkileri “düzeltmek” için iki ülkenin devlet başkanlarıyla karşılıklı görüşmeye hazır olduğunu duyuran ABD Başkanı Donald Trump’ın İran’a yönelik “fanatik düşmanlığının” nedeni ne olabilir?

İçe kapanık bir politika izleyeceğini söyleyerek, vergi mükellefi Amerikalının “dışarıya” harcanan parasının ülkede kalmasını amaç edindiğini her fırsatta dile getirirken, öte yandan İran’la sıcak çatışmaya bile dönüşecek bir gerginliği sürdürmesi anlaşılması zor bir tutum gerçekten. Üstelik İran, nükleer programını sadece barışçıl amaçlarla kullanacağı konusunda, Trump’dan önceki başkan Barack Obama ile batı ülkelerini ikna etmişti. Yani, elindeki nükleer gücü gerekirse kullanacağını söyleyen Kuzey Kore olmuştu hep. Ama Trump, her ne kadar “yok ederiz” diye tehdit etmiş de olsa Kuzey Kore’ye İran’a olduğu kadar öfkeli olmadı hiç.

Bunun nedenleri arasında Çin faktörü var kuşkusuz. ABD (Trump) Çin aracılığıyla, Kuzey Kore’nin “normal sınırlara” çekilebileceğine inandı hep. Çin ile giriştiği ticaret savaşında Kuzey Kore’nin aradan çıkarılması, ABD’nin Kuzey Kore’ye yumuşamasını kolaylaştıran bir başka etken elbette. 

İran ise öyle değil tabii ki. İran’ı, ABD’nin isteği üzerine “etkileyecek” Çinvari bir ülke yok. Dolayısıyla ABD’nin (Trump’ın) İran’a karşıtlığı daha keskin. İran ticaret burjuvazisi bir hayli güçlü, bölgesinde siyaseten etkili bir ülke İran. Şimdi vazgeçmiş olsa da uzun zaman “devrimini ihraç etmeye” de çalışmış bir rejimi var. Tabii hepsinden önemlisi nükleer bir güç. İran, bu gücü barışçıl amaçlar için kullanacağını söyleyerek kendi nükleer programını Obama ile batı ülkelerinin yanı sıra Rusya’ya kabul ettirme başarısını da gösterdi. 

İran ABD, İngiltere, Çin, Fransa, Rusya ve Almanya ile yapmış olduğu Nükleer Anlaşma’ya ters düşecek hiçbir tutum almadı. Bu nedenle, Trump’ın “anlaşmayı bozalım” önerisine Batı ülkeleri yüz vermediler hiç. Anlaşmanın sürmesinden yana olduklarını, ABD çekilse bile kendilerinin anlaşmadan yana olmaya devam edeceklerini söylediler defalarca. 

İran’ın söz konusu anlaşma yoluyla petrol/doğalgaz piyasasına güçlü bir dönüş yapması ABD dostu körfez ülkeleri ile gerici Arap rejimlerinin elbette memnun kalacakları bir durum değil. Başta Suudi palavra krallığı olmak üzere birçok ABD uydusu Arap/Müslüman ülke İran’ın bu anlaşmayla “dünya ailesine” katılmasını benimsemiş değil. “Kabul edilmiş” bir İran bu ülkeler için her sorunda sorumlu gördükleri İran argümanını çürüten bir duruma yol açtı.

Trump’ın elinden gelse hemen bozacağı anlaşma şimdilik, ABD’li yetkililerin “anlaşmayı iptal etmeyeceğiz” demesiyle “güvence”de. Ama bir süre sonra ne olacağı konusu belirsiz. Bu anlaşma, ABD tarafından mutlaka iptal edilecek, görünen o.

Bundan neredeyse emin olduğu için İran’dan da karşı adımlar geliyor kuşkusuz. Batı ülkelerinin anlaşmaya sahip çıkmaları elbette İran için yeterli değil. Bu nedenle şimdi İran eğer ABD nükleer anlaşmadan çekilirse, kendisinin de Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’ndan (NPT) çıkacağını duyurdu. İran Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi Genel Sekreteri Ali Şemhani bu konudaki görüşlerini dün açıkladı. 

Çıkabilir mi peki? Tabii çıkar. Egemen ülke nihayetinde, NPT’den herhangi bir fayda görmedik demesi yeter çıkması için. ABD bundan memnun kalır kuşku yok, ama İran’ın nükleer programını kabul etmiş olan İngiltere, Çin, Fransa, Rusya ve Almanya’nın tutumu ne olur? Çünkü NPT sayesinde, bu anlaşmaya imza atan ülkelerin birbirlerini denetlemesi kolay. Dünyaya verilmiş bir söz var demektir NPT’ye katılım. İran’ı bu anlaşmadan koparacak bir tutum alması Trump’ın işine yarar. İran’ı tecritte eli kolaylaşır. Anlaşma yaptığı ülkelere İran’ın, aslında samimi olmadığını NPT’den ayrılmakla kanıtladığını varsayar.

Umarım İran, Trump’ın tahriklerine kapılıp böyle bir tutum almaz. Çünkü ABD ve artı 5’le yaptığı anlaşmada, anlaşmanın kurallarını ihlal eder bir tutumu yok, sürdürme konusundaki kararlılığını da herkes biliyor. Eğer NPT’den çıkarsa, artı 5’le yaptığı anlaşmayı da tehlikeye düşürme ihtimali var. Bu bölgede gerginliğin daha da artmasına yol açacak bir gelişme olur.

Anlaşmaya taraf olan Rusya ile batı ülkelerinin ABD’ye karşı bu konudaki tutumları net. ABD’ye (Trump’a) destek yok. Yani İran’la yapılan anlaşmanın bozulması konusundaki tutumunda ABD (Trump) son derece yalnız.

Kuzey Kore ve Rusya ile ilişkileri normalleştirmek Trump’ı rahatlatır belki ama İran faktörünü göz ardı etmese iyi olur. 

Uykusunun kaçacağını bilmeli.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Kan ve gül, gülle diken - FATİH YAŞLI

İktidarın muhalefetteki bir partiyi seçime sokmama üzerine kurulmuş seçim stratejisi, YSK’ye çekilen fırçaya bakılırsa pek de beklemediklerini düşünebileceğimiz  bir hamleyle boşa düşürüldü, iyidir. Öte yandan, bu hamlenin başka bir boyutunda hem CHP’nin Kılıçdaroğlu yönetiminde giderek sağcılaşmasının ve sağa alan açma arzusunun hem de CHP tabanının CHP’nin adayından çok, başka bir partinin, üstelik de sağcı bir partinin adayından heyecanlanmasının ve ancak onun başarılı olabileceğine inanmasının izdüşümünü görmemek mümkün değildir. 
Asıl üzerine düşünülmesi gereken de budur:

Türkiye’deki düzen siyasetinin bütün aktörleri hızla sağa çekmekte, toplumu da sağcılaştırmakta ve sağın alternatifinin yine sağ olduğu bir siyasal iklimi güçlendirmektedirler.

Ancak mesele basitçe, Akşener’e ve partisine alan açılması değildir; esas mesele, günlerdir Gül’ün CHP’nin adayı ya da muhalefetin ortak adayı olabileceğine ilişkin iddialar gündeme getirilmesidir ki, üzerine uzun uzun konuşulması gereken de budur. O halde konuşalım.

Belki bu yazı yayımlandığında CHP adayını açıklayacak ve bu isim Gül olmayacaktır, bilemiyoruz; ancak bildiğimiz bir şey var: Son üç dört gündür, CHP yönetiminin daha önce “Adaylığı hiçbir şekilde gündemimizde değildir” tarzı bir açıklama yapmaması nedeniyle Gül ismi etrafında bir spekülasyon yürütülmektedir.

Üstelik bu spekülasyonlar, temelsiz, kişisel, sırf manipülasyon yapmış olmak adına yapılan şeyler değildir, gayet planlı ve programlı bir şekilde yürütülmektedir. Cumhuriyet gazetesindeki liberaller, bu liberallerin gazeteye transfer edildiği haber sitesi, o haber sitesinin “yetmez ama evetçi” yazarları, petrol şeyhlikleri tarafından finanse edilen haber siteleri ve o sitelerdeki kiralık Cemaat kalemleri Gül adına yoğun bir propaganda yürütmekte, “Gül lobisi” adına hareket etmektedirler.

Arkada ise ABD vardır, İngiltere vardır, Suudi Arabistan vardır, TÜSİAD çevreleri vardır, Cemaat vardır. Hepsi kendi gündemleriyle bir “Gül restorasyonu”nun peşinde koşmaktadırlar. ABD için artık öngörülemeyen bir figür ve partner haline gelen Erdoğan’ı tasfiye ve belki İran saldırısı, İngiltere için has adamıyla çalışma, Suud için, Suud-Katar çekişmesinde kayıtsız şartsız yanında olacak bir isim, TÜSİAD için “eski güzel günler”e dönme özlemi, Cemaat için yeniden devlet aygıtının ve iktidar blokunun bir parçası olma imkânı…

Tüm bunların gerisinde ise elbette ki küresel sermayenin kendi esas gündemi: Giderek borç batağına sürüklenen ve hızla çöküşe ilerleyen Türkiye ekonomisiyle birlikte, Türkiye’ye borç karşılığı yeni bir IMF anlaşması dayatmak, bu anlaşma üzerinden uygulanacak yeni bir programla birlikte, neo-liberalizmin hâkimiyetini derinleştirme ve Türkiye’yi yirmi yıl daha ipotek altına alma hedefi…

Yanlış anlaşılmasın, buradan kimilerinin yaptığı gibi mevcut iktidara, anti-emperyalizm, yerlilik, millilik falan atfedecek değiliz; bilakis, bizzat bu iktidar da seçim sonrası emperyalizmle ve Batı’yla yeni bir pazarlık düzleminde buluşmanın, küresel sermayesinin gönlünü kazanmanın, halka bir kez daha o “acı ilacı” içirmenin hesaplarını yapıyor. Yapmaya çalıştığımız şey, Türkiye toplumunun önüne yarın “kırk katır mı kırk satır mı” denilerek Gül konulursa buna daha şimdiden itiraz etmek, iktidarla arasında özsel bir fark olmadığını, Batı tarafından sadece “daha güvenilir bir ortak” olarak değerlendirildiğini göstermek.

Bunun ötesinde, Gül’ün iktidar partisinin kurucularından olduğunu, bu iktidarın ilk cumhurbaşkanı olarak görev yaptığını, Türkiye’nin o cumhurbaşkanıyken dönüştürüldüğünü, görevi esnasında noterlikten başka bir tutum sergilemediğini, İslamcılığını, Cemaatle bir problemi bulunmadığını, geçmişten bugüne Cumhuriyet düşmanlığının ana odağı olan bir siyasi akımın has mensuplarından biri olageldiğini hatırlatmaya gerek bile yok.

Bu süreçte Gül aday yapılır mı yapılmaz mı, onu birkaç güne görürüz ama tartışılıyor olması bile durumu ortaya koymaya yetiyor ve hiç de şaşırtıcı değil, neden şaşırtıcı olmadığını bu köşede 17 Eylül 2017 tarihinde yayımlanan “Kanlı mı kansız mı” adlı yazıdaki şu satırları hatırlatarak yanıtlayalım ve öyle bitirmiş olalım:

“Milli Görüş gömleğini çıkaranların iktidara gelişi kansız oldu, gidişlerinin nasıl olacağını ise henüz bilemiyoruz. Eğer yeniden giyilen bu gömleğe karşı, bu sefer de AKP’nin içinden emperyalist merkezlerin desteğini almış bir ‘yenilikçi’ grup (Gül-Davutoğlu ekibi) çıkar ve inisiyatif alırsa daha az şiddet yüklü bir süreç söz konusu olabilir, diğer seçeneklerde ise kendisinin kaderi ile Türkiye’nin kaderini ortaklaştıran kişiselleşmiş iktidarın gidişi öyle kolay olmayacak ve ‘benden sonra tufan’ denilerek iktidarda kalmak için her türlü seçenek gözü kararmış bir şekilde denenecektir.”

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

25 Nisan 2018 Çarşamba

Eve dönüş yolunda... - TAYFUN ATAY

Cumhuriyet davası, bir gözdağı operasyonuydu.
Direncimizi, inancımızı, inadımızı sınadılar. 
Sadece dışarıdan yüklenmekle kalmayıp kaleyi içeriden çökertmeye çalıştılar, içimizi deştiler!..
Karşılık bulmadılar da değil... Adeta “Tanrım sen beni dostlarımdan koru; düşmanlarımla ben başa çıkarım” diyen Voltaire için rahmet okuttular bize!.. 

31 Ekim 2016’da sabah karanlığında düzenlenen operasyonla başlayan süreçte akan zaman içinde toplam 15 gazete çalışanımızın; yazarından karikatüristine, muhasebecisinden çay ocağındaki emektarına kadar özgürlükleri çalındı. 

Geri kalanlara, “Aklınızı başınıza devşirin; bırakın bu işleri, çekilin minderden,evinize gidin” mesajı verildi.
Günler, haftalar, aylar geçti. Bir yılı devirdik, ikinci yılın ortasına dayandık, ama teslim olmadık.

Direncimizi kıramadılar, inancımızı sarsamadılar, inadımızdan vazgeçiremediler. 
Zindana aldıkları arkadaşlarımıza içtenlikle bağlı ve tek yürek, teslimiyete, yılgınlığa, yancılığa düşmeksizin dinbaz iktidardan ne sözümüzü, ne tepkimizi, ne eleştirimizi sakındık bunca zaman...
Gazetemizi ayakta tuttuk.
Çektiğimiz acıyı bal, koparıldığımız arkadaşlarımızı yâr, Çağlayan’ı sıla, Silivri’yi vuslat eyledik.
Gurbet”i içimize attık!..
Aylar ayları kovaladı.
Tek tek söktük aldık arkadaşlarımızı; ortaya belge, kanıt, tanık diye sürülen bir dolu ahlâksız, vicdansız, insanlık adına yüz karası, tarih adına utanç vesikası malzemenin bataklığından!..

Bir tek Akın kaldı ki bu da son derece anlamlı! Mahkeme başkanı bile teslim etmedi mi bunu; “Kaptanlar en son terk eder” diyerek!..

Akın Atalay, Cumhuriyet gemisinin gözbebeği bir grup “tayfa”sıyla birlikte kendisini de içine çeken “bataklık”tan arkadaşlarını çıkardı; şimdi kendisi de o bataklıktan alnının akıyla en son çıkan olma yolunda uğraş veriyor ve verecek dünden bugüne yarına... Arkasında dev gibi bir onurlu “hukuk ordusu” ile birlikte...

Dün başlayan karar duruşması izlendiğinde söylenebilecek belli: Bu, bizim Cumhuriyet olarak mahkemenin başından beri “Yeniden mihenge vurdum inandığım şeyleri / Çoğu katıksız çıktı çok şükür” diyen şair gibi ve hukukun namusunu kurtarırcasına yaptığımız savunmaları tamamlayıcı mahiyette son yadigârımız iktidar yargısına!..

Birkaç satırbaşı düşelim dünden: “Savcının mütalaasında da açık seçik belirtildiği üzere, bir bütün olarak yayın faaliyetimiz ile suçlanmaktayız; yani gazetecilik yaptığımız için suçlanıyoruz” dedi Akın Atalay…

“Hem komik, hem de geveze mi geveze bir esas hakkında mütalaa; hukuk ise pinti mi pinti onda” diye ekledi Bülent Utku“Suç olmayan fiilde kast aramak, hukukun katlidir ki bu da cesaret ister; ancak sırtını iktidara dayamaktan alınabilecek bir cesaret” demeyi de ihmal etmeyerek…

“Gazetecilik aşk mesleğidir, onurumuzla başımız dik girdik, karar ne olursa olsun başımız dik çıkacağız” kararlılığı sergiledi Murat Sabuncu

“Devletten hukuku çıkardığınızda ortada kalan devlet olmaz çete olur” şeklinde, hep olduğu gibi yine sözünü esirgemedi Ahmet Şık.

“Savcının ortada hiçbir delil yokken böyle bir mütalaa hazırlaması içimi acıttı. Suç ve cezaların şahsiliği ilkesi açıkça çiğnendi; suç ve cezada kolektifsorumluluk ancak faşist rejimlerde olur” diyerek hukuk adına bir “cesur yürek” oldu avukat ve “sanık” kardeşimiz Mustafa Kemal Güngör...

Ve daha neler neler!..
Nihayetinde bir diğer büyük şairin, “Ben sende bütün aşklarımı temize çektim”  demesine benzer şekilde biz de Cumhuriyet’e sevgimizi, bağlılığımızı, güvenimizi, ümidimizi, inancımızı ve aşkımızı temize çekerek Akın’ı da kolumuza takıp döneceğiz Silivri’den!..

Ceza mı?.. Cezayı kim takar!..

Muktedirin iltifat ve ülfetine mazhar olmak bize zül, cezasına uğramak şereftir!
Yoksa tarihin yüzüne nasıl bakarız?!

***

Aşağıdaki fotoğraf, 17 Nisan 2018 Salı günü, Kadıköy/Fenerbahçe’de okurumuz Sema Yurdum’un evinin önünde tesadüfen yakaladığı bir görüntüyü sunuyor bize… Eşi ve kendisi, bu anlamlı “Türkiye manzarası”nı bizimle paylaşma inceliği gösterdi.
Kendilerine teşekkür ediyorum!..


Fark edileceği üzere çöp toplayıcı delikanlı, çöp bidonunun içine bırakılmış 16 Nisan 2018 Pazartesi günkü Cumhuriyet gazetesini açmış ve dalıp gitmiş gazetemizin spor sayfasındaki habere... Dinbaz iktidar sahiplerinin spora da nasıl müdahil olduklarını inceden sorgulayan başlık seçiliyor: “Saray değil Galatasaray”.
İşte biz tarihin yüzüne bu fotoğrafla bakacağız!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Savcı ve faresi - MİNE SÖĞÜT

Çiçekli tarlaların kıyısından geçiyoruz.
Mora bulanmış ağaçların arasın­dan, kurumuş derelere paralel yol­lardan, eski köylerden, yeni kavşaklardan.
Ülkenin karanlığından kendi aydınlığımız­la... geçiyoruz.
Arkamızda kirli bir şehir, önümüzde zorlu bir dava.
Günlerce sürecek olan karar duruşma­sının ilk celsesini izlemeye, Silivri’ye gidi­yoruz.
Kalabalık mıyız... evet. 
Tenha mıyız... ona da evet.
Sonucun hukuken ne olması gerektiği belli ama ne olacağı her zamanki gibi be­lirsiz.
Bahar baştan çıkarıcı, hukuk iç karartıcı.
Duruşma salonundaki yerimizi alıyoruz.
Arkadaşlarımız aynı cümlelerle, aynı itirazlarla, aynı isyanlarla bir kez daha yeni­den anlatıyorlar mahkeme heyetine...
Bu dava neden siyasidir, iddialar baştan beri nasıl bir algı operasyonunun peşinde­dir.
Sanıklar ve hâkimler ve kâtipler ve mü­başirler ve jandarmalar ve avukatlar ve izleyiciler ...

Gözlerimizi bir yere sabitliyoruz ve ne­redeyse artık ezbere bildiğimiz ve niyetini çözdüğümüz delillerden yayılan ve ayyuka çıkan çürük kokusunu ortak bir bıkkınlıkla içimize çekiyoruz.
Savcı da bizle aynı korkunç kokuyu so­luyor.
Ve bir yandan da bilgisayarının faresini temizliyor.
Siyah ufak fareyi avucunun içine almış evirip çeviriyor.
Üzerinde kendisinden başka kimsenin görmediği derin bir kir.
Davanın tek tutuklu sanığı Akın Atalay, savunmasını yaparken o kendi iddialarının arkasında durma ağırlığını avucundaki fare­ye yükler gibi...
Hırsla ve usulca temizliyor avcundaki nesneyi.
Sağ elinin işaret parmağıyla farenin ke­narını uzun uzun ovuşturuyor.
Parmağında parlak kırmızı taşlı bir yüzük.
Taşın kırmızısı her harekette tavandaki beyaz ışıkla buluşup parıldıyor.
Farenin üzerindeki kir... sanki çıkmıyor da çıkmıyor.
Savcı sadece bir ele dönüşmüş... 
Fare kire... savcı ele.. fare kire...
Akın, gazetecilik nedir bininci kez tane tane anlatıyor.
Savcı fareyi elinden bırakmış şimdi de tırnaklarının içini temizliyor.
Akın, “Algı operasyonu” diyor.
Savcı kiri düşünüyor.
Akın, “Neden yargılandığımız belli” diyor.
Savcı kiri düşünüyor.
Savcının arkasındaki dev ekranda müta­laadan sayfalar beliriyor.
Savcı mütalaayı ilk kez görmüş gibi, kiri bir an unutup dev ekrana bakıyor.
“Özetle, bir bütün halinde yayıncılık faali­yetinde bulunmak suretiyle, terör örgütleri­ne destek olup yardım ettikleri...”
Kirli olan sahi neydi?
Savcı yeniden fareyi hatırlıyor.
Akın, “Görülüyor ki biz sadece gazeteci­likten yargılanıyoruz” derken...
O, parmağını hızlıca ağzına götürüp ısla­tıyor ve yeniden fareyi temizleme uğraşına dalıyor.

Bu haliyle nasıl da, uyurgezer bir halde ellerindeki hayali kan izlerini çıkarmaya ça­lışan Lady Machbet’e benziyor.

Akın, gazeteciliğin ticaretle öncelikli bağı olmaması ya da iktidara hizmet etmemesi gerektiğini anlatırken, savcı bu kez cebin­den bir kolonyalı mendil çıkarıyor.
Önce fareyi, sonra ellerini, önce fareyi sonra ellerini, önce fareyi sonra ellerini...
Uzun uzun o mendille temizliyor.

Oradaki varlığını neredeyse unuttuğu sanık, “Gazetecilik öncelikli olarak toplum yararını gözetmekle yükümlüdür” diyene kadar mekanik bir hareketle bunu yapmayı sürdürüyor.
O an, bir an, sanki ‘yükümlülük’ fiiline aklı takılıyor, başını kaldırıp Akın’a bakıyor.
Neyse ki Akın ona dönüp, “Hukuk ön­celikli olarak neyi gözetmekle yükümlüdür” diye sormuyor.

Savcı derin bir nefes alıyor.

Artık temizlemekten vazgeçtiği fareyi tık­layıp, ekranda temiz bir sayfa açıyor.

Mine Söğüt / CUMHURİYET