28 Şubat 2018 Çarşamba

Sarı öfke yükseliyor... - KAAN SEZYUM

Birkaç haftadır bir takım vekiller çıkıp taksilerin mağdur olduğunu anlatıp duruyor. Nedenmiş? 
Çünkü her anı takip edilen, denetlenebilen bir uygulama iç pazara girmiş ve taksicileri eve ekmek götüremez hale getirmiş. Bence taksici kardeşlerimizin bazıları eve ekmeği “Kısa mesafe” olduğu için götüremiyordur ya neyse… Şimdi eğri oturup doğru konuşalım, İstanbul’da taksi işi kıllı bir iş. İşini doğru, kibar ve insani bir şekilde yapan şoför bulduğumuzda neredeyse seviniyoruz ama maalesef durum böyle. Denetleme, düzenleme ve kontrol olmayınca saldım mevlam çayıra stilindeler. Ülkenin genel derdi de bu zaten. Denetimsizlik, kimsenin hiçbir konuda hesap vermemesi. Neyse, Külünk vekilim bu konudan rahatsız olmuş ki, şöyle bir açıklama yaptı:
“UBER, kamu düzeni ve iç güvenlik için tehdittir. Yasa tanımaz bir küresel organizasyonla karşı karşıyayız. Yargıyı bu konuda göreve davet ediyorum.”
Ardından da tivitine devam ediyor vekilim: “Bireysel hatalar topyekün insanımıza hizmet eden değerli bir mesleğe asla mal edilemez. Arabasında unutulan değerli eşyaları teslim eden TAKSİCİ kardeşlerimiz üzerinden bakmayı da unutmayınız…” E tamam da arabada unutulan eşyaya çökmek mi normaldir, yoksa sahibine ulaştırmak mı? 
Nedir yani? 
Doğru olan şeyi yaptığı için mi alkış bekleniyor? 
Neyse vekilime hemen internetten cevaplar geliyor. Vekilim de onları kopyala yapıştır cevaplıyor.

Mesela bir kullanıcı: “Kısa yol diye yolcu almayan, yağmurda mırın kırın eden, güzergahı beğenmeyen, trafiğe girmek istemeyen vb. Daha neler neler. Hepsinin bir bahanesi var. İstiyorlar ki Büyükçekmece’den binelim Tuzla’da inelim. İşlerini düzgün yapsalardı kimse bir şey demezdi!” yazıyor.
Vekilim boş durur mu?
“Taksici kardeşlerimiz sizin bu haklı eleştirileriniz ile kendilerini yenileyecekler, hatalarını düzeltecekler. Asla kamuoyuna yansıyan yanlış imaja teslim olmayacaklar. Eleştirileriniz haklı ve değerli” diyor.

Vekilime hemen başka bir vatandaş bir anısını anlatıyor. Mesele imaj ya!
“Hiçbir şeyi değiştirdikleri yok. Annemin ayağı kırıldı. Koltuk değneğiyle yürüyor. Normalde yakın olan ve asla taksiye binmeyeceğimiz bi mesafe için binmemiz gerekti. Hastaneden çıkmıştık. Taksiye bindik. Duraklardan yürüyemeyeceğimiz kadar uzaklaşıp trafik var bugün zaten kazanamadım. İndireyim sizi burda deyip bizi alakasız bi yerde indirdi. Trafiğe girmemek için. Bu insanlar mı kendilerini düzeltecek?”… Bu noktada vekilim mavi ekrana yaklaşıyor olmalı… Cevap yok.

Vekilim diğer vatandaşlara da az önce okuduğunuz tiviti diyor ama sanki kendisi için değerli değil de vatandaş için değerli gibi. Çünkü herkese aynı cevap geliyor. Neyse Külünk vekilim tam bunları söylerken aynı hafta şöyle bir olay oluyor
Kadıköy’den Sabiha Gökçen Havalimanı’na gitmek isteyen turistin, yolları bilmemesinden faydalanarak yolu uzatan ve uçağını kaçırmasına neden olan taksici hakkında “nitelikli dolandırıcılık” suçundan 3 yıldan 10 yıla kadar hapis istemiyle iddianame düzenlendi. İddianamede, şüphelinin müştekinin turist olması nedeniyle İstanbul’u ve havalimanı yolunu bilmemesinden faydalanarak daha uzun mesafe gitmek ve böylece daha fazla taksi ücreti alabilme amacıyla kasıtlı olarak Yavuz Sultan Selim Köprüsü yolundan Avrupa Yakası’na geçtiği kaydedildi… Dön baba dönelim. Olumsuz imaj ha! Adam şov yapmış ya. Kazık şov!

Tam o sırada muhalefetten de tuhaf bir çığlık geliyor. Yine nedense taksicilerin yanındalar. Sanki oy gelecek yerden tavuk esirgenmez gibi bir şey. Ama maalesef gelecek potansiyel iki oy için, büyük boy vizyonsuzluk içine düşüyor Hamzaçebi vekilim de.

İstanbul Milletvekili M. Akif Hamzaçebi İstanbul Taksiciler Esnaf Odası’nı ziyaret ederek taksicilerin sorunlarını dinledi. Hamzaçebi “ İstanbul’dan Uber’i kovarak İBB’nin başlatmış olduğu İTaksi uygulamasını da İstanbul Taksiciler Esnaf Odası’na vereceğiz” dedi.

Ya bir de eskilerden 2013’den bir haberle yazıya son veriyorum.
19 Şubat 2013’te Külünk vekilim TRT Haber’de yayınlanan Meclis Taksi programında da şoför koltuğuna oturmuş. Haberin metninde aynen şöyle yazıyor: İstanbul caddelerinde müşteri arayan Külünk, taksi müşterilerinin sık sık duyduğu “Karşının taksisiyim” sözünü söylemeden, mesafe ayırt etmeden yolcu taşıdı... Haber metni bile olayın gerçeklikten uzaklığını anlamış.
Mevzu vekillerimizin siyasi görüşleri birbirinden ne kadar alakasız olsa da taksicileri tüketiciden daha çok korumaya çalışması. Böyle birkaç vekil daha var, boş boş konuşuyorlar. Yazık, bu vekillerden bizi kim koruyacak? Keşke vekilleri de, bakanları da başganları da denetleyebildiğimiz bir sistem olsaydı. Denetleme olmayınca her şey böyle cacığa dönüyor. 
Şimdi kendimizi doğrayabiliriz.

Kaan Sezyum / BİRGÜN

Suriye’ye rağmen, Suriye’nin toprak bütünlüğü? - FATİH YAŞLI

Bir önceki başbakan Ahmet Davutoğlu, 23 Şubat 2016’da El Cezire televizyonuna konuk olmuş, Türkiye’nin Suriye’de “muhaliflere” yeterince destek verip vermediği ve kınama yayınlanmaktan başka ne yaptığı sorusuna övünerek şöyle yanıt vermişti:
Eğer bugün rejim ülkenin tüm topraklarını kontrol edemiyorsa, Türkiye’nin ve diğer bazı devletlerin desteği sayesindedir. Eğer geçen hafta Rusya’nın DAEŞ’i hedef almadan Tel Rıfat, Halep ve Azez’e 500 uçuşla yaptığı ağır bombardımana rağmen Suriye halkı hâlâ oradaysa ve topraklarını savunuyorsa, bizim desteğimiz sayesindedir. Biz bu desteğe devam edeceğiz. Yani sadece kınamıyoruz, onları destekliyoruz.”

Bu, “yeni-Osmanlıcılık” adı altında komşu bir ülkeye yönelik olarak izlenen yıkım siyasetinin, o ülkenin egemenliğini ihlal etmenin, rejimini değiştirmeye çalışmanın ve bunun için silahlı grupları desteklemenin en yetkili ağızlardan biri tarafından ve en açık bir şekilde itiraf edilmesiydi.


Sahiden de, -bundan birkaç yıl öncesine nazaran biraz daha toparlanmış olmakla birlikte- bugün Suriye parçalı ve toprak bütünlüğünü yitirmiş bir görünüm arz ediyorsa, bunda ABD ve petrol şeyhlikleriyle birlikte en büyük sorumluluğun yeni-Osmanlıcı dış politika olduğunu belirtmek durumundayız. Kamplarda yetiştirilen cihatçılar, açılan sınırlar, verilen lojistik destek, milyonlarca dolar, tonlarca silah, cihatçılar Suriye şehirlerini birer birer düşürdüğünde İstanbul camilerinde dağıtılan lokumlar… Koca bir ülke böyle paramparça edildi, milyonlar yaşamını yitirdi, milyonlar mülteci oldu, evini barkını terk etti, bitimsiz bir sefaletin içine sürüklendi.

Davutoğlu’nun gidişiyle birlikte Suriye’ye yönelik bu yıkım siyasetinin değişeceği yönünde, katılmanın hiçbir şekilde mümkün olmadığı bir beklenti içerisine girilmişti. Katılmak mümkün değildi, çünkü bu beklenti yeni-Osmanlıcılığın Davutoğlu’nun şahsi projesi olduğu iddiasından kaynaklanıyordu. Oysa Suriye’nin yeni-Osmanlı’nın “lebensraum”u, yani “yaşam alanı” olduğuna, Osmanlı’nın Suriye’nin fethiyle yeniden kurulacağına ve hilafetin yeniden tesis edilebileceğine en az Davutoğlu kadar Erdoğan da inanıyordu.

Üstelik bu öyle bir inançtı ki, Batı’yla ara bozuldukça jeopolitik düzlemde giderek Suriye’nin müttefikleri Rusya’ya ve İran’a yanaşılmasına rağmen, Suriye siyasetinde hiçbir şekilde köklü bir değişiklik meydana gelmedi; bilakis “katil Esed” söylemi ve emperyal ihtiraslar devam ettirildi. Öyle ki, IŞİD bahanesiyle “Fırat Kalkanı” adı altında Suriye topraklarına girildi ve Cerablus’ta yeni-Osmanlı’nın korumasına tabi fiili bir ÖSO devletçiği kuruldu.

Bugün örneğin ABD’ye gayet haklı olarak “Suriye’ye IŞİD’le mücadele için geldiyseniz, IŞİD bitirildiğine göre neden Suriye topraklarından çıkmıyorsunuz” sorusu sorulabiliyorsa, aynı soru yeni-Osmanlıcılara da sorulabilir: “Eğer Fırat Kalkanı’nı IŞİD’i temizlemek için yaptıysanız ve bunu başardıysanız, Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunduğunuzu da iddia ediyorsanız, neden kontrol ettiğiniz toprakları Suriye devletine bırakıp çıkmıyorsunuz?”
Bu soru cevapsız kalacaktır, çünkü yeni-Osmanlıcılık açısından Suriye’nin toprak bütünlüğü bir demagojiden ibarettir ve öncelikli hedef hâlâ Suriye’de rejimin değiştirilmesi, bunun için de ülke topraklarının bir bölümünün ÖSO adlı başıbozuklarla birlikte kontrol altında tutulmasıdır. Tam da bu nedenle Zeytin Dalı’nın Suriye’nin toprak bütünlüğü için yapıldığı iddiası bir safsatadan ibarettir, hedef parçalanmış bir Suriye’de, yeni-Osmanlı’nın kontrolünde İslami bir devlet kurmak ve bunun sınırlarını Şam yönetimini devirene kadar genişletmektir.

Zaten tam da bu nedenle iş bilmez muhalefetin “Suriye’yle görüşün” çağrılarının hiçbir karşılığı yoktur ve Suriye de bu farkındalıkla hareket etmektedir. Yapılan anlaşma neticesinde Afrin’e milislerin sokulması da Şam yönetiminin kendi toprak bütünlüğüne yönelik öncelikli tehdidin yeni-Osmanlıcılıktan geldiğini bilmesinden kaynaklanmaktadır. Suriye, yeni-Osmanlıcılığın Suriye’de kontrol ettiği toprakları genişleterek ABD’yle yeni bir pazarlık düzleminde buluşmayı ve kendisine yönelik saldırganlığı devam ettirmeyi amaçladığının farkındadır. Son Tillerson ziyareti ve Doğu Guta’da yaşananlara dair yürütülen kara propaganda ise bu farkındalığın haklı olduğunu göstermektedir.

Netice itibariyle, kendi bağımsızlığını savunmak, başka ülkelerin de bağımsızlığını savunmaktan geçer. Emperyalizme karşı durmak, emperyalizmin başka ülkelere müdahalesine de karşı durmaktan, onlarla ortaklık kurmamaktan geçer. Kendi toprak bütünlüğüne halel gelmemesini talep etmek, başka ülkelerin toprak bütünlüğüne de müdahale etmemeyi gerektirir. 
Durum budur.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Bu bir skandal. Sizce de değil mi? - MUSTAFA K. ERDEMOL

İngiltere Savunma Bakanı Gavin Williamson bir süre önce muhalefetteki İşçi Partisi’nin lideri Jeremy Corbyn hakkında “vatana ihanet ediyor” iddiasında bulunmuştu. Bizim gibi ülkelerde dileyen dilediği herkes için bu tür cümleleri rahatlıkla sarf edebilir malum, ama İngiltere gibi ülkelerde bu tür bir iddia ortaya atarsanız kanıtlamak durumundasınız.

Sonra tartışma nasıl gelişti, nasıl sonuçlandı izleyemedim pek. Ama dün konuyla ilgili BBC’de ünlü sunucu Andrew Neil’in programına rastladım. Sosyal medyada paylaşılmış, dolayısıyla ne zaman yayınlandığını bilmiyorum. Ama erken ya da geç fark etmez. Neil’in, BBC gibi bir devlet kanalında, iktidar partisi milletvekili Steve Baker’i bu konuda nasıl sıkıştırdığını seyrettim. Neil’de ne işten atılırım, ne cemküçükvari bir tetikçinin saldırısına uğrarım korkusu yoktu hiç.

Andrew Neil İşçi Partisi’ni destekleyen bir gazeteci değil bu arada. Bildiğim kadarıyla Corbyn’e özel bir sempatisi de yok. Aşağıda aktaracağım tartışmayı bu gözle okumanızı rica edeceğim.

Andrew Neil: Savunma Bakanı Sayın Corbyn’nin “ülkeye ihanet ettiğini” söyledi. Bunu nasıl yaptı sizce?
Steve Baker: Şey, Savunma Bakanı kullanacağı kelimeleri elbette kendi seçer, ancak benim açımdan da…
AN: Ülkeye ihanet etti mi, onu soruyorum…
B: Şey…Jeremy Corbyn, bence ülke için çok büyük bir tehlike çünkü..
N: Ülkeye ihanet etti mi?
B: Çünkü savundukları açısından bakarsak…
N: Bakın, insanlar sizin gibi düşünebilirler. Ama Savunma Bakanı ya da hükümet Majestelerinin muhalefetini vatana ihanetle suçluyor. Bu önemli. Soruyorum. Nasıl? Bunu anlatın.
B: Şey bakın..bu soru aslında Williamson’a sorulmalı…
N: Öyleyse aynı fikirde değilsiniz, öyle mi?
B: Ben gerçekten yorum yapmak…
N: Ülkeye ihanet ettiğine inanıyor musunuz?
B: Corbyn’in bu ülke için tehlike olduğuna inanıyorum.
N: Bakın bu politik bir yorum. Görüşünüz böyle olabilir. Bu hakkınız. Herkes parti içinde böyle düşünebilir. Ama ihanet bütünüyle farklı bir kavram. Bu çok ciddi bir suçlama. Çek arşivleri yöneticisi Corbyn ile ilgili herhangi bir kayıt olmadığını açıkladı. Alman arşivleri sorumluları Stasi belgelerinde Corbyn’nin adının geçmediğini belirttiler. Tekrar soruyorum. Jeremy Corbyn bu ülkeye nasıl ihanet etti. Söyler misiniz?
Bu gerçek bir skandal sayın Baker. Corbyn ne yaptı etti ayrı mesele ama bu gerçekten bir bilgi kirliliği. Ve sizin partili, arkadaşlarınız da bu kirli bilgiyi yayınlamakta bir sakınca görmüyor. Bu gerçek bir skandal. Sizce de öyle değil mi?”

Steve Baker’in yerinde olmak istemezdim doğrusu. İktidar milletvekili olmasına rağmen, doğru sorularla karşılaştığında nasıl afalladığını görmenizi isterdim.
Milletvekilliği, yandaşlık, tetikçi gazetecilik bizim memlekette kolay sadece.
Küçüklü büyüklü tadını çıkarıyorlar Türkiye’nin.

MUSTAFA K. ERDEMOL  / BİRGÜN

Alarm ve sağırlık - ÇİĞDEM TOKER

Ekranda televizyoncuya benzeyen kravatlı biri. Haber sunuyor, sabah yayını yapıyor. Afrin harekâtında sivillerin yaşamını yitirdiği iddialarına öfkelenmiş. “Sivil öldürecek olsak” diyor. “Sivil öldürecek olsak Cihangir’den başlarız, Nişantaşı, Etiler di mi yani, bir sürü hain var. Türkiye Büyük Millet Meclisi var” ifadelerini kullanıyor. 
Kullandığı şahıs kipi, birinci çoğul şahıs. Gramer önemli. 
“Biz” diyor. Sivil öldürecek olsakOlsam değil. Başlarız diyor. Başlarım değil. Öldürmek fiiliyle birlikte kullandığı kim o “biz”? Hangi aidiyeti temsil ediyor? 
Bağlı bulunduğu, alenen insanları hedef göstermesiyle, gazetemize katliam tehdidiyle de maruf grup mu, yoksa Türk Silahlı Kuvvetleri adına mı? 
Had bildiren bir ton, posta koyan sinirli jestler. Sanırsınız elinde suç işleme özgürlüğüne sahip olduğuna dair bir sertifika vardır. Semt isimleri, ölüm tehditleri canlı yayında arka arkaya. Bir hışım ki, TBMM bile nasibini alıyor.

Nişantaşı Cihangir obsesyonu 
Nişantaşı ve Cihangir semtlerine yönelik bir obsesyon var belli ki. Süleymancıların yurdunda yanarak ölen kız çocuklarını “o senin sarıldığın Cumhuriyet yaktı. Nişantaşı’nda, Cihangir’de oturan beyaz Türkler yaktı” demişliği de var çünkü. 
İstanbul milletvekili Barış Yarkadaş RTÜK’e şikâyette bulunuyor. Eren Erdem TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ı göreve davet ediyor. Eren Erdem, Mersin milletvekili  Aytuğ Atıcı, AKP milletvekillerine “Hanginiz ‘sivil öldürecek olsak, Cihangir, Etiler Nişantaşı’ndan başlarız’ demesini onaylıyorsunuz” diye soruyor. Bu satırlar yazılırken henüz iktidar partisinden, suç unsuru taşıyan sözlerle ilgili herhangi bir açıklama ya da girişim gelmiş değil.
***

Adının başında profesör unvanı var. İlahiyat alanında hoca. Canının derdine düşmüş, ölümle yaşamın kıyısında gidip gelen hastaların kadın ve erkek bir arada tutulmasından rahatsız. “Ayrı odalarda tutmak mümkün değil mi diye soruyor.” Devamında bir soru daha. “Kadına kadın, erkeğe erkek doktor bakamaz mı?” 

Profesör, devlet hastanelerinin tamamında, vatandaşların doktor seçme olanağı bulunduğunu düşünüyor olmalı. Hem doktor hem de oda seçilebildiğini, akciğerin, kalbin görevini gören medikal cihazlarla donatılmış yoğun bakım ünitelerinde bile yapılabildiğini. Hiçbir şey, kolundan, bacağından kablolar, borular sarkan, gözleri kapalı, burnu makineye bağlı bir hastanın bir diğerini tahrik etme ihtimalinden daha önemli değil. 

İlahiyatçı profesör bu soruları Sağlık Bakanlığı’na sormuş. Şehir hastaneleri için milyarlarca TL kirayı şirketlere ödemeye başlayan bakanlığa. Milletten hiçbir fedakârlığı esirgemeyen şehir hastaneleri belki böyle bir hizmet de verir, belli mi olur. Nasıl olsa efektif ölçülerin çok ötesinde büyüklüklerde yapılıyor bu hastaneler. Kadına ayrı erkeğe ayrı yoğun bakım üniteleri açarlar. Bir de ona gelir getirici hizmet eklerler olur biter. 

Toplumsal kutuplaşma, hayatın her alanında alarm veriyor. Karşılaştığı yaygın sağırlık vahim.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Neşeli cehalet - TAYFUN ATAY

Peki, “Sait Faik'in Abasıyanık kitabı” demiş “Youtuber” kızımızı entelektüel şiddete uğratmayalım, şefkat yumağı olup sarıp sarmalayalım; ona Sait Faik Abasıyanık'ın edebi emeğini ve değerini öğretememiş bir sistemi sorumlu tutalım, hatta çuvaldızı kendimize batıralım...
Batıralım da...
Nereye kadar?!
Örnekler o kadar çok, baş edilmez ve “edebi” olan karşısında, düşünce karşısında, eğitim karşısında öylesine tahripkâr ve cüretkâr ki...
Bilmemek ayıp değil öğrenmemek ayıp iyimserliğinin öyle ötesinde ki...
"Ne yapsın şu ümmi ve de masum kızımız, onun kabahati değil, hem daha çok genç, öğrenir” demenin hayli ötesinde bir “entelektüel imkânsızlık” halinde ki insanlığımız...
Artık “bilmeme”nin değil, neredeyse “bilme”nin ayıp olduğu bir iklimin havaya hâkim olduğunu söylemek mümkün.
Yani, bilmemek ayıp değil ama öğrenmemek de ayıp değil...
Artık öğrenmek ayıp! O derece yani!..
***

“Gutenberg Galaksisi”nden koptuk ama “Bill-Gates Galaksisi”ni de çoktan geride bıraktık.
Bu, bir “Survivor Galaksisi” ve “cehaletin iktidarı” altında bilginin, bilmenin, bilebilmenin itibarsızlaştırıldığı, hem de neşeli mi neşeli bir yaşam koşulu içinde buluyoruz kendimizi!..
Tamam, bilmeyin ve isterseniz Sait Faik'e abayı yakın!
Ama bilgiye de hiç olmazsa “ahlâki” bir duruş mesafesinde olun!..

***

Bakın geçen haftaki Survivor seyrinde karşımıza çıkan “Bil Bakalım”da neler oldu!..
Şovun içinde sulu sepken bir “bilgiye yakınlaşma” yarışması bu.


Alp Kırşan sunuyor ve iki yarışmacıdan doğruya daha yakın cevabı veren kazanıyor.
Bir soru şu mesela: “Kamboçya'da kaplanların nesli ne zaman tükenmiştir?”
İnsanın doğaya yabancılaşmasına ve bir “doğa zararlısı” haline gelmesine veri oluşturan bu iç kıyıcı soruyu soran Alp'in ilave yorumları şöyle: “Yıl olarak istiyorum, ne zaman?.. Bakmışlaaar, şu tarihte tükenmiş demişler... Bana göre imkânsız soru... Daha iyi kılıfına uyduran, finale çıkacak.”
Ve “kılıfına uydurulmuş bir insanlık hali” , pür neşe, vaveylalar eşliğinde cevaplıyor soruyu. Biri, dünyadan alabildiğine bîhaber, 1974'e kadar geri götürüyor bu “türkırım” tarihine ilişkin tahminini... Diğeri, “kazanan” yani, 1985 diyor.
Hâlbuki sadece iki yıl önce, 2016'da son kaplan, “yaratılmışların en ('şereflisi' değil) şedidi” olan insan karşısında son nefesini vermiş Kamboçya'da.
Ve kazanan taraf, sevinçten uçarken kaybedenler dâhil herkes, “eğlenceli bir mavra”nın anaforuna kaptırıyor kendini...
***

Durumun vahametini anlatabildim mi, emin değilim! Netleştirmek için söz konusu soru ile bana göre aynı duygusal enlem ve boylamda olması gereken bir farazi soru ortaya atayım!..
Mesela böyle bir yarışmada “Çanakkale Savaşı'nda bu ülke kaç şehit verdi” sorusu sorulmuş olsun ve gelen cevaplar arasında doğruya daha yakın olup da kazananın sevinç gösterisi, kaybedenin de “mavra” yaptığını düşünelim... Düşünebilir miyiz?!


Düşünemezseniz eğer, Kamboçya'da soyu tükenmiş kaplanlara ilişkin sorudan sonra da vicdan ve ahlâk sahibiyseniz, doğaya ve diğer canlılara yabancılaşmanız insanlık utancınızı örtecek raddeye de gelmediyse, “Heyooo”larla sevinç gösterisi yapmazsınız!..

***

Tabii böyle trajik olduğu kadar hayli komik kesitleri de var “Bil Bakalım”ın...
Ay yüzeyinde ilk golf oyunu kaç yılında oynanmıştır” sorusunda olduğu gibi.
Alp Kırşan, soruyu “anlamayan” iki yarışmacıya tane tane, heceleyerek tekrarlıyor. İnsanın Ay'a ayak basması sonrasında hangi yıl Ay'da golf oynadı astronotlar; yaklaşık yıl tahmininde bulunulacak, hepsi bu...
Yarışanlardan biri, “Ben daha 20 yaşındayım, ehehehe” diye "neşeli" bir mazeretle bilgisizliğini bastırma derdinde, lâkin, hayret ki hayret, kazanan da o!..
Verdiği “yaklaşık” cevap ne peki: 1925!..
Yani insanın Ay'a ayak bastığı tarihi 1920'lere götürüyor 20 yaşındaki yarışmacımız ve kazanıyor.
Çünkü rakibi, cevaben diyor ki Ay yüzeyinde ilk golf, M.Ö. 3000 yılında oynandı!
Evet, yanlış duymadınız, milattan önce 3000'de Ay'da golf oynandı diye “tahmin”de bulunuyor 27 yaşındaki diğer yarışmacı ve şaka değil bu... Çünkü ona şaşkınlıkla tepki verenlere hitaben,“Ya, ama soruyu anlamadım kieee!” diyor.
***

Sonuçta farkına varıyoruz, “Survivor Galaksisi”nde dün yoktur. Zaman da yoktur.
Ancak böyle, öncesiz ve sonrasız bir “şimdi”de, ânı yaşamaktan ibaret bir hayatın içinde Ay'a ayak basmanın tarihini 1920'lere götürür, Ay'da golf oynamaya ilişkin soruyu da hece hece söylense de anlayamazsınız!..
Yine de ilk duyduğumda böyle anlayışla yaklaşmak yerine “arkaik” bir tepki vererek bu cevapları Twitter'da paylaşıyorum ve arkeolog dostum Veysel Dağ'dan şu geribildirimi alıyorum:
'Salak ile Avanak' (Dumb and Dumber) filminde Jim Carey otelin barında muhafaza edilerek asılmış olan “İnsanoğlu Ay'a çıktı' başlıklı gazete sayfasını görür ve 'Yaşasın, insanlık Ay'a çıktı' diye çığlıkla karışık sevinçle oradan uzaklaşır. Ay'a yolculuk 1969, filmin yapıldığı yıl, 1994!..”


Anlaşıldı mı şimdi?!
“Salak ile Avanak”a rahmet okunan;
“Salak ile Avanak”ı mumla aradığımız;
“Salak ile Avanak”ın âkil kaldığı;
Bir yerdir “Survivor Galaksisi”...

Tayfun Atay / CUMHURİYET

‘Doğu Guta operasyonu’ - CEYDA KARAN

Suriye, dünya tarihinin belki de en sofistike psikolojik savaş operasyonunun sahası kılındı. Çatışma bitmiyor, bitmesi de istenmiyor. Batı’nın sözde “aydınlanmış” ve “medeni” şahsiyetleri, beş dakika yan yana nefes alamayacakları cihatçı terör gruplarının kesin mağlubiyetlerini engellemek üzere seferberler. 
Operasyon alanları şimdilerde Suriye başkenti Şam’ın burnunun dibindeki Doğu Guta. Ana temaları “siviller”.

***

Ajandalarının birinci maddesi geçen seneye kadar Halep’in doğusunda cihatçı terör gruplarının kontrol ettikleri bölgeydi. Batı medyası her gün bitmeyen “sonhastane vuruldu” haberlerini yaydı. Küçücük çocuklar savaş propagandasının aygıtı haline getirildi, bilmedikleri dillerde metinler okutuldu. Amerikan Başkanı’na üçüncü dünya savaşı başlatma çağrısı bile yaptırıldı! 
Halep’in doğusu terör gruplarından arındırılalı beri normale döndüğünden, Batılıların ilgisini çekmiyor. Sırada 250 bin sivilin cihatçı terör gruplarına rehin düştüğü Doğu Guta var. Bu kez 15 yaşında bir çocuğa bilmediği dilde metinler kameraya okutuluyor.

***
Suriye’nin 7 milyonluk başkenti, Doğu Guta’yı yıllardır elde tutan silahlı cihatçı terör gruplarının ateşi altında. Beş senede havan topu ve roket saldırılarında 10 bin sivil can verdi. Gel gör ki, Batılılar onları hiç dert edinmiyor. Tersine pek çok katliama ve zulme imza atmış silahlı terör gruplarının kontrolü yitirmesinden kaygılılar. Çünkü Suriye çatışmasının kent merkezleri ayağı tümden kapanacak. 
Tartışmaların sonucu olarak BM Güvenlik Konseyi, 2401 sayılı bir aylık ateşkes kararı aldı. Bu ateşkesi dün olduğu gibi bugün de bu cihatçı terör gruplarına uygulatabilecek bir irade zaten yok. BM kararı ABD’nin arzuladığı gibi çıksa, sivilleri kalkan eden 10 bin militanın toparlanmasına hizmet edecekti. Rusya’nın devreye girmesiyle karara IŞİD ve El Kaide ile bağlantılı bütün terör grupları ve örgütlere yönelik askeri operasyonların devamını sağlayan unsur eklendi. Sivillerin kurtarılması için umut doğdu. 
Nitekim Rusya, Suriye hükümetiyle birlikte Doğu Guta’daki siviller için koridor oluşturup, yardım merkezleri kurdu. Ve militanlar derhal bu koridoru vurdular.

***
Peki, Batılıların “ılımlı” diye pazarladığı bu militanlar kim? 
Suudi destekli Selefi İslam Ordusu. 2013’te Duma’nın karşısındaki Adra katliamında kafa kesen, canlı canlı insan yakanlar, kaçırdıkları insanları kafeslerde sergileyenler. 
Heyet Tahrür üş Şam, nam-ı diğer Nusra yani Suriye El Kaidesi. Aralık 2016’da bir militanın 7 ve 9 yaşlarında iki kızını intihar saldırısına yolladığı grup. Şam’ın merkezine defalarca bombalı saldırıda bulundular. 
Katar destekli Rahman Kolorduları Amerika’nın “ılımlı” bulup MGM-71 TOW’larına layık gördükleri. 
Ve meşhur Selefi cihatçı Ahrar üş Şam. El Kaide lideri Zevahiri’nin temsilcisi El Suri’nin kurduğu grup. 
Hepsi tekfirci ideolojiyi benimsiyor.
***

Batılıların umurlarında değil. Medyaları zaten savaşı haberleştirmiyor, savaşın parçası. Batılı muhabirler hiç ayak basmadıkları yerlere dair El Kaide medyasından aldıkları haberleri yayıyorlar. “Daha ılımlılar”, “daha az aşırılıkçılar” gibi sıfatlar icat ediyorlar. The Guardian gibi sözde “solcu” yayınlar Britanya istihbaratının kurdurduğu El Kaide’nin yardım örgütü Beyaz Miğferler’in “Srebrenitsa” söylemini yayıyor. 
Suriye”ye hiç ayak basmamış Batılı uzmanlar televizyonlarda askeri müdahaleyi salık veriyor. Kendini “liberal sol” diye tanımlayanlar “çok katmanlı Suriye çatışması” safsataları üzerinden derin analizler kasıyorlar.

***
Ortadoğu’yu daha rahat sömürmek için arzulanan biatkâr, gerici ve gelenekçi kodların hâkimiyeti. Azıcık “ıslah” olmaları kâfi. Şuursuz değiller yani. Bu yüzden siyasal İslamcılarla rahat rahat koalisyon yapabiliyorlar. Direniş damarına yenik düştükleri için bu savaşın bitmesini istemiyorlar. Doğu Guta olmazsa yeni bir kimyasal silah yalanı bulurlar, olur biter.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Bahçeli’nin sebepleri - ÖZGÜR MUMCU

AKP ve MHP’nin mutlu birlikteliğini resmiyete kavuşturacak hukuki düzenleme Meclis’te. Türk-İslam sentezi İslam-Türk sentezi olarak perçinleniyor. Osmanlı’nın son dönemindeki çıkış yolu arayışlarının “üç tarz-ı siyaseti” İslamcılık, Türkçülük ve Osmanlıcılık tutmayacak tutkallarla birbirine yapıştırılmış, patlayacak dikişlerle birbirine dikilmiş, parlamenter rejimi sona erdirmeye doğru yürüyor. 
Bir süre lazımdır diyerek üzerine düşülen Atatürkçülük çaktırmadan bırakılmış, bir parantez diye bakılan Cumhuriyet fikri terk edilirken Abdülhamit’in gölgesine sığınılıyor. 

Devlet Bahçeli, hadi başkanlığa geçelim deyince, referandum yapılıyor. Yine Bahçeli hadi ittifak kuralım diye buyurunca, ittifak kuruluyor.


MHP baraj altı kalsa da Meclis’e girecek. Mühürsüz oylar geçerli sayılacak. Seçim sandıkları taşınabilecek. Kolluk kuvvetleri sandıkların önünde bekleyecek. Sandık kurul başkanlarını, AKP’nin atadığı mülki amirler atayacak. Seçim sistemi AKP ve MHP’nin aldıkları oydan daha fazla temsil gücü elde etmesi için değiştirilecek. Bütün bunlar da OHAL şartlarında yapılacak.

Bugüne kadar beklemeye ne gerek vardı ki muhteremler? 
7 Haziran seçimlerinden sonra AKP ve MHP pekâlâ bir koalisyon kurarak bütün bu değişiklikleri yapabilirdi. Ancak o dönemde Bahçeli, bugün tekrarlasa kim bilir başına neler getirecek bir şart öne sürdü. Hatırlayalım neydi şartı: “Bilal’in içinde olacağı sıfırlanan paraların hesabını sormayacak mıyız? Bu sürecin bir tarafında Bilal var. Versin Bilal’i alsın iktidarı.” 
Burada da bırakmadı. 1 Kasım seçimlerine gidilirken de şunu söyledi: 
Evlatlar yetim kalırken, bakan ve başbakan çocukları hortumculuktaustalaşıyor; kutulara, yatak odalarına, vakıflara, banka hesaplarına milletin alın terini saklıyorlardı. Bilal yükselirken hilal düşüyordu.” 
Ya yine aynı seçim kampanyasında ağzından çıkan şu sözler: “Erdoğan yolunu buluyor, kendi yapımı olan paralel avıyla meşgul oluyor, villaya haramve rüşvet yığınağı yapıyor.” 

Devlet Bahçeli’nin ani ve sert dönüşü üzerine çok yazılıp çizildi. Ancak kendisi bunlara çıkıp bir cümleyle olsun açıklayıcı bir cevap vermedi.
 
Madem başkanlık çok güzel bir sistemdi ve madem devletin bekası için MHP, AKP’nin koltuğunun altına sığınmalıydı bu işi neden 2015’te yapmadınız? 
2015’te Erdoğan’ın diktatör olacağını söylerken bugün neden başkan olması gerektiğini düşünüyorsunuz? 

AKP siyasi müttefiklerini harcamak konusunda bir hayli tecrübeli bir parti. Herkesle ittifak kurabilecek kadar esnek ancak nihai hedefine ulaşmak için gerektiğinde işbirliği yaptıklarını safra gibi atabilecek kadar da kararlı. 

Bakalım işi bitince hilal hakkında nasıl bir tasarrufta bulunacak?
 
Bugüne kadar Erdoğan ve AKP’yi kendi çizgilerine getirdiklerini düşünenlerin akıbeti ortada. İlla ki tecrübeli bir siyasetçi olan Bahçeli’ye kendisinin buna bir istisna olduğunu düşündüren sebepler vardır. Siz de bunların ne olduğunu merak etmiyor musunuz?

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

27 Şubat 2018 Salı

İktidar şekerde kimden yana? - OĞUZ OYAN

Yanıtı belli olan bir soru olabilir. Ama bıkmadan sormalı ve şeker pancarı üreticisinin, şeker işçisinin, şeker tüketicisinin (dolayısıyla herkesin) zihninde sorular oluşmasını, bunların yanıtlarını aramasını sağlamalıyız. Ulaşabildiğimiz kadarına. Sosyal mücadeleler tarihine geçirmek adına. "Millilik ve yerlilik" üzerinden kof milliyetçilik propagandası yapanların ulus-ötesi tekellerin taşeronundan başka bir şey olmadıklarını göstermek adına.

4 Nisan 2001'de TBMM'de kabul edilerek yürürlüğe giren Şeker Kanunu gerçi AKP öncesinin yasası. 15 günde 15 yasa şeklinde özetlenen IMF/Derviş yasalarından biri. 22 Haziran 2001'de kapatılacak olan Fazilet Partisi o tarihte 102 milletvekiliyle Meclis'te, muhalefette (Saadet Partisi 20 Temmuz, AKP 14 Ağustos 2001'de kurulacak). Fazilet Partisi, bu yasaya muhalefet ediyor. Doğru itirazları da var. Ama yalnızca bir yıl sonra hepsinin tamamen tersini yapmak üzere.

Fazilet'in AKP kanadı 2002'de iktidar olunca, tüm zamanların en azgın neoliberal /özelleştirmeci siyasi hareketi olarak sahneye çıkıyor. Kendisinden önceki 16 yılda gerçekleştirilmiş olan toplam 8 milyar dolarlık özelleştirmenin üstüne, 15 yılda 60,5 milyar dolarlık (Ağustos 2017 verisi) özelleştirme ekliyor. Bu sayıya, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu ve Ulaştırma Bakanlığı'nın Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB) dışında gerçekleştirdikleri özelleştirmeler dahil değil. Onlar da eklendiğinde, AKP döneminde 75 milyar dolara yakın özelleştirme yapılıyor.

Cumhuriyet'in çeşitli dönemlerinde sanayi ve hizmet sektörlerinde bin bir güçlükle gerçekleştirilmiş, birçok bölgenin, ilin, ilçenin ama özellikle toplumun çeşitli kesimlerinin (işçi, mühendis, memur, köylü, hatta esnaf ailesinin) kaderini değiştirmiş, ülke kalkınmasında okul olmuş, toplum refahına (eğitimine, kültürüne) katkıda bulunmuş olan Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) bir bir kamudan koparılıp satılıyor veya kapatılıyor. Büyük bir talan uygulanarak, gerçek değerlerinin çok altında, yabancı ve yerli sermayedarlara çoğunlukla peşkeş fiyatlarıyla sunularak. Yolsuzluk ve kayırma kapıları ardına kadar açılarak.

Ağustos 2017 tarihine kadar ÖİB tarafından gerçekleştirilmiş toplam 68,7 milyar dolarlık özelleştirme gelirinin 47,5 milyar dolarlık bölümü de Hazine'ye aktarılıyor. Bütçe açıkları buradan kapatılıyor. Ayrıca KİT'lerden/üretimden çekilen devlet, yollara yatırım yapıyor. Bu arada, kârlı KİT'ler özelleşince geriye kalan daha sorunlu (zarardaki) kuruluşlara da 15,8 milyar dolar borç ve sermaye olarak aktarılıyor. (2018 Bütçe Gerekçesi: 302). Bu aktarmalar, eldeki kuruluşların albenisi arttırılarak özelleştirilmesi için de kullanılıyor.

ÖİB sitesine girip de "özelleştirmenin felsefesi" başlığını tıklarsanız, karşınıza sadece şu tanım çıkıyor: "Özelleştirmenin ana felsefesi, devletin, asli görevleri olan adalet ve güvenliğin sağlanması yolundaki harcamalar ile özel sektör tarafından yüklenilemeyecek altyapı yatırımlarına yönelmesi, ekonominin ise pazar mekanizmaları tarafından yönlendirilmesidir."  
Ne kadar özlü değil mi? 
Devletin asli görevleri adalet ve güvenlik gibi zor unsurlarının kullanımı ile dışsal faydası en çok sermayeye yarayacak olan altyapı yatırımlarından ibaret. Dikkat ediniz eğitim ve sağlık bile yok. Ve bu zihniyet, tüm iktidarı boyunca bıkmadan usanmadan (Goebbels yöntemleriyle) "Bunların çakılı bir çivisi bile yok"... kara propagandasını yapıyor. Cumhuriyetin ilk gününden itibaren çakılan bütün çivileri söküp talan edenler, tam tersine ikna etmek için zihinleri ele geçirmeye çalışıyor. Cahil avını bir sürek avına çeviriyor. (Etkisiz olduğunu sakın düşünmeyin; 2009 yılında Tire'nin Gökçen beldesindeki bir toptan karpuz pazarında yaşlıca bir köylünün, verdiğimiz bütün örneklere rağmen CHP'yi suçlamak için bu sloganı tekrarlamaktan geri adım atmadığını, nihayet ancak İl Özel İdaresi'nin kendi köyüne yaptığı basit bir yatırımı Özel İdare Meclis üyesi bir arkadaştan öğrenip bunu gözüne sokunca bu nakaratı söylemeyi kestiğini belirtelim).

                                                           ***
Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş.'nin (Türkşeker) kuşkusuz sanayileşmede ve bunun Anadolu'ya yayılmasında tarihi bir önemi vardır. Türşeker'e bugün Şeker İş Sendikası yanında en çok Makine Mühendisleri Odası'nın sahip çıkması nedensiz değildir; bu fabrikalar aynı zamanda Türkiye'de makine sanayisinin gelişmesinin de okullarıdır. Osmanlı'dan hiç şeker fabrikası devralmayan Cumhuriyet'te, 1925-26'da Uşak ve Alpullu (Babaeski/Kırklareli) Şeker Fabrikalarının, 1933-34'te de Eskişehir ve Turhal Şeker Fabrikaların kurulması, genç Türkiye Cumhuriyeti'nde sanayileşmenin ilk fitilini ateşledi. Böylece gene 1930'ların ilk yarısında Türkiye Şeker Fabrikaları AŞ'nin yani ilk KİT'lerden birinin ortaya çıkışı, devlet öncülüğünde ülkenin birinci sanayi devrimine girişi, 1930'lardaki sanayileşmenin önceliği olan "üç beyaz"ın yani un, şeker ve pamuklu mensucatın yerli imkanlarla sağlanmasının sac ayaklarından birinin oluşturulmasına zemini hazırlanmış oldu.
İzleyen dönemlerde farklı iktidarlar bu fabrikaların şeker pancarı ekilen bütün alanlara yayılmasını sağladılar. 

Ülkede artık 25'inin sermayesinin tamamı devlete ait olmak üzere 27 şeker fabrikası faaldi. Ayrıca Türkşeker'e bağlı dört alkol fabrikası, altı makine fabrikası, bir tohum işleme fabrikası, iki tarımsal işletme, bir araştırma enstitüsü bulunuyordu ve tümü bir entegre sistem oluşturuyordu. Türkiye, Türkşeker aracılığıyla şekerde gıda  güvenliğini en üst noktaya taşıdığı gibi türev sanayilere de yol açıyordu. Tarımsal alana sadece bir destekleme kurumu olarak değil, sınai üretimiyle de destek veriyordu; şeker pancarı küspesi de zaten hayvancılıkta en önemli yem girdilerinden biriydi.

Esasen bütün bu nedenlerle de Almanya, Fransa, ABD gibi Batılı gelişmiş ülkeler şeker pancarı üretiminden asla vazgeçmiyorlardı. Oysa şekerkamışından şeker elde etmek çok daha düşük maliyetliydi ve dünya şeker üretiminin yüzde 70'i şekerkamışı temelliydi. İthal yoluyla daha ucuza temin edebilecekleri bir temel besini kendi ülkelerinde üretmeye devam etmeleri gıda egemenliği bakımından stratejik bir karardı. Türkiye de, tıpkı bugün olduğu gibi, 2000'lerin başlarında dünyada ilk sıralarda yer alan bir şeker üreticisi ve tüketicisiydi. Birçok gıda ürününün aksine, Türkiye'de kişi başına şeker tüketimi Avrupa ortalaması düzeyindeydi. Türkiye üzerindeki iştahları kabartan nedenlerden biri de buydu.

Bu arada 1990'lara gelindiğinde dünyada şeker arz-talep dengesi başka bir gerçekliğe işaret ediyordu: Arz talebi aşmaktaydı ve bunun fiyatlar üzerindeki etkisi 1995'ten sonra büyümüştü. Londra Beyaz Şeker Borsası'nda ortalama fiyatlar şöyle gelişmişti: 1995: 396 $/ton ; 1996: 367; 1997:316; 1998: 255; 1999: 200 $/ton... (Veriler, 08.06.2001 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yazdığımız "Şeker Yasası Kimin Yasası" başlıklı yazımızdan alınmıştır). Fiyatlar beş yılda yarı yarıya gerilemişti. Gıda tekelleri için alarm çanları çalıyordu.

Kısa dönemde talebi arttırmak pek mümkün olamayacağına göre, arzın kısılması gerekiyordu. Daha da iyisi, üretimi kısılan ülkelere şeker ihraç edilmesi olacaktı. İşte İMF'nin Türkiye'ye verdirdiği 9 Ocak 1999 tarihli Niyet Mektubu'nun önemli taahhütlerinden biri de mevcut 27 Şeker Fabrikasının özelleştirilmesiydi. 

IMF/DB'nın 1 Ocak 2000 tarihinde başlattıkları istikrar ve yeniden yapılandırma programı, finansal kesim dışında en büyük dönüşüm ve tasfiyeyi tarımda, tarımsal KİT'lerde ve Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri'nde  gerçekleştirecekti.

İzleyen dönemde IMF/DB programını en uzun süre ve en büyük kararlılıkla uygulayan parti 2002'de iktidara gelen AKP oldu. Ama Şeker Fabrikaları'nın özelleştirilmesinde bugüne kadar yeterli başarıyı gösteremediler. Bunda Şeker İş Sendikası'nın hukuk mücadelesinin de önemli payı oldu. 2009'da Danıştay'ın iptal kararından sonra 2011'de çıkılan 10 fabrikanın özelleştirme ihalesi de 2012'de iptal edildi. 2001'de Şeker Kanunu çıktığındaki niyet, kârlı ve verimli Şeker Fabrikalarının öncelikli satışıydı. Oysa bu, daha önce KİT'lerin bütünü için söylediğimiz gerçekle yüzleşilmesine yol açacaktı: Şeker Fabrikalarının konsolide bilançosu özelleştirme sonrasında negatife dönecekti. Bugün de bu habis niyetlerden vazgeçilmemiş olup, bugün 14 fabrika için açılmış olan ihale de aynı sonuçları getirecektir. Şeker İş Sendikası Başkanı İsa Gök buna tepkisini gösterirken, şeker fabrikalarının bölgesel olarak şeker üretim maliyetlerinin çok farklı olduğunu, özelleştirme sonrasında bunların önemli bir kısımının kapatılacağını, çünkü bunlara kapasite ve teknoloji yükseltme yatırımı yapılmadığını hatırlatıp, "Türkşeker bunların paçal maliyetiyle ayakta durabiliyordu. 

Eğer bunlar satılırsa Türkşeker'in maliyeti çok daha fazla artar" diyor ve şöyle devam ediyordu: "Daha önce tohum fabrikamız vardı, Anadolu coğrafyasına uygun tohumlar üretiyorduk. Şimdi ise bu alanda tamamen Almanya'ya bağımlı hale geldik." (Dünya Gazetesi, 22.02.2018).

Nişasta bazlı şekere alan açmak için kotaları alabildiğine arttıran bir "iş bitirici" iktidar türünün millilik ve yerliliği de herhalde ancak bu kadar olabilmektedir.

Oğuz Oyan / SOL

Sultan II. Abdülgoogle Han - ORHAN GÖKDEMİR

Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu nam zat, Sultan II. Abdülhamid için "Google'ı icat eden kişi" dedi, malum. Bu tarih tezini hiç yabana atmayın fakat. Nuh oğluyla cep telefonuyla irtibat kurduysa aradan geçen birkaç on bin yılda o telefona arama motoru eklemeyi de başarmıştır ecdadımız. Geç olmuş, tamama erdirmek Abdülhamit’e kalmıştır. 
Gülmeyin. 
Hatta imkânı olan torun Nilhan’a haber versin, miras kovalayacak yeni bir kapı açılmıştır zatıâlilerine.

Mantık arayacak bir neden yok düzende. Kafası hurafelerle şekillenmiş gerici güruh için tarih dediğin nedir ki? 
Eşeğe binemeyeni helikoptere bindirir, çölde yıldız sayanın eline cep telefonu tutuşturur, okuma yazması olmayana arama motoru icat ettirir. Kutsal şehir Urfa bu vizyonun ete kemiğe bürünmüş şeklidir mesela. İbrahim Peygamberi Roma Sütunlarına bağladığı bir mancınıkla fırlattırır, aşağıdaki pagan mabedine düşürüp Tanrı Atargatis kılığında Balıklı Göl’de yüzdürür. 
Bu olayların aralarındaki bin yılı aşan zaman farklılıkları dinciyi durdurmaya yetmez.

Döndük dolaştık geldik başladığımız yere. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin beğenmeyen liberal çetenin kulakları çınlasın, Fesli Kadir artık rejimin resmi tarihçisi. Ülkenin gerici geleneği zincirlerinden boşandı, kısa cumhuriyetin biriktirdiği her şeyi yıkarak ilerliyor. Bu yıkımı sürdürebilmek için bir efsaneye ihtiyaçları var. O efsane ihtiyacını da Sultan Abdülgoogle ile karşılıyorlar. Efsanedir gerçekten. Koca bir imparatorluğu batırmış, o arada ülkenin yakın tarihindeki bütün ilerici ataklara da bizzat şahit olmuştur.

                                                                 ***
1842 doğumlu. Kardeşinin indirilmesi gereği doğunca gözler ona dönmüştü, ama çevresinde kuşkulu bir tip olarak biliniyordu. Büyük kardeşi Murad IV.’ün alaşağı edilmesi üzerine 1876 yazında bu kuşkulara rağmen mecburen tahta çıkarıldı. Tahsili yoktu ama pek kurnazdı. Gerçek yüzünü ve gerçek amaçlarını saklamakta mahirdi. Bu sinsi saray oğlanı etrafına güvensizlik saçmasına rağmen bir yolunu bulup muhaliflere ve özellikle Mithat Paşa’ya meşrutiyet yanlısı olduğu izlenimi vermeyi başarmıştı. Tahta çıktığı yıl oluruyla ülkenin ilk anayasası ilan edildi. O artık yetkileri sınırsız bir padişah değil, anayasayla sınırlanmış bir iktidarın başıydı.

Osmanlı’nın çok bunalımlı bir dönemine denk gelmişti iktidarı. Osmanlı toprakları her geçen gün etrafındaki güçler tarafından kemiriliyor, yiyip bitiriliyordu. Sinsi sultanın pek aldırdığı yoktu bu hale. O ilk anayasanın mimarı olan Mithat Paşa ise neredeyse tek başına devletin onurunu korumaya, bağımsızlığını güvence altına almaya çalışıyordu. Haliyle sinsi sultanın ilk icraatı bir bahane bulup Mithat Paşa’yı vezirlikten azletmek ve anayasayı askıya almak oldu. Meclisi kapatmadı ama. Vekiller hiçbir iş yapmadan maaş almaya devam etti. İçeride böylece kısmi bir sessizlik sağlamış oldu.

“Şanlı Plevne direnişi” türü “kahramanlıklar” onun zamanının keşfidir. Hep yeniliyor, hep kaybediyorduk ama kahramanca direniyorduk. Bu kahramanlıklar yüzünden Rus Ordusu Tuna’yı geçip İstanbul önüne kadar ilerlemişti. Rusların önünden kaçan askerlerin ve göçen halkın perişanlığını anlatmaya kelimelerin gücü yetmez.

Ülkesi adım adım işgal edilirken sinsi sultanın yaptığı tek şey Ruslara daha fazla ilerlememeleri için yalvarmaktan ibaretti. Krizi fırsata çevirmeyi de ihmal etmedi o arada. Rus ordusunun ilerleyişini bahane ederek Mebusan Meclisine kilit vurmayı başardı.
                                                                  ***
Saraydaki ilk iki yılının özeti böyle. Bütün suçlarının sorumluluğunu Mithat Paşa’nın ve meclisin omuzlarına yükleyip, bu sayede tek adam yönetimi için kapıyı sonuna kadar aralamıştı. O bunlarla uğraşırken batıda sınırları Ege’de biten bir Bulgaristan kurulmuştu. Doğu’da Batum, Kars ve Ardahan Rusları eline geçmişti. İstanbul elden gitmediyse Rusların ilerlemesinden rahatsız olan Avrupalı güçler nedeniyleydi. Fakat onun bütün dikkati içerdeydi. Devrilmekten korkuyor ve bu ihtimali ortadan kaldırmanın yollarını arıyordu.

Abdülaziz’in intiharı bunun için biçilmiş bir kaftandı. Abdülaziz intihar etmemiş, öldürülmüştü iddiasına göre. Bu iddiasını araştırmak üzere Yıldız’da özel bir saray mahkemesi kurdurdu. Bu uyduruk mahkemede Abdülaziz’in korumalarını ve elbette onlarla birlikte Mithat Paşa ve damatlarını tutuklatıp, yargılattı. Tutuklu korumalardan işkence ile alınan itiraflara dayanarak Mithat Paşa idama mahkûm edildi ve Taif’e sürüldü. Orada mahpusta gün sayarken saraydan gelen talimatla öldürüldü. Sinsi sultan tarihimizin bu önemli şahsiyetini önce cinayetle suçlayıp gözden düşürmeye çalışmış, sonra da ortadan kaldırtmıştı. Katil o değilse bile emri veren odur!

Şimdi nefret ettikleri İttihat ve Terakki 1889’da sinsi sultanın bu baskı rejimine karşı kuruldu. Okullar kaynıyordu, ordu rahatsızdı. Sinsi sultan ülke kaynarken Yıldız Sarayında devşirmelerden oluşturduğu korumalarının sağladığı güvenli ortamda keyif çatıyordu. Muhaliflere karşı acımasız bir hafiye ağı kurmuştu. Topraklarına yaydığı zulmü yol, köprü, okul inşaatlarıyla örtmeye çalıştı. Tabii bugün tanık olduğumuz gibi bunları sınırsız bir borçlanma ile yapıyordu. O kadar borçlandı ve istikrarsızlık o kadar arttı ki alacaklılar yeni borçlar vermeden önce eskilerinin ödeneceği yolunda garanti istedi. 1882’de bu amaçla Duyun-u Umumiye idaresi kuruldu. İdare “milli”ydi milli olmasına ama alacaklılarının idaresindeydi. 
Pul, tuz, ipek, balıkçılık ve benzeri sektörlerden gelen vergiler, hatta bazı özerk vilayetlerin vergileri doğrudan borca yatırılacaktı. Bugünkü varlık fonuna benzer bir şeyden söz ediyoruz anlayacağınız. Böylece devletinin bir kısmını alacaklıların yönetimine terk etmiş oldu.

Sinsi sultanın kurduğu bu zulüm şebekesi 30 küsur yıl sonra nihayet 1908 yazında sona erdirilebildi. Devrim despotun kapısını çalmış, o korkuyla rafa kaldırdığı anayasanın yeniden ilanına razı olmuştu. 1909 Nisanında “padişahım çok yaşa” nidalarıyla taraftarları ayaklandı. Gericiliğin ayranı yeniden kabarmıştı. Rumeli’deki Hareket Ordusu koştu yetişti, Taksim’deki topçu kışlasında başlayan gerici ayaklanmayı bastırdı. Abdülhamit anayasaya yeniden tecavüz edeceği korkusuyla alaşağı edildi. Önce Selanik’e sürgüne, sonra Balkan Harbi çıkınca İstanbul’a getirilerek Beylerbeyi Sarayında ikamete zorlandı. 1918’de öldü ve nedense Sultan Mahmut türbesine gömüldü.

                                                                    ***
İşte tarihi. Çok tartışmalı bir kişilikle karşı karıya olduğumuz kuşku götürmez. Sultanlığı bir yana, büyük yazarımız Doğan Avcıoğlu’nun deyişiyle “1 numaralı komprador” umuzdur. 
Onun anlattıklarına göre gecelerini Tarabya’daki malikânesinde Belçikalı tuhafiyeci kız Flora Cordier ile geçirir, gündüzleri büyük bir şirketin genel müdürü olan İngiliz komşusu Mr. Thomson’a yarenlik eder. Borsa oyunlarına meraklıdır. Rum bankacı Zarifi ve Ermeni borsa simsarı Assani’nin yakın dostudur. Yıldız Sarayında Tatlısu Frenklerini ağırlamaktan pek hoşlanır. Faize düşkünlüğü dillere destandır. Bu sayede muazzam bir kişisel servet edinmişti. Saraydan ayrılırken unuttuğu bir defter sayesinde servetinin büyük kısmını yabancı bankalarda sakladığı anlaşıldı. Suriye, Mezopotamya ve Arnavutluk’ta yüzbinlerce hektar araziyi özel mülküne geçirmişti. Irak’ta petrol bulunan alanlar da buna dâhildir.

Mirasçıları Birinci Dünya Savaşının ardından bu muazzam serveti ele geçirmek için “The Sultan Abdülhamit Oil Wells” ve “The Sultan Hamit Han Estates Ottoman” adlı iki şirket kurdu. Birinci şirketin amacı Irak petrolünden hisse koparmak, ikincisinin ise o zamanın parasıyla 100 milyon lira tutarındaki gayrimenkullerini geri almaktı. Uzun uğraşlar sonunda İkinci Dünya Savaşının ardından 1,5 milyar lira değerinde bir serveti ele geçirmeyi başardılar.

E hazır para çabuk bitti. Geride Nilhan türü işportacılar kaldı. Ama onların iştahlarını kabartan asıl şey Abdülhamit’in dirilip ülkede iktidarı yeniden ele aldığını sanmaları.

Denildiği gibi tarihteki bütün büyük olaylar iki kere sahnelenir. Trajedi Abdülhamit’tir, biz komedi faslındayız. Abdülhamit’in hayal gücü genişti ama Rizeli bir akrabası olacağını düşünde görse hayra yormazdı. Üçkâğıtçı bir borsa oyuncusuydu ama nihayetinde asla bir “Nilhan Sultan” değildi. Marangozluğa yeteneği, polisiye edebiyata merakı vardı. Avrupa’dan getirdiği romanları çevirttirmiş, hatırı sayılır bir kütüphane oluşturmuştu. Bugün sahnelenen hali tartışılmaz bir vasıfsızlık ve kuşku götürmez bir cehaletle maluldür.

Peki, nedir bu Abdülgoogle hayranlığı. Çok basit; iktidara tutunmak için kullandığı aletler arasında “Panislamizm” de vardır. Ahmak Batılılara çakma halife kavuğunu göstererek şantaj yapmayı becerirdi. Ama bütün bu kıvraklığına rağmen devrildi gitti.
                                                                 ***
Karışıklığa mahal yok. 
Bizim yerimiz belli. 1876’da Mithat Paşa’nın yanındayız. 1908’de Abdülgoogle’ün sarayını basan devrimciler arasındayız. 1909’da Hareket Ordusunda neferiz. Bizim yerimiz saray soytarılarının mabadı değil, hilafeti kaldıran Mustafa Kemal’in yanıdır. Bu ülkeyi Abdülgoogle’e yar, bu halkı saraya yem etmedik, yine etmeyiz.

Google’ı Abdülhamit bulmuşmuş. Bilmez miyiz. Nevzuhur Sultan I. Tayyaryandeks döneminde her şey mümkündür!

Orhan Gökdemir / SOL