Senede Bir Gün...(Anıl Çınar)
"Senede Bir Gün", çalışmak için Suudi Arabistan’a giden emekçileri ve Hatay’da gurbet yaşayan ailelerini anlatıyor. Türlü zorluklar özlemle, azim ve bağlılıkla birbirine karışıyor.
“Ben, depremle birlikte yerle bir olsa da bu şehrin ruhunun, hiçbir zaman yok olmayacağını biliyorum. Bu şehri yeniden ayağa kaldıracak olan, yine bu ruh olacak.”
Sevra Baklacı bir Hatay belgeseli için kamerasını doğup büyüdüğü topraklara çeviriyor. Kadim şehrin suya yansıyan görüntüsüyle açılıyor belgesel, memleketini seven ama memleketinde göçmen olan Hataylıları konuşturuyor, “senede bir gün” ezgileriyle ile kapanıyor.
“Antakya benim doğduğum, büyüdüğüm, ben olduğum şehir. Kendimi evimde hissettiğim tek yer. Yazdığım karakterlerin, düşlediğim mekanların, kurduğum hikayelerin beslendiği ana kaynak” diyor Sevra.
Senede Bir Gün, çalışmak için Suudi Arabistan’a giden emekçileri ve onların Hatay’da gurbet yaşayan ailelerini anlatıyor. Türlü zorluklar özlemle, azim ve bağlılıkla birbirine karışıyor.
Sevra Baklacı ile belgeselini ve Hatay’ı konuştuk.
Bize öncelikle "nasıl başladığın"dan bahsedebilir misin? Hataylılar için tanıdık bir hikaye olsa da Türkiye açısından farklı bir örneği inceliyorsun. Türkiye ya Avrupa'da çalışmak isteyenlerin ya da Türkiye'ye ucuz işçi olarak gelenler ülkesi olarak biliniyor. Halbuki sen Hatay'dan Suudi Arabistan'a çalışmaya giden insanlarımızı objektifine alıyorsun.
Çok bilinir olmasa da Hatay’dan Suudi Arabistan’a 70’li yılların başından bu yana yoğun bir işçi göçü var. Üniversiteye gidemeyip iş bulamayan veya düşük ücretle çalışmak istemeyen gençler soluğu orada alıyor. İlkokuldayken öğretmenimizin babalarımızın ne iş yaptığını sorduğunu hatırlarım. Sınıftaki öğrencilerin en az yarısının cevabı “Arabistan’da çalışıyor” olurdu. Bu cevabı veren çocuklardan biri de bendim. Benim de babam üniversite mezunu olmasına rağmen bir dönem işsiz kalmış ve çalışmak için oraya gidip, 2 yıl kalmıştı. Bu nedenle belgeselde anlattığım bir anlamda benim de hikayemdir. Önce orada çalışmaya devam eden insanlarla iletişime geçtim. Hatırlanmalarına şaşırdıklarını belirteyim öncelikle. Göz ardı edilen bir işgücü olarak hatırlanmaları alıştıkları bir tutum değildi çünkü. Maddi-manevi her türlü desteğe hazır olduklarını söylediler. Kafama takılan her konuyu dönüp onlara sordum. Sonra yakın çevremden başlayıp insanların hikâyelerini dinlemeye başladım. Böylece belgeseli nasıl çekeceğim kafamda şekillenmeye başladı.
Belgesele ismini de veren bir şarkı kulaklarımıza çalınıyor: "Senede Bir Gün". Bize hem bundan hem de çalışmak için Suudi Arabistan'a gidenleri nasıl bir çalışma ortamı beklediğinden bahsedebilir misin?Suudi Arabistan’daki yaşam koşulları sebebiyle işçiler genellikle ailelerini Suudi Arabistan’a götürmüyorlar. Ülkede “kefalet sistemi” adı verilen ve göçmen işçiyi adeta işvereninin kölesi yapan bir uygulama var. Kefiller, Suudi Arabistan’a ulaştıkları anda işçilerin ellerinden pasaportlarını alırlar. Bu onların, başta seyahat olmak üzere her türlü haklarına el koymak demek. Bu nedenle işçiler ailelerini kefillerinin izin verdiği ölçüde görebilir. Belgeseldeki konuşmacılardan birinin dediği gibi Senede bir gün Türkiye’ye gelip ailesini görebilen işçiler şanslı sayılıyor. Bu işçiler Türkiye’de 15-20 gün kaldıktan sonra tekrar Suudi Arabistan’ın yolunu tutuyor ve yılları böyle geçip gidiyor. İnsani çalışma saatlerinin çok üzerinde, sosyal hayatın içine pek karışmadan çalışan işçiler, kendi aralarında toplanmak, geceleri futbol maçı yapmak gibi aktivitelerle hayatlarına devam ediyorlar. Öte yandan Hatay’dan Suudi Arabistan’a göç edenlerin önemli bir kısmı Alevi inancına mensuplar. Bu işçiler orada alevi olduklarını gizlemek zorunda kalırken, Suudiler tarafından ibadet konusunda türlü baskıya maruz kalıyorlar. Ülkede göçmenlere kendilerini güvende hissettirmeyen yasa ve uygulamalar var. Geçmişte idam edilen, şu anda da Suudi hapishanelerinde geleceği belirsiz olan Hataylıların olduğu da biliniyor.
Filmde karşımıza "babası gibi biriyle asla" diyen bir kızın gönlünü yine babası gibi Suudi Arabistan'da çalışmaya giden birine kaptırışını izliyoruz. Hataylılar için bir kısır döngü gibi adeta. Bu çalışma rejimi ailelerin üzerinde nasıl bir etki yaratıyordu?
Evet; zaman, evler, yüzler, sesler değişse de bu insanların yaşamı bir yanıyla hep "aynı hikâyede" sürüyor. Annesinin “kaderini” yaşayan o kız, belgeselin bir yerinde bir hayalinin olduğunu söylüyor. Hayali, eşiyle beraber çalışmak için Almanya’ya göç etmek. Kendi ülkesinde çalışma ihtimali aklına gelmiyor bile, öyle uzak... “En azından Almanya’da ailemle bir arada olurum”, diyor. Suudi Arabistan, Hataylılar için bir yandan geleceklerini kurmak için zayıf da olsa bir umudu; diğer yandan, tek rolleri Türkiye’deki eşleri ve çocuklarına para göndermeğe dönüşen babaların, ailelerinden uzakta ömürlerini harcadığı, kadınların tek başlarına iş yükü ve sorumlulukları ile üzerlerindeki toplumsal baskının arttığı, çocukların babalarına yabancılaştığı, anne-babaların evlatlarını göremediği hayatları ifade ediyor.
İşin bir yanında zorunluluk ama diğer yanında da bir tercih olduğu göze çarpıyor. Belgeselde neredeyse herkesin ağzından "keşke gitmeseydim" denildiğini duyuyoruz. Hataylılar için başka bir alternatif yok mu gerçekten?
Hatay kültüründe evli bir erkeğin ailesine bakabiliyor olması, onları kimseye muhtaç etmemesi önemlidir. Günümüzde sert ekonomik koşullarla birlikte biraz değişse de genelde bir ev sahibi olmadan kimse evlenmiyor mesela. Belgeselde de bahsediliyor, gidenler “birkaç yıl gidip bir ev sahibi olduktan sonra dönerim” diye yola çıkıyor ama bu her zaman öyle olmuyor. İşçi, orada kazandığı para ile Hatay’da -iş bulabilirse- kazanacağı parayı kıyasladığında orası ağır basıyor. Orada çok sayıda Antakyalının bulunması da, diğer yakınlarının iş bulma ve barınma açısından işlerini kolaylaştırarak, göçü daha göze alınabilir kılıyor ve göçün devam etmesine yol açıyor.
Bir idam cezası gündemi akıllarımıza geliyor. Çalışmak için oraya göç edenlerin pasaportlarına dahi el konulduğunu öğreniyoruz. Bütün bunlara değer mi diye biz de soruyoruz, tıpkı belgeselde konuşanların yaptığı gibi.
Bu çoğu insan için anlaşılması güç bir mesele ama sanırım bizim normalimiz şaşmış, çok kanıksamışız bu durumu. Eşi yıllardır Suudi Arabistan’da çalışan bir kadın anlatmıştı, psikoloğa gidiyor; psikolog, kadının eşinin Suudi Arabistan’da çalışıp birkaç senede bir izne geldiğini öğrendiğinde “Böyle evlilik mi olur, boşa gitsin” diyor. Psikolog bu tür bir evliliğe, kadın da psikoloğun bu tepkisine şaşırıyor.
Belgesel çekimlerinin depremden önce tamamlandığını belirtmiştin. Hatay'a senin kamerandan bakmak hem büyük bir şans hem de bir büyük bir hüzün... Deprem neleri değiştirdi, neleri değiştirmedi hikâyende.
Belgeselin çekimlerini depremden önce, kurgusunu depremden sonra tamamladık. Çekim için Antakya’ya gitmek, sokaklarını, caddelerini gezip kaydetmek benim için bir anlamda veda oldu. Belgeselin çekim sonrası aşamasında birlikte çalıştığım Antakyalı iki arkadaşım vardı: Mert Umul ve Özgürcan Yıldırım. O bir daha hiç göremeyeceğimiz Antakya’nın, sokak çekimlerinde kadraja giren ve acaba kaçı hayatta, diye düşünmeden edemediğimiz insanların görüntülerini kurgulamak, bizim için kolay olmadı.
Depremle birlikte pek çok insan hayatını kaybetti. Hayatta kalanların çoğunun da evleri yıkıldı. Suudi Arabistan’da çalışanlar açısından baktığımızda belki de en başa dönüldü, orada kalınması planlanan süreler uzadı. Deprem Hatay’daki işyerlerini de yıktı ve bu süreçte Suudi Arabistan’da çalışıyor olmanın tek “iyi” yanı çalışmaya devam etmeleri ve depremi yaşayan ailelerine para akışının sürdürebilmeleri, oldu.
Bir de rezerv alan yasası diye bir yasa çıkarıldı. Üzerine inşa edilen ev yıkılmamış olsa dahi, insanların arsalarına el konulmaya başlandı. Bu mesele “onun yerine başka ev verilecek” ya da “parası neyse zaten verilecek” şeklinde bakılacak kadar basit bir mesele değil. Tüm mağduriyetler bir tarafa bu kadar büyük bir yıkımdan sonra; fiziksel mekânla bağlantılı aidiyet, komşuluk, hatıralar… Bunlara hiç saygı duyulmadı.
Gösterim sürecine dair de bilgi alalım. Nasıl izleyebileceğiz?
Belgesel, 32. "Golden Knight" Uluslararası Film Forum’a kabul edilerek yurtdışındaki ilk gösterimini Grozny’de yapmış oldu. Jüri Özel Ödülünü de aldı. Yurtiçi gösterimini ise Uluslararası İşçi Filmleri Festivali kapsamında, Beyoğlu Sineması’nda yaptı. Birkaç festivale daha başvurdum ama benim için en önemlisi belgeseli Antakya’da gösterebilmek.
Son olarak, bizleri başka hangi projeler bekliyor? Neler planlıyorsun?
Yine Antakya’da geçen kurmaca senaryolarım var, onlardan birini çekmeyi çok isterdim. Fakat hem deprem hem de mevcut ekonomik koşulları düşündüğümüzde bu, yakın zaman için pek mümkün görünmüyor. Hatay’la ilgili bir belgesel projem daha var, henüz fikir aşamasında. Hatay’daki anadil problemi ile ilgili. Geçtiğimiz günlerde yerel lehçede bir tekerlemeyi şarkılı oyuna dönüştürüp öğrencileriyle birlikte söylediği için Samandağlı bir müzik öğretmenine soruşturma açılması bu mesele üzerine bir belgesel yapma fikrimi güçlendirdi. İlginç bir şekilde çocuklara anadili öğretimindeki kopuş 68 kuşağı zamanında oluyor. O kuşak hem Arapça hem Türkçe konuşabildikleri halde; anne babaları Türkçe bilmiyor, çocukları ise Arapça bilmiyor ve onlar arasında bir nevi tercümanlık yapmak durumunda kalıyor. İnsanın torunuyla aynı dili konuşamaması, başkasının yardımı olmadan iletişim kuramaması bana göre çok trajik. Son 10-15 yıldır ana dili öğrenme ve öğretmeye yönelik bir bilinç gelişse de yeni nesil içinde dilini bilmeyenlerin sayısının çokluğu üzücü. Yani sıradaki proje anadil üzerine bir belgesel olabilir.
/././
Mehmet Uçum ve ibret…(Asaf Güven Aksel)
Mehmet Uçum, aynı liberal demokrasiciliğin mantıksal ve yalansız sonucudur. Sınıf açısını kaybedenlerin yolunu, belki biraz daha akçeyle kat etmiştir, o kadar.
Zihnim oldum olası karmaşık ve oyunbazdı zaten. Herkesinki kadar. Yani, belki bir gıdım fazla. Aşına aşına kalanı ne kadardı bilmem, yakın dönemde, ciddi bir kısım nöronunu da minnacık pıhtıyla değiştiren beynimin, beni harcama pahasına, kendini eğlendirme eğilimi arttı.
Örneğin, Erdoğan’ın hukukî başdanışmanı Mehmet Uçum var ya, hani şu “Türk Tipi Başkanlık Sistemi”nin anayasallaşması mimarlarından, savunucularından ve aykırıları hizada tutucularından en önde gelen isim. İşte onu her gördüğümde, her haber oluşunda, mesela, “filancaları not ettik!” tehdidinde, “Erdoğan hükümdarlığı en devrimci sistemdir” gibilerden savurduğunda, Doktor Who’nun polis kulübesi sarsılır gibi bir şey oluyor. Elime telefonu alıyorum, sanki yine bir eylemde ya da gösteride ya da propaganda çalışmasında “al bunları al, al” denilmiş de, “Ata, fırla!, bizimkileri alıyor polis!” diyeceğim, o da “tamam abi, merak etme” diyecek. Her şey, her zamanki, yok, o zamanki gibi olacak…
Ağabeyi asıl arkadaşımız, renkli camlı gözlükleriyle geldiğinde felsefe koridoruna, biraz kuşku uyandırsa da, sonra anlaşılıyor “Kars tipi devrimci”liği, kaynaşılıyor. Sonra hukuk, sonra sıkı avukatlık. Sürekli işim düşüyor çok sayıda avukata o yıllar, “hayrına zır telefon”, öğrencisi, işçisi, e, haklı olarak beziyor bir noktada. Nasılsa aslan gibi, avukatlık stajına başlamış, ateşli kardeşi var. Arıyorum, dinliyor mevzuyu, “abi” diyor, “bana gerek yok bunun için, bizim Ata halleder ona söyle.” Savma değil, tecrübelendirme. Haydi o zaman, “Ata, fırla!” her zaman, “tamam abi, haber veririm sana” Sonra, “şu şu durumlarda, Ata aranacak” diyoruz… Parti, örgüt fark etmez, kim devletle, patronla derde kalmışsa… Fırla!
Şimdi, Ata’yı kullanmıyor. İlk adı Mehmet duyuluyor sıkça. O zamanlar irtibat sabit telefonla tabii de, gene de vardır bir yerimde bir numara, avukatlarımdandı ne de olsa.
Beynim, maskaralıkta. Alacağım elime telefonu, “fırla!” demeyeceğim de, “n’aapıyon ya sen?” diyeceğim, sonra sohbet edeceğiz evde pijamayla otururkenki gibi, ikna olacak, “tamam abi” diyecek yine, hop!
Epey nöron şey olunca işte…
Ortak arkadaşlarımızdan biriyle, sanki bin beter yüzlerce örnek görmemişiz, ihanetlerin, vazgeçişlerin, ters dönüşlerin, paha biçilişlerin en allı pullularını yaşamamışız, artık hafifçe nasırlaşmamışız gibi, Ata’dan açıldığında bahis, gelinen noktadan bize de pay düşer mi diye bir an durmadık değil. –Fırla! –Tamam! Derken, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı… Şaşırmaz olmuştuk da, üzülmez olamamıştık, ne saçma!
Galiba Cemal Enginyurt’tu, Van’daki mazbata krizini eleştirenlere “tutumları devlet tarafından kaydedildi” diyen Mehmet Uçum’a saydırırken, “komünistti bu komünist!” demişti. Herhalde, internette araştırsa göreceği, “sivil toplum”cu, “demokrasi”ci çalışmalarından konduruyordu bu sıfatı. Eğitimini bizim pratiklerde tamamladığı dönemini bileceğini sanmam.
Bir önceki seçimlerde, Erdoğan aday olabilir mi, iki mi oluyor üç mü tartışması sürerken izlemiştim Ata’yı. “İfadelerini, kavram setlerini kullanışını görüyor musun” demiştim yanımdaki arkadaşa. Rahle-i tedrisimizden geçip de karşı safa kapak atanları hemen fark ettiren nitel tehlike. Faşizmin apaçık, fütursuz savunusuna, pudra şekeri serpmeyi becerip beceremediği değildi mesele, böyle bir ihtiyaç olduğunun farkındalığıydı. Dönekleri efendileri nezdinde değerli kılan temel şeydi bu. Ata’ya dönek denemez tabii, o bir geçmiş mertebesi gerektirir, Ata sıradan saf değiştirmişti. Yükselişine, dediğim gibi, yolsuzluklar, çocuk hakları, faili meçhuller, kayıplar, demokratik açılımlar, âkil insanlık çalışmaları yolculuğuyla varmıştır. Sağ kulağa sol elle.
Fark ettiğinizi biliyorum, kâh Ata diyorum, kâh Mehmet. Çok isteyerek değil. Bir tür sendelemeyle, bir tür nesneye yaklaşıp uzaklaştıkça, kendiliğinden oluyor…
Yine o arkadaşa, “şimdi sorsak” demiştim, “bize devrimci bir çizgi izlediğini söyleyecektir eminim”… Nitekim çok geçmedi, Erdoğan’ı en solcu lider, AKP’yi sol politikaların partisi ilan etti. Bunu yaparken, “sol” değerleri sıralamayı, öyle tutarlı, öyle en azından Huberman okumuşluğu belli becerdi ki, bu cümlelere Erdoğan ve AKP ne alaka giriverdi denilemedi. Efsun.
Rahle-i tedris efsuna varabilir evet… Biz bu hünerleri, “Yetmez Ama Evet” alçaklığında görmemiş miydik? Bu gerekçeleri dinlememiş miydik? Ata’yla aynı “vesayete, ceberrut cumhuriyete karşı Erdoğan’la demokrasi” rüyası görülmemiş miydi? Şimdi, ağızlarını bile çalkalamadan, el cepte ıslık çalarak Erdoğan’a karşı “ennn genişş cephee”ye sızıveren arsızların, belleksizliğe ve “aman sırası değil”cilere güvenen yüzsüzlerin açık seçik duruşudur Mehmet Ata Uçum. Fazlası ve eksiği yoktur. Yetkisi ve dikliği vardır.
Alayı bir rahle-i tedrisattan geçmiş, aynı oltaya solucan olmuş, birileri ters takla atıp yeniden “muteber”liğe sırnaşır, kendini yamar, “yazık ki düşman bile yok” dedirtirken, Ata dahil birkaçı da, “kralın şarabını içen, kralın baş ağrısını çeker”i kabullenmiştir. Hiç değilse bunu yaptı deyip nişan takacak değiliz de, bir şey hatırlatacağız, eski avukatımız Ata bahanesiyle.
Sınıf, sınıf!
12 Eylül’ü çıplak zordan, dipçikli zulümden ibaret görenler, topluma geçirilen ideolojik cenderenin parçası demokrasiciliğe saplananlar, sınıflarüstü kimliklerin cazibesine kapılanlar, bütün bunların bileşkesinde sınıfsal özü ıskalayıp, anlık gözle görülür karşıtlara karşı bir geniş cepheye gire gire Yetmez Ama Evet’çiliğe, tarih bilincini liberal tezlere kurban ede ede faşizmin yardakçılığına, “aman en önemli dönemeçteyiz” diye diye gericilikle, sağcılıkla el ele tutuşmaya düştüler dediğimizde köpürenler, Ata’ya baksınlar. Öfke kaçınılmaz, ama, esasen ibretle baksınlar.
Mehmet Uçum, aynı liberal demokrasiciliğin mantıksal ve yalansız sonucudur. Sınıf açısını kaybedenlerin yolunu, belki biraz daha akçeyle kat etmiştir, o kadar.
O öfkelendiren sosyalizm inadının, o antipatik, kibirli “sınıfçılığın”, kitleselleşmeye “nazlanma”nın set çektiği şey de budur.
Arardım, “fırla Ata!” derdim. İkiletmezdi. Nöron tahribatı, sınıfı ve partisini silemediğinden, bugün yine arasam, “n’aapıyon ya sen? diyebilirim. Artık “tamam abi,” demez. Ne ki, ibret de bir rahle-i tedristir…
/././
Kim iktidar, kim muhalefet? (Aydemir Güler)
Artık son seçimden sonra bu eşitsizlik sürdürülemez hale gelmiş bulunuyor. Bu CHP’nin ana muhalefet olarak adlandırılması siyasal yapıyı açıklayamayan bir kavramlaştırma olur.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel uluslararası alanda birçok kesimle ilişkileri olduğunu, yurtdışı temaslarından önce Dışişlerinden brifing almasının yerinde olacağını söylemiş Erdoğan’a.
Bir ülkede merkezi siyasi iktidar birinci önceliğe sahiptir kuşkusuz. Ama hayatın sadece bununla dönmediğini, iktidar mekanizmalarının karmaşık kurumlar ve güç odakları tarafından biçimlendirildiğini de biliyoruz. Türkiye’de uzun AKP’li yıllar boyunca “merkez ilçeler” diyebileceğimiz belediyeler neredeyse mutlak biçimde CHP’nin elinde kaldı. 2019’dan sonra üç büyükşehrin muhalefette olduğu ilginç bir yapı oluştu. 2024’te “muhalefetin iktidarı” kervanına bir dizi büyükşehir, il ve ilçe belediyesi daha katıldı.
Burada daha önceleri, siyasi iktidarın merkezi hükümete ek olarak yerel yönetimleri de kapsadığını ve aslında AKP döneminde bir işbölümünün oluştuğunu yazmıştım. Bu işbölümü 2019’da çarpıcı hale gelmiş, son seçimle birlikte bir dipnota sıkıştırılamaz ölçülerde gelişmiştir. Bu kadar belediyeyi kontrolünde tutan bir parti artık sadece muhalefette değildir. Artık sadece yerel yönetimlerde güçlü olduğunu söylemek de yetmez. CHP, o karmaşık siyasi iktidar yapısının önemli unsurlarından biridir. Özel, dışişlerinin alanını da paylaşmayı talep ederek bu gerçeği dile getirmektedir.
İşte bu yeni durum, iktidar ve muhalefet kavramlarının geçmişten gelen içeriğiyle açıklanamaz. Geçmişte hangi partinin nerede konumlandığı belliydi. Parlamenter koalisyonlarla kimi zaman bir grup parti iktidarı paylaşırdı. Yerel yönetim dediğimiz ise sadece yerel yönetimdi. Belediye hizmetlerinin neo-liberalizmde kamu hizmeti, toplumun ihtiyaçları ve halkın örgütlenmesi gibi kategorilerden tamamen kopartılıp piyasalaştırılması, belediyeleri piyasa aktörleri ve düzenleyicileri haline getirmiştir. Bunlar hem birer devasa holdingdir, hem de kendi ölçeklerinde ekonomi yönetiminin merkezini oluşturmaktadır.
Yukarıda hatırlattığım, neredeyse her zaman CHP’de kalmış “merkez ilçeler” burjuva düzeninin ve egemenliğinin yeniden üretimi açısından kritik rollere sahip olageldiler. Modern yaşamın alanıydılar; öncü tüketim alışkanlıkları, yeni hizmet sektörleri buralarda gelişiyordu. Büyük kitleler için vazgeçilmez geçiş noktalarıydı. Kültürel ortam bütün gelişkinliği ve dejenerasyonuyla buralarda temsil ediliyordu… Doğrusu, AKP’nin buralarda pek de etkili olmadan gösterdiği ülkeyi belirleme becerisi kutlanmaya değer! Tabii bu eşitsizlik hali, AKP’nin “elitlere karşı bir tür halk hareketi” olarak yutturulmasına da malzeme sunmuş, yani işe yaramıştır…
Artık son seçimden sonra bu eşitsizlik sürdürülemez hale gelmiş bulunuyor. Bu CHP’nin ana muhalefet olarak adlandırılması siyasal yapıyı açıklayamayan bir kavramlaştırma olur.
Yeni durumun başka habercileri yıllardır var. AKP merkezli iktidarın siyasi parti olmayan ama geleneksel güç odaklarından da ibaret olmayan partnerleri ortaya çıktı. Örneğin sermayenin bir sınıf olarak siyasete geleneksel müdahale imkânlarının ötesinde, tekil burjuvalar devletle birebir ilişkiler kurdular. Tarikatlar, uluslararasılaşmış mafya, tekelleşmiş medya yine iktidarın olağan unsurlarına dönüştüler. Bunları bildik “hamili kart yakinimdir” esprisiyle açıklamak fazla basite almak olur. Geçmişte kayırmacılık, kliantalizm, nepotizm zayıf kurumsallıklarla birlikte nefes alıp verirdi. Kapitalizm bunları yeniden biçimlendirerek içselleştirmiş ve normalleştirmiş bulunuyor. Burjuva devrimlerinin yolunu açtığı ve işçi sınıfının mücadelelerinin etkisiyle tarihsel kazanımlara dönüşen yurttaş katılımı, kurumsal denetim gibi mekanizmaların tasfiyesi de tamamlandı.
Bu etkin ilişki ağına yerleşmek için bir hükümet koalisyonunun üyesi olmak gerekmiyor. Gevşek, tanımsız bir etkileşimler yumağı, çeşit çeşit öbeğin ağırlık kazanmasına ve yine bunların kimilerinin kolayca kenara itilmesine de olanak vermektedir.
Siyasette ise parti programı, ideoloji, ilkeler, kurumsallıklar gibi unsurlar çoktan geri planlara itildi. AKP’li yıllarda iktidarın dümenini tutan Erdoğan’ın muhalif ve mağdur rollerine kaç defa soyunduğunu sayamayız! İktidar sistemi ne kadar karmaşıklaşırsa, bu tür mağduriyet rolleri için kendilerine o kadar kolay inandırıcı gerekçe bulabilmekteler.
Ekonomiyi başkaları bozmaktadır, AKP düzeltecektir. Siyaseti başkaları istikrarsızlaştırmaktadır, AKP düzeltecektir. Batıyla ilişkileri başkaları bozmaktadır, AKP düzeltecektir. Rusya ile ilişkilere başkaları kurşun sıkmıştır, AKP düzeltecektir…
Hal böyle olunca siyasi partiler de eski anlamda parti olmaktan çıkmıştır. Bugün AKP de CHP de, içinde çok sayıda tarafın konumlandığı ve mücadele ettiği organizmalar. AKP’nin dinci-millicileriyle Atlantikçileri olduğu gibi CHP’nin de dinciliği dışlamayan ulusalcıları ve Atlantikçileri var. Bu durumda adları örnek niyetine geçen iki parti birbirinin karşıtı olmaktan da çıkmaktadır…
CHP bu tuhaf sistemde yerel yönetimler alanının nimetlerini çok eskiden olduğu gibi kendine saklamak durumunda değildir. AKP’nin müteahhitler ordusunu, muhalefete kaptırdığı yerleşimlerden çekecek hali olmadığı gibi CHP’li belediye başkanları da bakanlarla birlikte çalışacaktır.
CHP, AKP’nin ekonomi yönetimini desteklemektedir. Bu tutum, gemi batarsa faturayı başkasına kesmekle açıklanamaz. Türkiye kapitalizminin sorunlarına çözüm aranırken emekçilerin sırtına basılması sadece AKP’ye değil sisteme ait bir karardır.
CHP, dış politikada rol istemektedir, diye başlamıştık. Bunda anormal bir şey yoktur, Tel Aviv ve Washington’dan yetişme, dışişleri bakanlarının özel kalemi Namık Tan ile Hakan Fidan ve arkadaşlarını hangi ilke ayırıyor olabilir?
CHP Saray’ın koltuğunu saygın bulmakta, devletten brifing istemekte ve eşzamanlı olarak emeklilerin, öğretmenlerin sesi olma iddiasını ortaya atmaktadır. Erdoğan hükümette mağdur-muhalifi nasıl oynamışsa, Özel de rolleri birbirine katmayı denemekte özgürdür. Böylece CHP aynı anda hem düzenin hem de düzenin yok saydıklarının temsilciliğine oynamaktadır. Bu oyun yıllarca tutmamış mıdır?
Bu tablonun zayıf bir noktası kuşkusuz var. Bütün sayılanlar patronlar sınıfının mülksüzleri sömürüp yönetmesi içindir. İşte o emekçilerin bu çemberi kırıp dışarı çıkmaları mümkündür ve bu doğrultuda atılacak adımlarla söz konusu sistem onu var edenlerin başına çökertilebilir.
* * *
Dün sevgili Oğuz Oyan soL portalda yakın zamanda kaybettiğimiz Ercan Eyüboğlu’nu yazdı. Bana da bir ek yapmak düştü…
Nâzım Hikmet Akademisi’ni 2009 sonbaharında açtığımıza göre Ercan Eyüboğlu ile bundan az önce tanışmış olmalıyım. NHA, şairin adını taşıyan Kültür Merkezinin bünyesinde, Kadıköy’de bir dönem yürüttüğümüz çok keyifli, öğretici bir çalışmaydı.
Eyüboğlu Galatasaray Üniversitesinde öğretim üyesiydi. Aynı bölümde görev yapan Burak Gürbüz NHA Sosyal Bilimler bölümünde yer almayı kabul etmişti. Galatasaray’a Burak’la görüşmeye mi yoksa Ercan Hocayla tanışmaya mı gittiğimi hatırlayamıyorum. Galiba birincisi öncelikliydi de, ikinciyi bu vesileyle hemen gündeme almıştık. Görüştük, tanıştık. NHA’da ders verdi, Sosyal Bilimler bölümünün tasarlanmasına katkıda bulundu.
O ara ben solun tarihi üzerine bir kitap hazırlıyordum. Hoca Fransa’da yazmış olduğu tezini hemen yolladı: Parti Ouvrier de Turquie – TİP, 1961-1971: Forces désarmées face aux forces des armées. Yararlandığım bu çalışmanın orijinal başlığını nasıl Türkçeleştireceğimi kısaca tartışmıştık. Kitapta da bir dipnotta belirtmiştim:
“Kitabın adını Ercan Eyüboğlu’nun fazla coşkulu olmayan onayıyla Türkçeleştirdim. Fransızcadaki kelime oyununun çevrilmesinin mümkün olmadığının farkındayım. Fransızcada ‘orduların gücü’ ile ‘silahsızlandırılmış güçler’ aynı sesi veriyor. Tam sadık bir çeviriyle ‘… Orduların Gücü Karşısında Silahsızlandırılmış Güçler’ demek gerekirdi, ancak bu Fransızcadaki espriden büsbütün uzaklaşmaya neden olurdu…”
Benim tercihim “Silahların Gücü Karşısında Silahsızlandırılmış Güçler” idi. Ercan Hoca tezinin Türkçeye kitap olarak kazandırılmasına da isteksiz davrandı. Çalışma eski bir tarihte, ilgili Fransız kamuoyuna yönelik yapılmıştı...
Marksist bir aydınlanmacı için öğrenmenin yaşı yoktu. Kültür merkezinde birlikte Osmanlıca atölyesinin öğrencisi olduk. Sınıfın diğer katılımcıları arasında sonradan eşi olan Esen ve birkaç yıl önce yaşamını yitiren Ali Önder Öndeş de vardı. Hocamızsa Şeyda Oğuz’du. Yazışmalarımıza baktım da, Sevgili Şeyda’nın telefon numarasını kaybetmiş, benden istemiş bir nedenle; 13 Mayıs 2022’de…
Oğuz Oyan yazısında “Lazoğlu”nun Dayanışma Meclisi’ne aktif olmayan katılımından söz etmişti. Ercan Hoca mazeretini bana da yazmış: “Sevgili Aydemir, bugün benim dünya günüm, yani artık bastonla dolaşabiliyorum! Dayanışmadan arada iletiler alıyorum, ama aktif bir katılımım olamıyor, zira…” diye başlayarak…
Sevgiyle, saygıyla
/././
Füruzan, Büyülü Öyküler, Ankara Öykü Günleri (Ayşe Şule Süzük)
"Neyse ki Füruzan var, neyse ki Woolf var, neyse ki öyküler var. Bizim öykülerimiz."
Başlık epey uzun oldu ancak yazmayı planladığım konular öylesine birbirine geçmiş, birbirini çağırıyor ki en azından bir ikisini işaret etmeli değil mi başlık dediğin? “Füruzan” ile söyleşiyorum bu aralar örneğin. Bende olur. Kimileyin bir yazar, bir şair ya da okuduğum bir kitaptan, izlediğim bir filmden bir karakter gelir oturur yanı başıma ve bir süre onunla kalır, onunla yoldaş olurum. Yarenlik yaparız. Hasbihâl ederiz.
Füruzan ilk kitabı “Parasız Yatılı” ile 1972 yılında Sait Faik Hikâye Ödülü” alıyor ve yıllar sonra ikinci kez ama bu kez çok derin şekilde kitaptaki karakterler bu kez benimle yarenlik ediyor. Bazen oluyor. Yıllar içinde dönüp dönüp, hatırlayıp okuduğunuz ve yıllar içinde yitirdiğiniz bir dostu bulmuş gibi olduğunuz, dilinizde tanıdık ve lezzetli bir tatla biraz hüzünlü, biraz buruk ama daha çok sevinçli bir hâlde oluyor bu kavuşmalar. Hakikaten çok duygu dolu, çok derin ve incelikli. Siz büyümüşsünüz, siz yaş almışsınız, siz onca yaşamış, incinmiş, öğrenmiş, karşılaşmış, şaşırmış, ağlamış ve devam etmişsiniz. Oysa kitap orada, kitap da belki büyümüş, karakterler belki sizin gibi olgunlaşmış, yeniden hatırlanmayı, yeniden bu kez bu yaşınızda onlarla buluşmanızı beklemişler. Gittiğinizde kapıyı mutlulukla açmış, öykü evine –Parasız Yatılı- sizi hürmetle, özlemle buyur etmişler.
Şimdi ne yazacağım öykülere dair? Beni yakaladıkları, tuttukları, sinelerine bastırdıkları, burnumun direğini sızlattıkları anları, evet bunları yazacağım. Öyle tek tek öykülerin adını verip de minik bir özet geçmeyi sevmiyorum. İsteyen okur, kendi yarenliğini yaşar ya da kapı dışarı eder tüm öykü kahramanlarını. Kendiniz bilirsiniz. Ben yalnızca kendi yolculuğumdan söz edeceğim, zaten hep öyle yapıyorum, beni okuyanlar sezmiştir. Biraz iç konuşma oluyor. Niye bunca kendimi anlattıysam? Geçelim.
Neyse ki yaz geliyor. Neyse ki doğal gaz parasıydı, soba kömürüydü şu bu ile bir süre uğraşılmayacak.
“Soğuktan hiç hoşlanmam, sıcak bir ev mutluluğun yarısı sayılır. Hele kötü yapılmış yoksul evlerin yapışan kederli soğuğu… Kar oyunlarından ürken kısalmış, eski giysili çocukları o kadar iyi biliyorum ki…”
Tam da yukarıda söz ettiği pencereden, tam da bu gözlerle ve bu hassasiyetle yazıyor Füruzan. Öylesine doğal, öylesine içten ve kadife gibi akan bir biçemle işliyor ki öyküleri içiniz eziliyor, göğsünüz tıkanıyor. Şarkıdaki gibi “Gözlerim doluyor aşkımın şiddetinden / Ağlamak istiyorum.” Kaldı ki okurken bir gece apansız uyandım. Uykum kaçtı üstelik pek nadir olur bende. Başladım gecenin bir yarısı “Parasız Yatılı” yı okumaya. Öyle fark etmemişim ki gözlerimden yaşların süzüldüğünü. Neden sonra ıslanan yanaklarımın ayırdına vardım. İşte bu an; yazarla, öyküyle, karakterlerle, okurun/alımlayıcının buluşması, birbirine karışması. Bir katarsis anı. Tarif etmesi zor hakikaten.
Kadınlar ve kız çocukları demek isterim. Öyküler; kadınların, yoksul kadınların, yoksul kız çocuklarının sesleri. Büyürken hırpalanmış, birden bire bir kız çocuğuyla acımasız dünyaya karşı yapayalnız kalıvermiş ürkek kadınların öyküleri ağırlıklı olarak.
“Bana, gençliğinizde sizin de yaşadığınızı söylediler. Sonradan edindiğiniz ölü kabuklarınız yokmuş. Güzelim bir kadınmışsınız üstelik. (Sizi de kırdılar mı?)”
Sonra “Taşralı” öyküsü… Sonra sınıf farkından kaynaklanan ve mühürlenen davranış kalıpları: teyze anne karşıtlığı, paşa eşi teyze, hayırsız ve yoksul kocaya varmış anne ve büyük şehre, mecburen teyze evine barınmaya ve okumaya gelmiş genç kız.
“Annemin Yurdagül’e armağan olarak yolladığı renkli basmayı çıkardım bavuldan. Sakın sen verme kızım. Teyzen öyle yanında çalıştırdıklarıyla yüz göz olunmasın sevmez, kendi versin.”
Kızın sessiz ve kararlı isyanı:
“-Bu senin Yurdagül.
- Çok teşekkür ederim, küçük hanım.
İsmimi bilmiyor. Ona söylemeliydim. Yüz göz olunamaz evin isim gereksinmediğini öğrenmeliydim.”
Ve çocuklar, ürkek annelerinin ellerinden tutmuş, sessiz, sıska, kırılgan ama çocukça tasasız kız çocukları:
“İkisi de alışmıştı bu ter kokusuna. Bu koku evlerinden çıkıp buralara gelirken yürüyerek geçtikleri caddeler boyunca vardı. Çocuk ona kendince bir isim takmıştı. “Otomobil kokusu” diyordu. Otomobilleri çok severdi. Hiç binmemişlerdi anne-kız. Belki annesi eskiden, ama çocuk bunu bilmiyordu. Sıcaklarda buraya yürüyerek gelmek en büyük eğlenceydi.”
Ne geldi aklıma. Geçen Ramazan bayramında, toplu taşıma ücretsiz olunca Eminönü’ne inen bir aile ve sadece çocuğun yediği balık ekmek. Ana, baba pahalı buldukları için evden getirdikleri nevaleleri yemişlerdi. Haber olmuştu hani.
Göçmenlerin anlatıldığı “Edirne’nin Köprüleri” öyküsü… Off, böyle öykü görülmemiştir. “O kaldı karanlıklarda, o yapamaz güneşsiz.” diyen insanların birlikte türkü söylemesi, hora tepmesi. Öyle bütünlüklü, sıkı dokunmuş, duygudan duyguya, olaydan olaya atlayan. İşte edebiyat budur, dedirten. Bir şey var, hissediyorum ama anlatamıyorum, yazamıyorum, dedirten. Var ol Füruzan, var ol güzel kadın, bilge insan. Gıpta ile karışık hayranlıkla dolup taşıyorum. Bazı insanlar hiç göçmese…
“-Sen çıkınca işin bitip gene yürüyerek iner, Mısır Çarşısı’ndaki beğendiğimiz börekçi var ya, kanarya kuşları olan, orda öğle yemeğini yeriz. N’olacak kırk yılda bir ziyafet. Onun için Cağaloğlu’na yürüyerek gidip gelmekten yorulmayız, değil mi benim kızım? İstersek tatlı bile yeriz. Köprüden de eğlene güle döneriz.
Anne kız kalabalığın arasında, yabancı, çabuk yürüyorlardı.
Annesi durmadan konuşuyordu.
Böyle konuşkanlığının olduğu geçmişteki tek günü, hastaneye hasta bakıcı olarak aldıkları gündü.”
Mutlaka mutlaka okuyunuz bu öyküyü ve unutmayınız. “Parasız yatılı imtihanlarının çocukları hep erken gelir. Hiç gecikmezler.” Bir de bunu düşününüz, nedendir acaba?
Virginia Woolf “Kendine Ait Bir Oda” eseri şunu hatırlatıyor İngiltere için “1866’dan beri İngiltere’de kadınlar için yüksek okul bulunduğunu, 1880 yılından sonra evli bir kadının yasa gereği kendine ait bir mülke sahip olma hakkı kazandığını ve 1919 yılında seçme hakkını kazandığını…” Devam ediyor bir kadının yazabilmesi ya da yazar olabilmesinin ön koşulunu anlatırken “Ortak kullanılan oturma odasından çıkarsak, her birimizin eline yılda 500 pound geçerse ve kendimize ait odalarımız olursa, özgürce yaşarsak ve düşündüklerimizi aynen kâğıda dökecek cesarete sahip olursak ve insanları hep birbiriyle olan ilişkileri içinde değil, gerçekle olan ilişkileri içinde görürsek…” Yine içtenlikle bir anlatımla kaleme alınmış bu kitapta Woolf ile Füruzan arasında, kadın hareketi ile sınıfsallık arasında çok yakın bir bağ var. Woolf’un bir sorusunu sormadan geçmeyelim. “Shakespeare’in en az onun kadar yetenekli bir kız kardeşi olsa ne olurdu?”
Son olarak ise 21. Uluslararası Ankara Öykü Günleri programına göz atalım. “Kent ve Yoksulluk” temalı bu yılki etkinlikte “Füruzan Öykücülüğünde Yoksulluk İzleri” paneli de var. Pelin Buzluk ve Mahmut Ölmez’in yürütücülüğünü üstlendiği ve artık gelenekselleşen ve öykücülüğümüz adına mutluluk verici bu etkinlik için “Ah, Ankara’da olmak vardı.” diyesi geliyor insanın. Neyse ki Füruzan var, neyse ki Woolf var, neyse ki öyküler var. Bizim öykülerimiz. Woolf’un “Yazın, hep yazın kadınlar!” seslenişine yanıt ben de “Okuyun, hep okuyun ey ahâli!” diyorum. Hiç okuyanla okumayan bir olur mu?
/././
Kavanozdaki bakanlık (Engin Solakoğlu)
Canım o başka, Dışişleri başka... Neden? Dışişleri Bakanlığı 22 yıldır turşu kavanozunda mı saklanıyordu?
Hafta içi gündemi takip ederken ne yazacağım konusunda uzun uzun düşünmeme gerek kalmamıştı. 13 Mayıs Pazartesi günü Yunanistan Başbakanı Miçotakis Türkiye’ye gelecekti. İki ülke arasındaki “détente”1 sürüyor olsa da Akepe’nin ibadete açtığı Kariye Müzesi havayı hafifçe ısıtmıştı. Meriç’in bu yanındaki karşı argüman “onlar da camilere..” seviyesinde yani yerlerde sürünmekteydi. Yunanistan ve Türkiye arasında sorunların listelenmesi dahi başlı başına bir sorun teşkil ediyordu. Her ne kadar çifte deprem sonrası yeniden can ciğer olmuş görünseler de 12 Nisan 2021 tarihinde Yunan Dışişleri Bakanı Dendias ile o dönemdeki mevkidaşı Çavuşoğlu arasında yaşanan polemiğin anıları ikili ilişkileri profesyonel anlamda izleyenler için hâlâ taze ve öz bakımından aydınlatıcıydı.
Bu köşenin düzenli takipçilerinin anımsayacağı üzere o sırada ben de bu mesele üzerine bir şeyler karalamıştım. O yazıda özetle tarafların birbirlerine basın önünde yönelttikleri suçlamaların tamamına yakınının doğru olduğunu belirtmiştim. Miçotakis’in ziyareti öncesi bu suçlamaları Kariye gelişmesinin de ışığında tek tek sıralayarak yorumlamak mümkündü. Dış politika yazan birisi açısından, özellikle de Kıbrıs ve Türk-Yunan konularını uzun süredir izleyen birisi için bu gündem bulunmaz nimetti. Bu ziyaretten 1000-1500 sözcüklük bir yazıyı birkaç saat içinde çıkartıvermek çocuk oyuncağıydı.
Heyhat, olmadı...
Cuma günü sosyal medyaya düşen bir fotoğraf ve ona verilen tepkiler bütün fikri hazırlığımı berhava etti. Dışişleri Bakanlığı’na ne oluyordu? Nasıl oluyor da böyle oluyordu? Hiç böyle şey olur muydu? Bu ve benzeri sorular yüzünden yazının konusu değişti. Olayın kahramanı bir diplomat olunca, eski bir diplomatın yaşananları nasıl yorumlayacağı haklı olarak merak edildi. Başka bir deyişle, Fransa’nın bana göre en güzel ve en yaşanası kentlerinden biri olan Lyon’dan ulaşan bu poza ve yarattığı yankılara değinmek zorunlu hale geldi.
2008 yılında Bakanlığa girmiş, eski ve meslek ehlinin pek sevdiği deyimle intisap etmiş olan bir diplomatın başrolü kaptığı bir olaydan söz edeceksek tarihten başlamak en doğrusu belki de. 2008 yılında Dışişleri Bakanı kimdi? Ali Babacan’dı. O yıllarda Bakanlıkta çalışanlar ve diplomasi muhabirleri hatırlarlar. Abdullah Gül’ün Dışişleri Bakanlığı sırasında görece “eskisi gibi” çalışabilen Dışişleri Bakanlığı'na 2007 yılından itibaren “bir şeyler olmaya” başlamıştı. İlk kez o dönemde Dışişleri Bakanlığı’nın neredeyse TSK’daki kadar katı hiyerarşik düzeni sarsılma işaretleri vermişti. Sonradan Fethullahçılıktan yargılanan genç bir diplomat Bakan Özel Müşavir sıfatıyla Dışişleri Bakanlığı’nda yarı-tanrı konumundaki müsteşarın fiilen önüne geçmiş, genç ve parlak Bakanımızın akıldanesi olmuştu. Sonradan kovuşturma konusu olan gelişmelerden anlaşıldığı kadarıyla Fethullahçılar ve onlarla dans edenler kimi kilit konumlarda borularını öttürmeye başladılar. Bunların başında da yeni adıyla İnsan Kaynakları eski adıyla Personel birimi geliyordu. Personel alımına dair ilk “genişlemeler” o sıralar fark edildi. Konuya yabancı olanlar için biraz açmak gerekirse, hak eden kadar personel almak yerine “gerektiği kadar ve gerektiği gibi” eleman temini anlayışı öne çıkmaya başladı. Şimdi bu tarih parantezini kapatalım ama bir şeyi de anımsatmaktan geri durmayalım. “Bilmem ne yılına kadar Akepe iyiydi de sonradan bozdu..” söyleminin nasıl bir palavra olduğunu gösteren kurumsal bir örnektir sözünü ettiğim. Akepe o zaman da bugünkü gibiydi, gel gör ki olanakları sınırlı olduğundan daha dikkatli davranma ihtiyacı hissediyordu. Bir de haklarını yemeyelim, o zaman Akepe’yle kol kola çalışan Fethullahçılar Atlantik ötesi rehber kitapların emrettiği gibi davranıyor, porselen dükkanına fil sokmak yerine porselen eşyaların durduğu rafların vidalarını gevşeterek ilerliyorlardı.
Şimdi olaya dönelim. Kahramanımız Lyon Başkonsolosluğuna atanmış. Kıdem kriteri bakımından bir sıkıntı yok. Kâğıt üzerinde liyakat sorunu da dil sorunu da yok. Gelen eleştirilerde Cumhurbaşkanlığı danışmanlığından, hatta başdanışmanlığından söz ediliyor ve “ipini koparan danışman olmuş kardeşim” yorumları yapılıyor. Bunlar temelsiz eleştiriler. Cumhurbaşkanlığı’nda bu ucube sisteme geçilmeden çok önce de bir Dışişleri Birimi mevcuttu. Bu birim elbette zaman içinde genişledi, neredeyse paralel bir Bakanlık boyutuna erişti. Bu birimde çalışanlara kıdem ve yürüttükleri görevlere göre başdanışman veya danışman unvanları öteden beri verilirdi. Bunları yükünü tutmuş Belediye Başkanlarına veya eski(tilmiş) milletvekillerine ulufe misali dağıtılan koftiden unvanlarla karıştırmamak gerek. Daha açık bir deyişle, Lyon Başkonsolosu o birimde çalışmadan ve olağan şekilde danışmanlık unvanı almadan önce örnek olsun Beyşehir’in iki önceki Akepeli Belediye Başkanı filan değildi. Dışişleri Bakanlığı’nın “kariyer memuru” olarak görev yapıyordu. Bu kısım anlaşılmıştır sanırım.
Büyükelçiler ve Başkonsoloslar göreve başladıkları yerlerde bir dizi nezaket ziyareti yaparlar. Bunların kapsamı ülkeye göre değişir. Büyükelçileri şimdilik bir yana bırakalım. Başkonsoloslar özellikle görevleri sırasında bir şekilde muhatap olacakları görev çevrelerindeki kurum ve şahısları ziyaret ederler. Standart olarak bunlar, Vali, Belediye Başkanı, Emniyet Müdürü, belli başlı STK’lar olabilir. Genellikle bu ziyaretlerin kapsamı bellidir. Kimi zaman yeni bir başkonsolos talimat üzerine ya da kendi inisiyatifiyle seleflerinin ziyaret etmediği bir makama da ziyaret gerçekleştirebilir. Bunda bir tuhaflık yok. Yine de her ne kadar şimdi eni konu sulandırılmış olsa da Fransa gibi, laikliğin mucidi bir ülkede neden Piskopos ziyaretine ihtiyaç duyulduğunu pek anlamadım. Paris Büyükelçiliği’nde 4 yıl çalıştım. Yeni başlayan Büyükelçilerin Paris Piskoposunu ziyaret ettiğine bizzat tanık olmadığım gibi arşivlerde de böyle bir usule rastlamadım. Hiç görüşülmez demiyorum. Bir mesele çıkar, gidip konuşursunuz ama standart prosedürde böyle bir usul yoktur.
Her ne ise, diplomatımız böyle bir ziyareti yapma ihtiyacı hissetmiş ya da buna zorlanmış ancak anlaşılan pek de içine sinmemiş. Bu duygusunu da tüm İslam ve küffar alemine gösterme gereğini mi duymuş? Sanmam. Büyük olasılıkla o fotoğrafın muhatabı Türkiye, İslam alemi veya Dar-ül Harp değil, Beştepe. Genç meslektaşımız bakmış ki, şimdi Büyükelçi olmuş meslekten ağabeyleri sosyal medyada düpedüz trollük yaparak, muhataplarına tehdit ve hakaret savunarak prim yapıyor sonra da daha iyi mevki ve makamlar elde ediyor, kazandıracağını düşündüğü formülü uygulamış. Yalnız biçim, içerik ve zamanlama konusunda hata yapmış. Tepkiler gelince de muhtemelen birinci sicil amirinin ya da Bakanlığın uyarısı üzerine Hazreti Ömer’in aslanı misali verdiği pozu silmek zorunda kalmış. Diplomasiyi insanlar yaptığına göre, hataya da yer vardır. Mesele açıkta yakalanmamaktadır.
Şimdi tepkilere dönelim. Hiç yakışıyor muymuş, böyle davranılır mıymış, Dışişleri ne hale gelmiş vs.? Bunları söyleyenlerin son 22 yıldır hangi ülkede yaşadıklarını merak ediyor insan. Sanki memlekette bütün kurumlar tıkır tıkır işliyormuş, sanki yürütmenin başındakiler Anayasa başta olmak üzere usul ve teamüllere çok uygun davranıyorlarmış, sanki rütbeli komutanlar bir partinin seçim kampanyasına katılmıyorlarmış, sanki belediyelere kayyum olarak atanan devlet memurları giderayak milyonluk “kuruyemiş” alımları yapmıyorlarmış da orta seviyeli bir diplomat işaret parmağıyla bir çuval inciri berbat etmiş...
Canım o başka, Dışişleri başka... Neden? Dışişleri Bakanlığı 22 yıldır turşu kavanozunda mı saklanıyordu? Tepeden tırnağa çürümenin gözlerimizin önünde gerçekleştiği bir rejimde, o rejimin başat unsurlarından birinin başında bulunduğu bir kurum terütaze mi kalacaktı? Yoksa derdiniz başka mı? “Biz kendi içimizde her türlü rezilliğe alışığız, yeter ki ele güne rezil olmayalım”cılardan mısınız? O “elin günün” Filistin’de sömürgeciliği ve soykırımı maddi manevi destekleyen Batı’dan ibaret olduğunu da bilmezden gelelim şimdilik.
Komşu ülkelerin topraklarında sürüp giden işgallere ipe sapa gelmez argüman üretmekte, Anasayası’nda laik yazan bir ülkenin kurumu olarak “dinimiz, peygamberimiz, kitabımız” diye resmî açıklama yapmakta, Türkiye’nin yarım yüzyıldır üyesi olduğu kurumlardan gelen eleştirilere kopyala yapıştır “yok hükmündedir” yanıtları vermekte beis yok, yeter ki “saygısızlık” yapmayalım. Öyle mi ehl-i Adam Smith?
Neyse çok da üzülmeyin, şimdi Dışişleri Bakanlığı’na yeni bir Bakan Yardımcısı atanır, misal bu ya, o da çok “modern” görünümlü, son derece de liyakat sahibi bir kadın olur, siz de genç diplomat kardeşimizin pek talihsiz zamanlama hatasını ve içinde yaşadığınız rejimin temel niteliklerini hızla unutur “diplomaside feminist dönem” ve “yumuşama başladı” diye sayıklayarak vitrindeki mankeni alkışlamaya koşarsınız.
- 1.Uluslararası ilişkiler yazınında sıkça yumuşama, gerginliğin azalması anlamında kullanılan Fransızca terim.
İnancı olan insanların tanrısı ile kendi arasındaki ilişkiye kimse karışamaz. Burası bizim için de bir özgürlük alanı olarak kabul edilir.
Öte yandan tarihteki din ve mezhep savaşları, dini inançların suiistimal edilmesi hep maddi çıkar kavgalarıyla ilişkili olmuştur. Sınıfsal çelişkiler, rakip çıkar grupları dinsel kisveye bürünmüş olarak tarihte karşımıza çıkar.
Günümüzde de böyle.
AKP döneminde Türkiye tarihinde görülmemiş büyüklükte bir mülk devrine tanıklık ettik. Devlete dolayısıyla halka ait olan tüm fabrikalar, madenler, limanlar, kamu işletmeleri, devlet üretme çiftlikleri ne varsa sermaye sınıfı tarafından yağmalandı.
Bu görülmedik düzeydeki yağma emekçi halkın bu topraklardaki yenilgisine işaret ediyordu. Birçok araç kullanıldı halka boyun eğdirmek için. Bunların başlıcalarından biri de dini inançların siyasi suiistimaliydi.
Bu yağma düzenine razı etmenin bir aracı olarak dini inançlar kullanıldı.
Emekçi halka ait bir toplumsal mülkün neredeyse tamamının yağmalanması Türkiye’nin bütün kimyasını değiştirdi.
“Başkanlık” adı altında bir burjuva diktatörlüğü rejimi inşa edildi.
Bütün başkanlık adaylarının halkın dini duygularını siyasete alet etmesi zorunluluk haline geldi.
Emek sömürüsü alabildiğine katlandı.
Yurt dışındaki asker ve operasyon sayısı arttı.
Ve okullarda zorunlu din eğitimi, imamların ÇEDES projesi altında okullarda görevlendirilmesi ve imam hatip okullarının her yeri kaplamasıyla Türkiye sessiz bir çocuk suistimali pandemisi yaşamaya başladı.
Yağmalanma tamamlandı büyük ölçüde ancak bunun ürünü olan ağır bir emek sömürüsüne dayalı düzenin idamesi için dinin kullanılmaya devam etmesi gerekiyordu.
Bu konuda sessiz kalan kurumların içinde akademi de vardı. Ne bir araştırma bu konuda, ne güçlü ve örgütlü bir karşı çıkış. Akademi genel boyun eğmişliğin ve yenilginin bir parçası olmuş gibiydi.
Geçenlerde yayınlanan “Uzmanlar Bildirisi” bu sessizliği yırttı.
Katolik Kilisesinin üst düzey yöneticilerinin zenginlik içinde yaşayan bir asalak feodal sınıfı oluşturması, günah çıkarma belgelerinin parayla satılması gibi uygulamalara karşı çıkan Luther 1517’de 95 maddelik manifestosunu Wittenberg Kilisesi’nin kapısına asmıştı.
Psikiyatrist, psikolog, sinirbilimci, eğitim bilimci, çocuk gelişimcilerinden oluşan uzmanlar bildirilerini Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapısına asabilirlerdi, ama modern insanlar olarak bildirilerini internetten yayınlamayı tercih ettiler.
Uzmanlar çok kısaca şunu söylüyordu:
Çocuk beyni çok hassastır, yetişkin beyni gibi değildir. Erken yaşlarda zorunlu din derslerinde dini dogmalarla karşılaşma onlarda vicdan gelişimini ve dünyayı sağlıklı algılamalarını bozar, bunun ötesinde akıl sağlığı sorunlarına yol açabilir.
Ben de o uzmanlardan biri olarak şu kısa bilgileri paylaşayım.
İnsan bebeği birçok canlıda görüldüğü gibi gelişimini tamamlamış bir beyinle doğmaz. Çocukluk boyunca bu beyin gelişmeye devam eder.
Aşağıdaki şekilden izleyebilirsiniz, doğumdan sonra beyin büyümeye devam eder ve sinir hücrelerinin sayısı katlanır.
Şekil 1: Şekilde beyin kabuğundaki sinir hücrelerinin 2 yaşına kadar nasıl katlanarak arttığını gösteriyor.Ancak mesele sadece milyarlarca sinir hücresinin sayısısın artması değildir, aralarında trilyonlarca bağ yaparak sinir ağlarını oluştururlar ve her bağ sinaps olarak adlandırılır. Bir çocukta saniyeler içinde milyonlarca sinaps oluşur veya geri çekilir. Çocuk o kadar duyarlıdır ki bu dönemlerde her deneyim, her olumlu olumsuz etkileşim beyinde oluşan ağları etkiler.
Ancak bu duyarlı gelişim sadece niceliksel bir ilerleme değildir, nitelikçe değişimler gösterir. Çocuğun algı ve düşünme dünyasındaki nitelikçe değişimi anlamak için aşağıdaki şekil bize yardımcı olacaktır.
Şekil 2: Anne karnında oluşmasından doğuma ve sonra 20 yaşına kadar bir insan çocuğunun beyin gelişiminde gerçekleşen nitelikçe değişiklikler görülüyor. Şekilde görüldüğü gibi beynin değişik bölgeleri farklı hızlarda olgunlaşmaktadır. Önce beyinde duyu ve hareket alanları, sonra beynin arkasında gelişkin algıların oluşması ve en son beynin ön alın kısmında bulunan yönetici işlevler gelişmektedir.Şekilde görüldüğü gibi yönetici işlevler en son olgunlaşmaktadır. Bu ön alın bölgesi; vicdan gelişimine yol açan ve çocuğun dünyayı yorumlamasını ve sorgulamasını sağlayan devreleri içerir.
Kişiden kişiye değişmekle beraber 16 yaşa kadar çocuğun korkutulması, anlamadan bir şeyleri ezberlemesi, ceza tehdidi altında kalması, henüz bu devreler gelişmeden soyut inançlarla karşılaşması bütün devre yapısını değiştirecektir.
Bu yüzden uzmanlar çocuk yaş grubunda zorunlu dini eğitime karşı çıkıyorlar. Beyin olgunlaşınca kişi inancını düşünerek ve bilinçli olarak seçebilir.
Çocuk bu dönemde doğa ve toplum tarihini bir süreç olarak üzerinde düşünecek şekilde öğrenmelidir. Bir süreç tarif edilince süreç boyunca her yeni beliren oluşum neden sonuç ilişkisi içinde bilimsel olarak kavranabilir.
İyi ve doğruyu çocuk deneyimler ışığında akıl yürüterek ve sindirerek öğrenir. İnançların getirdiği cezalandırma sistemi bu sindirmeyi de bozmaktadır.
Ancak karşımızda iyi niyetli bir yapı yok.
Çocuklar düşünmesinler diye müfredattan doğa ve toplum tarihini kavramamıza yol açacak her dönüşüm dönemini ayıklamış gözüküyorlar.
Müfredat zorunlu din eğitimi ile doldurulmuş durumda. Ve Diyanet İşleri Başkanlığı 3-5 yaşındaki 1 milyondan fazla çocuğa dini eğitim vermekle övünüyor.
Düşünmeyen, biat eden, önüne konanı sorgulamadan kabul eden bir nesil yetiştirmeyi amaçlıyorlar.
Her çocuğun bünyesi farklıdır, sadece düşünmeyi öğrenememekle kurtulmuyor bazıları, saplantılı düşünce bozuklukları gibi hastalıklara da yakalanıyorlar.
Uzmanların başlattığı ve işin bilimsel temelini ortaya koyan itiraza tüm halkımızın destek verme olanağı var.
Uzmanlar metnine atıf yapan Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin açtığı zorunlu din eğitiminin ve ÇEDES’in iptalini talep eden bildiriye aşağıdaki bağlantı üzerinden imza verebilirsiniz:
https://halkmeclisi.org/cocuklarimiz-icin-bilimsel-egitim-istiyoruz/
/././
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Özgür Özel 26 Nisan’da Manisa Kula’da “bu millet bize iktidar görevi verene kadar bu ülkede ana muhalefet partisiyiz. Ülke dışında, yurt dışında Türkiye'nin partisiyiz” dedi.
Sonra geçtiğimiz günlerde Habertürk’te işi yüzdeye vurarak şunu söyledi: “Yurt dışına gitmeden önce Dışişleri Bakanlığı’ndan brifing almam lazım. Dönüşte de bizim bilgi vermemiz gerek. Dış politikada yüzde 85 benzer şeylerde birleşiyor olmamız lazım. Sayın cumhurbaşkanı pozitif yaklaşıp talimat verdi”.
İç politika ile dış politikayı birbirinden ayrıştırmanın, “Türkiye sınırlarının dışına çıktığımızda ülkemizin çıkarlarını savunuruz” ezberinin sığlığına geleceğim. Ama önce bir hatırlatma gerekiyor. Özgür Özel daha önce farklı vurgularla konuşuyordu. Örneğin 2020 yılında Politik Yol’da yayımlanan yazısında “Türkiye, Beyaz Saray ile Kremlin arasında sarkaç gibi sallanan, ilkesiz ve akılsız bir dış politikaya savrulmaktadır” diyor, “Amerika Birleşik Devletleri ile Rusya arasında sıkışan, Ortadoğu ve AB başta olmak üzere pek çok alanda geleneğin dışına çıkan bu dış politikadan ve bu söylemden kurtulabilmek gerekmektedir. Bu da ancak yeniden komşu ülkelerdeki iç politik çekişmelerde taraf olmayan, askeri güç yerine diplomasiye alan açabilen, söylediğinin ağırlığını tüm taraflara hissettirecek Hariciye geleneğimize geri dönmek ile mümkün olabilecektir” diye ekliyordu.
Aslında Özel’in AKP’nin dış politikasını neredeyse tamamen karşısına alan üslubu, Genel Başkan olduktan sonra, 31 Mart seçimlerine kadar devam etti. Geçtiğimiz Kasım ayında Türkiye’nin dış politikasının “tutarsız” olduğunu söylerken Özgür Özel lafını hiç sakınmıyordu.
Haksızlık etmeyelim, Özgür Özel dış politikanın yüzde 85’inde aynı şeyleri savunuyoruz demiyor. Bu oranı bir hedef olarak ortaya koyuyor. Ancak yine de, tutarsız ve akılsız bir dış politika pratiğini ekseriyetle uzlaşılan bir çizgiye getirmenin sadece Erdoğan’ı ikna ederek mümkün olmadığını herhalde Özel de biliyordur. Demek ki, CHP de bir şeyler yapacak, daha dikkatli ve sorumlu davranacak…
Cumhuriyet Halk Partisi iktidara mı hazırlanmaktadır yoksa Özgür Özel’in normalleşme diye adlandırdığı bir süreçle Türkiye’nin yarısının AKP ile kavga etmeyi bırakıp AKP ile birlikte yaşamayı öğrenmesi için üzerine düşeni mi yapmaktadır, bunu zaman gösterecek.
Belki de ikisi birden…
Araya bir hatırlatma sıkıştırmak istiyorum. Normalleşme sözcüğünü yıllar öncesinde CHP’nin de içinde bulunduğu parlamento içi muhalefet için biz kullanıyor ve kozmetik bazı iyileştirmelerle birlikte AKP Türkiyesi'ni normalleştirmek istediklerini söylüyorduk. Şimdi Özgür Özel’e “bravo” diyenler arasında o sıralar bizi haksızlıkla suçlayanlar da vardı.
Her ne ise…
Seçim sonrasında Özgür Özel dış politikada “yapıcı” bir tutum almaya başladı çünkü bugünkü Türkiye’nin hiç de “tek adam rejimi”nden ibaret olmadığını biliyor.
CHP Türkiye’de iktidar olsun-olmasın, önemli bir aktör haline gelecekse, sermayeye güven vermek, ikna etmek zorundadır.
Bu yetmez. Birkaç yazıdır değindiğim gibi, sermaye egemenliğinin en önemli taşıyıcısı olsa bile kendine özgü dinamikleri olan devlete güven vermek de bir o kadar önemlidir.
Dahası var. İddialı bir parti olmak için büyük bir rekabet ve çatışmaya konu olan uluslararası arenada, birbirinden farklı çıkarlara sahip olan, hatta birbirinin karşısında konumlanan aktörlere güven vermek gerekiyor.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun Genel Seçimlerden birkaç hafta önce parmağını sallayarak Rusya’ya “biliyoruz seçimlere müdahale edeceksin, sakın bunu deneme” türünden bir paylaşımda bulunmasını hatırlayalım. Moskova bu mesaja doğal olarak bir anlam veremedi ama her tür Rus karşıtlığını güle oynaya karşılayan ABD ve müttefikleri de bir anlam veremedi. Veya şöyle söyleyeyim, Kılıçdaroğlu bu ve benzer davranışlarıyla kimseye güven vermedi.
Şu anda CHP bir düzen partisi olarak güven vermesi gereken her yere güven vermeye başlamıştır. Hatta Özgür Özel’in iktidar kanadıyla müzakerelerinin CHP Genel Başkanlığından öncesine dayandığını, bu anlamda CHP içindeki seçenekler arasında bir tercih haline geldiğini, İmamoğlu’nu dengeleyecek bir unsur olarak görüldüğünü söyleyebiliriz.
Bu anlamda CHP’nin uluslararası alanda sahaya çıkması, Türkiye adına konuşmaya başlaması hiç şaşırtıcı değil. Konu sadece bir iktidar hazırlığı olarak görülemez, ortada kurulu düzenin sahibi olan sınıfın büyük bir başarısı var. Türkiye’deki normalleşmenin mimarı çok uluslu tekellerdir. Ve hayat pahalılığı ile boğuşan on milyonlar “Mehmet Şimşek politikalarının alternatifi olmadığı”na iktidardan muhalefete bütün partiler tarafından ikna edildiyse, toplumsal adaletsizlikte Türkiye başa güreşirken halka 2028’deki seçime kadar sabır telkin ediliyorsa şimdilik başarmışlar demektir.
Özgür Özel’in görevi müzakeredir. Müzakerede sonuç almayınca müzakere edebilmek için “mücadele”dir!
Dış politikada Özgür Özel’in daha önce söylediklerinden farklı olarak bir “sorumluluk” duygusuyla hareket edeceğini dillendirmesinin nedeni, Türkiye’nin dış politikasının ana hatlarının pek değişmeyecek olmasıdır.
Bunun nedenini dış politikanın özgünlüğünde aramanın anlamı yok. Çünkü içeride de CHP ana hatları değiştirmek niyetinde değil!
İddia edildiği gibi dış politikada herkesi içine alan bir ulusal çıkar yoktur, bu büyük bir yalandır. Örnek olsun, TL’nin güçlü paralar karşısında değer kaybetmesini isteyen ihracatçı lobisinin yalnızca para politikaları değil dış politikadaki ihtiyaçları ile emekçi halkı geçtim, bazı sermaye kesimlerinin çıkarları bile her zaman örtüşmüyor. Ama asıl mesele elbette patronlar ile işçiler arasındaki çıkar farklılıklarının dış politikaya yansımalarıdır. NATO üyeliği ve ABD ile yakın işbirliği halkımızın mutlak olarak zararınadır. Burada “ulusal çıkar” diye yutturdukları küçük bir kesimin ihtiyaçlarından ibarettir.
Varsayalım ki, küçük bir azınlığın çıkarları için ya da bir karşı devrimci misyon doğrultusunda bir ülkeyle savaşmaya başlayacaksınız, sonra içeriye dönüp “bu memleket meselesi” diyeceksiniz!
Ne münasebet!
Böyle meselelerde yüzde 85 nasıl hesaplanacak onu merak ediyorum.
Bir de Özgür Özel’in mektup yolladığı 120 sosyal demokrat lider konusu var.
Biliyorsunuz Özgür Özel Sosyalist Enternasyonel’de Başkan Yardımcılığı görevini de üstlendi. Bu örgütü bazıları sosyalist sanıyor, hiçbir ilgisi yok. Alman Sosyal Demokrat Partisi yıllarca Sosyalist Enternasyonal’i Alman emperyalizminin ihtiyaçları doğrultusunda tepe tepe kullandı, sonra posası çıkmış bu örgütü orta yerde bırakıp çekti gitti. İngiliz İşçi Partisi de benzer bir tutum takınınca Sosyalist Enternasyonal krizden bir türlü çıkamayan Fransız Sosyalist Partisine ve İberya’nın hâlâ etkili iki partisine kalmış oldu. Tümüyle önemsiz değil kuşkusuz ama Sosyalist Enternasyonal emperyalist dünya içindeki bütün çekişme ve çelişkileri içinde barındıran, ortak bir doğrultu belirleyemeyen bir örgüt durumunda.
Ha, Özgür Özel’in çabalarının elbette bir anlamı var; Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin Türkiye’deki normalleşmeye destek olması fazlasıyla mümkündür. Ne de olsa Erdoğan’ın Türkiye’deki yükselişinde onların büyük emeği geçmişti. Şimdi de AKP Türkiyesi ile ana muhalefetin işbirliği en çok Avrupa Birliği’ni memnun edecektir.
Özetle, Özgür Özel güven vermeye devam etmektedir.
Asıl soru şudur: Kime?
Geçen ay yitirdiğimiz (17 Nisan’da toprağa verdiğimiz) sevgili Ercan’ı, nam-ı diğer Lazoğlu’nu, 1970’te tanıdım. 1416 sayılı Kanun gereğince MEB burslusu olarak doktora yapmak üzere Haziran 1970’te Fransa’ya (Paris’e) gitmiştim. İlk uğrak yerlerimden biri FTÖB (o zamanki açılımıyla Fransa’daki Türk Öğrencileri Birliği) lokali olmuştu. Saint-Michel Meydanı 6 numaradaki bu lokal, “Quartier Latin” denilen üniversiteler ve kütüphaneler/kitapçılar/ öğrenciler semtinin merkezindeydi ve benim de sonraki dört yılımın merkez üssü olacaktı.
Fransa anıları
FTÖB lokali, Ercan ile tanışıp buluştuğumuz mekanların başında geliyordu. Ercan da benim gibi MEB burslusu olarak doktora öğrencisiydi ama gelişi birkaç yıl öncesine dayanıyordu. Çoğu MEB burslusu ve TİP kökenli öğrenciler olarak örgütlenip ilk genel kurulda FTÖB’ün yönetimini devraldık. FTÖB başkanlığını bir dönem Ercan götürdü sonra ben üstlendim.
Dönemimize damga vuran siyasi gelişme, 12 Mart 1971 askeri darbesi oldu. FTÖB’ün bundan sonraki eylemlerini 12 Mart müdahalesine demokratik bir karşı duruş biçimlendirdi. Bu eylemlerin odağında “Nouvelles de Turquie” (“Türkiye’den Haberler”) adını verdiğimiz Fransızca bir süreli yayın yer aldı. Hedefimizde Fransız kamuoyunu ve özellikle sol/ilerici örgütleri, partileri, sendikaları Türkiye’deki anti-demokratik uygulamalar konusunda haberdar etmek ve harekete geçirmek bulunuyordu. Ercan Eyüboğlu dergiye en fazla yazı katkısı verenler arasındaydı. Dergi, A4 kâğıda arkalı önlü basılan genellikle 20-25 yapraktan (40-50 sayfadan) oluşuyordu ve kapak tasarımına da resim eğitimi gören dostlarımız katkıda bulunuyordu. Dergi, nitelikli içeriği bakımından önemli yankı uyandıran ve aranan bir yayına dönüşmüştü kısa sürede.
Bu derginin basımında rol alan ve adları pek anılmayan (ve burslu da olmayan) arkadaşlarımızı da anmak gerekir. Mumlu kâğıda yazılan makalelerin teksir makinasında basılma işi, makinaların dilinden anlayan Kemal Elitaş’ın üzerindeydi (onu epey genç yaşta yitirdik). Gerçi baskıya hepimiz yardımcı olurduk ama eli her işe yatkın olan Muvaffak Tekin ön planda olurdu. Baskı sonrası kağıtları harmanlama ve zımbalama işi ise genel bir seferberlikle yapılırdı. Tabii bir de dağıtım işi vardı ki orada gene hepimiz rol alırdık.
Bu dönem aynı zamanda Fransa’ya ilk kitlesel işçi kafilelerinin gelişiyle çakışmıştı. Bu amaçla bir de Fransa’da Türkiye İşçi Birliği yapılanmasına gittik. Resmi kurucu olarak bazı Fransız dostları gösterdik. (Bu Birliğin kuruluşu ve yönetiminde önemli rol oynayan sosyalist işçi dostumuz Ahmet Ser Fransa’ya yerleşmesine rağmen hepimizle yakın dostluğu sürdürmeye devam ediyor). Gene siyasi faaliyetlerimizi FTÖB dışında sürdürebilmek için resmi olmayan bir Türkiye İlericiler Birliği’nin kuruluşunu da örgütledik. Ercan tüm bu süreçlerde ön saflardaydı.
Ercan’ın beni şaşırtan bir özelliği, Fransa’da yayınlanan bütün ulusal gazeteler ile kimi bölgesel gazeteleri ve birçok süreli yayını sürekli satın alması, okuyup notlar çıkarmasıydı. Lojmanı bu yayınların birikmiş “dağlarıyla” kaplıydı. Ben günlük iki gazeteyi -L'Humanité ve Le Monde- okuyup bitirmekte zorlanırken (süreli yayınlarda da haftalıklara bulaşmadan aylık/iki-üç aylık düşünce dergileriyle kendimi sınırlarken), o bu işe büyük zaman verirdi. Gerçi Fransa ve dünyadaki güncel gelişmeleri yakından izlemek ve zaten çok iyi düzeyde olan Fransızcasını mükemmelleştirmek bakımından kendini geliştirdiği açıktı, ama bunlar siyaset bilimi alanındaki doktorasını geciktirici rol oynuyordu. Dolayısıyla, öğrenciliğinin uzaması salt FTÖB ve siyasi faaliyetlerinden kaynaklanmıyordu.
Siyasi eylemlerimizde yeni bir dönüm noktası, 9 Ekim 1971’de üç devrimcinin, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam cezasına çarptırılması oldu. Bundan sonraki dönemde bu idamların durdurulması için Fransa’da geniş bir kamuoyu oluşturulması çabası içinde olduk. Dergimiz dışında bildiriler ve basın toplantılarıyla, bütün Paris’i donattığımız “Türkiye’deki faşist cinayetler dursun” (“Halte aux crimes fachistes en Turquie”) afişleriyle, öğretim sendikaları başta olmak üzere çeşitli kuruluşların Türkiye’ye uyarı ve baskı yapmalarının sağlanmasıyla, imza kampanyalarıyla, açlık grevleriyle… elimizden geleni yapmaya çalıştık. Çeşitli siyasi görüşlerden 60 kadar öğrencinin FTÖB olarak sağladığımız geniş bir mekanda 1972 kışında üç günlük toplu açlık grevi eylemi de Fransız kamuoyunda epey ses getirmişti. Ercan ile bu faaliyetlerin örgütlenmesi ve gerçekleştirilmesi süreçlerinde hep beraberdik.
Fransız Komünist Partisi’nin her yıl Eylül ayında düzenlediği “l'Humanité Bayramı” ile onun gençlik örgütü Komünist Gençlik Birliği’nin düzenlediği yıllık festivaller de FTÖB olarak varlık gösterdiğimiz, standlar açtığımız etkinliklerdi. Bu festivaller aynı zamanda hem Türkiye’deki 12 Mart sürecine ve idam kararlarına karşı duruşumuzu anlatmak hem de geniş bir imza kampanyasını sürdürmek bakımından da elverişli ortamlardı.
***
Bir başka imza kampanyası çağrımızı, Haziran 1973’te Nazım Hikmet’in 10. ölüm yıldönümü anısına düzenlediğimiz ve Ercan’ın düzenleyici ve tartışmacı olarak etkin rol üstlendiği bir hafta süren Nazım Hikmet Kolokyumu’nun son günü benim kapanış konuşmamla yapmıştık: Sıkıyönetim mahkemelerince idama mahkum edilen Nahit Töre ile benzer bir cezaya çarptırılması beklenen Ziya Yılmaz hakkında bu geri dönülmez cezaların durdurulması için hazırladığımız metni imzaya açmıştık.
Bütün bu imzaları aynı zamanda Fransa’daki Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği’ne de iletiyorduk. Hasan Esat Işık’ın Büyükelçi olması o dönemdeki demokratik eylemlerimize katılanlar açısından bir şanstı kuşkusuz; hiçbirimiz için soruşturma açılmadı, hiçbirimizin bursu kesilmedi, Türkiye’ye geri çağrılmadı. 14 Ekim 1973 Genel Seçimlerinden Ecevit’in CHP’si birinci parti çıkınca biraz daha rahatlama olanağı da bulduk.
Türkiye anıları
Ercan Türkiye’ye dönüşünde Hacettepe Üniversitesi İİBF’de göreve başlamıştı. Ben de doktora süremi aşmam nedeniyle ilk açılan sınava öncelik vererek AİTİA Maliye Bölümünde (1982’de Gazi Üniversitesi’ne dönüşecek kurumda) 1978 sonunda göreve başladım. Dolayısıyla Ercan ile yollarımız Ankara’da da kesişmiş oldu. Ercan Fransa’dan ortak dostumuz heykeltıraş Saim Bugay’ın kızı Nur Bugay ile evlenince ailece görüşme evresine de girdik.
Ercan, Yürüyüş ve Yurt ve Dünya dergilerine katkı yapmayı Türkiye’ye döndükten sonra daha yoğun olarak sürdürdü. Yurt ve Dünya’da sanırım son yazısı, dostum Sacit Yörüker’in anımsattığı gibi, Kasım 1978 tarihli sayıda (s. 330-358) “Sınıf Mücadelesi, İşçi Sınıfı Partisi ve Aydınlar (Tartışma Öğeleri)” başlığı altında yayınlandı.
Ercan ile yolumuz 1979’dan itibaren TÜMÖD (Tüm Öğretim Üyeleri Derneği) yönetim kurulunda da kesişti. O TÜMÖD’ün genel sekreteri, ben de genel saymanıydım. Dramatik sonuçlara yol açacak bir gelişme 1980 yılı 1 Mayıs kutlamaları Tertip Komitesi’ne katılma dolayısıyla yaşandı. İstanbul’da toplanan Tertip Komitesi’ne TÜMÖD de davetliydi. Toplantıya ben katılacaktım ama son anda mazeretim çıkınca İstanbul’un yolunu Ercan Eyüboğlu tutmuştu. Ne olduysa 12 Eylül 1980 darbesinden sonra oldu. Sıkıyönetim mahkemeleri birçok demokratik kitle örgütü yöneticisini kovuştururken 1980 1 Mayıs Tertip Komitesi’ne katılanlar için de idam cezası talebiyle dava açmıştı! Ercan arananlar listesindeydi. (Ben katılmış olsaydım onun durumunda olacaktım). Ercan evinde kalamıyordu; eşi Nur ve kızları Deniz ile bir aya yakın bizim evimizde kaldılar. Bu arada yurt dışına çıkışı için çeşitli ilişkiler kuruldu ve bir Fransız pasaportuyla Fransa’ya gidebildi. Uzun yıllar boyunca da Fransa’dan dönemedi; aile yaşamı altüst oldu ve sonuçta boşandı. İki Fransız dostumuzla 1989 yılında bir Karadeniz turu yaparken Rize İkizdere’de annesi Yosma hanımın misafiri olduğumuzda Ercan hâlâ dönememişti!
1990’larda Türkiye’ye dönüşünde Ercan bir süre Galatasaray Üniversitesi’nde öğretim üyeliğini sürdürdü; akademik kariyerini tamamladı. Fiili emekliliği öncesinde de uzunca bir süre İstanbul Aydın Üniversitesi’nde hocalık yaptı. Ercan bu süreçte yeniden evlendi; eşi Esen kendisinden oldukça genç olduğu için 68 yaşında yeniden baba olabildi. Çok bağlandığı sevgili oğlu Süleyman Onat şimdi 12,5 yaşında. Sevgili babasını çok erken kaybetmiş olmanın en büyük acısı onun üzerinde.
Ercan Eyüboğlu, birikimini yeterince yazıya dökememiş akademisyenler gurubuna dahildi. Kitap ve makale olarak çok daha fazla eser verebilecek birikime sahipken bunu başaramadı. Marksist bakış açısını hiç yitirmediği için, bunun aynı zamanda sosyalist yazın dünyası açısından da büyük bir kayıp olduğunu belirtebilirim. Benim önerimle Dayanışma Meclisi’ne katıldığı halde, eski dinamizmi kalmadığı için, burada da bir varlık gösterememişti.
Ercan, ardında unutulmaz anılar bırakarak aramızdan ayrıldı. Dostları ve yakınları onun ilginç ve esprili kişiliğini unutmayacak ve onunla paylaştıkları ortak anılarını özlemle anacaklardır.
/././
Ankara'da 300 yıllık bir Kürt köyü (Özkan Öztaş)
Dr. Fikret Yıldız, "Mikaila" adıyla kitaplaştırdığı çalışmasında Ankara'da 300 yıllık bir Kürt köyü olan İnler-Katrancı'nın tarihini ele alıyor.Ankara'da geçmişi 300 yıla dayanan bir Kürt köyünün hikayesini Başbakanlık Osmanlı Arşivleri kaynaklarından yararlanarak kaleme alan Dr. Fikret Yıldız, Orta Anadolu Kürtlerinin tarih, göç ve iskan ile birlikte kültürel hayatına da ışık tutuyor.
"Ankara'da bir Kürt köyü: Mikaila" adını taşıyan kitap için geçtiğimiz gün Ankara'da imza günü ve ardından Yıldız ile söyleşi düzenlendi. Etkinliğe birçok sanatçı, aydın ve Orta Anadolu Kürtlerinden katılımcı eşlik etti. Faik Bulut'un önsöz yazdığı çalışmada Kürtlerin Orta Anadolu'ya geliş süreçleri, fotoğraflar, kültürel devinimleri, aşiret ve akrabalık ilişkileri, çocuk ve yetişkin oyunlarına dair etnografik çalışamların yanı sıra atasözleri, deyimler, bitki ve tarımsal bilgilere dair veriler yer alıyor.
'Bir tıp doktoru neden Kürt tarihini yazmayı tercih etti?'
Fikret Yıldız, aslında Almanya'da yaşayan bir tıp doktoru. Kendisi "Peki ama beni bir tarih kitabı yazmaya ve tarihi çalışamlar yapmaya iten şey ne oldu?" sorusuyla başlıyor söze.
Kürt tarihine dair genel olarak sözünü ettiği araştırma ve incelemelere dair sorunların yanı sıra araştırmacılara ve yayınevlerine yapılan baskı ve yasaklamalara da değinen Yıldız, tüm bunların yanı sıra Orta Anadolu Kürtlerine dair yapılan çalışmaların bir elin parmaklarını geçmediğini ifade ediyor.
"Hayatımızın önemli bir kısmı 'Gittiğiniz yerde Kürt olduğunuzu gizleyin' nasihatlarıyla geçti. Ankara'da doğmuş olmak ve Ankara'da yaşayan bir Kürt olmak bu açıdan avantajlıydı tabi. Nüfus kağıdımızda doğum yeri olarak Ankara yazıyordu ve hasbelkader Kürt olduğumuzu gizlemek bir Diyarbakırlıya nazaran daha kolaydı.
Çünkü zor zamanlardı. Sancılı yıllardı. Ama zaman ilerledi. Her şeye rağmen, baskılara rağmen üretimler yapılabiliyor. Bakın burada, bu imza günü vesilesi ile yan yana gelip tarihimizi, edebiyatımızı konuşabiliyoruz. O zaman bunu değerlendirmeliyiz. Ben de buradan hareketle, üzerine çok az şey yazılmış, neredeyse hiçbir şey bilinmeyen Orta Anadolu Kürtlerine dair çalışmalar yapmaya başladım. Mikaila Köyü'nün tarihinden yola çıkarak Orta Anadolu Kürtlerinin yaşadığı kültürel ve tarihsel süreçleri anlatmaya çalıştım. Bu nedenle de bu kitabı kaleme almaya karar verdim."
Dr. Fikret Yıldız Ankara'da Teşup Sahaf'ta düzenlenen imza gününde kitaplarını imzalarken.1861 yılında kaleme alınan Ankara'daki Kürt köyü ve Fransız arkeolog
Ankara'daki Kürt tarihine dair yakın dönem ve eski dönem arşivlerden söz eden FikretYıldız, George Perrot'un 1861 yılında Ankara'nın Kürt köylerini gezdiği araştırmalarını hatırlatıyor. Yıldız, ulaştığı tarihi hazineyi yayına hazırlarken titiz davrandıklarını belirtiyor.
"George Perrot, bu çalışmaları sırasında, Ankara'da yaşayan gayrimüslim tebanın kendisine Kürtlerin yanına gitmemesi gerektiğine, Kürtlerin vahşi ve kaba insanlar olduğuna dair tavsiyelerinden söz eder. Ancak George Perrot aydın biridir ve her şeyin farkındadır. Kalkar gider, Ankara'nın Haymana Kürtlerini çalışır. 1861 yılındaki çalışmalarını kaleme alır ve yayınlar. Bu en önemli belgelerden biridir.
Ancak bunun dışında aradığımız birçok belgenin kütüphanelerde olmadığını ve bulamadığımızı fark ettik. Yani kitaplar ve kütüphanelere bakınca Orta Anadolu Kürtlerine rast gelmek neredeyse imkansızdı. Yolumuzu el yordamıyla bulduk desek yalan olmaz. Osmanlı arşivleri bu açıdan birçok malzeme sundu bizlere. Osmanlıca bilen Kürt dostlarımız çeviri konusunda yardımcı oldu. Eski aşiret belgeleri, göç kayıtları, iskan belgeleri derken koca bir arşiv çıktı ortaya."
"Ankara'da bir Kürt köyü: Mikaila" kitabının kapak görseli'Birnebûn dergisi bir okul oldu bizim için'
Orta Anadolu Kürtlerinin Avrupa'da çıkardıkları dergi olan Birnebûn'un aynı zamanda kendileri için bir okula dönüştüğünü ifade eden Fikret Yıldız, bu araştırmaların ve incelemelerin artık burada üreten herkes açısından birer kitap hacime ulaştığını belirtiyor.
İlk zamanlarda yazacak konu, belge ya da içerik dahi bulmakta zorlandıklarından söz eden Yıldız, bugün ise üretecek konulara yetişemeyecek kadar fazla veriye ulaştıklarını söylüyor. Ayrıca, Kürtçe üretmek konusunda da ısrarcı olan derginin son sayılarının sadece Kürtçe yayınlandığına dikkat çekiyor.
Yıldız, sözlerine şöyle devam ediyor:
"1997 yılında bir grup Orta Anadolu Kürt aydınının çıkardığı ve yaklaşık 30 yıldır sayısı 100'e yaklaşan Bîrnebûn dergisi bizler için çok önemli ve adeta bir okul oldu. İlk zamanlar kendi arkadaşlarımızla arşivlere ve belgelere erişim zorlukları çekerken o zamanlar aldığımız bir kararın ne kadar önemli olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz. Herkes kendi bölgesine bakarak derinleşmeye çalışsın tavrı bizim daha titiz çalışmamızı ve daha fazla veriye ulaşmamızı sağladı. Cihanbeyli, Polatlı, Haymana gibi örneklerde daha derin çalışmalar yapmaya başladık. O zamanlar el yordamıyla yaptığımız çalışmalar seneler içinde kazandığı akademik derinlikle üretimlere yansıdı. İlk başlarda yazmayı dahi yeni öğreniyorduk demem yanlış olmaz.
Bu kitapta anlatılanlar, farklı coğrafyalarda yaşayan Kürtlerin hikâyesidir. Kürtlerin çıktıkları, geçtikleri, kondukları, yerleşip yaşadıkları toprakların bir ucu İran'ın Horasan bölgesinde, Belucistan, Hewreman ile Kirmanşah'ta, diğer ucu Pakistan ile Kafkasya'ya Orta Asya üzerinden uzanan geniş coğrafyada, güney ucu Mezopotamya ile Suriye, Filistin, Mısır, Sudan, Libya ve Cezayir'de; batı ucu ise Balkanların genelindedir. Yaşadıkları bölgelerde dört bir yana savrulmuş, direnmiş ve sürgün edilmiş bir halkın acısını, sevdasını, umudunu ve davasını görmekteyiz."
Dr. Fikret Yıldız'ın bu çalışması Kürt tarihinin ana bölmelerinden biri olarak kabul edilen Orta Anadolu Kürtlerinin tarihine ışık tutuyor.
/././
Ken Loach'tan umutlu veda: Günah keçisi arama, gücünün farkına var, dünyayı değiştir (YAĞMUR BÜŞRA EKİNCİ)
Ken Loach, bu defa ırkçılık tohumlarının izini sürüyor. Umut dolu "son" filminde göçmen düşmanlığına karşı güçlerini birleştiren Suriyeli bir kadın ve İngiliz bir bar sahibinin hikayesini anlatıyor.İşçi sınıfının hayatından kesitler sunan filmleriyle sinema tarihinde toplumcu gerçekçi anlatımın tanınan yönetmenlerinden Ken Loach 2023 yılında "The Old Oak" ile son filmini çektiğini duyurdu. Tarihsel ve toplumsal kırılma dönemlerine atıfla yaptığı filmleriyle bildiğimiz yönetmen bu filminde mülteci sorununu ele almış.
Film, İngiltere’de maden ocağının kapatılmasıyla işsiz bırakılmış, eğitim ve sağlık hizmetlerinden mahrum kalmış, ekonomik zorluklarla hayatta kalmaya çalışan insanların, yaşadıkları köye otobüsle getirilen mültecilerle karşılaşmaları ile başlıyor. Eski bir itfaiyeci olan David Turner, TJ Ballantyne karakterine; Suriyeli Ebla Mari beyaz perdedeki ilk rolüyle Yara karakterine can veriyor. TJ Ballantyne, filme de ismini veren The Old Oak isimli 60 yıllık bir barın sahibi. TJ Ballantyne ve Yara'nın ilk karşılaşmaları otobüsten inme anında yaşanan bir kavgayla gerçekleşiyor.
Film ilk andan itibaren sınıfı bölen göçmen düşmanlığını gözler önüne seriyor. Hikaye ilerledikçe göçmenlere yapılan yardımlar yerel halkta öfkenin artmasına sebep oluyor. Türkiye’de yaşayan bizlerin de yakından şahit olduğu, sosyal medyadaki nefret söylemini yaygınlaştıran spekülatif bilgiler The Old Oak barı müdavimlerinin de sohbetlerini belirliyor. TJ Ballantyne’nin de içinde bulunduğu sosyal yardım sağlayan kuruluşun göçmen ailelere destek dağıtırken karşılaştığı yerel halktan çocuklarla arasında geçen şu diyalog, yaşananları çocuk gözünden anlatıyor.-Bunca şeyi nasıl alıyorlar
-Tamamı yerel halk tarafından bağışlandı. Bunların hepsi ikinci el eşyalar..
-Biliyorum ama son zamanlarda her şeyi alıyorlar.
-Evet, ama her şeylerini kaybettiler. Anlamanız gereken şey bu. Bu ülkeye geldiklerinde sırtlarındaki elbiselerden başka hiçbir şeyleri yoktu.
-Keşke bir bisikletim olsaydı.
The Old Oak barının müdavimleri arasında geçen diyaloglarda oturdukları evlerin satılamaz halde oluşu, aldıkları fiyattan bile geriye düşen değerleri, bakım yapmanın mümkün olmayışı, köyü terk edemeyenlerin oraya mahkum kalışı sık sık belirleyici tema oluyor. Aynı zamanda köyde birden fazla evin orada hiç de yaşamayan ve yaşamayı da düşünmeyen kişiler tarafından yok pahasına alınması hayıflanarak konuşuluyor. Aslında çocukların, göçmenlere sağlanan “imkanlara” duydukları öfke ile yetişkinlerin öfkesi aynı yön tarif edemeyişin sonucu olarak kendini gösteriyor. TJ Ballantyne karakteri maden işçisi babasının şu sözünü hatırlatıyor: "Babam her zaman şunu söylerdi, eğer işçiler sahip oldukları gücün farkına varırlarsa ve onu kullanma özgüvenine sahip olurlarsa dünyayı değiştirebilirler."
Yönetmen Ken Loach ve senarist Paul Laverty, TJ Ballantyne karakterini yaratarak sınıf mücadelesinden gelen hafızanın insanın kişilik örgütlenmesine yansımasını seyirciye gösteriyor. Hafızasını kaybeden, ırkçılığı mahkum ederken ırkçılık yaptığını göremeyen karakterlerle TJ Ballantyne karakterinin yaşadığı çatışma seyirciye mücadelenin geçmişin bir hafızası olarak kalsa bile insan kalmanın tek yolu olduğunu hatırlatıyor.
Filmin sonuna yaklaşırken TJ Ballantyne karakteri barın müdavimleri arasında yer alan, çocukluğundan beri arkadaş olduğu, ortak mücadele geçmişini paylaştığı arkadaşı Charlie karakteriyle yüzleşiyor ve seyircinin aklında dolaşan soruyu soruyor: "Nasıl bu hale geldin?"
-Charlie, bütün köyün durumuna bak dostum. Yıllardır başımıza gelen saçmalıklara bak. Senin başına gelenler, benim, ikimizin ve babalarımızın başına gelenler. Burası Suriyeliler buraya gelmeden çok önce de bok gibiydi. Artık aptal bir adam olmadığını biliyorum. Peki nasıl bu hale geldin?
-Neden bahsettiğini bilmiyorum, dostum.
-Hayat boka sardığında hepimiz bir günah keçisi ararız değil mi? Asla yukarı bakmıyoruz, her zaman aşağıya bakıyoruz. Hep altımızdaki zavallı piçleri suçlarız. Bu her zaman onların suçlarıdır.
Filmin ismi Türkçe'ye Umudunu Kaybetme olarak çevrilmiş. Filmin dayanışmanın örgütleyici oluşunu seyirciye gösteriyor olması ve değişen karakterlerle final yapıyor olması bu çeviriyi anlamlı kılıyor. Tüm dünyada ırkçılığın yükselişe geçtiği, en büyük dayanağını da göçmen/mülteci düşmanlığından aldığı dönemde Ken Loach ve Paul Laverty İngiltere’nin bir köyünde geçen hikayeyle iki halkın sırf birbirine yabancı olduğu için düşman kesilmesinin esas düşmanı görünmez kılmasındaki çarpıklığı gösteriyor.
Film sınıf örgütlenmesi yerine sosyal yardımlaşma platformu kurmayı seçiyor, dayanışmayı örgütlerken siyasi mücadele boşluğa bırakılıyor. Dayanışmanın değerini hafifletmek değil burada eleştirilen ama kurtarılmış küçük topluluklar halinde başımıza örülen çorapları çözmeye çalışmak da umut için yeterli değil. Film boyunca aşağıya değil yukarı bakmalı düşüncesi işlenirken finalde bu düşünce kendini gösteremiyor ve kendine kadar bir insan topluluğuna sıkışıyor.
/././
Etki ajanlığı: AKP'nin yeni 'sopası' mı?(Yalçın Cuğ)
9'uncu Yargı Paketi'nde etki ajanlığına yer verileceği gündeme geldi. Peki etki ajanlığı nedir, taslak neler öngörüyor, olası tehlikeler neler? Ceza Hukukçusu Erdi Yetkin, soL'un sorularını yanıtladı.
Geçtiğimiz günlerde AKP'ye yakınlığıyla bilinen Yeni Şafak gazetesi, yasama yılı bitmeden TBMM’ye gelecek olan 9’uncu Yargı Paketi’nde yeni tip casusluk suçları hakkında düzenlemelerin yer alacağını duyurdu.
Haberde, "Türkiye lehine gibi görünüp, aleyhte propaganda yaparak kamuoyu oluşturan etki ajanlarına mercek tutulacak" ifadelerine yer verildi. Ülkenin ekonomik, toplumsal ve kamu düzenini bozanların "etki ajanı" kapsamında değerlendirileceği ve bu kapsama giren suçlar için cezai müeyyidelerin uygulanacağı aktarıldı.
Düzenlemeye ilişkin resmi taslak henüz yayımlanmazken, kamuoyuna yansıyan taslak, haberler ve iddialar ise tartışmalara neden oldu. Özellikle AKP iktidarının hukuka yönelik müdahaleleri göz önüne alındığında, hükümete yönelik eleştirilerin "Türkiye aleyhine propaganda'' olarak tanımlanabilecileceği öne çıkan tepkiler arasında.
Düzenlemeye dair belirsizlikler güncelliğini korurken, İstanbul Gedik Üniversitesi Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Dr. Erdi Yetkin, soL'un konuya ilişkin sorularını yanıtladı.
Etki ajanlığı: 'Geniş anlamda politik faaliyette kullanılan kişiler'
Öncelikle etki ajanlığı nedir ve nasıl tanımlabilir?
Etki Ajanı ya da Yabancı Ajan kavramı, son birkaç yılda üzerine sıklıkla konuşulmaya başlanan yeni bir kavram ve bu çerçevede de uluslararası düzlemde genel bir kabul görmüş tanımdan yoksunuz. Buna karşın ulusal hukuk düzenlerindeki anlamı itibariyle kavram tanımlanabilir ya da en azından temel unsurları belirlenebilir.
Bu konudaki tartışmalarda öne çıkan, “Yabancı Etki Altındaki Kişilerin Faaliyetlerinin Kontrolüne İlişkin Yasa”, Rusya’da 2012 yılında yürürlüğe girdi ve 01 Aralık 2022 itibarıyla da kapsamı ve öngördüğü rejim hayli katılaştı. Bu kanunda yabancı ajan tabiri kullanılıyor ve 2022 değişikliğine dair Duma’nın internet sitesinde yer alan bilgilere göre yabancı ajan şu şekilde tanımlanıyor: Bir kişi, yabancı bir devletten destek alırsa ya da yabancı etki altında ve Rusya Federasyonu’nun askeri veya askeri – teknik faaliyetleri hakkında bilgi toplamak ya da belirsiz sayıda kişi için ileti ve bilgi yaymak amacıyla Rusya’da politik faaliyette bulunursa, yabancı ajandır. Bu tanıma uyan gerçek kişiler, tüzel kişiler ve hatta tüzel kişiliği haiz olmayan oluşumlar, yabancı ajan statüsündedir.
Tanıma boğmak istemem ama yabancı etki ve destek kavramlarından da kısaca bahsetmek gerekiyor. Rus kanununda yabancı etki, yabancı bir kaynak tarafından bir kişiye destek sağlanması ya da zorlama, ikna veya başka bir yolla bir kişinin etki altına alınması anlamına gelmektedir. Destek ise bir yabancı kaynak tarafından bir kişiye, fon veya diğer mal varlığı değerlerinin ya da organizasyonel, yöntemsel, bilimsel, teknik veya diğer tür yardımın sağlanması anlamına gelmektedir.
Rusya düzenlemesinden yola çıkarak etki ajanı kavramını şu şekilde tanımlayabiliriz: Yabancı bir oluşum tarafından (bir devlet, bir gerçek kişi, devletle bağlantılı ya da bağlantısız tüzel kişiliği olsun ya da olmasın bir yapılanma) maddi destek sağlanan ya da bir şekilde etki altına alınıp geniş anlamda politik faaliyette kullanılan kişilerdir.
'Batı Dünyası da benzer düzenlemelere sahip'
Benzer düzenlemelerin ABD, İngiltere, Avustralya, Gürcistan gibi ülkelerde yürürlüğe girdiği ya da yürürlüğe girmek üzere olduğu biliniyor. Söz konusu ülkelerdeki düzenlemelerin kapsamı nedir?
Mesele yalnızca Rusya’dan ibaret değil. Gürcistan’da ve Bosna Hersek Sırp Cumhuriyeti’nde hâlihazırda yabancı etkiye karşı hazırlanmış, büyük ölçüde tartışmaya neden olan yasa tasarıları mevcut ve özellikle Gürcistan’da bu konu ciddi ölçüde bir tartışmaya sebebiyet verdi. Geçen yıl Gürcü Hükûmeti, “yabancı güçlerin çıkarlarını gözetenlere” karşı hazırlanan yasayı, bilhassa başkent Tiflis’teki protestolar nedeniyle geçiremedi, fakat bu sene belirli ölçülerde değiştirilen ancak özü itibarıyla aynı kalan bir yasa geçmek üzere.
Yabancı etkiye karşı düzenlemelere gitmek, Rusya’ya da Rusya’nın belirli ölçüde etkisindeki ülkelere de has bir özellik değil. Batı Dünyası da benzer düzenlemelere ve hatta suç tiplerine sahip. Söz gelimi Amerika Birleşik Devletleri’nde “Yabancı Ajanlar Kayıt Kanunu (Foreign Agents Registration Act – FARA)” mevcut ve yabancı etki altındaki kişilerin kamuya açık bir sicile kaydolmaları zorunlu olduğu gibi kayıt yükümlülüğüne aykırılıkla ilişkili cezai sorumluluk da öngörülmüş durumda. Birleşik Krallık’ta “Ulusal Güvenlik Kanunu 2023 (National Security Act)” ile “Yabancı Müdahale (Foreign Interference)” kavramıyla suç tipleri ihdas edildi; seçim suçlarının yabancı müdahale ile işlenmesi durumunda ceza artırıldı ve yabancı faaliyet ile yabancı etkinin sicile kaydına dair düzenlemeler getirildi. Avustralya da, Birleşik Krallık’tan önce, benzer düzenlemeleri kabul etmişti. Avrupa Birliği sathında da yabancı müdahaleye, bilhassa da seçimlere müdahale ve dış kaynaklı fonların kamuoyuna etkilerinin şeffaflaştırılmasına dair düzenlemeler yapılarak birlik içinde eşgüdümün sağlanmasına çalışılıyor.
'Meselenin iki boyutunun olduğu kanısındayım'
Tüm bu gelişmeler çerçevesinde etki ajanlığı tartışmasının özünü nasıl tarif edebilirsiniz?
Hâlihazırdaki ya da yakın zamanda yasalaşması beklenen ve yukarıda özetlenen düzenlemeler çerçevesinde meselenin iki boyutunun olduğu kanısındayım:
1) Kamuya açık bir sicile yabancı ajan, yabancı çıkarları yürüten, yabancı faaliyet gösteren ya da yabancı müdahalede bulunan gibi kavramlar kapsamındaki kişi ve oluşumların kamuya açık bir sicile kayıt yükümlülüğü ile bu kavramlara dâhil olan kişi ve oluşumlara çeşitli idari yaptırımların ya da kısıtlamaların uygulanması.
2) Kayıt yükümlülüğü ile ilişkili olarak ya da yabancı ajan, yabancı çıkarları yürüten, yabancı faaliyet gösteren veya yabancı müdahalede bulunan gibi kavramların kapsamındaki kişilere doğrudan doğruya cezai yaptırımın uygulanması.
Özellikle ABD seçimlerine Rusya müdahale etti mi tartışması ile Rusya-Ukrayna savaşı, Batı ülkelerinde anti-Rusya ve fakat bununla sınırlı kalmayan Çin’i, İran’ı ve hatta Arap ülkelerini de belirli ölçüde hedefe oturtan yabancı etki ile mücadele kavramını geliştirdi. Rusya ve etkisindeki ülkelerde ise Batı dünyasının sivil toplum faaliyeti vasıtasıyla bu ülkelerde etki doğurmaya ve rejimleri değiştirmeye çalıştığı kabulü, yabancı etki altındaki kişilere karşı düzenlemelerin motivasyonunu oluşturmuşa benziyor.
İdari düzenlemeler çerçevesinde yalnızca belirli bir miktarda fon almaya bağlı olarak yabancı etki tanımlaması yapılabilir mi yoksa ayrıca belirli faaliyetlerin de mi gerçekleşmesi gerekir, ilgili düzenlemelerde meseleyi tanımlamak üzere nasıl bir kavramsallaştırmaya müracaat edilecek ve son olarak kayıt yükümlülüğünün kapsamı, kamu otoritelerinin yetkileri ve kaydın ya da kayıt ihmalinin sonunda uygulanacak yaptırımlar nasıl olacak meselelerinin öne çıktığını görüyoruz.
'Türkiye'de yeni bir suç tipi ile karşı karşıyayız'
Peki Türkiye’deki tartışma, bu genel gelişmenin neresinde?
Türkiye’de etki ajanlığı kavramıyla mesele tartışılmaya başlandı. Adalet Bakanı’nın bir açıklaması ile bir gazete haberi çerçevesinde kamuoyunda mesele ilgi uyandırdı. Esasen anılan haberde yapılmak istenenin ne olduğu anlaşılmıyordu. Çünkü haberdeki ifadeler, ne bildiğimiz anlamda casusluk faaliyetiyle ne de yukarıda aktardığımız gelişmelerle bağlantılı idi; daha çok yeni bir propaganda suçunun ihdas edilebileceği şüphesini uyandırmıştı.
Ancak tahminim, ilgili haberde yazılanların aksine, yukarıdaki gelişmelere yakın bir suç düzenlemesi ile karşılaşacağımız şeklinde idi. Henüz resmi taslağa vâkıf değiliz ama, düzenlenmesi öngörülen bir suç tipinin taslağı internet haber sitelerine düştü. Dolayısıyla Türkiye’de bir kamuya açık sicile kayıt ile idari yaptırım uygulamasından ziyade yeni bir suç tipi ile karşı karşıyayız.
'Garip bir durum ile karşı karşıya kalacağız'
Taslak neler öngörüyor ve taslağı nasıl değerlendirirsiniz?
Ne yazık ki Türkiye’de yasama çalışmalarının kamuoyuna ulaşmasında ve kamuoyunda tartışılmasında ciddi ölçüde sorun var. Bu nedenle yinelemek gerekir ki bugün ulaştığımız taslak, gerçekten var mı ve bu şekilde mi bilmiyoruz. Dolayısıyla değerlendirmemiz bir varsayım üzerine oturmak zorunda ama haber sitelerine sızmış taslağı esas alarak bir ön değerlendirmede bulunabiliriz.
Taslağa göre “Diğer Faaliyetler” başlığı altında TCK’ya 339/A biçiminde yeni bir suç ekleniyor. Bu suç, Kanun’un casusluk suçlarının düzenlendiği kısmına eklenecek. Suçun temel halinin tanımlandığı ilk fıkranın aşağıdaki şekilde olacağı belirtilmekte:
“Madde 339/A- (1) Bu bölümde düzenlenen suçları oluşturmamak kaydıyla, Devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda;
a) Türk vatandaşları veya kurum ve kuruluşları ya da Türkiye’de bulunan yabancılar hakkında araştırma yapan veya yaptıranlar,
b) Türkiye’de suç işleyenler, hakkında, üç yıldan yedi yıla kadar hapis cezası verilir. Fiilin, bu bölümde düzenlenen suçlar dışında başka bir suç oluşturması halinde hem bu suçtan hem de ilgili suçtan dolayı ayrı ayrı cezaya hükmolunur.”
Taslakta çeşitli sorunlu hususlar mevcut. Öncelikle önemli ölçüde bir belirlilik sorunu var. Örneğin İngiliz düzenlemesinde ayrıntılı tanımlar mevcut. Türkiye’deki hüküm taslağa göre yasalaşırsa, suçun ve dolayısıyla cezai sorumluluğun esaslı hususları ancak uygulama ile belirgin hale gelecek ki bu durum belirlilik ilkesine aykırılık anlamını taşır. Devlet güvenliği, iç veya dış siyasal yararlar, TCK’nın casusluk suçlarının birçoğunda geçiyor, fakat Kanun’da tanımlanmış durumda değil. Anılan kavramların anlamları için bağlayıcı olmayan Kanun gerekçesine ve uygulamaya müracaat etmek durumundayız. Aslında madem yeni bir düzenleme isteniyor, belirlilik için elzem olan bu kavramların yasada tanımlanması da gündeme alınabilir ancak böylesi bir yasama tasarrufunun olacağını sanmıyorum.
Bu durum ise uygulamada önemli sorunlara gebe. Tek bir örnekle durum izah edilebilir: Taslağın gerekçesine göre “Bu kapsamda iktisadi, mali, askeri, milli savunma, kamu sağlığı, kamu güvenliği, kamu düzeni, teknolojik, kültürel, ulaştırma, haberleşme, siber alan, kritik altyapılar ve enerji gibi diğer yararlar da Devletin iç veya dış siyasal yararları kavramı içinde kabul edilecektir. Dolayısıyla bu gibi yararlar aleyhine gerçekleştirilen faaliyetler de suçun konusunu oluşturabilecektir”. Bununla birlikte TCK’da hâlihazırda tanımlı casusluk suçlarının ilki olan TCK madde 326 hükmünde de “devletin güvenliğine veya iç veya dış siyasal yararlarına” ifadesi geçiyor ve madde gerekçesine göre “ekonomik, kültürel ve benzeri nitelikteki yararlar” devletin siyasal yararları arasında değildir. İddia edildiği şekliyle taslak ve gerekçesi yasalaşırsa, aynı kavramın farklı maddelerde, kanunda herhangi bir açıklık olmaksızın kullanılması ve bu kavramın farklı maddelerin gerekçelerinde farklı şekilde izah edilmesi gibi garip bir durum ile karşı karşıya kalacağız.
'Gazetecinin cezalandırılmasının önü açılabilir'
Taslağa göre sizce başka ne gibi sorunlar mevcut?
Sorunlar, belirlilik problemiyle son bulmuyor. Örneğin “yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları” şeklinde bir ifade var. Bu ifade de hayli belirsiz; zira bir yargılama olduğunu düşünelim. Herhalde bir mahkeme, yabancı bir ülke istihbarat servisine, gerçekleştiği iddia edilen faaliyet sizin stratejik çıkarlarınıza uygun mudur diye soramayacak. O halde başka bir ülkenin stratejik çıkarlarına uygunluk, Türk mahkemeleri tarafından tayin edilecektir ki böylesi bir tespitin zorluğu ortada. Maddede yer verilen talimat gibi tespit edilebilir ve örneğin anlaşma ya da görevlendirme gibi tabirlerin kullanılması gerekirdi.
Daha önemli bir sorun, araştırma yapma veya yaptırma ile suç işleme hareketlerinde bulunuyor. O da hayli belirsiz. Devletin iç veya dış siyasal yararları aleyhine ve yabancı bir devletin stratejik çıkarları doğrultusunda bir suç işleme (buna vesile suç diyelim), diğer faaliyetler suçuna neden olacaktır. Ancak vesile suç bakımından bir sınır yoktur.
Örneğin bir gazetecinin bir ifade açıklaması, propaganda suçları çerçevesinde değerlendirilse, bir de ayrıca bu suçtan gazetecinin cezalandırılmasının önü açılabilir. Araştırma yapma da gayet geniş bir ifade. Fiziki takip ile belirli kişilerin rutinini çıkarmaktan kamuya açık bilgiler üzerinden bilgi notu hazırlamaya kadar geniş bir anlam denizinden bahsediyoruz.
Suç tipine dair teknik yönden eleştirileri şu hususla kapatabiliriz. İngiliz düzenlemesinde fail, 1) yabancı bir güçle ilişkilenmeli + failin davranışı, 2) aldatma ya da zorlama gibi hukuka aykırılık vasfına sahip olmalı ve 3) kamusal bir işleve müdahale teşkil etmeye ya da bir politik veya yasal sürece, bu süreçlere katılacak kişilerin katılıp katılmamasını sağlamaya ya da bu süreçlerdeki katkının manipüle edilmesine yani özetle belirli bir etkiye ya da amaca yönelik olmalıdır. Bu şekilde bir düzenlemede dikkat çekici husus, hukuka aykırı davranışlara ve objektif kimi etkilerin öne çıkmasıdır. Sosyal uygunluğa sahip davranışlarla değil hukuka aykırı davranışlarla ve belirli etkiler esas alınarak bir suç tipinin düzenlenmesi, doğru olandır.
'Kamusal bir tartışmayı örgütlemek gerekir'
Sonuç olarak bu düzenlemeyi nasıl değerlendiriyorsunuz ve olası tehlikeler nelerdir?
Bu haliyle taslak yasalaşırsa, ciddi tartışmalar söz konusu olacaktır ve normun belirsizliği, uygulamada yeknesak bir biçimde suç tipinin uygulanmamasına sebebiyet verecektir. Biz bu durumu, yabancı müdahale düzenlemelerinin adeta kardeşi olan dezenformasyona karşı düzenlemelerin Türkiye’deki en meşhuru TCK m. 217/A bakımından da deneyimledik. Çok kötü yazılmış ve neredeyse uygulanması imkânsız bir suç tipi nedeniyle çeşitli soruşturmalar açılıyor ve bilhassa TCK madde 217/A, bir tutuklama manivelası olarak uygulanıyor. Benzer bir uygulama ile olası TCK madde 339/A ile de karşılaşabiliriz.
Dahası yabancı müdahale düzenlemelerinin en önemli sakıncası, ilgili ülkedeki sivil toplum faaliyetlerinin sekteye uğratılması olarak belirtilir. Türkiye’de de kolaylıkla kişilerin ajan ya da dış güçlerin maşası olmakla itham edilebildiği düşünüldüğünde, olası suç nedeniyle bir soruşturmanın, şüphelilerin yaftalanmasına neden olması düşük bir ihtimal değildir. Özellikle herhangi bir yabancı kuruluşla bağlantılı iş gerçekleştiren kişilerin hukuka uygun faaliyetleri üzerinde de bu suç tipinin caydırıcı bir etki doğurması ihtimali kuvvetlidir. Ancak pek çok ülkede benzeri düzenlemeler yasalaşmışken yani böyle bir furya mevcutken ve de yakın geçmişteki kamuoyu tartışmalarına rağmen yasamanın tartışmalı düzenlemelerden geri adım atmaması pratiği söz konusu iken, kanaatimce, suç tipinin yasalaşması yüksek olasılıktır. Bu nedenle olası norma dair bilinçlenmek ve kamusal bir tartışmayı örgütlemek gerekir.
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder