31 Ekim 2021 Pazar

Üç dünya ve Üçüncü Sinema(I-II-III-IV) - Mesut Kara / Evrensel


 

Üç dünya ve Üçüncü Sinema(I)

İkinci dünya savaşı sonrası büyük güçler konumuna gelen ABD ve SSCB’nin gelişimi ve bloklaşmasıyla (NATO ve VARŞOVA) oluşan iki kutuplu dünyanın soğuk savaş yıllarında, bağımsızlığını kazanan devletlerle bu iki blokun dışında kalan ülkelerin “üçüncü dünya”yı oluşturduğu kabul gördü. Hindistan ve Pakistan 1947’de, Endonezya, 1949’da bağımsız oldu ve üçüncü dünya ülkeleri içinde yerlerini aldı. Onları Afrika’daki Fas, Tunus, Gana, gibi sömürgelerin bağımsızlaşması izledi.

Afrika’daki bu sürecin başlamasından kısa bir süre önce 1955’te toplanan “Bandung Konferansı” Doğu ve Batı bloklarının dışında “Bağlantısızlar” adıyla yeni bir gruplaşmanın öncülüğünü yaptı. 1955 yılı nisan ayında Endonezya’nın Bandung kentinde düzenlenen, Endonezya, Burma, Sri Lanka, Hindistan ve Pakistan’ın organizasyonunu üstlendiği ve 29 devletin katılımıyla gerçekleşen konferansın amacı Afrika ve Asya ülkeleri arasındaki ekonomik ve kültürel iş birliğini artırmak ve bütün emperyalist devletlerin sömürgeci politikalarına karşı çıkmaktı. Konferans, üçüncü dünya ülkelerinin emperyalist ülkelerle olan bağımlılık ilişkilerinin zayıflatılması için birtakım projeler ortaya koydu.

Bütün bu gelişmeler süreç içinde “Üçüncü Sinema”nın da yolunu açtı. Toplumların ilgilendiren temel problemler üzerine eğilen. Üçüncü Sinema, 1960’larda,1970’lerde hak eşitsizliğine başkaldırının, kültürel ve toplumsal “uyanışın”, görünür olmanın, sorunları kitlelere aktarmanın sineması olarak gelişti.

Üçüncü Sinema’ya geçmeden önce bizim kuşak sosyalistlerin, sola yakın insanların iyi bildiği, solda bölünmelere yol açan Mao Zedung’un geliştirdiği (Savunucularınca dünyada ABD emperyalizmiyle yakınlaşmaya, ülkelerde sınıf iş birliğine kadar götürülen) “Üç Dünya Teorisi”nden de söz etmek gerekir… 

Bu teoriye göre; 1. Dünya, emperyalist ABD ile sosyal-emperyalist SSCB’den oluşur. (Rekabet halindeki iki süper güç olan ABD ve SSCB) Çin’e göre SSCB “sosyal emperyalist” süper güçtü ve ABD emperyalizminden tehlikeliydi çünkü ABD emperyalizmi gerilemişti. SSCB tehlikesine karşı ABD ile ittifaka girilebilirdi. 

2. dünya da onların tahakkümündeki Avrupa ülkeleri, Kanada, Japonya, Avustralya gibi ülkelerden oluşur. 3. dünya ise Çin Halk Cumhuriyeti’nin de dahil olduğu bağlantısız ülkelerdir.

Arnavutluk’un, Enver Hoca’nın teoriyi kabullenmeyip Çin’i revizyonist ilan etmesinin ardından teorinin dünyadaki savunucuları Çin’e, Mao’ya bağlı “Mao’cularla” sınırlı kaldı.

Türkiye’de de dönemin “resmi Maocularından” Doğu Perinçek ve partisi dışında savunanı olmadı. Dönemin sosyalist yapılanmalarından, Halkın Kurtuluşu, Halkın Birliği, TKP(ML) gibi gruplar ise üç dünya teorisini modern revizyonist, karşıdevrimci bir sapma olarak tanımlayıp reddettiler ve Maoizm saflarından da koparak doğru bir çizgide yer aldılar.

ÜÇÜNCÜ SİNEMA’YA DOĞRU

                                  'Çirkin Kral Efsanesi' belgeseli basın görseli 


Politik sinemanın bir alt dalı olarak ve militan sinema, gerilla sineması ya da direniş sineması olarak da tanımlanan bu sinema akımının yelpazesi oldukça geniştir. Başlarda Türkiye’den Yılmaz Güney’in de içinde sayıldığı (Sonrasında başka birçok isim de eklendi) Üçüncü Sinema akımında, pek çok ülkeden (Brezilya’dan Glauber Rocha, Bolivya’dan Jorge Sanjines, Senegal’den Ousmane Sembêne, Şili’den Miguel Littin gibi) yönetmenler yer alır.

Hollywood sinemasının egemenliğine karşı ve Avrupa’da ortaya çıkan sinema hareketlerinin dışında yeni-farklı bir şeyler yapma isteği diğer ülke sinemalarında yapımcıları, yönetmenleri yeni arayışlara yöneltir.

1960’larda yükselen toplumsal mücadeleler hayatın birçok alanı gibi, sinemayı da etkiler, yeni yönelimlere, yeni oluşumlara, yapılanmalara yol açar. Yeni sinema ve sinemacıların ortaya çıktığı, manifestolar yayımladığı bir süreçtir bu.

“Latin Amerika’da toplumsal alanda devrimler sürerken, sinemacılar da devrimci bir sinema önermekteydiler. Kübalı Yönetmen Julio García Espinosa “Kusurlu Sinema” (Imperfecto Cine) kavramını öne atar; “Kusurlu Sinema”nın, ticari sinemanın aksine teknik ve estetik mükemmellikten ziyade seyirciyi filmin aktif bir parçası haline getirmesi gerektiğinden bahseder ve Kusurlu Sinema’yı şöyle tanımlar: “Kusurlu Sinema, belgesel ya da kurgusal tarzları ya da her ikisini beraber kullanabilir.” (*)

Espinosa’nın ardından Fernando Solanas ve Octavio Getino, “Üçüncü Sinema’ya Doğru” başlıklı bir manifesto yayımlar; Birinci Sinema, Amerikan film endüstrisi tarafından empoze edilen modeli uygulayan filmleri içerir, İkinci Sinema, sanat ya da auteur sinemasıdır ve politik olarak reformist olmasına karşın büyük dönüşümler yaratma kapasitesine sahip değildir, ‘kurtuluş sineması’ olarak tanımladıkları Üçüncü Sinema ise sistemin asimile edici niteliklerine karşın mukavemet etmeyi hedefleyen sinema dili oluşturma niyetindedir. Yönetmenlerin manifestolarındaki heyecan film diline etki edebilecek politik geçişliliği ve diriliği hedeflemekteydi. (a.g.y)

“Bu sinema, devrimci olmalıdır, aynı zamanda yeni bir sinematografik dili icat etmelidir, çünkü yeni bir bilinçliliği ve yeni bir toplumsal gerçekliği yaratmak zorundadır”

Manifestonun öncüsü Solanas ve Getino’nun kurucusu olduğu Cine Liberación grubu 1969 yılı Ekimi’nde Paris’te basılan Tricontinental dergisinde manifestoyu “Üçüncü Sinemaya Doğru: Üçüncü Dünyada Özgürleşen Sinemanın Gelişmesi Üzerine Notlar ve Deneyimler” başlığıyla yayımladılar.

Üçüncü Sinema kavramı, 1966’da ülkelerinde gerçekleşen darbeye karşı, Arjantinli bir grup sinemacının Kızgın Fırınların Saati filmiyle ve ardından Fernando Solanas ve Octavia Getino’nun kaleme aldıkları manifesto ile simgeleşmiştir. Bu gelişmelere bağlı olarak “Üçüncü Sinema Kuramı” doğmuştur. 1969 yılında “Towards a Third Cinema” (Üçüncü Sinemaya Doğru) adlı bir filmle birlikte bir manifesto yayımlamışlardır. Bu manifestoda Üçüncü Sinema tanımı verilmiş ve böylelikle kurumsallaşması dünya sinemalarının gündemine girmiştir.(10/10/2021)

------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

(*) Yusuf Ziya Gökçek, Üçüncü Sinema’ya Fernando Solanas sineması üzerinden bakış, (Doktora Tezi)

                                                                                  ***

                              Fotoğraf: 1968 yapımı “La hora de Los Hornos” filminden bir sahne 

Üç dünya ve Üçüncü Sinema(II)

Glauber Rocha’nın, 1965 denemesi “Açlığın Estetiği” (şiddetin estetiği) Birçok kişi tarafından 3.sinema manifestolarını başlatan kişi olarak görülür. Rocha’ya göre film geleneksel kalıpların dışına çıkmalıdır. Açlık ve şiddet sinemaya yansıtılmalıdır. Bunun için ihtiyaç duyulan tek şey “elde bir kamera ve kafada bir fikirdir”.

Üçüncü sinema terimi ilk defa Solanas ve Getino’nun “üçüncü sinemaya doğru” manifestolarında kullanılır. Manifestoda Kızgın Fırınların Saati filminin (La hora de Los Hornos,1968) gösterim sürecinden yola çıkmışlardır.

Bu film Peronist muhalefetin desteğiyle Grupo Cine Liberacion tarafından gizlilik içinde çekilmiş ve gösterilmiştir. Solanas, Octavio Getino ve Gerardo Vallejo, 60 yılların sonunda kurdukları “Grupo Cine Liberacion” (Sine Özgürlük Grubu) ile Latin Amerika’da politik sinemanın koşulların, gereksinimini, amacını, içeriğini ve bunların yanı sıra üretimini, dağıtımını ve gösterimini teorik ve pratik olarak açıklamış olurlar.

“Bu grubun ilk üretimi olan ve 1966 askeri darbesinin koşulları altında iki yılda gizli olarak çekilen ve Peronistlerin iktidara geldiği 1973 yılına kadar yine gizli olarak gösterime giren 1968 tarihli (16 mm.lik) Kızgın Fırınların Saati üretimi, dağıtımı ve gösterimi açısından, daha sonra yayınladıkları “Üçüncü Sinemaya Doğru” adlı manifestoya da örnek oluşturur.

4 saat 20 dakika uzunluğundaki Kızgın Fırınların Saati üç bölümden oluşur: Birinci bölüm, “Şiddet ve Özgürlük” adı altında, Arjantin’in toplumsal, tarihsel, coğrafik ve kültürel değişik yönlerini anlatır. Bu bölüm Che Guevera’ya ve Latin Amerika’nın kurtuluşu için ölenlere ithaf edilir. “Devrim için Eylem” adlı ikinci bölüm, Juan Peron’un ilk on yılını (1945-1955) anlatan “Peronizmin Tarihi” (20 dakika) ve Peronizm sonrası dönemi anlatan “Direniş” (100 dakika) olmak üzere iki alt bölümden oluşur. Son bölüm ise, birinci bölümle aynı adı taşır, “Şiddet ve Özgürlük”, ve 45 dakika sürer. Bu son bölümde, iki röportaj gösterilir ve birkaç mektup okunur. Devrim gerçekleşmedikçe, bu filmin sonunun olmadığı, olamayacağı vurgulanır. (1)

Yazarlar, emperyalist güçlerin bilimi, sanatı, kültürü, sinemayı kendi ideolojilerini yaymak için kullandıklarını bunun karşısında 3.dünya uluslarının devrimci bilim sanat kültür sineması olması gerektiğini savunmuşlardır.

Solanas ve Getino militan sinemalarını gerilla sineması olarak adlandırırlar ve üretim, dağıtım şekliyle ticari sinemadan tamamen ayrılırlar. Üretim ve dağıtım koşulları sıkı bir şekilde tanımlanırken filmin estetik boyutu devrimci amaçlar doğrultusunda olmak dışında bir koşula bağlanmamıştır. Anlatım serbesttir, yalnızca seyirci aktif hale getirilmelidir.

 Solanas ve Getino manifestolarında düşüncelerin ateşleyici fitili ve mücadelenin direkt bir politik aracı ve zaman mekân yaratıcısı olarak film anlayışını geliştirirler. Kaynak çalışma olarak Kızgın fırınların Saati 4 saat 20 dakikalık 3 bölümden ve 95 dakikalık birinci bölüm ise 13 bölümden oluşur. Ve bu bölümler filmi herhangi bir noktada, bölümde durdurup filmde ortaya atılan sorunların üzerine tartışılabilmesini de kolaylaştırır.

‘Üçüncü Sinema Manifestosu’, Arjantin’in, diğer Latin Amerika ülkelerinin ve genel olarak bütün Üçüncü Dünya ülkelerinin, sömürgeciliği atlatmış olsalar dahi, kültürel ve ekonomik olarak yeni-sömürgeciliğin etkisi altında olduğunu savunur. Dünya çapında bir özgürleşme hareketi Üçüncü Dünya’da şekillenecek, kültürün sömürgecilikten kurtulması ‘Ernesto Che Guevara’nın sembolü olduğu yeni insanın’ mücadele içerisinde oluşması sayesinde olacaktır.

“Üçüncü Sinema bir benzetmeyle; Tekelci Kapitalist Endüstriyel Sinemanın –Ben-, bağımsızlaşmaya çalışan ya da bağımsız olduğunu iddia eden ve tema olarak da örneğin; sıradan insanın sıradan hayatlarını resmeden Orta Sınıf aydının Sanat Sinemasının –Sen- olarak tabir edilebileceği koşullarda -O-’dur. ‘Ben’ ile ‘Sen’in ise her zaman aralarında bir ilişki diyalektiği vardır. Kimlikleri, kültürleri, düşünce yapıları farklılıklar bile gösterse aralarında bir ilişki vardır. Ve Üçüncü Sinema tam da bu noktada daha uzakta, bir nevi ‘öteki’ konumunda olan ve toplamda –Onlar-’ı ifade eden yoksul sınıfların, ezilen, sömürge, yarı sömürge veya yeni-sömürge ulusların, proletaryanın Sineması’dır.” (2)

Üçüncü Sinema Üçüncü Dünya ülkelerinde ortaya çıkmakla beraber, Üçüncü Dünya Sineması olarak da düşünülmemelidir. Çünkü onların sineması olarak, proletaryanın ve ezilen ulusların sineması olarak tüm dünyayı kapsayıcıdır.

“Üçüncü Sinema ezilen, sömürülen halkların ve proletaryanın yanında saf tutmuş, yaşam koşullarını, açlığını ve tokluğunu onlarla birleştirmiş ve bizzat kendisi bir silah haline gelmiş olan kamerasıyla, yalnızca onları resmetmek, gözlemek, izlemek değil, aynı zamanda onlarla beraber kolektif üretimle, anın içinde, eylemin mücadelenin içinde beraber var olan ve bununla da yetinmeyip ortaya çıkan ve bir mermiye dönüşen filmin erişilebilir, görülebilir, sunulabilir koşullarını bizzat yaratarak, gösterimin kendisini de yeni bir eylem ve mücadele aracı haline getiren orta sınıf entelektüelinin de politik sinemasıdır.” (a.g.y.)

Üçüncü Sinema’da amaç “Yalnızca dünyayı yorumlamak değil, onu değiştirmektir.”

“Üçüncü Sinema tam anlamıyla sağduyulu bir hassasiyetle tanımlanmamasına rağmen, onun iki özelliği özellikle faydalıdır ve bunların değerleri kalıcıdır. İlk özelliği esnek oluşu ve araştırma ve deneysellik halinde ısrarcı olmasıdır ki; bu da toplumsal mücadeledeki değişen dinamiklerin bu sinemaya uyarlanmasının daima söz konusu olmasını gerektirir. Sürekli değişen toplumsal süreçlerin bir parçası olması nedeniyle bu sinema bu süreçlerle birlikte değişmek zorundadır; bu da tüm toplumu kapsayan bir tanımı imkânsız kılar, hatta bu tanım yapılmak istenmez. İkinci faydalı yönü, bu temel esnekliği takip eder: Üçüncü Sinema’yla ilgili olan yegâne sabit şey onun hem anaakım hem de auteur sinemaların anlamlandırma sistemlerinin dışında tutulan toplumsal açıdan geçerli olan söylemi konuşmak isteme teşebbüsüdür.” (3)(17/10/2021)

------------------------------------------------------------------------------------------------

1) Kızgın Fırınların Saati ve üçüncü Sinema, (http://feymag.com/Haberler/Detay/Sinema/Kizgin-firinlarin-saati-ve-ucuncu-Sinema)

2) Üçüncü Sinema Üzerine, Tahsin Başkavak

(3) Üçüncü Sinema Meselesi: Notlar ve Düşünceler, Paul Willemen. Çeviri: Sinem Aydınlı, Damla Okay Yıldırım. (Sinecine 2015> 6 (1) Bahar)

                                                                                ***

    Fotoğraf: Gecelerin Ötesi filminden bir sahne 

Üç dünya ve Üçüncü Sinema(III)

Geçtiğimiz iki hafta 3. Sinema’nın başlangıç yıllarından günümüze yolculuğunu yazdık. Ek bilgilerle serüvenini anlatmayı tamamlayıp, Türkiye’de 3. Sinema konusuna geçelim.

1954’te Fransızlara karşı Vietnamlıların zaferi, 1959’daki Küba Devrimi ve 1962’de Cezayir’in bağımsızlığından hemen sonra Üçüncü Sinema ideolojisi ortaya çıkmıştır. “Üçüncü Sinema” kavramının orta çıkması 1960’ların sonunda ortaya çıkan manifestolarla, yazılarla olmuştur. Garcia Espinoza, Fernando Solanas, Octavio Getino gibi yönetmenler “Üçüncü Sinema” tanımının oluşmasındaki başlıca temsilcilerdi. 3. Sinema’nın ne olduğu, neleri gerektirdiği ve hangi filmlerin 3. Sinema kapsamında ele alınması gerektiği başlangıcından itibaren hep tartışıldı.

Glauber Rocha’nın “Açlığın Estetiği” (1969), Solanas ve Getino’nun “Üçüncü Sinema’ya Doğru” (1969) ve Julio Garcia Espinosa’nın “Mükemmel Olmayan Bir Sinema İçin” (1969) gibi manifestolar sinema anlayışında, anlatımında bir dönüşüm çağrısıdır. Farklı uluslardan, kültürlerden, sinemalardan olsa da manifestoların itirazı, kaygısı, önermesi ortaktır.

Manifestolarla oluşan bu sinema, ’60’ların diğer sinema hareketlerine göre politik açıdan çok daha solda, alternatif, bağımsız ve antiemperyalist bir sinemadır. Üçüncü Sinema genellikle ekonomik ve sosyal statü olarak toplumun alt kesimlerinin öykülerini beyaz perdeye aktarmaktadır.

Solanas ve Getino’nun militan sinema tanımına bağlı kalan Mike Wayne’ e göre 3. Sinema toplumsal ve kültürel özgürleştirmenin sinemasıdır. Emperyalizmin bir kolu olarak gelişen Hollywood’un, kapitalizmin propagandasını yapan filmleri, mücadelenin entelektüel alanda da yürütülmesi gerektiğini düşünen devrimcileri düzen sınırlarını aşan filmler yapmak üzere bir araya getirmiştir.

SOLANAS’DAN YILMAZ GÜNEY’E

“Arjantinli Yönetmen Fernando Solanas, sadece ülkesinin değil, tüm Latin Amerika’nın yüzlerce yıllık ezilmişlik tarihinin sinemadaki haykırışı olmuştur. Askeri diktatörlüğün ülke yönetimini ele geçirmesiyle, o çok sevdiği vatanından ayrılmak zorunda kalırken bile, “Ülkemden kopmuyorum ben, asla sessiz kalmayacağım” demiştir. Sinemadaki idolü, Luis Bunuel’di.

Solanas, diktatörlük sonrası ülkesine dönme şansı elde etse de yolculuğunun yeni bir dönemin başlangıcı olan filmini Fransa’da gerçekleştirir. Buraya ilk geldiğinde ona kucak açan yapımcı Patrick Lemarie’ye ve aynı yerde tanışıp arkadaş olduğu kendisi gibi sürgün Yılmaz Güney’e adadığı Tangolar’da Paris’e sığınmış bir grup Arjantinli sanatçı, tangonun efsanevi yıldızı Carlos Gardel’e ithafen bir gösteri hazırlamaya çalışır. Bir yandan gösterinin provalarını izlerken bir yandan da bu insanların geçicilik üzerine kurulu hayatlarına, ülkeleriyle bağlarını koruma çabasına, yabanda, sevdiklerinden uzak olmanın acısına ve diri tutmaya çalıştıkları umuda tanıklık ederiz. Sonrasında Latin Amerika sinemasının başyapıtlarından birine imza atar, Güney, “kendi yurdunda sürgün” olanlara, ülkede kalıp hayatları kökten değişen, yıllarını hapiste geçiren muhaliflere odaklanır.” (*)

Solanas’ın “Tangolar / Tangos, El exilio de Gardel” filmi, jeneriğindeki Yılmaz Güney’e ithaf yazısı yüzünden 1986’da Sinema Günleri’nde sansür kurulu tarafından yasaklanmıştı.

Solanas ve Getino’nun manifestoda tanımlamaya çalıştığı Üçüncü Sinema, sömürgeciliğe karşı mücadelede bir rol oynayacak, halkı aydınlatmakla kalmayıp harekete geçirecek devrimci sinemayı ifade etmektedir.

Teshome Gabriel’e göre de “Üçüncü Sinema coğrafyayla tanımlanan bir sinema değildir; bu öncelikle kendi sosyalist bakış açısıyla tanımlanan bir sinemadır.” Üçüncü Sinema, toplumsal ve kültürel özgürleşmeyi savunan bir sinemadır ve bu özgürleşmelerin sadece devlet politikasıyla başarılamayacağına vurgu yapar. Bahsedilen türdeki özgürleşmeler çok daha radikal bir dönüşümü gerektirmektedir. Sinema bu duruma, bir katkıda bulunma amacındaysa, bu sadece filmler aracılığıyla değil; yapım ve algılamada da bu dönüşümün etkinliği duyumsanmalıdır.

TÜRKİYE VE ÜÇÜNCÜ SİNEMA

Giderek birçok ülkede etkisini göstermeye başlayan Üçüncü Sinema hareketi, özellikle 1968’den itibaren Türkiye’de de etkisini göstermeye başlamıştır.

Türkiye’de Üçüncü Sinema 1960’ların ilk aylarına kadar gitmektedir. 1960-65 yılları arasında çekilen çok sayıdaki toplumsal gerçekçi filmde Üçüncü Sinema’nın izlerini görürüz.

Metin Erksan’ın “Gecelerin Ötesi’’ adlı filmi Demokrat Parti iktidarının henüz devrilmediği bir dönemde Menderes hükümetini ve onun programını eleştiren cesur bir eser olmuştur.

Toplumsal gerçekçi filmlerin ilk örneği, Metin Erksan’ın yönettiği Gecelerin Ötesi (1960), yaşanan toplumsal/bireysel dönüşümü yalın gerçekçi bir dille anlatan önemli bir filmdi. Filmde ideallerini gerçekleştirebilmek için ‘çete’leşen altı gencin öyküsü anlatılır. Farklı düşleri olan bu insanlar, ‘Kısa yoldan köşeyi dönme’ tohumlarının atıldığı, her mahallede bir milyoner yaratma söylemlerinin insanları etkilemeye başladığı günlerde, kendilerine mutluluk getireceğine inandıkları, ideallerini gerçekleştirmek için sahip olmaları gerektiğini düşündükleri parayı ‘çete’ kurup soygunlar yaparak elde etmeye çalışırlar.

Üçüncü Sinema’nın izlerini de gördüğümüz, “Yılanların Öcü”, “Otobüs Yolcuları”, “Şehirdeki Yabancı”, “Susuz Yaz”, “Kızgın Delikanlı, “Karanlıkta Uyananlar”, “Hızlı Yaşayanlar” ve “Bitmeyen Yol” filmlerini ’60’ların ilk yarısında yapılan toplumsal gerçekçi filmlerin önemli örnekleri olarak sıralayabiliriz.(24/10/2021)

-------------------------------------------------------------

(*) Yönetmen PortreleriFernando E. Solanas: Sürgünler, Güneyliler, Lanetliler Necati, Sönmez; (altyazi.net)

Üçüncü Sinema üzerine yazarken yararlandığım kaynaklar:

Politik Film: Üçüncü Sinema’nın Diyalektiği- Mike Wayne. Yordam Kitap, İstanbul: 2011, Çeviren: Ertan Yılmaz

Mert Kaplan; Üçüncü Sinemada Devrimci Kimliğin Sunumu: Türk sinemasından Örnekler

Gökhan Bak; Üçüncü Sinema ve Türkiye’deki Örneklerinden “Press” Filminin İncelenmesi

Mehmet Ali Sevimli; Üçüncü Sinema’ya Erden Kıral Filmleri Üzerinden Bir Bakış. Konya Sanat Dergisi, 2019; Sayı 2: 15-32 

                                                                                ***

   Ekran görüntüsü Umut filminden alınmıştır.

Üç dünya ve Üçüncü Sinema(IV)

Geçen hafta Üçüncü Sinema’nın Türkiye’deki yolculuğu için şu notu düşmüştük: “Türkiye’de Üçüncü Sinema 1960’ların ilk aylarına kadar gitmektedir. 1960-65 yılları arasında çekilen çok sayıdaki toplumsal gerçekçi filmde Üçüncü Sinema’nın izlerini görürüz. Metin Erksan’ın ‘Gecelerin Ötesi’ adlı filmi Demokrat Parti iktidarının henüz devrilmediği bir dönemde Menderes hükümetini ve onun programını eleştiren cesur bir eser olmuştur. Toplumsal gerçekçi filmlerin ilk örneği, Metin Erksan’ın yönettiği Gecelerin Ötesi (1960), yaşanan toplumsal/bireysel dönüşümü yalın gerçekçi bir dille anlatan önemli bir filmdi.

Üçüncü Sinema’nın izlerini de gördüğümüz, ‘Yılanların Öcü’, ‘Otobüs Yolcuları’, ‘Şehirdeki Yabancı’, ‘Susuz Yaz’, ‘Kızgın Delikanlı’, ‘Karanlıkta Uyananlar’, “Hızlı Yaşayanlar’ ve ‘Bitmeyen Yol’ filmlerini 60’ların ilk yarısında yapılan toplumsal gerçekçi filmlerin önemli örnekleri olarak sıralayabiliriz.”

Türkiye’de talepleri, itirazları, önermeleri ve manifestolarıyla Üçüncü Sinema’ya en yakın grup Genç “Sinema Hareketi” diyebiliriz.

GENÇ SİNEMA HAREKETİ

Onat Kutlar’ın öncülüğünde kurulan Türk Sinematek Derneği’nden ayrılan devrimci/sosyalist genç sinemacılar, 1968 yılında Genç Sinema hareketi adıyla anılan bir oluşum başlatırlar, aynı adla bir de dergi yayınlanmaya başlar.

Sinematek içinde yer alıp etkinliklere katılan, dünya sinemasının önemli filmlerini izleyen sinemayla ilgili gençler, edinebildikleri kameralarla kısa filmler çekmeye başlarlar. Çektikleri filmleri gösterebilme isteği Robert Koleji Sinema Kulübü’nün düzenlediği Hisar Kısa Film Yarışması’nın oluşmasını sağlar.

Genç Sinema’cılar Onat Kutlar’ın da desteğiyle Sinematek’te toplantılar yapar, sinema anlayışlarını, “Sinemaya yeni bir estetik getirmek ve ideolojik dönüşümü sağlamak için ne yapılabilir?”i tartışırlar.

1968 Baharı’nın sol/devrimci rüzgârı içinde de yer alan bu gençler farklı bir sinemanın adımlarını atabilmek için örgütlenmeye karar verirler ve bir bildiri yayınlayarak Genç Sinema adını verdikleri bir dergi yayınlamaya başlarlar. Dergi adının altında “Devrimci Sinema Dergisi” yazısı yer alır. Dergide Onat Kutlar, Ece Ayhan, Jak Şalom, Üstün Barışta ve Artun Yeres’in kaleme aldığı Genç Sinema Hareketi’nin sinema anlayışını oluşturan bildiri yayınlanır.

Bildiride yer alan maddelerden birkaçı şöyledir:

“Genç Sinema, elli yıllık bir deneyden sonra Türkiye’de sinema olayının yeniden ve kökten ele alınması gerektiği kanısındadır. Bu hesaplaşmanın tek amacı devrimci, halka dönük ve bağımsız bir sinemanın yaratılmasıdır. Bu amaçla aşağıdaki temel sorunları göz önünde tutarak, bilinçlenen halkın ve devrimci eylemin paralelinde bir sinemanın gerçekleştirilmesi ve halka ulaştırılması yolunda çaba göstereceğimizi bildiririz. (…)

2) Genç Sinema, var olan bu sinema düzenine karşı çıkar. Onun içinde bulunduğu toplumsal düzene karşı çıktığı gibi. Çünkü her iki düzen de insanı açıklamaktan, insanı amaçlamaktan uzak düşmüştür. Halkı hem maddi hem de manevi yanıyla sömürmekten öte bir amacı yoktur. Genç Sinema bu yüzden bağımsız olmalı, hiçbir koşul ve nedenle temel ilkelerinden ödün vermemelidir. (…)

4) Genç sinema yeryüzündeki bütün Yeşilçamlara kesinlikle karşıdır. Yeryüzünün neresinde olunursa olunsun gerçekte bir tek düşman vardır. Bu anlamdaki evrensellik ulusallık düşüncesiyle el eledir. Genç Sinema sağlam, yerine oturmuş ve gerçek sanat değerleri taşıyan bir ulusal yapıtın kendiliğinden evrensel boyutlar kazanacağına inanır.

Genç Sinemacılar” 

Dünyayı ve sinemayı dönüştürme isteklerini bildirileriyle açıklayan, bağımsız ve özgür sinema yapabilme isteğiyle yola çıkan Genç Sinemacılar, sokağı sinemaya yansıtabilmek için ellerinde bulabildikleri kameralarla sokağa çıkarlar. İmkânsızlıklar içinde dönemin koşullarını, gerçekliğini belgelemeye çalışırlar.

Devletin güvenlik güçleri de boş durmuyor, eylemleri filme alan polis kameraları Genç Sinemacılar’ı da ‘belgeliyordur’.

Bütün baskılara ve imkânsızlıklara karşın Kanlı Pazar, Anayasa Yürüyüşü, Gerze Tütün Mitingi, grev, boykot, toprak işgali gibi eylemleri, devrimci tiyatroların, sivil toplum kuruluşlarının sokak tiyatrosu gibi etkinliklerini, dayanışma gösterilerini kameraya alır, belgelerler. 12 Mart 1971 darbesinden Genç Sinema da payına düşeni alır. Derginin Galatasaray’daki merkezi basılır, filmlere el konur. Genç Sinema hareketi fiili olarak son bulur. Sonrasında Gerçek Sinema, Çağdaş Sinema gibi dergilerle Genç Sinema hareketi sürdürülmeye çalışılsa da başarılı olunamaz. 25 Şubat 1978 ‘de ellerindeki bütün cihazları ve çektikleri filmleri DİSK’e teslim etmeleriyle Genç Sinema hareketi tamamen son bulur.

YILMAZ GÜNEY SİNEMASI

Sinemamızda oyuncu, senaryo yazarı ve yönetmen yer alan ve bir döneme damgasını vurarak tarih yazarken, sinemamızı da dünyaya tanıtan Yılmaz Güney, 1970 yılında çektiği, başrolünde oynadığı “Üçüncü Sinema örneği olan “Umut” filmiyle yeni bir sinemanın ve izini sürecek genç yönetmenlerin de yolunu açmıştır.

Yılmaz Güney’in Yılmaz Pütün olarak öyküsü 1930’ların hemen başında, Adana’nın Yenice köyünde başlar. Yılmaz Pütün, lisedeyken And Film ve Kemal Film’de çalışmaya başlar. Bir yandan da öyküler yazıyordur. İktisat Fakültesi’nde okumak için İstanbul’a geldiğinde Yeşilçam’la da tanışır.

İstanbul’a geldikten sonra Atıf Yılmaz’la tanışan Yılmaz Güney sinemayla, sinema çevreleriyle daha sıkı ilişkiler kurar. İlk kez Atıf Yılmaz’ın yönettiği (Yılmaz Güney’in de asistanlık yaptığı ve senaryo çalışmalarına katıldığı) “Bu Vatanın Çocukları” ve “Alageyik” filmlerinde oyuncu olarak kamera karşısına çıkar, ilk yönetmenlik denemesini “At Avrat Silah” filmiyle yapar.

Ö. Lütfi Akad’ın yönettiği “Hudutların Kanunu”, Yılmaz Güney’in hem oyuncu olarak hem senaryo alanında önemli bir çıkış yaptığı film olur. Yönetmen olarak kamera arkasındaki önemli çıkışını da “Seyit Han” filmiyle yapar.

1970 yılında yönettiği, gerçeği yalın ve çarpıcı biçimde anlattığı “Umut” hem kendi sinemasında hem Türkiye sinemasında dönüm noktasını oluşturan bir başyapıt film olarak geçer tarihe. Filmde oyuncu olarak önceki filmlerindekinin aksine kahraman ya da kabadayı değil, bir anti-kahramandır.(31/10/2021)

Mesut Kara / Evrensel

Bütün zamanlar için: Ben bir barışseverim! - Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

 

Ben bir barışseverim; çünkü bilirim ki savaşta en çok yoksullar ölür. 

Bilirim ki en çok çocukların hayalleri ölür. 

Bilirim ki kadınların ırzına geçilir. 

Bilirim ki sadece ve sadece zenginler (silah sanayisi ve ilaç sanayisi) öyle çok para kazanırlar ki onlar bu paraları harcasınlar diye yepyeni yat modelleri, uçak modelleri oluşturulur. 

Bilirim ki Tanrı’nın sevgili kulları sadece zenginlerdir ve onlar özel uçaklarıyla binlerce insanın öldüğü arazileri paylaşmak için uçaklarını son gaz uçururlar! 

Ben bir barışseverim; çünkü bilirim ki savaş binlerce yıllık dünya kültür mirasını acımasızca yok eder, yok edemediklerini de yağmalar; bir Sümer tanrısı bir silah tüccarının odasını süsler; bir Afrodit heykeli, metreslerinin sayısını bilmeyen bir ilaç zengininin kapı girişinde durur. Bazen yağmalanan heykellerin, eski paraların, tapınakların bana seslendiğini duyarım. Mutsuzdurlar çünkü geldikleri yerlerde küçücük çocuklar onların ayaklarına sarılıp “ölmemek için” dua etmişlerdir, bir mucize beklemişlerdir ama heykeller ağlayarak anlatırlar, ellerinden hiçbir şey gelmemiştir, giysilerine bulaşan kan, bütün yıkamalara rağmen silinmemiştir ve her gece bir küçük kız çocuğunun sesiyle uyanırlar: “Anne neredesin?

Ben bir barışseverim; çünkü bitkilerin, ağaçların dillerinden anlarım, bombalar onları yakar, özsularını yitirerek usul usul ölürler. Ölürken sessizce ağlarlar; çünkü artık kimseler onların bereketli yapraklarından faydalanmayacaktır. Kimseler onları toplayıp çocuklarına leziz yemekler yapmayacaktır. Kimseler artık kolu bacağı kırılan çocukların kırılan yerlerine soğan, sarmısak sarmayacaktır. Ve toprak usul usul ölecektir. 

Ben bir barışseverim; çünkü yaşamı severim. Karın hem tipi halini hem de lapa lapa yağmasını severim. Çocukların neşe çığlıkları atarak kaymalarını severim. Yaşlı genç insanların kartopu oynamalarını, kardan adamlar, kadınlar ve bin bir çeşit hayvan heykelleri yapmalarını severim. Karı pekmezle karıştırıp kaşıklamayı severim.

Ben bir barışseverim; çünkü mavi denizlerde yunuslarla yüzmeyi severim. Denizin büyük dalgalarla sahile vurmasını, doğanın bu inanılmaz gücünü severim. Uzun yol gemilerinin dalgalar arasında kahramanca yol almasını severim, bir de güneşin batışını sakin bir kıyıda yudum yudum içmeyi severim. 

Ben bir barışseverim; çünkü sonbaharda sararıp yere düşmüş yaprakların üstünde yuvarlanmayı severim. Hep birlikte yuvarlandığımız çocukların yaprakların hışırtılarına karışan seslerini severim. Yağmurda usul usul yürümeyi severim. Dostlarımın eylüldeki doğum günümü kutlamalarını severim. Yaş almayı severim de yaşlanmayı sevmem. Ve yeryüzü bana öylesine güzellikler sunar ki gökyüzüne bakıp minnetle mırıldanırım.

Ben bir barışseverim; çünkü mesaiden çıkmış işçilerin mutlu gülümsemelerini severim. Evine ekmek götüren bir babanın sevincini kırk metre uzaktan hissederim. Sevgilisiyle buluşacak bir tamirci çırağının heyecanını, saçına jöle sürmesini ve en yeni ayakkabılarını giyerken yüzümde beliren çapkın gülümsemeyi izlemeyi severim. Trikotaj işçisi kızların kıkırdayarak gizli gizli sevgililerinden söz etmesine bayılırım. 

Ben bir barışseverim; çünkü nehirlerin türküsünü severim. O nehirler ki savaşların görgü tanıklarıdır. Sularının günlerce kan akıttığını yürekleri sızlayarak görmüşlerdir. Bu nedenle nehirler kırmızıyı hiç sevmez. Onlar sularına atlayan çocukların neşe dolu seslerini severler, bir de sessizliği; çünkü top sesleri, bomba sesleri onların sakin akışlarına bir ok gibi saplanır. O anda akmamak isterler, o anda yeryüzü tanrılarına dua etmek isterler, suları kan akmasın diye.

Ben bir barışseverim; çünkü evimi severim. Yeryüzünün her yerinden getirdiğim kuşlarımla, heykellerimle sabah vakti, konuşmayı severim. Hele de kuşlarımın sırtına binip Peru’nun sarp dağlarına, Moğolistan’ın çöllerine gitmek, en sevdiğim işlerden biridir. Evim bir bombayla yıkılsın istemem! Çünkü bombalar evleri yıkar ve anılarımızı yok eder. İşte bu saydığım nedenlerden ötürü ben bir barışseverim ve yeryüzünün her yerinde dostlarım olduğunu bilirim ve hep birlikte, her zaman haykırırız: 

Savaşa HAYIR! 

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET



30 Ekim 2021 Cumartesi

Milli tacir Tan Sağtürk (4) - MELİS GÖNENÇ / SOL(Yazı dizisi)

Milli tacir Tan Sağtürk (4)  

Saraya Kız Kaçıran 4'lü çete (3)

Yeni nesil Saraydan Kız Kaçırma (2)  

İstanbul'da Saray tuluatı bir opera festivali (1)

                                                                     ***

Milli tacir Tan Sağtürk (4)

'Tan Sağtürk neoliberal estetiğin ve islamcı gericiliğin dayattığı pop’laştırma sürecinin baledeki en önemli simgesidir.' 

Biri çak demiş: Tan Sağtürk

O, iki dize ile nasıl anlatılır, deseler, çok düşünmezsiniz:

Marifet iltifata tabidir

Müşterisiz mal zayidir.

Yani, onun yaşamında her şey PR ve pazarlamadır.

Cumhuriyet tarihinin en başarılı dans taciri. Kimsenin kuşkusu yok. Ticaretin tüm kurallarını harfiyen uyguluyor: PR, medyatik şov, magazin, fantastik imge, popüler kültür figürü, eklektik mantık, oportünist tutum… Kılçıksız liberal.

Hitler, Kavgam adlı kitabında, “Büyük yalanın her zaman bir inandırıcılık gücü vardır, zira ülkenin geniş kitleleri… küçük yalana kıyasla büyük yalana her zaman daha kolay inanırlar” der. Nazi iktidarının propaganda bakanı Goebbels, bu feyz ile ekler: “Yeterince büyük bir yalan söyler ve sürekli tekrar ederseniz, sonunda halk buna inanır.”

Ticaretin ve ayrılmaz parçası reklam/PR’ın özünde de bu gerçek yatar. Ticaret ne kadar büyükse, reklam/PR da, yalan da o kadar büyük olur.

Anne Yıldız Sağtürk pek becerikli. Hani, tuttuğunu koparan cinsten. Çok da hırslı. TRT’de sunucu, yapımcı. Doğal olarak, çevresi geniş, sanat dünyası ile iç içe. Oğlunu küçükken televizyona çıkarır. Balenin saygın ismi Suna Şenel aracılığı ile konservatuara yerleştirir.

11 yaşındaki oğlunu dansçı olmaya ikna etmek için şu çekici argümanı kullanması yetecektir:

Benim sana tüm anlattığım masalları biliyorsun ya, onun müzikli olduğunu ve perde açılınca seyirciyle buluştuğunu düşün… Bir masal kahramanı olacaksın.” (Gülben Ergen-Tan Sağtürk söyleşisi, Hürriyet-Kelebek, 29 Mayıs 2018)

Milli tacirimiz gerçekten de bir masal kahramanı oldu. Bale dünyasından kimselere nasip olmamış bir ün ve maddi olanaklar elde etti. Bunların hiçbirini bale sanatı ile yapmadı, yapamazdı. Dansçılığı olağanın, koreograflığı vasat altının ötesine hiç geçemedi. Ama çok masal anlattı, anlatıyor. Ne de olsa bir masal kahramanı.

1990’da konservatuarı bitirip Fransa’ya gidiyor. 7 yıl 3 ay dans ediyor. 9 yıl, diyor. 1997 Eylül’ünde dönüp 28 yaşında devlet balesine (İDOB) giriyor. Bir yıl kalıp, stajyer konumundan yukarı çıkarılmadığı için istifa ediyor. 21 yıl sonra 50 yaşında, oğlanın müridi sıfatıyla bu kez koreograf kadrosuna alınarak devlet balesine döndürülüyor. Ne sanatsal, ne de kurumsal açıdan açıklanabilir olan bu durum, 1309 sayılı DOB kanununun 8. maddesinin civataları gevşetilerek sağlanıyor:

Memleketin, opera ve bale sahne hayatında öteden beri yüksek başarı ile tanınmış olanlar, teknik kurul kararı ile sınavsız olarak alınabilirler.”

Oysa, 21 yıl önce, 1997’de 28 yaşında, Fransa dönüşünde aynı madde kapsamına alınabilecek sanatsal yeterliliği olmadığı saptanmıştı.

Demek ki, aradan geçen 21 yılda, bizim tacir bale hayatında “yüksek başarı” elde etmiş. İyi de, yasada sözü edilen başarı, sanatsal; bizimkininki ticari, hatta, “yüksek ticari”.

Devir neo-liberal görgüsüzlük devri; yüklü para, yüksek başarı anlamı taşıyor.

Yine de, bale okulu işletmeciliği, dizi film, film ve reklam oyunculuğu, sefil televizyon programlarında (Biri Bizi Gözetliyor, Türkiye’nin Yıldızları, Benimle Dans Eder Misin, Yok Böyle Dans vb.) sunuculuk, jüri üyeliği, yapımcılık, caz ayakkabısı imalatçılığı falan gibi ticari işler yapmış; televole sayfalarının vazgeçilmezi olmuş; yılsonu dershane koreograflığı ve Romantika (2007) gibi tırışka müzikallere birkaç dans figürü kaynatmanın dışında baleye sanatsal açıdan hiçbir katkısı olmamış birini, üstelik koreograf olarak devlet balesine lehimlemeye çalışmanın daha başka bir anlamı olmalı.

Var.

Nedir?

Siyasaldır.

Milli tacirimiz, Saray’ın, esas oğlan eliyle devlet balesini içerden çökertme ve dönüştürme aparatlarından biridir, en önemlisidir. Bu türden operasyonlar için çokça medyatik, ünlü yüzler gerekir.

Peki, tacirin bu işte avantası ne olacak?

Anlatacağız.

Ama önce bir masal kahramanının nasıl yaratıldığını görelim.

Balede bir masal kahramanı yaratmak

Medyatik kalibre ile sanatsal kalibre arasındaki makas, yüksek sanatlarda genellikle ters orantılıdır. Hele bizimki gibi ülkelerde tamamıyla böyledir. Kimin ölçüsüz PR’ı, şak şakçılığı yapılıyorsa, gözle görülür boşluklarının görüş alanı dışına çıkartılması içindir. Sonuçta, kilden ayaklı ikonlar yaratılır ve kullanılır.

Milli tacirimiz bu ikonlardan biridir.

Konservatuar yıllarında sıra dışı dans yeteneğiyle sivrilen biri değil. Ama, düzgün ve hoş fiziği ile çok dikkat çeken biri. Bu özelliği “Rudimania” (Nureyev çılgınlığı) rüzgârını arkasına alınca, şans kapısı aralanıyor.

Okulun bitimine yakın, Sevda Cenap And Müzik Vakfı’nın davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Le Jeune Ballet de France’a (Fransız Genç Balesi) katılması için teklif alır. Okul bitince Fransa’ya gidip, gruba dahil olur.

Önce, konuya nispeten uzak olanlar için ufak bir not:

Klasik balede erkek dansçı olmak, iş bulabilmek açısından çok daha avantajlıdır. Kızların seçiminde uygulanan çok keskin ve oturmuş ölçütler erkekler için kolaylıkla esnetilebilir. Kızlarda aranan mükemmellik, erkeklerde aranmaz. Öte yandan, erkek dansçı arzı kızlarınkine göre daha az, talebi ise daha çok olduğundan, piyasada erkek dansçılar arası rekabet, kızlarınkine göre çok daha az şiddetlidir. Dolayısıyla, Batı’da birkaç üst düzey topluluk hariç, hemen hepsinde yabancı ya da yerli erkek dansçılar, facia sınırında değillerse, rahatlıkla dans edebilirler. Kızlar için ise durum tamamen tersinedir.

Rudimania mı?

1961 yılında Sovyet dansçı Rudolf Nureyev Batı’ya geçti. 1993’te öldüğünde müthiş bir ün ve servetin sahibiydi. Bunun bir ayağını anti-sovyetizmin simgesi haline getirilmiş olmasına, diğerini ise, sıra dışı dans yeteneği ve Batı balesinde yarattığı devrim niteliğinde sayılan bazı dönüşümlere borçludur. Bunların başında, XIX. yüzyıldan beri ikincil durumda bulunan erkek dansçı statüsünü yenileyip, çeşitlendirerek çok daha etkin bir konuma çıkarmış olması gelir. Bu da, zaten arz talep dengesizliği bulunan erkek dansçı piyasasında talep artışının, başta Fransa olmak üzere, daha da belirginleşmesine yol açmıştır.

Nureyev’in Rus-Sovyet ekolünün güçlü ifade yönünü Fransız ekolünün teknik zarafetiyle harmanlaması, yerleşik kurallara baş kaldıran kişiliği, eril ve dişil nitelikleri birlikte barındıran çok düzgün ve hoş fiziği, yüksek PR desteğiyle ismi etrafında giderek güçlenen manyetik bir alan oluşturmuş, yarattığı çekicilik 80’lerde doruğa ulaşıp, 1983’te, katı kuralları ile bale dünyasının ürkütücü ama en saygın kurumlarının başında gelen 300 yıllık Paris Operası (Garnier) Bale Bölümü’nün başına getirilmesiyle sonuçlanmıştır.

Artan medyatik ilgi, sinema filmlerinde rol almasını, belgesellerde görünür olmasını, Muppet Show gibi TV programlarına katılmasını sağlar. Tam bir Nureyev çılgınlığı -rudimania- yaşanmaktadır. (R. Noureev et Moi, Série Limitée Les Echos, le 01/04/2021) Her yerde ona benzer dansçılar aranır. Artık bir simgedir.

İşte, milli tacirimizin Fransa macerası tam da bu fırtınanın yaşandığı dönemde başlayacaktır.

Le Jeune Ballet de France mı?

1981’de Fransa’da iktidara gelen Sosyalist Parti hükümeti dans konusunu ciddi biçimde ele alır. Klasik balenin yanında modern dansı da geliştirmek amacıyla geniş kaynaklar ayrılır ve ülke çapında bir reform paketi uygulamaya sokulur. Gençlerin dansa yönelik ilgisini artırmayı amaçlayan bu program, önemli sübvansiyon ve maddi olanaklar sağladığı için, Fransa’yı birçok yabancı genç dansçı ve koreograf için de cazip bir toprak haline getirmekte gecikmeyecektir.

1983 yılında kurulan Le Jeune Ballet de France bu çerçevede, Fransa’nın her bölgesi ve birçok yabancı ülkeye turneler düzenleyip, hem genç dansçılar bulmak, hem de okullar başta olmak üzere, gençlik zeminlerinde dansa ilgiyi artırmayı hedefleyen bir topluluktur.

16-20 yaş arasındaki gençleri alır. Repertuarında hem klasik bale, hem de modern dans yapıtları vardır. Gençlerin ancak bir sezon boyunca dans etmelerine izin verilir. İzleyen sezonda Fransa’nın değişik sahnelerinde, bazen de yurtdışı sahnelerde  yer bulmaları beklenir. Genellikle bulurlar da.

Her yıl 20’ye yakın genç dansçının alındığı topluluk, 2000 yılı verilerine göre, 1983’ten o zamana toplam 240 dansçısının 220’sinin bu şekilde iş bulmasını sağlamıştır. (Le Jeune Ballet de France danse les classiques et les modernesladepeche.fr, 13/12/2000)

Ancak, gerek repertuar eklektikliği, gerekse toptancı ritmiyle olabildiğince çok kişiye ulaşma çabası sanatsal açıdan ince eleyip sık dokumaya olanak tanımadığı için, rafine olma süreci daha sonra katılınacak topluluklara bırakılmaktadır.

Kısacası, başlıca hedef kitlesini okul öğrencilerinin oluşturduğu, bu nedenle de nicelik ölçütünün nitelikten daha ağır bastığı, genç dansçılara yardım amacı güden işlevsel bir topluluktur.

İşte, milli tacirimizin Fransa macerası 1990-1991 sezonunda bu toplulukta başlayacak, aynı modeli kendine rehber edinip, Türkiye’ye döndükten sonra, “Genç Türk Balesi” kurmak isteyecektir.

Peki, ortalama bir dansçı olan tacirimiz neden Fransa’ya davet edilmiştir?

Rudimania’dan kaynaklanan egzotizm eğilimi ve erkek dansçı talebindeki artış nedeniyle.

Nureyev Rus-Sovyet ekolünü tanımlayan Vaganova tekniğinin ürünüdür. Tacir de. 1973-1974 döneminde, Türk balesini kuran İngilizler gönderilmiş, yerlerine Sovyet eğitmenler getirilmiştir. Tacir bütünüyle bu dönemin ürünüdür.

Nureyev Müslüman Tatar (Başkırt) bir ailenin çocuğudur. (Babası Hamit, annesi Feride) Kimyası, Rus ve Doğu dünyasının gizemli bir karışımıdır. Tacir, rudimania’ya kaynak yapmanın Batı sahnesinde en azından bir süre kalabilmenin tek yol olduğunu bildiğinden, hem doğululuk benzerliği, hem de Nureyev’in baş kaldıran kişiliği ile koşutluğunu vurgulamak için, Nancy balesindeki provanın ilk günü, herkesin şaşkın bakışları arasında  namaz bile kılacaktır. (Milliyet, 23 Aralık 1998)

Nureyev son derece düzgün ve hoş bir fiziğe sahiptir. Tacir de. Bu, cebindeki en önemli karttır.











---Toprağım Nureyev ile pek yakındık; beni yıldız dansçı yaptı.--

Taciri Nancy Balesi’ne alan Pierre Lacotte Nureyev ile yakındır; onun Batı’ya geçişinde rol oynadığı gibi, tekniğine de hayrandır. Kendi de Vaganova ekolünden gelen Lubov Egorova’nın yetiştirdiği bir isimdir.

Rudimania milli tacirimizin hem şansı, hem karabasanı olacaktır. Gerek Fransa’da, gerekse Türkiye’de varlık nedeni “Türk Nureyev”olarak formatlanacağı için, kendine ait bir kişilik oluşturması adeta olanaksızlaşacaktır. Herkes ondan Nureyevcilik oynamasını bekleyecek, o ise, Nureyev’in sanatsal kapasite, çalışkanlık ve tutkusunun çok ama çok gerisinde olduğundan, bu beklentinin altında ezildikçe ezilecek, sonunda ülkeye dönmeyi tek çıkar yol görüp, geçmişiyle ilgili bir masal dünyası yaratarak, Nureyevcilik oyununu paraya dönüştürmeyi yeğleyecektir. Şu itiraf yeterince açıktır:

Teknik kabiliyet konusunda yurtdışında çok üstün seviyede meslektaşlarımla bir arada oldum. Sanat işi yaptığımız göz önüne alındığında, Anadolu topraklarında yaşayan insanların duygusal yoğunluğu diğer topraklarda yaşayan insanlarla mukayese edildiğinde daha üstün olduğunu düşünüyorum. Farklılığım varsa, ortaya koyduğum güç, bu duygusal geçişlerin ve yüksek duyguların sahne üzerine aktarımı ile oldu.”(aybencumali.com, 16 Mayıs 2020)

Milli tacirimiz demek istiyor ki, “benim teknik kapasitem diğerlerininki kadar değildi. Ama, doğulu olmanın bir anlamı vardı”. Doğru söylüyor. Çünkü Nureyev doğuluydu. Rus/Sovyet balesinin ifade gücü, duygusal aktarımın yoğunluğu ile çerçevelenir. Fransız ekolüne oranla, daha az teknik kaygı güttüğü izleniminin buradan kaynaklandığını tekrar anımsatalım. (Maria Allash: Une Vie au Bolshoi, forum.dansomanie.net)

Ardından, kendi deyimi ile Fransız Devlet Balesi’ne, gerçekte Nancy Balesi’ne seçilmesini sağlayan temel unsurun fizik görüntü olduğunu belirtiyor:

Türk, Müslüman, mavi göz, sarı saç… sonuçta onlar için ilginç karakter. Fizik özelliğim bir avantaj olmuş olabilir.” (TELE 1, 24 Ekim 2020)

O kadar açık ki, TV sunucusu, “Ama bu kadar da mutevazı bakmayın” demek zorunda kalıyor. Yani, “Siz mutlaka büyük yeteneğiniz için seçilmişsinizdir, öyle fizik falan değildir” demek istiyor. Tacirin yanıtı:

Anlık bir duyguyla yapılıyor tercih. Ben reel değerlendirmeyi seviyorum.” (TELE 1, 24 Ekim 2020)

Yani, “Nureyev’in fiziği ve doğululuğu benim seçilmemdeki temel nedendir; yoksa müthiş teknik, sanatsal kapasitem falan olduğundan değil.” Hani, “eğri oturup, doğru konuşalım”ın sofistike lakırdısı var ya: “Reel değerlendirme.

Ülkeye döndükten sonra (1997), “Türk Nureyev” kimliği ile yaşayacak, her şeyini ona benzetmeye çalışacaktır. Hani, “Türk Pavarotti” var ya, Hindi Hakan (Aysev), onun gibi.

1991-1997 arasında ise Ballet National de Nancy et de Lorraine topluluğunda yer alıyor.

Ballet National de Nancy et de Lorraine mi?

Kısa bir not:

68 olaylarının getirdiği siyasal ve kültürel baskı, 1968’den itibaren merkez sağ iktidarı (De Gaulle), ödün anlamında, merkezileşme karşıtı politikalara sürüklemiş, ilk adımlardan biri de balede atılmıştır. Bu süreç kademeli biçimde ilerlemiş ve Paris Opera-Balesi (Garnier) hariç, tüm opera ve baleler bölgesel niteliğe büründürülmüştür. Bunlar, artık, yerel yönetimler, merkezi yönetim ve Fransız idari yapısının farklı partnerlerinin sağladığı maddi olanaklar ile çalışmalarını sürdüreceklerdir. Dolayısıyla, tacirimizin her söyleşisinde, dans ettiğini belirttiği “Ballet National de France” diye ne bir yer, ne de bir kavram vardır. Bu tanımdan anlaşılacak olan, olsa olsa, resmi adıyla Paris Ulusal Operası (Garnier) dır ki, onun kanunu da, işleyişi de, geçmişi ve sanatsal saygınlığı da diğerlerininkinden çok farklıdır. Bu konuya döneceğiz.

Nancy Balesi, 1978’de, daha önce Ballet-Théatre Contemporain adını taşıyan yapının Nancy’ye aktarılmasıyla kurulmuş çok genç bir taşra balesidir. Defalarca isim değiştirmiş (1978-1987 arasında Ballet-Théatre Français de Nancy, 1988-1990 arasında Ballet Français de Nancy, 1991-1998 arasında Ballet National de Nancy et de Lorraine, 1999’dan bu yana da Ballet de Lorraine), yönetim ve sanatsal kimlik açısından, en azından 1999’a kadar, oldukça sorunlu ve sancılı bir yer olmuştur. Özellikle, tacirin bulunduğu  dönemde.

Sosyalist hükümet baleyi, Paris Opera Balesi hariç, bölgeselleştirip, yerel yönetimlerin kültürel etki alanına alırken, modern dansın önünü açmak için, bu toplulukların çoğunu, 1984’te Centre Chorégraphique National (CCN) (Ulusal Koreografi Merkezi) adı verilen birimlere dönüştürmüştür. Tabii, buralarda çalışacak yerli ve yabancı dansçı ve koreograflara bir dizi avantaj sağlayarak. Bunların başında, sözleşme garantisi ve işsizlik maaşı hakkı geliyor. O sırada, Almanya ve Belçika dışında, bu çaplı geniş bir destek programı uygulayan başka bir Avrupa ülkesi yoktur.

Nancy’de de aynı maddi ve hukuki olanaklar söz konusu olduğu halde, modern dans konusunda şaşırtıcı sayılabilecek bir ayak diremeden söz edilebilir. CCN statüsü ile tamamıyla modern dans topluluğuna dönüşmesi ancak 1999’da gerçekleşecektir. Almanya sınırını oluşturan bölgedeki doğal Alman etkisine karşı Fransız klasik balesi ile bir tür karşı koyma refleksi mi? Belki. Malum, modern dansın Avrupa merkezi Almanya’dır. Patrick Dupond, Pierre Lacotte gibi önemli isimlerin başa geçirilmesinin temel nedeni, zayıf olan yapının istikrara kavuşturulması ve yaşanan kimlik sorununun çözülmesidir.

1988’e kadar Nancy Balesi’nin başında bulunan Jean-Albert Cartier hem klasiği, hem moderni kollamaya çalışmış, Diaghilev çizgisinden olanlar (Hélene Trailine) ile Nureyev gibi ünlüleri sahneye çıkartarak, genç kuruma derinlik ve kimlik sağlama çabası içinde olmuştur. 1988’de Paris’e geçince, yerine, Nancy Tiyatro Festivali’nin başarısını sağlayan Pina Bausch, Carlotta İkeda, Kazuo Ôno gibi moderncilerden biri beklenirken, klasik ekolün yıldız dansçılarından Patrick Dupond getirilir. (Théatredublog.unblog.fr, 21/7/2020)

1991’de ise, Nancy’nin başına Pierre Lacotte geçecektir. Tacirimizin Nancy’de geçireceği 6 yılın tamamında balenin patronu odur. Paris Operası’nın yıldız dansçısı, 50’ler sonunda caz müziği üzerine koreografi denemelerine girişmiş, 70’lerden itibaren ise, artan bir tempoda, XIX. yüzyıl romantik balesinin bir anlamda rehabilitasyonunu sağlayan klasik koreograf olarak sivrilmiştir.

Ancak, her üç önemli ismin de yönetimi ve sanatsal yönlendirmesi, Nancy Balesi’ne bir kimlik kazandıramadığı gibi, ciddi bir ekonomik krize de yol açmıştır. 1994 yılında hazırlanan resmi rapor 5 milyon franklık bir bütçe açığından söz etmekte, topluluğun geleceğine dair alarm zilleri çalmaktadır. Bunun üzerine, bir kurtarma planı hazırlanmış, ancak sorun yine aşılamamış, istikrar sağlanamamıştır. Sonunda, 1999 Haziran’ında Françoise Adret geçici görev ile 3 aylığına başa getirilir, fakat koşullar bir yıl kalmasına yol açar. İki temel işlev üstlenir: Balenin başına yeni birini bulmak ve topluluğu tamamen modern dansçı yapmak. F. Adret yıldız dansçı geçmişi, koreograflığı ve özellikle kurum yöneticiliği ile öne çıkmış bir isimdir. Kültür Bakanlığı’nda müfettişlik de yapmış olan sanatçının uzmanlık alanı, güç durumda olan toplulukları ayakları üzerinde durur hale getirmek ve sanatsal kimlik sorunu yaşayanlara kimlik edindirmektir. (Libération.com, 10 avril 2000)

Biraz uzunca ve gereksiz bulunabilecek bu bilgiler, milli tacirimizin Fransa güzergâhını ve ülkeye döndükten sonra anlattığı masalları yerli yerine oturtabilmek açısından zorunlu.

Masal kahramanı masal anlatır

Yukarıda çerçevelenmiş bağlam dikkate alındığında, tacirimizin Fransa’ya gidişi ve orada yeni kurulmuş, sıradan, kimliği ve yönetimi sorunlu bir taşra bale topluluğunda dans etmiş olmasında olağan dışı sayılabilecek hiçbir yön yoktur.

Batı balesinde gelenekselleşmiş erkek dansçı açığı ve esnek seçim ölçütleri, rudimania rüzgârı, yol ve kimlik arayışındaki bir taşra topluluğu… Bu üç parametre masal kahramanımızın Fransa’daki gerçek yaşam koordinatlarıdır.

Oysa, Türkiye’ye döndükten sonra, bir masal kahramanına dönüşmesini sağlayabilmek için, bu verilerle epey oynayacak, önemli ölçüde başarı da kazanacaktır.

Masal 1:  Tacir Fransız Devlet Balesi dansçısıdır.

Milli tacirimiz her söyleşisinde Fransız Devlet Balesi’nde (Ballet National de France) dans ettiğini söylüyor. Fransa’da böyle bir niteleme yoktur. Ne bir topluluk, ne bir sanatsal belirleme, ne de bir kavramın karşılığıdır. Düz mantık yürüterek, özel bale topluluğu değil de, devlete ait topluluk kastediliyor, desek, bu kez merkezi yönetim ve yerel yönetimlerin farkını belirtmek gerek, çünkü Fransa’da bale-dans örgütlenme şemasında bu konu çok önem taşımaktadır. Fransız bale jargonunda bu tanıma en yakın duran Paris Operası’dır: Paris Ulusal Operası (Opéra National de Paris).

Nitekim, tacirimiz her fırsatta orada dans ettiğini ima ediyor. Dolaylı yollardan oraya çıkmaya çalışıyor.

Fransa’da üç devlet balesi vardı; Paris Ulusal Operası [ki]… başında Pierre Lacotte  vardı. Diğeri Marsilya, bir diğeri de Nancy idi… Hedefim bu piramidin üstündeki kişiyle yani Pierre Lacotte ile tanışmaktı. Bale dünyasının Herbert von Karajan’ıdır. Fransa’da bu alanda üç kol olduğu için, aralarında sürekli dansçı değişimi yapılıyordu.” (Andante, sayı 65, Ocak 2012)

2020’ye geldiğimizde, aşağıda ele alacağımız nedenlerle, olaya Nureyev de eklenir:

Fransız Devlet Balesi’ne girdim. İlk yabancı olarak… O dönemde Nureyev’di direktör, sonrasında Patrick Dupond, Pierre Lacotte. Neye istinaden beni seçtiler? İlginç gelmiş olabilirim onlara.” (TELE 1, 24 Ekim 2020)

2012’deki söyleşisinde Paris Operası bale bölümünün başında, o dönemde Pierre Lacotte olduğunu söylerken, 2020’dekinde Nureyev’in olduğu yönünde bir düzeltme yapar.

1984’te alınan bir karar ile, Paris Operası dışındaki tüm opera baleler yerel yönetimlere devredilmiştir. Amaç, modern dans birimlerine dönüştürülmeleridir. Dolayısıyla, değişik kent ve bölge isimleri taşımaları, adlarında national sıfatının bulunup, bulunmaması hukuki statü farkını belirtmez. Fransa’da ulusal (devlet) bale-dans, bu tarihten itibaren iki grup olarak  yapılandırılmıştır: Paris Operası ve diğerleri. Bu iki kategori, bağlı oldukları yasal çerçeve, işleyiş, tarihsel geçmiş, gelenekler, saygınlık gibi konularda birbirlerinden tamamen farklıdır.

Tacirin iddia ettiği üzere, Paris, Marsilya, Nancy gibi bir üçlü yapılanma asla söz konusu değildir. Hele, bu modele dayalı sürekli dansçı değişimi falan hayal bile edilemez.

Öte yandan, Nureyev 1989’da Paris Operası Bale Bölümü direktörlüğünden ayrılmıştır. Tacirimiz bu tarihten 2 yıl sonra seçmelere katılacaktır. Pierre Lacotte ise, yaşamının hiçbir döneminde Paris Operası’nın bale bölümünün başında olmamıştır. O tarihte direktör Patrick Dupond’dur ve Lacotte’tan önce Nancy’nin başında bulunan kişidir. Yani, bu anlamda, piramidin üstündeki kişi P. Lacotte değildir. Tacirin bulunduğu Nancy kenti balesinin başındaki isimdir.

Bu isimleri söylemek suretiyle kimler tarafından seçilmiş olduğunu ve seçildiği yerin de Paris Operası olduğu izlenimini doğurmak istiyor. Türkiye’deki amaçları ve PR’ı için bu tür masallara çok gereksinimi olduğunu göreceğiz.

9 sene Paris’te yaşadım.” (Hürriyet-Kelebek, 29 Mayıs 2018 ve istanbulkoleji.com, 28 Kasım 2016)

Tacir, Paris’te yaşadığını söyleyerek, yine Paris Operası’nda olduğu izlenimini güçlendirmek istiyor. Oysa, Paris-Nancy arası 385 km’dir. Le Jeune Ballet de France’ta dans ettiği ilk yıl hariç, Nancy’de yaşamıştır. Nitekim, Institut Français’nin sitesinde yer alan 50 figures de la francophonie en turquie.coma Fransızca verdiği bir söyleşide, “9 yıl Fransa’da yaşadım” demektedir.

Aynı söyleşide yine Paris Operası’na kabul edildiği izlenimi yaratmak için, seçmelere Opera Garnier’de girip, kazandığını belirtir.

Bu doğru bir bilgidir. Ancak, konunun Paris Operası’nın kurumsal kimliği  ile hiçbir ilişkisi yoktur. Taşra balelerine yapılan seçmeler, bu kentlerin bale stüdyoları elverişli olmadığı, katılım da yüksek olduğu için, genellikle, büyük dans stüdyosuna sahip Paris Operası’nda yapılır. (Pierre-Emmanuel Sorignet, “Un processus de recrutement sur un marché de travail artistique: le cas de l’audition en dance contemporaine” Geneses, no 57, 2004/4,p.10)

Tacir’in, Fransız Devlet Balesi derken, Paris Operası’nı kastettiği, üstelik, kendisini de içine koyarak anlattığı bir bölüm daha verelim:

 [Paris Opera’sında tasarruf amacıyla klasik yapıtlar yerine daha ucuz olan modern dans yapıtlarının tercih edilmeye başlandığını belirttikten sonra]

Bunun savaşını benim de sanatsal direktörlüğümü yapan Pierre Lacotte fazlasıyla vermeye çalıştı. Hatta ben bile davet edildiğim birkaç programda arkadaşlarımla beraber bu tutuma karşı durmaya çalışmıştım.” (Hürriyet, 29 Mart 2017)

Pierre Lacotte’u Paris Opera-Balesi’nin başına getiren tacirimiz, doğal olarak kendini de o kadrodan sayar.

Dans ettiği topluluk o günkü resmi adı ile Nancy ve Lorraine Ulusal Balesi’dir ve Paris Operası ile hiçbir ilişkisi yoktur.

Masal 2:  Tacir Fransız Devlet Balesi’nde ilk yabancıdır ve kendisi için bir günde yönetmelik değiştirilmiştir.

Bu masal da tıpkı ilki gibi bizde PR amaçlı piyasaya sürülmüştür.

Nancy Balesi’nde ilk Türk olduğu kesindir. İlk yabancı olma olasılığı da yüksektir. (Entre gens, Recueil… p.193)

Nancy köklü bir bale olmayıp, modern dansa geçiş sürecinde ciddi bir kimlik bunalımı da yaşadığı için, yabancıların ilk tercihleri arasında değildir. Ayrıca, Alman etkisinin hissedildiği bir bölgede olduğundan yabancı konusu daha hassas bir durum arzeder.

Ancak, yönetmelik değişikliği gerçekçi değildir çünkü, 1984 kararı, başta işsizlik maaşı uygulaması ve kamu sübvansiyonları ile zaten yabancı dansçı ve koreograflara kapıyı açan bir karardır. Bu, alınan kararın özünde vardır. Nitekim, Fransız dans sahnesi kısa sürede birçok yabancı sanatçının ana üssü haline gelecektir. (Pierre- Emmanuel Sorignet, …p.5)

Tacirimizin okul sonrasında gitme olanağı bulduğunu ileri sürdüğü  Viyana Devlet Balesi ile Londra’daki  Rambert Dance Company, ki modern dans topluluğudur, (Entre gens, Recueil… p.193) yerine Fransa’yı seçme nedeni de zaten söz konusu yasanın getirdiği maddi olanaklardır.

Ayrıca, Fransa gibi bürokratik yapısı oldukça güçlü olan bir ülkede, tacirin anlattığı gibi, önce seçilip sonra uyruğunun öğrenilmiş olması düşünülemez bile. Başvuru yapılırken her şey bellidir.

Masal 3: Tacir Fransız Devlet Balesi’nde baş dansçı/yıldız dansçıdır.

O kadar çok yerde bu bilgi tekrar ediliyor ki, biz kendi ağzından birkaç örnek ile yetinelim:

“[Fransız Devlet Balesi’nde] baş dansçılığa kadar yükselmiştim.” (Hürriyet-Kelebek, 29 Mayıs 2018)

Dünyanın en önemli sanat kurumlarında… baş bale dansçısı … olarak bulunmam…” (hurriyet.com, 23 Mart 2017)

Ballet National de France’ın baş dansçısı oldum.” (kadinja.com, 26 Eylül 2019)

Ardından kantarın topunu iyice kaçırıyor:

Kendisine “yıldız dansçı” ünvanını verenin önce Nureyev, ardından, belki fazla salladığını düşünerek, Pierre Lacotte olduğunu söylüyor.

“…mesleğimde beni “yıldız” ünvanına değer görecek olan kişi Rudolf Nureyev idi.” (gece.com, 30 Mayıs 2016)

Şansım ise direktörüm [Pierre Lacotte] ve beni yıldız dansçı yapan da kendisi oldu.” (istanbulkoleji.com, 28 Kasım 2016)

Fransız klasik  balesinde dansçı hiyerarşisi Paris Operası’ndaki modele göre düzenlenmiştir. 5 kademeli bir yapıdır. En alttan en üste şöyle sıralanır:

Quadrille: Grup dansçısıdır (corps de balet)

Coryphée: Grup dansçısı olmakla birlikte yer yer solist rollerine de çıkabilir.

Sujet: Grup dansçısı olmakla birlikte, solist rollerine de çıkar.

Premier danseur (Baş dansçı): Solist (Anglo-amerikan coğrafyadaki karşılığı principal)

Danseur étoile (Yıldız dansçı)

Bu sistem içinde yıldız dansçılık hariç, birinden diğerine geçmek için sınav gereklidir ve bu sınav yılda bir kez yapılır. Son derece katı kuralları olan bir yükselme modelidir. Yıldız dansçı sıfatı ise yalnızca Paris Operası’nda vardır ve son derece sınırlı sayıda olan bu sıfatın edinimi sadece balenin başındaki sanat direktörünün takdirine bağlıdır.

1984 kararı ile Paris Operası dışındaki tüm baleler CCN’e dönüştürüldüğü için, bu sistemin aynı biçimde uygulanması zaten söz konusu değildir. Nancy Balesi’nin CCN’e en geç geçmiş olması istisnai bir durum yaratsa da, yaşanan ekonomik ve kimlik bunalımının bu ölçüde bir derin yapılanma getirme olanağı yoktur.

Kaldı ki, yukarıda görüleceği gibi, grup dansçılarının da solist rollerine çıkmaları söz konusudur. Yani, her solist rolüne çıkan baş dansçı değildir. 1997’de Türkiye’ye döndüğünde, İDOB sahnesindeki performansını izleyenler, Batı’nın önemli sahnelerinin standartlarında bir baş dansçı olmadığını, hele yıldız dansçı asla olamayacağını göreceklerdir.

PR’cı tacirimiz Nureyev -yıldız- P. Lacotte sözcüklerini yan yana dizerek, Paris Operası dansçısı olduğunu söylemeye getiriyor.

Öte yandan, kendi ifadesi ile, Nancy Balesi’ndeki konumunu aktaralım:

Her kademede rol aldım. Sonrasında baş roller almaya başladım…” (Sanat Cepte, 2 Mayıs 2020)

Yani, grup dansçılığı da dahil her kademe dediği, solist dansçı olarak başlamadığıdır. Çünkü solist dansçılar corps de ballet’de yer almazlar. Nancy’deki kalış süresi 1991-1997 arasıdır. Bu süreye yıldız dansçılığın bile sığdırılmış olması olanak dahilinde değildir. Zaten öyle bir durum olsaydı, asla dönmezdi.

Tacirimiz Nancy’de her işe koşulmuş olup, rudimania destekli olağan dansçı olmanın ötesinde bir konuma sahip değildir.

Masal 4: Tacir Fransız Devlet Balesi’nde sanatsal başarısı nedeniyle ömür boyu sözleşme ile  Fransız vatandaşlığı hakkı kazanmış, Fransızca kitabı olan bir dansçıdır.

Tacirimiz Fransa Devlet Balesi ile kendisine ömür boyu çalışma olanağı sağlayan sözleşme imzaladığını (contrat a vie), istemediği halde Fransız vatandaşlığı verildiğini söylüyor. Fransızca bir kitabı olduğunu ise yalanlamıyor.

Fransa’da bale sanatçıları için iki tür sözleşme vardır: Süresi Belirli Sözleşme (Contrat a durée déterminée-CDD) ve Süresi Belirsiz Sözleşme (Contrat a durée indéterminée-CDI). Tacirin “ömür boyu” (contrat a vie) olarak yanlış adlandırdığı bu ikinci sözleşme olmalıdır. Bu da kendi içinde “kesikli” ve “devamlı” olarak ayrılır. Tacirin hangi statüde olduğunu anlamak, kendi sözlerine itibar etmekle olası değildir. O kadar masal kahramanı ki… Yine de  bir ipucu olması bakımından, kendi ağzından aktaralım:

Uzun seneler yurt dışında dans ettiniz, başarılı oldunuz. Peki ama her şey dışarıdan göründüğü kadar kolay mı?

“Kesinlikle değil. Mesela orada kontratlar senelik yapılır. Başarılı olamazsan veya sakatlanırsan kontratın iptal olur.” (NTV, 14 Haziran 2012)

CDI sözleşmeler Paris Opera-Balesi’nde %100, taşra balelerinde ise %37 oranındadır. Taşradaki 5 balede, değişik nedenlerle, özellikle daha fazla uygulandığı görülmektedir. Tacirin bulunduğu Nancy Balesi bunlardan biridir. (La Dance en Chiffres L’emploi-Fiche Vie Professionnelle, CND, Décembre 2020)

Nancy Balesi’nde böyle bir uygulamanın nispeten yaygın oluşu, yukarıda belirtildiği gibi, ekonomik ve kimlik sorununu aşıp, belirli bir işgücü  istikrarı sağlayarak yapısal derinlik elde etmeye yöneliktir. Yoksa, tacirin sanatsal performansı ile ilgili özel bir ödüllendirme değildir. Nitekim, CDI elde ettikten kısa bir süre sonra Türkiye’ye döneceği gibi, 1999’dan sonra bazı klasik dansçılar da gruptan ayrılacaktır.

Fransız pasaportu verilmesinin de sanatsal performansı ile doğru orantılı bir ilişkisi yoktur. Türk pasaportu taşıdığından ve Batı ülkeleri bize vize uyguladığından, istikrarı yakalamaya çalışan bir topluluğun elemanlarından birinin yurtdışı turnelere gidemiyor ya da zorlukla gidiyor oluşunun hem sahne, hem sanatçılar, hem de bale yönetimi açısından nasıl gereksiz bir sıkıntıya yol açacağını ayrıntılandırmaya gerek yok.

Bazı ülkelere vize zorluğu oluyordu Türk pasaportu ile. Bazı ülkeler vize vermiyordu. Bu sorun [Fransız pasaportu ile] aşılmış oldu.” (TELE 1, 24 Ekim 2020)

Gelelim kitap işine;

Fransız Cumhurbaşkanı J. Chirac’ın ricasıyla yazdığı bir de kitabı var: Yıldızları Sahnelere Serptiler”(Milliyet, 23 Aralık 1998)

Yurt dışında yayınlanmış olan Yıldızları Sahnelere Serptiler adlı bir kitabı var.” (arsiv.isteisparta.com, 26 Nisan 2018)

Biz bütün taramalarımıza rağmen, bu kitabı bulamadık. Epey özel olmalı!

Masal 5: Tacir yurt dışında 2500  temsil yapmıştır.

“…yaklaşık 2500 temsil verdiği Fransa Devlet Balesi’nin…” (gozdendergi.com, 30 Eylül 2019)

“…Fransa’da 2500 temsil yaptı…” (Yeni Asır, 22 Şubat 2018)

Fransa’da 2500 temsil yapan Tan Sağtürk…” (Sabah, 4 Ocak 2021)

Bu rakam yalnızca PR amaçlı bir üfürmedir. Rudimania’nın dayattığı bir zorlamadır. Tacirimizin ne fiziki kapasitesi, ne dansçı konumu, ne de sağlığı bu sayıya ulaşabilecek durumdadır.

Nureyev bu konuda inanılmaz kabul edilen yılda 250 temsil rakamına ulaşmış bir dansçıdır. Sınırsız enerji ve disiplini biliniyor. O haliyle bile 10 yılda 2500 rakamını zor tutturabilecekken, tacirin 9 yıl olarak iddia ettiği, gerçekte en fazla 7 yıl 3 ay kaldığı sürede 2500 rakamına nasıl ulaştığı açıklanmaya muhtaçtır. (1990 Haziran’ında mezun olup, hemen Fransa’ya gitmiş ve 1997 Eylül’ünde dönmüştür.) Herhalde provaları da sayıyor. En yoğun temsil fırtınası Fransız Genç Balesi dönemindedir. Orada bile, kendi deyimi ile, her an turne ve temsile rağmen sayı yılda yaklaşık 200/300 civarındadır. (TELE 1, 24 Ekim 2020)

Dedik ya, rudimania gereği Nureyev’e benzemek zorundadır.

Masal 6: Tacir Fransız Devlet Balesi’nde başarılı koreografik çalışmalar yapmıştır.

Nancy’de  2 koreografi yapar. İlki  Soudé adını taşıyor. MFÖ’nün Özkan’ının bestesini yaptığı, Sezen Aksu’nun seslendirdiği Sude adlı şarkının Fransızca yazılışı. Peter Gabriel’in The Temptation of Christ’in müziğine Sude’yi ekler. İlle bir Türk müziği olmasını istemiştir. Nureyev’deki Doğu baharatının yansısı olarak düşünmüş olmalı. Ardından, Edith Piaf’ın müziklerinden oluşan Je ne regrette rien’i, ilkinin aksine Fransız Devlet Balesi’nin ısmarladığını belirtiyor. Tabii, bunu Nancy Balesi olarak anlamak gerekiyor. Soudé olumlu eleştirilere konu olduğu gibi, repertuara da alınmış. (Sanat Cepte, 2 Mayıs 2020) İkincisi alınmamış.

Biz yaptığımız araştırmada Soudé’nin sonradan sahnelendiğine dair bir veri elde edemedik.

Her iki çalışma da son derece amatör işlerdir. Tacirin Nancy’de dans yaşamının sonuna geldiğini anlamasıyla birlikte, koreografiyle bir çıkış yakalayabilir miyim, girişiminin ötesinde bir anlam taşımamaktadır:

Onları, arkadaşlarımı [koreografide] efektif kullanabilecek tecrübeye sahip değildim…” (Sanat Cepte, 2 Mayıs 2020)

Yani, sonuç hiç de umduğu gibi olmamış, koreografide dikkat çekici bir yetenek olmadığı görülmüştür.

Ancak, tacirimizin Türkiye yaşamı tamamıyla PR temelli olduğu için, Institut français sitesine şu cümleleri yazdırabilmiştir:

Soudé ve je ne regrette rien Fransız devleti için hazırladığı bale yapıtlarıdır.” (50 figures de la francophonie…)

Artık ülkeye dönüş zamanı gelmiştir. Fransa’da ne dansçı, ne de koreograf olarak  bir geleceği vardır. Nureyev ölmüş, rudimania’nın hızı zayıflamış, Nancy Balesi ağır bir kriz içindedir. Üstelik, ortalama dansçılar için Fransız bale pazarı giderek zorlaşmaktadır.

Masal 7: Tacir baleye hizmet için ülkesine dönmüştür.

Yerli ve milli tacirimiz ülkeye dönme kararı alır. Kendi anlatımına göre hem dansçılığında, hem koreograflığında başarılıdır. Kendine bu nedenle bizzat cumhurbaşkanı eliyle Fransız pasaportu verildiği gibi, ömür boyu çalışma garantisi de sağlanmıştır. Öyle ya, her dansçının rüyası olan bu konumu bırakıp ülkeye dönmesinin çok ciddi nedenleri olmalıdır.

Tabii, “Dünyaca ünlü, başarılı, Fransız Devlet Balesi’nde ilk yabancı, uğruna bir gecede yönetmelik değiştirilen, girdiği tüm sınavların birincisi, 2500 temsil…” vb. yollu öyle bir PR köpürtmesi yapılmıştır ki, her söyleşisinde mutlaka, “yahu, böyle biri neden döner ki?” sorusu kendiliğinden dile getirilmektedir. Değişik söyleşilerinde farklı nedenler ileri sürecektir. Şöyle:

a) “Fransa, Almanya gibi bu tarz kültürün çok köklü olduğu ülkelerde ne yaparsak yapalım sadece bir tane daha eklenmiş olacaktı ama Türkiye’de henüz yapılmış hiçbir şey yoktu. Nitekim, ne yaparsak ilk olur hale geldi.” (NTV, 14 Haziran 2012)

b) “Ülkemizde baleyi daha çok tanıtmak ve yaymak için döndüm. Avrupa’da edindiğim tecrübeyi ülkemin çocuklarıyla paylaşmak istedim.” (Sabah, 27 Mayıs 2019)

c) “Ülke özlemim ağır bastı.” (gozdendergi.com, 30 Eylül 2019)

d) “Orada uzun yıllar kaldım ama bir süre sonra vücut yaşlanmaya başladığı için yıpratıcı çalışmadan sıyrılmak kaçınılmaz hale geldi. Acımasız, sert, yorucu bir eğitimi vardı ve teknik anlamda daima “yukarıda kalmak” bir hayli yıpratıcıydı. Başta Türkiye’ye dönmeyi düşünmüyordum açıkçası. Çünkü Fransa’da bu alanda gerçek bir dünya vardı ve herkes birbiriyle çok “net” çalışıyordu. Gelgelelim, düşünüp taşınıp  sonunda Türkiye’ye döndüm. Burada o sıralarda bir dans topluluğu yoktu, bu alanda büyük bir eksiklik gözlemlemiştim.” (Andante, sayı 65 , Ocak 2012)

e) “Aynı eserleri tekrar tekrar yapmak yerine, bize eğitim veren ülkeme geri dönüş yapılsa, acaba burada neler yapılabilir?” (Sanat Cepte, 2 Mayıs 2020)

f) “Ben artık kariyerimi tamamlamıştım. Türkiye’de bir şeyler yapmam gerekiyordu.” (istanbulkoleji.com, 28 Kasım 2016)

Peki, gerçek dönüş nedeni ne?

Döndüğünde 28 yaşındadır. Fransa’da baş dansçı hatta yıldız dansçı olduğunu iddia eden biri için, fiziki engel yaratacak durumlar hariç, dansçı kariyerinin tamamlanmış sayılacağı bir yaş değildir. Bu yaş Paris Operası için 42 buçuktur; aktif dansçılık kariyeri bu yaşta noktalanır.

--Ülkeme hizmet ile cebime hizmet kardeştir.--


Nancy Balesi’ndeki ekonomik çöküşten yukarıda söz ettik. Buna ek olarak, 1987-2000 yılları arasında Fransız dans piyasasında önemli bir işgücü artışının söz konusu olduğunu belirtelim. Fransız devletinin sağladığı olanaklar dansçı arzının 3 katı artmasına yol açmış, bu durum ise hem rekabeti, hem niteliğin yükselmesini, hem de kazançlarda %20’lik bir kaybı getirmiştir. (Développement culturel, no 142, nov. 2003)

Zaten, tacirimiz de, “yıpratıcı, acımasız, sert, yorucu” bir rekabetten söz ederek (Andante, sayı 65, Ocak 2012), bu gerçeği doğrulamaktadır. Ortalama isimler için kazançlar azalmıştır. Tacir parlak bir dansçı olmadığı ve rudimania da zayıflamaya başladığı için, koreografiyi denemiş, orada da anlamlı bir yaratıcılık sergileyememesi sonucu, ülkeye dönüp şans kartını burada açmaya karar vermiştir.

Karar doğrudur.

Türkiye’m güzel yurdum…

Türkiye’ye döndükten sonra (1997 Eylül) tacirimiz ilk olarak Devlet Opera ve Balesi’ne girmek üzere başvurur. Ünlü 8. maddenin işletilerek sınavsız pertavsız alınacağını düşünmektedir. Koskoca Fransız Devlet Balesi Baş Dansçısı/Yıldız Dansçısı’dır ya. Dönemin DOB Genel Müdürlüğü talebi inceler. Gerekli araştırmalar yaptırılır. İsimleri ve ayrıntıları vermeyelim. 8. madde kapsamına alınabilecek niteliklere sahip olmadığı sonucuna ulaşılır ve talep reddedilir. O yıllarda merkezileşme olmadığı için, her müdürlük özerk kararlar alabilmektedir. Tacir, Ankara kapısı kapanınca bu kez İstanbul’a sarkar. İstanbul Müdürü Yekta Kara liberal hatun, halden anlar, Türk Nureyev’in büyük dansçılığı ve hoş fiziğinden etkilenir. Medyatik potansiyelini teşhis etmekte gecikmez:

Yekta Kara vardı o dönemde, gelip doğrudan onunla görüştüm. O da büyük bir kadro sorunu olduğunu, kimseye kadro verilmediğini, ama Ankara’da konuyla ilgili özel bir görüşme yapacağını söyleyerek bana yardımcı oldu. Sonunda, Fransız Hükümeti’nin bana verdiği Fransız vatandaşlığını, ”yabancı statüdeki dansçı” kadrosuyla kullanıp beni kuruma aldı, sonra da ana kadroya geçtim.” (Andante, sayı 65, Ocak 2012)

Bu öyküde Yekta Hatun’un canhıraş çabası doğru anlatılmış ama son bölüme ek yapalım: Tacirimizi “yabancı statüdeki dansçı” konumu kesmez. Zira, ne sigorta, ne emeklilik hakkı vardır. Kadro şarttır. Valide Sultan Yıldız Sağtürk devreye girer. Oğlan ile tacirin belki de en önemli ortak yönü her ikisinin de güçlü ve hırslı valide sultanlara sahip olmasıdır.

Mutlaka kadroya girmelidir. 8. madde yolu kapandığına göre, sınav zorunludur. Tacir sınava girer. Göz kamaştıran bir parlaklık saptanamamıştır. Stajyer kadrosuyla alınır. Ağır bir darbedir. Neyse, en azından bir yıl içinde asil kadroya geçme olanağı vardır; işsiz kalmaktan iyidir. Tabii, stajyer kadrosunun maaşı daha düşüktür. Valide Sultan da, tacir de yüzlerini buruştururlar:

               “Ya havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim!

Bu bir yıllık süre içinde tacirimiz İDOB’ta iki klasik bale, iki de modern dans temsiline çıkar: Kuğu Gölü ve Uyuyan Güzel klasik, Emrivaki (Aysun Aslan) ve Ara Danslar Ara Nağmeler (Geyvan McMillan) modern dans.

İDOB dansçıları hem merak, hem de hissedilir ölçüde kıskançlık duyguları içindedir. Öyle ya, Fransız Devlet Balesi, Paris Operası, Nureyev falan, bunlar bale dünyası için aurası çok yüksek, hacimli sözlerdir. Nefesler tutulmuştur.

Önce Kuğu Gölü’ne çıkar. İDOB sanatçılarının  Paris’ten gelmiş Türk Nureyev beklentisine hafif tertip limon sıkılmıştır. Neyse, bazı günler dansçılar için en iyilerinden olmayabilir. Sonrasında, Emrivaki ve Ara Danslar Ara Nağmeler’e çıkar. Emrivaki’de epey alkış alır. Aysun Aslan yapıtı adeta tacirimiz için hazırlamıştır. Malum, modern dansta elle oynamak faul sayılmadığı için, klasik dansçılar kendisiyle ilgili çok açık bir sanatsal yargıya varamamış, ancak, birden devreye sokulan medyatik parlatma karşısında şaşırmadan da edememişlerdir.

Eh, yakışıklı, genç çocuk… Bildiğiniz Nureyev; tek fark eşcinsel olmaması… Tamam da…

Yoksa bu ilgi modern dansa mı?

Olanaksız. Modern dansın özgün koreografı sayılan Aysun Aslan’ın kurduğu Türkuaz’ın ömrü 1989-1993 arasına sıkışıp kalmış. Koreograflığından çok iş bitiriciliği ile öne çıkan Beyhan Murphy’nin DOB bünyesinde kurduğu MDT (Modern Dans Topluluğu) temsillerinde sinek avlanıyor.

Demek ki ilgi yerli Nureyev’e…

Tacir, ardından, klasik repertuarın zirvelerinden Uyuyan Güzel’e çıkar.

O da ne?

Mavi Kuş’un pas de deux’sünde Ayfer Zeren’i az daha yere düşürüyordur. 3. perdede ise patiği ayağından fırlar.

Fransız Devlet Balesi’nin baş dansçısı, hatta yıldız dansçısı bu mudur?

Tacirimizi stajyer konumundan yukarı çıkarmak için saçı başı yolmanın pek de gerekli olmadığı, hele 8. maddenin devreye alınmasının hiç mi hiç anlamlı olmayacağı anlaşılmıştır. Üstelik, yakışıklı tacirimizin esas desteği Yekta Hatun, bakanlık müfettişlerince kamu olanaklarını kullanarak kişisel zenginleşme ile suçlanmaktadır. Nitekim, bir süre sonra görevden alınacaktır. Yani, o sırada bakanlık nezdinde itibarlı değildir. Güvenilen dağlara karlar yağmıştır.

Tacirimiz, Valide Sultan’ın da onayıyla, bütün yumurtaları özel sektör sepetine koymanın daha gerçekçi olduğuna karar verir ve devlet balesinden ayrılır.

Arada siyasal içerikli ilişkiler olmasaydı, devlet operasından ayrıldığı 1998 ile 2017’de 3. Milli Kültür Şûrası’nda ortaya çıkışı arasındaki dönem konumuz dışında kalacaktı.

Söz konusu dönemde tam bir magazin figürüdür. Siyasal açılımı olmadığı sürece özel hayatlar ve magazinel olana girmediğimiz için, bu kısımları ayıklayarak, 2017’ye gelmeye çalışalım. Söylenmesi gereken tek şey, medyatik-popüler figür oluşuyla bale sanatı arasında hiçbir ilişkinin olmadığıdır. PR destekli pop figür yolculuğu başlamıştır:

“Gelir gelmez konuk sanatçı ve başbalet olarak İstanbul Devlet Opera ve Balesi’ne girdi. “Gün Doğarken”, “Uyuyan Güzel”, “Kuğu Gölü” balelerinde gerek dans, gerek güzelliği o kadar beğenildi ki, rock yıldızlarına yapıldığı gibi sahneye oyuncak ayılar, özel objeler atıldı.” (Milliyet, 23 Aralık 1998)

Sektörün özeli güzeldir

Milli tacir devlet balesinden ayrılırken zehir zemberektir:

Devlet nezdinde herhangi bir sanatın yapılamayacağını anladım. Bunun için çaba sarf edeceğime, alternatif bir güç oluşturmak bana daha anlamlı geldi.” (Milliyet, 23 Aralık 1998)

Bu saptama devlet balesi için çok ağırdır ancak, liberal mantık açısından epey tutarlıdır.

Ergenekon sürecinin başlamasına 3 ay kala yeniden devlet balesini hedef tahtasına koyar:

Klasik baleciler [size] gıcık oluyordur..

Yadırgadılar fakat alıştılar. Bu, bilek güreşine dönüşüyor çünkü. Kazandığımı hep hissediyorum ve kaybettiklerini hissediyorlar. Elim öpülmeye başlandı.

Yapabileceğim en büyük görevlerden birini yaptığımı düşünüyorum şu anda. Mastürbasyona düşmemesi lazım birtakım meselelerin. Sanat konusunda da bu böyle. Kendi kendine, gelen 23 kişiye gösteri yapan ve bütün dünyanın haberi olduğunu düşündüğümüz bir kurumda yaşıyorduk biz. Bazı sorunlar devam ediyorsa, sadece birkaç arkadaş kendince bir şeyler yapmaya çalışıyorsa, Devlet Opera Balesi’nde kalmam bana mutluluk vermeyecekti. O zaman Fransa’dan gelmezdim ki İstanbul’a. Benim gördüğüm en zayıf devlet balelerinden bir tanesi burası.” (Radikal, 14 Nisan 2007)

Devlet balesine karşı oluşturmak istediği bu liberal alternatif güç nedir?

Konu, bir süre sonra, bu kurumun baş düşmanı olan islamcıların, özellikle de FETÖ’cü ayağın ilgisini çekmekte gecikmeyecektir. Oraya geleceğiz.

Aysun Aslan ile birlikte devlet balesine alternatif bir topluluk kurma girişimi ilk adım olacaktır: Genç Türk Balesi.

Aysun Aslan tipik bir liberaldir. Türkuaz adlı şirketiyle değişik organizasyonlar yapmaktadır. Tacir henüz Emrivaki’de dans etmeden önce, şirketin düzenlediği Fahir Atakoğlu konser dizisinde Aslan’a yönetmen asistanlığı yapar. Aslan da ona Emrivaki’yi. Ayrıca, Fransa’da kullandığı Sude’nin müziği de Aslan’ın eşi MFÖ’nün Özkan’ına aittir. MFÖ’yü anlatmamıza gerek yok. 12 Eylül faşizminin yarattığı kültür ortamının simgelerinden biri olan toplulukta, Cerrahi tarikatının izleri sürülerek, en son, demir attıkları Saray’a ulaşıldığı defalarca yazıldı çizildi. 2019’da Saray’ın elinden aldıkları o vıcık ödül fotoğrafı akıllarda.

Yani, kendine çok uygun bir liberal doku bulmuştur.

Geriye yalnızca 1 milyon dolar bulmak kalır:

Tan’ın bir grup kurma ve bunu dünyaya tanıtmak için 1 milyon dolara ihtiyacı var. Futbolculara harcanan parayı düşünürsek, bu büyük bir para değil. Şimdilerde bu amaçla bankaları dolaşıyor.” (Milliyet, 23 Aralık 1998)

Tacirimiz masallardaki kanatlı ata çoktan binmiştir:

[1999’da Türkiye’de bir dans festivali düzenleyeceği müjdesi verildikten sonra]

Buraya dünyanın ünlü dans gruplarını davet edeceğim. Bu insanların çoğu arkadaşım. Karşılığında bizi [kuracağı Genç Türk Balesi’ni kastediyor] kendi festivallerine sokmalarını istiyorum. İmzalar atıldı bile.” (Milliyet, 23 Aralık 1998)

Tabii ki, hiçbir sonuç elde edemeyecek, her şey PR’dan ibaret kalacaktır.

Medyatik olmayana arpa yok

İyi de kim neden versin ki böyle bir parayı?

Burası az gelişmiş bir ülke. Bu işlerde parayı bulmanın ilk yolu medyatik olmaktan, PR’dan, ikincisi ise, siyasal iktidar ile dirsek temasından geçer. Her ikisi de, bale gibi yüksek sanat kültürü gerektiren bir alanla tamamen ters orantılıdır. Hırslı ve becerikli Valide Sultan televizyondan geldiği için bu işleri iyi bilir. Yüksek sanatmış, sanat etiğiymiş, bazı ilkelermiş filanla parayı bulamazsın…

Tacirimizin, tıpkı oğlan gibi, bu sanatın gerektirdiği kültürel derinlik ve ağırlığa sahip olmadığı kısa sürede anlaşılacaktır.

İki düsturu iyice bellemiş ve bugüne kadar da harfiyen uygulamıştır:

a) Her zaman medyatik ol, PR’ı sakın ıskalama.

b) Siyasal rüzgârı izle, ona uygun tavır al. Çünkü bu ülkede kamu kaynakları kullanılmadan parayı götürmek olanaklı değildir.

İkinci Bahar ile başlayan televizyon macerası ve zincirin halkalarını oluşturan sefil programlar dizisi medyatikliğini hızla arttıracaktır. Bale sanatına olan saygının ayaklar altına alındığı bu rezilliklerden hiç söz etmeyelim. Ancak, şunu vurgulayalım: Tacir bir işadamıdır. Bu programlardan bazılarının yapımcısı bizzat kendisidir. Öte yandan, bu programlar hızla yükselen neo-liberal görgüsüzlüğün tipik örnekleridir.

Genç Türk Balesi masalı karaya oturunca, tacirimiz dümeni Bale kursu istikametine kırar. Halen hararetli biçimde devam ettirdiği bu işi zaman içinde neredeyse bir holdinge dönüştürecektir. Kültür turizminden, ayakkabı imalatçılığına, televizyon programcılığından, kitap yazarlığına balenin etinden sütünden onun kadar gelir elde edebilmiş biri yoktur. Doğal olarak, düldül bulduğu bale kursu modeli de yerini zamanla neon ışıklı Tan Sağtürk Akademi’ye bırakacaktır. Aynalı isim. Amaç, bu kez devlet konservatuarına alternatif bir eğitim kurumu oluşturmaktır.

--Kırtıpiyoz konservatuar ile benim akademim bir olabilir mi?--


Balenin de arabeski olur

Yüksek sanat olarak bale kültürüyle kan uyuşmazlığı içindeki tacirimiz, bir yandan magazin dünyasında at koştururken, bir yandan da baleyi yerli ve milli kılmaya soyunur. İkisi arasında tam bir doku uyuşması vardır. Bu arada islamcılar iktidara gelmiş, laik cumhuriyetin halka yukardan bakan yüksek sanat anlayış ve algısına karşı en yakın güvenli limanın arabesk estetik ve değerler olduğuna iman etmişlerdir.

Yerli ve milli bale nasıl mı olacak?

Arabesk bale yaratarak.

Tan Sağtürk ilk dans klibini Gencebay’ın “Bir Teselli Ver” şarkısı eşliğinde çekti… Basın toplantısında klibi tanıtan Tan Sağtürk  Gencebay’a hayran olduğunu söyledi… Basın toplantısına Orhan Gencebay da katıldı… Tan Sağtürk şunları söyledi:

Ben mümkün olduğu kadar klasik müziği ve baleyi yaygınlaştırmak istiyorum. Diyarbakır’da okulum var. Oraya, Mardin’e, Urfa’ya bunu anlatmanın tek yolu da bu klip çalışmam olacak, diye düşündüm. Bunu Mozart ya da Bach’ın eşliğinde yapabilirdim, ama Türkiye’nin en sevdiği kompozitör Orhan Gencebay aklıma gelince, onunla bu heyecanımı paylaştım. Bu fikrimi enteresan buldu… Benim kuşağımdan hangimiz Orhan Gencebay hayranı değildik ki?” (Hürriyet, 1 Mart 2003)

Orhan Gencebay’a gittim. “Bir Teselli Ver”i verdi ve o şarkıyla dans ettim. Ardından klip haline getirdim. Aynı klibi aynı hareketlerle Mozart’ın Requiem’i ile yaptım. Baktım ki, Orhan Gencebay’ın müziği ile olan yorum müthiş beğenildi. Mozart Requiem ile olan algılanmadı. Dokunmadı insanlara. Dolayısıyla, birtakım eserler üretmeye başladık bale için… Çünkü Gencebay’ı berberde de dinliyorlar, evlerinde de. Dolayısıyla, bu kadar saygın bir kimliğin bize destek olması çok önemliydi.” (Hürriyet-Kelebek, 29 Mayıs 2018)

Baleyi arabesk ile sentezlediniz… Vermek istediğiniz neydi?

Bale sadece bir kültürün değil, evrensel kültürün parçası… Baleye olan önyargıları parçalamak için kendi kültürümüzden bir dayanak buldum ve yine sözlerle değil dans ederek mesajı en vurucu haliyle ülkemle paylaştım.” (gozdendergi.com, 30 Eylül 2019)

Tacirimizin kültür düzeyi ile ilgili yorum yapmaya ayrıca gerek yok. Alıntılar yeterince açık.

Arabeskin yerli ve milli kültürümüzün ana dayanağı olduğu, klasik bale formasyonundan gelen biri tarafından ilk kez tescil edilmiş olur.

Üç noktanın altını çizelim: Bu yaklaşım,

a) Dershanelerine gelen müşteri-öğrenci sayısının artmasını sağlamıştır. Çünkü müfredatı bu anlayışa uygun belirlemiştir:

Klasik müzik herkesin… beğendiği müzik tipi değil. O yüzden, mümkün olduğu kadar klasiği yanında bulunduran güncel müzikler kullanıyoruz. Klasik müzik öğeleri taşıyan Türkçe sözlü şarkılarla çocukları sahneye çıkarıyoruz. Bu hem izleyenin hoşuna gidiyor, hem dans edenin.” (Radikal, 14 Nisan 2007)

b) İslamcı iktidarın kültür anlayışı ve laik cumhuriyet düşmanlığı ile örtüşmektedir. Onlara selamını hiç eksik etmez:

Mesela, Diyarbakır’da, Mardin’de, Gaziantep’te okul açıyoruz, ilk oluyor. Oysa ki cumhuriyet dönemindeyiz, böyle olmaması gerekirdi.” (NTV, 14 Haziran 2012)

Yani, laik cumhuriyetin Çaykovski diye tutturması, bale ile halkın kaynaşmasını önlemiş, bu da, kültür politikasının başarısız olmasına yol açmış oluyor. Oysa, arabesk ile, davul-zurna ile bale yapıldığında sorun aşılıyor. Bu kadar basit.

Osmanlı güzellemelerine ayrıca geleceğiz.

c) “Bütün müzikler eşit değerdedir, nitelik farkı taşımazlar, türler arasında geçişkenlik vardır” düttürüsünü motto edinen neo-liberal yaklaşımın, baleye uyarlanmış halidir. İslamcılara pek uygundur. Bu çatlaktan yerli ve milli yaygarası kolayca sızabilir. Balenin diğer danslar ile eşit ve geçişken olduğu, Batı ile sınırlanamayacağı, içine her tür malzemenin, arabesk dahil, tıkılabileceği, bu yolla da yerli ve milli alana geçilebileceği… Oğlanın yerli ve milli opera markası ile tam bir uyum içinde olan yerli ve milli bale

Bu parlak oğlan-tacir ikilisinin yollarının kesişmesi, bale sanatını temsilen 3. Milli Kültür Şûrası’na davet edilmesi tesadüf sayılabilir mi?

Kürt sorunu bale ile çözülür

90’lı yıllar Kürt sorununun ateşten gömlek halini aldığı yıllardır. Konunun nasıl büyük bir rant ile beraber hem siyasal, hem de kültürel meşruiyet alanı açtığı belleklerdedir. Güneydoğu coğrafyası “politically correct” ölçütü olmuştur. 1998 Eylül’ünde başlayan süreç 1999 Şubat’ında Öcalan’ın Türkiye’ye teslimi ile sonlanmış, ağustos ayından itibaren de PKK Türkiye’den çekilmeye başlamıştır. Bir anda oluşan boşluk, başta islami yapılar olmak üzere değişik girişimlerle doldurulmaya çalışılacaktır. Bakir bir alan ortaya çıkmıştır. Siyaset ve ticaret iç içedir.

Milli tacirimiz bu girişimcilerden biridir. Güneydoğu’ya bale kursları açmanın çok önemli siyasal ve sosyal boyutları olduğunu söyleyecektir:

Böyle okullar Türkiye’nin doğusu ile batısı arasındaki kültür farkını kapatacak. Doğu’da yaşayan insanların Batı’ya göç etmesini de engelleyecek. Çünkü Doğu’dakiler yıllarca Batı’daki yaşam tarzına özendi. Doğu’dan Batı’ya göçün bir nedeni de bu öykünme olmuştur.” (Sabah, 29 Eylül 2004)

Anladınız değil mi?

Terörden bıkmış halk, tacirimizi masallardaki kurtarıcı olarak karşılamıştır:

Ulucami karşısındaki sokakta Bach’ın müziği eşliğinde çıplak ayaklarla dans eden Tan Sağtürk Diyarbakırlılar’ı öyle coşturdu ki, halk davul-zurna eşliğinde dans etmeye başladı… Okula o gün 150 çocuk kaydoldu.” (gazetevatan.com, 19 Mart 2005)

Neyse ki, o gün bu gündür ne kültür farkı, ne göç, ne de terör kaldı… Rabbim bütün ülkelere bu derece bilinçli, birikimli iş insanı sanatçılar ihsan eyleye!

Söz konusu okulların açılmasına, kendi PR’ı ve gerekli siyasal dirsek temaslarını sağlamanın dışında hiçbir katkısı olmadığını belirtelim. Ne okulların sahibi, ne ortağı, ne de eğitmeni konumundadır.

1999-2004 arasında bu bölgede PKK siyasal terörü durdurmuştur. Tacirin ortalıkta göründüğü dönem esas bu zaman dilimidir. 2004’ten itibaren olaylar usul usul yeniden başlayacak, 2007 ile birlikte ciddi boyutlara ulaşacaktır. Bizimki de zaten bu tarihten itibaren elini eteğini çeker. (gozdendergi.com, 30 Eylül 2019)

Tacirimizin 2009’da Oslo görüşmeleri ile başlayan Kürt açılımı (Çözüm) sürecini ıskalaması elbette düşünülemez:

Kürt açılımı bu kez Diyarbakır’a bale ile yansıyacak. Diyarbakır Tan Sağtürk Bale Okulu öğrencileri, Antalya Devlet Balesi ile ilk kez Kürtçe şarkı eşliğinde oyun sergileyecek. 2-3 Haziran 2010’da Antalya Devlet Balesi ile Dicle Üniversitesi’nde, “Hêjira Çiya” şarkısı eşliğinde sahne alacaklarını belirten Zeliha Yılmaz, “Dünyada ilk defa kendi dilimizde bir bale resitali çıkaracağız” dedi.” (Milliyet, 20 Mart 2010)

Arkası gelir; 2013 Ekim’inde Diyarbakır’a gidip, ilk sanat ve dil akademisini açar. Çözüm sürecini 15 yıl önce Diyarbakır’a bale okulu açarak başlattıklarını belirtir:

Yasaklı dönemde, “Kara Üzüm Habbesi” türküsü ile ilk kez Kürtçe bale yaptım… Ben Diyarbakır halkını, yöre halkı beni sevdi… Şu anda hükümetimizin yapmak istediğini biz 15 yıl önce yapmaya başladık. Asker, polis ve BDP’li ailelerin çocukları el ele bale yaptı. Aileler de onları yan yana izleyip alkışladı. Konuştukça aralarındaki muhabbet gelişti. Biz istiyoruz ki, Türkler-Kürtler birlikte bale yapsın, halay çeksin.” (haberturk.com, 18 Ekim 2013)

Araya, bu yıl Akademiler’indeki öğrenci sayısı 30 bine yaklaşınca kendi rekorunu kırdığını, hedefinin 100 bin öğrenci olduğunu sokuşturmaktan da çekinmez. (acun.com, 15 Kasım 2013)

Dedik ya, parayı bulmanın iki yolu, medyatiklik/PR ve siyasal iktidar ile dirsek temasıdır.

FETÖ’nün hizmet yelpazesi

Müthiş hırs, sonsuz para aşkı, sıkı bir fiziğe dayalı medyatik kalınlık, sanatsal kapasitesiyle ilgili kompleks, yüksek sanatın gerektirdiği kültür ve görgüden yoksunluk, sınırsız oportünizm, devlet balesine düşmanlık, engin liberal duyarlılık ve refleks… FETÖ için yerde ararken gökte bulunan Zümrüd-ü Anka.

Tacirimiz para karşılığında islamcılarla işbirliğine hazır olduğu mesajını zaten vermiştir:

Devletin bakış açısıyla olabilecek bir şey. Kişiler ve özel kurumlar bir yere kadar sübvanse edebilir… Türkiye’de bu işi yapan tek kişi olarak görülüyorum yıllardır. Fazıl benim sınıf  arkadaşım; piyano da aynı şekilde ve bugünün kültür bakanı bizi aramadı henüz. En azından bir şeye ihtiyacımız olup olmadığının… sorulması gerekiyor.” (Radikal, 14 Nisan 2007)

FETÖ’cüler mesajı alırlar. Gereği yapılır; bağlantı kurulur. Ama, öncesinde birkaç pürüzün giderilmesi gerekir.

Karahan’ı Opera’nın, bunu da Bale’nin başına getirmeli. İşler tıkır tıkır yürür. İleride, biri Zeki Müren söyler, diğeri de önünde dans eder. Böylece, Opera-Bale müsibetinin de namazını kılmış oluruz.

Ama, dikkatli davranmalı; bu laik cumhuriyetçi kesim bale konusuna hassastır. 90’larda  davullu zurnalı “Türk adımlı bale” olayında kıyametler koparmış, kelle almışlardı. Bu Tan hem televoleci, hem arabesk dansçı, hem de devlet balesini kalaylayıp duruyor, üstelik, Ergenekon ile ilgili o kesimi okşayacak şeyler de söylemedi. Bu şekilde DOB’a sızdırılması olanaksız.

İlk etepta DOB’a saldırısı durdurulur. Bir buçuk yıl öncesine kadar, “Elimi öpüyorlar, mastürbasyon yapıyorlar, en zayıf devlet balesi”  diye saydırdığı DOB’a işbirliği mesajları ile PR kıvamı aldırılır:

8-13 Eylül 2008 tarihinde düzenlenen 1. Uluslararası İstanbul Bale Yarışması nedeniyle, Genel Müdür Rengim Gökmen ve jürideki Türk bale sanatçılarına övgüler düzer. Üstelik, yarışmanın sunuculuğunu da yapar. İşin perde arkasını bilmeyenler için şaşırtıcı bir durumdur:

Bugüne kadar bu tür yarışmaların hep karşısında oldum. Çünkü sanatın yarışmasının olamayacağını savundum.” (gece.com, 3 Eylül 2008)

Ama artık fikir değiştirdiğini söylemekle yetinmez, bir yıl önce ciddi bir kalp ameliyatı geçirmiş olmasına rağmen,

Genel Müdür ile konuştum. Önümüzdeki yıl Devlet Balesi’nde çeşitli projelerle yer alacağım…30 yıllık kariyer geçmişimde en iyi zamanlarımın şimdi olduğunu hissediyorum. Performansım çok yükseldi.” diyerek, DOB ile uyum ve işbirliği içinde olduğu mesajı verir. (gece.com, 3 Eylül 2008)

Ardından, Ergenekon sürecinde son derece duyarlı hale gelen laik cumhuriyetçi kesime de güçlü bir sinyal vermesi istenir:

Çok küçük bir çocukken annem bana, “Tan, bir kadın var, hayatını tamamen çocuklara adamış. Türkiye’de birçok insan böyle olsa, bu ülke çok farklı yerlere giderdi” dedi. İşte, Türkan Saylan ile tanışıklığım böyle, hiç tanımadığım bir insan üzerine kurulmuş bir rol model ile başladı.

Türkan Saylan’ın tavrı çok devrimci bir tavır. Biz de 10 yıldır Doğu ve Güneydoğu’da çaba sarfediyoruz. Kendimi bir nevi postal giymiş gibi hissediyorum. Çağdaş Yaşam Derneği’nin postalı. Eskisi gibi değil, şimdi yeni postal bu.” (gazetevatan.com, 23 Nisan 2009)

Hey gidi Valide Sultan hey!

Anımsatalım: Türkan Saylan kanser tedavisi görürken, Ergenekon sürecinde FETÖ’cü savcılarca gözaltına alınmak istenmiş, FETÖ’cü polislerce evi aranmış, laik cumhuriyetçi kesimde oluşan büyük tepki nedeniyle, geri adım atılmıştır.

Tacir, oluşan bu tepki seline kaynak yaparak, Abbas Güçlü’nün 23 Nisan 2009 tarihinde Saylan’ın evinden sunduğu, “Abbas Güçlü ile Genç Bakış” programında yukarıdaki sözleri söylemiştir. Kendisini de, adını bile tam söyleyemediği Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin bir parçası sayacak pişkinliğe ulaşarak.

Esas amaç, Ergenekon sürecinin simge figürlerinden Saylan’ın arkasına saklanarak, laik cumhuriyetçi kesim ile berabermiş izlenimi doğurmaktır. Pişkinlik bununla kalsa iyi, Doğu ve Güneydoğu’da, başta kız öğrencileri okutmak için burs veren ÇYDD’ni, değil burs vermek, aynı bölgedeki çocukların sırtından para kazanan kendi ile bir tutması etik hiçbir kırıntı dahi taşımamaktadır.

Adam sen de, etik dediğin ne ün, ne de para getiriyor…

O bir işadamıdır.

Çok geçmeden takke düşecektir:

Türkan Saylan’a zulmeden, ÇYDD’ne atılmadık iftira bırakmayan FETÖ’cülerin düzenlediği Türkçe Olimpiyatları’nın 9.su, 15-30 Haziran 2011 tarihleri arasında yapılıyor. Davetliler arasında tacir de var. Hem de ne davetli! Basının ilgisi üzerinde. Hocaefendi’sine selamını yollar:

Bu, Türkiye’de gerçekleştirilmiş en büyük organizasyonlardan bir tanesi. Herkesin desteklemesi gereken bir organizasyon. Organize edenlere herkesin müteşekkir olması lazım.” (haberler.gen.al, 21 Haziran 2011)

Peki, olmayanlar mı var?

Evet, laik cumhuriyetçi kesim.

Tacirin görünmeyen çirkin yüzü açığa çıkmaya başlamıştır:

Egemen Bağış konuşuyor. Hani, şu Bakara-makara bakan, Rıza Sarraf’tan yüz binlerce dolar alıp, ardından Prag’a büyükelçi yapılan. O sırada Başmüzakereci.

Bakın ne diyor:

Ne acıdır ki, Atatürk’ün hayalini gerçekleştirmekle kalmayıp, Türk dünyasının da ötesine geçip, o kültür köprülerini kuran çok büyük bir zat [Fethullah Gülen’i kastediyor] bugün vatan hasreti çekiyor. O, diğerleri gibi Atatürk hakkında nutuklar atmaktansa, onun hayallerini gerçekleştirmeyi seçti.” (Hürriyet, 26 Haziran 2011)

FETÖ’nün Atatürk’ün hayalini gerçekleştirdiğini söyledikten sonra, konuşmasının bir yerinde değerli dostu Sinan Çetin’in duygularını paylaştığını söyler.

Neymiş o duygular?

Sinan Çetin: “Ona [Fethullah Gülen’e] teşekkür etmemin en önemli tarafı, bu ülkeyi, bu insanları, bu dili sevdirdiği için. Hrant Dink’in katillerine, Orhan Pamuk’a, “Seni öldüreceğiz” diyenlere bu ülkeyi bırakmadığı için.” (Hürriyet, 26 Haziran 2011)

Tacir ise, Sinan Çetin’e kefil, Hocaefendi’sine meftundur:

Dans sanatçısı Tan Sağtürk ünlü yönetmenin Fethullah Gülen ile ilgili söylediklerine sonuna kadar katıldığını dile getirdi.” Bu işi başlatanın da o salonda olması gerekirdi” diyen Sağtürk…” (Zaman, 23 Haziran 2011)

Kefil olduğu Sinan Çetin, Hrant Dink’i Ergenekon’un öldürdüğüne işaret ile, onları içeri tıktığı için Hocaefendi’sine teşekkür ediyor. Oysa, bu cinayeti bizzat FETÖ’cülerin işlediği çoktan açığa çıktı.

Sinan Çetin, FETÖ dalgalarında sörf yaparken hızını alamayıp, Türkiye Cumhuriyeti isminin de yanlış olduğunu söyleyecektir:

Adımızın Osmanlı olarak devam etmesini çok isterdim.” (Cumhuriyet, 12 Ocak 2015)

Acaba tacir bu konuda ne düşünüyor? Osmanlı övgülü Osmanlıca Saraydan Kız Kaçırma’nın kilit isimlerinden biri olduğuna göre… Yoksa, FETÖ ile Atatürk arasındaki benzerliği çok gerçekçi bulduğu için mi orada yerini almıştı?

Hocaefendi canım efendi

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün FETÖ sempatisi sır değil. Bizim tacir Gül’ün peşinde.

First Lady Hayrinüsa Gül İzmir’e, 5. Konuşan Kitap Şenliği’ne katılmak üzere gelir. Tabii, bizimki de peşinden. Bu Konuşan Kitap Şenliği pek gırgır; islamcıların seçtiği ünlüler 15 dakika yüksek sesle kitap okuyor ve kitap okuma alışkanlığı kitlelere efsunlanıyor. Tam ense kulak yerinde bir sosyal sorumluluk projesi. Ünlüleri kitap okurken gören garip guraba derhal kitaba sarılıp, aydınlanıyor. Sosyal sorumlu tacir de elini taşın altına koyup, okuma alışkanlığı olmayanları 15 dakikalık mutluluktan mahrum bırakmıyor. (CHA, 12 Ekim 2012)

--Her zamanki pusulam: Siyasal otorite.--


Ardından, laik cumhuriyet tarihi açısından önemli bir kırılmayı simgeleyen Gül’ün Çankaya Köşkü’ndeki 29 Ekim resepsiyonu geliyor. O gün yapılmak istenen cumhuriyet yürüyüşünü islamcılar, daha sonrasında defalarca tanık olacağımız üzere, yasaklarlar. Tepki büyüktür. Laik cumhuriyetçi kesim diken üzerindedir. İslamcılar Ergenekon kumpasıyla laik kurumların direncini kırmışlardır. Bu tarihe kadar (2012) türban nedeniyle resepsiyona katılmayan asker kesim katılma kararı alır. İlk kez türbanlı resepsiyon yapılacaktır. Laik kesimin tarihsel temsilcisi CHP’nin genel başkanı Kılıçdaroğlu boykot eder.

Tacir mi?

Koşa koşa katılacaktır.

Okullarının Akademi adını alması ile bu süreç arasında bir ilişki olabilir mi?

Ağzınızdan yeller alsın!

Akademinin anlamı mı?

Kısaca, daha çok müşteri, daha çok para.

Bu arada çözüm süreci adı verilen Kürt açılımı tam gaz. Yukarıda tacirin, “biz çözüm sürecini 15 yıl önce bale ile başlattık” dediğini aktardık. Ancak, bu derece yüksek sesle angaje olması dikkat çekici. Çünkü 2009’da bu konuda epey dolaylı ve utangaç bir görünürlüğü vardı. Siyasal iradenin netleşmesini beklediği düşünülebilir. Fakat bu durumda 2013’ü beklemesine gerek yoktur zira söz konusu irade 2010, 2011 ve 2012’de son derece belirgindir.

İki sağlam poliçe, angajmanının derinleşmesini sağlar:

a) Ergenekon sürecinin islamcıların zaferi ile sonuçlanması

b) Açılım/Çözüm sürecine FETÖ’nün açık destek vermesi.

2012’de Ergenekon süreci islamcıların zaferi ile sonuçlanmıştır. Tacirin çekinmesine gerek kalmamıştır. Ama, esas işaret fişeği Hocaefendi’sinin 8 Ocak 2013’teki  demecidir:

Heyet-i islamiye ve heyet-i milliye arasında huzurun temini adına katlanılabilecek her şeye katlanmak lazım. Hayır sulhtadır, sulh her zaman hayırlıdır.

Gazetecilik zamanı geldi

İşte, bu demecin üzerinden henüz 4 ay geçmiştir ki, tacire paldır küldür gazeteci kimliği edindirilir. 5 Mayıs 2013’ten itibaren Radikal gazetesinde haftalık söyleşiler yapmaya başlar.

Herhalde bale-dans ile ilgili olsa gerek.

Yok, hayır. Bir teki bile değil.

İki temel konu, çözüm sürecinde Akil Adamlar ve Gezi olayı.

Hocaefendi’sinin adamları öyle uygun görmüş olmalılar.

Tamam da, tacirin böyle bir siyasal kültürü yok ki. Bu saate kadar, siyasal tarih ve yaşam ile ilgili ne bir yazısı, ne de demeci var. Televole ve magazin kültürü ile bu konuların nasıl bir ilişkisi olabilir?

Yoksa, hazır sorular bir yerlerden mi gönderiliyor? Medyatik figür oluşundan kaynaklanan bir kazan kazan ilişkisi mi?

Söyleşilerde “Akil Adam” projesine bol kepçe övgü düzülür. Hatta, Orhan Gencebay, Hülya Koçyiğit gibi akiller bizzat yer alırlar. Ne inciler var, ne inciler! Uzatmamak için ayrıntılara girmeyelim. 5 Mayıs-29 Eylül 2013 tarihleri arasında toplam 15 kişi ile yapılan bu söyleşilerden yalnızca akilin akili Berhudar Orhan’dan bir alıntı:

Biz anarşistiz… Akillerin en sivrileri devrimciler, ilericilerdir. Belki onlar da başta anarşist olarak anılmıştır. Bunlardan biri peygamberimiz Hz. Muhammed’tir. Bir diğeri Atatürk’tür.” (Radikal, 18 Mayıs 2013)

Bu Gencebay’ın değerini şu fani dünyanın hangi kıymeti karşılayabilir ki?

İkinci konumuz Gezi olayı. Söyleşilerde istisnasız herkes Gezi’yi savunur. Bazı isimlere ağzınız açık kalıyor.

Tuhaf şey; yoksa, tacir solcu falan mı oldu?

Dünyada olmaz! Nureyev solcu değildi ki…

Söyleşilerin yapıldığı sırada, henüz olaylar devam ederken, Akademi’sinde müzik dersi veren Nur ve Ergüder Yoldaş çiftinin oğulları Devrim Yoldaş’ı Gezi’ye katıldığı için işten çıkardığına göre... (Milliyet, 9 Temmuz 2013)

O halde?

Sakın FETÖ’cüler, ”İçinize sokmayın ama karşı bile olsak, Gezi’yi destekleyin, bizim için önemli olan hükümetin yıpratılmasıdır” demiş olmasınlar?

Ergenekon başarısı ile laik cumhuriyet iradesi kırıldığına göre, artık rant ve iktidar kavgası başlayabilir.

Nitekim, tacirin gazetecilik macerasından iki buçuk ay sonra FETÖ’nün hükümete ilk büyük saldırısı gerçekleşecektir: 17-25 Aralık 2013. Birbirlerine peşrev çekmekle geçen 2012 Şubat’ı ile 2016 Temmuz’u arasındaki dönem, tacirin işadamı kimliğinin iyice yerleştiği, iş hacmi, ciro ve kârının katlandığı bir dönem olacaktır.

FETÖ’ye yanaşıp da para kaybeden işadamı var mı?

Tacirin avantası… balenin kumandası

Dedik ya, tacirimiz kemiksiz liberal. Üstelik kültürü de öyle. Tabii, Türk usulü liberal.

Bizde devlet balesini İngilizler kurmuş, Sovyetler devam ettirmiştir. Her ikisi de klasik baledir ve son derece ortodoksturlar. Nitekim, ilk resmi modern dans topluluğu devlet balesi ve devlet konservatuarı dışından bir isme, Beyhan Murphy’ye, 1992’de, neo-liberal dönemin başında kurdurulmuştur. Uzun yıllar yama gibi durmuş, bünyeye uyum sağlayamamıştır.

Tacirimiz devlet balesinin dışında kalınca,

a)Devlet nezdinde herhangi bir sanatın yapılamayacağını anladım.” (Milliyet, 23 Aralık 1998) düsturundan yola çıkarak, önce, devlet balesine alternatif bir topluluk kurmak istiyor: Genç Türk Balesi

Önünde iki örnek var:

Cem Ertekin’in 45 yıl sürdürdüğü Çağdaş Bale Topluluğu ve Aysun Aslan’ın 5 yıl sürdürdüğü Türkuaz Modern Dans Topluluğu.

Tacir düşünür:

Cem Ertekin örnek alınamaz; bir defa adam ticaretten anlamıyor. İşi bilmediği için de cebinden para harcıyor. Üstelik, annesi gidip komünistle evlenmiş. Belki buna da bulaşmıştır. Yani, anti-örnek. Don Kişot’luğun alemi yok! Aysun Aslan Siemens’i sponsor yapmış ama yürütememiş. Doğal. Çünkü “Türk Fonteyn” değil. Dizide falan da oynamamış. PR’ı yetersiz. Oysa, ben “Türk Nureyev”im.

Bizimki 20 yıl çabalayıp topluluğunu kuramayınca, “en iyisi devlet balesinin başına gelip, o topluluğu benimki yapayım” dedi ve kendini 50 yaşında DOB’a aldırttı. Bildiğiniz Türk usulü liberalizm.

Nasıl yani?

Oğlanın yaptığı gibi. Kamu olanaklarıyla cebini doldurmaca. Üstelik, oğlana göre daha avantajlı çünkü okulları var.

b) Alternatif dans topluluğu işi yatınca, bu kez devlet konservatuarına alternatif bir konservatuar kurmak istiyor. Tamam da, bu büyük iş. Devlet konservatuarında yalnız bale yok ki. Kendisininkinden önce açılmış birçok bale kursu var. Hadi, diyelim ki, yanına değişik dansları da ekledin, yine olmaz; müzik, tiyatro vb. gerek. Hem para, hem PR… hem de nasılından!

2011-2012’ye kadar bildik bale okulu formatıyla yürüyor. Güneydoğu’daki siyasal atmosferi PR’ına dönüştürmek için, hemen hiçbir sorumluluğunu üstlenmediği okulları kendisinin kurduğu efsanesini yayıyor. Bale konusunda ilkleri başardığını söylüyor. Hangi ilkler olduğu bulmacasını ise, bizim çözmemizi istiyor:

Bir ülkede ilk olmanın hazzı var… Yurt dışından gazeteciler geliyorlar, ilk sordukları soru “Bir ülkede ilk olmak nasıl bir duygu?” Sekiz, dokuz yıldır Türkiye’deyim. Bir fikir adamı duruşu oluşmaya başladı.” (Radikal, 14 Nisan 2007)

Acaba, Türkiye’nin ilk fikir adamı dansçısı olduğunu mu söylemek istiyor? Talihsiz olan, ikide bir balet sözcüğünü kullanması. Doğrusu, erkek dansçı’dır. Bale terminolojisinin hiçbir versiyonunda erkek dansçıya balet denmez.

Türkiye’de balet olmak nasıl bir duygu?

Yabancı basının genellikle bana sorduğu ilk soru, “Bir ülkede ilk olmak nasıl bir duygu?” Bu sorunuzun cevabını bilmiyorum.” (kadinja.com, 26 Eylül 2019)

Buradan da, Türkiye’nin ilk erkek dansçısıyım, sonucu çıkıyor. PR’dır, her şey mübahtır da... Yoksa, en ünlü erkek dansçısıyım mı demek istiyor?

Bale okulları açıyoruz. Açtığımız okullar cumhuriyet tarihinin ilk bale okulları, bu okulları açmak ise bana nasip oldu.”(istanbulkoleji.com, 28 Kasım 2016)

Eğer Güneydoğu’daki okulları kastediyorsa, onların hiçbirini kendi açmadı. Oralarda görünüp yalnızca reklamını yaptı. O okullara esas destek, eğitmen sağlamak anlamında, DOB’dan geldi. Sessiz sedasız. PR’ın kemiği yok ki, salla gitsin. Yok efendim, devlet balesini oralara götürüp, dans ettirmiş, yok reklam ve ticaret aracı olmasın diye o okullara adını vermemiş, yok, Olağanüstü Hal Bölgesi’nde postalları giyip Diyarbakır’a gitmiş, oradan arabayla Mardin’e geçerken defalarca durdurulmuş, “orada okul açma” diyenler çok olmuş, ama o inat edip açmış (gozdendergi.com,  30 Eylül 2019), yok, açtığı okullar dolup taşmış, bir dans ve müzik ordusu kurulmuş (egelife.com, 1 Nisan 2017), yok, okul açıp binayı boyamaktansa, okulu açmadan bir yıl öncesinden çalışmalara başlayıp, söyleşiler düzenlemek suretiyle tanıtımlar yapmış ve birçok insana ulaşmış (gossipdergi.com, 10 Eylül 2019). Unutmayın, o bir masal kahramanı. Gerçekte neler olduğunu bir bilseniz! Güneydoğu okullarının sahipleri, nasıl açıldıkları, neler yaşandığı ayrı bir yazı konusu.

Yine de, tacirin okullara bakış açısıyla ilgili ufak bir ipucu isterseniz:

Diyelim ki, bir şehirde okul açmaya karar veriyoruz. Burasının uygun bir yer olduğunu düşünüyoruz, çünkü mesela Kayseri tamamen işadamlarının bir araya geldiği, iş üzerine dönen bir şehir. Gaziantep aynı şekilde. Buralar akıllıca açılacak olan yerler. Tespit ediliyor.” (Radikal, 14 Nisan 2007)

Sanırım, gayet açık.

Eğer, “ilk” ten kastı Güneydoğu’dakiler değil de diğerleriyse, Türkiye’de balenin tarihini iyi bilmiyor demektir.

Tan Sağtürk modeli oluşmuş bir model, bu yüzden [Güneydoğu’da] erkek çocuklarını da rahatça [baleye] gönderebiliyorlar. Eşcinselliğe karşı bir tepkim yok. Ama ben heteroseksüelim. Prototip bir adam çıkıyor öyle olmayan ve bakışları değişiyor.” (Radikal, 14 Nisan 2007)

[Erkek çocuklarının baleye gönderilmeme önyargısı hakkında:]

Benim sevilmemle beraber bunun [önyargının] daha çok kırıldığını düşünüyorum.” (Hürriyet-Kelebek, 29 Mayıs 2018)

Baletlere yönelik önyargı var… bunu kırmak için söyleşiler ve etkinlikler düzenliyorum yıllardır… Evliyim ve iki evladım var… Geçmişte balenin çok bilinmemesi nedeniyle bu önyargıların oluştuğu kanaatindeyim.” (Sabah, 27 Mayıs 2019)

Türkiye’ye geldiğim zaman insanların, “Aa, erkek balet nasıl olur?” diye konuştuklarını duydum; balet olmayı anlattıkça anlayabildiklerini gördüm.”(istanbulkoleji.com, 28 Kasım 2016)

Doğu’da erkek konusu daha esnek. Batılılaştıkça, travmalar arttıkça insanların bakış açılarında deformasyon oluşuyor.” (marasgundem.com, 21 Ekim 2018)

Yani, “bale yapan erkeklerin eşcinsel olacakları düşüncesi yaygındı, bu önyargıyı kırmam ilklerim arasındadır”, demek istiyor. Vallahi, konu epey gıllıgışlı. Peki, eşcinselin karşıt anlamlısı Osmanlı erkeği olabilir mi? Hani, tacir diyor ya,

Osmanlı erkeğiyim, istediğimin yapılmasını isterim. Sevgilim kalkıp her sabah kahvaltımı hazırlamalı. Dediğimin yapılmasını isterim.” (Hürriyet, 18 Ocak 2009)

Buraları bizi aşıyor. Erbabına sormalı. Mesela İlber Ortaylı’ya. Tacirin İlber Abi’si…

Neyse, her tüccar malının reklamını yapar, yaparken de aynı şeyleri söyler: İlk, benzersiz, piyasanın en iyisi vb.

Tacirin gerçek ilkleri

Yine de, tacirin okullarının diğerlerininkilerden iki önemli farkı olduğunu teslim edelim. “İlk” niteliğini hak eden iki gerçek:

a) Sayısal fark: Okul sayıları market zinciri misali. Bir ara 16’yı buluyor. Bırakın Türkiye’yi, dünyada bir ilk olduğunu söylüyor:

Avrupa’da aynı eğitimi veren herkesin iki, bilemedin üç okulu vardır. Bizimki gibi 16 tane okulu olan yok, o yüzden de başka örneği yok.” (NTV, 14 Haziran 2012)

Tek çatı altında bale, dans, müzik eğitimi veren, bu kadar çok şubesi olan Avrupa’nın en büyük akademisi haline geldik.”(gozdendergi.com, 30 Eylül 2019)

Dünyada bu kadar çok öğrencisi, öğretmeni olan okul yok; bu zincir… Emsali olmamış bir iş… Sonuçta da büyük başarı oluyor.” (Aslı Şafak’la İşin Aslı, 19 Mayıs 2020)

250-300 kişiliktir dünyada kaliteli kurslar. İlk kez dünyada bir bale okulu 14 000 öğrenci ile hizmet ediyor. 20 000’in üzerinde mezunu var.” (TELE 1, 24 Ekim 2020)

Böyle bir başarı globalleşmiş dünyada elbette dışa açılmayı gerektirir:

En büyük amacımız global eğitim kurumları arasında, o ülkelerde yer tutabilmek.” (robbreport.com, 12 Mayıs 2021)

Bu sanatın doğduğu, geliştiği ülkelerde durum bu iken, bizde nasıl oluyor da, onlarınkini katlayan bir başarı elde edilebiliyor?

Çok basit: Tacir baleyi yüksek sanat kategorisinden çıkarıp, pop sanat sınıfına alınca, ilkinin gerektirdiği ince eleyip sık dokuma, nitelik ölçütüne yaslanma zorunluluğu da ortadan kalkıyor. Sonrası nicelik bayramı ve para sayma işi. Fabrikasyon üretim ve pazarlama.

Zaten kendi okullarının reklamını yaparken balenin yararlarını şöyle sıralıyor:

“[Bale] ayakta durmayı, sosyal yaşamda başkalarıyla dirsek temasında egolarını, hırslarını doğru kullanabilmeyi öğretiyor… Hayatın bütün tuzaklarından geçerken de kontrollü bir şekilde atlatmamızı sağlıyor.” (Hürriyet, 1 Mart 2003)

[4-8 yaş arası bale yapmanın yararlarını sayıyor:]

 “Kiloyu önleme, hastalık riskini azaltma, kaliteli bir yaşam, mental gelişimi sağlayan farkındalık, dikkat, kendini bütünsel algılayabilme, masal kahramanı olmanın getirdiği mutluluk ve zenginlik.” (Hürriyet, 17 Aralık 2012)

Harika! Bunu alana yanında şunlar da bedava:

Çocukları olan sorumlu aileler çocuklarından hayata dair neler bekliyorlarsa, dans ve müzik eğitimi zaten çocuklara bu değerleri fazlasıyla veriyor… Senelerdir çocuklarını okulumuza getiren aileler de bu eğitimin çocuklarının hayatlarında, derslerinde, evin toplanmasından tutun da, çok az bir çalışma ile bile sınavlardan yüksek not alınmasına kadar çok çeşitli noktalarda olumlu yönde belirgin farklar yarattığını söylüyorlar.” (egelife.com, 1 Nisan 2017)

Okulumda 7-8 öğrencim vardı, “Hepimiz Robert’i kazanacağız” dediler… Sekize sekiz. Hepsi Robert’i kazandı. Çok geniş düşünebiliyorlar baleden sonra… Başarı, mutluluk, sağlık. Bale yapan insan dinlemeyi de öğrenir.” (Hürriyet-Kelebek, 29 Mayıs 2018)

Bitmedi:

Örneğin, yan yana elli kişi, birbirlerine değmeden senkronize dans etmek zorundadır. Bu, hayata bakış açısını değiştiriyor insanın. Bunun üzerine ne koyarsanız koyun.” (gozdendergi.com, 30 Eylül 2019)

Bunun üzerine demokrasi de konabilir mi? Şeriatçılar ile laik cumhuriyetçiler, Atatürk ile Hanedan, Nazım Hikmet ile Yahya Kemal/Necip Fazıl, klasik müzik ile alaturka yan yana birbirlerine değmeden, senkronize saygı içinde varlıklarını sürdürebilirler. Hiçbir sorun olmaz. Yeter ki, bale eğitimi alınsın.

Ve altın vuruş:

Yetişkin balesi ya da pilates… İnsanlar kendilerini çok iyi hissediyorlar, algılar açılıyor, iş dünyasında başarı, en önemlisi, ikili ilişkilerin pansuman edildiği, tedavi edildiği… Herkes yapsaydı, Türkiye bulunduğu noktadan farklı bir yerde olurdu.” (TELE 1, 24 Ekim 2020)

Buna kim hayır diyebilir? Paranın ve aşkın birlikte sunulduğu çekici formül…

Düşünsenize; biri geliyor ve size, çocuğunuzun yaşamın bütün tuzaklarından korunabileceğini, kilo almayıp, hasta olmayacağını, masal kahramanı olarak çok mutlu olacağını, evi dağıtmayıp, odasını toplayacağını, çok az çalışıp, çok yüksek notla sınavları vereceğini, Robert College’i kazanacağını, iş yaşamında çok başarılı olup felaket para götüreceğini, üstelik, eşiyle her türlü sorununu anında çözebileceğini söylüyor. Kulağınıza da bu rüyanın tek bir kilidi olduğunu fısıldıyor: Bale.

Öyle, Kaf Dağı’nın ardında da değil, size en yakın Tan Sağtürk Akademi’de. Endişe etmeyin, en yakın bir tane mutlaka var.

Sevgili öğrencilerimizi müzik-bale-dans dersleri için en yakın Tan Sağtürk Akademi’ye bekliyoruz.” (Avek Magazin, sayı: 14, Şubat-Mart 2018)

Anladınız değil mi?

Bir bale okulunun başarısı para ödeyen öğrenci sayısı ile ölçülüyorsa ve verdiği rakamlar PR şişirmesi değilse, tacirin eline bu dünyada kimse su dökemez.

Tamam da, bir bale okulunun başarı ölçütü bu mudur?

Neyse, ayrıntılara girip tacirimizi üzmeyelim…

Akademi deyip geçme

b) Akademi niteliği: Tacirimizin esas olayı burada başlıyor. 2011’de 9. Türkçe Olimpiyatları bağlamında göstermesi istenen FETÖ sempatizanlığını layıkıyla yerine getiriyor. Elbette karşılıksız değil. Önemli bir  ticari atılım gerçekleştiriyor. Hemen arkasında duran siyasal bir heyüla ile.

Okulunun adını Akademi’ye çeviriyor.

Akademi sözcüğü kurs/okul’a göre çok daha derinlikli bir yapılanmayı çağrıştırır. Çünkü yüksek öğretim anlamına geliyor. Sanat kurumlarının en verimli ve köklü olanları genellikle akademi biçimi ve adıyla örgütlenmişlerdir.

Tacir, ilk adım olarak okulundaki yelpazeyi genişletiyor: Tiyatro ve drama, müzik, çağdaş sirk sanatları, fotoğrafçılık, bilinç ve farkındalık vb.

Üstelik yurt dışına açılma adımları atıyor:

Miami’de 60 öğretmeni ve öğrencileri olan hazır bir okulu devralıyoruz. Aynı şekilde Londra’da da bir okul bulduk.” (NTV, 14 Haziran 2012)

Acaba bu işlerde FETÖ’nün finansal ve kurumsal desteği var mı?

Yanı sıra, devlet konservatuarını hedef tahtasına koyuyor:

Konservatuara girenlerin yarısından çoğunun bizden gittiğini görüyoruz ama benim amacım öğrenciler konservatuara girsin, meslek edinsin değil, çünkü şu anda Türkiye’deki sistemde ben kendi çocuğumun da devlet konservatuarından mezun olup Devlet Opera ve Balesi’ne girmesini arzu etmeyebilirim. Yurt dışı seçeneğini her zaman kafamda tutarım ve tercih ederim. Oysa ki, buradaki eğitim sistemi çok daha kuvvetlenmiş olsaydı, dönüp eskiyi aramasaydık, o zaman tabii ki, isterdim.

Nitekim böyle olmasaydı, bizim rakibimiz çok olacaktı, halbuki şu anda rakiplerimizi yurt dışında arıyoruz.” (NTV, 14 Haziran 2012)

Yani, devlet konservatuarı çok yetersiz, ona alternatif olarak biz varız. Ve bu konuda o kadar tekiz ki, rakiplerimiz ancak yurt dışındakiler olabilir.

İyi de, devlet konservatuarının yüksek bölümü var, ayrıca üniversiteye bağlı.

Hallederiz…

Nasıl?

Bilgi Üniversitesi’nde, “Dans ve Sahne Sanatları Tasarım Bölümü” açarak. Bölüm başkanlığına da elbette tacir atanacak.

Tan Sağtürk Akademi’den yüzlerce öğrenci mezun oldu. Akıllarına, “mezuniyet sonrası ne yapacağız sorusu takılıyor. MEB onlara okul açma ve öğretmenlik hakkını tanısa da, öğrenciler daha fazlasını istiyor.

Devlet konservatuarları yeterli değil mi?

Onlar bizi yetiştirdi ama bünyelerinde hiçbir alternatif çalışma yapılmadı. Biz uluslararası okulların müfredatlarını araştırdık ve bulduğumuz eksikleri de gidererek yepyeni bir bölüm kurmaya karar verdik… Türkiye’de ve hatta Ortadoğu’da bir ilki gerçekleştirmiş olacağız. [Bu bölümden mezun olanlar] koreograf, kostüm tasarımcısı, hareket fotoğrafçısı olabilirler. Çocuklar sahne ve ışık dersi, akrobasi ve bale dersi alacaklar. Felsefe de öğrenecekler. Dolayısıyla, felsefe yapabilen entelektüel dansçılar yetiştireceğiz... Mezun olanlar için iş imkânı da yaratmak istiyoruz.” (hthayat.haberturk.com, 2 Ağustos 2014)

Yani, devlet konservatuarı artık kocadı, yerine alternatif bir model geliştirmeli. Lise sonuna kadar olan kısmı Tan Sağtürk Akademi’nin ilk evresi, yüksek kısmı da Bilgi Üniversitesi’ndeki ikinci evresi olacak.

Devlet konservatuarı ot dansçı yetiştiriyor, buradan felsefe yapan entelektüel dansçı çıkacak. Kendi de “fikir adamı” ya. Üstelik, bunlara iş garantisi de verilecek.

Eh, yeme de yanında yat!

Kim çocuğunu göndermez ki?

Tamam da, bu iş garantisi nerede verilecek? Ülkede devlet balesi dışında kendi yağıyla kavrulan topluluklar falan yok ki.

Tacir eski rüyasını tekrar görmeye başlar:

Elbette ki, bir topluluk kurma hevesimiz ve kararımız var. Çok iyi dansçılar çıkmaya başladı. 4 yıllık bir üniversite ile anlaşma yapıp kendi topluluğumuza da aktarabileceğimiz bir yapı oluşturmaya çalışacağız, böylece, diğer topluluklardan bambaşka bir çalışma biçimimiz olacak.” (NTV, 14 Haziran 2012)

Anlaşıldı; Genç Türk Balesi hikâyesi 2.baskı.

Demek ki, kaşalot finansman söz konusu.

İyi de ya kuramazsa? O zaman çocukları nereye yamayacak?

Tabii ki, devlet balesine.

Yahu, alırlar mı hiç? Devlet konservatuarı dururken…

Peki, ya tacir devlet balesinde söz sahibi bir konuma gelirse?

O zaman olur. Ama, o yaştan sonra nasıl olacak ki? Yasal olarak, ancak 8. madde ile olabilir fakat o işi kitabına uydurmak çok zor. Adamın balede “yüksek başarı”sı filan yok ki…

Burası Türkiye… O yok ama Hocaefendi var. Ayrıca, “Türkiye’ye baleyi sevdiren adam” manşetli bir PR dalgası işi bitirir.

16 Haziran 2014’te Tan Sağtürk Akademi ile Bilgi Üniversitesi arasında işbirliği anlaşması imzalanır:

Bu işbirliği kapsamında BİLGİ bünyesinde hem profesyonel dansçı ve dans öğretmeni, hem de koreografların yetiştiği dört yıllık bir dans lisans programı kurulması hedefleniyor… Tan Sağtürk Akademi’den mezun olan her öğrenci LYS’de başarılı olup, ÖSYM tarafından BİLGİ’de herhangi bir bölüme yerleştirilmesi durumunda yüzde 20 burs; Dans Lisans Programı’na yerleştirilmesi durumunda ise özel burs imkânına sahip olacak.” (istanbul.net.tr, 20 Haziran 2014)

Böylece, Tan Sağtürk Akademi’deki akademi sözcüğünün de içi dolmuş oluyor: Yüksek kısmı da içeren gerçek bir konservatuar.

T. Sağtürk: “Bu akademi benim için bir rüyaydı. Şu anda bir dansçının en büyük rüyasına sahibim.” (istanbul.net.tr, 20 Haziran 2014)

Baleci Cemaat mi?

Hocaefendi’si bu işin neresinde? Yoksa, bale tutkunu mu?

Hayır, yalnızca kazan kazan düdüğü. Fransa’larda dans etmiş, İzmirli, yakışıklı dansçı FETÖ hayranı olunca, laik cumhuriyetin opera-bale gibi yüksek sanatlarını ayakta tutan kesimlerde FETÖ’ye olan antipati törpülenir. Karşılığında, tacire hem yurt dışına açılma, hem üniversitede bölüm açma, hem de devlet balesine girip, pazar alanını genişletme olanağı sağlanır.

Bir de ortak amaçları var: Her ikisi de devlet balesinin liberal, yani özel sektör ile halvet olmasını istiyor. Bunun da yolu, çok seyircili işlerden geçiyor.

Nasıl olur?

Basit: Düzeyi düşürürsün, baleye su katarsın, salon dolup taşar. Herkes yolunu bulur.

Yani?

Tacir cebini doldurur.

İslamcı baleyi yok edip, laik cumhuriyetten intikamını alır.

FETÖ devreye girer ve BİLGİ ayarlanır.

Bu üniversitenin FETÖ ile yakınlığı yazıldı çizildi.

Kısa bir anımsatma:

2006 yılında BİLGİ’yi Amerikan eğitim tekellerinden Laureate Şirketi satın alır. CIA bağlantılı olduğu söylenen bu şirketin dünyanın birçok ülkesinde üniversiteleri olup, 1 milyondan fazla öğrencisi vardır.  Şirketin ABD’de çalıştığı avukatlık firmasının adı DLA Piper. Bu firmanın Türkiye’deki partneri YKK Hukuk Bürosu. 15 Temmuz’dan sonra FETÖ bağlantılı olduğu için kapatılan bu büro, Laureate şirketinin Türkiye’de çalıştığı büro. Yani, BİLGİ’nin hukuk bürosu.

Laureate, Clinton Foundation’ın altyapısını oluşturan Clinton Global Initiative’in en önemli partneri. FETÖ de bu kuruluşun önemli finansörlerinden. FETÖ’nün de, Laureate’ın da dünya çapında eğitim işi yapıyor ve bunu da ABD adına gerçekleştiriyor olmaları bu buluşmayı tesadüfi kılma olasılığını sıfırlıyor.

FETÖ’nün Clinton Vakfı ve seçim kampanyasına 100 milyon dolar aktardığı basına yansıdı. Bu dönemde Clinton Laureate’ın onursal başkanlığını yapıyor ve FETÖ’nün koşulsuz destekçisi.

IYF (International Youth Foundation), Laureate’ın da başkanlığını yapan Doug Becker’in başında olduğu bir kuruluş. FETÖ’nün ABD’deki Gulen Institute Youth Platform’u ile ortak projelerde yer alıyor.(superhaber.tv, 29 Ağustos 2016)

Gel gör ki, evdeki hesap çarşıya uymuyor. Para ve ün hırsı görme duyusunu tamamen felce uğratmış olan tacirimiz, epey cılız siyasal kültürünün de etkisiyle, FETÖ-Erdoğan arasındaki güreşte yanlış isme oynuyor. Yaşamında hep arkalanarak ve doğal sermayesi fiziğiyle bir yerlere gelmiş olan tacirimizin, arkasında koskoca Amerika’nın olduğu FETÖ’nün maçı açık ara kazanacağı değerlendirmesi şaşırtıcı sayılmamalı.

Yanılıyor. 2015 yılında açılacağı söylenen “Dans ve Sahne Sanatları Bölümü”, BİLGİ, FETÖ-Erdoğan güreşinin minder alanı içinde kalınca Erdoğan’ın takozuna teker oluyor.

Tacirin rüyasına el Fatiha!

Geriye tek seçenek kalıyor: DOB’a girip, PR’ı ve parayı o kanalla sağlama almak.

2016 Mart’ında Başbakan Davutoğlu’nun kültür ve sanat dünyasının ünlü isimleriyle “Dost Meclisi Yemeği”ne koşar adım gidiyor. Laik cumhuriyetçi sanat ve kültür çevrelerince ağır eleştirilere uğrayan bu işbirlikçilik masasında mutlaka yerini almak istiyor. Çünkü korkuyor.

2 ay sonra bu kez Saray Davutoğlu’nu yiyor. Tacir şaşkın ördek…

15 Temmuz 2016 ile 3 Mart 2017  3. Milli Kültür Şûrası tarihleri arasındaki dönem, seninkinin Saray’a, “Vallahi ben FETÖ’cü değilim. Hizmetinize amadeyim” uzun havasıyla dans ettiği dönemdir.

Arabesk koreografisi, Berhudar Orhan ve Sibel Can düşkünü Saray’a pek uygun geliyor ki, 3. Şûra’ya, onca yıllık bale sanatçı ve eğitmenleri dururken, televoleci taciri çağırıyorlar. Asla tesadüf değil. Saray için kılçıksız lokma; hem liberal, yani, baleyi özelleştirmekten yana, hem klasik kültürü cılız, yani, baleye her tür kimyasal maddeyi şırıngalayabilir, hem işadamı, yani, paragöz, hem de FETÖ bağlantısı nedeniyle, “başıma bir şey gelir de, paracıklarım gider mi?” korkusuyla titriyor.

Billahi çöpsüz üzüm.

Saray gerekeni yapıyor.

Dedik ya, konu laik cumhuriyet ve kurumları olunca islamcının FETÖ’cüsü, Saray’cısı, Süleymancı’sı, Menzilci’si bilmem necisi fark etmez. Hepsinin ortak düşmanı, kültür alanında, öncelikle opera ve baledir, senfonik müziktir.

Bu zeminleri seyreltip, zayıflatmak için genellikle işbirlikçiler bulurlar. Bazıları, oğlan gibi, kendi adamlarıdır. Bazıları, tacir gibi, para ve ün için her şeye teşne zavallılardır, bazıları ise rehine sayılırlar.

Tacirin 2. DOB dönemi

İslamcıların, FETÖ döneminde kurgulanan ve gerekli yatırımları yapılan temel amacı, devlet operasının başına oğlanı, balenin başına da taciri getirmektir. Bir imzaya bakar ama, DOB bünyesinin kaldırması zordur. İkisinin de bu sanatların gerektirdiği bilgi ve görgüden uzak oluşları, resmi sanat kurumlarına özgü  yöneticilik niteliklerinden yoksun bulunmaları işi zorlaştırmaktadır. PR’a abanmaktan başka çıkar yol görünmemektedir. Öyle de yapılır.

Basında yer alan, “Türkiye’nin önde gelen baletlerinden ve dünyanın sayılı isimlerinden Tan Sağtürk…”, “Dünyaca ünlü balet Tan sağtürk…”, “Dünyaca ünlü ve başarılı bale sanatçısı Tan Sağtürk…”, “Dünyaca sevilen ve takdir edilen balet Tan Sağtürk…”, “Balenin imparatoru Tan Sağtürk” gibi balonları bir kenara bırakırsak, ilk ciddi adım 3. Milli Kültür Şûrası’na (3-5 Mart 2017) bale temsilcisi olarak çağırılmasıdır.

Laik cumhuriyetin kültür algı ve alanlarına en ağır resmi saldırı olan bu karanlık şûrada alınan kararların özünü anımsatalım:

1) Osmanlıca ve Osmanlıcılık ihya edilecek.

2) Kamusal destek ve yasal güvence kapsamındaki yüksek sanatlara özel sektör aşısı yapılacak.

3)Disiplinlerarası denilerek, klasik olan  türler seyreltilip, tarihsel referans olmaktan çıkartılacak.

Yani?

Senfoniye alaturka, operaya arabesk, baleye spor katılacak.

Resmi bale kurumlarının şaşkın bakışları arasında bizim tacir Türk balesinin sorunlarını konuşmak üzere bakanlık tarafından muhatap seçilir. Tuhaftır, zira ne bu konuları ele alabilecek entelektüel birikime, ne de deneyime sahiptir. Devlet balesinde toplam bir yıl kalmış, resmi kurumlarda hiç eğitmenlik yapmamıştır. İyi bildiği tek konu, özel bale kursundan nasıl para kazanılacağıdır.

Gerçi, bilgiye, deneyime falan gerek yoktur; şûraya katılanlar, islamcıların önceden alınmış kararlarını tasdik etmek için konu mankeni olarak oradadırlar ama, yine de, 50 yaşında bir magazin figürünün devlet balesine sokulması, kurumda  söz sahibi bir konuma getirilmesi, yasaya göre dansçı değil de ancak koreograf kadrosu kanalından yürüyebileceği için, entelektüel bilgi, görgü sahibi biri izlenimi doğurmasını gerektirmektedir.

Şûra laik cumhuriyetçi kesimde sert tepkiye yol açınca bizimki Atatürk kartı ile imaj düzeltme işlemini zorunlu görür. Acele bir tv programı hazırlanır. Anneler günü dolayısıyla, Valide Sultan ile birlikte ekrana yerleşir. Annelik, anne-çocuk ilişkileri filan konuşulurken, tacirimiz pattadanak konuya girer:

Anne, baba bunlar son derece önemli ama hepimizin bir yol olarak ortaya koyduğu başka biri var ki, onun, Mustafa Kemal Atatürk’ün yolundan hepimiz gitmeye çalışıyoruz…”(Burası Hafta Sonu, Habertürk, 16 Mayıs 2017)

Hayda, öp babanın elini! Yahu, ne ilgisi var Atatürk’ün anne-çocuk ilişkileriyle? Programı sunan da hafif bir şaşkınlık geçirir.

Anne-çocuk ilişkisiyle ilgisi yok ama, Atatürk düşmanlığının tavan yaptığı 3. Şûra ile ilgisi var.

Şûra’nın ardından Başbakan 90’a yakın sanatçıyı toplar. Şûra kararları hakkında gereken talimatları verir. Bizimki yine en önde gidendir. (sondakika.com, 5 Nisan 2017)

Entelektüel tacir

Şûra’dan 18 gün sonra hurriyet.com’da yazmaya başlar. 23 Mart 2017 ile 23 Aralık 2018 tarihleri arasında 50 yazı kaleme alır. 2013’deki Radikal söyleşileri FETÖ’nün, bu ise, Saray’ın isteğidir.

FETÖ denkleminin aynısı: Kazan kazan. Saray medyatik, çağdaş görünümlü, batılı bir ünlü üzerinden baleye yönelik hesabını görecek, o da, kamu olanaklarıyla cebini daha çok dolduracak.

Bu bağlamda, yazıların 3 temel amacı olduğu hemen göze çarpıyor:

a) Bale konusunda son derece bilgili, dünyayı izleyen, entelektüel görgüsü yüksek biri imajı çizmeye çalışarak, DOB’a alınmasını meşru göstermek.

b) 3. Şûra kararlarını savunarak, balenin yeni dünya düzeni’ne liberal uyumunu meşrulaştırmak.

c)Kendi okullarının reklamını yapmak.

Örnek mi?

Daha ilk yazıda son derece üst perdeden efsunluyor:

Dünyanın en önemli sanat kurumlarında gerek baş bale dansçısı, gerek koreograf  ya da kimi önemli sanat çalışmalarında sanat yönetmeni olarak bulunmam nedeni ile kurumların sanatsal ve idari işleyişleri ile ilgili birçok konuyu tecrübe etme imkânına sahip oldum.” (hurriyet.com, 23 Mart 2017)

Bu ölçüde donanımlı biri için DOB’un sanatsal ve idari işleriyle uğraşmak leblebi çekirdek olmalı.

Söylediklerinin hiçbir gerçekliği olmadığını belirtmemize gerek yok.

Peki, DOB’da tam olarak ne yapacak?

Ama artık dansçılık bitti. Ne kadar formda durmaya çalışırsak çalışalım olmuyor. Biz onu bırakmak istemesek bile, o vücudumuza, vücudumuz da bize acımasızca söylüyor bu işin bittiğini.” (hurriyet.com, 23 Mart 2017)

Yani, “endişeye gerek yok, dansçı olarak gelip, kimseyi gölgede bırakmayacağım, entelektüel koreograf olarak geleceğim.” Malum, bu satırların üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra, dansçı olarak neredeyse her yeni prodüksiyonda sahneye çıkacaktır.

Ardından, ülkemizde eleştirmenliğin yeterince gelişmediğini, bu konuya el atarak yardımcı olacağını müjdeler:

Arzum, bu kolun [eleştirmenlik] ülkemizde doğmasını demeyelim ama gelişmesini sağlamak… Hıncal Uluç, Ali Cenani ve birkaç değerli arkadaşımızı tenzih ediyorum… Onlar ellerinden geldiğince yapılanı düzeltmek amacıyla yola çıkan eleştirilerinde bizi öteye taşımayı amaçlamış şahsiyetler…” (hurriyet.com, 18 Kasım 2018)

Bale eleştirmenliği bu işin entelektüel doruğudur. Tacirin bu alana girmesi devlet balemiz için büyük şans, büyük değerdir. Ali Cenani’nin kim olduğunu öğrenemedik; bizim cehaletimiz. Ancak, tacirin Hıncal Uluç’u bale eleştirmeni sayması entelektüel düzeyi açısından anlamlı bir göstergedir.

Uluç’un bale eleştirmenliğine dair küçük bir örnek verelim: 1994-95 sezonunda CRR’de sergilenen Coppelia balesi. Uluslararası bale repertuarının ünlü yapıtı. Coppelia, bir oyuncakçının yaptığı bebek, sahnedeki dansının temel özelliği, bir oyuncağın esnek olmayan, köşeli hareketliliğini yansıtabilmesi. Ayfer Zeren Coppelia rolünde. Hıncal Uluç:

“…biraz fazla mekanik geldi dansı bana. Biraz daha duygu olmalıydı, bence.” (Hıncal Uluç, İki arada, bir derede bale, Sabah, 22 Kasım 1994)

Sanırım, yoruma gerek yok.

Böylece, DOB’a girişinin entelektüel altyapısı çerçevelenmiş oluyor.

Pusulası Şûra olanın…

Gelelim Şûra kararlarının pazarlanmasına; bunları savunmak, DOB’a alınmasının temel koşuludur:

Devlet konservatuarlarımız bugüne kadar çok önemli çalışmalar yürüttü… ancak bunlar yeterli değil. Bu nedenle ülke olarak, örnek alınacak çalışmalara imza atmak üzere geçtiğimiz günlerde 3. Milli Kültür Şûrası düzenleyerek önemli bir adım attık. Benim de komisyon üyesi bulunduğum bu oluşumda alınan kararların bir an önce uygulanması ülkemiz adına son derece değerli…” (hurriyet.com, 5 Nisan 2017)

Malum, konservatuarlarımız hep Batı’ya dönük oldular, laik cumhuriyetin Batılılaşma politikasının yanlış sonuçlarının başında yerli ve milli olanın dışlanması vardı. Neyse ki, islamcılar bu Şûra ile duruma vaziyet edip, düzeltme yoluna girdiler.

Peşrevden sonra ayrıntılara giriyoruz. Aysun Aslan ile söyleşi yapar. Liberal Aslan, doğal olarak İngiliz modeline hayran. Olması gerekenleri sıralar:

“[İngiltere’de] sponsor ve devlet yatırımları iç içe… Bilet fiyatlarının yüksekliği nedeniyle gelir elde edebilme olanağı… Sanatçının bohem ve sadece alkışla doyan bir manyak insan türü olmadığını adamakıllı bilen, sanatçıyı koruyan, gözeten bir sanat sistemi…” (hurriyet.com, 12 Nisan 2017)

Şûra kararlarında yer alan özel sektör vurgusu da zaten bu amaç ve uygulamaları getiriyor. Öyle, sanat tutkusu, büyük fedakârlıklar, ideolojik angajmanlar gibi manyaklıklar eski dünyada kaldı. Rakam hoş olunca, gönül de, tutku da hoş olur. Herhalde başarı da.

Ekol konumundaki ülkeler klasik yapının bozulmasını, bir anlamda deforme olmasını asla kabul etmezler. Ancak yeni dünya düzeni, vücut hızının arttığı ve teknik kapasiteye dayalı yeni bir çalışma formu ortaya koymamızı bekliyor… Değişimden kaçamayız.” (hurriyet.com, 7 Haziran 2017)

Yani?

Disiplinlerarası, füzyon durumları:

Farklı kültür ve disiplinlerden gelen sanat eserlerinin füzyonu”nu öneriyor. (hurriyet.com, 7 Ocak 2018)

DOB’da yapılması gerekenleri sıralarken, adeta Şûra kararlarının açılımlarını okuyorsunuz:

Sanat hayatım boyunca “devlet sanat kurumları”  yapılarının esnek olduğu sürece başarıyı daha fazla yakalayabildiğini… gözlemledim.

Sanata ticari boyut katacak finansal kaynak… Sanat ihracatı… Reklam ve sponsorluk için yasal düzenlemeler… Tavsiye kurulu… Füzyon.” (hurriyet.com, 7 Ocak 2018)

Esnek yapı da nedir? Sakın, özel sektöre kamu olanakları üzerinden para aktarmak olmasın? Bildik Türk usulü liberallik.

Bu derece entelektüel birinin sanat anlayışı da epey yüksek olmalı. Gerçekten de öyle:

Alanya’nın özellikle son dönemlerde sanatsal faaliyetlerin yoğun olarak düzenlendiği bir şehir olduğunu biliyorum. Daha bundan birkaç ay önce Sayın Rahmi Koç’un onur konuğu olduğu bir Vural Gökçaylı defilesi yine Alanya’da yapılmıştı.” (hurriyet.com, 18 Şubat 2018)

Acaba, moda defilesi de sanat kategorisine alınıp, füzyon’a mı dahil edilecek? Koç da var. Başka gerekçe aramanın anlamı yok.

Sicil defterini temizlemek

Hürriyet yazılarında doğrudan siyaset kokanlar?

Olmaz olur mu; FETÖ kaybetti, Saray’a teminat mektubu verilmeli.

a) FETÖ konusunda günah çıkarma: Bilindiği gibi FETÖ’cüler ABD çıkarları için çalıştıklarından yeminli Rus/Sovyet düşmanıdırlar. Rus uçağını düşürüp (24 Kasım 2015), ülkeyi çok ciddi bir sıkıntıya sokmuşlardı. Bizimki o sırada onlarla kol kolaydı. Şimdi ise bunların kolunda.

Saray 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Putin ile zorunlu kanka oldu.

Tacir durur mu? 5 Nisan 2017 tarihli yazısında Putin’i, baleye ve sanata yaptığı katkıyı müthiş över. Tabii, sponsorluk mekanizmasını devreye soktuğunu da eklemeden geçmez.

Allah çarpsın FETÖ’cü değilim’in kanıtı olarak Lenin’e bile başvurur:

Çarlık döneminden kalan değerlerin ortadan kaldırılmasını gündeme getirenlere karşı duranların başındaysa Lenin vardı.” (hurriyet.com, 5 Nisan 2017)

Yani, “Çar, Lenin, Putin hiç fark etmez. Ben Rusları ve Rusya’yı çok severim. Zaten eşim de Rus” ana fikrine çok kısa sürede vidalanır.

b) Lenin yalnızca FETÖ’cülük sicilini temizlemekle kalmaz, ilerici, sol kamuoyu nezdinde de işlevsel olur. Önce FETÖ, ardından Saray, Şûra falan derken, laik cumhuriyetçi kesimde kendisine karşı şüpheler oluşmaya başlamıştır. Söylemiştik; DOB, CSO ve diğer çoksesli müzik kurumlarının başında kalabilmek için, laik cumhuriyetçi kamuoyu nezdinde kotanızın yüksek olması gerekir. O nedenle, bütün işbirlikçiler belirli aralıklarla AtatürkCumhuriyet, çağdaşlık, Nazım Hikmet, Uğur Mumcu falan derler.

Tacirin başı kel mi? Üstelik o ilklerin insanıdır. Eli görür: Rest. Masaya Lenin’i ve Bolşevikleri sürer. Daha yukarısı yoktur:

Bolşevikler… [savaşta yıkılan binaları] sanat yapılabilecek ortamların hakkını vererek tekrar inşa ediyorlar.” (hurriyet.com, 24 Mayıs 2017)

Ama ülkeden de sağlam bir çivi bulmalıdır. Şu olabilir mi?:

İsmail Hakkı Tonguç’un “Köy Enstitüleri” fikrinden yola çıkarak, ülkemizdeki her değeri keşfeden, onu elinden tutup konservatuara yerleştiren, sponsorluk arayışına mecbur bırakmadan bu yetenekleri uluslararası platformlara taşıyan bir sistem üzerinde çalışmak zorundayız.” (hurriyet.com, 17 Mayıs 2017)

Kaymaklı kadayıf! Laik cumhuriyetin en önemli eğitim kurumlarından Köy Enstitüleri’ni örnek göstermek, her tür şüpheyi gidermeye yeter de artar bile.

Atatürk övgülerini sıralamaya gerek yok. 8 Nisan 2018 tarihli yazısı tipik örneklerden. Ufak bir alıntı:

“O halde en büyük eserinin modern Türkiye olduğu bu lider için “sanatçı” dememiz yanlış olmaz; çünkü o alnında ışığı ilk duyan insanlardan…”

Tamam da, acaba biraz ileri mi gitti? Ne bileyim, Lenin, Köy Enstitüleri filan… PR için söylüyor ama kolunda yürüdükleri de sonunda islamcılar. Ufak bir ayar vermekte yarar var:

“[Okumak önemlidir] İşte bu yüzden yüce kitap Kuran-ı Kerim’in ilk emri, “OKU” (hurriyet.com, 14 Haziran 2017)

Verilen görev tamamlanmış. DOB’a giriş hazırlıkları başlamıştır.

Karahan’a kabul, DOB’a duhul

İyi hoş da, DOB kadrosu nasıl ikna edilecek? Adam DOB’a, Konservatuar’a etmediği lafı bırakmamış, oradakiler sanatsal düzeyini, bilgi ve görgü kalibresini gayet iyi biliyorlar. Hadi, genç kuşağa yedirdin, ya diğerleri?

DOB’a kapağı atabilmesinin ilk koşulu, eşleniği olan oğlanın başa getirilmesi.

Halledilir.

Ardından, DOB ve Konservatuar’ın ağzına biber sözlerini unutturması, tam ters yönde düşünceler ifade etmesi gerekecektir.

İşadamı; çok zorlanmaz:

İstanbul Devlet Operası’nın baş dansçısı konumundaydım. O zamanlar Türkiye’de büyük şehirler dışında mesleğimiz ile ilgili büyük eksiklikler olduğunu gözlemledim; birçok yerde Devlet Opera ve Balesi’nin olmayışı mesleğimizin birçok şehre yeteri kadar uzanamaması gibi… Dolayısıyla, mesleğimin tanıtımına ağırlık vermek üzere operadaki görevimden istifa ettim.” (gossipdergi.com, 10 Eylül 2019)

DOB’un olmadığı yerlere gittim. Diyarbakır, Mardin, Elbistan, Kayseri, Maraş. BBC dahi belgesel yaptı bu konuda.”(Sanat Cepte, 2 Mayıs 2020)

Yani, DOB ile hiçbir doku uyuşmazlığı olmadı, tam tersine, onun ulaşamadığı yerlere giderek, DOB’un misyonunu sürdürdü; her zaman doğal bir uzantısı oldu. Hep birliktelerdi zaten. O nedenle, dönüşü ufak bir formalite, o kadar.

AKM bizi çok heyecanlandırıyor. Son derece değer verdiğim Devlet Opera ve Balemiz ile birlikte orada çok güzel çalışmaların olacağını düşünüyorum.” (esquire.com, 1 Ağustos 2019)

Köprülerin altından akan siyasal ve parasal suları yukarıda anlattık.

Bu durumda, DOB’a ve Konservatuar’a karşı alternatif model oluşturma düşünce ve girişimleri de gözden ırak yerlere şutlanır:

Evet, geriye bir şey kaldı: Profesyonel dansçılardan oluşan Genç Türk Balesi’ni kurmak… Ancak Türkiye ekonomisi iniş çıkışlar yaşarken bu hedef için büyük sübvansiyon gerekiyor. Sponsorlar da kriz yüzünden tedirgin. Gerçi ben bir sanatçı olarak kimsenin kapısını çalmadım, bana gelmelerini bekledim.” (gozdendergi.com, 30 Eylül 2019)

Yani, bu iş hiç olacak gibi değil. Zaten ben de peşinden koşmuyorum. Devlet balemiz nemize yetmiyor?

Peki, ya alternatif konservatuar projesi?

Okullarımızda MEB’e bağlı kurs programcılığı yapıyoruz. Kurs programcılığının görevi ülkemizdeki değerli konservatuarların alternatifi olmak değil...” (gozdendergi.com, 30 Eylül 2019)

Seninkinin tek amacı, FETÖ dönemi havuçlarını denize atıp, mütevazı bir misyoner  işadamı olarak DOB’a kapağı atmak. Ondan sonrası kolay.

Misyoner mi?

Okullarım olsun, ekonomik anlamda bana dönüşü olsun diye bir düşüncem olmadı.” (T24, 22 Aralık 2008)

Fransızların tabiriyle “misyoner” doğdum sanırım. Amacım hep mesleğimi tanıtmak arzusu oldu.”(gece.com, 30 Mayıs 2016)

Maddi kazanç değil aslında, benim Türkiye’de misyonum bu oldu…” (arsiv.isparta.com, 26 Nisan 2018)

Yani, benim baleyi yaymak gibi bir misyonum var. Bu sıfatımla DOB’a dönmem doğal. Yoksa, işadamlığı falan umurumda değil.

Hiç şüpheniz olmasın!

DOB taciri istemiyor

Oğlan bir iki nabız yoklar; kimse istemiyor. Yapılacak tek şey adamı sahneye çıkarıp, dans ettirmek ve PR baskısıyla aldırmak. Tabii, tacirin cebinde bir kart daha var:  Okullarında DOB sanatçılarını çalıştırıp, ceplerine biraz para koyarak, kurum içinde sempati toplamak. Zaten çalışanlar var.

Her ikisi de devreye alınır. Önce TROYA adlı faciada sahneye çıkarılır (2018). Medyada köpük partisi. Neler yok ki, neler! Yakın dönem olduğu için anımsatmayalım. Kolayca bulunabilir. Ardından, 1919-BİTMEYEN YOLCULUK (2019) adlı gösteride Atatürk rolü. Daha ne olsun?!

2019 yazında basında, tacirin DOB’a dönüşü için altyapı hazırlıklarına girişilir; nabız yoklaması. (Hürriyet, 13 Ağustos 2019)

DOB kadroları bir türlü anlamıyor; bu nasıl alınacak? Dansçı desen olmaz, koreograf desen, adam birkaç uyduruk pop eğlencesi ve çoluk çocuğa dershane koreografisi dışında bir şey yapmamış. DOB’un yönetsel, kurumsal gelenek ve reflekslerini bilmez.

İşin içinden çıkamazlar. Çünkü islamcıların gizli ajandasını bilmiyorlar: Bale rendeden geçirilecek.

Hiçbirinin aklına, “Bale spordur” sopası gelmiyor. Nasıl gelsin ki? Yılların sanatçıları. Ömürlerinde böyle salaklık duymamışlar.

Tacirin islamcılar tarafından devlet balesine sokulmuş bir Truva Atı olduğunu anlamıyorlar. Nasıl anlasınlar ki? Bu ülke balesinin ne sahnesinde, ne de resmi eğitiminde anlamlı ve önemli bir yer işgal ediyor.

Hürriyet’teki entel ayakları yiyen yok. O kadar sakil ve yapıştırma ki! Tacir can havliyle “güçlü koreograf” izlenimi simidine sarılıyor:

“[Okulumuzda] en çok çalıştığımız kompozitörlerden biri Çaykovski. Bugün yaşasaydı, benim kadar bilebilir miydi kendi müziğini? Zannetmiyorum… biz onun eserini ameliyat ettik. Çaykovski’nin her türlü yorumunu, hangi ruh haliyle, ne şekilde çalınacağını biliyorum; eserlerini gözüm kapalı nota nota dökebilirim. “Çaykovski’nin Müziğini Ondan İyi Tanımak” diye kitap yazmak gibi bir şey.” (gozdendergi.com, 30 Eylül 2019)

Hemen aynı cümleleri Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma’sı için de kuracaktır:

Mozart’tan sanki daha iyi tanıyorum kendi müziğini, gibi hissediyorum kendimi. O kadar çok çalıştım.” (Ne Yapsak, Habertürk, 26 Eylül 2020)

Sonuç mu?

Gidin izleyin!

Oğlan konuyu gerekli PR desteği ile yeniden gündeme getirir. Tacir mutlaka DOB’a alınmalıdır. Medyatiktir, salonlar dolup taşacaktır. TROYA’yı bilmem kaç bin kişi izlemiştir, adamın okulları herkes için ikinci bir ekmek kapısı olabilir vb. Kimin ne dediğini yazmayalım. Ama ağırlıklı olarak istenmemiş olduğunu söyleyelim. Oysa, oğlanın Saray’a sözü vardır. Bale de, tıpkı opera gibi füzyon’laşacaktır. İslamcı bakanlık projeyi tacir ve Tolga Han ile çoktan konuşmuş, işi bitirmiştir. Bale spor sayılacaktır. Duvarda açılacak bu gedik, orta vadede baleye yüksek sanat niteliğini kaybettirecek, bu da laik cumhuriyetin çok önemli kurumlarından birinin düşmesine yol açacaktır. Opera zaten oğlanın rehberliğinde alaturkaya, arabeske, popa bulanmış durumdadır.

Tacir 8. madde menteşesiyle DOB’a tutturulur. (Ekim 2019)

Fakat, Maliye Bakanlığı doğal refleksini gösterip kadro için vize vermez. Tamamen göstermelik bir dans başlar. Tacir Ankara 7. İdare Mahkemesi’nde dava açar. Gereken yapılır ve ilgili mahkeme masal kahramanımızın, “… ülkemizi Türk balet olarak dünyada temsil etmesi, Fransa Balesi’ne kabul edilen ilk yabancı ve Türk olması, Türk sanatçısı olarak Fransa Devlet nişanıyla ülkemizi onurlandırması, başarılı koreografileri, bale sanatını topluma yayması, topraklarımızı tanıtan Göbeklitepe opera projesinde başrol alması ve pek çok eserde başrol alması karşısında yürütmenin durdurulması”na karar vererek DOB’a atanmasını sağlar (Mart 2020). Tacirin masalları mahkeme kararıyla resmileştirilmiştir. Resmi masalın resmi kahramanı…

Ama, resmi ile gerçek eş anlamlı sözcükler değildir ki.

Tacir islamcıların işbirlikçisidir

Tacir’in devlet balesine sokulması, 3. Milli Kültür Şûrası’nın omurgasını oluşturan üçlünün yaşama geçirilebilmesi amacıyladır:

a) Osmanlıca ve Osmanlıcılık: İlk eşantiyon, Saraydan Kız Kaçırma’dır. Uzun uzun anlattık.

Bir başkasını tacir anlatsın:

Bir diğer hayalim, Murat (Karahan) ile beraber çalışıyoruz şimdi… bizim topraklarımızda öyle hikayeler gizli saklı ki, bilip bilmediğimiz. Bir tanesini sana söyleyeyim, üzerine çalıştığım, kimse lütfen benden çalmasın bu projeyi. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethi olayı var. Çok genç biriydi, 19, 20’lerinde. İstanbul Üniversitesi’ne gittiğimde bir söyleşi için, bana verilmiş olan kâğıtlarda logosunu gördüm İstanbul Üniversitesi’nin: İstanbul Üniversitesi’nin kuruluş yılı 1453. Hemen aklımda bir fikir doğdu; bu konuyu araştırmam lazım. İstanbul’un fethi ile İstanbul Üniversitesi’nin kuruluş yılı aynı ise, bunun ardında bir şey gizli. Orada İlber Ortaylı var. Ona İlber Abi diyorum, o kadar iç içeyiz ki onunla… çok önemli akıl hocaları var benim için. Hemen araştırmaya girdik. Hemen İstanbul’a gelmeden önce Fatih Sultan Mehmet öyle bir organizasyon yapmış ki, “nasıl olsa biz İstanbul’u alacağız, girdiğimiz zaman planlamayı çok iyi yapmalıyız” diye öyle bir plan yapılmış ki… Eserin orduların İstanbul’a yola çıkmasıyla perdeleri kapattığını düşünsene; inanılmaz bir çalışma bu. Bu akademik bir çalışma. İstanbul’un alınması öncesi plan; bu hiç yok, filmi falan da yok. O an çağrışım yoluyla çıktı bende.” (Aslı Şafak’la İşin Aslı, 19 Mayıs 2020)

--İlber Abi dünyaca ünlü, ben de. İç içeyiz; aynılar aynı yere--


Kim demiş tacirin kültür düzeyi sorunlu diye! Alın, işte pırıl pırıl akademik zekâ. Boşuna Akademi’si yok ya. Tam bir fikir adamı duruşu.

Meğer Fatih İstanbul’un fethi öncesi müthiş bir plan yapmış. Akıllı çocuk; planlamacı. O sayede dünyanın en eski üniversitelerinden biri bizim ülkede. Fakat farkında değiliz.

Niçin?

Yerli ve milli olana sırt çevirip, Batı’nın peşine takıldık da ondan. Laik cumhuriyet kuracağız diye, ne dilimizi, ne maneviyatımızı, ne örf adetimizi, ne de kültürümüzü bıraktılar. İlim irfan yuvası mis gibi medreseleri kapattılar. Neyse ki, 3. Milli Kültür Şûrası’nda, ulus devlet ideolojisi reddedilip, tarihimizle barışma kararı çıktı da, ucundan da olsa sıyırdık.

Milli tacirimizde birden çağrışım yapan bu harika fikrin kaynağını anladınız değil mi?

Ama, böyle dev bir yapıtı yalnızca bale olarak hazırlamak haksızlık olur. Tıpkı Troya gibi, fifty bale, fifty opera formülü uygulanmalı; yazık, opera da sebeplensin. Fatih’i oğlan, Ulubatlı Hasan’ı da tacir canlandırmalı. Mehteran bölüğü AKM’yi inletmeli. Çıkışta, topluca, tam karşıda yeni yapılan camiye mevlide gidilip, şanlı Osmanlı Hanedanı’nın o vatansever, adalet ve kemâlât timsali mensuplarının ruhları şâd edilmeli.

“Dünyanın sayılı tarihçilerinden İlber Ortaylı…”

Ve projenin incisi İlber Ortaylı! Herhangi bir mekânda sahne olur da, ünlü Ortaylı orada olmaz mı? Sahne insanları birbirlerini tanırlar. Biliyorsunuz, oğlanın da bilgi kaynağı bu kıymetli medyatik bülbülümüzdür. (Aslı Şafak’la İşin Aslı, 19 Ekim 2018) Meğer, tacirinki de oymuş.

Üçünün de ortak yönü sahne tutkusu ve para aşkı. Ortak özellikleri pop kültür figürü olmaları. Yani, PR temelinde yürüyen şişirilmiş kimlikler. Bu kadar mı?

Hayır, bir benzerlik daha var: FETÖ bağlantısı.

İlber Ortaylı’nın islamcıların gülü olmasında şaşılacak hiçbir yön yoktur. FETÖ’cülerin pek seveceği tiplerdendir. (Oda tv, 8 Mayıs 2017)

Özet olarak:

Kırımlı bir ailenin çocuğu. İkinci Dünya Savaşı’na kadar aile Kırım’da yaşıyor. Baba Kemal de, anne Şefika da anti-komünist. Naziler Kırım’ı işgal edince, derhal onlarla işbirliği yapıp, kendi vatanlarına, Sovyetler Birliği’ne ihanet ediyorlar. Naziler Sovyet topraklarında ezilince, birçok işbirlikçi gibi onlarla kaçıyorlar. Artık koruyucuları kalmamıştır. Tek umutları Sovyetler’e iade edilmemek. Bir süre Avusturya’da kamplarda bekletiliyorlar. Oğulları İlber orada doğuyor. Türkiye kabul edince buraya geliyorlar. Savaştan sonra geleneksel Sovyet dostluğu politikası terk ediliyor, Türkiye NATO’ya yanaşıp, anti-komünizmin kanat ülkesi haline getiriliyor. Soğuk Savaş Naziler ve onlar ile işbirliği yapmış olanları yavaş yavaş değere bindiriyor. Çünkü en sağlam anti-komünist, anti-sovyetik damar Naziler’inki.

Ortaylı ailesinin Nazi işbirlikçisi geçmişi, derin Alman sevgisi ve mükemmel Rusça bilgisi, 50’li yıllardan itibaren bu ülkenin hangi kesim ve kurumlarıyla ilişkide olduğunu tahmin etmekte hiç zorluk çıkarmıyor.

60’lı yıllarda sorunlar başlıyor. Gençlik ve işçi hareketleri sol dalgaları güçlendiriyor. Genç İlber iki arada bir derede. Muhacirlik kültürünün getirdiği sürekli  “güvenilir liman arama” refleksi onu yükselen sol dalgaya yakınlaşmaya itiyor. Çünkü, yükselen siyasal güç iktidar adayıdır. Güvenilir tek liman da iktidardır. Ama, iktidar sonsuz değildir. O nedenle, bütün yaşamı boyunca hep aynı refleksi gösterecek, Atatürk derken Hanedan’ın, Hanedan derken de Atatürk’ün adını anacak, Cumhuriyet ile Osmanlı’yı yan yana koyacak, bu şekilde, kim kazanırsa ona yatırım yapmış olduğunu düşünecektir:

Kişilik olarak toplumda bir Müslüman olduğum bellidir ama belli değildir.” (Zaman Tüneli, Star, 2 Aralık 2012)

Sol ile arasında doku uyuşmazlığı vardır. O yıllarda, ailesinin Nazi işbirlikçiliğini gizleyecek, annesinin DTCF’de Rus Dili ve Edebiyatı hocası olmasını sol parfüm olarak pazarlamaya çalışacaktır. Ne ideolojik formasyonu, ne de kişiliği sola uygundur. Nitekim, kendisine hep mesafeli durulacaktır:

Biz ateist bir ortamda yetişmedik. Babam oruç tutardı. Annem de Kur’an okur… Kimse bana  “Böyle oku, böyle namaz kıl” demedi ama biz öğrendik… Bizde ordu ve polise laf edilmez, bu konu hassastır.” (Zaman Tüneli, Star, 2 Aralık 2012)

Bu sancılı durum 12 Eylül ile sonlanır. Artık özgürleşmiş, sol baskı kalkmış, muhafazakârlık yükselmeye başlamıştır. Ortaylı gerekli bağlantıları kurmakta gecikmez ve hızla gerçek kimliğine, muhafazakâr pop stara doğru evrilir. Bilim adamlığı hiçbir zaman derinlikli olmamıştır. Yıllar önce çalıştığı akademik ölçekli iki tezi dışında, bu niteliğe sahip çalışması yoktur. Sonradan yayınlanan onlarca kitap popüler kültür kategorisindedir.

Onun büyük tutkusu ne bilim, ne de üniversitedir. Sahnedir, ekrandır, medyatik olan her şeydir. Üstelik, sahnesi-ekranı gayet başarılı, PR’ı oldukça etkilidir.

Yükselen her yıldızın kuyruğuna, siyasal otoriteyi belirleyici her kişi ve grubun peşine takılır: Yahudi cemaatinden, Patrikhane’ye, İsmailağa cemaatinden FETÖ’ye, CHP’den Saray’a…

FETÖ ile tanışması ve FETÖ’ye teveccühü elbet karşılıksız kalmaz. Bu derece medyatik ve parasal görünürlüğünde FETÖ’nün azımsanmayacak payı olmalıdır. Tabii, FETÖ-Yahudi cemaati/İsrail ilişkileri biliniyor. Öyle olunca, ailenin Nazi işbirlikçiliği sorun yaratabilir. Ortak noktaları anti-sovyetizm olan bu iki grubun da kulağını tırmalamayacak bir formül gerek. Zor değil: Bizimkiler Stalin’den kaçtı, Naziler ile ilişkileri yok. (Zaman Tüneli, Star, 2 Aralık 2012)

Şimdi oldu. Bu formül her kapıyı açar. Malum, anti-stalinizm joker kavramlardandır.

Konumuz Ortaylı değil; uzatmayalım. Hakkında dolaştırılan PR temelli şehir efsanelerinin büyük bölümü, tıpkı Karahan ve Sağtürk’ünküler gibi naylondur, gerçeklikle ilgisi yoktur. Hani şu, “Dünyanın sayılı…” diye başlayan tanıtımları falan.

Tacir ile, her ikisinin de FETÖ döneminden kalma bir söyleşisi var (Radikal, 2 Haziran 2013). FETÖ’nün en hızlı yılları. İlber Abi, Ortadoğu coğrafyasının bu kadar çok  “Arap” kalacağına inanmadığını, mutlaka başka muhtelif unsurların çıkacağını söylüyor. Üstelik, bu saptama başlığa da taşınıyor: Ortadoğu bu kadar “Arap” kalmaz. İsrail’in resmi politikasını yansıtan bu görüş FETÖ’ye pek uygun. Ardından, Türkiye’nin kesinlikle anti-militarist olmaması gerektiğini söylüyor. Yoksa, o muhtelif unsurlar arasında biz de mi varız? Neo- Osmanlıcılık kokuları geliyor.

61 Anayasası’na saydırmamak olmaz. Niçin? Çünkü, bu ülkede anti-komünizm ve muhafazakârlığın kutsal ziyaretgâhı 50’li yıllar ve DP iktidarıdır. 27 Mayısçılara çok kızıyor: “24 Anayasası’ndan ne istiyordunuz.

Özel hayatlara girmediğimiz için, bu kadarla yetinelim.

FETÖ’nün 3 atlısı Ortaylı, Karahan ve Sağtürk’ün DOB’da bir Fatih projesinde buluşacak olmaları tesadüf olabilir mi?

Ha, bu arada, tacir belki merak eder: İstanbul’un fethi öncesinde yapılan en önemli plan şehrin nasıl yağmalanacağı idi. Fetih ideolojisinin şer’î dayanağı 3 günlük yağmayı meşru kılmaktadır da.

Bir de, medrese ile üniversitenin farkına bir göz atmasında fayda var.

Şirket mi? DOB mu?

b) Şûra’nın omurgasını oluşturan üçlünün ikinci ayağını, özel sektörün, sponsorluk/finansörlük adı altında, laik cumhuriyetin kamusal alan olarak benimsediği yüksek sanatlara sokulması ve bu alanın giderek özel sektör mantığı ile yönetilir duruma getirilmesi oluşturuyor.

Tacir, devlet balesine alınan ilk işadamıdır. Bu anlamda, önemli bir simgedir. Alınma nedeni sanatsal değil, siyasal ve ticaridir. Devlet balesinde olup da bale okulu sahibi olan sanatçılar var. Hepsi kuruma girdikten ve belirli bir yaşa geldikten sonra özel alana geçmişlerdir. Ayrıca, tamamı, tacir ile kıyaslandığında küçük esnaf kalır.

Türkiye’de balet olmayı nasıl ifade edersiniz?

Ben artık balet olmanın ötesinde adeta bir simge olduğumu görüyorum.” (gossipdergi.com, 10 Eylül 2019)

İşte, sözünü ettiği “balet olmanın ötesi”, işadamlığıdır.

Zaten saklamıyor:

Benim hobim bale; çok sıkıldığım zaman eser yaratırım.” (Aslı Şafak’la İşin Aslı, 19 Mayıs 2020)

Düşünün; devlet balesinde bulunan bir sanatçı baleyi, -dans ya da koreografi- hobi olarak görebiliyor. Bir insanın mesleği hobisi değildir. Hobi, meslek dışı zamanlardaki etkinliklerin adıdır. Tacir bu işi hobi olarak yaptığını söylüyor. O halde, esas mesleği nedir?

İşadamlığıdır.

Umalım ki, DOB’da canı çok sıkılmaz da, eser yaratmaya kalkmaz.

Bilirsiniz, iş dünyasının bütün jargonu, marka-tescil-rekabet-kâr dörtgeninin yarattığı anlam alanına sıkışmıştır.

 “Tan Sağtürk Akademi markası adınıza tescilli. Bir bale akademisi olarak marka olmak size ne ifade ediyor?

Tescil çok önemli bir konu. Mukayese demek rekabet demek. Tescil, rekabette sizi öne taşımak demektir…”Benimle Dans Eder Misin”, “Yok Böyle Dans” gibi projeler de [adıma tescillidir.]” (gossipdergi.com, 10 Eylül 2019)

--Bale sanatını Türkiye’ye sevdiren kişi benim!--


İthalat-ihracat şirketi sahibi mi konuşuyor, bale sanatçısı mı, belli değil. Adam yakaladığı her şeyi marka-tescil işleminden geçirip pazarlayacak piyasa kurdu gibi.

Eşleniği oğlan da, “Türk opera markası” diye tutturmuştu ya. Ama tacirin eline su dökemez:

En değerli marka?

Türkiye Cumhuriyeti…”(gossipdergi, 10 Eylül 2019)

Vallahi şaka değil. Tacir, devleti de marka kabul ediyor.

Oğlan gibi, “Sınırlara hapsolmayın, statükoyu yıkın” falan diyen biri bile bu kadarına cesaret edebilir mi, emin olmak zor.

Marka muhabbeti traji-komik boyutlar da kazanabiliyor:

Tan Sağtürk olarak marka değerin var: Hoca Tan Sağtürk, girişimci Tan Sağtürk, sanatçı Tan Sağtürk… buradaki marka değerini korumaya özen gösterirken, eşinle evde tartışırken bile bu marka değerini koruman gerekiyor, değil mi?

Tabii, tabii. Zaten oradan başlar konu.” (Aslı Şafak’la İşin Aslı, 19 Mayıs 2020)

İnsanın ağzı açık kalıyor…

Sizce, bu zihniyette biri, DOB’a, 50 yaşında, maaşa bağlansın, eline üç beş kuruş geçsin, diye mi alınmıştır? Ya da, inanılmaz koreografik yaratıcılıkla DOB’un sanatsal düzeyini erişilmezler ligine sokmak için mi?

Tacir yüksek sanat konularına o kadar uzak ki, tam bir müteahhit gözüne sahip:

“[AKM’yi kastederek] O mabetler olduğu sürece her ülke sanatçısını yetiştirir.” (Sanat Cepte, 2 Mayıs 2020)

“[AKM’yi kastederek] Bu sahneler oldukça, her ülke kendi sanatçısını oluşturacaktır.” (milliyet.com, 17 Mart 2021)

Yani, önce binayı yapın, sonra sanatçı bulunur.

Yüksek sanat eğitiminden geçmiş biri nasıl böyle düşünebilir? Bu ülke Katar mı oldu? Yüksek sanatlarda her şey öncelikle eğitimdir. Son derece ciddi ve kapsayıcı olmalıdır. Kurs işine benzemez. Şık kurs binası büyük müşteri çeker ama görkemli sahne büyük sanatçı yaratmaz.

İslamcılar esnaf doğarlar. Tacirdeki cevheri tespit etmeleri ve DOB’a yerleştirmeleri eşyanın doğasına pek uygundur. Milli Eğitim Bakanı’nın okullar, Turizm Bakanı’nın oteller, Sağlık Bakanı’nın hastaneler zincirine sahip olduğu bir ülkede, devlet balesinde söz sahibi, belki de DOB’da müdür veya üstü olacak birinin bale okulları sahibi olmasında yadırganacak ne olabilir ki?

Disiplilerarası… Füzyon… Spor

c) Şûra omurgası üçlüsünde son ayak disiplinlerarası tuzak. İslamcılar, diğer tüm liberal kesimler ile birlikte bu sözcüğün arkasında pusuya  yatmışlar. Amaçları, opera, bale ve senfonik müziği tarihsel gerçeklik ve normlarından uzaklaştırarak zayıflatmak, başkalaştırmak. Neden? Çünkü bu sanatlar laik cumhuriyetin kimliğini oluşturan öğelerdendir ve laik cumhuriyet Osmanlı’yı tasfiye etmiştir.

Doğrudan kapatamıyorlar; güçleri yetmiyor. Buldukları yöntem, seyrelterek dönüştürmek. Yani, “pop”laştırarak. Bu görevi kabul eden kişilerin hemen hepsinin ortak yönü, sağlam bir klasik eğitimin getirdiği bilgi ve görgüye sahip olmamaları, var olan sanatsal kapasiteleriyle doğru orantılı olmayan hırslarının getirdiği pop figür olma arzuları ve diğer bazı kişisel zaaflar.

Tacirimiz Saray’a verdiği teminat mektubunda şöyle diyor:

Bale Türkiye’de tamamen yok olsa bile, eksikliğinin yakın vadede hissedileceğini düşünmüyorum, ne yazık ki… çünkü altı henüz o kadar doldurulmuş değil.” (gozdendergi.com, 30 Eylül 2019)

Saray mutlu oluyor. Madem durum bu, baleye spor katarak seyreltme projesi başlatılabilir. Tabii, disiplinlerarası şal altında.

Misyoner tacirimiz projeyi gerçekleştirmek, yani, devlet balesi kadrolarını ikna etmek için DOB’a yerleştirilir.

İki kafadar, Tolga Han ve Tan Sağtürk ki, malum ikisi de sıkı tüccar, şöyle bir açıktan sızılabileceğine karar verirler. Gençlik ve Spor Bakanlığı, yarışması yapılan her branşın antrenörlük programı açılabileceğini karara bağlamış ya, “Balede de yarışma oluyor, üstelik dans da” diyerek, bale antrenörlüğü programı açılabileceğine, bu programın da, başkanlığını milli kıymetlerimizden Tolga Han’ın yaptığı Türkiye Dans Sporları Federasyonu’nca yürütülüp, sonunda bale antrenörü sertifikası verilmesi ile tamamlanabileceğine karar veriyorlar.

Bu ne anlama geliyor?

a) Bale ile diğer danslar arasında hiçbir fark yoktur, eşittirler. Müzik türleri arasında fark yoktur, eşittirler’in dans versiyonu. Dolayısıyla geçişken olabilirler. Diğer danslar pop niteliği taşıdığına göre, bale de pop kapsamına alınabilir.

b) Bu durumda, balenin yüksek sanat kapsamından çıkarılması gerekir. Salsa, tango vb. ne kadar yüksek ise, bale de o kadar yüksektir.

c) Doğal olarak, diğer bütün danslar spor kategorisinde olup, Gençlik ve Spor Bakanlığı’na bağlı Dans Sporları Federasyonu’nu çatısı altındayken, balenin eğitim kategorisinde bulunup, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı oluşu çelişik bir durumdur.

d) Bale eğitmeni olabilmek için devlet konservatuarında 9 yıl, bale kursunda ise 12 yıl eğitim almak gerekirken, Dans Sporları Federasyonu’nda toplam 56 saatlik iki hafta yeterli bulunmuştur. Üstelik, aranan şartlar da çok kıyak: 18 yaşını bitirmiş, en az lise mezunu ve sağlıklı olmak.

Böylelikle, bale elit bir kesimin sanatı olmaktan çıkacak, halkla buluşacak. Laik cumhuriyete bir gol daha atılacak. Saray şen şakrak… Lakin tepki çok sert. Kıyamet kopuyor. Bale dünyası ayakta. Seninki perdenin arkasına saklanmış:

Kardeşim, bu baleciler angutun Allahı! Dünya artık hız dünyası; dövizi, hisse senedini nasıl dakikalar içinde alıp satıyorsun, balenin de temposu aynı olmalı. O kadar sene beklenir mi? İşi Tolga Abi’yle 15 güne bağladık, bunlara beğendiremedik. Niçin? Rekabetten korkuyorlar da ondan. Yüksek sanat müksek sanat, geçti o devirler, kaç para getiriyor, sen ona bak!

İşin kötüsü, karizmayı çizdiriyoruz. Bizimkiler, “Bu herifin bu yaştan sonra  neden geri döndüğü anlaşılıyor” diyecek ve koltuk hayalimiz buharlaşacak. Saray, “Bu herif söz verdi, ben markayım işi bitiririm, dedi, beceremedi” diyecek, koltuk hayalimiz katmerli buharlaşacak. Bu arada Murat’a da mahcup olduk. Şu aralar, ya beni görevden alırlarsa, diye zaten zorda, bu işi kıvırabilseydik ona da benzin olacaktı. Gerçi bana söylemişti, bunlar geri kafalıdır, hiçbiri Bilkentli değil, diye. Haklıymış.

En iyisi, Şeyh Rengim Gökmen’e danışmak. Bu işlerin piri o.

Tacir, Şeyh’in kapısını çalar. Şeyh deneyimli:

Endişe etme, bana TÜSAK’ta aynısı olmuştu. Hallederim, dedim, beceremedim. Bizim taş kafaları ikna edemedim. Hemen, TÜSAK’a karşıyım, diye demeç verdim. O zaman islamcılar çok güçlülerdi. Zaten, konuşmuştuk. Usulen görevden aldılar. Şimdi artık zayıfladılar. Seçime de girecekler. Acele büyük bir gazete ayarla, ben tamamen karşıyım falan de. Korkma, bir şey olmaz. Esas seninkilerden kork, üzerini çizdiler mi, iflah olmazsın. Kesenin de ağzını açmayı unutma. Bir süre sonra unutulur gider.”

Adam haybeden şeyh olmamış ki…

Tacirimiz denileni yapar. 31 Ocak 2021 tarihli Milliyet’te, “Bale tartışmasız bir sanat dalıdır” der. Tüm bale sanatçıları ve eğitmenleri ile aynı görüşteymiş havası verir. Gerçekte, bu tartışmadaki karşıt tutumu nedeniyle Bale Sanatçıları Derneği’nden ayrılmak durumunda kaldığı gibi, Bağdat Caddesi’nde bulunan Tan Sağtürk Akademi Cadde Dans Sporları Merkezi için, 7 Ocak 2021 tarih ve 067-2 kayıt numarası ile Tolga Abi’sinden, Türkiye Dans Sporları Federasyonu Yeterlilik Belgesi de almıştır.

--Tacir, “bale spordur” diplomasını çoktan haketmiş.--


Saray konuyu askıya alır. Giderayak iş çıkarmanın anlamı yok. Seçimler geliyor. AKM’de zaten ilahi, ezan, Mimar Sinan… Şimdilik bu kadarı yeter.

Her şey prodüksiyon ile başladı

Oysa, baleyi spor üzerinden  diğer danslar ile eşitlemek isteyen bu girişimin bir medyatik ön hazırlığı oldu.

Tacir 2018 sonuna doğru, sanat ve spor sözcüklerini aynı bağlamda ele almaya  başlıyor, ilişkilendiriyor:

Çocuklar belli dönem sanat eğitiminden geçmeli. Bunun içinde spor da sanat da var.” (marasgundem.com, 21 Ekim 2018)

Ardından, bu kez bale ile sporu doğrudan ilişkiye sokuyor:

Şunu belirtmek isterim ki, birçok spor dalı bale eğitiminden yararlanıyor.” (esquire.com, 1 Ağustos 2019)

Ve sözü kendisine getiriyor. Birdenbire ilkokulda taekwondo yaptığını, Türkiye şampiyonu olduğunu, bu sporu Türkiye’ye anne ve babasının getirdiğini, her ikisinin de siyah kuşak Türkiye şampiyonlukları olduğunu söylüyor. Sonra baklayı ağzından çıkarıyor:

Taekwondo’nun koreografik kısmı, müsabakadan daha çok ilgilendirmişti beni.”  (TELE 1, 24 Ekim 2020)

Minik tacirin dans hareketlerini izleyen Suna Şenel, taciri çok beğeniyor:

İnanılmaz beyin, fiziksel kabiliyet… mutlaka konservatuara girsin.” (TELE 1, 24 Ekim 2020)

Tacirimiz bu beğeninin nedenini de taekwondo yapmasına bağlıyor. Böylece, spor ile bale arasında, başarılı ve ünlü tacirimiz örneğinde doğrudan ilişki kuruluyor. Üstelik, sade suya ilişki değil, koreografik ilişki.

Peki, bunlar aynı şey mi?

Aradaki fark mücadele. Sanatta kendimizle ilgili bir mücadelemiz var, sporda karşı tarafla bir mücadelemiz de var.” (TELE 1, 24 Ekim 2020)

Durum anlaşıldı. Mademki fark bu kadar, o halde, balede yarışma olunca, o da spor niteliği kazanabilir.

Son çıkışı da, bale-spor krizinin patlamasından iki hafta önce, yukarıda, “Biri şak yapmış: Suat Arıkan” adlı bölümde ayrıntılarını verdiğimiz, Balçiçek’le Sohbete Geldik, (Kanal D, 13 Aralık 2020) adlı programda. Orada da taekwondodan baleye geçişinden ve bunun işlevselliğinden söz ediyor.

Görüldüğü gibi, Saray kapıları ardında pişirilmiş, sonrasında adım adım tacir eliyle medyatik ısıtmaya tabi tutulmuş sinsi proje.

Ama tek başına değil. Opera’da yaşananlar ile at başı. Oğlan ile birlikte başlayan dönemi (2018 Ocak) DOB’da prodüksiyon zamanı olarak adlandırmak olası. Klasik opera ve balenin yerini, normatif yapısı belirgin olmayan, yığma estetik sunumlu sahne gösterileri alıyor. Pop ürünler. Troya en tipik örneği. Bu model, yerli ve milli olarak tanımlanıyor.

Tahmin edilebileceği gibi, tacir en hararetli destekçisi, oğlanın da balede en sağlam dayanağı.

Bu arada, oğlanı meşrulaştırmak için, öyle akla ziyan PR örnekleri veriyor ki:

Karahan dünyadaki hemen her önemli sahnede büyük alkış alan değerli tenor. Onun bağlantıları ile Göbeklitepe yurt dışına gidecek.” (Akşam, 28 Şubat 2020)

Futbolda Messi, Ronaldo neyse, [operada] Genel Müdürümüz Murat Karahan da odur… Murat’ın öncülüğünde yapılan konularda mütevazı olmaya gerek yok… Sanatımız Murat Karahan’ın liderliğinde çok daha ilerilere gidecek.” (Sanat Cepte, 2 Mayıs 2020)

Sevgili dostum Karahan uluslararası bir ses. Bolşoy’da, Scala’da, Viyana’da her yerde baş rolü söylüyor. Yeni büyük Pavarotti diyor herkes” (TELE 1, 24 Ekim 2020)

Bir işadamının bu ölçüde övgü sağanağını bedelsiz yağdırması düşünülebilir mi?

“[Karahan’a hitap ederek] Daha çok roller bekliyorum senden; seninle daha çok beraber olmak istiyorum.” (Aslı Şafak ile İşin Aslı, 19 Mayıs 2020)

Beklediği rollerin hepsini alıyor.

Bunun iki anlamı var: Balenin pop’laştırılması ve Nureyevcilik oyunu. İkincisini aşağıda ele alacağız. Pop’laşma konusu esas savaşım alanı.

Tacirimiz, oğlan ile başlayan pop’laşma dönemini bir ekip işi olarak yansıtıyor. Tam PR çalışması. Oysa, ortada ekip falan yok; geçimsiz, megaloman bir genel müdür, çantacısı rocker bir oğlan ve tacirimizden kurulu bir çekirdek var. Bir de bunlara yanaşan Caner Akın gibi birkaç da işbirlikçi isim. DOB bünyesine tamamen aykırı bir doku.  Spor olayında aldıkları yenilgi, bu durumu bir kez daha gösterdi. DOB’u pop’laştırmak, hele de bunu laik cumhuriyet düşmanı islamcı bir iktidarın emriyle gerçekleştirmeye kalkmak partiyi baştan kaybetmek anlamı taşıyor.

Tacirin ekip PR’ı:

Sizlerin arasında bulunmak benim için heyecan verici ve çok keyifli, çünkü vizyoner, yeniliğe açık, bütünleyici, insanları tekrar tekrar kazanmaya çalışan… bir grupsunuz; opera bale adına çok büyük bir şans… Öylesine devrimsel çalışmalar başladı ki, bu çalışmalar içinde benim de bizzat bulunuyor olmam bana gurur veriyor ve inanılmaz da keyif almamı sağlıyor. Bir de formunda tutuyor beni… 50 yaşında bile karakter rolleri dışında, aktif rollerde var olabilirsiniz. Benim için challange oldu. 50 yaşında Bolşoy’da sahneye çıktım, olacak şey değil.” (Sanat Cepte, 2 Mayıs 2020)

Sözünü ettiği devrimsel çalışmaların ilk örneği Troya. Bu faciayı yazdık. Pop’laşma sürecinin ilk ürünü. Tacirin 50 yaşında o ve benzerlerinde dans edebiliyor olması klasik bir dansçı için ne challange, ne de başarıdır. Arabesk söylemekle arya söylemek arasındaki fark gibi.

--Troya devrimi: Bulunmayan Türk’e vatan, 50 yaşındaki dansçıya makam!--


Öte yandan, yüksek sanatı pop kavramına alma çabası, nitelik ölçütünün yerini niceliğe bırakmasına yol açar:

Özellikle görsel şovlara büyük ilgi var. Eğer prodüksiyon büyükse, bu daha da artıyor. Bunun farkında olan DOB Genel Müdürü Murat Karahan ve Kültür Bakanı Mehmet Ersoy büyük prodüksiyonlu etkinliklere çok önem veriyor ve her anlamda destek veriyor. Troya gibi çok özel bir prodüksiyon yapıldı ve gerçekten çok ses getirdi… Halkın ilgisini çekmeyi başardığınız zaman, çocukların sanata olan ilgisi daha da artıyor.” (Sabah, 27 Mayıs 2019)

Pop ve para kardeşliğini gözden kaçırmamalı: Çocukların sanata ilgisi artınca, aileler onları bale kurslarına yazdırıyorlar. Hangisine mi? Elbette, o prodüksiyonda sahneye çıkıp dans eden medyatik tacirimizinkine.

Hayır, hayır, abartmıyoruz. Kendisi söylüyor:

“[Troya’yı epey övdükten sonra:]… çoğu ebeveyn olan izleyicilerin bu denli ilgisini  çekmeyi başardığınız zaman, çocukların sanata ilgisi de artıyor çünkü çocuklarına örnek oluyorlar, onları sanat eğitimi almaları için cesaretlendiriyorlar.” (gozdendergi.com, 30 Eylül 2019)

Troya övgülerini kısa keselim. Her işadamı para getiren işi över. Ancak, pop biçim ve hedef kitlesi ile ilgili bir demecini verelim:

Troya çok önemli bir proje Türkiye için. Çünkü ilk kez opera bale karması için yapılan bir çalışma. Genel izleyiciye çok güzel ulaşan bir yapıt.” (mygazete.com, 16 Eylül 2019)

Genel izleyici tanımı pop kavramına açılan kapıdır. 3500 kişilik CONGRESİUM’u doldurmakla şişinir ama salonun akustiğinden söz etmez. Opera salonu ile kongre salonu arasındaki farkın önemi silinmiştir çünkü sahnelenen şey ne opera ne baledir. Sahne şovudur. Esas olan, satılan bilet, PR ve oradan gelecek müşteri-öğrenci sayısıdır. DOB’da ne kadar görünür ve etkin konumda olursa, ticarethanesine o kadar avantaj sağlar. Oğlanın Genel Müdür sıfatı ile elde ettiği kazançlar ortada.

Saray’la konuşmak, halka anlatmak

Bu sürecin adına da, opera ve baleyi halkla buluşturmak diyecektir:

“[Bale] çok elit [görülür], hatta opera da, halktan uzak gibi değerlendirilirdi. Bizlerin de algısı öyleydi. Sonrasında biz onun çok da doğru olmadığını gördük. Çünkü o iletişimi kurmadığınız zaman, size gelen çok küçük bir kitle olabiliyor.” (Hürriyet-Kelebek, 29 Mayıs 2018)

Önceleri bale çok bilinen bir sanat dalı değildi, belirli bir kitlesi vardı ve o kitlenin dışına çıkmazdı. Şimdilerde seyircinin daha yoğun olduğunu gözlemleyebiliyorum. Troya’nın 4000 kişilik biletleri 45 dakika içerisinde tükeniyor. Bu, elde edilmesi güç ve muazzam bir şey.” (gossipdergi.com, 10 Eylül 2019)

 “Ben artık opera ve balenin halktan uzak bir konumda olduğu inancında değilim… Örnek vermek gerekirse, sevgili dostum Murat Karahan’ın öncülüğünde iki büyük proje gerçekleştirildi: Troya, Göbeklitepe. Bu iki büyük proje içinde bulunma şansım oldu.” (robbreport.com, 12 Mayıs 2021)

Pek pişkin tacirimize anımsatalım: Yüksek sanatlara eğitim yoluyla gelinir. Önemli olan yüksek sanat niteliğini kaybetmeden salon doldurabilmektir. Arabesk bulamaçlarla cebini doldurabilmek değil.

Adam o kadar pop star zihniyetli ki, kendini konumlandırma düzeyine bakın:

“…genel bakış açısı olarak şöyle bir şey var; mesela bir Fazıl Say, bir Sezen Aksu, bir Tarkan, bir Tan Sağtürk yetiyor, ikincisine yer yok gibi bir algı var.” (gossipdergi, 10 Eylül 2019)

Devlet balesinin bir dansçısı kendini Sezen Aksu, Tarkan gibi pop starların yanına koyabiliyorsa, ne o sanatın, ne de o kurumun niteliğini kavrayabilmiş demektir.

Göbeklitepe için de aynı nitelemeyi yapacaktır:

Göbeklitepe devasa bir sahne şovu.” (Akşam, 29 Şubat 2020)

DOB patentli Showbiz dünyasına hoş geldiniz!

Bu kadar şov, bu kadar pop olan yerde hiç siyaset olmaz mı?

19 Mayıs 2019’da, Atatürk’ün Samsun’a çıkışının 100. yılı dolayısıyla, “Cumhuriyet tarihinin en büyük sahne ve dans gösterisi” gerçekleştirilir: 1919-Bitmeyen Yolculuk.

Tacir nirvanaya eriyor; Atatürk rolünde dans. Yanında kankası oğlan, Selanik Türküsü ve Burası Huştur ile eşlik ediyor. Mücevher ikilimiz bizi tarihimizle barıştırıyor. 3. Şûra kararı öyle diyor ya.

Nasıl yani?

Ne demek, “Nasıl yani?”, ulan?

Tamam. Anladım.

Sahnede Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı askerleri tarihteki 16 Türk devletini simgeleyen kıyafetler ile yer alıyorlar. Atatürk’ün yanı sıra IV. Murat, özellikle Vahdettin gibi milli değerlerimiz de var. Hani, Mustafa Kemal’in vatan haini dediği Osmanlı sultanı. Yok yahu, hiç hain rolünde olur mu? Dili sürçmüştür. Saray bizzat teşrif buyurmuş, gösteriden sonra herkesi tebrik etmiş. Tarihimizle barışıyoruz. Devlet Tiyatrosu, Devlet Halk Dansları Topluluğu, akrobatlar, milli sporcular, yerel dansçılar, Polis Akademisi öğrencileri, Özel Harekât polisleri, Gürcistan’dan gelen dansçılar, 600’ün üzerinde dev kadro, 500 kişilik gönüllüler ekibi, 1300 kostüm ve sahnede yüzdürülen Bandırma vapuru. (Sabah, 13 Mayıs 2019)

Ve en tepede Atatürk, yani bizim bale taciri Tan Sağtürk… Ha Atatürk, ha Sağtürk:

Gösteri sonrası insanlar sanki Atatürk’müşüm gibi bakıyorlar ve konuşuyorlardı… Ben bile Atatürk’e görünüş olarak bu kadar benzeyeceğimi düşünmüyordum.”(gozdendergi.com, 30 Eylül 2019))

Bakmayın siz onun mütevazılığına, Atatürk’e yalnızca fizik olarak benzemiyor, düşünsel  ve ruhsal olarak da adeta ikizi:

Atatürk’e benzemek için uzun süre inceleme yaptım. Milli Mücadele şartlarını ve ruhunu derinlemesine hissetmeye çalışarak içselleştirdim rolümü.” (Sabah, 27 Mayıs 2019)

Sağtürk Samsun’a çıkıyor

Yahu, bu tacir yoksa gerçekten de Mustafa Kemal’in Söylev’ini falan mı okudu? Çok zayıf olasılık, oğlan televoleci, bu konular biraz ağır gelmez mi? Neyse, günahını almayalım; bakalım Milli Mücadele ruhunu nasıl hissetmiş:

Atatürk Bandırma vapuru ile İstanbul’dan Samsun’a giderken 72 saat uykusuz kalmış. Ben de çekimlere 72 saat uykusuz kalarak başladım.” (Sabah, 27 Mayıs 2019)

Aslında, milli tacirimizin Atatürk’ün anti-emperyalist kurtuluş savaşı ve laik cumhuriyet anlayışını derinden kavraması için 72 saat uykusuz kalması yeterlidir ama, işin bir de akçeli kısmı var. Rabbimin bize bağışladığı bu dünyaca ünlü işadamı dansçımız o denli vatansever ve fedakâr ki, şunları tarihe geçirmeyi bir borç bilmiş:

“[Bakanlıktan] Beni arayan kişi, “Bütçeniz nedir?” dedi. Ben de ona, “Atatürk Samsun’a çıkarken bütçe mi yaptı, dedim.” (TELE 1, 24 Ekim 2020)

Yani, “Atatürk rolünde dans etmek için para alınır mı, vallahi ayıp, o da bizden olsun” diyor.

Eğer Vahdettin ve Osmanlı ile Atatürk ve cumhuriyeti aynı sahnede kanka yapacak bir kepazelikte baş rol oyuncusuysan, ve bu koşulda DOB’a alınıp, yeni AKM düzeninde kasanı tepeleme doldurma olanaklarına erişim imkânı sağlanıyorsa, değil para almak, üste para vermek her işadamının en doğal refleksidir.

Canım, işin biraz da olumlu yanını görmek gerek. Bakın, ne kadar kucaklayıcı bir balkon konuşması yapıyor tacir:

“Milli Mücadele ruhuna günümüz koşullarında çok ihtiyacımız var. Bir arada durmanın, kavgayı bırakıp hoşgörülü olmanın ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor bize… Çok derin tarihi olan bir milletiz biz…” (Sabah, 27 Mayıs 2019)

Bu konuşmanın tarihi 27 Mayıs. Yani, 31 Mart’ta yapılmış ve islamcıların hatırlı pataklandıkları yerel seçimlerden yaklaşık 2 ay sonra. Tacir zor durumda; Valide Sultan’a mı danışsa, Şeyh Rengim Gökmen’e mi, yoksa, İlber Abi’sine mi? Heyecan yapmaya gerek yok. Alt tarafı belediye seçimi. Zaten Saray’dan haber geldi ya, Vahdettin ile aynı kareye girerse, sonbaharda DOB’a girmesi daha da kolaylaşacak.

En iyisi, Gençlik ve Spor Bakanı Muharrem Kasapoğlu’nun 16 Mayıs’ta “Vatan ve Ramazan”  adlı konuşmasının özetini vermek. Ne diyor Bakan:

Birlik ve beraberliğimiz için birbirimizin hukukuna sahip çıkmalıyız. Birbirimizi seveceğiz, koruyacağız ve saygı duyacağız… Lütfen birliğimize, beraberliğimize karşı oyun kuranlara fırsat vermeyin. İhtiyacımız olan ruh, 19 Mayıs’ın ruhunda ve motivasyonunda var.” (trtspor.com, 16 Mayıs 2019)

Bakan konuşmasında “oyun kuranlar”dan FETÖ’yü anladığını açıkça belirtiyor. Malum, tacir için alengirli durum. Eski FETÖ’cü ya. O da, “derin tarih” filan diye durumu geçiştiriyor. Yine de, işi sağlam kazığa bağlamalı:

Bu gösteride millet olmanın önemini ve o ruhu anlatmaya çalıştık. Sayın Cumhurbaşkanı da izledi. Gösteri sonrası tüm ekibe tek tek teşekkür etti ve çok beğendiğini söyledi. İzlemesi çok kıymetliydiHalkımız da çok beğendi.” (Sabah, 27 Mayıs 2019)

Halkımızdan ziyade Saray’ın beğenmiş olması daha kıymetli. Dedik ya, o bir işadamı.

İstanbul seçimleri

İş o kadarla kalsa iyi. Saray, “Madem Atatürk’sün, kaybettiğimiz İstanbul’u bize  geri ver” demez mi?

Bizimki apışıp kalır. Senedin tahsil tarihi gelmiştir. İslamcılar beleşe mama yedirmezler:

Şunu da belirteyim; bu gösteri İstanbul seçimi öncesi, seçmene yönelik yapılmış bir etkinlik gibi düşünülmesin. Biz bu gösteriyi 6 ay önce planlamıştık… Konu vatan olunca birlikte durmak önemli.” (Sabah, 27 Mayıs 2019)

Hiç şüphe yok, mutlaka öyledir!

 Acaba, tacirin günahına mı giriyoruz? Ya bir de gerçekten Atatürkçü ise?:

“[Atatürk rolü için] çok çalışmama gerek olmadı çünkü çocukluğumdan beri Atatürk’ü çalışıyorum.” (TELE 1, 24 Ekim 2020)

Yaş aldıkça Atatürk’e karşı hayranlığım daha da artıyor, çünkü algım genişliyor.” (TELE 1, 24 Ekim 2020)

Vallahi bravo!

Bu arada, islamcılar iktidardan düştü de, CHP filan mı geldi?

Yok, hayır. Biraz ileri gittiğini düşünüp, yine Atatürk kartı ile laik cumhuriyetçi kesime göz kırpması gerekti. Hep aynı senaryo, yanına bir de Köy Enstitüleri vermeli ki, daha sağlam olsun:

Eskiden Köy Enstitüleri vardı. Kapandığı için aslında ne kadar üzgünüz. Onlar devam edebiliyor olsaydı…” (Aslı Şafak’la İşin Aslı, 19 Mayıs 2020 )

Onu herkes sevmeli. Pop starlıkta usul bu. Siyaset üstüymüşsün izlenimi yaratmalısın. Yani, PR bu minvalde yürümeli. Her kesime yakın olduğunu, çelişik konum kabul etmediğini mutlaka göstermelisin ki, müşterin çok olsun. Tabii,  paran da. İlber Abi’si gözünün önündeki en güzel örnek. Adam tacir, çabuk kapıyor:

Her kesimden… Her görüşten aileler çocuklarını gönderiyorlar akademime…” (Sabah, 27 Mayıs 2019)

Ben sokakta yürürken görüyorum. Herhalde savaş çıksa, herkes beni evinde ağırlar. O kadar bir sevgi seli var.”(TELE 1, 24 Ekim 2020)

Bu kadar sevgiden devlet balesini de nasiplendirebilmek için, önce  ara sıcak servisi yapar:

DOB’un koyduğu eserler uluslararası standartlara ulaştı.”(esquire.com, 1 Ağustos 2019)

“[DOB’da] son zamanlarda yapılan işlere baktığımızda, sayısal çoğunluk anlamında [Avrupa ile] ciddi mücadele ediyoruz. Kalite bakımından çok kaliteli işler çıkıyor Avrupa’ya göre.” (Turkish Press, 6  Şubat 2020)

Çok kuvvetliyiz. Teknik olarak çok iyiyiz. Duygularımız, çoğu ülkenin duygularından çok daha öteye taşınabilir.” (Sanat Cepte, 2 Mayıs 2020)

Ardından ana yemek:

Taksim’deki AKM’nin açılışının ardından, Cumhurbaşkanımızın da desteği ile orayı doldurabilecek gösteriler düzenleyebilirsek, Avrupa’nın yüzlerce yıllık geleneğinin yanında fazlasıyla mücadele edebiliriz.” (Turkish Press, 6  Şubat 2020)

Her gün bir şeyler hazırlıyorum AKM için. Belki orada bir şey yaparım, hazır olsun diye.” (Sanat Cepte, 2 Mayıs 2020)

Anladınız değil mi?

Prodüksiyonlarla birlikte DOB Avrupa ile kafa kafaya gelmiş bulunuyor. AKM açılınca büyük olasılıkla onlara tur bile bindirebiliriz. Her şey çok güzel, her şey çok olumlu…

İşadamının ağzının suyu AKM’ye akıyor. Orada  bir şeyler  yapmak istiyor ve başarılı olma koşulunu da Saray desteğine bağlıyor. Avrupa’yı bu şekilde yakalayacağımızı söylüyor.

Saray’ın kültürel eğilimi belli: Orhan Gencebay, Sibel Can.

Tacirin kültürel eğilimi belli: Orhan Gencebay, Asena.

--Asena da dansçı, ben de. Birlikte, AKM salonunu lebaleb!--


AKM’yi doldurabilecek gösteri olarak, sizce buradan ne çıkar?

İyi de, bu işler yasal açıdan sorun yaratmaz mı? AKM’nin yönetimi devletin elinde, devlet memurları yasal çerçeveye dikkat ederler. Sanatsal yönetim onlarda değil ki. İDOB’un, DT’nin, İDSO’nun başındakilerde.

O, eski Türkiye’nin, eski AKM’nin hikâyesiydi. Yeni AKM’nin başına özel sektörden bir sanat yönetmeni geldi: Remzi Buharalı. Kararları o verecek.

Dedik ya, 3. Şûra’da özel sektörün bu işe vidalanma kararı alındı.

Bizimki çok memnun. Remzi Buharalı’nın atanmasından 20 ay önce, ülkede balenin kalkınması için, bakanlığın, sanatçı, devlet ve özel sektörden kurulu bir üst komisyon eliyle bu işi yönetmesi gerektiğini söylüyor. (Turkish Press, 6 Şubat 2020)

Şûra kararlarını iyi bellemiş.

İçi kıpır kıpır. Düşünün; İDOB’un başına gelse, ya da ona çok yakın olan biri, örneğin Caner Akın falan, kendi ticarethanesine İDOB olanakları ile projeler hazırlatsa, salonu dolduracak müthiş sahne şovları, ne para kaldırır ama! Yekta Hatun yapmıştı ya.

Ayrıca, kendi okullarındaki çocukların bazı çalışma ve gösterilerini AKM’de yaptırsa, anne-babalar çılgına dönerler, billahi. Müşteri sayısı birkaça katlanır.

Hele bir de, okullarından çıkan bazılarını DOB’a alır da, “DOB’a girmek için Tan Sağtürk’ten geçmek gerekir” fısıltısı yayıldı mı, bal dök yala…

İyi de, yüksek sanat…?

Bırak bu “uyuz gazeteci kız” lakırdısını. Yüksek sanat yüksek paradan daha elzem değildir.

Türk Nureyev

Milli tacirimizin bütün bale yaşamı Nureyevcilik oyunu ile geçti, geçiyor. Profesyonel dansa adım atışıyla birlikte başlayan bu süreç, zaman içinde sanatsal açıdan kâbusa dönüşse de, ticari ve sosyal açıdan çok kârlı oldu. O nedenle, her şeyiyle ona benzemeye çalıştı. Sanatsal kapasite, disiplin ve çalışkanlık hariç.

2500 temsil, belgeseller, sinema filmi, şov programları falan Nureyevcilik oyununun en göz önünde olanları. Ama daha az bilinenleri de var.

Örnekleyelim:

Nureyev dansta kimseyi örnek almamıştır. Tacir de:

Örnek aldığım hiç kimse olmadı hayatımda ama zevkle izlediğim önemli dansçılar oldu. Bir tanesi Rudolf Nureyev’dir.” (istanbulkoleji.com, 28 Kasım 2016)

Nureyev hep klasik dansçı oldu. Bazen modernde de dans etti, reddetmedi ama, onun için klasik esastı. Tacir için de:

Estetiğin çıkış noktası, ne kadar yeni model anlayışla yapılırsa yapılsın, klasik normlar üzerinde durur. Mukayesesi öyle yapılır.” (esquire.com, 1 Ağustos 2019)

Her ne kadar gönlüm hep klasik baleden yana olsa da, iyi koreograflarla çalışılmış modern eserlerin de yeri ayrı olmuştur.” (aybencumali.com, 16 Mayıs 2020)

Nureyev 53, 54 yaşına kadar dans etti. Tacir de. Mart 2017’de dansı tamamen bıraktığını söylemesine rağmen, Troya ile sahneye dönüp, 50 yaşında bile formda olunabileceğini söyler. (Sanat Cepte, 2 Mayıs 2020)

Nureyev Rus ekolünün baskın niteliği kabul edilen duygusal aktarım özelliğinin gelişkin örneklerindendir. Tacir de kendisinin esas bu yönüyle Nancy Balesi’ne kabul edildiğini belirtir. Ayrıca, bizim Avrupa ile mücadelemizdeki avantajımızın da, Anadolu topraklarında yetiştiğimiz içinçoğu ülkenin duygularından çok daha öteye taşınabilir duygularımız olduğunu söylüyor. (Sanat Cepte, 2 Mayıs 2020)

Nureyev’in öğrenme ve entelektüel bilgi açlığı müthiştir. İnanılmaz bir merak insanıdır. Tacir de öyle olduğu izlenimi vermeyi sever:

En az benim kadar emek veren meslektaşlarım da var tabii ama, ben sanki bir şey bilmiyormuşum gibi her gün yeniden bilgi katıyorum kendime.” (istanbulkoleji.com, 28 Kasım 2016)

Nureyev ne İngilizceyi, ne de Fransızcayı iyi konuşabiliyordu. Tacir de. (Fransızcası için, 50  figures de la francophonie…’deki söyleşisi dinlenebilir.)

Nureyev Başkırt kökenli Rus’tur. Tacirin de eşi Rus’tur.

Nureyev zengindi ve lüksü seviyordu. Üstelik, zengin olduğunun bilinmesini istiyor, zenginliğini göstermekten hoşlanıyordu. Gerçek değerinin parasıyla ölçüleceğine inanıyordu. Birçok ev almıştı. Paris ve New York’takilerin dışındakilerde pek yaşayamıyordu. Zamanı yoktu.

Tacir de parayı çok seviyor. Lüksü de. İkisini de göstermekten hoşlanıyor. Birçok evi olduğunu söylüyor:

Çeşme Alaçatı’da bir evimiz var. Hatta şimdi bir tane daha yaptırıyoruz.” (hthayat.haberturk.com, 2 Ağustos 2014)

Fransız vatandaşıyım ve bir evim de orada var.”(istanbulkoleji.com, 28 Kasım 2016)

“[Uskumruköy yakınlarındaki villasını kastederek] Burası country, Asmalımescit’te de ev var.” (Show Tv, Cumartesi Sürprizi, 8 Aralık 2012)

 “Moskova’da evi olan bir insan olarak bunu söyleyebilirim.” (TELE 1, 24 Ekim 2020)

Lüksü çok seviyor ve göstermek istiyor, saat markaları, arabalar falan derken olayın görgüsüzlük boyutuna tırmanması uzun sürmüyor. Magazine girmediğimiz için ayrıntıları vermeyelim. Ancak, fikir edinilmesi açısından iki örnekle yetinelim:

Show Tv’deki programda evini gezdirirken, salonun ortasındaki jakuziyi gösterip, içine girerek film seyrettiğini, fantastik olduğunu falan söylüyor. Ardından da, “Millet bize küfür edecek “ deyip, kahkahayı basıyor. (Show Tv, Cumartesi Sürprizi, 8 Aralık 2012)

--Ha jakuzide film seyretmişsin, ha Kuğu Gölü’nde dans etmişsin…--


Oyuncu Bergüzar Korel ile evlenecekken, beklenmedik biçimde ayrılması üzerine,  kendisine hediye ettiği 10 000 dolarlık yüzüğü, basın yoluyla  geri istiyor. (Hürriyet, 18 Ocak 2009)

Nureyev bir vakıf kurmuş ve bu vakıf aracılığı ile yetenekli bale öğrencilerine burs sağlamaktadır. Tacir o kadar cömert olmadığı için, benzer bir projeyi okul formatına sokarak, sponsorlardan parasını alıp, kendi reklamına katma peşindedir:

Sponsor bulup bir okul açalım, çok yetenekli çocuklar için, parasız… İKSV bayıldı, herhalde yapacağız.” (Burası Hafta Sonu, Habertürk, 16 Mayıs 2017)

“Yakın gelecekte sanat eğitimi konusunda sosyal sorumluluk bilinci olan bir kurumla bir araya gelerek yeni bir okul  projesini hayata geçireceğiz. Bu okulumuzda özel yetenekli çocuklara burslu eğitim vermeyi amaçlıyoruz.” (Avek Magazin, sayı: 14, Şubat-Mart 2018)

Benim bundan sonraki amacım, artık ikinci sayfayı açmak. Yeni bir okul kurulsun, gerçekten yetenekli çocukları alalım ve ailelerinden de 5 kuruş istemeden, onların eğitimlerini üstlenelim.” (marasgundem.com, 21 Ekim 2018)

Yetenekli ama imkânı olmayan çocukların eğitim göreceği bir okul planlamamız var, hazırlığı içindeyiz.”(esquire.com, 1 Ağustos 2019)

“…ülkemizde ekonomik zorluk çeken ailelerin çocuklarına bilabedel eğitim verecek okullar kurmak…” (robbreport.com, 12 Mayıs 2021)

Tacirimiz çok uyanık. Tam işadamı. Bir taşla üç kuş vuracak. Bir yandan Nureyevcilik oyununu sürdürüp, naylon kimliğini kullanmaya devam edecek. Bunu yaparken 5 kuruş harcamaksızın, sponsor parası ile sosyal sorumlu rütbesi takacak, ardından da, çok paragöz olarak tanındığını ve bu imajın kamusal alanda, yani DOB’da, önüne koyduğu akçeli hedeflere ulaşmakta sıkıntı doğuracağını bildiği için, söz konusu imajı yumuşatmaya çalışacak. Zaten, dikkat edilirse, bu konuyu DOB’a dönme projesinin tasdiklendiği 3. Şûra’dan hemen sonra, giderek artan bir tempo ve vurguyla dile getirmeye başlıyor. Alternatif dans topluluğu ve konservatuar yerine bu projeyi öne çıkarıyor. Tacirimiz damardan PR’cı.

Bir de sosyal sorumluluk anlayışını bilseniz; hakikaten olağanüstü. O kavramın içinde neler mi var?

Hem bireysel anlamda, hem de akademimle birlikte birçok proje üretiyor ya da parçası oluyoruz; karşılık beklemeden neler yapabileceğimizi düşünüyoruz. Sosyal sorumluluk hikâyelerimiz çok birikti ama yaptığımız çoğu şeyi göstermiyoruz, göstermek niyetinde de değiliz. Sosyal çalışmaları biraz daha fanusta tutmak istedim çünkü benim için çok önemliydi.” (gozdendergi.com, 30 Eylül 2019)

İlginç! Bütün yaşamı PR üzerine kurulu bir işadamı herhangi bir kişi ya da işe cebinden para verecek ve bunu gözümüze sokmayacak. Olacak şey değil.

Tacirin cebinde akrep olduğunu bilmeyen yok ki!

Sonunda, sosyal sorumluluktan ne anladığı dile geliyor:

Ulusal ve uluslararası belgesel projelerine hiç hayır demedim. CNN Türk “Bale Anadolu” diye bir belgesel yaptı. İZ  TV ile “Dansın Şehirleri” adlı belgesel serisi hazırladık. Öğrencilerimle birlikte Paris, Berlin, Prag, Viyana, St. Petersburg gibi dünya dansının başkentlerine yolculuk yaptık; bunlar televizyon ekranlarına yansıdı.”(gozdendergi.com, 30 Eylül 2019))

İnanılır gibi değil; adam cebinden bir kuruş harcamadan hem kendi reklamını yapıyor, hem telifini alıyor, okulundaki çocukları kültür turizmi ayağına dünya para karşılığında yurt dışında gezdiriyor ve buna da sosyal sorumluluk diyor.

Bitmedi;

Doğan Egmont yayınlarından  çocuklar için çıkardığı, “Ada Bale Gösterisinde” adlı bir kitap serisi var. Telifini cukkaladığı, çocuklara parayla satılan kitaplar. Bunlar  da “sosyal sorumluluk”a dahilmiş. (gozdendergi.com, 30 Eylül 2019)

İsterseniz, artık bitirelim. Dayanılır gibi değil. Ne mide kaldı, ne sinir! Bu kadar pişkinlik, bu kadar açgözlülük, bu kadar görgüsüzlük… Aslında bu tür iki ayaklılardan söz etmeye bile değmezdi. Ama, Devlet Opera ve Balesi’nin bu yapışkanlardan korunması gerek. Dert de bu, dava da bu.

Sonuç

Devlet Opera ve Balesi laik cumhuriyetin omurgasını oluşturanlardan. Tarihinin en ağır saldırısı altında. Tıpkı, laik cumhuriyet gibi. İslamcı kuşatmanın kırılmasına çok az kaldı. Has adamları ve işbirlikçileriyle beraber gidecekler. Ne DOB, ne CSO, ne orkestralar, ne çoksesli koro, ne de bizler, ne bu yılları ve ne de o işbirlikçileri unutacağız. Hepsinin adını bu ülkenin islamcı gericiliğe karşı savaşımındaki hainler olarak tarihe geçireceğiz.

Bu uzun maratonda, Saraydan Kız Kaçırma örneği çerçevesinde, DOB’un siyaset ile olan iç içeliğini ele alıp, yüksek sanatların hiçbir dönemde siyaset üstü olmadığını, olamayacağını, sanatsal estetik ile ilişkisine de işaret ederek, vurgulamaya çalıştık.

Bitirirken, Devlet Opera ve Balesi’nin tüm sanatçıları ve çalışanlarına anımsatalım:

Öküzün önünde, eşeğin arkasında, aptalın her yanında dikkatli olun.

MELİS GÖNENÇ / SOL  - 29/10/2021

                                                                    ***

  Saraya Kız Kaçıran 4'lü çete (3)

'Saraydan Kız Kaçırma böyle bir abara dubara ürünü. Saray lastiği 4 adam, Murat Karahan, Suat Arıkan, Caner Akın, Tan Sağtürk, 4 koltukta, 4 koldan 4 farklı nedenle DOB’u kıskaca alma peşindeler.'   

Bu operayı islamcıların esas oğlanı Murat Karahan’ın 2018’de genel müdür yapılmasından sonraki sürecin kilometre taşlarından biri olarak görmek gerekiyor. İslamcılar opera ve baleyi mekrûh sayarlar. Yani, dinen yapılması caiz değildir. Oysa, opera ve bale laik cumhuriyetin en önemli kurumlarından biridir. Kapatmaya güçleri yetmediği için, içeriden çürüterek gen haritasını değiştirme peşindeler. 1309 sayılı yasada önemli değişiklikler yapıp, hukuki altyapıyı oluşturmaya çalıştılar.

Esas mesele ise, sahnede olup bitendi. Oğlanın ağzında yuvalanan, yerli ve milli “Türk opera markası” prodüksiyonları, “Zeki Müren” ve son olarak da “Tan Sağtürk” katakullisi söz konusu sürecin değişik görünümlerinden başka bir şey değildir. Saraydan Kız Kaçırma da izlenen çürütme programının ayaklarından biri.

Oğlan “marka” konusunu ikili bir model içinde tanımlamıştı: (Youtube, Aslı Şafak, Marka 2018)

a) Yerli ve milli Türk operalarının bestelenmesini sağlamak.

Yeni bir Türk operası yaratmak. Bugüne kadar birçok denemeler yapıldı ama maalesef dünyada bir Türk operası markası yaratılamadı. Temel neden yerelden beslenememek, unique olamamak.”

b) Yabancı yapıtların en yüksek seviyede icra edilmesi.

Dünya literatüründeki önemli operaları en yüksek seviyede sergileyecek bir opera evi yaratmak.”

Söylediklerinin gerek sanatsal gerekse entelektüel açıdan ciddiye alınır bir tarafı yok. Bilinen Bilkent cehalet ve görgüsüzlüğü. Dikkat edilmesi gereken yönü siyasal açılımları.

(a) şıkkının ne anlama geldiği Troya ve Göbeklitepe facialarında görüldü. Saraydan Kız Kaçırma ise, (b) şıkkının ilk önemli kurbanı olarak kabul edilebilir: “Dünya literatüründeki önemli bir opera”nın yerli ve milli yorumu.

Oğlanın genel müdür yapılmasının da, marka salaklığının da, müzikler eşittir köpüğünün de arkasında, laik cumhuriyetin kültür anlayışı ve kurumlarına karşı yapılmış en büyük saldırı olan 3. Milli Kültür Şûrası (3-5 Mart 2017) kararları vardır. İslamcılar bu şûra ile laik cumhuriyetin kültürel tasfiyesini resmiyete dökmüşler ve bugüne kadar adım adım getirmeye çalışmışlardır.

Biri tak emretmiş: Murat Karahan

Oğlan ile ilgili çok yazdık. Bu işi yapabilecek ehliyet ve liyakata sahip olmadığını, entelektüel görgü ve kültür düzeyinin yetersiz olduğunu, karşılığı olmayan megalomanisinin insan ilişkilerine olumsuz yansıdığı ve bunun da çok ciddi bir yönetsel zafiyet doğurduğunu, PR olmazsa ayakta kalmasının güç olduğunu, akçe düşkünlüğünü, usulsüz işlerini… Ancak, işbirlikçi olmadığını da belirttik. Rengim Gökmen’ler, Yekta Kara’lar, Suat Arıkan’lar gibi sol gösterip sağ vurmuyor. Sağ gösteriyor sağ vuruyor. Kameraların önünde pabuç gibi solculuk, ilericilik, bakan odalarında leş gibi sağcılık yapmıyor. Bu anlamda DOB’un son 20 yılının en “tutarlı” üst yöneticilerinden biridir. İşbirlikçiler onun yolunu döşediler, o da DOB’u liberal-islamcı kampa yem etti.

İşbirlikçilik DOB’u yiyip bitiren ağır bir etik sorundur. Yalnızca bireysel bir sorun olsa, önemi daha az olurdu. Oysa, çok daha geniş kapsamlı bir yıkıma yol açıyor:

a) Öncelikle, DOB’un kurumsal derinlik kazanmasını önlüyor. Gerek sanatçı ve çalışanlar, gerekse yöneticiler kurumsal gelenek ve refleks oluşturamıyorlar. Genel müdür, müdür ve yönetici kadronun çoğunluğunun koltukta kalmak için siyaset kurumunun tepesindekilere yaltaklanma tutumu, onlarla özel ilişki arayışı, siyaset kurumunun DOB’u ciddiye almasını önlüyor. Müdürlerin hemen hepsinin vekâleten atanıyor oluşu, kurumsal kadüklüğün en önemli göstergelerinden biridir.

b) Kurumsal derinliği olmayan bir opera ve balenin sanatsal düzeyi asla yükselemez. Geçici başarıların da devamlılığı sağlanamaz. Saraydan Kız Kaçırma düzeyin nerelere kadar düşebileceğinin çarpıcı örneklerinden yalnızca biri.

c) Etik yozlaşma bir süre sonra akçeli işleri de beraberinde getiriyor. Arkasına siyaset ve basının desteğini alan yöneticiler usulsüz işlemler ile ya bireysel zenginleşme olanakları elde ediyorlar ya da kamu kaynaklarının israfına yol açıyorlar.

d) Bu yöneticilerin basınla kurdukları ilişkiler bu kez de basını çürütüyor. Kurumun sanatsal ve yönetsel sorunlarına eleştirel gözle bakıp, kamuoyu denetimi sağlayacak yazarlar, maddi ve manevi çıkarlar karşılığında kurum yöneticileri ile kazan kazan ilişkisi içine giriyorlar. Sonuç malum.

DOB’un tarihi henüz yazılamadığı için, bu konuların geçmişi, evrimi, değişik siyasal iktidarlar ve dönemlerde yaşananlar ele alınabilmiş değil. Oysa, yalnızca Menderes yılları ve Yassıada süreci bile çok zengin derslerle doludur.

Bu kurumda işbirlikçiler eliyle yaşatılan etik yozlaşmanın star düosu Yekta Kara-Rengim Gökmen’dir. Neredeyse bir ekol oluşturdular. İslamcı iktidarın en cüretkâr projelerinin arkasında bu iki isim vardır. Kimdirler, necidirler, hangi siyasal bağlantılar ile o koltuklara oturmuş, kalkmamak için hangi gemileri yakmışlardır, basın ile ilişkileri, akçeli işleri, islamcılara peşkeş çektikleri yapılar, özel sektör bağlantıları… Hepsini ayrıntılarıyla anlatacağız.

Cumhuriyet tarihinin en karanlık yılları içinde en uzunu olan islamcı dönem kapanmak üzere. Bütün kurumlarda olduğu gibi çoksesli müzik kurumlarında da, CSO’da, orkestralarda, çoksesli koroda ve DOB’da, farklı ölçeklerde olmakla birlikte, küçümsenmeyecek zararlar oluştu. CSO’da olup biteni ayrı bir yazı dizisinde ele alacağız. Hepsinin üstesinden gelinir. Yeter ki, işbirlikçi kadrolar ayıklanabilsin. Çok zor değil, tamamı biliniyor.

DOB’un onun bunun kumpanyası ya da bugün olduğu gibi çoluk çocuğun elinde kariyer atı değil de gerçek bir kurum olabilmesinin tek yolu öncelikle bu işbirlikçi damarın kurutulmasından geçiyor. Eğer DOB’un başında Murat Karahan adlı bir yıkım bulunabiliyorsa, bunun en önemli nedenleri arasında Yekta Kara-Rengim Gökmen adlı bir işbirlikçi ekolün bu kurumu uzun yıllar esir almış olması gelir.

Karahan görevden alınmaktan korkuyor

Oğlanın aklı fikri siyasette. Defalarca söyledi:

Uzun vadede Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanı olarak ve bu titrimle çıkıp, dünyanın en ünlü sahnesi La Scala’da konser vermek istiyorum.”(Milliyet, 23 Eylül 2008)

Bir opera sanatçısı neden bakan olmak ister?

--Şu Scala’ya bir çıkamadım gitti!--


Opera sanatçılığı layıkıyla yapıldığında çok zor bir iştir. Bütün zamanınızı yer. Hele bir de önemli bir isimseniz, siyasetin yanından bile geçemezsiniz çünkü o da 7/24 bir iştir. İkisinin tek ortak yönü söyleyeceğini sahneden söylemektir, o kadar.

Gelin, sondan başlayalım…

Oğlan bu yaz Arena di Verona’da orkestra son derece haklı nedenlerle ve sendika kararıyla greve gidince Aida’daki rolünü tek piyano eşliğinde söylemeyi kabul etmiş. Tam bir komedi! Kendi sanatına saygısı yok. Senfoni orkestrası önünde Zeki Müren söyleyip, zeybek oynayan, Kayahan’a “büyük usta” diyebilen biri elbette tek piyanoyla opera temsilini de yadırgamaz. Ha lüks otel roof’unda piyano eşliğinde yağlı müşteri tatmin etmişsin, ha piyanoyla kostümlü falan opera söylemişsin...! Piyano ile arya söylenir; kostümlü olmaz. Zaten, festival yönetimi de binbir özür dileyerek bilet ücretlerini iade etmiş, turistik amaçlı bir gösteri olarak böyle bir kıyak yapmak istemiştir. Tutumun, İtalyan basınında ciddi eleştirilere konu olduğunu da söyleyelim.

Oğlan bundan bir başarı öyküsü, şişinme devşirmeye kalkmasın mı?!

Öte yandan, liberalizmden aklında tutabildiği tek düstur “Rab bana, hep bana” olduğu için, bir sanat kurumunda birçok insan ve sorun olduğunu, bu nedenle, yöneticiliğin öncelikle dayanışma duygusu gerektirdiğini bilmiyor, anlamıyor. DOB’a bu biçimde yaklaşan, İtalyan orkestrasına nasıl bakmaz ki?:

Elin gâvurunun orkestrasından bana ne! Grev mrev, ben cebime girene bakarım. Şimdi çıkmasak, maazallah, ya yönetim bizi bir daha çağırmazsa?…

Yandaş basında bu vesileyle o bildik PR amaçlı çanak söyleşilerden birini ayarlatmış. Pat diye söyleşinin esas yapılma nedeni olan konuya giriliyor:

Genel Müdürlüğünüzden önce ‘Bir gün Kültür Bakanı olarak La Scala’da konser vermek istiyorum’ demiştiniz. O hayaliniz devam ediyor mu?

Siyasetçi olmak benim çocukluğumdan beri kafamda olan bir şeydi. Dayım İsmet Sezgin’in de etkisiyle. Ama 44 yaşındaki Murat Karahan olarak şunu söyleyebilirim ki, benim en mutlu olduğum yer sahne. Tecrübelerimden bunu edindim. Ama tabi ki yanlış anlaşılmasın. Devletim bana bir görev verdi. Bunu da dört senedir büyük bir mutlulukla yerine getiriyorum. Bundan da çok büyük bir mutluluk ve gurur duyuyorum. Bu görevde bulunduğum sürece de Türk opera balesini en yükseğe dünya standartlarına taşımak için de var gücümle çalışacağım. Siyaset bazında konuşuyorum. Genel müdürlük bazında değil. Siyaset mi sahne mi dediğiniz zaman her zaman sahneyi tercih ederim. Mutlu olduğum yer sahne.” (Hürriyet, 26 Temmuz 2021)

Oysa, bu ilk değil. İki ay önce, bu kez ekranda, yine yandaşlarda, tesettürlü bir sunucunun PR programında söylüyor:

Bugün bana sorsanız, siyasetçi mi, sanatçı mı olmak isterim, diye, yüz kere sanatçı olmak isterim.” (Türk Kahvesi, Tvnet, 24 Mayıs 2021)

--Billahi de bakanlıkta gözüm yok; beni görevden almayın!--


Allah, Allah, birdenbire, “Vallahi de billahi de bakan olmak istemiyorum, genel müdürlüğü kutsal görev kabul ediyorum” yakarışı da nereden çıktı?

Eşzamanlı olarak, yurtdışı işlerini kendi adına değil, artık devletinin şerefi ve tanıtımı için yaptığı ayaklarına da yatmaya başladı:

Ben sahnede aldığım alkışları artık Murat Karahan olarak kabul etmiyorum, Türkiye adına, ülkem adına kabul ediyorum, bir Türk sanatçı olarak kabul ediyorum. Her tanıtımda mutlaka Türk tenor sözünü yazdırıyorum. Çünkü bir Türkün bunları yapabilmesi çok önemli.” (Türk Kahvesi, Tvnet, 24 Mayıs 2021)

Aynı anda, daha bir yıl önce, “ben artık dünya starıyım, kimseye muhtaç değilim” postası koyduğu Hıncal Abi’sine yeniden yanaştı. Hıncal Abi’nin işi zaten PR:

Murat Karahan… çok sevgili İsmet Ağabeyimin (Sezgin) yeğeni… Konservatuarı bitirdiğinde beni aramış,

“İşin bana düşen kısmı bitti, Hıncal” demişti.

“Yeğenim artık sana emanet!” Yeğen, bana hiç ihtiyaç duymadan dünya çapında bir tenor oldu. Kısa zamanda…

Dünyanın 1 numaralı opera festivali, Verona, onunla açılır kapanır oldu. Bolşoy, Scala dahil çıkmadığı sahne, seslendirmediği başrol kalmadı. Ülkemin gururu oldu.” (Sabah, 1 Temmuz 2021)

Murat işte dünyanın en ama en ünlü opera ve balesi, Moskova Bolşoy’da üç gece Tosca’dan Cavaradossi’nin aryasını okuyacak, düşünebiliyor musunuz… Murat ülkemizin gururu ve en büyük kültür elçisi…” (Sabah, 11 Eylül 2021)

Bunların hiçbiri tesadüf değil.

Oysa,“Hıncal Abi”si  bir yıl önce bakın neler yazıyordu:

... [Genel müdür olma] Amacı da makam falan değil, benden ve herkesten gizlediği, bitmez tükenmez, hırsı ve ihtirasını tatmin etmekti.
Genel Müdür olur olmaz, Devlet Opera ve Balesi, sadece Murat, Murat Karahan için çalışmaya başladı.
Troya'yı kendi adamlarına yazdırdı, kendi adamlarına besteletti.
354 kişiyi sahneye çıkardı. Kendisi başrolü oynadı. Troya fiyasko oldu. Doğru dürüst temsil bile edilmedi ama, Murat yeni edindiği dostlarına hep olumlu şeyler yazdırdı.
TRT başta, önemli kanalları da ele geçirdiği için, her ama her şeyi kendi reklamı için kullandı.
...Ve bayramda Murat reklamları doruk yaptı. Corona günlerinde, Antalya Opera Orkestrası'nı Denizli Antik Hieropolis Tiyatrosu'na, adeta zorla ve emirle taşıdı. Orada çaldırıp alaturka şarkılar söyledi. Sonra hazırlanan kaydın servisi başladı.
TRT kanalları başta, kaç kanalda yayınlandı bu konser sayamadım.
Ama Murat Karahan'ı Genel Müdür atayan ve bugüne dek yaptıklarını görmezden gelen Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy'un müfettişleri soruşturmalı ve öğrenmeli... İsmet Ağabeyimin büyük hatrına rağmen, Murat'la artık konuşmuyorum. Ama Sayın Bakan Mehmet Nuri Ersoy benimle konuşmak isterse, ona anlatacağım çok şey var...” (Sabah, 28 Mayıs 2020)

Dünya starı mı?

Soru şu: Oğlan anlatıldığı ölçüde bir dünya starı ise, neden genel müdür olmak istesin ki? Devlet memuru maaşından ne olur? O çapta bir star bu parayı ancak bahşiş olarak verir. Bir kamyon da bürokratik külfet… “Ona kıyak yaptın, bana kelek attın” üzerinden sanatçılar ile papaz olmak da cabası.

O halde, ya anlatıldığı gibi bir dünya starı değil, ya da işin içinde başka bir iş var.

Hıncal Abi’sinin sözünü ettiği “hırs ve ihtiras” doğrudan para ile ilgili. Genel müdürlüğü usulsüz bir dizi işlem ile cebini doldurmak için kullandığı ve bu yüzden soruşturma geçirdiği, aynı nedenle GSGM (Güzel Sanatlar Genel Müdürü) Murat Salim Tokaç’ın görevden alındığı biliniyor. Oğlan gerçekten ölçüyü kaçırdı. (Saray’da Gazelhan, DOB’da Karahan, soL Haber,  26 Mayıs 2021)

İşte, bu nedenle, görevden alınırım korkusuyla Hıncal Abi’sinin ayaklarına düştü:

                                        “Ben ettim sen etme!”

Hıncal Abi’si hiç eder mi? Hemen PR’a başladı; “… Bolşoy, Scala dahil çıkmadığı sahne kalmadı.” , “…en büyük kültür elçisi.” Hıncal Abi’si magazin basınından gelmiş olduğu için PR işlerini bilir. Her magazinci gibi PR ile gazeteciliğin eşanlamlı sözcükler olduğunu düşündüğünden, gazetecilik etiği konusuna yaklaşımı da bilinen ilkelerin epey dışındadır. PR işinden sıkı ekmek yemiş nadir isimlerdendir.

Çoksesli müzik dünyası ile ilişkisi de PR eksenli olduğundan, müşterisi çok olur. Örneğin, uzun yıllar Rengim Gökmen’in şeyhliğini yaptığı Gökmenî Tarikatı’nın basın imamlığı görevini ifa etmiştir. Elbette, hayrına…

İsmet Ağabey oğlanı boşuna ona emanet etmemiş. Bir Ağabey okulu bitirtmiş, bir Abi de star yapma işini üstlenmiş. Ama oğlan Abi’nin PR’ına gerek kalmadan dünya starı oluvermiş, hem de kısa sürede.

Öykü güzel, değil mi?

Yalnız ufak bir sorun var: Oğlan, Hıncal Abi’sinin çıktığını söylediği “dünyanın en ünlü opera sahnesi” La Scala’ya çıkamadı. Ne de Metropolitan’a. Paris Operası’na da. Covent Garden’a da..! Opera dünyasını bilenler bu isimlerin ne anlama geldiğini anlarlar. Liste uzayıp gidiyor. Madem “dünyanın en ünlü opera sahnesi” La Scala ve oğlan oraya çıkamadı, Hıncal Abi’si sorunu PR yöntemi ile çözer: Bir de “dünyanın en ama en ünlü opera sahnesi” var: Oğlanın çıktığı Bolşoy.

Hıncal Abi’si bilmeyebilir; yüksek sanatlar magazine, popa, topa benzemez, PR ile bir yere kadar gelebilirsiniz. Ölçüsüz üfürürseniz, sanatçıya da zarar verirsiniz. Yukarıda adı geçen sahnelere çıkan diğer sanatçılarımız için neden bu tarz PR yapılmıyor da, çıkamamış oğlan için yapılıyor?

Daha önce oğlanın sanatsal koordinatlarını yazdık, bu konuya dönmeyelim. Çok kısaca; hacimli, parlak bir sesi var, rengi de hoş, müzikal düzeyi de iyi. Hayran olabilirsiniz ama büyülenmezsiniz. Çünkü gırtlak derinliği yok. Ses, ciğer, nefes, ses telleri gibi somut, fiziki unsurların, gırtlak derinliği ise, olgunluk, görgü, stil gibi soyut, kültürel unsurların ürünüdür. Parmak izi gibidir, kimliğinizi belirler. Sesi, güzel, çekici bir ambalajı anımsatıyor. İçine ne koyarsanız koyun müşteri bulur cinsinden. Ama, market müşterisi değilseniz, ambalajdan çok içindekiyle ilgileniyorsanız, o zaman iş değişiyor. Opera söylüyor, alaturka söylüyor, türkü söylüyor, pop söylüyor, hepsinde ambalaj aynı. Yani söyleyemiyor. Çünkü türler ve ekoller arasındaki farkları bilmiyor. Güzel bir sesin yeterli olacağını sanıyor. İtalyanlar ses çılgınıdırlar. İtalya’ya hapsolup kalmasının nedeni bu. Üstelik, La Scala’sız bir İtalya’ya. Ama “bel canto“yu yalnızca ses sanmak da yanılgı olur. Bolşoy’a gelince; tamamen Türk-Rus ilişkilerinin türevidir.

21 Şubat 2021’de yapılan MÜZDAK Ses Eğitimi Çalıştayı’nda Ahmet Özhan oğlana bu konuda sıkı bir görgü dersi verdi:

Batı tekniğinde şan çalışmak, bizim müziğimizde koma seslerinin özelliğini yitirmesine yol açar… Piyano aralıklarına kodlanmış bir kulağın Türk müziği dinleyebilmesi, zevk alması mümkün değildir, icra da edemez… Operacı arkadaşlarımız elbette kendi müziklerini [Alaturka Müziği kastediyor] söyleme gayreti içinde olabilirler ama hiçbir zaman bir Bekir Sıtkı Sezgin, bir Alaattin Yavaşça baskılarını bu güzel kardeşlerimizden duymak mümkün değil. Suzidil, şehnaz okuyamazlar; okurlar ama işte öyle olur. Balkanlar’daki hicaz aralığına döner…”

Oğlan deliye dönüyor; nasıl olur da operacı alaturka söyleyemez? Sınırlandırmalar, ayrıştırmalar çok kötü şeyler bunlar… Dedik ya, oğlanın ağır kültür ve entelektüel görgü sorunları var. Bilkentli.

En sonunda çok net bir bilimsel yanıtla haklılığını kanıtlar:

Opera sanatçısı olarak kendi janrımda [alaturka] söylüyorum, hesabını da kimseye vermek durumunda olduğumu düşünmüyorum.”

--Elinde tespih, dilinde…, cebinde…--


Alaturka söylemesinin meşruiyet dayanağı olarak ileri sürdüğü Münir Nurettin Selçuk konusunda -Münir Nurettin Selçuk’un Paris Konservatuarı mezunu olduğunu iddia ediyor- bilgi fukaralığı bir kez daha ortaya çıkıyor. Münir Nurettin Selçuk hiçbir zaman Paris Konservatuarı’nda okumadı. 28 yaşında gittiği Paris’te bir süre özel dersler aldı. Yaşamının en bilinmeyen dönemidir. Oğlanın Santa Cecilia Akademisi ile ilişkisi ne ise, Münir Nurettin’in de Paris Konservatuarı ile ilişkisi odur. Aşağıda değineceğiz.

Gerçek olan bir şey varsa, o da oğlanın kültürel sığlığı ve entelektüel görgüsüzlüğünün dünya çapında olduğudur:

Müzik müziktir, az kalite, çok kalite olmaz.” (Türk Kahvesi, Tvnet, 24 Mayıs 2021)

Neyse, konumuz bu değil. Zaten sorun da orada değil.

Bu kadar canhıraş PR’ın, genel müdürlük koltuğunda kalmak için Saray’a yakarmanın, akçeli işler dışında başka amaçları olabilir mi?

Neden, “Amaan, görevden alırlarsa alsınlar, benim gibi bir dünya starına her yerde mama var!” diyemiyor?

Ayrıca, korkmasına da gerek yok; islamcılar görevden aldıkları kendi adamlarına para işleriyle ilgili sıkıntı çıkarmıyorlar ki.

Lakin, genel müdürlük koltuğu ile para arasındaki ilişki iki boyutlu:

a) O sıfatı koruduğu sürece ülke içinde epey para kaldırıyor. Ayrıntıları müfettiş raporlarında var. Hıncal Abi’si bile yazdı.

b) O sıfat yurtdışı işlerinde önemli kapıları açıyor. Devletin diğer ülkeler ile olan kültürel antlaşma ve ilişkilerinden kaynaklanan avantajlı konumlar elde edilmesini sağlıyor. Bu da kolayca paraya tahvil edilebiliyor.

Ama o zaten bir dünya starı olduğuna göre, bu avantajlara neden gereksinim duysun ki?

Karahan İYİ Parti’ye yanaşıyor

Soruyu şöyle soralım:

Opera gibi çok zor bir sanatta, dakikası boş geçmediği varsayılan bir dünya starının, kariyerinin en olgun dönemini sürdürdüğü iddia edilirken, bakan ya da genel müdür olduğu görülmüş, duyulmuş mudur?

Buna ne fiziken ne de ruhen olanak vardır.

Oğlanın o tarz bir dünya starı olmadığı erbabı tarafından zaten biliniyor. Genel müdürlük makamını cebini doldurmak için kullandığı, üstelik kamu zararına yol açtığı da tescillenmiş durumda. Peki, bunların dışında, o makamı ölümüne istemesinin siyasal bir nedeni olabilir mi?

Evet var. Oğlan siyasete atılmak, bakan olmak istiyor. Bu onun fikr-i sabiti. Bunun da en meşru yolu “devlet deneyimi” anlamı taşıyan genel müdürlük koltuğu. Oradaki başarısızlık bakanlık yolunu tıkar. O nedenle, Saray’a, “Vallahi istemiyorum!” diye, basın yoluyla ve bazı aracılarla ciyak ciyak haberler gönderiyor.

İyi de, Saray bundan niye gocunsun ki? Nasıl olsa oğlan kendi askeri değil mi?

İşte, işin düğüm olduğu yer burası.

Oğlan islamcıların siyaseten sona geldiklerini görüyor. O göremese bile Valide Sultan kulağına üflüyor. Her ikisini de İYİ Parti Aydın milletvekili kuzen Aydın Adnan Sezgin ateşliyor.

Üzerine, Saray’dan müfettiş kararına onay çıkması, bakanın oğlanın atama taleplerine red yanıtı, kurum içinde antipatik konumu ve yaklaşan seçime islamcıların vitrin değiştirerek girme zorunlulukları da eklenince, AKP’de kendine olası siyasal alan yaratabilme umutlarının tükendiğini görüyor. Gizlice, dayı yadigârı merkez sağ çizgiye, İYİ Parti’ye yanaşmaya başladı. Kuzen, işi epey kolaylaştırıyor. İYİ Parti’den Kültür Bakanı olamaz mı? Nasıl olsa, Millet İttifakı koalisyon kuracak. İyi de, yerin kulağı vardır. Üstelik DOB’un duvarları kartondan. Saray’da kaşlar çatılıyor. Oğlanda panik:

Billahi siyasette, bakanlıkta gözüm yok. Sanatıma aşığıyım…”

Her önüne gelene Saray ile çekilmiş fotoğrafını gösteriyor:

“Sayın Cumhurbaşkanımızı hiç bu kadar mutlu gördünüz mü?”

Tutun ki, Saray görevden aldı. En fazla, para kaybedecek, bakan olmasına engel mi ki?

Tam olarak öyle değil. Saray için en önemli konu siyasal olan, özellikle yolun sonuna geldiği bir sırada. Para işlerinden kimsenin başına iş getirmedi ama siyaset başka! Oğlan devlet memuru, işe paradan girerler, sonrası maazallah; ismine akçe gölgesi düşerse, bu konulara çok hassas olacak Akşener’i ikna etmek hayal ötesi olur. Ayrıca, daha DOB’u bile yönetememiş, eline yüzüne bulaştırmış, kendi camiasında sevilmeyen biri bakanlık koltuğuna nasıl oturtulur?

Peki, bu oğlanın siyaset saplantısı nereden geliyor? Üstelik, asla böyle bir kumaşa sahip olmamasına rağmen. Nedeni basit: Dil çürük dişe gider.

Ama durun, bu konuya girmeden önce, biraz başa dönelim:

Siyaset çevresinde büyümüş. Babası Ispartalı tüccar bir aileden. Malum, Isparta Demirel’in memleketi:

Devletin içinden gelen bir ailedenimBabam Ispartalı. Demirel benim kirvem, dayım İsmet Sezgin. Onların elinde büyüdüm ben. Esat Kıratlıoğlu benim Esat Amcam, Nahit Menteşe Nahit Amca… Onların elinde büyümüş olduğum için bürokrasiye ve teamüllere çok yatkın bir tarafım var ve öğrendiğim tek bir şey: Devlet size bir görev verdiği zaman, o görev kutsaldır; o görevi sorgulamak değil, o görevi yerine getirmek esastır.” (Aslı Şafak’la İşin Aslı, 19 Ekim 2018)

Saydığı isimler Demirel’in AP’sinin yıllarca bakanlıklarında bulunmuş kişiler.

Bildiğiniz klasik sağ siyasal söylem. Kutsal devlet falan filan… Esas söylemek istediği ise, “Ben Demirel’in, İsmet Sezgin’in ve diğer amcaların kucağında büyüdüm; siyasal kökenim bu, sağlam pabucum. Devlete saygım sonsuzdur.” İyi de, bu, islamcılar için neyin teminatı ki? Neden onu kültür bakanı yapsınlar? AKP’de, Ertuğrul Günay gibi birkaç dönek çıkarılırsa, köken olarak zaten herkes sağcı. Her sağcı da zaten “kutsal devlet” rövaşatası yapar.

Peki, o halde, oğlan neden ısrarla “Demirel-İsmet Sezgin, devlete sadakatimiz engin” deyip, duruyor?

Çünkü arada bir FETÖ dönemi var. Boğazdaki kılçık… FETÖ’cülük devlete tuzak kurmuş uluslararası bir casusluk örgütü olarak tanımlandı ya…

FETÖ’lü yıllar

Karahan hiçbir zaman operanın gerektirdiği asalet ve vakara sahip olamadı. O sanatı sevemedi, çünkü kültürünü ve görgüsünü edinemedi. O yalnızca ünlü ve korunaklı bir yaşam istiyordu. Sahnede şarkı söyleyip, alkışlanmak, ciğerlerini ve ceplerini aynı anda şişirmek istiyordu. Müziğin türünün önemi yoktu, hatta müzik olmasının da önemi yoktu. Zaten müzik konusu çok sonra, siyaset yolu aile tarafından uygun bulunmadığı zaman gündeme geldi.

Bilkent Konservatuarı’na girene kadar hiç opera izlememişti. Konservatuar yıllarında ne kadar izlediği de tartışılır. Çünkü tek hedefi siyasetçi olmaktı. Lise (TED ) yıllıklarına bile geleceğin bakanı olarak yazıldı. Annesinin zoruyla müziğe girdi. Neden uyduruk Bilkent de, köklü Ankara Devlet Konsevatuarı değil? Bu konuya girmeyelim. Yalnızca şunu söyleyelim: Bilkent’in ciddi bir eğitimi yoktu. Sirk çadırı gibiydi. Kuruluş amacı, 12 Eylül faşizmiyle yakın ilişkilidir. Zaten dükkânı da kapattılar zira şan eğitimi öyle caza, popa falan benzemez. Türkiye’de çoksesli müzik ve bale eğitimine İhsan Doğramacı kadar zarar vermiş bir başka isim bulmak çok zordur. Ayrı bir yazı konusu.

Opera sanatına o kadar ısınamadı ki, daha birinci sınıfta bir pop albümü yaptı, iki de video klip çekti. Okulu bitirene kadar, “ben siyaset okumak istiyorum, ne işim var burada?” diye annesine sitem etti. Valide Sultan ne yapsın? El bebek gül bebek şımarttığı çocuğuna, “Oğlum senden siyasetçi olmaz!” diyemeyeceği için, “Bir gün dünya starı olacaksın ve bu söylediklerin için benden özür dileyeceksin” beşiğini salladı. (Operanın Kalbinde Bir Türk, TRT 2, 18 Aralık 2019)

Oğlan son sınıfta, aklı hâlâ siyasette. Bilkent’in, International Affairs and Public Policy (Uluslararası İlişkiler ve Kamu Yönetimi) adlı master programına kaydolur. O sırada Ankara Operası sınav açar. Bizimkinin girme niyeti yok. Bakan olacak. Rol modeli bakan dayısı şarkıcılıktan gelmiyor ki! Yine Valide Sultan müdahale eder. Bu kez, dayı İsmet Sezgin’den de destek alınır:

Oğlum, çocukluğundan beri bizim yanımızda yetişiyorsun ve siyaseti zaten bizden öğreniyorsun. Önemli olan, yaptığın işte zirveye var, sanatçıysan en üst noktaya ulaş, ondan sonra siyaset yaparsın, ondan sonrası kolay.” (Dünya Sahnelerinde Türkiye’den Bir Tenor, TEDx İstanbul, 8 Ocak 2019)

Dayı Sezgin yılların siyasetçisi, Yassıada’da yargılanmış, süngünün metal soğukluğunu, siyasetin nasıl bir kumaş gerektirdiğini bilir. Aklı popta, topta olan muhallebi çocuğu yeğeninin ne kafa, ne de kişilik olarak siyasete uygun olmadığını zaten anlamıştır. Tıpkı Valide Sultan gibi. Ama ne yapsın, “Sen hele ünlü sanatçı ol, siyaset ondan sonra” beşiğini de o sallar.

Oğlanı, dayının ve annenin ikna edici sözleriyle Ankara Operası’na yerleştirirler.

2016’da Hakkın rahmetine kavuşan dayı nereden bilebilirdi ki, oğlan onun bu sözlerini vasiyet kabul edip, ünlü sanatçı ve genel müdür olduktan sonra, “Eh, artık bakan olmamın önünde bir engel kalmadı” diyecek?

--Dayım İsmet Sezgin benim rol modelim.--


Zavallı Karahan, asla mücadele insanı değildi, hiçbir şeyi tek başına başaramadı. Tam bir lapacıydı. Hayatta her şeyin torpille, telefonla halledilebileceği bir şark dünyası algısına sahipti. Dayısı İsmet Sezgin önündeki tüm engelleri aşmasını sağladı. Yaşamında bir kez ayağını kırdı; ne maç yaparken, ne kavga ederken… Gençlerbirliği-Valencia maçını seyrederken, penaltı nedeniyle sevinçten zıplayınca… Anladınız değil mi? Her zaman güvenli limanlar aradı. Dalgalı denizlerin, zor koşulların insanı olamadı. Hep korktu, korkuyu aşmak için hep başkalarına saldırdı. O nedenle de muhafazakâr, aile budalası oldu. Yaşamının bütün önemli kararlarını annesi ve dayısı verdi. Bir türlü olgunlaşamadı. Hep ergen kaldı. Hani, mahalledeki çocuklar top oynamak için yanıp tutuşurlar, iyi de top oynarlar ama ne top vardır ne de alacak para. Mahalleye yeni taşınan hafif dobiç çocuğun ise güzel bir topu vardır ama doğru dürüst koşamaz bile. Topun hayrına çocuğu da takıma alırlar. O faul yapabilir ama diğerleri ona yapamaz, ondan çalım yemek durumundadırlar ama çalım atamazlar, onun gol atmasına izin verilir… Çünkü hoşuna gitmezse, topu alır gider. İşte, Karahan hep o çocuk oldu. Yazılarımızda, siyasal bir açılımı olmadığı sürece özel yaşamlara girmiyoruz. Girseydik, dudak uçuklatıcı onlarca örnek verebilirdik.

Ankara Operası’na korist olarak girdi (2003). Hızlıca solist kadrosuna geçmek istiyordu. “Türkiye’nin gelmiş geçmiş en önemli politikacılarından biri olan” İsmet Sezgin’in yeğeni nasıl korist olabilirdi ki?! Bu kompleksini aşamadı; DOB’un resmi sitesindeki CV’sinde hâlâ, “2003 yılında Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde solist sanatçı olarak çalışmaya başladı” yazılı. Oysa, “devamlı misafir sanatçı” (regular guest) statüsünde olduğu Letonya Operası’nın resmi sitesindeki İngilizce CV’sinde, Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde 2005 yılından beri solist olduğu yazıyor. Bilkent’in cılız eğitimi kendini belli ediyordu. Ses güzelliği yeterli değildi. İki yıl sonra, Teknik Kurul’da yapılan değerlendirmede, solistlik için yeterli olmadığını söyleyen ciddi isimler vardı. Bir şekilde gereği yapıldı ve yine de oybirliği ile değil, oy çokluğu ile solist kadrosuna alınabildi (2005). Ayrıntıları anlatmayalım. Hem kültürel hem teknik açıdan zayıf bir eğitime sahip olması en büyük komplekslerinden biri oldu. 2009 yılında İtalya’ya gidip, boşluklarını gidermeye karar verdi:

“…bana çok şey kattı, vizyonum değişti. Biz burada bir temel eğitim aldık ama oraya gidince başka şeylere odaklanıyorsun. İtalyanca doğru telaffuz, müzik yapmak, fraz yapmak, bağ yapmak, notayı okuyarak ezberlemek -bestecinin yazdığı gibi-, nasıl yazıldıysa, öyle; bunun gibi birçok şey. Buradaki eksiklerimi görüp, bunları düzeltmeye kanalize oldum.” (Türk Kahvesi, Tvnet, 24 Mayıs 2021)

Üç yıl boyunca (2009-2011) yazları İtalya’da parayla özel dersler aldığı halde, eğitim kompleksi o kadar derindi ki, yıllar sonra, “Roma’da Santa Cecilia Akademisi’nde üç yıl master yaptım” diyebildi. (Aslı Şafak, Marka 2018) Bazen de, “Santa Cecilia Akademisi’nde Prof. Bruno Cagli ile çalıştı” yazdırdı, söyledi. (Latvijas Nationala Opera un Belets, Operanın Kalbinde Bir Türk, TRT 2, 18 Aralık 2019). İlle prestijli bir kurumda eğitim aldığı izlenimi yaratmak istiyordu.

Mucize yıl: 2012

2011’e gelindiğinde Opera’da mutsuzdu, umduğu İtalya dopingi pek işe yaramamış görünüyordu. Şımarık büyümüş çocuk, kurumsal dokuya uyum sağlayamıyor, kuralların kendisine uygun biçimde işletilmesini istiyordu. Aile kümesi ile Bilkent kümesi arasına sıkışıp kalmış civcivdi, ne insan bilgisi ne yaşam deneyimi edinebilmişti:

“[İtalya’dan] döndüğümde sıkıntılar yaşıyordum. Solistlik için Teknik Kurul vardı… İki kişi M. Karahan solist olamaz dedi. Ama çoğunluk kararıyla solist oldum. O sırada Avrupa’da bir yarışmaya katılmıştım. 10 gün kaldım. O sırada bir eserde oynuyordum, bazı büyüklerimiz bizi terbiye edecekler ya, döndüğümde, 10 gün çok dışarıda kalmışım diye beni eserden çıkarmışlar… Sizi kendi kurumunuzda sürekli geri çekmeye çalışanlar var…” (Dünya Sahnelerinde Türkiye’den Bir Tenor, TEDx, İstanbul, 8 Ocak 2019)

--Sınırları aşın, statükoyu kırın, Zeki Müren söyleyin.--


Kurumun kendisine tavır aldığını kanıtlamak için, 6 yıl önce yaşanmış solistlik olayını 6 yıl sonra, İtalya sonrası olmuş gibi anlatması hâlâ aynı psikolojiye tünediğinin işaretidir. O kadar ergen kaldı ki, her platformda, kendisine solist olamaz diyenlerden, casttan adını çıkaranlardan intikam almadığını, en güzel intikamın dünya starı ve kuruma genel müdür olması olduğunu söyleyip duruyor. (Dünya Sahnelerinde Türkiye’den Bir Tenor, TEDx,  İstanbul, 8 Ocak 2019/ M. Karahan, To pursue your dreams, TEDx Youth@BLIS, 8 Ocak 2020)

Bu açmazdan nasıl çıkabilirdi?

İlk adımı attı: Selman Ada “Mevlit Kantat” adlı bir garabet bestelemişti. Malum, devir islamcılık devriydi. Nisan 2011’de oğlan Mevlit’i okudu:

Selman Ada ile, onun eseri olan ve bana ithafen yazılmış bir şarkıyı seslendirmek büyük bir şeref benim için. Çocukluğumdan beri hayalimdir. Ben hacı torunuyum. Hz. Süleyman Çelebi’nin 600 yıl önce yazmış olduğu peygamberimizin doğumunu müjdeleyen muazzam bir metin. Diğer dinleri ve peygamberleri anlatan bir sürü eser olmasına rağmen bizim peygamberimizi anlatan üniversal çapta bir eser yoktu. Ben de bu fikri Selman Hoca’ya açtım. O da 30 sene önce bunu yapmak istemiş ama olmamış. Muazzam bir eser oldu. Bu güzel dinimizi…” (Habertürk, 23 Nisan 2011)

İtalya’daki özel derslerin beceremediğini Mevlit becermişti. Uhrevi olanın gücü! Rabbim duymuştu. Ama biri daha: FETÖ.

2012 oğlan için bereketin başlangıç yılı olacaktır. Ergenekon süreci hızla derinleşmiş, Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanması ile simgesel anlamda tamamlanmış, islamcı cephe zaferini ilan etmiş, FETÖ her kesime el atmış durumdadır. Her kurumda FETÖ’ye biat edenler hızla yükselmekte, ünlü ve zengin olmaktadır. Mutsuz oğlan zaten hazır askerdir. DOB’da hızla yükselmek, bir an önce dünyaya açılmak için yanıp tutuşmaktadır. FETÖ de zaten uluslararası bir ağdır. DOB’da önünün kapatıldığını, herkesin onu kıskandığını düşünüyordur:

Dünyada kötü insanlar da var. Başarısız olup sizi kıskananlar… Ben operaya girdiğimde çıta aşağıdaydı, yükselttim. Aşağıdayken mutlu olanlar rahatsız oldular. Benim adımı castlardan silmeye başladılar…” (To Pursue your dreams, TEDx youth@BLIS, 8 Ocak 2020)

Yarışma için İspanya’ya gidip, izin süresini aşması üzerine casttan çıkarılması oğlanı çok üzer. Bu olaydan en geç bir ya da iki gün sonra ise, ilginç bir tesadüf yaşanır. Rabbim senfoni orkestrası eşliğinde Mevlit okuyan temiz yürekli, çalışkan, mert oğlana yapılan haksızlığın giderilmesi yönünde yardımcı olur. FETÖ de desteğini esirgemez. Letonya Operası’ndan arayıp, bizimle çalışır mısın, derler. Koşarak gider ve 2012 Mayıs’ında kendi deyişiyle “Avrupa kariyeri” başlar.

2012’nin Ramazan ayında TV8’de, dostu Erkan Tan’ın, “Erkan Tan ile Ramazan” programına çıkar. İlahisiz Ramazan olur mu? Erkan Tan’ın FETÖ ile yakınlığı sır değildir. (Sözcü, 26 Mayıs 2017- Fethullah Gülen’e övgüler dizen Erkan Tan bu görüntülere ne diyecek?)

2012 ‘nin 25 Aralık gecesine gelindiğinde, bu kez FETÖ’nün amiral gemisi Samanyolu TV’nin 20. kuruluş yılı gecesine katılır.

--Hocaefendim ister de ben yapmaz mıyım?--


Orada ne mi yapar?

Hocaefendi’sinin şiirlerinden yapılmış bestelerden birini okur:

Bakıp seni gören âşık,

Başka cemâli neylesin.

Dostluğuna eren sadık,

Başka visali neylesin.

Kulaklar duymuşsa sesin,

Duyar mı ağyar nefesin!

Ağızlara şerbet-şeker

Sinelerde adın eser.

İşin ilginç tarafı, son dize şiirde, “Zîkrînden var îse eser” şeklindeyken, oğlanın “Sinelerde adın eser” diye okuması.

Hocaefendi’sine bu şekilde hitap etmeyi daha mı münasip buldu? Ya da, böyle söyle mi dediler?

Bu arada, DOB Genel Müdürlüğü Yönetmeliği’nin 40. maddesi, “kuruluş dışındaki her türlü sanat faaliyeti için… yazılı izin” zorunluluğu getirmiştir. “Bürokrasiye ve teamüllere çok yatkın” olduğunu iddia eden oğlan acaba bu izni almış mıydı?

2012 laik cumhuriyet için karanlık, oğlan için aydınlık bir yıl olarak kayıtlara geçecektir.

Rabbim mi? Hocaefendi mi?

Peki, Rabbim’in Letonya armağanının, gerçekte Hocaefendi’sinin armağanı olma olasılığından söz edilebilir mi?

Oğlan Letonya’ya adeta çadırı kurar. 2012’den itibaren 2 yıl boyunca 50’den fazla başrol seslendirir. Küçük bir ülke olan Letonya’nın opera sahnesi önemliler arasında değildir ama ülkenin Alman-Sovyet/Rus çekişmesinin merkezlerinden biri olan Baltık coğrafyasında olması anlamlıdır. FETÖ’cülerin buraya ABD adına yerleşmelerinin nedeni de budur. 2011-2014 yılları arasında Riga Büyükelçisi olan Şerife Serap Özcoşkun’un atanma kararı sonrası koşarak FETÖ’cülerin ekonomik kasası TUSKON’u ziyaret ile, Letonya’ya yığılmaları talebini dile getirmesi önemlidir (tuskon.org, 13 Nisan 2011). Büyükelçinin bu dönemde FETÖ’ye resmi desteği sır değil.

Fethullah Gülen’e “Dünya Barış Ödülü” veren Amerikan East-West Institute (EWI) Yönetim Kurulu üyesi olan Mücahit Ören Letonya’nın New York fahri konsolosudur. (S. Yalçın, Sözcü, 25 Ocak 2019)

FETÖ 2006’da Vilnius’ta okullarından birini açar: International Meridian School (VIMS). Aynı okul kısa sürede Riga’da da açılacaktır (RIMS). 2008’de bu kez Association Balturka Culture Academy kurulur. (Egdunas Racius, How Turkish is Islam in Lithuania?, Berkley Forum, Sept. 2019)

Balturka, Baltık Türk Kültür Akademisi, her üç Baltık ülkesini de içerir. 2009’da Gülen’in bir kitabını çevirtirler. Letonya’daki kültür merkezleri de son derece etkin çalışır.

Letonya’da FETÖ ağırlığı o derecedir ki, en son, MSB Hulusi Akar Letonya ziyaretinde, FETÖ’ye karşı mücadele talebinde bulunmak zorunda kalacaktır. (Milliyet, 8 Haziran 2021)

Balturka’nın amaçlarından biri kültürel ilişki, etkinlik. Yani, ceplere para koyma ve PR. Acaba, oğlan, FETÖ’nün Letonya’ya girişini sağlayan ve ülkenin en zengin yabancılarından “Letonya Muhtarı” lakaplı Şıhbızınlı Mehmet Çelik ile tanıştı mı? Ya RIMS sorumlularından Abdullah Sinan Çiftler ile? Peki, İshak Akay, Halil İbrahim Ak ile? FETÖ’nün RIMS okulunda şarkı söyledi mi? Rusya’daki bazı FETÖ okullarında şarkı söylediği kulislerde konuşulanlar arasındaydı. Açıklasa da öğrensek!

Dikkat edilirse, oğlan Letonya’dan hiç söz etmiyor. Ayrıntı vermiyor. Hep Bolşoy’u öne sürüyor. Sanki, Letonya Operası FETÖ, Bolşoy Saray dönemine ait gibi.

Doğal; otorite yağcılığını yaşam felsefesi edinmiş. Otorite el değiştirince, Hocaefendi’sinin cemali yerine, Saray’ın cemaline aşık oldu. Neylesin… kovayı dolduran musluk kutsaldır.

FETÖ’ye DOB ikramı mı? DOB’a FETÖ ikramı mı?

İnsanın aklına gelmiyor değil; devlet kurumlarının her birinden, futbol kulüplerine, tüm ekonomik ve kültürel sektörlere kadar sızmış olan bir yapı, DOB’un başına kendi adamlarından birini yerleştirmek istemez mi?

Bu arayışlarının en azından 2009’dan itibaren, İzmir’i de içine alacak şekilde artan bir ciddiyetle yoğunluk kazandığını biliyoruz. Genç, hırslı, akçe sever, damardan sağ kökenli, vasat eğitimli, narsist yönü güçlü, dine diyanete yatkın biri aranmaktadır. Oğlan ideal tip. Yaşı gelince genel müdür yapılması caizdir. Zaten bu gâvur sanatı camiası içinde din min hak getire! Oğlanın en önemli avantajlarından biri de sınırlı bilgisidir. Makam müziği ile Napoliteni aynı şey sanıyor, türkü ile şarkıyı da, senfoni önünde ilahi de söyler, göbek de atar. FETÖ kültürünün arayıp da bulamayacağı nitelik.

İyi de, neden Letonya?

Çünkü Letonya Alman etkisine açık bir yerdir ve bu da varlık nedeni Rus/Sovyet düşmanlığı olan FETÖ için yeterli bir nedendir. Türkiye, anti-sovyetik dış politikası sonucu 47 yıllık Sovyet Letonya’yı tanımamış, 90’larda NATO’ya girmesini desteklemiş, klasik anti-sovyetizmin aparatlarından biri olan FETÖ’nün oraya yerleşmesini kolaylaştırmıştır.

2011 Şubat’ında FETÖ ile ballı börekli olan Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin Letonya’ya resmi bir ziyarette bulunacak ve soluğu FETÖ okulunda alacaktır.

Türkiye-Letonya ilişkilerinin önem sırası Letonya Dışişleri Bakanlığı açıklamasına göre, kültür, eğitim, savunma ve güvenlik biçimindedir (AA, 17 Ağustos 2016). Yani, kültür ve eğitim önceliklidir ve bunlar FETÖ’nün tekelindedir. Letonya Operası’nın ise savunma ve güvenlik unsuru olmaktan ziyade, kültürel bir zemin olduğunu belirtmeye gerek yok, sanırım.

Letonya çok siyasal bir zemindir. Bir yüzü Berlin’e, diğeri Moskova’ya bakar. Oğlan o sahnede adeta iki yıl politik staj görür. Ödül olarak da, 2015’te Berlin Deutsche Oper’e çıkartılır.

Aynı yıl Bolşoy’a da çıkartılacaktır. Daha önce de yazdık, Bolşoy Türk-Sovyet/Rus ilişkilerinde bir havuçtur. Sovyet döneminde başlayan bu gelenek, kültür antlaşmalarıyla çerçevelendiği gibi, doğrudan ikili diplomatik ilişkilerin nabzına göre evrilir. Rusya’nın FETÖ’ye bakışı bellidir. Bir Amerikan projesi olarak elbette çok soğuk karşılanmış, 2008’den itibaren Rusya Federasyonu Yüksek Mahkemesi kararıyla FETÖ ideolojisi yasaklanmıştır. Ancak, Rusya büyük ve köklü bir devlettir. İslamcılığın, içindeki kompartımanlardan bağımsız, bir bütün olarak ABD projesi olduğunu bilir. Onun için önemli olan Türkiye’de iktidarda bulunan güç ya da güçlerle kuracağı ilişkilerin kendisi açısından elverişli sonuçlar doğurmasıdır. Bu da her ülkenin doğal devlet aklıdır. O nedenle, FETÖ ilişkisini de bu çerçevede ele almıştır.

2013 yazına kadar, Saray, FETÖ yapılanmasına karşı Rusya’nın tepkisini frenlemek için en üst seviyede özel çaba içinde olmuştur. (R. O. Kütahyalı, Sabah, 13 Ağustos 2013). 17-25 Aralık 2013’ten sonra ise durum tersine dönmüş, Ankara bu kez Moskova’dan FETÖ’nün her türlü faaliyetini engellemesini istemiş, ancak Rusya FETÖ’ye karşı aktif önlemler almamıştır. (H. Aksay, T24, 5 Ağustos 2016)

Bunun nedeni, Rusya’nın, iki islamcı kanadın bilek güreşini izleyerek, bekle gör politikası uygulamasıdır. Çünkü her ikisi de Amerikan patentlidir ve Rusya için aynı değerdedir. Nitekim, 15 Temmuz 2016’ya kadar bu güç dengesi Rusya tarafından dikkatle izlenecek, Bolşoy’a yansıması da aynı kapsamda olacaktır. 47 yıl Sovyet yönetiminde kalmış, sahnesinde derin Rus izleri taşıyan, nüfusunun dörtte biri Rus olan burnunun dibindeki Letonya’da iki yıl boyunca onlarca kez sahneye çıkmış, üstelik 2010-2014 yılları arasında Moskova Büyükelçisi olan kuzen Aydın Adnan Sezgin’in ısrarlı hatırlatmalarına rağmen bir olağanüstü starı fark edememiş olan Rusya’nın, 2015’te oğlanı birdenbire Bolşoy’a çıkarma nedeni, bu çerçevede, tamamen siyasaldır. Bilek güreşini FETÖ’nün kazanma olasılığını dikkate almışlardır. Oğlanın o kanaldan geldiği izlenimi doğmuş olmalıdır. Ayrıca, kim kazanırsa, kazansın, Türk-Rus ilişkilerinde köklü bir dönüşüm yaşanacağı bellidir. Yatırım bunadır. Nitekim de, öyle olmuş, Saray kazanınca, islamcı bir iktidarın Rusya ile kurduğu en yakın ilişkiler kurulmuş, Ankara-Moskova yakınlığı Saray’ın en sağlam güvencelerinden biri olunca, oğlanın bu kez de Bolşoy’a çadır kurması söz konusu olmuştur.

Bu arada, kuzen Aydın Adnan Sezgin’in 2014-2016 arasında Roma Büyükelçisi olduğunu ve oğlanın da Arena di Verona’ya ilk kez 2016’da çıktığını belirtelim.

FETÖ ile yakınlığını çağrıştıran bir başka gösterge daha dikkatlerden kaçmayacaktır.

30 Mart 2014 Yerel Seçimleri’nde FETÖ’nün, Ankara’da, AKP’nin adayı Melih Gökçek’e karşı, CHP’nin adayı Mansur Yavaş’ı destekleme kararı, basında bolca yer almış bilgilerdendir. FETÖ-Saray bilek güreşinin yeni bir sahnesi.

Seçimlere 10 gün kala, 10 Mart 2014’te, oğlan Mansur Yavaş’a hitaben bir tweet atar. Yazışmayı aynen verelim:

M. Karahan: “Sayın başkanım, dünyanın bütün başkentlerinde şehrin simgesi olmuş bir opera binası var. Ankara için sizden söz alabilir miyiz?”

M. Yavaş: “Konuya dikkat çektiğiniz için teşekkür ederim. Şehir ortak akılla yönetilir. Bu konuda sizlerle işbirliğine söz veriyorum.”

M. Karahan: “Bütün sanatseverler ve sanatçılar adına ilginiz ve hassasiyetiniz için çok teşekkür ediyorum başkanım.”

“Başkanım” hitabı anlamlıdır. Bütün sanatçılar adına konuşma ise, temsil iddiasını ortaya koyması bakımından ayrıca dikkat çekicidir.

Oğlanın CHP’li olma olasılığı sıfır olduğuna göre, AKP’nin adayı yerine Mansur Yavaş’a gösterdiği teveccüh başka nasıl açıklanabilir?

Ve Damacana Serhan (Bali) sahnede…

2014’te Damacana Serhan oğlana Donizetti ödülü verir. Kereste ticaretinden müzik ticaretine yatay geçiş yapmış Damacana tam bir PR’cıdır. Parayı iyi koklar. Bu yönüyle islamcıları çırak çıkarır, evelallah. Zaten onlarla kankadır. Malum, bizde para ve siyaset kardeştir. Donizetti ödüllerinin arkasındaki isim AKP’li Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan’dır. Hani şu, açıkta içki içilmesin, diye Asmalımescit’teki masaları kaldırtan başkan. Donizetti ismini de Osmanlıcılık damgası olarak o dayatmıştır. Damacana’yı bu konular hiç ırgalamaz; ucunda para olan her şey iyidir, güzeldir, siyaseten de olumludur. Konumuz Damacana ve Andante’si değil. Ama, bu ülkede FETÖ dahil islamcılığın son 20 yılda çoksesli müziğe nasıl bir zarar verdiğini, etik yozlaşmanın hangi boyutlarda olduğunu gözlemlemek için bu PR dergisi ve arkasındaki ilişkilere bakmak zorunludur. Şimdilik yalnızca, Damacana’nın bu aralar CSO’ya tebelleş olduğunu, CSO tarihi yazacağım diye sıkı bir parayı cebine indirdiğini, yazdığının ne olup olmadığını, kamu kaynaklarının nasıl heba edildiğini, CSO’daki siyasal arka planlı sanatsal kepazelikleri CSO yazı dizimizde ele alacağımızı belirtip, geçelim.

İshak Alaton 2011 Nisan’ında, TÜSİAD’a ateş püskürür, TUSKON ve MÜSİAD’ı över. (Finans Gündem, 1 Nisan 2011) FETÖ övgüsü giderek artacak, TUSKON ve MÜSİAD’ı “Türkiye’nin umudu onlar” biçiminde tanımlarken (Milliyet, 4 Ocak 2012)” ötekileştirilen”lerin savunmanlığını üstlenecektir:

“…öteki’lerin belki de en başında Hocaefendi geliyor. Evet, Hocaefendi ötekileştirildi. Neden? O malum bir sebep. Çünkü Kemalizm rakip istemedi, rakipsiz kalmak istedi.” (T24, 23 Aralık 2012)

İşin daha ilginç yanı, Alaton’un bu desteği sol adına veriyor olduğunu vurgulamasıdır. Etraf, demet demet FETÖ’cü solcu dolmuştur. (Hikmet Çiçek, FETÖ’nün Solcuları, Kırmızı Kedi Yn., 2020)

Yahudi sermayesinin FETÖ’yü destekleme kararı ve özellikle Rusya’da verdiği destek yazıldı çizildi.

Damacana gereğini yapar ve FETÖ’cülerin DOB yatırımı Karahan’a 2014’te ödülü basar. Bu arada, ödülün sponsorları arasına, 2014’e kadar yalnızca Beyoğlu Belediyesi ve KÜSAV varken, MÜSİAD’ın ağalarından, FETÖ ile de dirsek temaslı AKDAĞLAR GRUP da katılmıştır. Tesadüf olmalı.

FETÖ yeniliyor

Madem oğlanın FETÖ ile yakınlığı vardı, Saray onu neden genel müdür yaptı?

Bunun birkaç nedeni var:

a) FETÖ-Saray mücadelesi ideolojik bir boyut taşımıyor. Basit bir rant-iktidar mücadelesidir. İslamcılık ortak ideolojileridir. Dolayısıyla, laik cumhuriyete bakışlarından, kültürel kod ve beğenilerine kadar her şeyleri aynıdır. Zaten sağ siyasetin yarıdan fazlası FETÖ ile halvet olmuştu. Kimi ayıklayacaksın?!

b) İslamcıların opera-baleye bakışı bellidir. Onların esas derdi, laik cumhuriyetin çok doğru bir biçimde, ulusal kabul etmeyip, çoksesli müziğe kaynaklık edemeyeceğini saptayarak dışladığı alaturka müziği rehabilite edip, resmi eğitime sokmak ve bu yolla çoksesli müziği seyreltmektir. Bu kapı açılınca, başta arabesk ve dini müzik, birçok tür çoksesli dünyaya yamalanacak, orta vadede tek kaybeden çoksesli müzik olacaktır.

Böyle bir projenin uygulanabilmesi için kurumsal refleksleri zayıflatılmış çoksesli yapıların başına, klasik eğitim, kültür ve duyarlılığı düşük kişilerin getirilmesi gerekir. DOB bünyesinde bu kategoriden metrekareye çok insan düşmez. Oğlan en sivri örneğiydi ve islamcılık iktidarda olduğu sürece, ister FETÖ, ister Saray, bu işe koşulacak en uygun isimdi.

Annemden Türk Sanat Musikisi’nin birçok eserini öğrendim… TRT’nin gelmiş geçmiş en önemli hocalarından rahmetli Mustafa Erses’in tedrisatından geçtim.” (Türk Kahvesi, Tvnet, 24 Mayıs 2021)

Mustafa Erses ile 5 yıl çalıştım. Çocukluğum onunla geçti. 18 yaşına kadar Türk Sanat Musikisi söyledim.” (MÜZDAK, Ses Eğitimi Çalıştayı, 21 Şubat 2021)

İslamcıların DOB’da, diğer kurumlarda görüldüğü gibi, tarikatlar arasında seçim yapma lüksü yoktur. DOB’da laik cumhuriyetçiler ve işbirlikçiler vardır. İslamcı yoktur. Oğlan şu ana kadar neredeyse tek örnektir. Zaten bu nedenle de, 1309 sayılı DOB yasasında değişikliğe gidilerek, genel müdürün kurum dışından atanabilmesine kapı açıldığı gibi, sanatçı olma zorunluluğu da kaldırılmıştır.

c) 15 Temmuz’dan sonra oğlanı hafif bir ürperti alır. Gerçi dayı henüz hayattadır ama, Saray da burnundan solumaktadır. Zeki Müren söylemek için LİMAK Filarmoni Orkestrası’nı kurdurur. Kalın kumaş PR eşliğinde Anadolu turnesi ile zaten programlanmış olan genel müdürlük vizesini kolayca alır.

Yar bana bir bakanlık..!

Hepsi iyi hoş da, oğlan neden ille siyaset diye tutturuyor?

Dedik ya, dil çürük dişe gider.

Peki, diş neden çürük?

Üç nedenle:

a) Oğlan tipik şark kafalı. Bize özgü liberallerden. Her şeyi dayı-devlet olanakları ile gerçekleştirdiği için, opera starlığının da aynı biçimde elde edileceğini sanıyor. Bakan olmak ile La Scala’ya çıkmak arasında kurduğu çocuksu ilişki bunun en açık kanıtı. Bir insan bakan olursa, önünde açılmayan kapı kalmaz diye düşünüyor.

b) Operayı hiç benimsemedi. Ne kültürünü ne de görgüsünü edinebildi. Aklı fikri hep popüler işlerde kaldı. Dayısının söylediklerini kelam belleyip, bakan olabilmek için sanatçı oldu.

c) Kişisel savaşım ve bireysel cesaret yerine, aşırı korumacılık yüzünden her zaman dayının ve Valide Sultan’ın koltuk değnekleriyle yürüdü. Kafasındaki siyaset ideolojiler, tutkular savaşı değil, kendisini en korunaklı hissedeceği otorite simgelerinin arkasına sığınmaktan ibaret: Makam araçları, makam odaları, ellerini önünde kopçalamış astlar, “takdir sizindir” ile biten cümleler, davetler, paralar, çanak sorulu TV programları, söyleşiler, PR, PR, PR…

Zavallı Karahan, siyaseti böyle hayal ediyor. Keşke dayısı Yassıada’yı, 68’i, 70’li, 80’li yılları anlatsaydı. Belki bir ölçüde olgunlaşabilirdi.

Oğlanda daha ne inciler var; bir kültür kurdu. Maaşallah! Konuyu siyaset ile sınırladığımız için girmiyoruz. Son dönemdeki kültür pınarı ise, pop figürlerimizden İlber Ortaylı. (Aslı Şafak’la İşin Aslı, 19 Ekim 2018) Hiç şaşırtıcı değil. Tan Sağtürk de aynı pınardan içiyor. Kendi bölümünde değineceğiz.

Yine de oğlanın hakkını yemeyelim. Master yapmış, doktora yapmış, üstelik, İlber Hoca’sını da okuyor. Araştırmacı kimliği tartışmasız:

Araştırmacı kimliğim var; gittiğim ülkelerde yerel lokantaları ararım.” (Aslı Şafak’la İşin Aslı, 19 Ekim 2018)

Bu kimliğini bilimsel bir temele oturtmakta hiç zorlanmıyor:

“Boğa burcuyum. Yediğim şeyden zevk almak isterim.” (Aslı Şafak’la İşin Aslı, 19 Ekim 2018)

İşte bu ergen oğlumuza Saray’dan ferman yollanır:

Keferenin musikişinaslarından birinin eseri Osmanlıca temaşa edile, kadim ve cihanşümul medeniyetimiz sahne üzeri ihya oluna, temaşa taifesinin başına münasip bir serdar tayin edile!

Oğlan emri tak İstanbul’a yollar:

Mozart’ın Saray’ı çok takdir ettiği bir operası vardı, hani. Onu bulun ve Osmanlıca’ya çevirtip, Caner’e sahnelettirin. Şef de Murat Cem Orhan olacak. Tan Sağtürk de bir yerlere lehimlensin. Kakavalık istemem, emrimdir!”

Biri şak yapmış: Suat Arıkan

Suat Arıkan İstanbul müdürlüğü koltuğunda bir figüran. Emri alınca şak uygular. Onun öyküsü keşke yalnızca trajik kalabilseydi. Saraya Kız Kaçıran 4 adam içinde en zavallı olan o.

Saraydan Kız Kaçırma Arıkan’ın intiharının Adli Tıp Kurumu raporudur. Hain bir intihar.

Neden mi?

Çünkü kendisine çok umut bağlanmıştı. 2002 yılında islamcılar iktidara geldiğinde, Opera-Bale’nin çok sağlam yöneticilere gereksinimi vardı. Suat Arıkan adı bunlardan biri olarak kulislerde dolaşıyordu. İstanbul’un başına getirilmesi söz konusu olduğunda, dönemin AKP’li Kültür Bakanı Erkan Mumcu itiraz etti. Tepkisinin siyasal olduğu düşünüldü. Bu durum Arıkan’ın opera-bale dünyasındaki kalibresini yükseltti. Oysa, Mumcu’ya gelen bilgiler, Arıkan’ın siyasal açıdan değil, etik açıdan İstanbul müdürlüğüne atanmasının uygun olmadığı yönündeydi. O sırada Mersin’in müdürüydü. Konu hatun meseleleriydi. Daha önce belirttik, siyasal açılımı olmadığı sürece özel yaşam ya da magazinel konulara girmiyoruz. Basına yansıdığı için ilgilenen araştırabilir. Bakan, sonunda ikna edilebildi ve Arıkan İstanbul’a müdür olarak geldi (14 Aralık 2003).

Beslenen umutları yerlerde yuvarlamayacak bir kişiliğe ve donanıma sahip miydi?

Öyle dendi.

Üç kez görevinden alındı (2005, 2006, 2014), asaleten atanmış olduğu için üçünde de idare mahkemesi kararıyla görevine iade edildi (2006, 2007, 2016). Görevden almalar AKP iktidarları döneminde olduğu için, olay ister istemez siyasal bir içerik kazandı ve bu da Arıkan’a yönelik laik cumhuriyetçi kesimde bir sempati oluşmasını sağladı. Anneannesinin Fransız olması, Rizeli dedesi ile ilgili dolaşan bazı efsaneler, annesinin Eyüboğlu oluşu, büyük ağabeyinin Rus Dili ve Edebiyatı’nda okumuş olması, Tarım Bakanlığı’nda müfettiş olan sosyal demokrat diğer ağabeyi, her şey ilerici-demokrat bir kimlik taşımasını kolaylaştırıyordu. Modern dansçı Beyhan Murphy’yi görevden alması ve onun da AKP ile özel ilişkilerini devreye sokup, dönemin DOB Genel Müdürü Remzi Buharalı’ya Arıkan’ı görevden aldırtması (2005) adını ve meşruiyetini daha da güçlendirdi. Artık, İstanbul opera-balesini islamcı saldırıya karşı koruyabilecek tek kişi olduğu izlenimi yerleşmişti. Üstelik, İDOB’ta önemli bir çöküntüye yol açan Yekta Kara ve birlikte en derin işbirlikçi damarı oluşturdukları Genel Müdür Rengim Gökmen’in en ciddi alternatifi imajını veriyordu. Rengim Gökmen genel müdür olabiliyorsa, Arıkan haydi haydi olabilirdi. Ancak DOB bir ölçüde Genel Kurmay’a benziyordu. Genel Kurmay Başkanı nasıl her zaman karacılardan oluyorsa, DOB Genel Müdürü de Ankara’dan oluyordu. Bunun tarihsel nedenleri vardır. Uzun hikâye. Girmeyelim.

2016’da üçüncü ve son kez mahkeme kararı doğrultusunda göreve iade edilmesi öncesindeki zaman dilimini oluşturan 2007-2014 süreci hem sanatsal, hem siyasal açıdan önem taşıyor: 2010 Avrupa Kültür Başkenti süreci, AKM’nin kapatılması, Gezi olayları gibi başlıkları ve repertuar ile kadro tercihlerini İDOB yazı dizimize bırakarak, 2016’ya gelelim; Arıkan Nisan 2016’da göreve iade edilir. Artık deneyimli bir yöneticidir ve genel müdür olmak istemektedir. Rengim Gökmen sayfası kapanmış, yerine getirilen Selman Ada’nın bu işi yapamayacağı DOB’daki çaycı tarafından bile kısa sürede anlaşılmıştır.

Arıkan hem iktidar çevrelerinde kendisine karşı oluşan antipatiyi lehine bükebilmek, hem de İstanbul’dan genel müdür olmaz teamülünü rendelemek için siyasal bir güce, iktidara alternatif bir desteğe gereksinim duymaktadır.

Bu gücün, görevden alındığı Ağustos 2014 ile göreve iade edildiği Nisan 2016 arasında, ülkedeki siyasal dengeler açısından FETÖ’den başkası olma olasılığı yoktur.

--Koltuk benim kaderimdir, kaderim benim koltuğumdur.--

Arıkan bu kartı oynamaya karar verir. Çünkü onun için genel müdürlük bir saplantı haline gelmiştir. Olmadı, en azından İstanbul Müdürlüğü garantilenmelidir.

İyi de, neden?

Kişisel nedenler sınıfında olduğu için geçelim.

FETÖ kartı çekmek…

Haziran 2016’da Pınar Ayvaz ile ikinci evliliğini yapar. FETÖ darbe girişimine bir buçuk ay vardır.

Pınar Ayvaz mı kimdir?

THY Kopenhag Müdürü.

THY Kopenhag Müdürü İbrahim Şimşek 7 Temmuz 2012 tarihinde yolsuzluk iddiaları üzerine görevden alınır. 1 Mart 2013’te aleyhine Bakırköy 8. Asliye Ceza Mahkemesi’nde dava açılır. Yerine Helsinki ofisinden Pınar Ayvaz atanır. O sırada yabancı uyruklu biriyle evlidir ve soyadı Rautio’dur. Bu işte Pınar Ayvaz’ın parmağı olduğu iddia edilir. Yargı süreci İbrahim Şimşek’in beraatı ile sonuçlanacaktır. Ancak, Ayvaz’ın FETÖ ile yakın ilişkide olduğu, akçeli işleri, personelin sendikalı olmasına şiddetle ve tehditle karşı çıktığı, 14 Haziran 2014’te, yani 17-25 Aralık 2013’te FETÖ’nün Erdoğan’ı kıskaca alma girişiminden sonra, FETÖ’nün düzenlediği Anadolu Kültür Günleri çerçevesinde Danimarka Parlamentosu’nda düzenlenen resepsiyona, Büyükelçilik katılmadığı halde katıldığı, SNA (Scandinavian News Agency/İskandinav Haber Ajansı) muhabirleri gelince paniğe kapılıp kaçtığı, ardından FETÖ’nün iki numaralı adamı olduğu öne sürülen kişiyi arayıp, “cemaat davetine katıldığım Türkiye’de haberlerde çıkarsa, sıkıntı yaşarım. Bunun için davetten ayrılmak mecburiyetinde kaldım” dediğinin SNA’ya ulaşan belgeli bilgiler arasında yer aldığı basına sızar. (THY’nin Kopenhag Ofisinde Neler Oluyor? Air News Times, 7 Ekim 2014)

Pınar Ayvaz’ın babası THY hissedarı, kardeşi THY pilotudur.

Peki, Ayvaz FETÖ ile ilişkide midir?

Kopenhag, THY’nin Avrupa’daki en önemli ofislerinden biridir. Ayvaz THY’nin yükselen yıldızlarındandır. 2016’ya gelindiğinde çok daha önemli bir ofise, Paris Ofisi’ne geçmeyi neredeyse garantilemiş gibidir. Bu sırada 15 Temmuz FETÖ kalkışması olur. Eli kaybederler.

28 Kasım 2016’da 60 müdür ve satış şefinin yerleri değiştirilir. THY çevrelerinde bu karar şok olarak yorumlanır. Büyük ölçüde FETÖ temizliğidir. (Apron24.com, 29 Kasım 2016) Pınar Ayvaz Paris’e atanmayı beklerken Üsküp’e yollanmıştır. Çok açık bir tenzil-i rütbedir. Bırakın Paris’i, Kopenhag ile Üsküp farkı, İstanbul ile Şırnak farkı gibidir.

Suat Arıkan’a Ankara yolu tamamen kapanmıştır.

Koltuk garantisi olarak Şûra kararları

İşte, 2017’den itibaren Arıkan’ın önünde iki seçenek vardır: Müdürlükten istifa etmek ya da Saray lastiği, yani işbirlikçi olmak. O kadar koltuk düşkünüdür ki, tereddütsüz ikincisini seçer. O tarihten sonra, Saray’ın hiçbir isteğini ikiletmeyecek, Ankara’nın emir eri olacaktır. İDOB’u bataklığa sürükler. O koltukta oturma tutkusunun ne için olduğunu ve ne bedel ödendiğini bir bilseniz!

Çoksesli müzik kurumları laik cumhuriyetin kimlik kartıdır. Asla yıpratılmamalıdır. Zorunlu olarak susuyoruz. Gün gelecek…

İşte, Saraydan Kız Kaçırma kepazeliği ve Caner oğlumuzun öne çıkarılması bu sürecin ürünleridir.

Bundan sonrası gerçekten mide bulandırıcı. Trajik olanın bir asaleti vardır. Yalakalığın ise… Neyse, kusmadan özetlemeye çalışalım.

2017 Mart’ında 3. Milli Kültür Şûrası’na katılır. İslamcıların laik cumhuriyete en büyük kültürel saldırısının dile ve kâğıda getirildiği bu resmi zemin, Arıkan için, “İDOB emrinize hazırdır” tekmili verme işleminden başka bir şey değildir.

Şûrayı çok güçlü bir iradeyle sahiplenen” Saray’ın buyrukları doğrultusunda alınan kararlardan bazıları:

Türkçemizin yoksullaşması tehlikesine özellikle işaret edilmiş, üç büyük dilin zenginliğini taşıyan Eski Türkçenin öğretilmesinin gereği kuvvetle ifade edilmiştir.” (s.3)

Yani, laik cumhuriyetin dil devrimi yoksullaştırıcıdır, Arapça ve Farsçanın zenginliğini taşıyan Osmanlıca sahnede ihya edilecektir. Figüran Arıkan Osmanlıca Saraydan Kız Kaçırma’ya evet mührünü basmakta bir an bile tereddüt etmeyecektir.

Ottomania

“Ulus devlet kavrayışını aşan… Tarihiyle barışık bir kültür.” (s.7)

Yani, Osmanlıcılık, Ottomania. Osmanlı ile barışma. Laik cumhuriyet ulus devlet olup, Osmanlı’nın reddi üzerine kurulduğuna göre, Şûra kararı gereği Mozart’tan Ottomanyak ve mutasavvıf çıkarmak caiz sayılır. Figüran Arıkan eyvallahı basar.

Aynı dönemde tasavvuf ışığı Arıkan’ı da irşad eyleyecektir. Şûra kararları müthiş bir ilhamın kaynağı olur: Yunus Emre Oratoryosu’nu dansla birleştirmek.

Şarkı söylerken dans eden solistler, koro ile bir şölen oldu. Lirik, tasavvufi bir şölen… Sonunda perde kapanmıyor; sonsuza dek sürecek göndermesi… Bu aşk, bu insan sevgisi, bu iç sesi dinleme, tasavvufi fikirler sonsuza kadar sürecek…” (Yunus Emre’nin 700. yılı, Yunus Emre Enstitüsü, 2 Eylül 2021)

Arıkan tasavvuf aşkıyla öyle bir kemâle erer ki, Yunus Emre yılı ilan edileceğini bilmeden Çetin Işıközlü’den bir Yunus Emre balesi bestelemesini ister. Tesadüf bu ya, kısa süre sonra Saray 2021’i Yunus Emre yılı ilan edecektir. Takdir-i ilâhi! Tabii, yediyseniz…

Yetinmez; operanın bir Osmanlı geleneği olarak Cumhuriyet’e aktarıldığını Abdülhamid övgüsü eşliğinde belirtmekten çekinmez:

Cumhuriyetten sonra opera temsillerinin hız kazandığına değinen Suat Arıkan…” (Hayat Sanat, 623. Bölüm, TRT 2, 14 Temmuz 2021)

Osmanlı ile Laik Cumhuriyet arasındaki operaya yaklaşım farkının yalnızca temsil sayısı, yani, nicel olduğunu söyleyebilmek, hadi, oğlan olsa neyse, ama, Arıkan gibi biri için cehalet değil yalnızca siyasettir.

Disiplinlerarası aşure

Disiplinlerarası eserlere ve sanatsal hareketliliğe destek.” (s.8)

Yani, tarihsel olarak kalıp ve kuralları belirlenmiş türlerin yapılarının esnetilip, deforme edilmesi. İslamcılar başta opera ve bale olmak üzere Batı sanatlarının düşmanıdırlar. Doğrudan kaldıramadıkları için yavaş yavaş su katarak dönüştürme yoluna gidiyorlar. Senfonik orkestraya Zeki Müren çaldırmak, gazelhan lehimlemek, alaturka enstrümanları vidalamak, operacıları rocker’lığa, makam müziğine, arabeske özendirmek, bale ile sporu geçişken kılmak, TROYA tarzı ne opera ne bale olan “prodüksiyon”lar gibi görgüsüzlüklere “disiplinlerarası” diyorlar.

Dans eden oratoryo ilk adımdır. Niçin olmasın? Şeb-i arûs var ya, hani, Mevlana’nın “Hakk’a vuslat”ı, yani, yaratana kavuşması, o da bir nevi oratoryo sayılır. Full uhrevi. Orada semazenler dans etmiyor mu? Yunus Emre Oratoryosu’nda neden dans edilmesin ki? Hem maneviyat, hem koltuk poliçesi… İkisi bir arada.

Durmak yok, yola devam.

Figüran Arıkan gereğini yapar: Fideli

--Operaya rejisör, operacık’a rejisörcük!--

Beethoven’ın Fidelio operasını opera sanatının temel kurallarından birini daha mıncıklayarak, -festivalde de mikrofonla arya söyletmişti- disiplinlerarası yorumlar. Sahne çukurunda olması gereken orkestrayı sahneye çıkarır. Olabilir. Demek ki, sanatçılar konser formatında söyleyecekler.

Hayır, kostümlü, oynayarak…

Nasıl olur?

Bal gibi olur! Şûra kararı. Devlet memuruyuz.

Bu tarzın adı ne? Operacık mı?

Olabilir. Gemicik oluyor da, operacık niçin olmuyor?

Tam disiplinlerarası: Orkestra hem çalıyor, hem dekor rolünde, zaten küçük olan Süreyya sahnesinin önünde dar bir bantta kostümlü sanatçılar orkestra önünde söylüyor, oynuyor. Gazino komedyenleri gibi. Baget geride kaldığı için temas yok. Operacık olunca, zorunlu olarak rejisörcük gerekiyor. Henüz böyle bir kadro ihdas edilmediği için, Figüran Arıkan kendini rejisörcük atamış. İlk başta konser biçiminde olacağı belirtildiği için, ezbere gerek yok. Sonradan, “yok, kostümlü, operamsı” falan denilince bazıları, “iyisi miben rapor alayım” demenin daha uygun olacağını düşünmüş.

Saraydan Kız Kaçırma’nın ardından gelen Fidelio, oğlanın mottosuna tıpatıp uygun: “Cesur olun, korkmayın. Statükodan kaçın.”

Özel sektör güzel sektör

Şûra’nın diğer bir kararı özel sektör ile ilgili:

Sponsorluk ve finansörlük çok önemli…”, “Kültür girişimciliği ve markalaşma…”, ”Kamu kurum ve kuruluşlarının kültür ve sanat niteliği olan mal ve hizmet ürünlerini özel sektörden doğrudan satın alabilmesine imkân sağlayacak…”, ”Özel sektörün sponsorlukları ve finansörlüklerinin vergi muafiyeti ve istisnaları gibi araçlarla özendirilmesi…” (s.11)

Yani, çoksesli müzik kurumlarının işleyiş ve hizmetlerinde özel sektör ile bağlarını güçlendirmek, bu suretle hem özel sektörün cebine para koymak, hem de laik cumhuriyetin kamusal kültür kavramını özelleştirerek, doğrudan sistemi zayıflatmak.

Bu liberal anlayışın ilk örnekleri, holding orkestralarını kamu olanakları ile beslemek biçiminde görüldü. Şimdilerde bir başka boyutu devreye alınıyor: CSO, AKM gibi komplekslerin işletmesi. Her ikisinin de işletmesinin özel sektöre devredileceği yolunda çok güçlü veriler var. İşletmeyi pastane, kafe falan diye düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Söz konusu olan, sanatsal işletme. CSO’da ilk zokalar ortaya çıktı bile. Damacana Serhan’a CSO kitabı yazdırıldı. Damacana bir işadamıdır, emprezaryodur. Dolayısıyla, PR’cıdır. Böyle bir çalışmayı yapabilecek analitik bilgi ve entelektüel görgü düzeyine sahip olmaması bir yana, çok daha önemlisi, etik düzeye sahip değildir. Bir kurum ile akçeli ilişkileriniz varsa, o kurumun tarihini nesnel biçimde yazamazsınız. Nitekim, bu kitap da, ki kompilasyon demek daha doğru olur, belirli bir amaç için kaleme aldırılmıştır. CSO yazı dizimizde ayrıntılarını vereceğiz. Kitap Bakanlık yayını değildir, özel bir yayınevinin de değildir, piyasada satılmıyor. Tuhaf lakin şaşırtıcı değil. Parayı bakanlık veriyor ama “içeriği hiçbir surette bakanlığın görüşlerini yansıtmamaktadır” ibaresi ekleniyor. Bunların ne anlama geldiğini, CSO’nun bu akçeli ama bir o kadar da siyasal işlere kimlerin eliyle sürüklendiğini anlatacağız. O yetmiyor, Damacana’nın emprezaryo hizmetinden de yararlanmaya başlanıyor. CSO Ada denilen komplekste Mavi Salon adında bir oda müziği salonu var. Bu salondaki konserler götürü usulü Damacana’nın koordinatörlüğü’ne verilmiş. Yani, dolgun bir rakam karşılığı Damacana buraya solist getirip çaldırıyor. Adı da: “Serhan Bali ile Açıklamalı Mavi Salon Konserleri.” İyi de, bu işi neden CSO yönetimi yapmasın ki? 15 dakika ötelerinde bu ülkenin en köklü devlet konservatuarı var. CSO’nun kurumsal derinliğinin arttırılması için biçilmiş kaftan değil mi? Damacana’nın başka bazı hizmetlerinden de yararlanılacağını göreceğiz. Daha başka şeyleri de. Dedik ya, özel sektörün cebi doldurulacak. Devlet malı deniz…

Bu işlerin arkasındaki kare as mı?

Şehzade Cemi’i Can, Damacana, Cermodern’in Kültür ve Sanat Programları Yönetmeni Zihni Tümer ve Bakan Yardımcısı Özgül Özkan Yavuz.

Ayrıntıları yazı dizimize saklayalım.

Aynı çerçevede, AKM’ye bir “Genel Sanat Yönetmeni” atandı: Remzi Buharalı. Oysa, AKM’nin yönetim şemasını belirleyen 26/11/1976 tarihli İstanbul Atatürk Kültür Merkezi İşletme ve Kullanma Yönetmeliği’nde böyle bir makam yok. Doğal olarak, kadro da yok. 1986, 1988’de yapılan değişikliklerde de yok. Belli ki, AKM de özel sektörün sanatsal işletmesine verilecek. Oysa, her kurumun zaten kendi “sanat yönetmeni” var. Şimdi onların da üzerinde bir özel sektör temsilcisi yer alacak.

Remzi Buharalı 2000-2005 arasında DOB Genel Müdürlüğü yapmış, emekli olduktan sonra, önce Demirören ardından da halen görev yaptığı Polat Holding’in sanat yöneticiliğinde bulunmuş bir isim. Köprü olarak kullanılacak. İyice köşeye sıkışmış olan Saray, seçim öncesinde doğal vitrin düzeltmesi kapsamında, tepki çekecek isimleri değil de, hem sanat camiası hem de laik cumhuriyetçi kesim nezdinde paratoner işlevi görecek isimleri ileri sürüyor. Remzi Buharalı bunlardan biridir. Oysa, AKM’ye müdür olarak atadıkları imam-hatip mezunu, Cumhurbaşkanlığı Klasik Türk Müziği Korosu müdürü Aykut Keleş kendi adamlarıdır ve şimdilik geride tutulmaktadır.

Özel sektör ucuz bilet sevmez

Arıkan izlenen bu politikaya uygun olarak, önce bilet ücretlerinin düşük olduğunu, özel sektördeki düzeye çıkarılmasını isteyecektir. Ancak, 2018 seçim sonuçlarına CHP’nin sert tepkisi ve yapılan usulsüzlüklerin peşini bırakmayacağı izlenimi laik cumhuriyetçi kamuoyunda önemli bir beklenti doğurduğu için, temkinli davranıp, Saray’ın dümen suyunda bir liberal olarak görünmek istemez. Üstelik, Alevi bir ekranda:

Bilet fiyatları; devlet gerçekten analık babalık yapıyor, müthiş bir imkân sunuyor. Bir sigara paketi fiyatı karşılığında canlı performans izlemek dünyanın hiçbir yerinde yok. Avrupa’da en az 100 eurodan başlar, bizde en pahalı 30, 40 lira. Öğrencilere inanılmaz indirim var. Operaya gitmek bu anlamda da [yalnızca] elitlerin işi değil… Sanattan para kazanılmaz. Gişe gelirleriyle para kazanılmaz. Bu insanlığa yapılan bir yatırımdır…” (Uyan Türkiye, Cem tv, 26 Haziran 2018)

Aradan zaman geçiyor, islamcıların gitmeyecekleri anlaşılınca, Figüran Arıkan söylemini değiştiriyor:

Hem saygınlığı, hem de maliyet matematiği açısından bilet fiyatları gerçekten çok daha yüksek olmalı… Bu kadar yüksek maliyetli emek yoğun bir ürünü çok düşük bir bedel karşılığı satmak pek akıl kârı değil… Bu düşük fiyatlandırma politikası sebebiyle hem bilete karşı, hem de bu sanata karşı prestijden yoksun bir algı gelişiyor.” (sanattanyansimalar.com, 10 Aralık 2019)

Aynı söyleşide, laik cumhuriyetin yüksek sanatlar politikasını liberal bir eleştiriye tabi tutarak,

Devletin sanatı destekleme ve sanatı ulaşılabilir kılma politikasının aynı zamanda yüksek sanatların saygınlığına zarar verdiğini” söylemekten de geri kalmıyor.

Emeklilik tarihi yaklaştıkça, özel sektör hayranlığı ve Saray zihniyeti daha da belirginleşiyor. O kadar hastalıklı bir hal alıyor ki, ülkede opera-balenin hak ettiği yerde olmamasını bilet ücretlerinin düşüklüğüne bağlıyor:

Opera-bale ülkemizde hak ettiği yerde değil. Gönül ister ki, sigara paketi fiyatına olmasın, hak ettiği değere ulaşabilsin. Tabii, devlet politikası her zaman destekleyici olduğu için, elde edilmesi, ulaşılması kolay olsun politikasıyla, bilet fiyatlarına zam yapma konusunda temkinli davranıyor. Operayı baleyi sigara fiyatına izleyebiliyorsunuz. Prestij kayboluyor, değersizlik tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Bale maden işçiliği kadar ağırdır ve 35, 40 liraya izleyebiliyorsunuz. Bu büyük bir acımasızlık. Metropolitan’da biletler 250, 300 dolar…” (Gaye Donay ile Hayat Sanattır, KRT Kültür TV, 20 Şubat 2021)

Nereden nereye! Laik cumhuriyetin simge okullarından birinde, Cebeci Konservatuarı’nda yıllarca devletin olanaklarıyla oku, aynı olanaklarla yurtdışına git, müdürlük yap, müdürlük nimetlerini iliğine kadar sömür, emekliliğine yakın, hâlâ gözün doymamış, o koltuktan kalkmamak için Saray’a… Neyse, insan gerçekten tiksiniyor. Hep söylüyoruz, bu ülkede opera-balenin önündeki en büyük engel ucuz biletler falan değil, işbirlikçilerdir.

Ucuz bilet gazeline en güzel eşlik elbette AKM övgüsü olacaktır. Giderek artan tonda, şahsen kefil olacak kadar… (sanattanyansimalar.com, 10 Aralık 2019, Gaye Donay ile Hayat Sanattır, KRT Kültür TV, 20 Şubat 2021 )

Tan Sağtürk katakullisi

Tan Sağtürk adlı bir milli tacirimiz var. Öyküsünü ileriki sayfalarda okuyacaksınız. Bu milli varlığımız birdenbire, 50 yaşında DOB’a alınır. Hiçbir biçimde açıklanabilir değildir. Tek gerekçe Saray isteği olmasıdır. Dedik ya, islamcılar opera-baleyi içeriden çürütecekler.

Gel gör ki, devlet balesi bu magazin figürüne mesafelidir. Aralarında doku uyuşmazlığı vardır. Devlet balesindekiler baleyi koruma kaygısındayken, 5. kol olarak içeri sokulmuş olan tacir tam tersi bir görev ile hareket eder. İslamcılar baleden nefret ederler. Doğrudan kapatmaya güçleri yetmediği için, spor statüsüne alıp, orada eritmek isterler. Tacirin temel görevi budur. Buna koşut diğer görevi ise, devlet balesine özel sektör zihniyetini şırınga etmektir. Tacir cumhuriyet tarihinin en büyük bale pazarlamacısıdır. Anlatacağız.

Figüran Arıkan’a Saray emri iletilir:

Tan Sağtürk bağra basıla! Meşru kılına!

Emredersiniz!

Figüran Arıkan düşebileceği en düşük düzeye iner:

--Suat müdür bale tacirini meşrulaştırma görevinde.--

Kanal D’de bir magazin programına katılır; Balçiçek’le Sohbete Geldik (13 Aralık 2020) Katılanlar: Manken Demet Şener, Tan Sağtürk, Suat Arıkan ve Balçiçek Pamir. Lüks restoran simülasyonlu bir stüdyoda yemek yiyorlar, konuşuyorlar, gülüyorlar. Her şey o kadar yapay, o kadar yeraltı gerginliğinde ki, tek amacın İDOB’a yamanan tacir ile İDOB müdürünü aynı masada oturtup, aynı tencerede pişmiş yemeği yedirterek taciri kurum nezdinde meşrulaştırmak ve bale ile spor arasındaki organik ilişkiyi tacir üzerinden kanıtlayıp, müdüre onaylatmak olduğu anlaşılıyor:

B. Pamir: Sen aslında zaten Türkiye’ye baleyi sevdirdin.

T. Sağtürk: Birçok bale sanatçısının konservatuara girmesi bu özenme sayesinde oluştu. Ne mutlu bize…

Böylece, tacir ile devlet balesi arasındaki organik ilişki ortaya konulduktan sonra, işin özüne parmak atılır:

T. Sağtürk: Taekwando kırmızı-siyah kuşaktım. Tüy siklette Türkiye şampiyonluğum var.

B. Pamir: Yani, taekwandodan baleye geçtin.

S. Arıkan: Peki, baleye geçince kimseyi dövdün mü? (Gülüşmeler)

T. Sağtürk: Taekwandoya önce felsefeyle başlanır. Konu dayak atmak üzerine kurulu değildir… (Gülüşmeler) Sonra balet oldum. Tabii, kendimi savunmam çok gerekti; önyargıları var bu işin, meslek olarak kabul edilmeyişi var…

Böylece, taekwondonun özellikle bale için oldukça işlevsel olduğu çünkü bale yapanların kendilerini mutlaka önyargılara karşı fiziki savunmaları gerektiğini öğrenmiş oluyoruz.

Bu programın tam da “bale spordur” dayatmasının ortaya çıkıp, devlet balesi tarafından püskürtüleceği Ocak 2021’den yalnızca birkaç hafta öncesinde yapılmış olması anlamlı değil mi?

Türkiye’de çoksesli müzik kurumlarının başında bulunanlar, laik cumhuriyetçi kamuoyu nezdinde saygın bir imaja sahip olmazlarsa, o kurumların başında kalamazlar. Bu tarihsel bir gerçekliktir. Bu nedenle de bütün işbirlikçiler kapalı kapılar ardında başka, mikrofonda başka konuşurlar. Biraz köşeye sıkıştıklarında hemen Atatürk, Cumhuriyet, çağdaşlık falan demeye başlarlar. Nazım Hikmet’e kadar yolu var…

Figüran Arıkan hiç ıskalar mı?

Laik cumhuriyet kültürüne en büyük saldırının yapıldığı 3. Milli Kültür Şûrası’nda İDOB’u kuzu kuzu kurban eden Arıkan, Cumhuriyet’e verdiği demeçte, bildik işbirlikçi taktiğini uygular:

Üçüncü ana mesele de yönetim özerkliği ve yerinden yönetim konusu. İstanbul Opera ve Balesi’nin başka bir kentten yönetilmesi doğru değil ve Genel Müdürümüz Selman Ada da bu konuda bizimle hemfikir.” (Cumhuriyet, 7 Mart 2017)

Daha önce yazdık, merkezileşme islamcıların ana projesidir. Tek adam rejimidir. Rengim Gökmen eliyle uygulamaya konulmuş, oğlanın zamanında doruğa ulaşmış, sanatsal, yönetsel, etik açılardan DOB’u yıkıma sürüklemiştir. “Özerklik ve yerinden yönetim” ise, ilerici söylemin omurgasıdır.

Figüran Arıkan durumu bildiğinden, sanki bu konuda önemli bir mücadele vermiş izlenimi yaratmak için konuyu gündeme taşır. Oysa, ne Şûra gündeminde böyle bir konu vardır, ne Selman Ada’nın umurundadır, ne de Arıkan’ın toplantı sırasında böyle bir müdahalesi olmuştur.

Hani var ya, ekranlarda Nazım Hikmet, bakanlık koridorlarında Yahya Kemal ayakları…

Bu arada, en sevdiği şairin Nazım Hikmet olduğunu söylemesi hiç sürpriz sayılmamalı. (Gaye Donay ile Hayat Sanattır, KRT Kültür TV, 20 Şubat 2021)

Koltuktaki keramet

Bir süredir, iki kadın vazgeçilmezi oldu: Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Fecir Alptekin ve Bakan Yardımcısı Özgül Özkan Yavuz. Sabahın ilk ışıklarından itibaren onların sosyal medya platformlarında, gün boyu sürecek beğeni işaretleme işlemine başlıyor. Ferfecir Hanım ile bir araya gelebilmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyor. Oğlanın zaten emir eri olmuş durumda.

--Ferfecir Hanım Saray Başdanışmanı; yakınında durmakta fayda var.--


İyi de, 7 ay sonra emekli olacak biri için biraz fazla gayretkeşlik değil mi?

Figüran Arıkan koltuktan kalktığında, varlık nedeninin kalmayacağını düşünüyor. Asla emekli olmak istemiyor. Kulislere akan bilgiler, kadrosunu devlet konservatuarlarından birine aldırarak, emekliliğini iki yıl erteletmek için Ferfecir Hanım’a diller döktüğü şeklinde. Erol Erdinç’e yapılmıştı ya.

Süresi uzayınca, yılların özlemi olan genel müdür olma şansının da artacağını düşünüyor. Dedik ya, Saray seçim öncesinde vitrini laik cumhuriyetçi kesimin sinir uçlarına dokunmayacak biçimde tanzim ve tezyin etme peşinde. Piyango torbasından genel müdürlük çıkar mı?

İskandinav atasözüdür: “En son umut ölür.

Hiç olmazsa, İDOB Müdürü olarak AKM’deki süper makam odasında 2 yıl kalabilmek… Ona da ağız dolusu eyvallah.

B planı mı?

Olmaz olur mu; AKM sanat işletmesinde görev almak. Bu işin nasıl yapılacağı usuldan ve sessizce şekillendiriliyor.

Düşünsenize, ressam olarak AKM’de sergi açmak…

Yok, yok, mutlaka suyun başında olmalı.

En azından, yerimize şu Nejat Işık Belen’i bırakabilsek. Çocuk bir dediğimizi iki etmiyor, pek de efendi. Don Kişot’ta da zaten Sancho’yu oynadı, bizi toparladı. Hayırlısı!

En kötüsü, özel sektörde görev alırız. Oradan yine buraya sıçrarız. Baksana Remzi Buharalı’ya; “yürü ya kulum” oldu.

O arada bir de kızların kadro işi çözülebilse. Millet çoluğunu çocuğunu doldurdu, sıra bizimkilere gelince kıtırbom. Ya emeklilik ile birlikte… Maazallah!

Ferfecir Eczanesi

Ferfecir Hanım Saray’a bir çıtlatsa, yeter.”

Figüran Arıkan’ın kafasından bu cümlenin onlarca versiyonu yüzlerce kez geçiyor. Ferfecir Hanım’ın bir süredir yaşamındaki en önemli kavram olduğuna şüphe yok. Joker Hatun.

Ferfecir Hanım ise son sıralarda çoksesli müzik kurumlarına özel ilgi gösteriyor. Seçimler geliyor, malum, Saray’ın vitrin işleri önem kazandı. Pek de kültürlü, bu işlerden iyi anladığı belli. Örneğin, oğlanın senfonik Zeki Müren’ine bayılmış. Yeterli kanıt!

AKP’li kadınlar içinde ehliyet ve liyakat olarak kültür bakanı olmaya en yatkın isim. Bir defa, çantası PRADA marka. Biliyorsunuz, çanta AKP’de önemli bir simgedir. Devletteki konum ile çanta markaları arasında sıradan fanilerin idrak etmekte zorlanacağı karmaşık bir ilişki var. En tepeden aşağıya inen marka skalasına çok dikkat etmek gerekir. Vallahi, iş çıkar! Yoksa, PRADA marka çanta TRT Genel Müdürlüğü kadrosuna mı denk düşüyor? Karmaşık iş, vesselam!

Biz yine de Ferfecir Hanım konusunda Suat Arıkan’ı uyaralım; o eczanenin ilaçları her zaman şifa olmuyor. CSO Salonu açılışı için Özkan Manav’a beste ısmarladı. Çalınamadı. AKM açılışı için Şerbetçi Hasan’a beste ısmarladı, az daha çalınamayacak, yerini Verdi (Aida) alacaktı… Çoksesli müzik dünyasında elini dokunduğu yerlerde şimdilik güller açmıyor.

Arıkan’ın rüyaları gerçeğe dönüşür mü, bilinmez. Ancak, bilinen şeyler de var. İşte biri:

Arıkan şiir yazıyor:

Porte Çizgim

Toplam 5 çizgi var,

5 paralel çizgi.

1. çizgi benden önceki yaşam,

Doğumum 2. çizgi.

3. çizgi yaşamım.

Ölümüm dördüncü çizgide olacak.

5.si benden sonrası;

Son çizginin üzerine koy noktayı dedim,

Anahtarım fa’dır benim bilirsiniz,

Oldu sana bir la.

Diyecekler ki, bir la bıraktı gitti.

Ama dört dörtlük bir la idi.

Zavallı Figüran! Bir bilse ki son dizeyi kimse okumayacak…

Neden mi?

Laik cumhuriyetin, bütün sıkıntılara rağmen kan ter içinde ayakta tutmaya çalıştığı Devlet Opera ve Balesi’nin boynunu, islamcı saldırı karşısında dört dörtlük eğdiren işbirlikçilerden biri olarak tarihe geçecek de ondan.

Biri pat sahneye koyuyor: Caner Akın

Caner oğlumuz Saraydan Kız Kaçırma’nın torpilli ergen rejisörü. Bırakın reji yeteneğini, ne eğitimi ne de deneyimli isimlerin yanında reji yardımcılığı var. Heybesinde bu operadan önce sahnelemiş olduğu 3 çocuk operası ve 1 de çocuk oyunundan başka bir şey yok. İkisi İDOB bünyesinde, diğer ikisi özel sektörde, DenizBank’ta. En eskisi 2018 Ocak tarihli.

Dünyanın hiçbir ciddi opera kurumunda böyle bir laubalilik olmaz. Bu kadar cılız bir yetenek ve deneyime Saraydan Kız Kaçırma gibi bir opera teslim edilmez. Zaten reji felaketini ayrıntılı olarak anlattık.

--Böyle talih kuşu dostlar başına; vallahi kendimden geçtim.--


Figüran Arıkan’ın Caner oğlumuzu kendilerinden “parlak kariyer” beklediği isimler arasında sayması tablodaki şüpheyi daha da arttırıyor. (AA, 28 Eylül 2020)

Caner oğlumuzun Ankara’nın emri, Figüran Arıkan’ın kavliyle rejisör ilan edilmesinin tek nedeni siyasaldır. Çünkü, 3. Milli Kültür Şûrası kararları doğrultusunda, islamcı gericiliğin Osmanlıcılık atına binmeyi kabul etmiştir. Yine aynı çerçevede islamcıların liberalleşme-özel sektör aşkının da gönüllü ortağıdır.

Biraz geriye dönelim:

Oğlumuz özel yaşamına ait nedenler dolayısıyla, çok hırslıdır ve en kısa sürede en yüksek kalibrelere ulaşmak için göze alamayacağı şey yoktur.

İlkokul, ortaokul ve lisede koroya girmek ister ama, almazlar. Lisedeki müzik öğretmeni insafa gelir, koroya alıp denemeye karar verir; kulak çalışmasında hiçbir sesi tutturamayınca korodan çıkarır. Mutlaka sahneye çıkmalıdır. Şarkı söylemek için yanıp tutuşmaktadır. Kaset çıkarmak, ünlü olmak istemektedir. Operanın adını dahi duymamıştır. Şan dersi almaya başlar. İki, üç yıl kadar özel ders aldığı hocası bile bu işi hobi olarak yapmasının daha uygun olacağı düşüncesindedir. Lise sonrasında hem İstanbul Üniversitesi’nin hem de Mimar Sinan’ın konservatuar sınavlarına girer.  Kazanamaz. Kulaktan da, şandan da elenir. İzleyen yıl yeniden girer. İstanbul Üniversitesi’ninkini yine kazanamaz. Mimar Sinan’ı, Payam Koryak’ın 10 kişiden oluşan jüriyi, 9 üyesinin hayır oyuna rağmen zar zor ikna edip, kefil olacağını söylemesi sonucu kazanır. (GİS Zoom yayını, Facebook-Watch, 14 Nisan 2020/ Pera’dan Operaya, GÖKABAD, 18 Mart 2021)

Kimsenin kabul etmek istemediği çocuk, diğer bazı özel nedenler de eklendiğinde, başarı ve yükselme konusunda bilenmiş bir hassasiyete sahiptir.

4. sınıfa geldiğinde iyi bir şans yakalar. 2005-2006 sezonunda sahnelenecek olan Donizetti’nin Belisario Operası’ndaki Alamiro rolünü üstlenen tenorların bu role çıkamayacakları anlaşılır. Acele biri aranmaktadır. Aynı zamanda İDOB solisti olan hocası Payam Koryak Caner oğlumuzun kulağına durumu üfler. Oğlumuz hızla hazırlanır ve rolü kapar. Bu biçimde birkaç role daha çıkacaktır. Payam Koryak İDOB’da sevilen, sözü geçen biridir.

2007’de İDOB’a girer. Parmak ısırtacak bir ses ve tekniğe sahip olmamakla birlikte, iyi bir tenor sayılır. 2009 Temmuz’unda 15. Klosterneuburg Açıkhava Opera Festivali’nde Donizetti’nin Alayın Kızı Operası’nda Tonio rolüne çıkar.

İsrail-FETÖ güzergâhı

Ancak, esas öykü 2011’de başlayacaktır. Aynı rolü, Tel Aviv’de İsrail Operası için canlandırır. Aylardan şubattır.

Hırslı Caner oğlumuz siyasal bir viraja girme kararlılığındadır. Çünkü 2011 Şubat’ında İsrail’de, üstelik İsrail Operası için sahneye çıkmak önemli bir risk almaktır.

Türkiye-İsrail ilişkileri en düşük seviyesine inmiştir. Çok ciddi bir gerginlik vardır.

11 Ocak 2010’da, Tel Aviv Büyükelçisi Oğuz Çelikkol İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon tarafından, Kurtlar Vadisi adlı dizide anti-semitizm yapıldığı gerekçesi ile kameralar ve basın mensupları önünde ağır biçimde aşağılanmıştır.

Şok tam atlatılamamışken bu kez çok daha büyük bir krizin tetiğine basılır. Filistin’e yardım götüren Mavi Marmara gemisi uluslararası sularda 31 Mayıs 2010 tarihinde İsrail askeri güçlerinin saldırısına uğrar. İsrail askerleri 10 Türk vatandaşını öldürmüş, 56’sını yaralamıştır. Ülkede, tıpkı uluslararası kamuoyunda olduğu gibi geniş yankı bulan olay büyük bir tepkiye yol açar. Bütün siyasal kesimler İsrail’in devlet terörüne karşı birleşmiştir. Bir grup hariç: FETÖ’cüler.

Pennsylvania’da yaşayan Fethullah Gülen Wall Street Journal’e verdiği demeçte, “organizatörlerin İsrail’in onayını almadan hareket etmesini otoriteye baş kaldırı” olarak niteler. “İsrail ile uzlaşma yolunu seçmemenin faydalı sonuçlar doğurmayacağını” belirtir. (NTV, 4 Haziran 2010)

FETÖ açık biçimde İsrail’in yanında yer almıştır.

İshak Alaton’un şahsında Yahudi sermayesinin 2011’den itibaren FETÖ’ye açık desteğini Karahan bölümünde yazdık. Bu destek daha önce de vardı ama Ergenekon sürecinde görünür olması tercih edildi.

Bu olaydan 3 yıl sonrasına, 22 Mart 2013 tarihine gelene kadar Türk-İsrail ilişkileri dip noktadadır.

İşte, böyle bir ortamda, Mavi Marmara olayından yalnızca 8 ay sonra, krizin en yoğun anında İsrail Operası’nın bir temsilinde sahneye çıkmanın anlamı ve mesajının yalnız ve yalnızca siyasal olabileceğini anlamak için dahi olmaya gerek yoktur. FETÖ ve Caner oğlumuz herhalde tesadüfen yan yana gelmişlerdir. Türk Devlet Operası’ndan birinin davet edilmesinin de, söz konusu kişi sanatsal açıdan sıra dışı olmadığına göre, masumane olduğunu düşünmek safdillik olur.

Tek başına çıkıp rolünü söylemekle kalsa iyi, Caner oğlumuza bir başka koşul öne sürülür: İsrail askeri üniforması ile sahneye çıkmak. Üstelik, İsrailli sanatçıların hiçbiri o üniformayı taşımazken, yalnızca Caner oğlumuza giydirilmesi tesadüf sayılabilir mi?

--İsrail askeri üniforması.                            Hocaefendi İsrail’i sever. Ben de.--


İsrail askeri üniformasının tipik özelliği, berenin apolet kısmına yerleştirilmesidir. Youtube’da iki sahnesinin yer aldığı Tel Aviv temsilinde Caner Akın dışında beresi apolet kısmına yerleşmiş olan başka bir asker yok.

İşin siyasal mesaj olduğunun bir başka göstergesi, reji, dekor ve söz konusu askeri kostümlerin Alayın Kızı’nı bu tarihten 5 yıl önce (2006) Tokyo’da sahnelemiş olan Bolonya Belediye Operası’nınkilerin (Teatro Comunale di Bologna) aynısı olduğu halde, tek farkın Caner oğlumuzun üniformasının İsrail askeri üniformasına dönüştürülme çabasıdır. Oğlumuzun, Ah! mes amis, quel jour de fête… ve Pour me rapprocher de Marie aryalarında beresi apolet kısmında görünürken, diğer askerlerin böyle bir görüntüsü olmaması anlamlıdır.

Dedik ya, Caner oğlumuzun hırsı ve bir an önce sivrilme arzusunun hiçbir etik, ideolojik, siyasal sınırı yoktur.

FETÖ’nün çok sevdiği insan malzemesi budur.

Caner oğlumuza açılan kapılar

Bu olayın ardından, doğal olarak, FETÖ’nün etkin varlığının gözlemlendiği Almanya’da, Yahudi lobisinin de desteği ile bir iki temsilde daha görülecektir. Ama sanatsal kapasitesi Batı coğrafyasında özel bir dikkate konu olacak nitelikte değildir. İşler ülkede daha kolay yürür:

Aynı yıl, 2011’de Anadolu Üniversitesi’nde ders vermeye başlar. Henüz 30 yaşında bile değildir. Şan hocalığı için şaşırtıcıdır. Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nin Abdullah Gül tarafından çok tartışmalı biçimde atanan (2009) rektörü Davut Aydın’ın, islamcılara, özellikle FETÖ ile yakınlığı basında bolca yer almış AKP milletvekili Murat Mercan’a yakın olduğu iddiaları yeni değil. Ricaları kırmayacağı kesindir.

FETÖ-Saray savaşımının giderek arttığı 2013-2014 sezonunda FETÖ’nün büyük yığınak yaptığı Kazakistan’ın Astana şehrinde özel bir davet üzerine sahneye çıkıp, Carmina Burana “Tenor Solo” söyleyecek, (Goethe-divan.com, 12 Şubat 2019) ancak, 15 Temmuz’dan sonra DOB’un resmi sitesinde yer alan CV’sinde bu bölümü sansürlemeyi uygun bulacaktır.

Yine aynı yıl, 2014’te, bu kez Mimar Sinan’da ders vermeye başlar. Rektör Yalçın Karayağız, Cumhurbaşkanı Sezer’in veto ettiği (2006), islamcıların pek sevdiği bir isimdir. 18 Aralık 2012’de Erdoğan’ın ODTÜ’ye gelişini protesto eden öğrencilere sert müdahalede bulunan polisin tavrı eleştiri konusu olmuş, bazı rektörler ise öğrencileri kınayan bir bildiriye imza atmışlardır. Karayağız bunlardan biridir. Kendisine yapılan “AKP’nin adamı” suçlamasına, öğrencilerin karşısında, “Bu zamanda hangi rektör var ki, AKP’nin adamı olmasın” diyerek yanıt verecektir. (haber.sol.org, 3 Ocak 2013) (video: dailymotion.com)

Deniz Gezmiş’in heykelini kaldırtmasından, ucube heykel tartışmasındaki tavrına, hep islamcıların yanında yer almış bir isimdir.

Elbette oğlumuz için gelen ricaları kıracak değildir.

İsrail olayı hassas bir döneme denk geldiği için içeride PR’ı yapılmaz. Yıpratılmak istenmez. Gelecek için yatırım yapılan isimlerdendir. Tıpkı Karahan gibi. Caner oğlumuzun 2018 Ocak’ında birdenbire rejisör olarak ortaya çıkışı ile oğlanın aynı tarihte genel müdür oluşu, birbirlerinden bağımsız değildir. Aynı sürecin değişik görünümleridir. Tan Sağtürk de ekip arkadaşları olarak bu tabloya eklenecektir.

--Kankam Caner, kankam Tan!--


28 Haziran 2016’da Türkiye ile İsrail arasında varılan anlaşma ile Mavi Marmara dosyası tamamen kapanır. İki hafta sonra FETÖ’cüler mutlak iktidar kartını oynayacaklar ve partiyi kaybedeceklerdir.

Karahan bölümünde anlattık; Saray’ın DOB, CSO, orkestralar, çoksesli koro gibi kurumlarda seçim lüksü yoktur. Laik cumhuriyetçi ağırlığa karşı tek seçeneği yine onlar içinden çıkmış işbirlikçilerdir. FETÖ’cü, Saray’cı, filan tarikatçı gibi ayrışmalar zaten olamaz. Osmanlı ecdadımızdır, makam müziği öz müziğimizdir, Osmanlıca öz dilimizdir, dinimiz diyanetimiz bizi biz yapanlardandır diyen herkes islamcılar için büyük piyangodur, makbul ötesidir. FETÖ ile doğrudan ya da dolaylı bağlantılarının hiçbir önemi yoktur çünkü islamcıların yukarıda sayılan görüşleri, ister FETÖ’cü, ister Saray’cı, ister filanca tarikatçı olsun ortak çatılarını oluşturur. Karahan, bu anlamda, onlardandır. Genel müdür yaparlar. Yanına, İstanbul’da aynı görüşlere sahip, Karahan ile aynı ilişki ağından gelen diğer bir militanı, Caner oğlumuzu koymaları zor olmayacaktır. Aynı sürecin CSO’da da işletildiğini belirtelim.

GİS muamması

Bu arada, 2015 yılında, FETÖ-Saray gerginliğinin zirve noktasına evrildiği bir sırada Caner oğlumuz benzer yönde bir siyasal-ideolojik adım daha atar: GİS ile ilişkiye girer. Daha doğrusu GİS’çiler onu bulur. Tesadüf diyelim.

GİS mi nedir?

Girişim Savaşçısı.

Yani?

FETÖ’nün 17-25 Aralık 2013 tarihinden üç buçuk ay önce kurulmuş bir teşkilat.

Kendi internet sitelerinde anlatıldığına göre şu:

Girişim savaşçısı bir doktrindir. Girişimcilikle ilgili önerdiği yaşam stilini katılımcılarına şırınga ediyor ve takibinde tüm mezunlarını bir arada tutarak başarılarını kalıcı kılıyor.” (girisimsavascisi.org)

Peki, bu doktrinin amacı ne ki?

1) Kişilere sıfırdan kendi işlerini kurdurmak.

2) İşini zaten kurmuş olan kişilerin projelerini büyütmek.

3) Kurum içi girişimciliği hedefleyenlere terfi ya da transfer aldırmak.”

İyi hoş da, bunlar iş kurup malı götürmek isteyenler için. Opera gibi yüksek sanatlardakilerin, üstelik DOB gibi bir kamu kurumunda olanların bu işlerle ne ilgisi olabilir?

Sakın, kurum içi terfiden, müdürlük kapmak anlaşılıyor olmasın? Ya da özel sektörle opera falan yapıp parayı tokatlamak?

3. Milli Kültür Şûrası özel sektör baş tacıdır, demişti ya…

Hadi, bir an için öyle olduğunu düşünelim; bu nasıl gerçekleştirilebilir?

Kolay. 8 hafta kursa gidiyorsunuz. 120 ders, 90 uygulama ve sıkı bir ücret karşılığında Ferrari’ye dönüşüyorsunuz. Artık sizi kimse tutamıyor.

Bu, “dünyanın ilk disiplinlerarası girişimcilik programı… Dünyada ilk kez bir SAS komandosu, Aikido sensei dövüşçüsü, klinik psikolog, siyaset bilimci, sporcu, sanatçı… iş dünyasının önde gelenleriyle buluşup” bir ekip kuruyorlar ve bu ekip sizi 8 haftada öyle bir donatıyor ki, paranın yerini kilometrelerce uzaktan tespit edebiliyorsunuz.

Komando eğitimi, Aikido sensei falan kazanılacak parayı korumak için olsa gerek.

“İş dünyasının önde gelenleri”nin başında elbette Leyla Alaton var. FETÖ’ye büyük sempatisi ve desteği olan İshak Alaton’un kızı. 15 Temmuz’dan sonra rüzgâr dönünce, şirketlerinde çalışanlardan bazılarının FETÖ ile bağlantılı olabileceği şüphesini savcılığa suç duyurusu biçiminde iletip, araştırılmalarını isteyen iş kadını. (CNN Türk, 14 Aralık 2017)

Sözü edilen donanım nasıl nitelikler kazandırıyor?

“Fütüristik öngörüleme ve trendifikasyon, Kuantum mekaniği, genetik, kahramansı iş etiği mimarisi, tezahür çıkarımı ve kişisel menkıbe yaratımı, odak grup ve gizli müşteri faaliyetleri, Kirpi modeli, savunma sahası ve savanna tercihlemesi, paketleme modellemeleri, faturalama akışı, temel düzey kodlama, robotik modellemelerin inşa edilmesi, kitlesel fonlama, Blockchain ve kripto paralar, State ve Endowment modellemeleri, B2B pazarlama teknikleri, yurt dışından müşteri bulma, hunileme… vb.”

Bizim gibi sıradan insanların algı düzeylerini aşan işler!

DOB’u GİS’lemek

Tamam da, operacı Caner oğlumuzun bu konular ile ilişkisi nedir?

Oğlumuz işadamı mı olacak?

Neyi eksik? DenizBank’ı kafalayıp, ülkenin ilk özel çocuk operasını kurdurdu ya. GİS doktrini sayesinde değil mi?

Oğlumuz burada hem ders aldı, hem de ders veriyor. Liberal deyişle, mentor.

Şan dersi mi veriyor?

Dedik ya, biz algısı sınırlılardanız.

Bazı nitelikler ise istihbarat örgütü izlenimi yaratıyor:

“…askeri bakış açısı ve eylemci düşünce stili, yalanı ve manipülasyonu tespit etme, yıldırmaya karşı koyma, bilgi toplama ve gerçeği deşifre etme teknikleri, duygu durumu kontrolü, mental dayanıklılık, fotografik hafıza vb.”

Neyse, konumuz GİS değil. Caner oğlumuzun operaya taşıdığı GİS anlayışı.

GİS’i n kurucusu, kendi deyimi ile kreatörü, Berke Sarpaş adlı yerli ve milli liberal “guru”muz. Kolayca tahmin edileceği üzere tam bir Bilkent civcivi. Şirket, satış, tahsilattan oluşan derinlikli bir yaşam felsefesine sahip. 2015 yılında Caner oğlumuza hayatının amacını belirginleştirmesinde yardımcı olup, GİS doktrinini şırınga etmiş. Bu doktrinin özünde “fark yaratmak” varmış. Caner oğlumuz da Guru Berkeye karşılığında şan dersi veriyormuş. Ayrıca, GİS’in “usta birliklerine verdiği mesajlar onların hayatlarında dönüm noktası oluyor”muş. (GİS Zoom yayını, Facebook-Watch, 14 Nisan 2020)

Oğlumuzun 2011-İsrail çıkışı ile başlayan “fark yaratma” eğilim ve yeteneği giderek artmış ve Saraydan Kız Kaçırma ile tavan yapmış görünüyor. Guru Berke ile buluşmaları zaten kaçınılmazdı.

Hayatın amacı Osmanlı’dan geçer

GİS eğitiminde edindirilen nitelikler arasında bizim Caner oğlumuzla ilişkilendirebildiklerimiz, algısı sınırlılardan olduğumuz için ancak birkaç tane olabildi:

1) “Hayat amacı tespiti”: İDOB’a müdür, ardından da DOB’a genel müdür olmak. Tabii, bir de akçeyi yağlı yerinden kestirmek. Oğlumuz 2015 yılında Guru’su Berke ile karşılaşana kadar savrulan bir yaprak gibiymiş. Bakın nasıl anlatıyor:

“Ben bu kadar şey yaptım ettim ama bir gün seninle hayat amacıyla ilgili konuştuk. Hayat amacın nedir, dedin. Ben böyle bir kaldım. Bu kadar şey yapmışım ama, insan amacını belirlediği zaman onu durdurabilecek hiçbir şey yok. Ben artık hayat amacımın farkında olduğumu düşünüyorum… Berke ve Özgül benim ufkumu açtılar, beni bambaşka bir yere taşıdılar; bakış açısı olarak, görüş olarak. Çünkü ben bazı şeyleri bilmeden yapmışım bugüne kadar. Girişimcilik olsun, mücadele olsun, farkındalık olsun.” (GİS Zoom yayını, Facebook-Watch, 14 Nisan 2020)

Yani, oğlumuzu artık durdurabilecek bir güç yok; bakalım, müdürlüğü kapabilecek mi?

2) “İlham verme ve kitleleri harekete geçirerek dünyayı değiştirme. Savaşçı ruh ve hayatı idame azmi.”: Caner oğlumuzun hırsı, savaşçı ruh ve azmi Osmanlı’nın o güzel fetih ideolojisine çok uygun da, o nedenle mi, cihanşümul medeniyet ve imparatorluğumuzu sahnede de olsa ihya edip, kitlelere ilham ile onları harekete geçirmek ister? Bugün sahne, yarın hayat! “Yeniden Osmanlı” sloganının kitleleri harekete geçirip, bir dünya devleti kurduğumuzu düşünseniz ya!

Öte yandan, bu yaklaşım, 3. Milli Kültür Şûrası’nın Osmanlı’nın dirilişi kararıyla tam bir uyum içindedir.

Ayrıca, böyle bir diriliş opera sanatı açısından da yadırganmayacaktır. Çünkü Osmanlı operanın İtalya’dan sonra neredeyse ikinci vatanıdır. Oğlumuzu dinleyelim:

“Osmanlı Devleti zamanında İtalya’da yapılan çok fazla operanın ilk temsilleri yapıldıktan sonra, parası ödenerek, o kumpanyalar buraya getirtiliyor. Yani, başka ülkelere de değil, direkt İtalya’dan sonra İstanbul’a gelip, burada temsilleri yapılıyor… İtalya’dan buraya yolculuk, o kadar dekor, kostüm, insanlar kaç kişi geliyor, düşünsenize. Bunlara ciddi paralar ödeniyor. O temsiller burada yapılsın, diye. Neden bu paralar ödeniyor? Sadece, biz burada temsil yaptırdık, demek için değil. İnsanlar geliştikçe, ilerledikçe sanata aşkları daha fazla artıyor… O dönem gelen eserler tabii ki, halkla ya da bunun çok farkında olmayan insanlarla paylaşılamıyor belki, o zamanın şartlarından dolayı, ama ciddi anlamda devlet erkânında, yöneticilerde, toplumun önde gelen eğitimcilerinde ya da din adamlarında ciddi anlamda ilgi görüyorlar. Bunlar o dönemi hayal ettiğinizde o kadar güzel şeyler ki.” (Pera’dan Operaya, Küçükçekmece TV, 10 Mart 2021)

“Osmanlı’nın son döneminde belki halkın tamamı gelmiyordu ama, bu sanata [operaya] yapılan yatırım ve ilgi küçümsenecek noktada değildi.” (Pera’dan Operaya, GÖKABAD, 18 Mart 2021)

Oğlumuz İDOB sahnesinde Osmanlıca Saray övgülü opera yönetmekle kalmıyor, din adamlarının dahi opera izlemeye koşar adım gittiği bir imparatorluğumuz olduğunu bize anımsatıyor. Bu durumda, laik cumhuriyet zaten çok olgun bir opera ortamı ve geleneği devralmış oluyor. Tam bir devamlılıktan söz edilebilir.

Zaten, opera sanatında Osmanlı-Cumhuriyet devamlılığını vurgulamak için, Pera’dan operaya başlığını bizzat Caner oğlumuz koyuyor. (Pera’dan Operaya, GÖKABAD, 18 Mart 2021)

Artık buradan da müdürlük çıkmazsa, hiçbir yerden çıkmaz. Hatta, Osmanlı’da din adamı-opera ilişkisinden genel müdürlük bile çıkabilir.

Devrimci opera

3) “Asla vazgeçmeme, devrimci bir marka inşa etme, misyon güdümlü liderlik.”: Operada misyon güdümlü bir liderlik yapılarak, devrimci bir marka nasıl yaratılabilir? “Devrimci” deyince ürkmenize gerek yok, buradaki devrimci, daha önce hiç yapılmamış, cesaret göstererek alışılmışın ötesine geçen işler anlamında. Oğlanın marka, anti-statüko falan tarzı söylemleri var ya, işte o minvalde… Disiplilerarası deseniz de olur.

3. Milli Kültür Şûrası disiplinlerarası demişti ya…

Troya, Göbeklitepe gibi işlere Saraydan Kız Kaçırma da eklenir. Osmanlıca tuluat operası. Daha önce kimse denemedi. Dünyada bir ilk. Ayrıca, “orkestra şefi Murat Cem Orhan yüzyıllardır icra edilen W. A. Mozart’ın müziğine bambaşka bir yorum” getirerek, (Milliyet, 20 Eylül 2020) devrimci markaya destek oluyor. Bu müzikal yorum da dünyada bir ilk.

Oğlanda Zeki Müren, oğlumuzda tuluat!

Daha müdür bile olmadan bu misyona liderlik eden Caner oğlumuzu bir de müdür/genel müdürken düşünün…

Bitmedi; DenizBank Çocuk Operası için sahnelediği Papagenolar’da, Mozart’ın müziğine öyle müdahaleler yaptırıyor ki, kendi deyişi ile, “Bugün Avusturya’da böyle bir şey yapsanız, sizi vururlar, kim vurduya gidersiniz.” (Aslı Öymen’le Yaşasın Sanat, Woman TV, 26 Eylül 2019)

Oğlumuz gerçekten devrimci, misyon lideri!

Bu devrimci bakış, operamızın bugününü değerlendirme sürecinde de kendini hemen belli ediyor:

“Şu anda Türk operası olarak ciddi eserler ortaya konuyor. AKM açılışı yapılacağı zaman, Hasan Uçarsu’ya Mimar Sinan Operası siparişi verildi… çok severim, bizim de hocamız, oturmuş deli gibi eseri yazıyor. Bakar mısınız ne kadar değerli bir şey.

[Operada onlara yetiştiğimizi] Batı şaşkınlıkla izliyor… Bizim kendi kültürümüzün, kendi toplumumuzun getirdiği bazı unsurlar var. Bunları operaya kattığınızda dünyada çok ilgi çekici bir yere geliyor opera… Bizim bestecilerimizin yazdığı eserler, mesela Selman Ada çok ciddi opera eserleri besteledi, şu anda da besteliyor; verdiği eserler Almanya’da oynandığı zaman, insanlar diğer o klasik eserlerden çok daha fazla ilgi gösteriyorlar, koşa koşa gidiyorlar… Bizim bu kadar kısa yıl içerisinde böyle atılım yapmış olmamız ciddi anlamda hayranlık uyandırıyor. Dünyadaki büyük sanatçılar, normalde aldıkları kaşelerden çok çok daha azını alarak buraya gelmeyi kabul ediyorlar, çünkü Türkiye’ye inanılmaz ilgi duyuyorlar ve bizim bu kadar kısa sürede yaptığımız atılımlardan dolayı yanımızda olmak istiyorlar. Dünyada çok opera sanatçısı arkadaşım var. Caner, gerekirse para almayalım, uçağı, oteli karşılayın, gelip konser yapalım, düşüncesindeler. Bunun bizim ne kadar ileri gittiğimizi gösterdiğini düşünüyorum.” (Pera’dan Operaya, Küçükçekmece TV, 10 Mart 2021)

Şimdi, söyler misiniz, Caner oğlumuz müdür olmayacak da kim olacak?

Allah Guru Berke’den razı olsun. Oğlumuzu irşad eylerken, operamızın da ufkunu genişletmiş. Anlaşılan, bu ülkenin kalkınmasının tek yolu, kritik görevlere Bilkentlileri getirmekten geçiyor.

Aklınıza şu soru takılmış olabilir: Peki, bizi Batı ile eşit düzeye getiren bu opera devrimini nasıl başardık?

Hayır, hayır, konservatuar, eğitim falan gibi unsurları “çok iyi oturttuğumuzu söyleyemeyiz.”

Peki, nasıl oluyor?

“Biz Türkler olarak bir şeyi kafaya koyduğumuz zaman yapamayacağımız hiçbir şey yok, yeter ki, kafaya koymamız önemli… Gerçekten kendini adayan insanlar çalışıyorlar, o adanmışlıklarından vazgeçmedikleri için, o Don Kişot’vari yaklaşımlarından vazgeçmedikleri için ilerleme kaydediyoruz.” (Pera’dan Operaya, Küçükçekmece TV, 10 Mart 2021)

Anladınız değil mi?

Yoruma gerek yok.

Belki bir cümle:

Darwin’in sözüdür; “Bilgisizliğin verdiği güveni, bilgi hiçbir zaman verememiştir.”

Operada özel sektör çocukluğu

Caner oğlumuz tam bir özel sektörcü. Guru’su Berke’nin liberal aculluğu oğlumuzu epey etkilemiş. Buna, FETÖ’cü-İslamcı ağabeylerinin doğuştan esnaf kişilikleri de eklenince, vaziyet klinik boyutlara ulaşmış.

Oğlan ve milli tacirimiz Tan Sağtürk ile bir üçgen oluşturmaları gayet doğal; aynılar aynı yere. Figüran Arıkan da sofrada. Hafif tertip fasulyeden de olsa. Onlar doğuştan, Arıkan sonradan özel sektörcü.

Caner oğlumuz düşünür taşınır, operayı özel sektörle nasıl organik ilişkiye sokabileceğinin en gerçekçi yolunu bulur: Çocuk operası. Malum, bizim özel sektör devleti hortumladığı için cebinden öyle büyük kültür yatırımları falan yapmaz. Anlı şanlı festivalleri düzenleyen holdinglerin hepsi, masrafların büyük kısmını devlete ödetir. Festivallerden kâr bile ederler.

Caner oğlumuz 28 Ocak 2018’de İDOB’ta ilk çocuk operasını sahneler: Sihirli Flüt (Tamino’nun Rüyası). Bu dönem Karahan’ın genel müdürlüğe getirildiği dönemdir. Figüran Arıkan, bazı özel nedenlerin de itimiyle derhal oluru verir. Bir yıl sonra, 22 Ocak 2019’da bu kez bir çocuk müzikali Gezginci Şövalye’yi sahneler.

Ancak, bu işler devlette olduğu için para getirmez. Para getirmeyen sanat da sanat sayılmaz. Mutlaka özel sektöre uzamalıdır.

“Opera şarkıcılığı bana yetmemeye başladı… Daha fazla bir şeyler yapmam gerektiğini hissettim ve çocuk operası konusuna yoğunlaştım… Sonra kendi özel çocuk operamızı kurduk, DenizBank’la.” (Pera’dan Operaya, GÖKABAD, 18 Mart 2021)

Ulu Manitu Hakan Ateş

Saray katının muteber bankacısı DenizBank Genel Müdürü Hakan Ateş’e rica edilir. Sanatsever Ateş ricayı ikiletir mi? Derhal, “dünyada bir ilk olan DenizBank Çocuk Operası” kurulur. Tabii ki, Caner oğlumuz genel sanat yönetmeni olarak atanmak kaydıyla.

22 Eylül 2019’da ilk ürün Papagenolar, ardından 16 Şubat 2020’de, Wolfie Harikalar Operasında.

Bunların ne menem şeyler olduğuna girmeyelim. Papagenolar’da rol alan soprano Gamze Ayaydın’ın anlatımından bir parça aktaralım:

5 yaşında bir çocuk temsil sonrasında gelip bana sarıldı. Çok iyi dans ettiniz, çok iyi söylediniz, Allah ne muradınız varsa versin, dedi. Bu duası beni hüngür hüngür ağlattı.” (Aslı Öymen’le Yaşasın Sanat, Woman TV, 26 Eylül 2019)

Mesaj ilgili yerlere gitmiş olmalı.

DenizBank Genel Müdürü Hakan Ateş’i tanıyorsunuz, değil mi?

--Ulu manitu Hakan Ateş: Saray’ın muteber bankacısı Caner oğlumuza el verir.--


Caner oğlumuzun Ulu Manitu’su. Adı geçer geçmez secde ediyor:

“Kendisi çok iyi bir iş insanı olmasının yanında, inanılmaz bir sanatçı… [opera konusunda] hem eğitimi, hem deneyimi var, hem inanılmaz bir bakış açısına, vizyona sahip… DenizBank sanat yaşamımıza çok yön veriyor… Bu projeyi çok sahiplendi ve o kadar başka bir noktaya taşıdık ki…” (Aslı Öymen’le Yaşasın Sanat, Woman TV, 26 Eylül 2019)

Oğlumuz biraz daha çabalasa, Hakan Ateş’ten opera sanatçısı bile imal edecek. Oysa, Ulu Manitu’nun opera ile tek bağı, ablası Nilgün Çelebi’nin Rengim Gökmen ile yakınlığı ve ağabeyinin sponsorluk kartı ile Gökmen’in genel müdürlüğü zamanında genel müdür yardımcısı yapılmış olması. Üstelik, ağabeyinden gelen paranın belki de daha fazlasını devlete zarar yazdırdığı biliniyor. Telif ücretleri ödenmeden sahnelenen yapıtlar ile ilgili yargı süreci sırasında uzlaşma yoluna gidilerek daha düşük maliyetle vartayı atlatamamanın önemli nedenlerinden birinin Nilgün Çelebi olduğu DOB kulislerinden sızan bilgiler arasında.

Ulu Manitu’nun müzik ile ilişkisine gelince; Patronlar Korosu’nda söylüyor.

Patronlar Korosu’nu bilmiyor musunuz?

C Majör İş’ten Sesler Korosu.

2016’da kurulmuş koronun tamamı iş dünyasının etkin isimlerinden oluşuyor. Popüler şarkı, türkü korosu. Esasen alaturka altyapısındalar. 120 kişiler ama sahnede genellikle 60 ile 80 kişi arasındalar.

Koroyu çalıştıran, yöneten kişi İDOB sanatçısı soprano Özlem Abacı. Ama bildiğiniz sopranolardan değil. İstanbul Üniversitesi Türk Müziği Konservatuarı mezunu. Alaturkacı. Hayalî’den, Şeyh Galip’ten falan gazeller okuyor. Ney eşliğinde şiirler döktürürken semazenler dönüyor. Saray kültürüne pek yatkın.

Neyse, koromuzu kendi haline bırakıp, Hakan Ateş’in siyasal bir iki çizgisine değinelim.

Tartışmalı konum

Denizbank’ın kurulduğu günden beri, 24 yıldır genel müdürlüğünü yapıyor. Bu arada banka 4 kez el değiştirdi. İlginç olan son sahibi: Dubai merkezli Emirates NBD. Yani, Birleşik Arap Emirlikleri. Oysa, Birleşik Arap Emirlikleri’nin 15 Temmuz FETÖ darbe girişiminin arkasındaki finans gücü olduğu, bu iş için 3 milyar dolar tahsis ettiği bizzat Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu tarafından dile getirildi.

2018 Mayıs’ında satış konusunda anlaşmaya varılır. Ancak, Saray’ın onayı beklenmektedir. Nisan 2019’da onay verilir, BDDK da Haziran’da mührü basar. 31 Temmuz’da devir tamamlanmıştır.

Hakan Ateş’in durumu, doğal olarak, tuhaftır. FETÖ destekçisi bankanın genel müdürü. FETÖ destekçisi banka da DOB sponsoru.

Tabii, derhal gerekli PR çalışmaları başlar:

“31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinde AKP’nin seçim sonuçları ve uluslararası finans çevrelerinin Türkiye’ye yönelik güvensizlik mesajları kabine revizyonunu gündeme taşıdı. Uluslararası finans çevrelerinin yakından tanıdığı Hakan Ateş’in, Berat Albayrak yerine Hazine ve Maliye Bakanlığı’na getirileceği konuşuluyor.

Bu iddiaların gündeme geldiği saatlerde, BDDK’nın Denizbank’ın Emirates NBD Bank PJSC’ye devrine ilişkin yapılan başvuruyu uygun bulması dikkat çekti.” (T24, 28 Haziran 2019)

İşte, Denizbank Çocuk Operası tam da bu tarih aralığında kurulacaktır. Güzel makyaj, değil mi?

Böylece, Hakan Ateş de, banka da aklanmış oluyor ama, bu kez de, Saray’cı Manitu görüntüsü çıkıyordu. Üstelik, Ateş’in Saray’a gül demeti yollaması daha önce, 2018 Ağustos’unda başlamıştı. Bankanın Birleşik Arap Emirlikleri’ne satışı başvurusundan yaklaşık 3 ay sonra. Kur krizi yaşandığında:

“Enflasyon, faiz ve kur hareketleri beklentiden ibarettir. Endişeye mahal olacak bir durum yoktur… Bunu bir krizden ziyade, politik ağırlıklı bir spekülatif atak olarak değerlendirebilirsiniz.” (T24, 28 Haziran 2019)

Saray, döviz kuru krizini siyasal manipülasyon sayıp, halkı dövizlerini bozdurmaya çağırır; Ateş de gereğini ıskalamaz:

“Doğru kararlar doğru zamanda alındı… Denizbank müşterileri dünya kadar dövizi TL’ye çevirdi… Türkiyemiz ve insanımız bırakın bu spekülatif hareketleri, çok ağır krizleri bile atlatacak dayanışma ruhuna sahip…” (Diken, 14 Ağustos 2018)

2019’da ülkenin ekonomik tablosunu olumlu bulur ve faizlerin düşürülebileceğini söyler. (Sözcü, 24 Temmuz 2019)

Artık vitesi büyütmüştür; ekonomiye övgüler düzerek, “krizlere karşı dayanıklı Türk ekonomisi 2021’in ikinci yarısından itibaren salgın sürecini aşıp, en az zararla atlatacak” der. (AA, 22 Aralık 2020)

Hepsi doğal. Başının üzerinde Demokles’in kılıcı varken…

Oğlum oğlum Caner oğlum…

Caner oğlumuzda daha film işler de var: Okuldaki öğrencilerine şan egzersizlerini kuantum fiziği modelinde yaptırmak; GİS eğitim programında var da. Astrolojik haritalar, Spritüalizm ve fiziksel temasta bulunmadan maddeye hükmedebilme seansları vb.

Biliyorsunuz, islamcılar laik cumhuriyetin eğitim ve kültüre yaklaşımındaki “bilimsellik”, “çağdaşlık” ölçütlerini pozitivizm olarak yaftalayıp, lanetlerler çünkü pozitivizmin materyalizme, onun da inançsızlığa götürdüğünü söylerler. O noktadan itibaren materyalizm karşıtı her düşünce akımını sularlar. Açıktan ya da gizliden.

Neyse, sanırım yeterli. Oğlumuzu tanıdınız.

Yine de kendisine çok okuması, bilgisini, görgüsünü çok ama çok arttırması yönünde öneride bulunalım. Madem siyasete meraklı, saçma salak işleri bırakıp, islamcılardan hayır gelmeyeceğini, çünkü işlerinin bittiğini bir an önce görmeli. Onlar gidince, oğlan da, tacir de bir şekilde sıyırır, arkaları sağlam, ama kendi okka altına gider. Aman dikkat!

Tacir dedik de, Tan Sağtürk’ü bekletmeyelim. Ne de olsa dansın büyük tüccarı. Ayıp olur.

MELİS GÖNENÇ / SOL(Yazı dizisi)(28/10/2021)

                                                                             ***

Yeni nesil Saraydan Kız Kaçırma (2)

İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin (İDOB) sahnelediği Saraydan Kız Kaçırma operası, dili, içeriği ve biçimiyle islamcı gericiliğin çoksesli müzik kurumlarına sızma çabasının açık bir örneğidir.

Kanto yerine dans verelim

Saraydan Kız Kaçırma’nın uvertürü Doğu müziği olarak düşünülmüş soyutlama (forte bölümleri) ile Batı müziği (piano bölümleri) arasında gel-gitlerle örülmüştür. Mozart bu ritmin “en yorgun izleyiciyi bile uyumaktan alıkoyacak” bir nitelik taşıdığını söyler.

Caner oğlumuz, belki izleyici uyur, kaygısıyla mı nedir, araya daha renkli bir şeyler sokuşturmayı düşünüp, milli tacirimizden ufak bir koreografi istemiş. Tuluat kantosu misali. Oysa, ne müzik dansa uygun, ne de plastik takviye gereksinimi düşünülerek bestelenmiş. Doğu dünyasına imgelem düzeyinde bir hazırlık, soyutlama. O kadar. Nitekim, müzik dansı kusmuş durumda.

--Kantocu yerine şıracı versek olmaz mı?--


“Madem kantocu yok, fesli mesli, külhanbeyi edalı bir iki dansçı koyup, gözlerine sokacağım” rejisi yapılacaksa, bari koreografisi daha yaratıcı olsaydı. Müzikal gel-gitleri işaretleyecek hiçbir stilizasyon çabası yok. Oysa, Mozart’ın müzikle karakter örtüştürme tutkusu biliniyor. Milli tacirin ucuz dershane işlerinden biri. Arnavut şıracı kılıklı iki hayta, sokak itiş kakışındalar, ardından da küçük Selim’i hafif tertip kaşağılıyorlar. Mutasavvıf Mozart’a giden yol da burada başlıyor. Çocuk Selim’in öyküsü… Oraya geleceğiz.

O kadar çocuklara özgü ki! 2020’de küçük Selim dev bir kukla olarak sahneye çıkıyor, 2021’de kaldırılmış. Her şey çocukların eğlence ve somutluk gereksinimine göre düşünülmüş.

Küçük Selim sahnede bale adımlarıyla dolaşan saçları omuzlarında bir şakirt.

Şakirt ne demek mi?

Kur’an kursu ya da medrese öğrencisi. Saçları, islami kurallara uygun şekilde omuzlarında, şalvar pantolonu ve talebe kavuğuyla geleceğin hakkaniyet ve adalet timsali Selim Paşası.

Şakirti bale adımlarıyla dolaştırmak ise dâhiyane bir Doğu-Batı sentezi yaratıcılığı olsa gerek.

Üstelik, uvertüre dans kaynatma fikri de özgün değil. 2007’de koreograf Murat Ersoyluoğlu İzmir’de yapmıştı.

Bir zamanlar Spielberg’in çektiği E.T adlı (E.T, the Extra-Terrestrial) bir Hollywood filmi vardı. Kozmik bir yaratık olan E.T parmak uçlarıyla dokunarak duygusal ve fiziki değişimler sağlıyordu. En yoğun iletişimi bir çocukla kurmuştu. Bu filmi milyonlar izledi. Galiba Caner oğlumuz da çocukken izlemiş ve pek etkilenmiş, unutamamış; uvertüre eşlik eden dans partisi bitiminde Şakirt E.T ile Selim Paşa parmak ucu teması sağlıyor ve operamız başlıyor. Sonrasının Mozart ile müzik dışında hemen hiçbir ilişkisi yok.

Saraydan Kız Kaçırma neyi anlatır?

Mozart ne Türk dostudur, ne de Türk düşmanı. Operasının konusu da ruhu da bu çerçevede değerlendirilemez. Osmanlı imgesi, gerek Batı toplumlarında o dönemde yaşanan siyasal ve toplumsal gerginliği yansıtmak amacıyla kullanılan dolaylı bir anlatım aracı, gerekse dönemin kültürel modasına uygun referans olarak arka fondan başka bir işleve sahip değildir.

Yapıt 1781-1782’de bestelenir. 1789 Fransız Devrimi’ne birkaç yıl vardır. Aydınlanma çağının bütün özelliklerini içerir. Mutlak iktidar kavramına karşı bireysel özgürlük teması operanın lokomotif temasıdır. Dramatik kurgunun bütünü bu tema etrafında gelişir. İnsancıllık, hoşgörü, iyimserlik ve mutlu yarınlar, iktidarı almak üzere olan burjuva sınıfının yükselen değerleridir. Operanın ana anlam ekseni bu iken, konuyu Osmanlı’da boğarak oryantal-egzotik alana kaydırmak öncelikle özgün olandan uzaklaşmaktır. Hele bir de, Osmanlı övgücülüğüne yem yapmak!

Öte yandan, var olan otoriteye karşı başkaldırı ile özgürlük kavramının güçlü biçimde ilişkilendirildiği konu, Mozart’ın özel yaşamından izler taşır. Salzburg’da bağlı bulunduğu yönetsel ve dinsel otorite tarafından dışlanıp, muhafazakâr babasının tahakkümünden de kurtularak Viyana’ya gelişi, onun özgürlük döneminin başlangıcıdır. Viyana’da besteleyeceği Saraydan Kız Kaçırma’da söz konusu özgürlük vurgusu çok kalın çizgilerle çerçevelenir.

Operanın bir diğer özelliği, çökmekte olan aristokrasiye karşı, “aydın despot” yöneticiler ile yükselen burjuvazi arasında siyasal uzlaşıya işaret etmesidir. II. Joseph bu niteliktedir ve Mozart’a böyle bir yapıt ısmarlayarak ulusal bir operanın ilk harcını koydurmuştur. İlerleyen yıllarda Alman burjuvazisinin en sağlam kültürel dayanaklarından olacaktır. Avrupa sahnelerindeki İtalyan ve Fransız etkisine karşı ulusal Alman operası Singspiel… Mozart’ın II. Joseph’e sempatisi büyüktür.

Mozart, bu operada otoriteye karşı bireysel özgürlüğü yüceltip, sonunda da zafer kazandırırken, hem özgürlük savaşımını över, hem de bu savaşımda tehlikenin dış unsurlardan çok (Selim Paşa, Osmin vb), sevgiyi solduran bireyler arasındaki kıskançlık duygusundan kaynaklandığını belirtir. Kıskançlık duygusunun denetim altına alınabilmesi olgunluk ve dayanışmanın vazgeçilmezidir. Nitekim, kendi de, üstelik yapıtı bestelediği dönemde benzer bir kıskançlık anaforunda kaldığı için, konuya vurgulu yaklaşmaktan kaçınmamıştır.

İşte, operada yer alan karakterler, dramatürjik dizilim ve müzikal kimlikler tamamıyla bu çerçeve içinde hareket bulurlar. Yoksa, Osmanlı toplum ve kültürünün ne kadar yüce ya da sefil oluşu Mozart’ı birinci derecede ilgilendiren bir konu değildir.

Mozart’ın Osmanlı’sı

Ancak, mutlak iktidar kavramına karşı bireysel özgürlük kategorisini koyan birinin, mutlak iktidar ve keyfiyetin tam egemenliğinin yaşandığı Osmanlı’ya karşı sempati duyabileceğini düşünmenin, fantezi anlamında bile olanaklı olmadığını da kabul etmek gerekir. Zaten, librettoda bu durum gayet açıktır.

Peki, Osmanlı’nın kullanılmasının işlevi nedir?

a) Kendi ülkesindeki otoriter dinsel-yönetsel yapıları doğrudan eleştirmesi o anki siyasal dengeler açısından riskli olduğu için, eleştirel tavrını doğu despotizminin klasik ülkesi Osmanlı üzerinden yapar. Örneğin, “budala, kaba, kötü” olarak tanımladığı Osmin’de, gerçekte Salzburg prensliğinin siyasal-dinsel otoritesi Hieronymus von Colloredo ile saray mabeyncisi Kont Arco’yu yaşatır. Selim Paşa’da ise, II. Joseph’i görmek zor olmasa gerek. Blonde karakterinde bizzat kendi özgürlük savaşımının izlerini bulmak olasıdır. Dolayısıyla, anlatılan, Osmanlı değil, özel olarak Alman coğrafyanın Osmanlı aynasından yansıtılmasıdır.

b) O dönemde Osmanlı Avrupa için çoktan tehlike olmaktan çıkmış, gerileme süreci içindeki bir ülkedir. 1683 Viyana bozgunu, 1699 Karlofça antlaşması Osmanlı’nın belini kırmıştır. Saraydan Kız Kaçırma’nın bestelendiği dönemde Osmanlı’dan söz etmek hiçbir siyasal risk taşımadığı gibi, egzotik bir sempati unsurudur da. Osmin karakteri Osmanlı’nın hem zayıflığını, hem de zayıflıktan kaynaklanan ironik (alay konusu) durumunu göstermek için konmuştur. Öykünün tek kaybedeni o olacaktır.

Peki, Mozart’ın Osmanlı ile ilgili hiç mi fikri yoktu?

Elbette vardı. Birçok kez müdahalede bulunduğu libretto içine yerleştirilmiş olan bazı saptamalar, değerlendirmeler yeterli ipuçları veriyor. Bunların hiçbiri Osmanlı hayranlığı doğuracak nitelikte değil. Tam tersine. Tabii, biz o bölümleri çevirmediğimiz için, Türk dostu, Osmanlı hayranı Mozart üretimine kolayca yatabiliyoruz.

Dramatürjik açıdan söylenmesi gereken son önemli nokta, Mozart’ın, dönemin burjuva anlatı normlarına uygun olarak, müzikal olarak işlediği karakterlerin, sahnede, karikatüral değil de, gerçekliği olan, inandırıcılık içeren, duygusal boyutlarıyla görünürlük kazanmalarına verdiği önemdir.

Yoksa, Saraya Kız Kaçırma mı?

Bu çerçeve içinde son nesil Saraydan Kız Kaçırma’mıza yakından bakalım:

Caner oğlumuz operayı Selim Paşa övgüsü üzerinden Osmanlı güzellemesi eksenine kaydırdığı için, dramatürjik akış darmadağın olmuş. Neden sonuç ilişkileri kopunca da tasavvufi eklemeler yapmış. Yapılan bu siyasal müdahale sanatsal yıkımı da beraberinde getirmiş:

a) Mozart’ın özellikle önem verdiği gerçeklik duygusu tamamen kaybolmuş. Karakterlerin hiçbiri yaşamıyor. Birer tuluat figürü. Karikatür tip. Kostüm, dekor, ışık unsurları da aynı brütlüğe eşlik ediyor.

b) Yaşamayan karakterler doğal olarak inandırıcılıklarını kaybediyorlar. Son derece çocuksu ve zorlama bir dramatürji operayı bir dönemin Yeşilçam şarkıcı filmlerine çevirmiş. Hani Emel Sayın’lı filan… Eğitimsiz geniş kitlelere yönelik çekilen bu filmlerde tüy siklet bir kurgu üzerine bol şarkı serpiştirilir, gazinolara gidemeyen garibanlar görüntülü şarkıları dinleyip avunurlardı.

O kadar yamuk bir reji ki, bütün solistler (Umut Tingür, Ceren Aydın, Serkan Bodur’u izlemedik; değerlendirme dışıdırlar.) tam bir müsamere havası içinde, “sıramız gelse de, şu aryamızı patlatsak!” izlenimi veriyor.

Operada inandırıcılık yalnız ses ile sağlanmaz. Son derece yetkin sesler kötü bir rejide gölgelenebilirler. Çünkü opera konser değildir. Şan ile teatralite dengesinin çok hassas kurulması gerekir. Hele singspiel’de. İşte bu nedenle, kurumsal derinliği olan birçok operada önemli sanatçılar kendilerini Caner oğlumuz gibi amatör ve torpilli rejisörlere kobay yapmazlar. Rejisör-solist tartışmaları opera tarihinin yüksek gerilimli sayfalarındandır.

c) Osmanlıca oynanması siyasal olanın ötesinde, sanatsal açıdan da bir facia. Osmanlıca terkiplerde doğru yerlere vurgu yapılamadığı için, diksiyon sorunları oluşuyor. Buna bir de bütün yabancıları gayri müslim şivesiyle konuşturma saplantısı eklenince, olay tam kasaba tuluatçılığına dönüşüyor. Konuşmalarda asla doğal akış yok, son kostümlü provada, bir türlü ezberlenememiş cümleler kâğıttan okunuyor, arka arkaya yığılıyor gibi bir durum söz konusu.

d) Yekta Hatun’un rejisinde, en azından sarayın kısmi kullanımı söz konusuydu. Burada ise, saray merdivenlerine sıkışmış bir reji söz konusu. Görkemli sütunlar ve binanın önüne tıkışıp kalınmış olması, kibrit kutusunda opera anlamı taşıyor. Dedik ya, Caner oğlumuz sahnelemenin en basit kurallarını bilmiyor. Sarayın kendi kulis, sahne ise müştemilat olmuş. Nohut oda, bakla sofa sahne. Osmin bile sarhoş olduktan sonra saraya girip ya da sahnenin bir kenarına kıvrılıp uyuyacağına bahçeye inip gözden kayboluyor.

Sarayın üç basamak merdiveni üzerine kurulu sahne hareketliliği ve dizilişi kısa süre sonra o kadar monoton bir sarkaç etkisi yaratıyor ki, nevrotik merdiven iniş çıkışlardan başka şey göremez oluyorsunuz. Plastik derinlik duygusu tamamen kayboluyor.

e) Koro da nasipsiz kalmamış. Mozart’ın korosu dönemin Viyana zevkine uygun olarak, kısa, neşeli, dans edilecek cıvıl cıvıl bir müziği dillendirir. Caner oğlumuz koroyu sahneye öylesine yerleştirememiş ki, volüm ve derinlik açısından fasıl heyetine çevirmiş. Yoksa, “…koro şefi Volkan Akkoç’un da yorumu bu minvalde yeni bir tını oluşturuyor”dan kastı bu mu? (Milliyet, 20 Eylül 2020)

Bu koro librettoda “Yeniçeri Korosu” olarak geçer. Durum XVI. yüzyıl için de, XVIII. yüzyıl için de doğal. 1918’e gelindiğinde Yeniçeri ordusu kaldırılalı (1826) neredeyse yüz yıl olmuş. Peki, ne yapılacak? 1918’in militer korosu “askeri vesayet” anlamı taşıyacağından olsa gerek, sivil bir koro daha münasip görülmüş. Üstelik, verilmek istenen “adalet ve uyum adası Osmanlı” imajına da pek uygun; kostümlerinden anlaşıldığı üzere müslim ve gayri müslimlerden oluşan koro Selim Paşa’yı övüyor. Ve bu 1918’de oluyor!

f) Orkestra sahnenin sağında yer aldığı için, şef ile baget teması çok sınırlı. Yıllardır castta olanların bageti izleme kaygısıyla yanıp tutuşmadıkları anlaşılabilir bir durum (Erdem Erdoğan, Tuncay Kurtoğlu). Ancak, yeni olanlar haklı olarak göz ucuyla bakmaya çalışıyorlar. Bu sefer da teatral açıdan tuhaf bir durum oluşuyor. Hiçbir dramatik beklenti yokken o tarafa bakan solist, sahnede nereye bakacağını bilemeyen amatör şarkıcı görüntüsü veriyor.

Bu arada Caner oğlumuz PR yapacağım diye, kantarın topunu hepten kaçırıyor:

Orkestra şefi Murat Cem Orhan da yüzyıllardır icra edilen W. A. Mozart’ın müziğine bambaşka bir yorum getiriyor.” (Milliyet, 20 Eylül 2020)

Neyse ki, görebildiğimiz kadarıyla, şef bu tür gazlara gelmemiş.

g) Saraydan Kız Kaçırma’da opera seria ile opera buffa iç içedir. Bazı sahnelerde yan yana gelirler. Kıskançlığın konu edildiği sahne bunların başında geliyor. Belmonte-Konstanze seria içinde kalırken, Pedrillo-Blonde buffa içidir. Herkes, ansambldan çok net biçimde ayrılabilmelidir. Ses tınıları ve yazım stili açısından farklılık gösteren bu iki tarzın ayarı iyi tutturulamazsa hem ses hem dramatürji açısından sosluk domatese fit olursunuz. Gerçekten de olduk. Caner oğlumuzun gözü Selim Paşa’yı ve Osmanlı’yı övmekten başka bir şey görmediği için, bu gibi sanatsal ayrıntıların üzerinden atlayıvermiş. Ne ciddi bir dramatürji çalışması, ne de ciddi bir stil analizi yapılmış.

Selim Paşa bir küçük uşak…

Selim Paşa Caner oğlumuzun jokeri. Türk bağışlayıcılığının, Osmanlı hoşgörüsünün, adaletin, hakkaniyetin, erdemin, olgunluğun… velhasıl, olumlu olan her şeyin simgesi. Dramatürji onun üzerine bina edilmiş.

Libretto hiç de aynı düşüncede değil. Daha başında, Selim Paşa’nın kimliği ile ilgili önemli bir tarihsel bilgi içeriyor:

Sevgilisi Konstanze’yi Selim Paşa’nın sarayında aramaya gelen Belmonte’ye, uşağı Pedrillo Selim Paşa’nın kim olduğunu anlatırken, Konstanze’nin kötü ellerde olmadığını belirtir. Selim Paşa güvenilir, düzgün biridir. Ek bir açıklama yapılmadığından, tek nedenin, doğal olarak, Osmanlı ya da Türk oluşu sonucuna ulaşırız. Oysa, çevrilmeyen bölümde Pedrillo neden-sonuç ilişkisini gayet açık kuruyor. Özgün metinden verelim:

“Paşa din değiştirmiş biridir. Kadınları kendisini sevmeye zorlamayacak kadar naziktir. Bildiğim kadarıyla, [Konstanze’yi kastederek] sevgisine henüz karşılık bulamadı.”

(Der Bassa ist ein Renegat und hat noch so viel Delikatesse, keine seine Weiber zu seiner Liebe zu zwingen, und soviel ich weiß, spielt er noch immer den unerhörten Liebhaber.)

Yani, Selim Paşa müslümanlığı sonradan seçmiş olduğu için, kadınlar konusunda Osmanlı-islam kültürünün bakış açısına sahip değildir, içiniz rahat olsun, diyor. “Sevmek” fiili ile kastedilenin harem modelinin getirdiği cinsel kölelik (cariyelik) olduğu açıktır. İzleyen bölümlerde, Blonde-Osmin ve Konstanze-Selim Paşa diyaloglarının fırtınalı içeriği konuyu daha da açık hale getirecektir.

Selim Paşa neden mi din değiştirmiş?

4 yabancı (Konstanze, Belmonte, Blonde, Pedrillo) saraydan tam kaçacakken yakalandıklarında Paşa’nın huzuruna çıkarılırlar. Orada Belmonte asil bir İspanyol ailesine mensup olduğunu söyler; soyadı Lostados’tur. Kısa süre sonra anlaşılır ki, babası Selim Paşa’nın en büyük düşmanıdır. Selim Paşa kükrer:

“…melun baban yüzünden tüm varidatımı herc-ü merc ettim. Onurumu, bütün mallarımı, derun-u aşkımı, hasılı bütün mutluluğumu elimden aldı…”

Oysa, librettonun aslında Selim Paşa’nın kayıpları kendi ağzından epey farklı sıralanıyor:

Belmonte’nin babası yüzünden önce vatanını (… ich mein vaterland verlassen mußte), sonra hayatından çok sevdiği kadını (… eine Geliebte, die ich höher als mein Leben schätzte.) sonra şanını (Er brachte mich um Ehrenstellen), sonra malını mülkünü (um Vermögen) ve her şeyini (… um alles), kısaca bütün mutluluğunu (mein ganzes Glück) kaybettiğini söyler.

Biz “vatan” sözcüğünü çevirmeyi uygun görmemişiz. Selim Paşa’yı has Osmanlı, has Türk yapacağız ya!

Bu arada, Selim Paşa’nın, kaybettiklerini kendi ağzıyla koyduğu önem sırası ile Caner oğlumuzunki, amatör ve torpilli rejisörümüzün liberal eğilimlerinin ve dünya görüşünün bir başka yansısı:

Selim Paşa’nın önem sırası, vatan, sevdiği kadın, şan, mal-mülk şeklinde, Caner oğlumuzunki, varidat (gelir), onur, mal-mülk, sevdiği kadın biçiminde.

Sanırım, yoruma gerek yok; günümüz koşullarında ne “Vatan”ı varidat (gelir) olarak düşünmek ne de şan ile onuru eşleştirmek yadırgatıcı sayılmalı. Oğlumuzun liberal eğilimlerine ileride geleceğiz.

Peki, bizim sahnemizde gerçek vatanı ve kimliği gizlenen Selim Paşa kimdir?

Kuzey Afrika ülkesi olan Cezayir’in ORAN bölgesi hakimidir. Vatanı orasıdır. Türklük ve Müslümanlıkla hiçbir ilişkisi yoktur. İspanyollar 1505’den itibaren bu bölgeyi işgale başlamışlar, uzun süre ellerinde tutmuşlardır (1505-1791). 1500’lü yıllarda, adı daha önce neyse, Selim Paşa’nın, librettodaki adıyla İspanyol komutan Lostados’un ORAN’ı alması üzerine burayı terk edip, Osmanlı’ya sığınan ve Osmanlı devlet geleneğinde var olduğu üzere Müslüman olup, kendisine paşa ünvanı verilen biri olduğu anlaşılıyor. Müslümanlığı nispeten ileri yaşlarda ve siyasal nedenlerle kabul ettiğine şüphe yoktur.

Librettoda Selim Paşa’nın kayırılma nedeni budur. Has Müslüman ve Osmanlı olan Osmin’e aynı gözlükle bakılmayıp, Selim Paşa ile çelişik konuma yerleştirilmesinin de nedeni aynıdır.

Dramatürjinin iletkeni bu gerçekliktir. Mozart ve librettoyu hazırlayan Gottlieb Stephanie d. J.’nin Selim Paşa’yı “aydın despot” olarak olumlamalarının altında yatan tarihsel gerçek budur. II. Joseph ile kurulan benzerlik ilişkisinin altyapısını temellendiren meşru zemin de budur.

Oysa, Caner oğlumuz Selim Paşa olumlamasını, librettonun tam tersi yönde, onun Osmanlı-islam kültür normlarıyla farklılığı üzerine değil, benzerliği üzerine oturtmuş. Bunu da üç anlam eksenine yerleştirmiş:

a) Selim Paşa-Osmin çelişkisini törpülemek.

b) Selim Paşa’yı Osmanlı-islam kültürünün doğrudan içine yerleştirmek.

c) Selim Paşa’nın kişilik ve davranış kalibresini yükseltirken, dört yabancınınkini düşürmek.

Bu işlemlerin librettoda cam çerçeve bırakmayacağı sürpriz sayılmamalı. Ancak, yine de, iyi bir rejisörün elinde, usta işi makyajla kırışıklıklara bir ölçüde çözüm bulunabilecekken, ergen rejisörümüzün elinde son derece çocuksu ve amatör bir dramatürjiye yol açmış.

Selim Paşa-Osmin ya da kiraz ile vişne

Operayı başından sonuna kateden Selim Paşa-Osmin benzemezliği, ilgili bölümler çevrilmediği için, rejide epey cılız kaldığı gibi, “gırgır Osmin” görüntüsü ile birçok yerde bilinçli olarak siliniyor. Caner oğlumuz aldığı direktifin gereği, mesaisinin azımsanmayacak bir kısmını Selim Paşa-Osmin çelişkisini seyreltmeye harcamış.

Oysa, Osmin ile Selim Paşa karşıtlığının en görünür hali “yabancı”lara bakış açılarındadır; kiraz ile vişne benzerliği kadar. Osmin, Paşa’nın “yabancılar”a karşı yumuşaklığını açıkça vurgulayarak, kendisiyle farkını belirtmekten çekinmiyor. Çevrilmeyen bölümlerden birinde, Pedrillo ve Belmonte’ye,

“… Paşa size çok yumuşak, ona her istediğinizi yaptırıyorsunuz… Onun yerinde olsaydım, sizleri çoktan şişe geçirmiştim” diyor.

(… Der Bassa ist weich wie Butter, mit dem könnt ihr machen was ihr wollt… Wär ich Bassa, ihr wär’t langst gespießt)

Yakalanma sahnesinde, yine çevrilmemiş bir cümle ile, Osmin, Paşa’nın “yabancı” sevgisinin nihayet son bulacağını düşünerek sevinir:

“… Paşa nihayet etrafının nasıl rezil insanlarla çevrili olduğunu anlayacak.”

(…Nun wird der Bassa sehen, was für sauberes Gelichter er um sich hat.)

İyi de, bu rezil yabancılar kimlerdir?

Yanıt, Osmin’in yine çevrilmemiş bir cümlesinde:

“Bu rezil Hristiyan köleler…” (Die niederträchtigen Christensklaven…)

Ancak, Selim Paşa Osmin’in bakış açısı ve “has Osmanlı”lığından hiç etkilenmez ve ihanetlerine rağmen yabancıları affeder. Üstelik, bunu Osmin’i ti’ye alarak yapar. Blonde’u serbest bırakmayıp, kendisine gerçek bir cariye olarak vermesini isteyen Osmin’e takılır: (daha öncesinde Blonde kendisine cariyelik yükümlülüklerini anımsatan Osmin’e, “gözlerine kıymet veriyorsan, benden uzak dur” demişti),

“Dostum, gözlerin senin için kıymetli değil mi? Sana, düşündüğünden daha çok özen gösteriyorum.”

(Alter, sind dir deine Augen nicht lieb? İch sorge besser für dich als du denkst.)

Caner oğlumuz, Osmin-Selim Paşa çelişkisini inceltmek için Osmin’in tepkisini de sahneye taşımaz:

“…Çatlayacağım.”  (… ich möchte bersten.)

Oysa, Antalya DOB’da “Hırsımdan çatlayacağım” biçiminde yer almıştı.

“Yabancılar” konusu operanın ontolojik alanına dahil. Dolayısıyla, anlamlı bir ölçüttür. Librettoda kurulmuş olan “Osmanlı-islam geçmişi olmayan Selim Paşa” ile bu kültüre ait olmayan “yabancılar”ın ilişkisi dramatürjik açıdan belirleyici özelliğe sahiptir.

Dedik ya, islamcılar “biz Osmanlılar”ın müslimiyle, gayri müslimiyle nasıl uyumlu bir bütün oluşturduğumuzu, Osmanlı’nın yabancı halklara nasıl adil ve şefkatle yaklaştığını, hanedanıyla, Mustafa Kemal’iyle nasıl aynı iplikten dokunduğumuzu ispat derdi peşindeler. Buna da tarihimizle barışmak diyorlar.

Özgün librettoda Osmin’in ağzında islami referanslar olduğu halde, Selim Paşa’nınkinde hiç yok. Caner oğlumuz, Selim Paşa ile eşitlemek için Osmin’in ağzını da temizlemiş.

Şarkısız paşa

--“Karının ciğeri dağladı ciğerimi.”--


Mozart’ın Selim Paşa’ya tüm sempatisine karşın, ona müzikal parti yazmamış olma nedenine dikkat etmek gerekir. Tarihsel planda Selim Paşa’yı aklamış, ancak müzikal açıdan cezalandırmıştır. Üstelik, önceleri müzikal rolü varken, sonradan silerek. Paşa’nın köle satın alan, cariyelere sahip (librettoda cariyeler, “Türk köle” olarak adlandırılıyor) bir kimse olması, bireysel özgürlüğü mutlak otorite karşısına koyan besteci için kabul edilebilir değildir. Çevrilmesi uygun görülmemiş bölümlerde bu gerçek çok açık ifade ediliyor. Caner oğlumuzun iltifat buyurmadığı Konstanze-Selim Paşa diyaloğu:

Selim Paşa: “…Yarın beni sevmek zorundasın…” (…morgen mußt du mich lieben…)

Konstanze:  “Zorunda mı? Ne budala bir istek! Sanki sevmeyi emretmek, sopa atmayı emretmekle aynı şeymiş gibi! Gerçekten de siz Türkler sevgiyi bile bu şekilde düşünüyorsunuz. Acınacak bir durum. [Cariyeleri kastederek] Zevk nesnelerinizi kilit altına alıp, arzularınızı tatmin etmekle yetiniyorsunuz.”

(Muß? Welch albernes Begehren! Als ob man die Liebe anbefehlen könnte wie eine Tracht Schläge! Aber freilich, wie ihr Türken zu werke geht, läßt sich’s auch allenfalls befehlen. Aber ihr seid wirklich zu beklagen. Ihr kerkert die Gegenstände eurer Begierden ein und seid zufrieden, eure Lüste zu büssen.)

Selim Paşa: “Bizim kadınlarımızın sizin ülkelerinizdekilerden daha mı az mutlu olduğunu sanıyorsun?” (Und glaubst du etwa, unsere Weiber weniger glücklich als in euren Ländern?)

Konstanze: “Daha iyisini bilmiyorlar ki!” (Die nichts besseres kennen!)

Mutasavvıf Mozart

Caner oğlumuz Selim Paşa’nın Osmanlı-İslam kültürüne ait biri olmadığını gizleyebilmek için, yalnızca vatanını ve kökenini sansürlemekle kalmamış, o kadar sırf kabuk bir reji yapmış ki, sonunda Mozart’tan mutasavvıf bile üretmiş:

“Selim Paşa kendisine ihanet eden bu yabancıları neden affediyor?” sorusunun yanıtı için en işlek aparatın tasavvuf olduğuna karar vermiş. Bir taşla iki kuş: Hem Paşa’nın islami organikliği vurgulanacak, hem de tasavvufun toplumsal değeri artırılacak. Bunun için de operaya “çocuk” kategorisi çivilemiş. Yapıtı izlemeye, Selim Paşa’nın Osmanlı-İslam içi çocukluğunu görerek başlıyoruz; şakirt Selim. Küçük Selim bir de en sonda ortaya çıkıyor. Paşa yabancıları cezalandıracağı sırada birden ona dönüp kozmik bir ok fırlatıyor ve paşamız af seçeneğini işaretliyor. Küçük Selim şeklindeki katkı maddesi, Caner oğlumuzun ağzından şu işe yarıyor:

Eserin son noktasında ise özellikle Selim Paşa’nın kendi içsel yolculuğuna vurgu yapmak istedim. Yaşadığı her türlü olaya karşı içindeki çocuk, sevgi onun verdiği kararda göz ardı edilemeyecek kadar büyüktü. Bu yüzden sahnede bir de Selim Paşa’nın çocukluğunu görüyoruz. İnsanoğlu büyüdükçe değişiyor. Fakat her ne olursa olsun içindeki çocuğu öldürmeyen, kâmil insan olma yolunda yürüyebiliyor.” (Cumhuriyet, 24 Eylül 2020)

Özellikle Tan Sağtürk’ün koreografisi hem bu döneme hem de Selim Paşa’nın içsel büyüme yolculuğuna göndermeler yapıyor.” (Milliyet, 20 Eylül 2020)

İçsel büyüme, olgunlaşma yolculuğu ve sonunda ulaşılan en yüksek mertebe: İnsan-ı kâmil.

Paşa, manevi alemin bu ulvi rütbesine eriştiği için affedebiliyor. Yoksa, hiç eder mi?

Hoş geldin tasavvuf, hoş geldin mutasavvıf Mozart!

Tamam da, çocuk olmasa, olmuyor mu?

Elbette olmuyor. Öncelikle, Selim Paşa’nın Osmanlı-İslam dışı geçmişi temizlenemiyor. “Şakirt çocuk” Osmanlı kültür ve ruhunun en temiz, en saf tezahürü olarak steril işlev görüyor.  Öte yandan, neo-liberal muhafazakârlığın yapı taşlarından biri “çocuk”tur. Neden mi? Etrafınıza bakmanız, islamcı söyleme dikkat etmeniz yeterlidir. Çocuk Selim’in sahnede belirmesi, mutlaka bir olumsuzluğu düzeltmek içindir. Temizlik malzemesi...

--Şakirt Selim Paşa, tasavvuf tohumları ekiyor.--


Ayrıca, milli tacirimiz de (bale okulları), Caner oğlumuz da (Denizbank Çocuk Operası) çocuklar sayesinde epey kazanıyorlar. Doğal olarak, çocukları çok seviyorlar.

Selim Paşa, Osmanlı taş fırın erkeği…

Tabii ki, Selim Paşa’nın tasavvufla falan hiçbir ilişkisi yok. O dönemlerde (XVI, XVII, XVIII. yüzyıllar) Akdeniz korsan gemiler cenneti. Ayrıca, Osmanlı ile savaş halindeki ülkelerin ticari gemilerine korsan saldırıları yasal da. 1530-1780 arasında Akdeniz’de korsanların kaçırdığı Hristiyan sayısının yaklaşık 1.250.000 olduğu tahmin ediliyor. Kaçırılanlar esir pazarlarında satılırlar. Aralarında üst tabakaya ait olanları alanlar onlara çok iyi davranırlar. Hizmetçileri ile birlikte kalmalarına özen gösterirler. Amaçları, ailelerine çok iyi bir fiyata geri satmaktır.

Selim Paşa da İspanyol bir asilzade olan Konstanze ve hizmetçisi İngiliz Blonde’u (Konstanze’nin sevgilisi İspanyol asilzadesi Belmonte’nin uşağı Pedrillo ile birlikte) bu amaçla satın almış olmalı. Ancak, bir süre sonra Konstanze’ye abayı yakıyor. Pedrillo bulundukları yeri efendisi Belmonte’ye bildiren birçok mektup yazıyor. Bunlar gizli kapaklı değil. Beklenti, Belmonte’nin yüklü bir fidye ile gelip onları kurtarması. Zaten genel uygulama da bu yönde. Nitekim, Blonde Konstanze’ye, karamsarlığa kapılmamasını, Belmonte’nin fidye ile gelip kendilerini kurtaracağından söz ediyor. (…Wie bald kann Ihr Belmonte mit Lösegeld erscheinen…) Belmonte gelecek, önce onları kaçırmayı deneyecek, başaramazsa, çok yüksek bir rakam önerecek. Senaryo aynen gerçekleşiyor. Yakalandıklarında Belmonte Paşa’ya serbest bırakılmak için dilediği rakamı belirlemesini söyleyip, açık çek veriyor. Paşa bedelsiz af kararı alınca şaşırıyor. Paşa’nın yanıtı:

“Git ve babandan daha insancıl ol; davranışımın karşılığı bu olacak.”

(Zieh damit hin, und werde du wenigstens menschlicher als dein Vater, so ist meine Handlung belohnt.)

Yani, bu kez para yerine daha farklı bir karşılık söz konusu. Çünkü Paşa’nın Konstanze’ye duygusal bağlılığı var. Bir de, son sahnede çözülecek eski eşi ile ilgili gizem.

Elbette, cümlenin karşılık/ödül ile ilgili bölümü çevrilmemiş. Çevrilse, fidye-satış işlemlerinin alışıldık bir uygulama olduğu, bu tablonun da “yüce gönüllü Osmanlı” paşasının karizmasını çizeceği belli olacak. Caner oğlumuz işi kestirmeden çözmüş; tasavvuf sayesinde bedelsiz af! Bu arada, Konstanze ve Belmonte’nin kişilik kalibrelerini küçültüp, Selim Paşa’nınkini büyütmüş.

Örneklere geçmeden, şu af konusuna değinelim.

Selim Paşa neden affediyor?

Bu sorunun yanıtı tarihsel: Yukarıda, Mozart’ın öncelikli derdinin Osmanlı falan değil, içinde yaşadığı ve kendisini de kurbanlarından saydığı Alman tutucu toplumsal-siyasal yapısı olduğunu belirtmiştik. II. Joseph’in kişiliğinde, yükselen burjuvazi ile aydın despotluğun çöken aristokrasiye karşı işbirliğinin kutsandığı operada, köhne yapının temsilcisi, ihtiyar, anlayışsız, zevk düşkünü, geri kafalı Osmin’dir. Dekadanlığın simgesidir. Af olayı gerçekte ona karşı politik bir eylemdir. Nitekim, büyük tepki gösterecektir. Bu af, artık bitmiş bir toplumsal yapının (feodalizm) dayattığı siyasal ve kültürel normların reddi anlamındadır. Birkaç yıl sonra burjuvazi Fransa’da iktidarı alacaktır. (1789)

Dolayısıyla, af konusunun tarihsel içeriği, Selim Paşa-Osmin çelişkisi üzerine kuruludur, Selim Paşa-Yabancılar çelişkisi üzerine değil. Çünkü böyle bir çelişki yoktur. Selim Paşa ile yabancılar bir tarafta, Osmin karşı taraftadır.

Bireysel içeriğe gelince; burada temel etmen Selim Paşa’nın Konstanze’ye aşkıdır ve Belmonte gibi bir rakip karşısında, kendini kontrol edip, kıskançlık duygusunu yenebilmiş olmasıdır. Mozart’ın kıskançlık duygusuna yaklaşımının, bu yapıtın ana anlam ayaklarından birini oluşturduğunu belirtmiştik. Burada da Selim Paşa-Osmin farklılığı çok keskindir (Osmin mutlaka Blonde’u isterken, Paşa Konstanze’yi özgür bırakır).

İşte bu tarihsel ve bireysel arka planın temel aktörlerinden Selim Paşa’nın Osmanlı-İslam kültür alanının dışından seçilmiş olması Mozart için gayet doğaldır. Osmanlı’nın bu oyundaki yeri dublörlüktür. Saray rejiminin dayandığı mutlak iktidar modeli ve muhafazakâr Osmin tipi Alman bağlamın transpozisyonu için elverişlidir; o kadar.

Caner oğlumuz iç içe geçmiş bu tarihsel ve bireysel katmanların dramatürjik ilişkisini kuramamış. Kısa yoldan, paşayı tasavvuf köprüsünden geçirip, kapalı devre Osmanlı-İslam kültür alanına almaya çabalamış. Böyle kaba bir siyasal dayatma, Mozart’ın çok önem verdiği “gerçeklik duygusu” ve görünür biçimi “yaşayan karakterler” ölçütlerinin de rendelenmesine yol açmış.

Örneklere bakalım:

Tuluat kuklaları

Caner oğlumuzun Selim Paşa ve Osmin’i yüceltip, yabancıları (Konstanze, Belmonte, Blonde, Pedrillo) küçültmek için başvurduğu yollar o kadar ergen ve amatörce ki, sahnede ne gerçeklik duygusu, ne de yaşayan, inandırıcı karakterler var. Herkes tuluat sahnesinden fırlamış kuklalar gibi.

Paşa Konstanze’ye aşık. Umduğu karşılığı bulamıyor. Nedenini soruyor, Konstanze bir süre sallıyor. Sonunda bir arya ile başkasını sevdiğini, kalbinin ona ait olduğunu söylüyor. Librettoda bu arya öncesinde dramatik gerilim sürecini başlatan bir diyalog var. Konstanze’nin Selim Paşa’yı felç edecek güçlü kişiliğinin ipuçlarını veren bu bölüm, Caner oğlumuzun algı alanının ve belki de aldığı emrin sınırlarını zorladığı için sahnede yer bulamamış. Selim Paşa, Konstanze’ye onu zorlamak istemediğini, kendi arzusuyla kalbini vermesini tercih ettiğini söyledikten sonra, aralarında şu konuşma geçiyor:

Konstanze: Cömert adam! Keşke yapabilseydim, keşke [aşkına] karşılık verebilseydim. (Großmütiger Mann! O daß ich es könnte, daß ich’s erwidern könnte -aber- )

Selim: Söyle Konstanze, söyle, seni engelleyen nedir? (Sag, Konstanze, sag, was halt dich zurück?)

Konstanze: Benden nefret edeceksin. (Du wirst mich hassen.)

Selim: “Hayır, yemin ederim ki hayır. Seni ne kadar çok sevdiğimi, diğer kadınlarıma oranla ne kadar özgür olduğunu biliyorsun; en değerli hazinemsin.

(Nein, ich schwöre dir’s. Du weißt, wie sehr ich dich liebe, wieviel Freiheit ich dir vor allen meinen Weibern gestatte; dich wie meine einzige schätze.)

Konstanze: O halde, bağışla beni! (O so verzeit!) diyor ve aryasına başlıyor.

(Paşa, [Konstanze’nin] aryası sırasında öfkeli adımlarla bir aşağı bir yukarı gidip gelir.)

(Während des Gesanges geht der Bassa unwillig hin und her)

Selim Paşa aryayı dinlerken kıskançlık, gurur ve öfke karışımı bir anafor içindedir. Librettoda, bu nedenle, öfkeli adımlarla hareket halinde olacağı belirtiliyor. Yüksek gerilim anıdır, her türlü fiziki temastan, göz göze gelmekten kaçınılması yaşamın doğal akışı gereğidir.

Caner oğlumuz ne mi yapıyor?

Aryasına gömülen Konstanze’yi çaresiz, gariban arabesk kıza çevirip, paşaya da, hafif bozulmuş edayla kızı uzaktan izlettiriyor. Adımları, duruşu ise tam horoz; Horoz Selim Paşa. “Nasıl punduna getirip de, şu karıya bi dalsam!” edasıyla fırsat kolluyor. Konstanze diz çöktüğü an hemen yanaşıp, saçlarını okşuyor ve okşadığı elini kokluyor (2020) -2021’de doğrudan saçlarını öpüyor.- Konstanze aryasında kalbinin başkasına ait olduğunu söylüyor ama Horoz’un umursadığı yok, “bunlar da hep böyledir, ille naza çekerler;  neyse, şarkısını söylesin, rahatlasın” havasında. Sonra gidip, köşedeki kahve masasına oturuyor. “Dur biraz da oturarak dinleyeyim.” Gariban Konstanze yırtınıyor, paşa gazinoda ön sıradaki masadan assolisti kesen mafya babası tavrında: “Vallahi, karıda da iyi ciğer varmış, helal!” Konstanze kalkıp masaya geliyor, Horoz’un karşısına oturuyor; dramatik gerilimin en yüksek anlarından biri; aa, sanki kahvelerinin gelmesini bekliyorlar. Sonra Konstanze, “yahu bu durumda da oturulup kahve beklenir mi?” dermişçesine birden kalkıyor, Horoz’un ellerini tutuyor, bırakıyor. Horoz Selim Paşa çok sakin, özgüvenli… Çırpınan avını ağına düşürmek üzere: “Sen aryanı bitir, acelem yok, iyi gidiyorsun.” Vokaliz bombardımanı başlayınca, bu kez Horoz da masadan kalkıyor, “çok da duyarsız görünmeyelim; kız vokalizlerle bize giydiriyor, oturup bir rakı içmediğimiz kaldı, ayıp olacak, biraz ayakta duralım… Yoksa, bu nazlıdan iş çıkaramayacağız!

Dedik ya, oğlumuz gerçekten ergen!

Durun daha bitmedi, devamı inanılır gibi değil:

Arya bittikten sonra Konstanze pattadanak şöyle der:

Zat-ı Mennan, aciz kulunuzu bağışlayın. Cariyeniz olmaya razıyım ama dil-i mecruhuma sahip olmayı arzu etmeyin.”

Gülmemek için kendinizi zor tutuyorsunuz; bir zamanların salak Yeşilçam filmlerinde geçen o cümle, üstelik gayri müslim şivesiyle:

“Vücuduma sahip olabilirsin ama ruhuma asla, Kenan!”

Bak şu sünepe İspanyol bozuntusuna, koca Osmanlı paşasına lolo ha?!

Selim:  Sakın iyi niyetimi kötüye kullanmayı deneme.

Konstanze: Efendim, bana biraz daha vakit ihsan edin.

Selim: Bu son olsun! Evvelsi güne kadar! Git Konstanze.

Özgüvenli, güçlü Selim Paşa yelkenleri suya indirmiş, yalvarma modundaki Konstanze’ye Osmanlı fırçasını atıyor.

Peki, özgün libretto da böyle mi? Elbette hayır. Konstanze’nin gerçek kişiliğini ortaya çıkaran bu bölüm de atlanmış. Bakın, aralarındaki konuşma nasıl:

Konstanze: Benden nefret edeceğini söylemiştim. Bağışla, bu aşk yarası olan kızı bağışla! O kadar cömert ve iyisin ki, yaşamımın sonuna kadar sana hizmet etmek, kölen olmak isterim ama, sana daimi olarak kapalı bu kalbi isteme.

(Ach, ich sagt es wohl, du würdest mich hassen. Aber verzeih, verzeih dem liebekranken Mädchen! Du bist ja so großmütig, so gut. İch will dir dienen, deine Sklavin sein bis ans Ende meines Lebens, nur verlange nicht ein Herz von mir, das auf ewig versagt ist.)

Selim: Nankör! Bunu istemeye nasıl cesaret ediyorsun?

(Ha. Undankbare! Was wagst du zu bitten?)

Konstanze: Öldür beni, Selim, öldür ama ettiğim bir yemini bozmaya zorlama! Korsan beni sevdiğim adamın kollarından koparıp aldığında ciddi yemin ettim ki…

(Töte mich Selim, töte mich, nur zwinge mich nicht, meineidig zu werden! Noch zuletzt, wie mich der Seeräuber aus den Armen meines Geliebten riß, schwur ich aufs feierlichste-)

Selim: Yeter, tek kelime daha etme! Sinirimi daha fazla bozma. Benim gücüm altında olduğunu unutma!

(Halt ein, nicht ein wort! Reize meinen Zorn nicht noch mehr. Bedenke, daß du in meiner Gewalt bist!)

Konstanze: Evet ama o gücü kullanmayı istemezsin; bağışlayıcı ve temiz kalbini biliyorum. Öyle olmasaydı, kendiminkini sana açma cesareti bulabilir miydim?

(Ich bin es, aber du wirst dich ihrer nicht bedienen, ich kenne dein gutes, dein mitleidvolles Herz. Hätte ich’s sonst wagen können, dir das meinige zu entdecken?)

Selim: İyi niyetimi kötüye kullanmaya kalkma!

(Wag es nicht, meine Güte zu mißbrauchen!)

Konstanze: Acımı unutmak için bana yalnızca zaman ver.

(Nur Aufschub gönne mir, Herr, nur Zeit, meinen Schmerz zu vergessen.)

Selim: Bu ricanı daha önce kaç kez yerine getirdim…

(Wie oft schon gewährt ich dir diese Bitte.)

Konstanze: “Yalnızca bir kez daha!”

(Nur noch diesmal!)

Selim:  Son bir kez! Git, Konstanze, git. İyi düşün ve yarın…

(Es sei, zum letzten Male! Geh, Konstanze geh! Besinne dich eines Bessern, und morgen-)

Konstanze[Sahneden çıkarken] Talihsiz kız! Ah, Belmonte, Belmonte!

(Unglückliches Mädchen! O Belmonte, Belmonte!)

Bu diyalogta Konstanze’nin güçlü kişiliği, son derece yüksek özgüveni ve kendine olan saygısı açık biçimde görülüyor. Üstten konuşuyor. Selim Paşa destabilize olmaya başlıyor.

Caner oğlumuz ise “piyasacı Konstanze/kalite Selim” denklemini kurabilmek için librettoyu buduyor. Konstanze’den yalnızca, “Efendim, bana biraz daha vakit ihsan edin” cümlesini alarak, üstelik de sevgilisi ile ilgili “acı” konusuyla anlam ilişkisini kopararak, “ağlak piyasa nazendesi” imgesi yaratıyor. Oysa, Konstanze’nin süre istemesi, “acı”sı ile ilişkilendirildiğinde son derece saygın bir davranış olduğu gibi, Belmonte’yi bekleme açısından da zekice ve erdemlidir. Nitekim, bu davranışında haklı da çıkacaktır. “Martern aller Arten…” sahnesinde hiçbir pazarlık ve zorlamaya açık olmadığı, Selim Paşa’yı yumuşatmak için öyle davrandığı görülecektir.

İskontolu libretto

Konstanze’yi zayıf kişilikli göstermek için, Selim Paşa üzerinde etkili olmasını sağlayan özelliklerinde de iskontoya gidiyor:

Yukarıdaki konuşmanın ardından Konstanze Paşa’nın yanından ayrılıyor. Paşa, kendi kendine şöyle diyor:

Onun ızdırabı ve giryeleri [gözyaşları] kalbimi daha çok büyülüyor ve aşkı daha çok arzulatıyor.”

Buradan tam bir arabesk tablo çıkıyor: Acıların kadını sulu göz Konstanze ve acının ve gözyaşının tahrik ettiği şark erkeği Horoz Selim!

Peki, libretto ne diyor?

Selim: Onun acısı, gözyaşları, dayanıklılığı kalbimi giderek daha çok büyülüyor, sevgisini daha da arzulanır kılıyor. Ah! Böyle bir kalbe karşı kim zor kullanmak ister ki? Hayır, Konstanze hayır, Selim’in de bir kalbi var, Selim de sevginin ne olduğunu bilir!

(Ihr Schmerz, ihre Tränen, ihre Standhaftigkeit bezaubern mein Herz immer mehr, machen mir ihre Liebe nur noch wünschenswerter. Ha! wer wollte gegen ein solches Herz Gewalt brauchen? Nein, Konstanze, nein, auch Selim hat ein Herz, auch Selim kennt Liebe!)

Caner oğlumuz Konstanze’nin en önemli kişilik özelliği olan “dayanıklılık”ı (Standhaftigkeit) atlamayı uygun görmüş. Oysa, Paşa’nın üzerinde esas etkili olan yönü bu. Aurasının kalbi. Yeminine bağlılığı, geri adım atmayışı, direnci. Güçlü kişilik özelliği… Paşa, zorlamanın bir işe yaramayacağını söyleyerek eli başından kaybettiğini kabul ediyor. Onu çok iyi anladığını, sevginin ne olduğunu bildiğini söyleyerek de kendini onunla eşitliyor. Bu gizem operanın sonunda, Lostados’un “hayatından çok sevdiği kadını” elinden zorla almış olduğunu itiraf ettiğinde çözülüyor.

Selim Paşa, konumunun getirdiği “zor kullanma” (cariye yapma) yasallığı ile umutsuz gibi görünen sevgisi arasına sıkışmış durumda. Lostados’un “zor kullanma”sının anlamı ve sonuçlarını biliyor, ancak öte yanda da gururu, doğal kıskançlığı ve konumu duruyor. Son derece güç bir denklem. Bir ergen rejisörün altından asla kalkamayacağı bir tablo.

Nitekim, Caner oğlumuz Konstanze’nin ünlü aryası, “Martern aller Arten…” de öyle şeyler yapıyor ki, ağzınız açık kalıyor. 16 ölçülük müthiş bir vokaliz fırtınasını içeren bu bravour aryanın hemen öncesinde, ilkiyle aynı dramatik bütünlük ve gerilim içinde olan bir diyalog daha var. Amatör ve torpilli rejisörümüz dramatürjik akışı bozmak pahasına, Konstanze’yi ufalamak amacıyla bu diyaloğu da epey buduyor. Şöyle:

(Bir kısmının Almanca aslı yukarıda yer aldığı için doğrudan çevirisini veriyorum)

Selim Paşa: Evet Konstanze, isteğim konusunda düşündün mü? Birazdan gün bitecek ve yarın beni sevmek zorundasın, aksi halde…

Konstanze: Zorunda mı? Ne budala bir istek! Sanki sevmeyi emretmek, sopa atmayı emretmekle aynı şeymiş gibi! Gerçekten de siz Türkler sevgiyi bile bu şekilde düşünüyorsunuz. Acınacak bir durum. [Cariyeleri kastederek] Zevk nesnelerinizi kilit altına alıp, isteklerinizi tatmin etmekle yetiniyorsunuz.

Selim Paşa: Bizim kadınlarımızın sizin ülkelerinizdekilerden daha mı az mutlu olduğunu sanıyorsun?

Konstanze: Daha iyisini bilmiyorlar ki!

Selim:  Anlaşılıyor ki, başka türlü düşünebileceğine dair hiç umut yok.

(Auf diese Art ware wohl keine Hoffnung, dass du ja anders Denken wirst.)

Konstanze: Sana samimi itirafta bulunmak durumundayım; daha fazla gizlemek anlamsız; benim ricalarımla yumuşacağına dair kendimi avutmamın bir yararı yok. Hep böyle düşüneceğim; evet, sana saygı duyacağım ama sevmek? Asla.

(Herr! Ich muß dir frei gestehen, denn was soll ich dich länger hinhalten, mich mit leerer Hoffnung schmeicheln, daß du dich durch mein Bitten erweichen ließest, ich werde stets so Denken wie jetzt; dich verehren, aber-lieben? Nie.)

Selim: Senin üzerindeki gücümden ürpermiyor musun?

(Und du zitterst nicht vor der Gewalt, die ich über dich habe?)

Konstanze: Asla! Bekleyebileceğim tek şey ölümdür. Ne kadar erken gelirse, o kadar sevinirim.

(Nicht im geringsten. Sterben ist alles, was ich zu erwarten habe, und je eher dies geschieht, je lieber wird es mir sein.)

Selim:  Zavallı! Hayır! Ölüm değil ama her tür işkence.

(Elende! Nein! Nicht sterben, aber Martern von aller Arten-)

Konstanze: Onlara da dayanırım; beni asla korkutamazsın; hepsine göğüs gererim.

(Auch die will ich ertragen; du erschreckst mich nicht; ich erwarte alles.)

Bu konuşmada ortaya çıkan, Konstanze’nin Selim Paşa’yı duygusal anlamda tamamen savuracak kararlılık ve direncidir. Paşa artık köşeye sıkışmış, çaresizlik içinde, inanmadığı işkence gibi tehditleri havaya üfürür durumdadır. İpler bütünüyle Konstanze’nin eline geçmiştir. Her ikisi de bu tehditlerin boş olduğunu bilmektedir. Nitekim, Konstanze’nin aryası bittikten sonra, Paşa kendi kendine muhakeme yapıp şu sonuca ulaşır:

“Rüya mı görüyorum? Bana karşı böyle davranma cesaretini nereden buluyor?... Sertlikle olmuyor, ricayla da olmuyor, tehdit ve ricanın yapabileceği bir şey yok, ancak hile başarabilir.”

(Ist das ein Traum? Wo hat sie einmal den Mut her, sich so gegen mich zu betragen?... Mit Härte richt’ ich nicht aus, mit Bitten auch nicht, also, was Drohen und Bitten nicht vermögen, soll die List zuwege bringen.)

Caner oğlumuz bu durumdan epey rahatsız. Makası alır ve şöyle bir kuşa çevirir:

Selim:  Konstanze, muhabbetimiz hususunda mülahaza ettin mi?

Konstanze: Paşa, zat-ı alinize saygı göstereceğim. Fakat sizi sevmek, asla!

Selim:  Aşk-ı halimin kuvve-i azminden hiç mi haşyet duymazsın?

Konstanze: Asla! Arzu ettiğim sadece bu dünyadan göçmek olur.

Selim: Biçare, her nevi işkencenin ağuşunda ah u zar olacaksın.

Tam bir ayaksız sandalye. Bir insan dramatürji nosyonuna bu kadar mı yabancı olur? Konstanze’yi küçültmek, Selim Paşa ve Osmanlı’yı büyütmek için, ne Konstanze’nin cariyelik ve harem ile ilgili çok sert çıkışlarına yer verir, ne de Paşa’yı dahi şaşırtan cesaretine. Bunları sansürleyince de neden-sonuç ilişkileri dağılır. Üstelik, çocuksu ve çiğ işlemlerden de çekinmez: Paşa’yı romantik kılmak için ağzına “aşk-ı halim”i ekler. Oysa, özgün librettoda aşkın gücünden değil, çıplak güçten söz ediliyor.

Film kopuyor

Horoz Selim Paşa duruma vaziyet etmek üzere…

Reji su kaçıra kaçıra o ünlü aryaya kadar geliyor. İşte film orada kopuyor. Saraydan Kız Kaçırma’nın bu sahnesinde dünya çapında izlenebilecek belki de en arabesk rejiyle karşılaşıyorsunuz.

Selim Paşa Konstanze’yi cariyeliğe evet demezse, işkence ile tehdit ettikten sonra, o ünlü arya, “Martern aller Arten” başlıyor. Selim Paşa sevdiği kadını, üstelik uygulamasının olanaklı olmadığını kendisinin de kabul ettiği işkence ile tehdit etmenin ezikliği ve üzüntüsü içinde. Konstanze de bunun farkında. Ama herkes kendi konumunun dayattığı rolü de sürdürmek zorunda. Tam bir açmaz. Birinci sınıf rejisör gerektiren zor bir denklem.

Bakın, Caner oğlumuz nasıl sıvıyor:

İşkence tehdidinden hemen sonra, Paşa Konstanze’ye kedi başı büyüklüğünde bir elmas yüzük veriyor. Kaşıkçı elması olsa gerek, diyorsunuz.

Karı asilzade, nasılsa elmasa dayanamaz... Hadi, al şunu da, hemen gerdeğe girelim!”

Konstanze hafif tertip kararsız kalıyor;

Kallavi elmas, üstelik, bizim Belmonte’den de ses seda yok. Bu kadar inada değer mi, yani?

Sonunda almamaya karar veriyor. Ergen oğlumuz, tersi olması gerekirken, önce işkence tehdidi, ardından elmas yüzük vermenin özel mantığını bulmuş olmalı. [Ha, bu arada, yüzük sahnesinin Livermore Valley Opera’nın 2020 Mayıs’ında dijital ortamdan paylaştığı, The Abduction from the Seraglio’sundakinden pek bir esinlendiğini de belirtelim.] Neyse ki, Paşa hazırlıklı, “günah benden gitti!”; parmağını şıklatıyor, kapı ağası kahve tepsisinde bir ayna getiriyor. Konstanze ile birlikte hepimiz merakla bakıyoruz, acaba bu nasıl bir işkence aleti, diye. Horoz Selim, elinde ayna yavaş ama emin adımlarla yaklaşıyor. Konstanze diğer tarafa geçiyor. Acaba aynadan zebani mi çıkacak? Horoz demin indiği basamakları tekrar çıkıyor, sonra tekrar iniyor ve aynayı Konstanze’nin eline tutuşturup, zorla yüzüne tutturuyor. Konstanze aynaya bakarken, Horoz Selim elleri arkasında gezinmeye başlıyor. Konstanze artık aynada ne gördüyse, çok kızıyor, Horoz’a yaklaşıp, “al, biraz da sen bak!” haşinliği ile aynayı ona uzatıyor. Horoz Paşa iki eliyle aynayı kavrayıp, uzunca baktıktan sonra masaya tutunarak sandalyeye çöküyor; ayna elinde, Konstanze’yi kesmektedir.

Yahu, bu ayna tutmalar falan… Yoksa, Horoz Selim röntgenci mi?” diye aklınızdan geçirmeye yeltenirken, “Canım, olacak şey mi? Koskoca Osmanlı Paşa’sı, bir bildiği vardır. Gerçi rejisör epey ergen ama…” diyorsunuz.

Konstanze vokalizlere gelince birden esrik hareketler yapıyor, sonra sakinleşiyor. Bu kez de Horoz birden hareketleniyor; ayağa kalkıp, önce üniformasını düzeltiyor, ağır adımlarla merdivenleri iniyor, kaçamak bakışlarla kendisini süzen Konstanze’ye yaklaşmaya başlıyor. Kadın koşar adım diğer tarafa geçmeye çalışırken Horoz onu kolundan yakalıyor. Kolunu kurtarıp, tekrar uzaklaşıyor. Horoz tekrar merdivenleri çıkıyor. Konstanze aşağıda aryasını söylemeye devam ediyor. İyiden iyiye işkilleniyorsunuz:

Bu Paşa abazan filan olmasın?

Yok artık, daha neler! Koskoca Osmanlı paşası…”

“Paşa Osmanlı da, rejisör ergen… Hani, ne bileyim…”

Ve o sahne!

Konstanze aşağıda aryasını hanım hanımcık söylerken, birden geri dönüyor. Üzerindeki tülü fırlatıp atıyor.

“Sahnede mi?”

İmkansız! Kadın İspanyol asilzadesi…”

Kadın asilzade de, rejisör ergen…”

İspanyol asilzadesi narin Konstanze, yarı çıplak, Selim Paşa’nın üzerine atlıyor ve üniformasındaki nişanları, rütbeleri birer birer koparıp yerlere atıyor. Paşa gayet sakin izlemekte. Ergen rejisörümüz İspanyol asilzadesi narin Konstanze’den Sulukuleli Panter Pakize çıkarmayı başarmıştır. Darısı Paşa’nın başına!

Aylardır bu anı bekleyen cihanşümul bir medeniyet ve imparatorluğun taş fırın erkeği Abazan Selim fırsatı kaçırır mı?

İşte, hayatımın kadını! Histerik panterim benim!”

bakışıyla, ceketini çıkarıp, yere atar; gömleğinin düğmelerini çözer ve öne çıkardığı kıllı göğüsüyle Konstanze’ye arkadan sarılır. Sahne ışığı kırmızıya döner. Konstanze tüyerken, hayretler içinde, aklınıza, “şu sütunların arkasına gizlenmiş koro, ufak yollu,

Uy sana dolanayım,

Oy oy Emine…

yi söylese, ne hoş bir eşlik olurdu” dan başka bir fikir gelmiyor.

Caner oğlumuzun ergen fantezisi, Konstanze’den “Panter Perihan”, Selim Paşa’dan da “Tecavüzcü Coşkun” çıkarmakta hiç zorlanmıyor. Eh, böyle Konstanze’ye, böyle paşa…

Sonra ne oluyor, biliyor musunuz?

Ayıp şey yapmış ergenler gibi, “ne oldu ki?!” edasıyla, yerden elbiselerini alıp, sırayla sahneden ayrılıyorlar.

Caner oğlumuz ne kadar yeteneksiz bir rejisör olduğunu göstermekle kalmıyor, bir o kadar da kötü oyuncu olduğunu gösteriyor. Selim Paşa rolündeki oyunculuk performansı ancak çocuk oyunları kategorisinde değerlendirilebilir. Keşke Belmonte rolünde olsaydı. Ses rengi de, fiziği de çok daha uygun.

Acıların kadını Konstanze

--Bergen benim elime su dökemez.--


Zavallı Konstanze, yalnızca Abazan Selim’in cinsel fantezilerine “vahşi kedi” kadrosundan istihdam edilmiş olsa, yine de ucuz atlatacak. Caner oğlumuz o kadarla yetinir mi hiç?

Ne sahnesi, ne makyajı, ne kostümü “asil Konstanze” imgesini destekler nitelikte. Tam bir Bedia Muvahhit. Çok naylon. Caner oğlumuzun meşrebine çok uygun.

Selim Paşa cariyelik kararı için ertesi güne kadar süre verince, ergen rejisörümüz, Konstanze’nin nasıl zayıf bir kişilik olduğunu bir kez daha göstermek amacıyla, onun intihar etmesine karar verir. Bu sahne gerçekten harika! DOB’un en arabesk sahnelerinden biri.

Konstanze karamsarlık içinde; Belmonte’den haber yok ve Paşa bastırıyor. Müthiş hüzünlü resitatif ve aryasına başlıyor. Önce divana uzanıp söylüyor.

Dur, biraz ayaklarımı dinlendireyim de sonra intihar ederim. Bu arada, yatarak yaptığım şan şovu da iyi puan getirir, hani!” havasında.

Dedik ya, şarkıcı filmi gibi.

Konstanze emperyal divanına uzanmış, mırıl mırıl aryasını söylerken, bir yandan da aklından geçirir:

” Acaba nasıl intihar etsem?”

“Aa, hatırladım, şu yüzüğe vaktiyle annem zehir koymuştu, bir gün lazım olur, diye. İnşallah son kullanma tarihi geçmemiştir!

İş o kadar tuluat ki, bu sırada sahnede dekor değişikliği yapılıyor. Sandalyeler falan konuyor. Brecht’vari “yabancılaştırma efekti” olsa gerek, diyorsunuz. Yok, yok, bildiğiniz düzayak kazmalık…

Sonra kalkar, yüzüğüne sakladığı zehiri içme hazırlığındayken, hizmetçisi Blonde üzerine atlayıp, engel olur. Konstanze yeniden konforlu divanına döner, Blonde’a, “tamam, gidebilirsin, nöbetim geçti” anlamında el işareti yapar. Uyanık İngiliz kızı yer mi? Tabii ki, hayır. Sütunun arkasına saklanıp, gözlemeye başlar:

Ulan bu karı bir kere dellendi, harbiden intihar falan eder, oyuluruz. Osmin buruşuğuna yem oluruz billahi!

Konstanze, güya Blonde’un gittiğini varsayarak yine zehire yumulacakken, Blonde yine üzerine atlar.

İzleyici olarak ilk refleksiniz etrafınıza bakmak oluyor: Acaba, izleyen çocuk sayısı veli sayısından daha mı fazla?

Tek sorun müziğin sahne ile uyumsuz oluşu. Doğru müzik, Berhudar Orhan’ın “Bir Teselli Ver”inin senfonik yorumu olmalıydı. Günahı Mozart’ın boynuna!

İntihar girişimi sahnesinden bir iki dakika sonra, bizim gariban, ağlak Konstanze, Panter Pakize olup, Abazan Selim’e gününü gösterecek:

Ulan, cariyen olalım dediysek, lafın gelişiydi ayı!”

Elbette çok inandırıcı.

Nasıl olur? Emin misin?”

Vallahi öyle. Formül rejisörde. Daha doğrusu Ankara’da.”

O kadar gecekondu reji ki, Konstanze’nin intihar girişiminden sonra, Caner oğlumuz Blonde’a şu soruyu sordurabiliyor:

Blonde: Sevgili küçük hanımım, hala müteessif misiniz?

İnanın, şaka değil. Herhalde o da,

“Yok, hayır, zevkine bir intihar edeyim dedim de!” demiştir.

Gerici siyasal amaçlarla sanata müdahale ederseniz, hem sanatı katledersiniz, hem de kepaze olursunuz.

İntihar mı dediniz?

Oysa, libretto gayet açık. Bu sahne, birbiri içinden geçen iki ekseni içeriyor: Bir yanda aristokrat Konstanze’nin “trajik” duygusu ile burjuva Blonde’un “pragmatik” yaklaşımı, öte yanda, Konstanze’nin “ilkesel”liği ile, Blonde’un “esneklik”i. Bunların hepsinin tarihsel arka planları ve karşılıkları var. Tabii, bizim amatör rejisörümüzün kültür ve algısı o kadarına yetmiyor.

Librettonun aslındaki Konstanze-Blonde konuşmasını verelim. Tabii ki, ortada intihar tarzı şark sosu falan yok.

--İntihardan önce aryamı beğendiniz mi?--


Blonde: İyi kalpli hanımım, hâlâ üzgün müsünüz?

(Ach mein bestes Fräulein! Noch immer so traurig?)

Konstanze: Sıkıntımı biliyorsun; bunu hala nasıl sorabiliyorsun? İşte yine bir akşam; ne bir haber ne bir umut! Ve yarın-Tanrım düşünemiyorum bile!

(Kannst du fragen, die du meinen Kummer weißt? Wieder ein Abend, und noch keine Nachricht, noch keine Hoffnung! Und morgen-ach Gott, ich darf nicht daran Denken!)

Blonde: Bu duygulardan biraz uzaklaşsanız. Bakın ne güzel bir akşam, her şey bize nasıl da gülümsüyor, kuşlar bizi şarkılarına nasıl da davet ediyorlar! Karanlık düşüncelerden sıyrılın, cesaretinizi toplayın!

(Heitern Sie sich wenigstens ein bißchen auf. Sehen Sie, wie schön der Abend ist, wie blühend uns alles entgegen lacht, wie freudig uns die Vögel zu ihrem Gesang einladen! Verbannen Sie die Grillen, und fassen Sie Mut!)

KonstanzeKaderini bu kadar gönül rahatlığıyla kabul etmekle ne kadar mutlusun. Keşke ben de yapabilsem!

(Wie glücklich bist du, Mädchen, bei deinem Schicksal so gelassen zu sein! O daß ich es auch könnte!)

Blonde: Bu sizin elinizde! Ümidinizi kaybetmeyin…

(Das steht nur bei Ihnen. Hoffen Sie-)

Konstanze: En ufak bir umut ışığı olmadığında bile mi?

(Wo nicht der mindeste Schein von Hoffnung mehr zu erblicken ist?)

BlondeBakın, durum ne kadar üzücü de olsa, hayatımı yaşamaktan geri kalmam. Sürekli en kötüyü düşünürseniz, sonunda başınıza gelir.

(Hören Sie nur: ich versage mein Lebentag nicht, es mag auch eine Sache noch so schlimm aussehen. Denn wer sich immer das Schlimmste vorstellt, ist auchwahrhaftig am schlimmsten dran.)

KonstanzeAncak, onca umut besleyip de hepsinin bir bir kaybolduğunu gördüğünde, geriye korkunç bir umutsuzluktan başka bir şey kalmıyor.

(Und wer sich immer mit Hoffnung schmeichelt und zuletzt betrogen sieht, hat alsdann nichts mehr übrig als die Verzweiflung.)

Blonde: Bakış açısı farkı. Benimki olumsuz değil. Belmonte’nizin her an fidye ile gelmesi ya da bizi kurnazca buradan kaçırması neden mümkün olmasın ki? Bu açgözlü Türklerin elinden ilk kurtulan kadınlar biz mi olacağız, sanki?

(Jedes nach seiner Weise. Ich glaube bei der meinigen am besten zu fahren. Wie bald kann Ihr Belmonte mit Lösegeld erscheinen oder uns listiger Weise entführen? Wären wir die ersten Frauenzimmer, die den türkischen Vielfraßen entkämen?)

Bu diyalog önemli:

Mozart’ın bu operası yükselen burjuva sınıfın değerleri ile aristokrasinin değerlerinin çelişik konumlarını da yansıtır. Kostanze-Blonde, Belmonte-Pedrillo ilişkisinin tarihsel katmanı budur ve librettoda gayet açık görülebilir.

Konstanze’nin karamsarlığının intihar ile hiçbir ilişkisi yoktur; yalnızca, tarihsel dönemini tamamlamış bir sınıfın “trajik” söylemini yansıtır. Buradan intihar seçeneği çıkarmak, arabesk dinleyenlerin intihara yatkın oldukları sonucunu çıkarmak kadar abestir. Zaten, oğlumuz da, bu bölümü olduğu gibi atlamış ki, Pakize’yi ağız tadıyla intihar ettirebilsin.

Öte yandan, söz konusu karamsarlık, yükselen burjuva değerleri temsil eden İngiliz Blonde’un iyimserliğini vurgulamak için son derece işlevseldir. Blonde’u kendi bölümünde ele alacağımız için bu kadar ile yetinelim.

Caner oğlumuzun sınıfsal farkları Selim Paşa-Osmin ile Belmonte-Pedrillo ilişkileriyle sınırlayıp, Konstanze-Blonde’u bu listeye dahil etmemesi tesadüf olmamalı. (Cumhuriyet, 24 Eylül 2020) Malum, Panter Pakize’den aristokrat yaratmak epey zor olsa gerek. Dörtlü kıskançlık sahnesinde, Konstanze ile Blonde’un aynı mürebbiye kılığında zuhur etmeleri de sınıf farkının olmadığına işaret ediyor. Sınıf yerine renk farkı var: Birininki kırmızı, diğerininki mavi. Ayrıca, oğlumuzun “sınıfsal fark” falan gibi havalı sözlerine bakmayın, sahnede hiçbirinin izi olmadığı gibi tam tersi söz konusu.

Tuluat kumpanyamızın şahane sunumlarından biri de kıskançlık sahnesi. Dört kişi sahnede ellerini ayaklarını ne yapacaklarını bilmeden dolanıp duruyor. Zavallı Konstanze’nin de çilesi bitecek gibi değil: Sen o kadar acı çek, Abazan Selim’in elinden nasıl kurtulacağını bileme, sevgilin Belmonte seni tam kurtaracakken, “Paşa’yı seviyor musun?” diye sormasın mı? Sizce, Konstanze nasıl davranırdı?

Librettoda Belmonte Konstanze’ye böyle bir soru soracağı için kızmamasını (… Doch zürne nicht) söyleyerek, Paşa’yı sevip, sevmediğini sorar. Konstanze ağlayarak ,”Beni ne kadar üzüyorsun!”diyecektir(O! wie du mich betrübst![Sie Weint]). Doğal olarak, Konstanze’den öfke ve üzüntünün iç içe olduğu bir tepki bekleniyor. Sinirli adımlarla sahnede dolaşıp özür bekleyen bir hüzün figürü… Konstanze’nin “seria” içi tepkisi, Blonde’un “buffa” tepkisinden (Pedrillo’ya tokat atar) farklı olmalıdır.

Caner oğlumuz ne mi yapmış?

Konstanze’yi taze soğan gibi bir köşede dikmiş, sırtını Belmonte’ye döndürüp, “küstüm sana işte!” ergen havası çaldırıyor.

Hale Soner Kekeç’in şu ana kadarki kariyeri içinde anımsamak istemeyeceği belki de ilk yapıt olmalı. Çok zayıf kalan sahnesi tüm inandırıcılığını yok ediyor. Genelde dengeli olan sesi, “Martern aller Arten”in vokalizlerinde tizlere çıkarken zorlandı, doğal akışını kaybetti. O vokalizler ses şovundan öte, ölümün getireceği özgürlük düşüncesini yüceltmelidir. Bu anlamda içini dolduramadı. Kıskançlık sahnesindeki seria stilini yaşatabildiğini söylemek de kolay değil. İslamcılığa alet olmak ise cabası. Böyle rejiden ancak bu kadar çıkardı. Yazık!

Blonde: İngiliz Oya Başar

--İngiliz cariye verir salkımı…--


Blonde karakteri Mozart’ın gözdesidir. Yapıtı bestelediği yıllarda mason çevrelerle sıcak ilişkilere girdiğinden, Blonde’un İngiliz olması şaşırtıcı değildir. Bilindiği gibi, masonlar XVIII. yüzyılda İngiltere’de iktidarı almışlardır. Repertuarlarında yer alan ve “Bireysel özgürlük” temelinde şekillenen tüm normlar, yükselen burjuva sınıfının değer yelpazesini oluşturmaktadır.

Blonde bu değerlerin en parlak temsilcisidir. Sivri dilli, girişken, fettan, koşullara uyum sağlayan, iyimser, pragmatik… Hanımı Konstanze’nin tam tersi. Sınıfsal çelişkinin esas ivmesi ise, Osmin ile ilişkisinde ortaya çıkacaktır. Osmin’e söyledikleri ve tavrı, Osmanlı aynasında, feodal yapı ve kültüre, yükselen burjuva sınıfının çok sert eleştirileri niteliğindedir. Bunların başında, Osmanlı’da cinsel kölelik anlamına gelen harem-cariyelik sistemi vardır. Nitekim, “cariye” olarak çevrilen sözcük, librettoda “köle”, “Türk köle” biçimindedir.

Caner oğlumuz Osmin’i kayırıp, Osmanlılığa toz kondurmamak için bu pasajların hemen hiçbirini almamış.

Blonde: Bu emirler, feryat figan! Zat-ı ihtiyar, karşında her emrinde titreyen bir cariye mi var?

Sansürsüz hali:

Blonde: (...)! Mızmız ihtiyar, karşında her emrinde titreyen bir Türk köle mi var sanıyorsun? Eğer böyle ise, çok yanılıyorsun! Avrupalı kızlarla işler böyle yürümez, farklı davranmak gerekir.

(O des Zankens, Befehlens und Murrens wird auch kein Ende! Einmal für allemal: das steht mir nicht an! Denkst du alter Murrkopf etwa eine türkische Sklavin von dir zu haben, die bei deinen Befehlen zittert? O da irrst du dich sehr! Mit europäichen Mädchen springt man nicht so herum: denen begegnet man ganz anders.)

Bundan sonra Blonde aryasına geçer: Kızların kalbinin ancak tatlı sözlerle, pohpohlama, özen ve şakalarla fethedilebileceği, bağırma çağırma, emir dayak gibi şeylerin aşkı ve bağlılığı öldüreceğini söyler.

Osmin: Bunları kim aklına koydu. Ben efendinim, sen de cariyemsin!

Sansürsüz hali:

Osmin: Bak hele sen şuna, bizi nasıl da hizaya sokmaya çalışıyor! Tatlı sözler? Pohpohlama?.... Bunları aklına kim koydu? Burası Türkiye, burada işler başka türlü yürür. Ben efendinim, sen de cariyemsin, ben emrederim, sen uymak zorundasın.

(Ei seht doch mal, was das Mädchen vorschreiben kann! Zärtlichkeit? Schmeicheln? Es ist mir wie pure Zärtlichkeit! Wer Teufel hat dir das Zeug in den Kopf gesetz? Hier sind wir in der Türkei, und da geht’s aus einem andern Tone. Ich dein Herr, du meine Sklavin; ich befehle, du mußt gehorchen!)

Burada geçen Türk, Türkiye sözcüklerine aldanmamak gerek. Batı’da, XV-XIX. yüzyıllar arasında Osmanlı İmparatorluğu’na Türkiye, Osmanlı’ya da Türk denmesi çok yaygındır. Hatta, Boşnaklar gibi, Müslüman olmuş Slavlara bile Türk denmiştir.

Osmin: Zat-ı muhterem cariyem ilan etti seni.

Aslı:

Osmin: (…) Unutma ki, paşa seni bana köle olarak hediye etti.

(…Du hast doch wohl nicht vergessen, daß dich der Bassa mir zur Sklavin geschenkt hat.)

“Hediye etmek” ile “ilan etmek” arasında anlam farkı vardır. Bir kadının bir adama hediye olarak verilmesi, Osmanlı harem sisteminin temelini oluşturan cinsel köleliğe çok sert bir göndermedir. “İlan etmek” ise söz konusu sertliği yumuşatan bir ifadedir. 2007 metninde var olan “hediye”yi, Caner oğlumuz uygun bulmamış. Zaten, Blonde’un yanıtı da “hediye” üzerinden: “Kızlar hediyelik eşya değildir! Ben bir İngilizim, özgür doğdum! Ve hiç kimse beni bir şeye zorlayamaz!”

Osmin: Beni sevmeni emrediyorum.

Aslı:

Osmin: (Kendi kendine) Bu kız beni çok sinirlendiriyor. Bütün deli fikirlerine rağmen, yine de bu edepsizi seviyorum. (Yüksek sesle) Beni derhal sevmeni emrediyorum!

(beiseite) … Beim Mahomet, sie macht mich rasend. Und doch lieb ich die Spitzbübin, trotz ihres tollen Kopfes (Laut) Ich befehle dir, augenblicklich mich zu lieben!) Spitzbübin düzenbaz anlamı taşısa da, burada edepsiz sözcüğü ile karşılanması Türkçe akış açısından daha uygun gibi.

İlk cümlenin atlanmış olması anlamlı. Osmin bölümünde ele alacağız.

Osmin: Deli!

Aslı:

Osmin: Çılgın kız! Biliyor musun ki, bana aitsin ve bu nedenle seni cezalandırabilirim?

(Tolles Ding! Weißt du, daß du mein bist und dich dafür züchtigen kann?)

Burası çevrilmediği için, Blonde’un izleyen cümlesi, “Eğer çeşmin mühim değilse, bana arız olmayı bir dene.” hem anlaşılmıyor, hem de Osmin’in “cezalandırma” tehdidi sansürleniyor. Osmanlı kadına çok saygılıdır ya!

Osmin’in “Bu ne cesaret!”inden sonra epey bir yer atlanmış. Doğrudan Pedrillo’ya gelinmiş.

Aradaki bölümü tamamlayalım:

Blonde: Cesaret mi? Küstah, esas sen, sen nasıl cesaret ediyorsun, benim gibi genç, güzel…. bir kıza hizmetçi gibi emretmeye, moruk. Emir verilecekse ben veririm! Yönetmek biz kadınların işi, siz erkekler kölemizsiniz. Yeterince aklınız varsa, zinciri gevşetirsiniz.

(Das ist was zu unterstehen! Du bist der Unverschämte, der sich zuviel Freiheit herausnimmt. So ein altes haßliches Gesicht untersteht sich, einem Mädchen wie ich, jung, schön, zur Freude geboren, wie einer Magd zu befehlen! Wahrhaftig, das stünde mir an! Uns gehört das Regiment; ihr seid unsere Sklaven und glücklich, wenn ihr Verstand genug habt, euch die Ketten zu erleichtern.)

Osmin: Vallahi, bu deli! Burada, Türkiye’de?

(Bei meinem Bart, sie ist toll! Hier, hier in Türkei?)

Blonde: Türkiye umurumda değil! Kadın, nerede yaşarsa yaşasın kadındır. Sizin kadınlarınız sizin tarafınızdan köleleştirilecek kadar aptalsa, bu onların sorunu. Avrupa’da böyle değil. Bırak beni biraz aralarında dolaşayım da, gör bak, kısa zamanda nasıl değişecekler.

(Türkei hin, Türkei her! Weib ist weib, sie sei wo sie wolle! Sind eure Weiber solche Närrinnen, sich von euch unterjochen zu lassen, desto schlimmer für sie; in Europa verstehen sie das Ding beser. Laß mich nur einmal Fuß hier gefaßt haben, sie sollen bald anders werden.)

Osmin: Fırsat versen, kadınlarımızı bize karşı isyan ettirecek! Fakat-

(Beim Allah, die wär imstande, uns allen die Weiber rebellisch zu machen! Aber-)

Blonde’un cariyelik sistemi ve Osmanlı’daki kadın-erkek ilişkilerine dozu giderek artan şekilde yönelttiği bu sert eleştirilerin elbette Caner oğlumuzun sahnesinde dile getirilmesi düşünülemez. Mazallah, ne müdürlük hayali kalır ne de Denizbank kasası.

Blonde: Bizden bir şey elde etmeyi istiyorsanız, kibarca rica etmeyi bileceksiniz. Özellikle senin gibi rezil aşıklar.

(Aufs Bitten müßt ihr euch legen, wenn ihr etwas von uns erhalten wollt; besonders Liebhaber deines Gelichters.)

Boynuz mu? Aman Tanrım..!

--Boynuzun verdiği intikam sevinci.--


Blonde’un Pedrillo ile ilişkisi üzerinden Osmin’in Pedrillo’yu kıskanmasına dair bölümde de libretto budanmış.

Çevrilmemiş olanlar:

Osmin: İstediğini yapabilmen için seni özgür bırakmamı istiyorsun, öyle mi?

(Sollt ich dir die Freiheit geben, zu tun und zu machen, was du wolltest, he?)

Blondeİyi yaparsın, aksi halde boynuzlara dikkat!

(Besser würdest du immer dabei fahren: denn so wirst du sicher betrogen.)

Caner oğlumuz soğuk terler döker; özgür olmayan kadın belki Avrupa’da boynuzlar, onların tıyneti bozuk, ama, Osmanlı’da asla böyle şey olmaz. Vallahi Saray dumanımızı atar!

Caner oğlumuz burayı atlayınca, Osmin’in, “Derhal eve!” çıkışının doğrudan Pedrillo ile ilgili olduğu anlaşılır. Oysa, Blonde çok daha radikal ve hassas bir konuya, özgürlük-aldatma ilişkisine işaret etmiş ve bu da Osmin’i çılgına çevirmiştir:

Osmin: Lanet olsun! Sabrım taşmak üzere! Derhal eve gir!

(Gift und Dolch! Nun reißt mir die Geduld! Den Augenblick hinein ins Haus!Und wo du’s wagst-)

Osmanlı’yı makyajlamak için çevrilmemiş bir yer daha var. Osmin bölümüne saklayalım.

Dedik ya, Caner oğlumuzun ne yapıttaki karakterleri anlayıp, yaşayan kişiliklere dönüştürmek, tarihsel bağlamlarını çözümlemek falan gibi dertleri, ne de bunu gerçekleştirecek kültürü olduğundan, Blonde da tıpkı diğerleri gibi tam bir tuluat karikatürü. Oysa, Mozart için Blonde çok önemli; pragmatizminin belirginleştiği bölümlerde vurgulu hale gelen aristokratik değerler ile arasındaki çelişkilerin üzerinden atlanmış. Amaç, yabancıların kişilik ve davranış özelliklerini küçülterek, Osmanlı’nınkini büyütmek. Blonde da bu iş için tepe tepe kullanılanlardan. Atlaya kırpa kuşa çevrilmiş sözleri o kadar yalnızca dolgu maddesi ki, hiçbir şekil veremiyorsunuz. Osmin’i kaynar derece mizahi figür yapıp, sempatikleştirmekten başka bir işlevi yok. Bu nedenle, Osmin’e hakaretlerinden, cariyeliğe, kadın-erkek ilişkilerinden, otorite ile ilişkilere kadar görüşleri hemen bütünüyle sansürlenmiş.

Atlanan yerlerden örnekler:

Blonde [Pedrillo’ya]… bizim ihtiyara iyi bir fırça attım.

( …Und meinem Alten habe ich eben den Kopf ein bißchen gewaschen.)

Blonde’un Osmin’e yönelik kullandığı sözcüklerin hepsi “ihtiyar” ile karşılanmış. Oysa çok daha ağır ifadeler var.

Blonde’un dünya görüşünü, dolayısıyla da kişiliğini yansıtan bir başka paragraf:

BlondePaşalar olmasa, Konstanze’ler de olmaz. Madalyonun iki yüzü. Bu iyi kız Belmonte’sine ne kadar da bağlı! Ona bütün kalbimle üzülüyorum. Çok duyarlı; bu duruma katlanabilmesi zor. Pedrillo yanımda olmasaydı, kimbilir ben de ne durumda olurdum! Ama ne olursa olsun, onun gibi yumuşak olmazdım. Erkekler, onlar için üzüntüden ölmeyi hak etmiyorlar. Galiba ben de Müslümanlar gibi düşünmeye başladım.

(Kein Bassa, keine Konstanze mehr da? Sind sie miteinander eins worden? Schwerlich, das gute Kind hängt zu sehr an ihrem Belmonte! Ich bedaure sie vun Grund meines Herzens. Sie ist zu empfindsam für ihre Lage. Freilich, hätt ich meinen Pedrillo nicht an der Seite, wer weiß, wie mir’s ginge! Doch würd ich nicht so zärteln wie sie. Die Männer verdienen’s wahrlich nicht, daß man ihrenthalben sich zu Tode grämt. Vielleicht würd ich muselmännisch denken.)

Blonde’un kadın-erkek ilişkileri konusunda bir yandan aristokrat Konstanze ile farkını belirtirken, diğer uca Müslüman kadın tipini koyması anlamlı. Cariyelik sistemine bakarak, Müslüman kadının erkek ilişkisinde zor unsurunun, onun kalben bağlılığını önlediğini düşünür. Ancak, kendi pragmatik konumunun bu sonuca ulaşabileceği endişesiyle de, Pedrillo unsurunu söylemine katar.

Böyle bir kişiliği sahnede karikatüre düşmeden yaşar kılmak da ergen rejisörümüzün üstesinden gelebileceği bir iş değil. Zaten, Blonde’un söylediklerine vebalı muamelesi yapacaktır.

Peki, Blonde’un ölüm karşısındaki tavrı nedir?

Caner oğlumuz bu konuyla da ilgilenmemiş. Oysa, librettoda yeterli bilgi var.

Yakalanıp gözaltına alındıkları zaman, Pedrillo epey telaşlanır. Kendisi ile ilgili çok kötü bir ölüm senaryosu hazırlandığını söyler. Ardından, Blonde’a sorar. Onun yanıtı kişiliğinin ve dünya görüşünün parlak bir yansısıdır. Blonde oldukça sakindir.

Blonde: Benim için farketmez. Madem ölünecek, hepsi bana uyar.

(Das gilt mir nun ganz gleich. Da es einmal gestorben sein muß, ist mir alles recht.)

Pedrillo: Ne dayanıklılık! Ben ki İspanya’nın en eski Hristiyan ailelerinden birine mensubum, ölüm konusunda bu kadar rahat olamıyorum…

(Welche Standhaftigkeit! Ich bin doch von gutem altchristlichen Geschlecht aus Spanien, aber so gleichgültig kann ich beim Tode nicht sein…)

Burada vurgulanan, dönemin burjuva rasyonalitesidir. Pedrillo’nun ağzından özellikle Hristiyanlık ile çelişik hale getirilen söz konusu rasyonalite, Mozart’ın Blonde’a verdiği değerin de göstergesidir. Bunun ötesinde, tüm pragmatikliğine rağmen, Blonde’un cesur duruşu yükselen sınıfın kutsanmasıdır.

Caner oğlumuzun amacı farklı olduğu için, Blonde’dan rasyonel ve becerikli bir hizmetçi çıkaracağına, “çıkarcı, fettan, edepsiz hizmetçi” figürü yaratmayı yeğlemiş. Bunu yapabilmek için de, Oya Başar tarzı bir imaja hapsolmuş. Katliamın tartışmasız kurbanı Nazlı Deniz Süren. Makyajı, kılığı ve tavırlarıyla tam bir kantocu, Karagümrük dilberi. Gayri müslim şiveli Osmanlıcasıyla birlikte “aşırı oyunculuk” hastalığından yoğun bakımlık; o kadar yapay, o kadar sakil ki, inandırıcılık katsayısı ilkokul algı seviyesini asla aşamıyor. Parlak koloratür sesi ve kontrollü tekniğiyle aryasına başladığında, playback sanıyorsunuz: Bu ses bu kızdan mı çıkıyor? Ciyak ciyak reji gerçekten de Süren’i biçmiş. Işılay Meriç Karataş ise “aşırı oyunculuk” tuzağına nispeten daha az düştüğü için, şan-teatralite makasının ölçüsüz açılmasını engelliyor. Bu da, sesinin en azından şimdilik daha az dikkat çekici olmasına rağmen, sahne performansını daha olumlu kılıyor.Genç soprano sesin rol ile var olduğunu,role akamayan sesin şekilsiz kalacağını anımsamalı;kabuksuz elma misali.

Pedrillo: Bizim İbiş

Librettonun Pedrillo’su becerikli, iş bitirici, kurnaz bir genç burjuvadır. Selim Paşa’yı da, Osmin’i de kolaylıkla tuzağa düşürür. Tabii, bu durum da Caner oğlumuzun hiç hoşuna gitmez. Ne yapsa da, Pedrillo’yu kırpsa? En iyisi, adamı İbiş’e çevirmek. Hem tuluata uyar, hem de yerli-milli olur. İbişleşen Pedrillo, ergen rejisörümüzün elinde yalnızca çocukların beğenisine hitap edebilecek bir figür olur çıkar. Kılık kıyafet, konuşma, duruş, davranışlar harbiden İbiş’tir.

--Dayak arsızı pısırık İbiş.--


Librettodan kırpılarak alınmış cümleler ile sahnedeki kişi arasındaki tuhaflık ve tutarsızlıklar Pedrillo’yu da, yaşamayanlar listesine sokmakta gecikmez.

Yapıtın başında, daha ilk Pedrillo-Osmin diyaloğunda Caner oğlumuzun amatörlüğü belli oluyor. Osmin Pedrillo’yu hiç sevmez, ondan nefret eder. Nedenine dair ipuçlarını bu konuşmada verir: “Gizli kapaklı işler çeviren, düzenbaz, güvenilmez” (…schleichenden spitzbübischen Passauf… ein Galgengesicht..), üstelik onu jurnalci de bulur (…der nur spioniert..) Bu özelliklerin her biri dramatik akışta anlamlı yerlere oturacaktır. Pedrillo çevrilmeyen bir cümlede, “bu incirleri benim için mi topladın?” (Hast du das Geicht Feigen für mich gepfückt?) diyerek, Osmin’i ti’ye aldığı gibi, yukarıdan konuşma ile ezik olmayan konumunu da göstermiş olur. Oğlumuz ise hepsini atlayıp, Osmin’in nefretini” sendeki ateşpare-i zeka ve aksırık”a bağlar. İbiş konumu ile “ateşpare-i zeka”nın uyumsuzluğu bir yana, “aksırık” tamamen işlevsizdir; diğer özelliklerin sürgün yiyip, Pedrillo’nun Osmin karşısında küçültülmesi için kullanılır. Osmin Pedrillo’nun kendisine İspanyol gribi bulaştıracağını söyler. Hani, Pedrillo İspanyol ya, herhalde bu hastalık en çok onda vardır, hesabı. Böylece, Pedrillo daha başında Osmin karşısında “arızalı” konuma yerleşir. Osmin’in güya “buffa” konumunu güçlendirecek, ondaki “komik” olanı vurgulayacak bu epey yüksek zeka gerektiren yaratıcılık, gerçekte, Osmin’in olumsuz imajını düzeltmek içindir.

Ezik ve arızalı Pedrillo, doğal olarak dayak arsızıdır da. 2020’de, bu ilk diyaloglarında, Osmin’in müthiş dayağını yer. Yedikçe, gelip yeniden dövsün diye, ayakta onu bekler. 2021’de ise, herhalde, “Osmanlı’da yabancılara karşı şiddet değil, şefkat vardı” anlayışı ya da uyarısı nedeniyle olsa gerek, bu dayak sahnesi, Osmin’in Pedrillo’nun sırtına oturması ile yumuşatılmış. Sırta oturtma fikrinin sahneye daha önce taşınmış olduğunu anımsatalım (El Rapto en el Serrallo, 2002, Zubin Mehta, Burgtheater de Viena).

Caner oğlumuz Pedrillo’ya sıkı bir dayak yedirdikten sonra, ağlamaklı bir sesle kendi kendine şunu söyletir:

Git mel’un bekçi. Mazlumun ahı çıkar bir gün.”

Oysa, librettoda tam tersi bir görüntü var. Aklından ve kurnazlığından emin Pedrillo, değil ağlamaklı, hatırı sayılır bir özgüvenle tehdidi mırıldanır:

Git bakalım, kötülüğün bekçisi; zamanı geldiğinde, son gülenin kim olduğunu göreceğiz. İğrenç, kindar ürkürük, seni tuzağıma düşürdüğüm gün, benim bayramım olacak.”

(Geh nur, verwünschter Aufpasser; es ist noch nicht aller Tage Abend. Wer weiß, wer den andern überlistet. Und dir mißtrauischem, gehässigem Menschenfeind eine Grube zu graben, sollte ein wahres Fest für mich sein)

Pedrillo’nun Paşa nezdinde sağlam ve güvenilir biri olduğu, yani, Osmin’in karşısında hiç de ezik olmadığını gösteren bölüm de, doğal olarak, oğlumuz tarafından görmezden gelinmiş. (Pedrillo Belmonte’ye, Osmin’in Paşa’nın sağ kolu olduğunu söyledikten sonraki pasaj şöyle:)

Moralinizi bozmayın! Laf aramızda, ben de Paşa’nın güvenini kazandım. Bahçıvanlık konusundaki mütevazı deneyimim sayesinde, onun nezdinde belirli bir saygınlığım var ve binlerce erkeğin sahip olmadığı özgürlüklere sahibim. Paşa’nın kadınlarından biri bahçeye çıktığı zaman onlar çekilmek zorundalar, ben ise kalabiliyor, onunla konuşabiliyorum. Paşa bir şey demiyor…”

(Nur nicht gleich verzagt! Unter uns gesagt: Ich hab auch einenStein im Brett beim Bassa. Durch mein bißchen Geschick in der Gärtnerai hab ich seine Gunst weggekriegt, und dadurch hab ich so ziemlich Freiheit, die tausend andere nicht haben würden. Da sonst jede Mannsperson sich entfernen muß, wenn eine seiner Weiber in den Garten kommt, kann ich bleiben; sie reden sogar mit mir, und er sagt nichts darüber…)

Pedrillo mu pısırık?

Pedrillo kaçış planını hazırlayacak kadar zeki ve beceriklidir. Paşanın bahçe ve mimariye olan tutkusunu bildiğinden, (…Bauen und Gartnerei sind seine Steckepferde.) Belmonte’yi ona yetenekli bir mimar olarak tanıtıp, saraya aldırır. Gel gör ki, bizim amatör ve torpilli rejisörümüz, bu sahnede o kadar pısırık bir Pedrillo çizer ki, onu Selim Paşa ile konuşurken kekeme yapar. Korkudan kekeleyen İbiş! Librettonun Pedrillo’su ile bu kadar mı çelişik olunur?!

Rejisör oğlumuz yetinmez. Pedrillo’ya pısırık da dedirtir:

Osmin: …Fakat ben Pedrillo gibi pısırık olsaydım pek olurdun herhalde?

(Freilich, wenn ich Pedrillo wär, so ein Drachtpüppchen wie er, da wär ich vermutlich willkommen, denneuer Mienenspiel hab ich lange weg)

Burada geçen Drachtpüppchen sözcüğü, acemi çapkın/çapkın delikanlı anlamındadır ve pısırık ile hiçbir ilişkisi yoktur.

Pedrillo’nun Belmonte’yi aceleciliği ve heyecanı konusunda uyardığı bölüm de Osmanlı imajı açısından sakıncalı olmalı ki, Caner oğlumuzca makaslanmış:

“… Aldatma taktiği bize en yararlı hizmeti sunacaktır. Kendi ülkemizde değiliz. Burada bir kelle fazla ya da eksik, kimsenin umurunda değildir. Dayak ve yağlı urgan sıradan işlerden sayılır.”

(…Verstellung wird uns weit beserse Dienste leisten. Wir sind nicht in unserm Vaterlande. Hier fragen sie den Henker darnach, ob’s einen Kopf mehr oder weniger in der Welt gibt. Bastonade und Srickt um Hals sind hier wie ein Morgenbrot.)

Aristokratik söylem kapsamındaki “romantik şövalyelik” ile “temkinli, rasyonel burjuva” duyarlılığı arasındaki farkın güzel bir örneği. Oğlumuz bu tarihsel arka plandan, “pısırık, korkak Pedrillo” çıkarabiliyor.

Ergen rejisörümüz, Belmonte-Pedrillo ilişkisine gönderme yaparak, “sınıfsal fark” gibi boyundan büyük laflar etse de, sahnede hiçbir örneğini göremediğimiz gibi, tam tersine tanık oluyoruz. Yabancıları bir bütün görüp, aynı torbaya doldurmak, karşılarına da Osmanlı’yı koymak, oğlumuzun entelektüel ve dramatürjik savunma hattı. Oysa, libretto aristokrat Belmonte ile uşağı burjuva Pedrillo arasındaki tarihsel çelişkiye simgesel bir göndermede bulunuyor. Elbette, oğlumuz bunu da kuliste unutmayı yeğlemek durumundadır:

Belmonte: Ah Pedrillo, eğer aşkı bilebilseydin…

(Ach, Pedrillo, wenn du die Liebe kenntest!)

Pedrillo: Sanki bizim gibilerin duyguları olamazmış; Benim de herkes gibi çok güzel sevgi anlarım var…

(Hm! Als wenn’s mit unser einem gar nichts wäre. İch habe so gut meine zärtlichen Stunden als andere Leute…)

Ama bir tablo var ki, gerçekten müthiş! Oğlumuzun mücevher sahnelerinin başında geliyor:

Pedrillo Konstanze’ye, Belmonte’nin geldiği ve o gece kaçacakları müjdesini veriyor. Bu haberi verirken gayet sakin, dekorda düzenlemeler yapıyor. İşin tuhafı Blonde da ilk duyduğunda havalara sıçramıyor. “Herhalde saray hayatına alıştılar, pek de gitmek istemiyorlar” diye düşünüyorsunuz. Librettoda ise tam bir heyecan ve sevinç fırtınası... O kadar ki, Pedrillo, müjdeyi vermeden önce, Blonde’a sıkı bir öpücük kondurma talebiyle geliyor. Üstelik, öpücüğün içeriğini de dolduruyor:

“…bilirsin, çalıntı olanın tadı daha güzel olur.”

(… du weißt ja, wie gestohlnes Gut schmeckt.)

Aklınıza hemen, “Elbette, Osmanlı ahfadı olan oğlumuz bu tarz ahlak dışı söylemlere izin vermeyecektir” geliyor. Gerçekten de vermiyor. Meğerse, öpücük “hard oğlumuz”u kesmemiş; Pedrillo Blonde’a pandik atıyor. Dedik ya, oğlumuz damardan ergen…

Eyvah! İçki sahnesi…

Geldik en kılçıklı sahnelerden birine; içki sahnesi. Osmanlı militanı rejisörümüz için kâbus. Librettoyu kapsamlı bir sterilizasyona sokmalı; dilin kemiği yok, elin gâvuru neler de söylemiş! Sahneyi epey kısaltmaktan başka çare yok:

(Pedrillo, içine uyku ilacı koyduğu şarabı Osmin’e içirip, uyutarak kaçma planını yürürlüğe koyuyor.)

--Boşver, gören yok, günaha girmezsin.--


Pedrillo: Benimle içmeliydin. Nezle-i müstevliyeye de iyi geliyormuş.

Bakın, aslı nasıl:

Pedrillo: Sürekli karamsarlık, kötümserlik hiçbir yere götürmez. Biz bunu, Pedrillo’lar olarak ailede öğrendik. Neşe ve şarap en ağır köleliği bile hafifletir. Tabii, senin gibi zavallı heriflerin, bir bardak yıllanmış şarabın ne harika bir şey olduğunu anlaması mümkün değil. Gerçekten de peygamberiniz Muhammed’in size şarabı yasaklaması çok doğru olmamış. Bu talihsiz yasa olmasaydı, benimle bir bardak şarap içerdin. (Kendi kendine konuşur) Zokayı yutacak gibi; içmeyi çok seviyor.

(Ei, wer wird so ein Kopfhänger sein; es kommt beim Henker da nichts bei heraus! Das haben die Pedrillos von jeher in ihrer Familie gehabt. Fröhlichkeit und Wein versüßt die harteste Sklaverei. Freilich könnt ihr armen Schlucker das nicht begreifen, daß es so ein herrlich Ding um ein Gläschen guten alten Lustigmacher ist. Wahrhaftig, da hat euer Vater Mahomet einen verzweifelten Bock geschossen, daß er euch den Wein verboten hat. Wenn das verwünschte Gesetz nicht wäre, du müßtest ein Gläschen mit mir trinken, du möchtest wollen oder nicht. (Für sich) Vielleicht beißt er an: er trinkt ihn gar zu gern.)     

Acemi ve torpilli rejisörümüz Osmanlı’da köle değil ancak misafir olacağına iman ettiği için, “köle” sözcüğünü “nezle-i müstevliye”ye çevirmiş, yani, İspanyol gribine. İslamda içki yasağına yapılan gönderme ise, Osmin’in yeterince ilkeli ve inançlı biri olmadığını göstermek içindir. Çözülen feodal yapının değer erozyonuna işaret eder. Osmanlıcı oğlumuzun bu konu karşısında acilen tabanları yağlayacağına kuşku yok. Librettoda yer alan “Kıbrıs şarabı” nitelemesi de, ağızlarda yer bulamamış. Neme lazım; Osmanlı toprağı, başa iş açar! Ayrıca, Osmin’in iki şişe şaraptan büyüğünü istediği de yer almıyor.

Osmin’in, şaraba Pedrillo tarafından zehir konma olasılığını dile getirmesi üzerine, Pedrillo, “Senin için cehenneme gitmeye değmez” diyor. (Es verlohnte sich der Mühe, daß ich deinetwegen zum Teufel führe.) İşte, Pedrillo’nun onunla bu derece ağır konuşması, konum ve özgüven açısından Osmin’den aşağı kalır olmadığının da göstergesidir. Tabii ki, bu cümle de kapı dışarı edilmiş. Ardından, Osmin’in, ”Ya beni gammazlarsan!” endişesi var. Caner oğlumuz burayı almış. İyi de, sabah akşam sopa attığı pısırık Pedrillo imajı ile kendisinden Paşa nezdinde çekinilen Pedrillo arasındaki uçurumu görmüyor mu? Kurusıkı dramatürjinin azizliği! Dahası var; Osmin’in kafayı çekip, sarhoş olmadan önce, Pedrillo’nun son ikna sözleri de, Osmin’in imajı açısından rejisör oğlumuzu rahatsız etmiş olmalı: [Neden gammazlamayacağının gerekçesi olarak]

Sanki artık birbirimize ihtiyacımız yokmuş gibi [konuşuyorsun]. Hadi, sağlığına! Muhammed’in senin şarap şişenle uğraşmaktan daha önemli işleri vardır.”

(Als wenn wir einander nicht weiter brauchten. İmmer frisch! Mahomet liegt längst auf’s Ohr und hat nötiger zu tun, als sich um deine Flasche Wein zu bekümmern.)

Aman Tanrım! Oğlumuz çoktan halının altına saklandı bile.

Osmin: Şarap ne kadar güzel bir içki; yüce peygamberimiz bana kızmayacaktır. Şarap harika bir şey. Değil mi, Pedrillo kardeş?

(Das ist wahr-Wein-Wein-ist ein schönes Getrank; und unser großer Prophet mag mir’s nicht übel nehmen-Gift und Dolch, es ist doch eine hübsche Sache um den Wein-Nicht-Bruder Pedrillo?)

Fazla yoruma gerek olmamalı. Osmin imajı için yeterince açıklayıcı. Oğlumuzunki için de. Beklenebileceği üzere, yarısı makas kurbanı.

İçki sahnesi alabildiğine kısa kesilmiş. Caner oğlumuzun gelecek planlarına taş koymaması gerek. Malum, siyasal ortam elverişli değil. Oğlumuz büyük sanatçı, işini bilir. Anlatacağız.

Uçan Acem halısı

Halı demişken, şu halı sahnesini de görmeden geçmeyelim: Saraydan kaçacaklar. Kızların pencerelerine merdiven dayanacak. Koca saraya itfaiye merdiveni gerektiğinden gerçekçi değil. Yetenekli rejisörümüzün aklına dâhiyane bir fikir gelir: Halı.

Pedrillo gecenin karanlığında, zor taşıdığı bir halıyı sırtlamış, oflaya puflaya getiriyor. Demek ki, halıya binip kaçacaklar. Hani, Arap masallarında uçan halı var ya, gâvurun uçan süpürgesine karşı… Osmanlı kültürüne de, çocuk edebiyatına da pek uygun. Ayrıca, oğlumuz liberal; ”vatan”ı “gelir” diye algılıyor, GİS’çi de. Yani,  Girişim Savaşçısı öyle kuru kuruya kız kaçırtır mı? O kadar riskin sıkı bir avantası da olmalı, tek başına kız kesmez. Saraydan değerli bir Acem halısı kaldırsa, hem düğün masraflarıyla ev parası çıkar, hem Osmin’den yediği dayakların tazmini… Nakliye ücreti de yok. Üstelik, suç da değil, çünkü operanın konusu kız kaçırma, halı konu dışı kalıyor. Bir taşla kaç kuş!

GİS mi nedir?

Az biraz sabır. Anlatacağız.

Pedrillo’nun kaçış sahnesinden hemen önceki sözleri, tıpkı Blonde’unkilerde olduğu gibi, Osmanlı kültürüne simgesel bir bakış. Elbette budanmış: [Yakalanma olasılığını düşünerek]

Şu an kalbimin çarpmadığını söylesem, büyük bir yalan söylemiş olurum. Bu kederli Türkler en küçük şakadan bile anlamıyorlar; Paşa da, din değiştirmiş olmasına rağmen, bu konuda tam bir Türktür…”

(Ach, wenn ich sagen sollte, daß mir’s Herz nicht klopfte, so sagt ich eine schreckliche Lüge. Die verzweifelten Türken verstehn nicht den mindesten Spaß; und ob der Bassa gleich ein Renegat ist, so ist er, wenn’s aufs Kopfab ankommt, doch ein völliger Türke…)

Caner oğlumuz, kaçış hazırlıkları ve son kontroller ile ilgili Pedrillo’nun temkinli, akılcı yönlerini gösteren tüm ayrıntıların üzerinden atlamış. Uzatmamak için vermeyelim. Geriye İbiş kalmış. O kadar ki, yakalandıklarında Osmin’e, “Kardeşim mey ister misin?” diyor. Güler misin, ağlar mısın?

Aslı ise şöyle:

Pedrillo: “Kardeşim, anlarsın ya, bu yalnızca bir şaka. Bu akşam müsait olmadığın için, senin kadıncağızı biraz dolaştırayım, dedim. [Sessizce Osmin’in kulağına] Biliyorsun, Kıbrıs şarapları yüzünden.”

(Brüderchen, Brüderchen, wirst doch Spaß verstehn? Ich wollt dir dein Weibchen nur ein wenig spazieren führen, weil du heute dazu nicht aufgelegt bist. Du weißt schon (heimlich zu Osmin) wegen des Zypernweins.)

Yukarıda “şaka”ile ilgili ilk konuşma çevrilmeyince, ikinci de konamıyor. Oysa, burada Pedrillo’nun zekası görülüyor. Gammazlanmaktan korkan Osmin’e şarap içtiğini gizlice hatırlatarak, bir tür şantaj yapıyor. Çünkü şarap içme olayı tam bir gizlilik içinde yapılmış, Osmin, Paşa’nın duymaması konusunda çok hassas. Herkesin içinde “mey ister misin?” denir mi? Tam İbiş’lik durum. Ergen rejisörümüz anlayamıyor.

Osmin’in Pedrillo’ya kellesinin gideceğini söylemesi üzerine, Pedrillo’nun yanıtı, burjuva rasyonalitesinin başka bir örneği:

Senin bu işte çıkarın ne ki? Benim kellem gidince, seninki daha mı sağlamlaşacak?”

(Und hast du einen Nutzen dabei? Wenn ich meinen Kopf verliere, sitzt deiner um so viel fester?)

Elbette, bu da sahnede kendine yer bulamamışlardan.

Pedrillo’nun Blonde ile birlikte Selim Paşa’nın affına konu olmalarını da yine Pedrillo sağlıyor. Son derece akılcı bir yöntemle. Tabii, oğlumuz burayı da atlayıp, işin ağlak kısmını almış:

“Biz bedbahtlar da sizin merhametinize sığınmaya cesaret edebilir miyiz?”

Oysa, librettoda bu talebini gerekçelendiriyor:

Çok genç yaşlarımdan beri, efendimin sadık bir hizmetkârı oldum.”

(Ich war von Jugend auf ein treuer Diener meines Herrn.)

Çok akıllıca; kendi öyküsünü Belmonte’ninkinin bir parçası haline getirdiği için, onun yararlandığı affın da bir parçası olmayı başarıyor. Caner oğlumuzun “ille İbiş”  yaklaşımı, gerçek Pedrillo’yu tanımamızı tamamen önlüyor.

Berk Dalkılıç ve Onur Turan reji katliamından sağ kurtulamayan diğer iki isim. Pedrillo olmasa bile, İbiş rolünün içini dolduruyorlar. Aşırı oyunculukları ne inandırıcılık, ne de canlılık bırakıyor. 2019’da İDOB’a giren genç tenor Berk Dalkılıç için kötü bir başlangıç. Sahne ve teknik olgunluk konularında daha katedeceği yol var. Stili önemsemeli. Müzikal ile plastik olanın ilşkisini de. Ha, bir de, bu sanatta saygın bir yer elde edebilmenin yolunun genel müdür şakşakçılığından geçmediğini.

Onur Turan müzikalci olduğundan, ses ve sahne performansında daha “light” takılıyor. Role asılmaması, çocuk operası formatlı bu rejiye daha uymuş izlenimi veriyor.

Galata bankeri Belmonte

Belmonte şövalye ruhlu, romantik bir aristokrat. Artık, tarihsel dönemi kapanmış bir çağın son temsilcilerinden. Cesur, özgüvenli, hesapsız eylemli ve gururlu. Yanında “burjuva Pedrillo” olmazsa, yolunu kolayca kaybedebilecek kadar gerçeklik dışı. Bu mesajın anlamı açık: XVIII. yüzyılda “burjuva rasyonalizmi” olmaksızın hareket etmek, yalnızca Don Kişot’luk olur. Nitekim, Saraydan Kız Kaçırma Belmonte-Pedrillo sınıfsal farklılığı ve karşılıklı bağımlılığını, dönemin tarihsel gerçekliği çerçevesinde yeterince vermektedir.

--Banker kız kaçırmaya kalkınca…--


Belmonte, Konstanze ile ilişkisi açısından Selim Paşa’nın rakibi, babası nedeniyle de siyasal ve kişisel düşmanıdır. Karmaşık bir durum. Paşa ile olan ilişkisinde bu iki özelliğin özenle ayrıştırılması büyük önem taşıdığı gibi, ciddi bir dramatürji çalışması ve reji becerisi de gerektiriyor.

Oysa, ergen oğlumuzun eline verilen pusulada, Belmonte gavurunun Selim Paşa’nın tırnağı bile olamayacağı, korkak, bencil, sığ biri olduğu yazılı. Hadi bakalım, çık işin içinden!

Allahtan, Yekta Teyze’nin yazdıkları var. Koskoca müdür, başrejisör, yüksek siyasal çevreler ile içli dışlı. Rol modelimiz. Bizim bilgimiz kadar onun unutmuşluğu var. Ondan iyi kim bilebilir ki? Belmonte’yi ne güzel anlatmış:

Son derece materyalist… kurum ve kibirli… bencil…”

Oğlumuz düşünür: “Yahu, daha XVI. yüzyılda böyle olan adam 1918’de ne olmaz ki?!

Sıkı bir işadamı olur.

Vallahi olur.

Işıklar söner; uvertür başlar ve biter; ilk aryanın ilk notaları. Belmonte bej takım elbisesi, bastonu ve bavulu ile Orient Express’ten inip, Saray’a iş bağlamaya gelen Galata bankeri edasıyla yaklaşmakta.

Belmonte bu lapacı mı?” diyorsunuz.

İlk şoku atlattıktan sonra, dilinizde sessiz iki sözcük: “Hadi hayırlısı!”

İlk arya, ”Hier soll ich dich denn sehen…”, umut dolu, heyecan dolu. Nihayet, aylar sonra sevgilisini görecek. Bizim banker Belmonte bir söylüyor ki, hasından uzun hava; ne umut, ne heyecan. Matem alayı; borsada kara Perşembe. Erdem Erdoğan yıllardır aynı rolde, işi otomatiğe bağlamış; metal soğukluğunda bir ruhsuzluk. Reji yaratıcılığı ayrı bir hikâye: Saraya, gizlice, merdivene tırmanıp, duvardan atlayarak giriyor. Aryanın bir bölümünü merdivende söylüyor. Takım elbise, baston. Görüntü komik ötesi. “Fakat oraya nasıl duhledeceğim?”i gayri müslim şivesiyle merdiven tepesinde, o kılıkta söyleyince, tuluata geldiğiniz tescillenmiş oluyor. Daha da tuhafı, merdivenle girdiği sarayın kapısından çıkıyor olması. Belki de kapı sensoriel sistemle içeriden otomatik açılıyordur.

Dakika bir, gol bir; Osmin ile düetinde ürkek, korkak, Osmin’in sopasını yemekten zar zor kurtulan bir Belmonte ile karşılaşıyoruz. Osmanlıcılık bunu gerektiriyor.

Belmonte-Pedrillo diyaloğu amatör ve torpilli oğlumuzun rejisörlük kapasitesi ile ilgili diğer bir ipucu:

Pedrillo: … Şükür, Selim Paşa üçümüzü yani, sevgiliniz Konstanze’yi, Blonde’um ve beni esir mezatından iştira etti.

Belmonte: Ne diyorsun? Konstanze onun aram-ı canı [sevgili] mı?

Yukarıda değindik; asilzadelerin çoğu geri satılmak için alınır. Onlar için otomatik cariyelik yok. Ancak, Konstanze’yi sıradan sayıp, Selim Paşa’yı yüceltmek için, librettoda neden-sonuç ilişkisini kuran bölümler atlanmış. Pedrillo’nun yukarıdaki konuşmasından atılan cümle şu:

Pedrillo: (…) Konstanze onun [Paşa’nın] gözdesi oldu.

İşte bunun üzerine, Belmonte, gayet mantıklı ve doğal biçimde, “aram-ı canı mı?” diyecektir. Ardından gelen cümlenin de mantıksal bağlamı yok:

Pedrillo: Telaş etmeyiniz. O bed-hal bir yerde değil.

Belmonte: Konstanze hâlâ bana sadık mıdır?

Bu şekilde konuşulduğunda tuluat karakterlerinin dolgu cümlelerini dinlemiş olursunuz. Oysa, bu iki cümle arasında, Pedrillo’nun yukarıda tamamını verdiğimiz, Paşa’nın din değiştirmiş biri olduğu ve Osmanlı-İslam kültürünün kadın anlayışına sahip olmadığını anlatan söylemi var. Belmonte, Paşa’nın bu özelliğinin, Konstanze’ye sevgisine rağmen yeterli bir garanti olup olmadığını doğrulatmak için sadakat konusuna girer. Unutmamalı ki, kıskançlık konusu bu operanın yeraltı suyudur.

Bu kırpılmış diyalogtan çıkan sonuç ise, Belmonte’nin oldukça et kafalı biri olduğudur. Tam da Caner oğlumuzun istediği gibi. Hele, kaçış için bir gemi ayarladığını anlattığı bölüm, gerçekten çocuk oyunu.

Nasılsa bedava

Caner oğlumuzun şaşırtma katsayısı çok yüksek. Banker Belmonte’nin, “Konstanze! dich wiederzusehen, dich!” aryasında, Konstanze ile ilgili olarak, “…Bu onun fısıltısı mı?... İç geçirmesi mi?...” (“…Ist das ihr Lispeln?... War das ihr Seufzen?bölümü geldiğinde, sarayın içinden yükselen bir kadın kahkahası duyulur. Ha fısıltı, iç geçirme, ha kahkaha, ne fark eder ki? Zaten bu aşüfte Konstanze’ye kahkaha daha çok gider. Bankerin o andaki oyunculuğu katıksız şizofrenik. Aryanın sonuna doğru, sahnenin ortasında bulunan ve saray dünyasına aidiyet simgelerinden biri olan yer minderine oturur; “Ne kadardır ayaktayım. Paşa gelene kadar şu mindere çökeyim, nasılsa bedava.” Neden oturur, neden kalkar? Çaylak rejisörümüz sahne hareketliliği stajını İDOB’ta yapıyor da ondan.

Pedrillo Belmonte’yi Paşa’ya mimar olarak tanıtır. Paşa’nın tepkisi:

“Marifetini teşhir et de görelim…”

Oysa, librettodaki hava farklı:

“Hımm, seni beğendim; neler yapabileceğini görmek isterim …”

(Hm! Du gefällst mir. Ich will sehen, was du kannst.)

Caner oğlumuz Paşa’nın Belmonte gâvurunu beğenmiş olmasını Osmanlılığın şanına yakıştıramamış. Bu cümleyi çıkarmış.

Yekta Teyze’si Belmonte’ye, “materyalist, bencil” dedi ya, oğlumuza Ankara’dan, ”bu gâvurların akılları fikirleri paradır, tasavvufu bilmediklerinden kaşalot ruhlu olurlar. Bu nedenle de bizi AB’ye almazlar” dediler ya; topla ikisini, “Hiç, sevgilisi için kendini feda edecek gâvur olur mu?” sonucuna kolayca ulaşırsın. Örnek mi?:

Belmonte: Onu gördüm! Keşke onunla muhabbet-i ebedi mümkün olsa!

Bakın, bu ılık limonata cümlesinin aslı nasıl:

“… Onu gördüm; güzel, sadık, dünyalar iyisi o kızı gördüm! Ah, Konstanze, senin için neleri göze almazdım ki?!”

(…Ich habe sie gesehen, hab’das gute, treue, beste Mädchen gesehen! O Konstanze, Konstanze! Was könnt ich für dich tun, was für dich wagen?)

Aynı, değil mi?

Virüs mü? Vuslat mı?

--Virüs mü, vuslat mı; yoksa hisse senedi mi?--


Geliyoruz amatör ve torpilli rejisörümüzün bir diğer incisine. Hani, bu gâvurlar, Osmanlı soyu olan bizlerden farklı olarak, bencil, paragöz, teneke kalpli filandırlar ya, işte, bu gerçek, çok gerçekçi biçimde gösterilmiş:

Belmonte ve Konstanze gizlice buluşuyorlar. İkisi de bu anı aylardır bekliyor. İkisi de ölümü göze almış. O an ne oluyor, biliyor musunuz? Birkaç saniye ellerini birbirlerine veriyorlar, “galiba Polka yapacaklar” diyorsunuz. Sonra Konstanze ellerini çekip uzaklaşıyor. Ne sarılma, ne koklaşma. Üstelik ağzından şunlar dökülürken:

“Bu mümkün mü? Onca sıkıntı ve felaketten sonra, seni tekrar kollarıma almak.”

(Ist’s möglich? Nach so viel Tagen der Angst, nach so viel ausgestandenen Leiden, dich wieder in meinen Armen.)

Meğer bu arızanın çok ciddi bir nedeni varmış. Oğlumuz açıklıyor:

“…İki âşık birbirine kavuştuğu zaman sarılır. Ama biz bu kez gösteride bunu yapamıyoruz. Çünkü âşıklardan biri uzak yoldan geliyor. Hissettiği sevgi ve aşkı uzaktan göstermek durumunda kalıyor.” (Birgün, 24 Eylül 2020, Milliyet, 20 Eylül 2020)

Bu çocuk gerçekten ergen. İnsan ne diyeceğini bilemiyor. Siyaset kurumu bu cinsi her zaman parmağında oynatmıştır. İzleyen bölümde anlatacağız. (2020 temsili Youtube’da var; 1.16.10. dakikadan itibaren izleyin. En ufak bir pandemi gölgesi var mı? 2021’dekinde pandeminin esamisi bile okunmuyor.)

Ardından gelen ünlü kıskançlık sahnesi tek kelime ile mum dikiyor:

Her iki adam da kızlara, kendilerini aldatıp, aldatmadıklarını soracaklar. Özellikle Belmonte-Konstanze açısından çok zor bir diyalog. Her davranışın ayrı önemi, anlamı var. Şan ve teatralite dengesinin en hassas olduğu anlardan biri. Aa, lapacı banker afiyetle basamağa oturuyor; öyle endişe, kaygı belirtileri falan yok. “Uzun yoldan geldik, şu basamakta soluklanalım, nasılsa, bedava.” Yanına da Pedrillo’yu oturtuyor. Bir basamak alta, ayaklarının diplerine de kızlar ilişiyor. Açıkhava sinemasında, birazdan film izleyecek gibiler. Belmonte eğilip, Pedrillo’ya bir şeyler der:

Oğlum, bu karılar bizi boynuzlamış olmasın?”

Bi soralım müdürüm.

Sorarlar. Pedrillo tokadı yer, Konstanze’nin tepkisi “küstüm sana” modunda. Ayrıntısını yukarıda anlattık.  “Böyle bir lagar reji olamaz, daha hamşosu bulunamaz”, diyorsunuz. Yanılıyorsunuz, oğlumuz ergen doyumsuz, taş taş üzerinde bırakmamaya and içmiş:

Karılar ateş püskürdü, demek ki boynuzlamamışlar” sonucunu çıkaran Belmonte ve Pedrillo af dilemek için kızların dizlerine kapanırlar. İbiş dizlerinin üzerinde Blonde’un peşinden sahne turu atar. Banker ise, dizlerinin üzerinde, Konstanze’nin eteğine kedi gibi başını sürtmeye başlar. Tamı tamına Mehmet Ali Erbil. Sakın Seria-buffa farkı bu olmasın? Artık bütünüyle narkozun etkisi altındasınız ve sanrılar görüyorsunuz:

Kadınlar tarafından affedilen Banker ile İbiş dirsek kutlaması yaparlar.

Çapkınlığa çıkmış iki arkadaş:

“Karıları ne biçim ikna ettik ama!”

Dirsek kutlaması mı ne?

Hani, GİS var ya, Girişim Savaşçıları teşkilatı, Caner oğlumuz da oranın üyesi, işte, onların tebrik usulü.

--Operada GİS selamı, GİS’te opera kelamı.--


Girişim Savaşçıları mı ne?

Anlatacağız dedik ya…

Çirozun teki…

Yakalanma ve Paşa tarafından affedilme sahnesinde, ergen oğlumuz, Belmonte’nin nasıl çiroz kişilikli olduğunu gösterip, altın vuruşu yapmak için neredeyse librettoyla kendi imgelemini ya da aldığı emri takas etmiş.

Belmonte Yençeriler tarafından yakalanınca, bacakları titriyor, ağlamaklı bir sesle,

Lütfen beni azad edin” diyor.

Oysa, libretto tam tersini söylüyor; değil korkmak, ağlamak, Yeniçeri askerlerine direnerek postasını koyuyor:

Belmonte (Karşı koyarak): Alçaklar, bırakın beni!

([wiederzetz sich noch]  Schändliche, laßt mich los!)

Yeniçeri askerine “alçak” deyip, karşı koyuyor. Asker de ona,

“Yavaş ol bakalım, genç adam, yavaş ol! Bizim elimizden o kadar çabuk kurtulunmaz.”’ı yapıştırıyor.

(Sachte, junger Herr, sachte! Uns entkommt man nicht so geschwinde.)

Orada, askerlerle Belmonte arasında fiziki bir dalaş var. Caner oğlumuzda ise, bastonu, takım elbisesiyle korkudan titreyen bir lapacı banker.

Eh, böyle biri kendi paçasını kurtarmaktan başka ne düşünür ki?:

“… Asil bir İspanyol ailesindenim. Benim için her şeyi ödeyebilirler, miktarı siz tayin edin…”

Belmonte’nin makaslanmış gerçek sözleri:

“… Asil bir İspanyol ailesindenim, benim için her şeyi ödeyebilirler… Kendim ve Konstanze için dilediğiniz miktarda bir fidye belirleyin…

(… Ich bin von einer großen spanischen Familie, man wird alles für mich zahlen… bestimme ein Lösegeld für mich und Konstanze so hoch du willst…)

Caner oğlumuzun korkak, bencil, materyalist bankeri elbette Konstanze için ne yaşamını tehlikeye, ne de elini cebine atar. Ayrıca, ”fidye” sözcüğüne de yer vermek doğru olmaz, çünkü şanlı Osmanlı paşaları öyle kötü işler yapmazlar. O tür işleri gâvurlar yapar.

Paşa’nın kararını duymadan önce ödlek bankerimiz boynu bükük,

Evet Paşa, intikamını benden al, her şeye razıyım.” (Sanatçılara dağıtılan metinde, “intikamını benden al” cümlesi de yok.)

Buradaki düşük profile karşın, Belmonte’nin librettodaki sözleri çok daha yüksek perdeden, Paşa’yı köşeye sıkıştıracak cinsten:

“Evet Paşa, kararını, bildirirkenki hiddetin ölçüsünde bir soğuk kanlılıkla bekliyorum. Babamın sana yaptığı haksızlığı, intikamını benden alarak düzelt. Her şeye hazırım ve seni ayıplamıyorum.”

(Ja, Bassa, mit so vieler Kaltblütigkeit, als Hitze du es aussprechen kannst. Kühle deine Rache an mir, tilge das Unrecht, so mein Vater dir angetan; ich erwarte alles und tadle dich nicht.)

Paşa’yı küçük düşürecek bir konuşmadır. Babanın intikamını çocuktan alma teması oldukça iğneleyici ve yargılayıcıdır.

Hayretten mahcup çıkarmak

Paşa’nın af kararından sonra Belmonte’nin sözlerine de oğlumuzca gerekli ayar verilmiş:

“Zat-ı âliniz beni mahcup ediyor.”

Libretto ise şöyle söylüyor:

“Beni hayrete düşürüyorsunuz…”

(Herr! Du setzest mich in Erstaunen…)

Hayrete düşürmek ile mahcup etmek arasındaki farkı açıklamaya gerek yok. Belmonte, Paşa’nın affı ile mahcup duruma düşmediğini, ancak şaşırdığını belirterek, bir önceki yüksek perdeden konuşmasının yalnızca mantıki devamını getiriyor.

Yakalandıklarında, Belmonte ve Konstanze, tıpkı Pedrillo ve Blonde gibi gözaltına alınırlar. Paşa’nın ceza kararı beklenmektedir. Hükmün ölüm olacağı inancı yüksektir. Bu beklenti içine yerleştirilmiş olan Belmonte-Konstanze düeti, müthiş bir duygusal yoğunluk ve derinliktedir. Her biri diğerinin ölümüne neden olacağı için ağır bir vicdan muhasebesi içinde, ancak, “birlikte ölme sevinci”ni vurgulayan karşılıklı sözler ile teselli arayışındadır. Bu zor duygusal tablonun dramatürjik ifadesi çetin ceviz sayılmalıdır. Çok sade, az hareketli ama çok etkileyici bir oyunculuğu yeşerten reji…

Yani, bizim ergene asla teslim edilemeyeceklerden. Oğlumuzun kültürü arabeskle yoğrulmuş, ne yapsın; önce her ikisini de gemi halatı benzeri iplerle sarayın sütunlarına bağlatır ama, bahçe köpeği zinciri benzeri tasmalarını uzun tutturur. Görüntü tam film: Bastonu hemen yanında bulunan lapacı banker ile mürebbiye kılıklı Pakize birbirlerine yaklaşmalarını önleyen görünmez bir engelin ardından karşılıklı ağlaşıyorlar. Bir an geliyor, yaklaşmaya başlıyorlar, meğer engel falan yokmuş; herhalde, “ölmeden önce bir de virüse yakalanmayalım”, demiş olmalılar. Bitişik nizama geldiklerinde sırt sırta verip tuhaf hareketlerle bir sürtünme seansına başlıyorlar. Allah, Allah, bu da ne ola ki? Üstelik o sırada, “bu dünyada sensiz yaşamak en korkunç işkencedir”i söylüyorlar, iyi mi! Kaçmak için birbirlerinin ellerini çözmeye çalışıyorlar, desek, olacak şey değil; ne söylenenin, ne operanın, ne düz ne de dramatürjik aklın süzgecine uygun. Yoksa, oğlumuzun ergen fantezilerinden biri daha mı? Hani, hazır histerik Pakize bağlanmış, kelepçe durumları falan… Banker de bencil materyalistin teki; ölmeden önce son arzu olarak… Olur a, aynacı Selim, pandikçi Pedrillo, sado-mazo Konstanze’yi takiben… Neyse, sürtünme seansı duruyor, bu kez ipe dolanıyorlar. “Yok abi, çarşafa dolandı” mesajı mı? Tam bu esnada, bizim şakirt E.T yeniden ortaya çıkıp bunların halatlarını tutmasın mı? Artık havluyu atıyorsunuz. Gözleriniz etrafta bir çocuk, yoksa bir dahi arıyor. Bizim gibi sıradan ölümlülerin çözebileceği bir denklem değil de.

Başından sonuna pespaye, paçoz kişilikli görüntülenen Belmonte’yi kastederek, Paşa’nın Konstanze’ye, aşkına karşılık vermediği için pişman olma olasılığını dile getirmesinin esasını doğru algılamanızın önünde artık engel kalmamıştır:

Benim aşkımı bu lavuk için reddettiğine pişman olacaksın.”

Amaç hasıl oluyor; Paşa’nın ve Osmanlı’nın itibarı korunuyor.

Erdem Erdoğan büyük kaybedenlerden. Bırakın inandırıcılığı bir kenara, o kadar ruhsuz, didaktik söylüyor ki, kendinizi ders dinlerken buluyorsunuz:

“İşte, arkadaşlar, yanlışsız ve detone olmadan partinizi tamamladığınızda, bu işi kıvırdınız demektir. Rejiymiş, oyunculukmuş falan, onlar rejisöre yazılır…”

Herhalde bundan daha kötü bir sahne performansı sergileyemezdi. Yılların sanatçısı, operada rejinin ne kadar önemli olduğunu, sahnedeki inandırıcılığın sesin ve plastik unsurun bileşiminden oluştuğunu bilmiyor mu? Biliyorsa, “Yahu, Caner, bak bu Osmanlıcayı biz anlamıyoruz, izleyici nasıl anlasın, ayrıca bunun tam şu sırada siyasal bir anlamı da olabilir. Üstelik, bu rejide hepimiz çok naylon gibiyiz, bu çocuk operası değil, ben librettoyu okudum…” demedi mi? Ya Caner oğlumuzu büyük rejisör, yaptığını da büyük sanat zannediyor, ki bu durumda ortada ağır bir kültür ve entelektüel görgü sorunu vardır, ya da, işine geldiği için susuyor. Bunun da iki açılımı olabilir: İşbirlikçiler kervanına katılmış olmak veya “ortam sakat, hırtlık yapıp başımıza iş almayalım” demek.

Belmonte’yi, bıkkınlığın ve rakipsizliğin getirdiği tele sekreter misali söylemek yerine, ergenimizi biraz frenleyerek Pedrillo söylemesi çok daha nabızlı olabilirdi.

Ufuk Toker daha genç bir isim. Belmonte’yi yürek katarak söylemeye çalışıyor. Doğru yapıyor. Ses rengi de sırıtmıyor. Ama, rejinin çiroz Belmonte’si, tavuk yüreğinden büyüğünü taşıyamayacağı için, epey düztaban bir yorum izlenimi doğuyor. Sahnesi ile ilgili nesnel bir değerlendirme yapmak, tıpkı diğerlerininkinde olduğu gibi olanaklı değil; facia reji yüzünden hemen herkes dökülüyor.

Osmin: Vahi Öz ya da huysuz koşum mandası

--Sapına kadar Osmanlıyım!--


Osmin bu operanın sahneye taşınması en zor karakteridir denebilir. Buffa tarzı olduğu için karikatürleşmeye çok yatkındır. Ancak, Mozart’ın yaklaşımı “gerçek insan” ölçütüne de yaslandığından, ikisi arasındaki dengeyi başarıyla kurabilmek hiç kolay sayılmaz.

Caner oğlumuzdan böyle bir başarı beklemek hayalperestlik bile sayılamayacağından, biz işin öncelikle siyasal yönüne bakalım.

Yukarıda belirtildiği üzere Osmin tarihsel devrini tamamlamış, baskıcı, geri bir toplumsal düzenin simgesidir. Bu yönüyle, hem Selim Paşa’nın, hem de yabancıların karşıt kutbudur. Mozart onu “budala, kaba, kötü” olarak tanımlamıştır.

Caner oğlumuzun bütün çabası ise, bu simge ve tanımlamayı olumluya çevirmek, Osmin’den, kötülük ifadelerinin yalnızca dilinde olduğu sevimli bir “komik” yaratmaktır. Böylece, hem Osmanlı aklanacak, hem de iki Osmanlı, Selim Paşa-Osmin, arasındaki çelişik durum giderilecektir.

Bu işin bu librettoyla yapılabilmesi olanaklı olmadığı için, oğlumuz kendini librettoyla değil de Saray ile bağlı kabul etmiş, bu da kendisine geniş bir cüret alanı açmıştır.

Fetih ideolojisi kundağında İspanyol gribi

İlk adım, Osmin ile İspanyol gribini ilişkilendirmektir. Onun yabancılara yönelik geleneksel düşmanlığı, İspanyol gribi öne sürülerek gölgelenir. Tam bir dramatürjik zorlama ve amatörlük. Hadi, Belmonte dışarıdan geldi, ona karşı hassas, peki, aylardır aynı ortamda yaşadığı Pedrillo’ya karşı aynı hassasiyetin gerçeklik ile bir ilişkisi olabilir mi? Zaten, diğer karakterlerin pandemi ile hiçbir biçimde ilişkilendirilmeyip, yalnız Osmin’in bu kapsama alınmış olması, durumu yeterince açıklıyor:

Osmin karakterini ben bu prudüksiyonda daha pimpirikli, hastalık hastası bir karakter olarak ele aldım. Osmin zaten komik bir karakter, bir de üzerine korkusunu ön plana çıkarınca, eser daha değişik bir noktaya taşınmış oldu.” (Birgün, 24 Eylül 2020)

Osman karakterini pimpirikli, hastalık hastası bir insan olarak çizdim. Dolayısıyla, maske ve kolonya kullanımı ile sosyal mesafe ön plana çıktı.” (Milliyet, 20 Eylül 2020)

Anlıyoruz ki, pandemi işi Osmin’i daha “komik” hale getirmek içinmiş. Oysa, Osmin’deki “komik”unsur artırılırken,”gerçeklik” katsayısı düşürülür. Yapılan hiç de masum değildir:

a) Dramatürjik olarak, Osmin’i karikatüre dönüştürür. Ortaya en fason haliyle bir Vahi Öz çıkar.

b) Osmin kişiliğinde görünür kılınan yabancı düşmanlığı paranteze alınır. Osmin’in yabancı düşmanlığı, “pimpirikli”, ”hastalık hastası”olması ve virüsün de dışarıdan geliyor oluşu nedeniyle onlara mesafeli duruşuyla açıklanır. Yani, konu tamamen bireyseldir, ideolojik, kültürel boyutu yoktur. Oysa, Osmanlı kültürünün omurgasını oluşturan fetih ideolojisinin ne menem bir şey olduğu, ”yabancı” kategorisine nasıl yaklaştığı sır değildir.

Osmin’in yabancılara bakış açısının ayrıntılarını, yukarıda, Selim Paşa bölümünde ele almıştık. Tabii, Selim Paşa ile çelişik konumunu da.

Caner oğlumuz pandemiye karşı kolonya kullanımının gerçekte bizim has kültürümüze ait olduğunu, yani, yerli ve milli olduğunu, Osmin’de de bu nedenle doğal karşılanması gerektiğini söylemeye çalışmış:

Alkol bazlı hijyen sağlayıcıların İspanyol gribi döneminde de önemi çokmuş ama bizim kültürümüzün çoktan organik parçasıymışlar: “Anadolu’da bir eve gittiğinizde size ilk kolonya ikram edilir. Bunların hiçbiri sebepsiz değilmiş…” (Birgün, 24 Eylül 2020)

Ergen oğlumuz, Anadolu’da ziyarete gidilen evde kolonya verilmesinin, gelen misafiri dezenfekte etme amacı taşıdığını sanıyor.

Ne denir?

Allah encamını hayreylesin!

Osmanlı baş eğer

Osmin’in kadınlara bakış açısını Blonde bölümünde örneklemiştik. Caner oğlumuzun librettoda sansürlediği bir cümleyi daha verelim:

Blonde’a sinirlenip, eve girmesini söyler. Gelen red cevabı karşısında:

Beni şiddet kullanmak zorunda bırakma.” der.

(Mach nicht, daß ich Gewalt brauche.)

Osmanlı-İslam kültüründe kadına şiddet gâvurların uydurduğu bir karaçalma olduğu için, oğlumuzun bunu makaslaması yerinde olmuş.

Bu arada, Osmin karakterinin ipuçlarını veren anlamlı bir bölüm daha makas kurbanı:

Osmin Blonde’a eve girmezse şiddet kullanacağı tehdidini savurduktan sonra, aralarında geçen konuşma:

Blonde: Şiddete karşı şiddetle cevap veririm. Hanımım burada, bahçede beklememi istedi. Biliyorsun, Paşa’nın gözdesi, göz bebeği, her şeyi; sana elli sopalık falaka bir sözüme bakar. Hadi, git şimdi!

Osmin: (Kendi kendine) Bu kız bir şeytan! Ben gerçek bir müslümanım, baş eğmek zorundayım; yoksa tehdidi gerçeğe dönüşecek.

(Gewalt werd’ich Gewald vertreiben. Meine Gebieterin hat mich hier in den Garten bestellt; sie ist die Geliebte des Bassa, sein Augapfel, sein alles; und es kostet mich ein Wort, so hast du fünfzig auf die Fußsohlen. Also geh!)

([für sich]Das ist ein Satan! Ich muß nachgeben, so wahr ich ein Muselmann bin; sonst könnte ihre Drohung eintreffen.)

Burada, Osmin’in otorite karşısında ilkesel olmayan, ürkek tutumu görülüyor. Bunun, Mozart için önemi büyük. Blonde’un bireysel özgürlükçü, muhalif tavrı ile kıyaslandığında, mutlak otoritenin insanları sindirip nasıl kişiliksiz kıldığı, eyyamcı bir yaşam algısı yarattığı açıkça vurgulanmış oluyor. Dahası, konunun müslümanlık ile ilişkilendirilmesi Osmanlı’nın toplumsal, bireysel kültürüne gönderme yaptığı gibi, onun aynasında, Salzburg prenslik yapısının dinsel-idari otorite bütünlüğüne de sıkı bir eleştiri anlamı taşıyor.

Dolayısıyla, Caner oğlumuzun Saray’a yanaşıp post kapma operasyonuna oturaklı takoz olacak nitelikte. Çiz üstünü gitsin!

Yakalandıklarında, Belmonte Osmin’e rüşvet olarak kese altın teklif eder. Osmin’in Caner oğlumuzca uygun bulunan yanıtı:

Altın mı? Azat etmek mi? Kellelerinizi isteriz. Böyle bir imkân kolay vuku bulmaz.”

Librettodaki yanıt ise şöyle:

Manyak mısınız? Paranıza ihtiyacım yok; o zaten benim olacak. Kellelerinizi istiyorum.”

(Ich glaube, ihr seid besessen? Euer Geld brauchen wir nicht, das bekommen wir ohnehin: eure Köpfe wollen wir…)

Osmin’in kelleler ile birlikte paraya da el koyacak olması Caner oğlumuz için yüksek Osmanlı şeciye ve ahlakına iftira anlamı taşıdığından, elbette yerli ve milli sahnemizde yer bulamaz.

Osmin tipini iyi işlemek kolay değil. Torpilli rejisörümüz Saray militanlığına soyunduğu için, Selim Paşa odaklı bir dramaturji düşünmüş. Osmin’in de dikenlerini ayıklayıp, bir tür “proleter Selim” yaratmayı denemiş: Astığı astık, kestiği kestik bir şark ağzı ama kalbi yumuşak, zarar vermeyen tonton bir Nasrettin Hoca. Sonunda, kimseye kötülük yapmaksızın tek kaybeden o oluyor, her şey dilinde. Oysa, Saraydan Kız Kaçırma’da, Osmin Selim’e göre değil, Selim Osmin’e göre tanımlanmıştır. Bu durumun dramaturjik akışta ve rejide görünür olması gerekir.

Bizim Osmin o kadar karikatür ki, hiçbir insani yaşam belirtisi yok. Tam bir anti-Mozart.  Oysa, librettoda Osmin’i insan olarak işleyebilmek için bazı damarlar yok değil: Bütün “edepsizliği”ne rağmen, Blonde’a olan sevgisi, Pedrillo’ya olan tepkisindeki duygusal rekabet (Blonde’u seven iki erkek) ile ideolojik konumlanma (yabancı düşmanlığı) arasındaki denge, otorite ile zaaflarını birbirine bağlayan ilişkiler gibi.

Tuncay Kurtoğlu’nun iyi sahnesi ve 20 yıllık Osmin deneyimi görüntüyü kurtarmaya yetiyor da, Osmin’i tuluat karikatürü olmaktan kurtaramaya yetmiyor. Banko “buffa” rol için her şey yerli yerinde, ama yalnızca o kadar. Osmin, bildiğiniz ironik soslu huysuz koşum mandası. Elbette, hesap Kurtoğlu’nun değil, ergen oğlumuzun masasına konacak.

Bu arada, Osmin’in Blonde tarafından gözlerinin kapatılması sahnesinin, El Rapto en el Serrallo, Zubin Mehta, 2002 yorumundan epey esinlendiğini de belirtmeli.

Rejisörümüz o kadar acemi ve aceleci ki, Osmin’i XVI. yüzyılda unutmuş. Selim Paşa’yı merkeze alınca, Mozart’ın ayıplısı Osmin ikincilleşmiş. Kostüm, duruş hiçbir şey 1918’i çağrıştırmıyor. Eğer, bu tuhaflık “buffa” etkisini artırmak için düşünülmüş kontrast temelli bir girişim ise, tuluat anlamında tutarlı, opera anlamında çocuksudur.

Caner oğlumuzun “Osmanlıca opera” militanlığına gelince; ister istemez Ahmet Mithat’ı anımsatıyor:

Bu lisan-ı Osmani öyle bir hal aldı ki, sonunda ne Türk, ne Arap, ne Acem anlıyordu.”

Konuşma bölümünün son cümleleri yüz yıl sonra islamcı zihniyetin yukarıdaki duruma geri dönme dayatmasını bu kez opera sahnesinde hortlatıyor:

Selim: Enva-ı ihsan ile muvaffakiyet gösteremediğin insanları ruh-ı pakında ırak eyle.

Osmin: Derk-i dekayık edemedim.

Selim: Yani, güzellikle ve iyilikle elde edemediğimiz insanları bırakalım!

Bakın, Selim Paşa’nın söylediğini Osmin anlamıyor. Biz her ikisinin de dediğini anlamıyoruz. Sonunda Selim Paşa hem Osmin’e, hem de bize ne söylediğinin çevirisini yapıyor.

Belirtmeye gerek yok ki, son iki cümle librettoda yer almıyor. Oğlumuz eklemiş.

Epilog

Saraydan Kız Kaçırma’nın son İDOB versiyonu Cumhuriyet tarihinin ilk Osmanlıca tuluat operası olarak kayıtlara geçti. Gerici bir siyasetin sanatı ne hale düşürebileceğinin en açık örneklerinden biri olarak, ibretlik sıfatıyla, konservatuarlarda ders malzemesi olarak kullanılmalıdır.

Toparlama amacıyla bazı noktaların altını çizelim:

1) Opera yüksek müzik sanatları içinde siyasal rengin en kolay görülebilir olduğu türdür. Çünkü, bünyesinde plastik bir unsuru, “teatral”i barındırır.

2) Operada dramatürji ve reji en az şan kadar önemli ve ağırlıklıdır. Tıkalı bir dramatürji ile kötü bir reji çok parlak seslere beton dökebilir. Çünkü opera konser değildir. Sesin teknik yetkinliği dışında, “inandırıcılık” adlı gizemli bir formüle gereksinimi vardır. Operayı ses şovu yapılan yer olmaktan çıkarıp, yüksek sanat ligine alan temel özelliklerden biri budur. İşte, dramatürji ve reji bu özelliğin ortaya çıkmasını sağlayan vazgeçilmez disiplindir. Bizde dramaturgluk ve rejisörlük, tıpkı şeflik gibi, yeterince önemsenmemiştir. Bunun tarihsel nedenleri var. Dramaturg, rejisör ve şef; her üçünün de entelektüel bilgi ve görgüden oluşan ciddi bir donanıma  sahip olması gerekir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra çoksesli müzik politikası “icra”odaklı yapılanınca, entelektüel kaygılar ikinci plana atıldı. Siyasal nedenleri vardır. Her üç kategoride de insan çıkarmak bu toplum için, tarihsel kültür boşluğu nedeniyle zaten zor ötesidir, buna bir de siyasal ortam ve kurumsal zafiyet sorunları eklenince, bu konumlara yerleşen kişilerin çoğu yalnızca birer kadro adı taşımanın ötesine geçememişlerdir.

Bir opera sahnesinde dörtlü bir emniyet sistemi olmalıdır. Rejisörün sigortaları yetersiz kalırsa, dramaturg devreye girer. Onunkiler yetmezse, bu kez ağırlığı olan sanatçıların müdahalesi gelir. O da yeterli olmazsa, genel sanat yönetmeni konuya el atar. Hassas dengeleri olan çetrefil bir ekip çalışmasıdır.

Napolyon’un ünlü sözüdür,”Dünyayı dize getirdim, Paris Opera’sının bir prima donnasıyla baş edemedim.

Son derece amatör, torpilli bir işbirlikçi militan rejisör olarak atanıyor. İDOB’un dramaturg kadroları yıllardır kanayan yara. Onun oğlu, bunun kızı, eşin dostun boşta gezer çocuğu, yeteneği, entelektüel düzeyi yeterli mi, değil mi bakılmaksızın buralara yerleştirilir. Ne yaparlar, ne ederler, İDOB yazı dizimizde ayrıntılarıyla ele alacağız. Rejisörün hangi boşluğunu kapatacaklar? Sanatçılar ayrı alem; ya hiçbirinin sanatsal ağırlığı yok, ya da “ben partimi söylerim, kalanına karışmam” hafifliği içindeler. Bu konuya şimdilik girmeyelim. Genel sanat yönetmeni/müdüre gelince, koltuğunu korumak için her şeye razı.

İşte, Saraydan Kız Kaçırma  adlı kepazeliğin sahnelenebilmiş olmasının altyapısı budur.

3) Operada, tıpkı diğerlerinde olduğu gibi, “özgün” olan, çağın koşullarına göre yeniden yorumlanabilir. Ancak, anlam kaydırması yapılamaz. Özgün mesaj değiştirilemez. Tersinin yapılmasına, sanatsal anlamda görgüsüzlük, siyasal anlamda yardakçılık denir. Saraydan Kız Kaçırma’da yapılan budur.

4 )Bu operada özgün libretto geniş ölçüde sansürlenerek, söylenmek  istenenin tamamen tersi yönde bir mesaj oluşturulmaya çalışılmıştır. Bunun bir bölümü daha önceki çevirilerden kaynaklanmasına rağmen, onlar bile sansüre uğratılmış, budanmıştır.

5) Bütün sanatçılar reji felaketi yüzünden kapasitelerinin çok altında kalmışlardır. Şarkıcı filmi formatında olduğundan, hiçbirinin inandırıcılığı yoktur. İzleyiciye ve  sanatçıya büyük saygısızlık, kuruma büyük kötülüktür.

6) İslamcı siyasete ve Saray’a sırnaşmak için Osmanlı militanlığı yapıldığı, Osmanlıca ve Osmanlı övgüsüne yatıldığı için, 240 yıllık Saraydan Kız Kaçırma, Saraya Kız Kaçırma’ya dönüşmüştür. Bu rezillik derhal dolaşımdan kaldırılmalı, bir daha asla sahnelenmemeli ve İDOB’un belleğinden en kısa sürede silinmelidir.

İşbirlikçilik, Mozart’tan Ottomanyak ve mutasavvıf çıkarabiliyorsa, varın siz düşünün, Sinan Operası’ndan neler çıkarmaz ki! Hani, 29 Ekim’de AKM’nin açılışı için Şerbetçi Hasan’a (Uçarsu) sipariş edilen Mimar Sinan operası. Daha önce biraz değinmiştik. (Asıl Tehlike Saray Müziği, soL Haber, 20 Mayıs 2020) Rejisörlüğünü Haldun Dormen’e öneriyorlar. Kabul etmiyor. Bunun üzerine, yapıtın yerli ve milli olduğu göz önüne alınarak, İtalyan rejisör Vincenzo Grisostomi Travaglini angaje ediliyor. Vallahi şaka değil!

Cihan devleti Osmanlı’da müslimi gâvuru her milletten insan huzur ve şefkat üzre, birbirlerinin kültürlerine saygı düzeninde yaşarlardı” mesajı mı? Ya da, Batı’nın bize yüz vermediği şu sıralarda, “Roma İmparatorluğu ahfadından bir kâfir getirile, cami açtırıla!”mı? Allah bilir!

Gala gecesi Saray, Şeyhülislam Ali Erbaş Efendi, Bakan Bey, yüksek sanat camiasını temsilen, Şeyhülislam Efendi’nin şer’an caiz bulması durumunda Sibel Can, bulmaması durumunda Berhudar Orhan hep birlikte dua ederek, opera sahnesini, 98 yıllık cumhuriyet parantezinde unutturulmaya çalışılan milli ve manevi hasletlerimizin temaşa eylenmek suretiyle inkişaf ve tekâmülüne ve dahi hayırlara vesile olması temennisiyle açarlar: “Ya Allah bismillah!”.

Rabbim amin diyen dilleri nar-ı cehennemden azad eylesin!

Katar ve Afganistan büyükelçilerinin onur konuğu olarak bulunacakları gecede, Kur’an tilavetini müteakib, Şerbetçi Hasan’ın ilk notaları besmele ve salâvatlar eşliğinde, ezan sesine karışarak… Şahane bir sükût… Cihanşümul medeniyetimiz yeniden şahlanmış… Herkes mes’ûd, herkes mest-i hayât…

Musiki esnafı içinden Şerbetçi Hasan, ömr-ü hayatında görmediği akçeyi cebine ciro edince, haşviyyâttan kemâlâta intikal etmiş:

                   El kâsibu Habibullah!

Rabbim Şerbetçi Hasan’a milli ve manevi vasıflarımızı kıymetlendireceği bu nev’i daha nice siparişler, bol bol da kazançlar ihsan eylesin!

Rabbim hepsinin seyyiâtını hasenâta tebdil eylesin!

AKM’de cihad naraları…

Yerli ve milli operamızın adı, Sinan. Halit Refiğ’in aynı adlı senaryosundan hareketle hazırlanan libretto milli kıymetlerimizden Bertan Rona’ya ait. Kıymetimizi daha önce tanıtmıştık.

Librettoyu okuduğunuzda gözleriniz yaşarıyor, şanlı geçmişimizi, vasıflı ecdadımızı hürmetle yâd ediyorsunuz.

Konu şu: Kanuni, Sinan’ı mimarbaşı yapar. Hürrem Sultan, Mihrimah Sultan, herkes ona külliye, cami siparişi vermekle yarışır. Sonunda Kanuni de Süleymaniye camiini ısmarlar. Zamanında bitip bitmeyeceği tartışma konusu olur ama sonunda biter.

Tabii, Osmanlı’ya cila çekilecek ya, içine neler tıkıştırılmamış ki! Zihniyet ve metin ilköğretim ders kitabı.

Genel bir fikir edinmeniz için, en iyisi, hiç dokunmadan, doğrudan librettodan verelim:

(…cihat yolunda and içmiş Osmanlı askeri, ayağını yere kararlı adımlarla basmakta ve aynı zamanda bir zafer marşı söylemektedir:)

Koro

Artar cihâdla şanımız.

Fahr-i Resûl sultânımız.

Şeri bize ihsân-ı Hakk,

Uğrunda aksın kanımız.

Bismişah Allah, Allah, Allah;

Bismişah Allah, Allah, Allah..!

Osmanlıyız, Osmanlıyız,

Ünvânlı, nâmlı, şanlıyız.

Allah deyû harb ederiz,

Var zafere imânımız.

Bismişah Allah, Allah, Allah;

Bismişah, Allah, Allah, Allah.

………..

Hürrem Sultan: (İftiharla) Levendimiz sarılmış tüfeğine, kılıcına. Dayanabilecek olan var mı hünkârımızın kahredici gücüne?

………..

Mimar Sinan: Hz. Ali Efendimiz buyurmuştur ki, “Ecel ile rızık için endişelenmeyiniz.”

………..

Külliyesiz, camisiz, medresesiz devlet olmaz.

Sultan Süleyman: Yaşatan Allah’tır, Muhyi olan Allah’tır. Bize düşen sabretmek ve anlamaktır….. Her nefs, ölümü tadacaktır mimarbaşı. Ayettir bu.

………..

Mimar Sinan: Allah, kayyum’dur. Siz istedikten sonra biiznillah yaşatırım hünkârım.

Nasıl ki Her şey Allah’tan gelir ve yine O’na döner

Nasıl ki Latif vardır amma Kesif ismi yoktur esmada…

……….

Evet sultanım, suret gerekir. Rabbimiz Musavvir’dir. Bu dünya hayatı bir rüya ise, hakiki olan, ahrette görülecektir. Ve dahi güzellik, cennettedir.

………..

Ebussuud Efendi: Efendimiz (bu kelimeyi duyan herkes ciddileşir) “Kıyamet günü müminin serinleyeceği gölgelik, verdiği sadakadır” buyurmuşlardır.

…………

Rüstem Paşa: Hünkârım. Ölümsüz bir zaferle döndünüz İran’dan. Bizi yalnız Garp’ta sananlar gördüler ki Osmanlı kuşatmış dünyayı dört bir yandan.

Ebussuud Efendi: Ne bahtiyarlık ki cihatla emrolunan bir padişahın tebaasıyız. Allah bizi mahrum eylemesin ondan.

………….

Sultan Süleyman: Ne demiş şair? “Şeb-i yeldayı müneccim ü muvakkit ne bilir? Mübtela-yı gama sor kim geceler kaç saat.”

…………

Koro

Yâ Rafi, Yâ Kavi, Yâ Kayyum, Yâ Cami!

Yâ Metin, Yâ Mecid, Yâ Musavvir, Yâ Bedi!

………….

Mimar Sinan: Çünkü bana şekil verme istidadını bahşeden Allah, şekilsizdir. O, Musavvir’dir. Her yarattığına ayrı suret verir. Benim ilmimde olan, aslen O’nun ilmindedir. İşte bu işin sırrı budur

Mimar Sinan: (Arya)

Gayret ettim, Tevfik buldum; sefer ettim zafer buldum.

Hünerle yapmadım camii ama camide hüner buldum.

Zikrinden alıkoydu beni, Allah’ım şu mübarek yapı

Ve lakin her bir taşı ve tuğlayı zikreder buldum.

Yaratan sensin Ya Rab! Yapan benim ellerim.

Sen yoktan var edersin, ben ancak kesbederim.

Sen “ol” dersin ve olur; ilim, kudret sendedir.

Şükür, yine “ol” dedin ve oldu, sensin kerim.

………….

Sultan Süleyman: (Büyük bir mutluluk ve iftiharla camiye bakarak, etrafındakilere) Ayasofya yapıldığında, “Süleyman, seni geçtim!” diye bağırmış Roma Kayzeri. Bense “Süleyman seni tekrar geçti Justinianus, işte onun eseri!” diye bağıracak değilim. Çünkü “bizim işimiz rekabet değil muhasebedir” diyor ilim.

Mimar Sinan: [Süleymaniye Camii açılışı] (Mesud ve saygılı bir biçimde anahtarı alır, kilide yerleştirir, döndürür ve “Yâ Fettah” diyerek devasa kapıyı açar. Ortaya çıkan yücelik ve güzellik karşısında herkes adeta büyülenir. Orada bulunan herkes, damlaların denize karışması misali, kutsal mabede girerek onun içinde erir. Bu tevhid tablosu içinde koronun zaman ve mekân ötesinden aşağıdaki sözleri söylediği duyulur.)

Cami cemaati

…………

Dili bir, gönlü bir, imanı bir, insan yığını,

Görüyor varlığının bir yere toplandığını;

Büyük Allah’ı anarken bir ağızdan herkes

Nice bin dalgalı Tekbir oluyor tek bir ses.

Sanırım, yorum gerektirmeyecek kadar açık.

Adında Atatürk bulunan bir kültür merkezi açılışı için bundan daha uygun bir yapıt zor bulunurdu.

Şerbetçi Hasan aldığı paraları gönül ve vicdan rahatlığı içinde afiyetle yiyebilir. Laik cumhuriyetin müzik davası bu türden insanlar olduğu sürece… Neyse…

Boş verin, değmez!

Ama, librettonun işçiler ile ilgili bir bölümü var ki, tam matrak. Osmanlı’nın adalet temeline dayalı sosyal devlet anlayışı, malum, dünya alemce bilinir, çok takdir edilirdi:

Sinan’ın bir kalfası: (İşçileri göstererek) Nasıl da şevkle çalışıyorlar.

Mimar Sinan: Çalışıyorlar çünkü köle değiller. Sadece hür ve ne yaptığını bilen biri, emeğinin meyvesini yer….. Mısır ehramları ile Çin Seddi, köle emeği ile yapıldı. Yani harçlarına kul hakkı katıldı.

Sinan’ın bir kalfası: Biz ise her işçinin ücretini ödüyoruz; müslim, gayrimüslim, ayırt etmeden.

Mimar Sinan: Yeter ki şevkle çalışsınlar. Bundan böyle fazladan teşvik de ödenecek. Hünkârımız, “kul hakkı yenerek yapılan camide kılınan namaz mekruhtur” buyurmuş.

Mimarbaşısı  bu ölçüde sosyalist olan bir devletin hünkarının marksist-leninist olmasından daha doğal ne olabilir ki?:

Sultan Süleyman’ın son bir sözü daha vardır. Yanındaki kapıkullarına işaret eder ve İran şahının Süleymaniye’ye yardım amacıyla gönderdiği mücevher dolu sandığı getirtir. Açılan kapağının altında ışıl ışıl parlayan sandığa baktıktan sonra,…  “benden hediye olsun tüm işçilere; ikramiye yerine ödersiniz. Onlarla yontuldu taş, dikildi sütun, tabiat geldi dize. Bir tek işçimiz bile, şahlardan kıymetlidir bize.”

Anladınız mı?

İşte, biz böyle muhteşem bir imparatorluğu yıkıp, yerine laik cumhuriyet falan gibi şeyler koyduk. Ne büyük gaflet! Ne paramız, ne kültürümüz, ne uhreviyâtımız kaldı. İşçiler sürünüyor. Neyse ki, islamcılar duruma vaziyet etti de, uçurumun kenarından döndük.

29 Ekim’i sabırsızlıkla bekliyoruz.

Bu arada, Saray gelir de oğlan sahnede olmaz mı; bu öykünün neresinde, diye sorabilirsiniz. Bu öyküde yok. Onun yerine Mimar Sinan’ı Efe Kışlalı canlandıracak.

Nasıl olur?

Bizimki AKM’nin Aida operası ile açılmasını istemiş. Kırk yılın başı doğru bir şey önermiş. Artık, rolü mü ezberleyemedi, Aida’ya uluslararası bazı isimleri çıkartıp, kendi PR’ını mı güçlendirmek istedi, yoksa, Saray zaten üstünü çizdi de, o da, “Ne bu uyduruk şey!” postasıyla “Ben İslamcı değilim” mesajı mı vermek istiyor? Allah bilir. Neyse ne… Ama Aida, cihatçı Sinan’a göre çok daha uygun bir açılış yapıtı olurdu.

Sinan garabetinin oğlanın tasfiye sürecinin halkalarından biri olacağı uzak olasılık değil.

Orkestra şefimiz mi?

Vale Gürer. Nam-ı diğer Gürer Aykal. Onun cihatçı ekip içinde yer alması hiç sürpriz değil. CSO yazı dizimizde zat-ı muhteremi ayrıntılı olarak anlatacağız.

Ha, unutmadan, Şerbetçi Hasan’a ufak bir not: İşbirlikçi en kolay gözden çıkarılandır.

Gelin, şimdi, Saraydan Kız Kaçırma suçunun faillerine, 4’lü çeteye biraz yakından bakalım.

MELİS GÖNENÇ / SOL  - 27/10/2021

                                                                   ***    

İstanbul'da Saray tuluatı bir opera festivali(1)

'On ikincisi düzenlenen festival, hem biçim, hem içerik olarak şu ana kadarkilerin en düzeysiziydi denebilir. Tek bir nedeni var: Saray rüzgârının DOB’u tamamıyla esir almış olması.'  

Bir buçuk yıldır müzik ve sahne sanatları dünyasının bütünü, pandemi nedeniyle ağır koşullar altında. Zorluklar, baskılar, kayıplar… Yazıldı, çizildi. Ama bu işin kazananları da var. Hayır, yalnızca maske ve kolonya üreticileri değil, başta opera ve bale olmak üzere, senfonik müziği ve temsil ettiği tarihsel derinliği kemirme peşinde olan Saray zihniyeti de. Üstelik maske ve kolonyayı doğrudan opera sahnesine taşıtarak.

Saray opera-baleyi DOB Genel Müdürü Murat Karahan ve işbirlikçileri eliyle kaz gibi yoluyor.

Nasıl mı?

Bu sanatın en temel ilkelerini sinsice ve usulca unutturarak; yüzyılların mirasına, kulaksız keçi misali, “modern yorum yapıyoruz” görgüsüzlüğü ile su kattırıp, gerici ideolojisini opera sahnesi üzerinden meşrulaştırmaya çalışarak; basında, değişik nedenlerle, hemen tamamı yandaşa dönüştürülmüş müzik yazarlarına vıcık vıcık övgü yazıları döşettirerek.

İDOB’un ise artık kemikleri görünmeye başladı.

İsmiyle müsemma değil

Festivalde üç etkinlik, altı temsille yer aldı: Gala Konseri (iki kez), Barok Konser (bir kez), Saraydan Kız Kaçırma Operası (üç kez). Üç etkinliğin ikisi opera değil. Bu durumda, yalnızca biçim olarak bile “Arya Festivali” demek daha doğrudur.

Öte yandan, festivalin resmi adında “Uluslararası” sıfatının bulunduğunu da anımsatmalı. Oysa, bırakın yabancı opera topluluğunu, tek bir yabancı solistten yarım arya bile dinleyemedik.

Peki, bu türden yargılar pandemi koşullarını yok sayan haksız eleştiriler sayılmaz mı?

İçinden geçtiğimiz ağır koşullarda birkaç opera yapıtının hazırlanmasının, yabancı toplulukların davet edilmesinin görece zor olduğunun, bakanlıktan gelen, “bunlar yatarak maaş alıyorlar” ısırganlığının, Karahan’ın “etkin ve etkili genel müdür” imajı vermek için, yer yer sanatçı ve çalışanların yaşamlarını hiçe sayacak ölçüde körüklediği PR baskısının elbette farkındayız; opera festivalinin kurumsal kimliğinin, tüm olumsuz koşullara rağmen yaşatılması gerekliliği de her türlü tartışmanın ötesindedir.

O halde, itirazımız neye?

--Oğlan açılışı yapıyor: Etkin ve etkili genel müdür.--


İslamcılar başta opera-bale, yüksek sanatların tümünü hedef almışlardır. Bu, onların tarihsel misyonunun, laik cumhuriyetle hesaplaşma gündemlerinin parçasıdır. Önce özelleştirmek, sonra doğrudan kapatmak girişimlerine tarihsel ve ideolojik güçleri yetmeyince, neo-liberal dönem estetiğine yaslanarak, bu kez içeriden çürütüp, dönüştürmek yoluna girdiler. Opera-bale binasının (AKM) temelini Sibel Can’a attırmak, çoksesli müzik kurumlarının kaderinde Orhan Gencebay’ı söz sahibi kılmak (Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Politikaları Kurulu), Opera-Bale’nin başına senfoni orkestrası önünde Zeki Müren söyleyip, zeybek oynayan bir genel müdür getirmek, opera sanatçılarını alaturka, taverna söylemeye, ”rocker”lık yapmaya teşvik etmek, baleyi spor statüsüne aldırmaya çalışmak… Hepsi bu sürecin yapı taşlarından. Daha neler var!… Amaç, yüksek sanatları “pop”laştırarak, suda eritmek.

İlk adım, operanın yüksek sanat ligine kabulünü sağlayan bazı temel özelliklerini aşındırıp, izleyiciyi yuvarlak, esnek algı alanlarına yönlendirmek, önüne konanı hayranlıkla tüketmesini sağlamaktır. Opera-bale geleneğinin görece yeni, izleyicisinin de sınırlı olduğu ülkemizde bunu başarmak çok da zor sayılmamalı. Nitekim, her temsil sonrasında ayakta alkışlama hastalığı epeydir salgın boyutlarında.

Aynı nedenden dolayı, kuruluş felsefesinin gereği olarak, laik cumhuriyetin müzik politikasının çok önemli bir ayağını, izleyici kitlesini eğitmek oluşturmuştur. Bu kurumların ve yöneticilerinin asli görevlerinden biri de budur. Tabii, laik cumhuriyet değerlerine bağlılarsa.

Saray ise tam ters yöndeki anlayışını DOB içindeki işbirlikçileri eliyle yıllardır yaşama geçirme çabasında; arkasında islamcı gericiliğin gizlenmiş olduğu o liberal koftilikle: Müzik türleri arasında nitelik ayrımı yoktur, geçişkenlik vardır; kategorileştirmeler, köşeli tanımlar yanlıştır; her türün içinde iyi ve kötü müzik vardır.

İstanbul Opera Festivali’nde, bu anlamda, islamcı projenin baskın çıktığını gördük.

Şöyle:

Konser mi? Opera mı?

Pandemi koşulları nedeniyle geçen yıl iki konser (7 Soprano Konseri, Barok Gecesi Konseri) bir opera (Saraydan Kız Kaçırma) biçiminde hazırlanan festival programı, bu yıl da aynı sunumdaydı. Bir noktaya kadar anlayışla karşılanabilir.

Ancak, ne hazırlanan festival kitapçığında, ne de Gala Konseri öncesi yapılan konuşmalarda, bunun istisnai bir durum olduğu, hiçbir opera festivalinde konser sayısının operanınkinden fazla olamayacağı dile getirilmiş durumda. Tıpkı geçen yılki kitapçığın sunuş yazılarında olduğu gibi. En iyimser tanımla, parmak ısırtacak bir özensizlik, laubalilik. Hadi, Bilkentli Genel Müdür Karahan’ın kültürü ve entelektüel görgüsü yetmiyor; peki, festivalin ev sahibi İstanbul Operası’nın müdürü Suat Arıkan’ınki de mi? Buna ihtimal vermek çok zor.

O halde?

Suat Arıkan’ın merkezileşme süreci sonunda DOB’da kurulan tek adam rejimine boyun eğip, emekliliğine az bir süre kala, bakanlığın ve oğlanın bütün münasebetsizliklerine eyvallah diyerek müdürlük koltuğunu koruma çabasını, İDOB’u hiç mi hiç umursamadığını, Ankara tarafından esir alınmış bir konu mankenine çevrildiğini, İstanbul Operası’nın böyle giderse, tam bir enkaza dönüşeceğini daha önce yazmıştık. Nitekim, bu festival İDOB’un sanatsal ve yönetsel bir enkaza dönüştüğünün çok açık göstergesi oldu.

Festivali her ne kadar Genel Müdürlük düzenliyorsa da, Saraydan Kız Kaçırma kepazeliği de, konser rezaleti de sonuçta Arıkan’ın üzerinde kalacak. Çünkü festivalin ev sahibi İstanbul. Oğlanın ise klasik sıyırma taktiği biliniyor: “İyi olanı ben, kötü olanı onlar yaptı.

Kitapçık ayrı bir sorumsuzluk, ilgisizlik örneği. Bakan Ersoy’un yazısından bir cümle:

12. Uluslararası İstanbul Opera Festivali’nin gerçekleşmesine katkı sağlayan yabancı sanatçılara da teşekkürlerimi iletmek istiyorum.

Adamcağız, haklı olarak, “uluslararası” sözcüğünü görünce, yabancıların da geldiğini sanıyor. Zaten turist delisi olmuş durumda. İyi de, koskoca Genel Müdürlük’te bir dosya kâğıdı bile tutmayan yazıyı okuyup, bakanı böyle bir gaftan koruyacak kimse yok mu? Tersine, sanki adamı komik duruma düşürme timi kurulmuş. 10 ve 11. festival kitapçıklarındaki şu cümlelerin altına imzasını attırabilmişler:

Uluslararası İstanbul Opera Festivali… dünyadaki saygınlığını her yıl daha da perçinlemekte, tanınırlık ve takip edilme oranında sayılı festivaller arasında kendine hak edilmiş bir yer edinmektedir.” (2019)

Dünyadaki saygınlığını her yıl daha da perçinleyen, tanınırlık ve takip edilme oranında sayılı festivaller arasında kendine hak edilmiş bir yer edinen Uluslararası İstanbul Opera Festivali…” (2020)

Güler misin, ağlar mısın?! 12 yılın yalnız üçünde yabancı opera topluluklarının (1.’de 3, 2.’de 2, 5.’de 1 tane) katılımını sağlayabilmiş bir festivale “uluslararası saygın” denebilir mi?

Adamcağız turizmci. Reklam yumuşak karnı. Asla hayır diyemez. Oğlan da zaten PR ile nefes alıyor. Birbirlerini gazlayıp duruyorlar. Ama, katır boncuğuna da inci değeri biçilmez ki!

Uluslararası İstanbul Opera Festivali’nin öyküsü başlı başına bir yazı konusu. Arkasındaki siyasal ve yönetsel hesaplar, akçeli işler, islamcı iktidar ile girilen kazan kazan ilişkileri…

Konser çıktı meydane…

Gelelim konserlere;

Gala Konseri tam Karahan üslubu. Kamyonla solist yığılmış. 15 tane. Biri indi, biri bindi. Yahu, liselerarası şarkı yarışması mı bu? Birkaç solistle, tematik bir bütünlük içinde, anlamlı bir konser yapılabilecekken, lolipop tarlasına düşmüş gibi olduk. İlle bir Şark görgüsüzlüğü dayatılacak! Oysa, geçen yıl, pandemi paniğinin ortasında bile 7 solistle yetinilmişti.

--Gala konseri tam Karahan uslubü. Kamyonla solist yığılmış.--


Tabii, oğlanın başka nedenleri de var. Geçen yıla göre, etrafındaki çember daha da daralmış durumda. Kurumdaki konumunu cebini doldurmak için kullandığı, kamu zararına yol açtığı, yurtdışı şahsi etkinliklere sanki devlet göreviymiş gibi izin kâğıtları hazırlatarak gittiği falan müfettiş radarına takılınca, DOB’da müthiş randımanla çalıştığını göstermek için niceliğe abanıyor: Çok solist, çok temsil, çok sandalye, çok şak şak… Malum, islamcılar rakamla rekât arasında gidip geldiklerinden, sanatsal düzeyi falan dert etmezler.

Etmesine etmezler de, paralar suyunu çekti; siyaseten yolun sonundalar. Eskisi gibi, “Saray’ın askeriyiz, parayı hamuduyla severiz” şarkısını yüksek sesle söylemek caiz olmaktan çıktı. Oğlan, GSGM (Güzel Sanatlar Genel Müdürü) Murat Salim Tokaç’ın başına geleni gördükten sonra, susturu maymununa döndü:

            “Ya beni de görevden alırlarsa?!”

Öte yandan, DOB’u yönetemeyen, birkaç fedaisi hariç, büyük çoğunluk tarafından sevilmeyip, istenmeyen kişi imajını kırmak için, program kitapçığındaki sunum yazısına, daha önceki üç kitapçıkta olmayan bir cümle eklemek zorunda kalmış; lütfetmiş:

“…her türlü etkinliklerimizde özveri ile yer alan tüm değerli sanatçılarımıza, teknik ekip ve büro çalışanlarımıza… en derin saygı ve teşekkürlerimizi sunarak…”

Önceki kitapçıklarda teşekküre layık bulduğu tek kişi ve kurum Mehmet Nuri Ersoy ve bakanlığı olduğu halde, bu yılki teşekkür hiyerarşisinde önce sanatçı ve çalışanlar, sonra bakanlık yer alıyor. Eh, üç yıl önce, bakan olup La Scala’ya çıkmayı çantada keklik görüyordu. Genel müdürlük atlama taşı olacaktı. O nedenle de sanatçıları, çalışanları iplediği yoktu. Şimdi ise, koltuktan düşmemek için çırpınıyor; Saray’a, bakanlıktan falan vazgeçtiği, koltukta kalmaya çoktan fit olduğu yönünde fortissimo yakarış mesajları gönderiyor. (Hürriyet, 26 Temmuz 2021) Kurumun desteğine acilen gereksinimi var. Oysa, yakın zamana kadar “Kurum benim” çığlıkları atıyordu.

Kurumdan aradığı desteği asla bulamayacak. Bunu bildiği için yine “Dayı dostu Sevgili Hıncal Abi”sine sığındı. (Hıncal Uluç, Sabah, 1 Temmuz 2021, 3 Temmuz 2021). Ha, bir de Akil’e. Şefik Kahramankaptan beleşe PR yapacak adam mı? Tesadüfen akil olmuş değil ki! Kulis bilgileri birkaç ay önce DOB Telif Hakları Kurulu’na yeni bir libretto satışı için başvurduğu yolunda. Eh, kazan-kazan dünyası!

Bu arada, oğlan Gala Konseri’ne geldi. Çok kısa bir açılış konuşması yapıp yerine oturdu. İçimizden, “Tuhaf! Bu, şarkı söyleyip, alkış tayınını almadan sahneden inmez. Ama, 15 kişiden biri de değil. Hadi hayırlısı!” deyip, beklemeye başladık. Konser sırasında telefonuyla oynayıp duruyor. Sıra Efe Kışlalı’ya gelince, figüran Suat Arıkan sahneye fırladı ve Efe Kışlalı’nın ufak bir ses sorunu yaşadığını belirtip, yerini “Sayın Genel Müdür”ün alacağını söyledi. “Hah! Şimdi oldu” dedik. Neyse, verilmiş sadakamız varmış ki, “sınırlara hapsolmayalım, statükoyu kıralım!” ayağına Zeki Müren’den, Kayahan’dan, Neşet Ertaş’tan falan okumaya kalkmadı.

Barok Konser ise, en azından biçim olarak, olağan ölçülerde, eli yüzü düzgündü de, şavalaklaşmadık.

Ya sesler?

Her iki konserde de bu sanatın en temel ilkelerinden biri ayaklar altına alındı. Operanın altyapısını oluşturan şan tekniğine dayalı ses kullanımı, vokal dünyanın doruk noktasıdır. En saf, en hilesiz haliyle sunulur, tüketilir. Yani, akustik ortam gerektirir. Aynı özellik, eşlik eden klasik enstrümanlar için de geçerlidir. Elektronik kanaldan, yani mikrofondan geçirilen vokal ve enstrümantal unsurlar, yüksek sanat niteliklerini kaybederler. Kopya çekmek gibi bir şeydir. Sesi hormonlu hale getirmektir.

--Elektronik opera festivaline hoş geldiniz!--



Bu tür uygulamalar uygun akustik ortamı bulunmayan, binlerce izleyicinin yer aldığı, siyasal ya da popüler mesajların ön planda olduğu gösterilerde doğaldır, yadırganmaz. Bizde de örnekleri, özellikle 90’lı yıllarda, CSO, Çoksesli Koro ve DOB bağlamında yaşandı. Ancak, bir opera festivalinde elektronik aksama başvurmak, öncelikle izleyiciye saygısızlıktır. Sanatçıları ise, düpedüz küçük düşürmektir. Nitekim, Gala Konseri’nde bazılarının mikrofondan uzak durma çabaları gözlemlenmedi değil.

Arkeoloji bahçesinin koşulları böyle bir uygulamayı haklı çıkaramaz. Çünkü, aynı mekânda Saraydan Kız Kaçırma operası mikrofonsuz oynanabildi. Sandalye sayısını biraz daha azaltıp, bir temsil daha eklemek suretiyle sorun çözülebilirdi.

Dolayısıyla, her iki konserdeki ses performansları hakkında değerlendirme yapmak ne etiktir, ne de nesnel olabilir.

Saraydan Kız Kaçırma Suçu

Bu seferki ağır suç; iki ayaklı: Hem laik cumhuriyete, hem sanata karşı işlenmiş. İstanbul Devlet Opera Balesi’nde ilk kez bu derece açık bir gericilik örneği ile karşılaşılıyor. Saray’ın “ecdat” ayağına osmanlıcılığı cilalaması, Karahan’ın İstanbul’daki hempalarından ikisini, Tan Sağtürk ve Caner Akın’ı harekete geçirmiş görünüyor. Hep birlikte Saraydan Kız Kaçırma’ya çökmüşler. Caner oğlumuz rejisini, milli tacirimiz koreografisini yapmış. Suat Arıkan’a da tasdik etmek düşmüş.

Önce suçun unsurlarına göz atalım, ardından failleri tanıtalım.

Ottomania kapısı Osmanlıca

Çok kısaca:

Bilindiği ama unutturulmaya çalışıldığı gibi, Laik Cumhuriyet 1917 Ekim Devrimi’nin çocuğudur. Bolşevik Devrim olmasaydı, Anadolu’da laik bir cumhuriyet kurulamazdı. Bu bağlamda, Osmanlı kültür ve kurumlarına yönelik redd-i miras yoluna gidilmiş olması son derece doğaldır, tarihsel zorunludur.

Osmanlıca adı verilen dil bir Esperanto’dur; tarihsel derinliği, kökleri olmayan, yapay yollarla türetilmiş kırık bir dildir. O nedenle de hiçbir ciddi düşünce ve yazın ürününün taşıyıcısı olamamıştır. Yüzyıllar boyunca ayakta tutulmaya çalışılan bu saray dilinin çeyrek yüzyıldan daha az bir sürede yok olup gitmesinin gerçek nedeni budur. Tarihsel kök ve derinliğe sahip olan dil ise Türkçedir ve yüzyıllar içinde kendi evrimini izleyerek bugünlere gelmiştir.

Laik cumhuriyetin düşmanı olan islamcı gericilik, cılız bir kültürel birikime yaslandığından, kendine meşru köken olarak  “Osmanlı” kategorisini seçmiştir. Sözde bir “Osmanlı uygarlığı” efsanesi üzerinden, Osmanlıca ve Saray güzellemesi ile “ecdat”  ve “milli” kavramları bu alana tıkıştırılmaya çalışılmış, çalışılmaktadır.

”Türk” ve “Osmanlı” kavramlarını eşanlamlı hale getirme girişimleri, tıpkı “Osmanlı Uygarlığı” gibi yapay, tarihsel karşılığı olmayan naylon anlam alanları yaratmaktan ibarettir. “Uygarlık” ve “devlet” farklı şeylerdir.

Osmanlı İmparatorluğu tarihin belirli bir döneminde ortaya çıkmış, tarihsel evrime ayak uyduramadığı için çürüyüp gitmiş bir devletin adıdır. Diğer bütün imparatorluklar gibi, baskı ve sömürü üzerine kurulu bir halklar hapishanesidir.

600 yıldan geriye kalan mı?

Birkaç saray ile birkaç cami dışına çıkıp, Anadolu, Balkanlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyalarına bir göz atarsanız, çiroz bilançoyu çıkarmanız hiç de güç olmayacaktır.

Dil, kültüre açılan kapıdır. Osmanlıca da Ottomania’ya (Osmanlı hayranlığı) açılan kapıdır. O nedenle, Saray, laik cumhuriyetin en arı kurumlarından olan DOB’a ve senfonik orkestralara Osmanlı Müziği’ni (Türk Sanat Müziği) işbirlikçileri eliyle soktuktan sonra, sıra doğrudan Osmanlıcaya gelmişti. O da, Saraydan Kız Kaçırma ile gerçekleşti.

Belli ki, Mozart’ın bu operasının iki açıdan Osmanlıcılık için elverişli olduğu düşünülmüş:

a) Singspiel’dir. Yani, tıpkı bir tiyatro yapıtında olduğu gibi, konuşma bölümleri içerir ve bunlar oldukça uzundur. Arya ve resitatiflerde müzikal olan ağır bastığından, kullanılan dile dikkat sınırlı kalır. Oysa, singspiellerdeki müziksiz konuşma bölümlerinde en büyük dikkat dil üzerindedir. Osmanlıca kullanımı bu anlamda boşa düşmemiş, hedefini bulmuş oluyor.

b) Osmanlıca kapısından Osmanlı hayranlığına giriş için libretto epey eğilip bükülerek, Mozart ve operasından Osmanlı sempatizanlığı çıkarılabilir. Tabii, kör topal bir dramatürji pahasına. Üstelik, Mozart’ın düşünce ve yaklaşımına tamamen aykırı olarak.

Nasıl kotarıldığını anlatacağız ama önce dil konusu:

Saraydan Kız Kaçırma’nın librettosu ilk çevrildiği 1959’dan bu yana, büyük ölçüde, iki çeviri metin temelinde ele alınmıştır. Nazım Engin’inki ile Nihat Kızıltan’ınki. Her ikisinin de Osmanlıca ile hiçbir ilişkisi yoktur. 90’lardan itibaren Nihat Kızıltan’ınki başat durumda olduğu için. Biz de bu metni temel alacağız. 1974’ten beri kullanılan bu metin ile, ilk kez 11. İstanbul Opera Festivali’nde (2020) kullanılan metin dil olarak karşılaştırıldığında ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacak.

Bu çerçevede, 2007 yılında İzmir ve Mersin Operalarında sahnelenen Saraydan Kız Kaçırma’nın dili ile (Nihat Kızıltan) 2020 ve 2021’deki dilin farkı, siyasal olanın yüksek sanatlara ne derece etkide bulunduğunun anlamlı göstergelerinden yalnızca biridir. Tabii, nereden nereye geldiğimizin de.

Anımsayalım; 2007 kritik yıl. İslamcılar (FETÖ+AKP) Ergenekon adı altında laik cumhuriyete en güçlü saldırılarını başlatmak üzereler. Henüz ürkekler, kendilerinden emin değiller. 5 yıla yayılacak bu süreç sonunda ise, giderek hızlanan bir tempoda, harekâtçılıktan rekâtçılığa geçen bir Genel Kurmay ile miras kavgasına düşmüş iki islamcı grubun (FETÖ-Saray) gırtlaklaşması izlenecek, laiklik ve cumhuriyet kurumları aşındırılacak, DOB ve içinde CSO, orkestralar ile çoksesli koroyu da barındıran GSGM’de FETÖ-Saray işbirlikçileri cirit atacak, önemli konumlara gelecektir.

Osmanlıca oynanan Saraydan Kız Kaçırma

--Cumhuriyet döneminin ilk Osmanlıca tuluat operası İDOB’a nasip oldu.--


Librettonun tamamı Osmanlıca. Tipik olanları seçmeye çalıştık. Yine de uzun bulanlar çıkabilir. Kepazeliğin boyutlarının bütünüyle görülebilmesi açısından ve belge niteliği taşıdığı için anlayışınıza sığınarak…

Osmanlıcasını, bazı yanlış kullanımları düzeltmeksizin, sanatçılara dağıtılan metne hiçbir müdahalede bulunmadan olduğu gibi veriyoruz. İlki 2007, italik olan diğeri 2020-2021 metnidir.

Belmonte: Fakat nasıl saraya gireceğim, onu nasıl göreceğim, nasıl konuşacağım? (2007)

                   Fakat nasıl oraya duhledeceğim? Aşk-ı haremim ile nasıl karşılıklı nazar edip halvet olacağım?

Belmonte: Hey ihtiyar hey! Duymuyor musun? Selim Paşa’nın sarayı burası mı?

                    Hey ihtiyar, guş-ı sağır duymaz mısın beni? Selim Paşa hazretlerinin sarayı bu hane midir?

Pedrillo: Ne var ne yok Osmin? Paşa hâlâ dönmedi mi?

               Hal-ü mecalün nasıl Osmin? Paşa rücu etmedi mi?

Pedrillo: Ah! Benim aziz efendim, gerçekten siz misiniz? Mektuplarımdan bir tanesinin elinize geçmiş olmasından bile ümidimi kesmiştim.

                Ah benim aziz efendim. Siz hakikat misiniz? Mektuplarımdan bir tanesinin vasıl olmamasından elem-i yas içindeydim.

Pedrillo: Çok şükür Selim Paşa üçümüzü (…) satın aldı.

                Şükür, Selim Paşa üçümüzü (…) esir mezatından iştira etti.

Belmonte: Ah, ne diyorsun? Konstanze onun sevgilisi mi?

                   Ne diyorsun? Konstanze onun aram-ı canı mı?

Pedrillo: Telaşlanmayınız. O kötü ellere düşmedi.

                Telaş etmeyiniz. O bed-hal bir yerde değil.

Pedrillo: Neredeyse Paşa deniz sefasından döner. Sizi ona usta bir mimar olarak takdim edeceğim.

              Neredeyse paşa sefa-yı bahirden rücu eder. Sizi ona ehl-i hüner bir mimar olarak takdim edeceğim.

Pedrillo: Çabuk, çabuk çekilin, Paşa geliyor.

                Çabuk, çabuk teheccüd edin. Zat-ı muhterem geliyor.

Selim: Hâlâ kederli misin, sevgili Konstanze? Hâlâ gözyaşları? (…) Kalbini kendi arzun ile bana vermeni istiyorum.

           Hâlâ mey’us musun sevgili Konstanze? Hâlâ giryelerin mahzun çeşminde? (…) Kalb-i masumunu dil-i kabil ile aşk-ı derunuma teslim et.

Konstanze: Beni bağışlayın, siz çok iyisiniz. Cariyeniz olmaya razıyım ama kalbimi benden istemeyin.

                    Zat-ı Mennan, aciz kulunuzu bağışlayın. Cariyeniz olmaya razıyım ama dil-i mecruhuma sahip olmayı arzu etmeyin.

Pedrillo: İçeriye.

                Duhule.

Pedrillo: Hey, yavaş, yavaş saygısız! O, paşanın hizmetine girdi.

               Bre yavaş, hürmetsiz. O, zat-ı muhteremin adem-i hizmetine girdi.

Blonde: Kızlar hediyelik eşya değildir. Ben bir İngilizim, özgür doğdum. Ve hiç kimse beni bir şeye zorlayamaz.

             Kızlar eşya-yı hediye değildir. Ben bir İngiliz’im, hür tevellüt ettim ve kimse beni bahr-ı esarete gark edemez.

Blonde: Haa Haa Haa! Bana yaklaşmayı bir denersen, ben sana aşkı gösteririm!

              Ha Ha Ha! Mahremime zapta hareket edersen aşk-ı cariyeyi tecrübe ettiririm.    

Blonde: Eğer gözlerin değerli değilse, bana yaklaşmayı bir dene!

               Eğer çeşmin mühim değilse, bana arız olmayı bir dene.

Blonde: Bir adım bile atmam.

              Sebil-i kadem gitmem!

Selim: Konstanze, konuşmamız hakkında düşündün mü?

            Konstanze, muhabbetimiz hususunda mülahaza ettin mi?

Selim: Senin üzerindeki gücümden hiç mi korkmuyorsun?

           Aşk-ı halimin kuvve-i azminden hiç mi haşyet duymazsın?

Selim: Zavallı, ölmek asla, fakat her türlü işkence seni bekliyor.

            Biçare, her nevi işkencenin ağuşunda ah u zar olacaksın.

Pedrillo: Havadisler, havadisler! Köleleğimizin sonu geldi. Belmonte buraya geldi.

                Havadisler! Ahir-i esaretimizin sonuna vakıf olduk. Belmonte buraya vakıf oldu.

Pedrillo: (…) Gemisi limanın yakınında bekliyor.

                (…) Gemisi keştiyahta bir kenar-ı mahfuzda bekliyor.

Pedrillo: O kurnaz tilki için bir uyku ilacı var. Onu gizlice içkisine koyacağım.

               O habis tilki için bir afyon-u hap var. Afyonu hafiyyen meyine koyacağım.

Pedrillo: Hava kararınca bahçeye gelecek.

                Hava-i zulmette bahçeye gelecek.

Osmin: Bir güvenebilsem!

              Adem-i emniyette değilim.

Osmin: İnsan böyle bir hoş oluyor.

              İnsanı adem-i mahmur ediyor.

Pedrillo: Herkes uykuya dalmış.

                Herkes alem-i hab içinde gark olmuş.

Selim: Bu gürültünün, bu kargaşanın anlamı ne?

            Bu nümayişin, velvelenin manası ne?

Osmin: Sarayınızda en büyük ihanet yaşanıyor.

              Haremgahınızda ihanet-i kübra yaşanıyor.

Selim: Hoşgörümü bu şekilde mi suistimal ettin?

            En müştak hissiyatımı böyle mi suistimal ettin?

Selim: (…) senin o barbar baban yüzünden her şeyimi kaybettim. Onurumu, bütün malımı ve hatta aşkımı bile…

            (…) o senin melun baban yüzünden tüm varidatımı herc-ü merc ettim. Onurumu, bütün mallarımı, derun-u aşkımı

Selim: (…) Tutuklayın bunları!

            (…) derdest edin şu tıfl-ı zalimi.

Selim: Evet, sefil mahkûm! Titriyor musun, kararımı bekliyor musun?

            Evet, ey mekkar! İkrarı mı beklersin?

Selim: İntikam mı?... Babanın gittiği yoldan gitmek istemem. Artık özgürsün! Konstanze’ni de al ve vatanına doğru yelken aç.

             İntikam mı? Hülasa menfur babanın rehber olduğu yolda reftar olmam, gittiği yoldan gitmek istemem. Artık hürsün! Maşukunu al ve memleketine doğru yelken aç.

Selim: Bir şey söyleme! Sevgimi reddettiğin için, umarım hiçbir zaman pişman olmazsın.

             Sükût Konstanze! Aşk-ı dil-i safımı senden mahrum bıraktığım için nedamet duymazsın.

Selim: İyilikle kazanamadığın insanları kendinden uzak tut.

            Enva-ı ihsan ile muvaffakiyet gösteremediğin insanları ruh-ı pakında ırak eyle.

Yok, hayır, bu opera bu diliyle ne 1821, ne de 1921’de, tamı tamına, önce 2020 Eylül’ünde, ardından da 2021 Temmuz’unda İDOB ürünü olarak, İstanbul Arkeoloji Müzeleri Bahçesi’nde sahnelendi. Ne oynayanlar, ne de izleyenler bir şey anladı. O bildik müzik yazarlarından hiçbiri, “yahu bu da nedir?” demedi. 60 yıl boyunca Türkçe oynanmış olan yapıt, 60 yıl sonra Osmanlıca temaşa edildi.

Dedik ya, Osmanlıca, Osmanlı hayranlığının kapısıdır; islamcıların resmi ideolojisi. Osmanlı hayranlığı ile Saray’a yağ yakma projesi ise, Mozart’tan mutasavvıf çıkarmaya kadar gitmiş durumda.

Buyurun cenaze namazına:

Politik barometre olarak Saraydan Kız Kaçırma

Bu gariban operanın bizde başına gelmeyen kalmadı. “Koskoca Mozart bizi konu edinmiş; tek başına bu bile yeter!” kompleksi ile adamcağızı “Türk dostu”, “Osmanlı hayranı”, “dinlerarası diyalogçu” ve sonunda da “mutasavvıf” yaptık.

Peki, bunu nasıl başardık?

Librettonun aslını okuma zahmetine katlanmadan; bu konuda yazılmış binlerce sayfa içinden yalnızca işimize gelen kısımları, o da semantik bağlamdan koparıp alarak; librettoyu çevirirken, anlamsal ve dramatürjik akışı zedeleyecek ölçüde, bazı bölümlerin üzerinden atlayıp, bazılarını kısaltıp, bazı sözcükleri ise farklı çevirerek…

Neo-liberal kültürün de etkisiyle, “canım, özgün metne bağlı kalmak eski dünyanın değeriydi, çağ değişti, şimdi her şey serbest” görgüsüzlüğü, zaten mayamızda bulunan entelektüel namus zafiyetini daha da azdırdı. Yerliler bir yana, bizde hiçbir yapıt Saraydan Kız Kaçırma kadar siyasal iktidara sırnaşma aracı olmamış, politik barometre işlevi görmemiştir. Değişik yıllarda, farklı rejilerle sahnelenen bu operanın izlenmesi, ülkenin siyasal profilinde yaşanan değişimleri göstermesi bakımından son derece anlamlı ve işlevseldir.

Bilindiği üzere, bizde, opera-bale, senfonik müzik gibi yüksek sanat dallarının apolitik ya da siyaset üstü olduğu anlayışı yerleştirilmeye çalışılır. Oysa, bu alanlardaki yapıtlar ve yorum biçimlerinin dönemin siyasal normları ile yakın ilişkisi vardır ve bu da sanatsal estetiğe doğrudan yansır. Opera, aralarında, bu açıdan kendini en zor gizleyebilen türdür. Rejisinden diline, kostümünden dekoruna, konusundan ışığına her yönüyle buram buram siyaset kokar.

Saraydan Kız Kaçırma, konusu gereği, bu ülkede, iç içe iki anlam ekseni üzerinde hareket eden bir yapıt olarak algılanmıştır:

a) Doğu-Batı ilişkileri

b) Osmanlı İmparatorluğu’na bakış.

90’larda başlayıp günümüze uzanan neo-liberal dönemde bizim açımızdan Doğu-Batı ilişkisinin içeriği AB-Türkiye ilişkileri olarak belirmektedir. İslamcıların iktidara gelmesinden, yapılan açılımlara kadar her şeyimiz AB bağlamında ele alınmıştır.

Osmanlı’ya bakış ise, son çeyrek yüzyılın ana düşünsel savaş alanı. Bizde liberalizmin son durağı islamcılık olduğundan, Osmanlı’nın rehabilitasyonu liberal yelpazenin sol ve sağ kanatlarının ortak işidir. Tarikat-türban-Osmanlıca üçgeni rehabilitasyonun giriş kapısıdır.

Gelin, bu dönemin Saraydan Kız Kaçırma’larına hızla bir göz atalım:

1994 İzmir: Nihayet AB!

1994’te yapıtı İzmir Operası’nda sahneleyen rejisör Aytaç Manizade’nin yorumu:

Eserde Avrupalı ve Türk’ün farkı değil, insan duygularının karmaşıklığı en ince ayrıntılarıyla gözler önüne serilmiştir.” (Kitapçık, s.21)

Bilindiği gibi, 90’lı yılların ilk yarısı, Sovyetler Birliği’nin tarihin kulisine çekilmesi sonucu, ideolojik ve tarihsel ayrılıkların bittiği, “global” olanın tek geçerli ölçüt olduğu, bunun uzantısı olarak da, Doğu-Batı çelişkisinin eski anlamını yitirdiği düşüncesinin pazarlanma hazırlıklarına tanık oldu. 1995 Mart’ında Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne katılımının yolunu açan adım öncesindeki düşünsel ortamın fon müziği buydu. Kamuoyunda müthiş bir iyimserlik havası oluşturuldu. Avrupalı-Türk farkı önce Gümrük Birliği, ardından da Avrupa Birliği üyeliği ile ortadan kalkacaktı. Almanya’nın güçlü biçimde dolaşıma soktuğu bu havuç, elbette, Alman ekolünden gelen Manizade’nin Mozart yorumunu da çerçeveleyecekti.

Manizade, Osmanlı imajı konusunda ise epey rahatsız:

Ne gariptir ki, yüzyılımızda Selim Paşa, Avrupa sahnelerinde Hintli, İranlı, Kuzey Afrikalı bir prens ya da şeyh hatta korsan olarak karşımıza çıkmaktadır. Osman’ı da Avrupalı meslektaşlarımız kılıktan kılığa sokmaktadırlar. Harem kadınları ise kara çarşaflar içinde bir gölge gibi dolaşmaktadırlar.

Burada bize düşen görev, … olayı yeniden Boğaz’daki yalıya taşımak, en doğru Osmanlı kostüm ve aksesuarlarını seyirciye sunarak…” (Kitapçık, s.21)

Osmanlı imajının düzeltilmesini istiyor. Çünkü siyaseten böyle olması gerekiyor. Mozart’tan mutlaka bir “Osmanlı hayranı” yaratılmalı. Oysa, Selim Paşa gerçekten de Kuzey Afrikalı bir prenstir. Manizade ya librettoyu okumamış ya da neo-liberal rüzgârı arkasına almayı daha uygun görmüştür.

2002 Ankara: AB işi sakat…

2002’de, Saraydan Kız Kaçırma’yı bu kez Ankara Operası sahneliyor. Rejisör, İtalyan Vincenzo Grisostomi Travaglini. Tahmin edileceği üzere, adamcağızın Doğu-Batı sorunsalı falan gibi konularla ilgisi olmadığından, hazırlanan program kitapçığında yer alması da olanaklı değil. Onun yerini, Alman ekolünün ilk ve en keskin temsilcilerinden Cevat Memduh Altar ile müzik yazarı Vefa Çiftçioğlu almış. Bakın, Çiftçioğlu Saraydan Kız Kaçırma’yı nasıl yorumluyor:

“[Bu operanın] çok önemli bir başka yönü de, Osmanlı’ya korku dolu gözlerle bakan Avrupa’ya ilk kez Osmanlı olgusunu yumuşak ve adaletli bir biçimde sunmasıdır.

Mozart dönemlerinde dünyanın en güçlü ordularından biri olan Osmanlı ordularının hemen yanı başlarında Avrupa için bir tehdit unsuru olması, üstelik İslam geleneğinin Avrupa’yı kaplama ihtimalinin çok yüksek olduğu bir dönemde, Viyana gibi Osmanlı’ya sınır bir kentte, Osmanlı’nın bir operaya konu edilmesi ve bu konunun sevimli ve adaletli bir biçimde işlenmesi, temsil sonrası ayakta alkışlanması, günümüz politik ve kültürel şartlarında değerlendirilirse çok önemli bir olgudur.

Bu açıdan, Mozart, Saraydan Kız Kaçırma ve 1700’lü yılların tutucu Viyana’sı, Avrupa’nın demokrasi ve sanat anlayışının 18. yüzyıldan günümüze kadar çok gerilediğini göstermesi açısından da önemlidir.” (Kitapçık, s.13)

Manizade’nin 8 yıl önce Avrupalı-Türk ilişkisine yönelik “iyimser” yaklaşımı, Çiftçioğlu’nun kaleminde gölgelenmiş görünüyor. Neden acaba?

Çiftçioğlu, Osmanlı ve islamın o dönemde Avrupa karşısındaki konumunu, Ankara’nın nabzı doğrultusunda yanlış tarihsel verilerle tanımlıyor. 1782’de, bu operanın Viyana’daki ilk temsilinde, Osmanlı’nın dişleri çoktan sökülmüş, Avrupa’ya değil tehlike olmak, bizzat Avrupa tarafından nasıl paylaşılacağı tartışmasının ön hazırlıkları başlamıştır. “İslam geleneğinin Avrupa’yı kaplama ihtimali”nin fantezisiyle bile avunmak olası değildir. Çiftçioğlu sırf,  “Osmanlı tehditken bile Avrupa ona sempatikti, bugün durum tam tersi olduğu halde, şu yaptıklarına bak!” anlamına yaslanmak için, tarihi büküyor. İyi de, 8 yıllık arada ne oldu ki?

Kamuoyunda AB’ye yönelik yaratılan aşırı iyimserlik 12-13 Aralık 1997 Lüksemburg zirvesi ile yok oldu. AB bizi genişleme programına almadı. 15-16 Haziran 1998 Cardiff zirvesinde durum katmerlendi. AB ile siyasal diyalog koptu, ilişkiler dibe vurdu. Ankara’da yüzlerden düşen bin parça. “Biz müslümanız, orası Hristiyan kulübü, bizden korkuyorlar” söylemi sokağa salındı. Hani  Avrupalı-Türk ayrımı falan bitecekti? Teselli yine Mozart’ta. Altar yardıma çağırılır:

Mozart insanseverlik ilkesini, Türk bağışlayıcılığını ele alarak gerçekleştirmiştir… Türk ve Alman ilşkilerinin en buhranlı bir devrinde yazılmış [olan bu eserde Mozart] Türk bağışlayıcılığı ile ilgili bir konuyu işleyip geliştirmekten çekinmemiştir.” (Cevat Memduh Altar, s.5-6)

Malum, AB’nin lokomotifi Almanya. AB hayalimize taş koyan o. Bizim de elimiz armut toplamıyor ya, onu kendi silahıyla, “Türk dostu” Mozart’la vurmuş oluyoruz.

2007 İzmir: Şahane AB!

2007’de sıra İzmir Operası’nda. Bu kez rejisör Recep Ayyılmaz:

“… büyük dahinin Türk motifleriyle bezenmiş bu operasını ele aldığımda, Türklüğün ve medeniyetler beşiği güzel İstanbul’un bazı özelliklerinin altını çizmeye çalıştım.

… Mozart müzikal açıdan notaların yürüyüşü ile yarattığı Türklük anlayışını, dramatürjik açıdan da Osmin ve sonradan Türklüğü seçmiş olan Selim Paşa tiplemeleriyle zenginleştirmiştir.

… İstanbul’da yaşanan, Selim Paşa’nın anılarında kalmış kırık bir aşk hikâyesi olarak operayı ele alıp, mazide kalan bir tablo gibi düşünerek…” (Kitapçık, s. 64)

2007’ye gelindiğinde islamcılar yaklaşık 5 yıldır iktidardalar. AB en büyük destekçileri. 17 Aralık 2004’te Brüksel zirvesi toplanır ve 3 Ekim 2005’ten itibaren Türkiye ile tam üyelik görüşmelerinin başlayacağı kararı alınır. Tabii, Ankara’da sevinç çığlıkları. Gündüz gözüyle havai fişek gösterileri falan. Artık hepimiz Avrupalı oluyoruz. AB ile yaşanan çalkantılı günler artık “mazide kalan kırık bir aşk hikâyesi”. Her şey yoluna girdi. Nihayet, Mozart’ın yüzyıllar önce bıraktığı vasiyeti AB yerine getirecek, bizi içine alacak. “Türklüğün ve medeniyetler beşiği güzel İstanbulun bazı özellikleri” Avrupa kültür coğrafyasının ayrılmaz parçası haline gelecek.

Bu arada, islamcılar laik cumhuriyeti tepelemenin son hazırlıklarını tamamlamış, Ergenekon sürecini başlatmışlar. Ancak, geri tepme olasılığına karşı, liberal solcular dahil, tüm liberal unsurları yanlarına almışlar. Herkese ulufe dağıtıyorlar. İşte bu ortamda, “jakoben laikçilerin” on yıllardır süren iddialarının tersine, “Türk” kavramı ile “Osmanlı” kavramı arasında sınır bulunmadığı, Osmanlı’nın bir uyum ve barış bütünlüğü olduğu inancı pompalanmaya başlanır. Rejisör Ayyılmaz’ın, XVI. yüzyıl Osmanlı’sında yaşanan bir olayı “Türklük” kavramıyla tanıtması, İstanbul’un çokkültürlülüğüne özel vurgusu, Hristiyanlıktan Müslümanlığa geçmiş Selim Paşa’yı “Türklüğü seçmiş” olarak tanımlaması, Osmin-Selim Paşa farklılık ve çelişkisini, kendince, Mozart’ın sempatik Türklük anlayışı içinde eritmesi, bu sürecin opera sahnesine yansımış halidir. Saraydan Kız Kaçırma bir kez daha Ankara’nın siyasal barometresi işlevine soyunmuştur.

Aynı kitapçıkta, Osmanlı güzellemesinin bir başka vidası da, medyanın gülü ekranların bülbülü İlber Ortaylı’dan yapılmış “Harem” başlıklı alıntı. Bu milli kıymetimizden ilerleyen sayfalarda söz etmek şerefine nail olacağız. Ortaylı haremi öyle bir anlatıyor ki, “keşke bugün olsaydı da, girebilseydik!” demeyecek kadın pek az bulunur: Bir eğitim ve kültür yuvası, ilim irfan mekânı, sıkı koca bulma merkezi... Aynı zamanda hayırseverlik kurumu; “…fakir fukaranın canları kurtulsun diye saraya gönderdiği veya esirciye verdiği genç kızlar… “Öyle, sürekli politika, entrika üretilen yer değil, hele çıplak cariyelerin yüzdüğü havuzlu sofalar… Asla! Sümme haşa! İddia edildiği gibi 400 kadın falan ne mümkün. Külliyen yalan. Bildiğiniz ev, o kadar:

Harem eğlencelik bir yer değildir, her şeyden önce bir evdir. Hiç değilse her ailenin evi kadar saygı gösterilmesi gerekir. Topkapı Sarayı’nın Harem dairesi önceden öğrenerek sessizce ve edeple gezilecek bir yer olmalıdır.”

Ayrıca, Avrupa saraylarında harem yok belki ama, onlar da gizli gizli götürüyorlarmış. Yani, aynı şeymiş. Bugünkü Arap şeyhlerinin saraylarındaki kadın kalabalığının bizim saygın haremimizle elbette ki bir ilgisi olamazmış. Onlarınki “bidat”, yani, sapmaymış. (Kitapçık, s.58-62)

Aynı yıl, Mersin Operası da Saraydan Kız Kaçırma’yı sergiliyor. Hazırlanan kitapçıkta, “Harem Aslında Bir Batılı Fantezisi mi?” başlıklı yazı; bu kez Türkolog Robert Anhegger’den bir alıntı:

Harem padişahın dilediği kadınla yatması için düzenlenmiş bir kurum değil… Padişahın kalkıp cariyeler bölümüne geçebilmesi için kuş olup uçması lazım… Cariyeleri görebilmesi ve aralarından birini seçebilmesi mümkün değil… Harem bir üniversite gibi düşünülmüş. Cariyeler ise öğrenciler… Cariyeler köle değil, hele cinsel köle hiç değil, bence doğru deyim cariyenin padişahın evlatlığı olduğudur.” (Kitapçık, s.78-80)

Ne diyelim?

III. Murat’ın (1574-1595) söz konusu “evlatlık”lardan 102 çocuğu vardır. III. Ahmet’in (1703-1730) ise, yalnızca kız çocuğu sayısı 60 civarındadır. En sevdiği kızı Fatima Sultan’ı 4 yaşındayken sadrazam Silahtar Ali Paşa ile evlendirmiş, adam ölünce, 12 yaşındayken de bir başka sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’ya vermiştir.

Zavallı Mozart’ın bahtında Osmanlı rehabilitasyonunun en zayıf halkası olan hareme deterjanlık yapmak da varmış!

2010 Ankara: AB’ye katılalım, katalım!

2010 yılına gelindiğinde Saraydan Kız Kaçırma’yı Ankara Operası’nın ürünü olarak görüyoruz. Temmuz ayında İstanbul’da, 1. Uluslararası İstanbul Opera Festivali kapsamında görücüye çıkıyor, Aralık’tan itibaren de sezon temsili sıfatı kazanıyor. Rejisörümüz Yekta Kara. Vazgeçilmez Yekta Kara! İDOB’ta etik, yönetsel ve sanatsal çöküşü başlatan, islamcıların ilk büyük işbirlikçisi, TÜSAK yellozluğunun arkasındaki ağır toplardan, her dönemin kadını Yekta Kara… Onun ayrıntılı öyküsünü İDOB yazı dizimizde ele alacağız.

--AB’ye çok sey katabiliriz: Dinlerarası diyalog.--



2007-2010 arasında AB ile ilişkiler çok iyi. Müzakereler resmen başlamış, değişik fasıllar açılıyor, AB Konseyi 2010 için İstanbul’u Avrupa Kültür Başkenti ilan etmiş. Yaşasın! Cepler dolacak. 2011 Haziran’ında zuhur edecek olan AB Bakanlığı’nın kuruluş hazırlıkları tam gaz. 2013’e kadar Avrupa hukukuna uyumumuzu tamamlayıp, üye ülke statüsü elde etmeyi düşünüyoruz. Ankara şıkıdım şıkıdım…

Öte yandan, Ergenekon süreci dallanıp budaklanmış, ordunun en üst kademesine ulaşmak üzere. 2008’de, üniversitelerde türban yasağını kaldıran yasa meclisten geçmiş. İslamcılar dükkânı son anda, Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatmaktan sıyırmışlar. “Farklılıklar zenginliğimizdir” sloganı resmileşmiş. “Yetmez ama evet” demeyene mağara devri insanı muamelesi yapılıyor. FETÖ her yerde, en güçlü döneminde. Referandumda mezardan insan çıkarıp oy kullandırıyorlar. Dinlerarası diyalog FETÖ’cülüğün simgesi durumunda. Osmanlıcılık hepten palazlanmış. Osmanlı’nın çokkültürlü, çok dilli eyalet sistemi ağız sulandırıyor. Alman vakıfları bu içerikli projelere yüz binlerce euro akıtıyor. Laik cumhuriyetçi kesim tedirgin.

Alman ekolünden Yekta Kara ise program kitapçığına imzasız olarak yazdığı yazıda hiç şaşırtmıyor:

18. yüzyılda moda olan bir opera bugün bizim için ne anlam taşır ki?... Operada Doğu ve Batı kültürünün karşılaşması, her iki tarafta görülen önyargılar ve bu önyargıların, birbirini anlama çabası, karşılıklı ilgi ve hoşgörüyle nasıl ortadan kaldırılabileceği anlatılır. 11 Eylül’ü yaşamış bir dünyada, türban, yabancıların içinde yaşadıkları toplumla bütünleşmesi ya da AB’nin genişlemesi gibi pek çok konunun ateşli bir biçimde tartışıldığı dünyamızda bundan daha güncel bir opera olur mu?

Hiç kuşkusuz, kültürler ve dinler arasında acilen diyalog kurulmasına insanlığın her zamankinden daha çok ihtiyacı var. Birlikte yaşamamızın temelini, yabancı olana, “öteki”ne karşı göstereceğimiz saygı oluşturmalıdır. Batı ve Doğu kültürlerinin bireyleri kendi yaşam alışkanlıklarını ve dünya görüşlerini tek doğru olarak görmeseler ve birbirlerine zorla dayatmasalar, Batı ile Doğu birbirlerinden ne çok şey öğrenebilir! Toplumlar, kendilerine yabancı olana kucak açarak, onları anlamaya çalışarak çokkültürlülüğü özendirseler, nasıl da zenginleşirler!” (Kitapçık, s.48)

Yoksa Mozart “dinlerarası diyalog” taraftarı bir FETÖ’cü müydü? Belki de bu ifade bu yazıya tesadüfen girdi.

Tesadüf mü, değil mi, Yekta Hatun’u anlatırken ayrıntılı olarak değineceğiz.

Mademki AB bizi içine almayı kabul etti, o halde, bize “ilgi ve hoşgörüyle” yaklaşmalı. Karşılıklı olarak farklılıklarımızı kabul edip, birbirimizi zenginleştirebiliriz. Doğu-Batı birbirinin rakibi değil, tamamlayıcısıdır. Gerginlikler, sivrilikler törpülenmeli, her tür “öteki”leştirmeden kaçınılmalıdır. Örneğin, türban konusuna anlayışla yaklaşılmalıdır vb.

İyi de, bu görüşlerin doğrulatılması Saraydan Kız Kaçırma ile nasıl yapılabilir ki? Libretto el vermiyor.

Adam sen de!

Yekta Hatun bu! Modernleştirmeci. Özgün metin, tarihsel gerçeklik falan gibi tenekelerle zaman kaybetmez. Devir neo-liberal estetik devri.

Yani?

İstediğin gibi takıl.

O kadar mı?

Tabii, bir de yukarıdaki havaya dikkat et. Nabzı kaçırma.

Eyvallah.

Yapıyor; librettonun saçını başını yolarak. Yani, modernleştirerek.

Operanın temel karakterlerinden olan Kostanze ve Belmonte’den öyle iki yaratık çıkarıyor ki, ikisine de acımaktan, “Yazıktır! Vallahi değmez; biz şu AB’ye girmeyelim de, bu garibanlar da opera tarihe bu şekilde geçmesinler!” diyesiniz geliyor.

Korsanların kaçırdığı, hayatta olup olmadığını bile bilmediği sevgilisi Konstanze’nin peşinden, Akdeniz’i geçip, ölümü göze alarak İstanbul’a gelen İspanyol Belmonte’yi, “materyalist bir düşünce yapısına sahip… kurum ve kibirle adım atar… Avrupa merkezci, bencil yaklaşımlı” bir işadamı yapıyor.

Belmonte’ye bağlılığını ölümüne bir sadakat yeminine dönüştürmüş olan, Selim Paşa’ya, yeminini bozmaktansa, her tür işkence ve ölümü kolayca kabulleneceğini opera tarihinin en güç ve parlak aryalarından biriyle yüksek perdeden haykıran Konstanze’yi ise, “iki erkek arasında bocalayan… iç dünyasının Paşa’ya meyilli olan bir parçasıyla da savaşmak zorunda olan” bir fırsatçı aşüfteye dönüştürüyor.

Hadi, Yekta Hatun’un post-modern görgüsüzlüğünü, epey özel fantezi dünyasını bir kenara bırakalım. Ama, dönemin siyasal içeriğine uygun bir torna makinesi kullandığı tartışmasız. Avrupalılar materyalist, bencil, kibirli, romantizm karşıtıdırlar ya, işte, bizim uygarlığımızla karşılaştıklarında materyalizm karşıtı, romantik, derin duygulu, kemale ermiş, sakin insan tipine hemen çarpılırlar. Belmonte bile 24 saat geçirdiği Selim Paşa’nın sarayında, “materyalist bir iş adamıyken, duygu dolu bir insana dönüşür… Konstanze’ye karşı gerçek duygularını keşfeder.”

Oysa, materyalist işadamı Belmonte’yi duygulu bir aşığa dönüştüren, yeminli Konstanze’ye başkasına abayı yaktıran bu medeniyet yuvası toprakların AB ülkelerine verecek ne çok şeyi vardır. Mozart 230 yıl önce bu yapıtıyla Avrupalılara “bırakın şu Avrupa merkezci denyoluğu!” dememiş midir?

Bu hastalıktan kurtulmak için, derin duyguların, irfan ve tefekkürün sakin limanı Osmanlı saraylarında 24 saatlik kür yeterlidir.

Yekta Hatun’u tutabilirsen, tut artık…

Osmanlı övgüsü mü?

Olmaz olur mu; hem de en şehvetengizinden:

“…Konstanze, Belmonte’de isteyip de bir türlü bulamadığı özellikleri Selim Paşa’da bulur belki de… Paşa’nın sabrı, güçlü kişiliği, deneyimli, olgun bir erkek olması genç yaştaki Konstanze’nin gözünde onu daha cazip kılar elbet… Selim Paşa ile bir araya geldiğinde daha önce hiç bilmediği yoğunlukta duygular hisseder… Belmonte’ye ettiği sadakat yeminine bağlı kalmak ile cesur davranıp Selim Paşa’ya duyduğu sevgiye sahip çıkmak arasında kararsız kalır… Selim Paşa’yı tanıdıktan sonra, Belmonte’ye o güne dek duyduğu aşktan daha derin ve çok boyutlu bir sevgi olabileceğini de anlamıştır…

Selim Paşa modern ve aydın bir insan olarak yabancılara karşı çok açık davranır, onlara büyük ilgi ve anlayış gösterir… hoşgörüsü ve yüce gönüllülüğü sayesinde Avrupalıların bakış açısını da değiştirir.” (Kitapçık, s. 44-48)

Ne yazık ki, Konstanze’nin Selim Paşa’ya “çok derin ve çok boyutlu”sevgisi ile paşanın “modernliği ve yüce gönüllülüğü” bizi AB’ye sokamadı. “Avrupalılar” pek yememişe benziyorlar ya, belki de librettoyu okuduklarındandır. Neyse, boş verin, Selim Paşa gibi bir paşamız var ya, o bize yeter!

Dinlerarası diyaloğu Hristiyan Konstanze ile Müslüman Selim Paşa’yı halvet anaforuna sokarak hallettik. Zaten dinlerarası diyalog önyargıları ortadan kaldıracak “karşılıklı ilgi ve hoşgörü”nün günümüzdeki formülü değil mi ki?

Peki, çokkültürlülüğü nasıl becereceğiz?

Çok basit; herkes kendi dilini konuşacak.

Yekta Hatun Konstanze ve Belmonte’yi Almanca, Blonde’u İngilizce, Selim Paşa ve Osmin’i Türkçe konuşturuyor. Gerçekten zekice. Hepsi birbirini anlıyor olmalı.

Nasıl mı?

İletişim artık global bir kavram ya.

Yani, hepsi bu dilleri biliyor mu?

Andavallığa lüzum yok! Dedik ya, durum global.

Daha ne inciler var, bir bilseniz!

2020/2021 İstanbul: Ceddin deden neslin baban…

AB rüyası çoktan bitmiş, üçkâğıtçı Avrupalılara karşı milli ve onurlu postamızı koyup saltanat rejimine geçmişiz. Şeyhülislam Ali Erbaş Ayasofya Camii minberine kılıçla çıkıp, kancık Avrupalılara 1453’ü anımsatarak, Osmanlı’nın cihanşümul sopasını göstermiş. Erkan-ı Harbiye reisi ve kuvvet kumandanı paşalar üniformalarıyla kur’an tilavetini sarmalayan huşu atmosferinde namazlarını eda etmişler. Millet tüm fertleri ve müesseseleriyle bekasının teminatı Saray’ın etrafında kenetlenmiş. Şanlı ordularımız Suriye, Irak, Libya cephelerinde zaferden zafere koşuyor, Katar’ı kollayıp, koruyor. Son halifenin kutsal toprakları olan ülkemiz, İslam dünyasının milyonları baliğ muhaciriyle şenlenmiş, babalığını düvel-i muazzamaya göstermiş. Yüzümüzü bizi biz yapan değerlere, Osmanlıcamıza, divan edebiyatımıza, saray musikimize, gönüller sultanı ehl-i tarikat ve mutasavvıflarımıza dönmüş, 97 yıllık parantezi kapatıp, Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle nihayet kendimizi bulmuşuz.

Münkir AB’ye Osmanlı uygarlığının cüssesi ve ihtişamını sahnede, üstelik onların sanatını kullanarak göstermenin tam zamanı. Öyle, efemine Doğu-Batı sentezi, uzlaşması falan gibi çılbır konulara gerek yok. Yumruğu masaya vuracağız.3200 yıl önce bile bu toprakların bize ait olduğunu Troya’da nasıl gösterdik! Mozart zaten emrimizde. Arslan parçası bir rejisörle, dünyaca ünlü bir dansçı-koreograf bulduk mu, işi bitiririz.

Buldular ve bitirdiler.

Operamız Osmanlı’dır abiler!

2020-2021’in Saraydan Kız Kaçırma’sı kendi kısmetiyle dünyaya gelmiş bir nur topudur:

Cumhuriyet tarihinin ilk “tuluat opera”sı olma özelliğini taşıması bir yana, dünya opera literatürüne bu türü kazandırmanın gururu da omuzlarında. Oğlanın hedeflediği üzere, Türk Opera markası yaratmada, Troya ve Göbeklitepe’den sonra radikal bir adım daha atılmış oluyor. Sahne konsepti ve yorumuyla tam bir devrim!

--Opera Osmanlı’da elbette Osmanlıca oynanacak.--



Ne diyor rejisör Caner Akın?:

Saraydan Kız Kaçırma yüzyıllardır sahneleniyor. Ve bu haliyle İstanbul Devlet Opera ve Balesi olarak dünyada ilk kez böyle bir sahneleme gerçekleştirmiş oluyoruz.” (Cumhuriyet, 24 Eylül 2020)

Diğer kısmet ise, DOB tarihinin ilk “ergen genel müdür”ünü çıkaran Ankara’ya karşı, İstanbul’un ilk “ergen rejisör” yanıtı ile, sanatsal değer üretme rekabetinde hiç de geride kalmadığını göstermiş olması.

Her iki keşfin de İDOB bünyesinde gerçekleşmesi, elbette, İstanbul müdürü Suat Arıkan’ın kutlu ve uslu idaresinin meyvelerinden. Oğlan “tak” diyor, Suat Müdür “şak” yapıyor. Tak-şak müdürümüz bakanlığı da ihmal etmiyor; Bakan Yardımcısı Özgül Özkan Yavuz’a her daim teveccühünü izhar etmekten geri kalmıyor. Ya Saray? Alicenaplarının baş danışmanı Fecir Alptekin Hanımefendi’nin peşinden ayrılmıyor. Malum, koltuk durumları… Siyaset boşluk kabul etmez de.

Tuluat, doğulu ortaoyunu ile batılı tiyatronun Osmanlı’ya özgü şizofrenik bir karışımıdır. XIX. yüzyılın tuluat kumpanyalarında Batı’nın birçok klasik yapıtı farklı adlarla -Shakespeare’in Othello’su Arabın Hiddeti, Chateaubrilland’ın Atala’sı Amerika Vahşileri vb.- konuya yapılan ekleme, çıkarmalarla serbest bir biçimde oynanırdı. Mutlaka bir kantocu olur, incesaz heyeti alaturka, orkestra batılı müzikler çalar, bazen de pehlivanlar şovlarıyla salonu ısıtırdı. Müslüman kadınların sahneye çıkmasının yasak olduğu Osmanlı’da gayri müslim şivesi ile konuşulan Osmanlıca bu türün önemli özelliklerindendi.

Mozart’ın müziği olmasa, konuşma bölümleri, kostümler, dil, oyunculuk, dekor ve ışıktan yola çıkarak XIX. yüzyıl tuluat kumpanyalarından birini seyrediyor olma izlenimine kapılmanız işten bile değil. Caner oğlumuzun ergen yeteneksizliği ile milli tacirimiz Tan Sağtürk’ün kaptıkaçtı koreografisi sizi gerçekten de zaman tünelinde bir yolculuğa çıkarıyor.

Caner oğlumuzun ilk rejisi. Daha önce birkaç çocuk operası sahnelemiş. Ne reji eğitimi var, ne de deneyimli bir ismin yanında reji yardımcılığı. Çok belli oluyor; sahne yerleştirme ve hareketlerinin en temel kurallarını bile bilmiyor. Duyarlılığı zaten ergen. Anlayacağınız, başına torpilli bir talih kuşu konmuş. İlerleyen sayfalarda anlatacağız.

Milli tacirimiz Tan Sağtürk’e gelince; 31 yıllık dans kariyerinin son 23 yılını çocuklar ile geçirmiş. Dershane koreografilerinin dışında gözünün başka bir şeyleri kesmesi pek olanaklı değil.

Esas ilgi alanları çocuk olan bu iki isim yan yana gelince, Saraydan Kız Kaçırma, tuluat kazmalığı ile çocuksu sahneleme arasında bir yerlere sıkışıp kalmış.

1918 güzel yıl…

Ayrıntılara geçmeden, gelin, önce işin siyasal içeriğine bir göz atalım:

İslamcılar AB desteğini kaybedince, iç kamuoyunu tutabilmek için ellerinde yalnızca “Osmanlı” ve “tasavvuf” kaldı. TV dizilerinden, senfonik konserlere, dönerci açılışlarından, reklamlara, her yerde bu iki aparat ile yükleniyorlar. Batı’dan geri olmadığımız gibi, ahlaken üstün bile olduğumuz, ecdadımızın alnının pir ü pak olduğu falan… Bir dönemin Malkoçoğlu filmleri benzeri kahramanlık ve ahlak öyküleri. Doldur boşalt!

Caner oğlumuzun bu işe tayin edilmesi tesadüf değil. Bu operaya nasıl yaklaştığını gayet açık anlatıyor:

“Rejisör Caner Akın… klasik konunun en önemli unsurlarından biri olan Türklerin kin tutmak yerine merhamete önem vermesine de parmak basarak şöyle diyor:

Burada altını çizmek istediğimiz şey, tarih boyunca bu kadar farklı din, dil ve kültürden gelen bu kadar insanın bir arada barış içinde yaşadığı başka bir toplum örneği yok.” (Birgün, 24 Eylül 2020)

Eh, oğlumuz ergen, olgunlaşıp daha ciddi kitaplar okuyana kadar böyle düşünmesi doğal. Ankara’daki amcalar da bilgi notu olarak Osmanlı’nın erdemlerini birkaç paragrafla yazıp önüne koyduklarında yönünü bulmuş oluyor.

İyi de, yine de dramatürjik açıdan tuhaf bir durum var: XVI. yüzyılda geçen bir olay neden 1918’e taşınmış?

Caner oğlumuz pandemiden esinlenerek, olayı “eserin orijinaline sadık kalarak nokta atışı bir tarihe yani İspanyol gribi salgını ve Birinci Dünya Savaşı’nın bitişi 1918 yılına” taşıdığını söylüyor. (Cumhuriyet, 24 Eylül 2020)

İspanyol gribi Mart 1918 ile Temmuz 1921 arasında sürdü. Bu dönem hâlâ Osmanlı İmparatorluğu dönemidir. Neden bu yıllardan biri değil de ısrarla 1918? Üstelik, tercih nedeni yalnızca İspanyol gribi ise, 1919 ya da 1920 daha uygun olurdu, çünkü bu yıllardaki ölü sayısı 1918’dekine göre çok daha yüksektir. Oğlumuz İspanyol gribinin yanına çaktırmadan “Birinci Dünya Savaşı’nın bitişi”ni ekleyiveriyor. Oysa, bu salgın ile bu savaş arasında doğrudan bir ilişki yok ki. Üstelik, hastalık, adını bile savaşa katılmamış İspanya’dan alıyor. İlk çıkışı da ABD’de. En büyük can kayıpları ise Hindistan ve Çin’de. Bu coğrafyaların hiçbiri savaş alanı olmadı.

Ayrıca, bu yapıtın rejisi Caner oğlumuza pandemiden önce teklif edilmiş. (Milliyet, 20 Eylül 2020)

Nitekim, rejiye baktığınızda, pandemi ile ilgili o kadar az ve cılız unsur görüyorsunuz ki, konunun 1918’e taşınmasını haklı çıkaracak bir altyapıya izin vermeleri asla olanaklı değil. Son derece zorlama, sakil bir görüntü. Zaten, Selim Paşa 1918’e getirilmiş ama, Osmin XVI. yüzyılda unutulmuş. Epey amatörce ve apar topar bir iş. Pandeminin paravan bir söylem olduğunu anlamak hiç de zor olmuyor. Yalnızca, Osmin karakterinde çok belirgin olan yabancı düşmanlığına su katıp, Osmanlı’ya cila çekme işlevine sahip. Örnekleyeceğiz.

O halde, esas çıkış noktası, “Birinci Dünya Savaşı -1918- Osmanlı militanlığı” arasındaki ilişkide aranmalı.

Savaşlar, sömürgeci devletler ve imparatorluklarda baskı ve şiddetin arttığı özel dönemlerdir. Birinci Dünya Savaşı’na katılan bütün imparatorluklar ve sömürgeci devletlerde olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu tarihinin de en kanlı sayfalarından bazıları bu dönemde yazılmıştır. Ermeni katliamı, Arap halklara uygulanan baskılar en bilinenleri. Ermeni sorunu o tarihten günümüze değişik siyasal evrelerden geçerek gelmiş ve son 5 yıldır birçok AB ülkesi tarafından gündemin üst sıralarına taşınmıştır. 2019’a gelindiğinde, bu konuda yıllardır sırtımızı yasladığımız ABD de karar değiştirmiş, Aralık ayında, senatosunda, yaşananları “soykırım” olarak kabul etmiş, geriye devlet başkanlarından birinin “evet” demesi kalmış, Joe Biden da ikiletmemiştir.

İslamcıların Suriye’nin iç işlerine karışıp, Müslüman Kardeşler’in terör eylemlerini ülkenin meşru hükümetine karşı desteklemeleri, Mısır’da aynı şekilde ihvancılığa yatmaları, IŞİD ile tartışmalı ilişkiler, neo-osmanlıcılık hezeyanları… Arap dünyasında Osmanlı sömürgeciliği anılarının yeniden canlanmasına yol açıp, alerjik bir durum yarattığı da bir kenara not edilmeli.

Yani, Osmanlı’yı Birinci Dünya Savaşı bağlamında aklama çabası, düşünülebilecek en talihsiz, en çocuksu girişimdir.

Peki, neden ille 1918?

1918 Osmanlı Devleti’nin savaşı kaybettiği yıldır (30 Ekim, Mondros). 13 Kasım’da İstanbul 5 yıl sürecek bir işgalin ilk gününe uyanmıştır. Osmanlı Hanedanı’nın vatana ihanetinin en belirgin hale geldiği dönemdir. İşgale karşı parmağını oynatmamak bir yana, işgalci güçlerle işbirliği yapmıştır. 1918, giderek artacak bu işbirlikçiliğin simge tarihidir.

Tamamen çürümüş bir devletin tarih sahnesinden silinme sürecinin başladığı yıldır.

Aynı zamanda, Saray ile Kurtuluş Savaşı güçlerinin kopuşunun (1919) hemen öncesindeki yıldır. Yani, Osmanlı siyasal yapısının son birliktelik fotoğrafı verdiği yıl.

Malum, islamcılar on yıllardır, Osmanlı ile Cumhuriyet arasında bir kopma değil, devamlılık olduğunu, Kurtuluş Savaşı’nın Osmanlı’nın tasfiyesi anlamına gelmemesi gerektiğini, hanedanın vatansever olduğunu, M.Kemal’i ülkeyi kurtarsın diye Anadolu’ya gönderdiğini falan anlatıp, Osmanlı’yı aklama peşindedirler. Savaş atları İlber Ortaylı yıllardır bu safsataları goygoycu keşkülü misali elden düşürmeden, yandaş ekranlarda, yandaş yayınevlerinde anlatıyor da anlatıyor…

Öte yandan, unutmamalı ki, 1918, Ermeni katliamını sorgulamak için kurulan mahkemenin de ilk yılıdır (16 Aralık).

Hepsini alt alta yazıp, Osmanlıca librettoyu da ekleyin.

Sonuç şudur: 1918 yılındaki Osmanlı’yı, tam da böyle bir ortamda, iç kamuoyu nezdinde, Osmanlı’nın reddi üzerine kurulmuş laik cumhuriyetin en arı kurumlarından DOB’un sahnesinde aklamaya kalkışmak, “Osmanlı militanlığı”ndan, dolayısıyla, “Saray’ın askeri” olmaktan başka bir şey değildir.

MELİS GÖNENÇ / SOL(Yazı dizisi)-(26/10/2021)