5 Eylül 2021 Pazar

Yeşilçam'ın 'çilekeşleri', ötekileri; kötü adamlar (2) - Mesut Kara / Evrensel

 Ödül niyetine taşlanan aktör: Erol Taş


Cankurtaran’da işlettiği kahvenin karşısında oturan ve sık sık kahveye uğrayıp, duvardaki resimlerine bakarak “Sen meşhur bir artist olacaksın” diyen Efkan Efekan, bir gün resmini alır ve tanıdığı sinemacılara gösterir. 1957 yılında oynadığı ve Mümtaz Alparslan’ın yönettiği “Acı Günler” Erol Taş’ın ilk filmidir. Sette Yönetmen Mümtaz Alparslan, Erol Taş’a “Sen asla artist olamazsın” demiştir. Bu sözler onun çok ağırına gider. “Belli olmaz, belki günün birinde boynuz kulağı geçer” diye düşünür ve zaman Erol Taş’ı haklı çıkartır.

Taş kalpli kötü adam rollerinin yufka yürekli, iyi kalpli usta oyuncusuydu Erol Taş. Zaman zaman iyi adam rollerinde oynasa da belleklerde kötü adam olarak yer etti. Türk sinemasının ‘karakter’ oyuncuları açısından ne kadar şanslı olduğunu kanıtlayan önemli oyunculardandır. Birçok oyuncu gibi ödülünü her zaman halktan, izleyicisinden aldı Erol Taş da. Onun ödülleri, benzer rolleri oynayan diğer arkadaşları gibi, esas kızlardan, esas oğlanlardan farklıydı biraz. Atılan taşlar, şişeler, sopalar, yuhalamalar, hakaretler en büyük ödülüydü Erol Taş’ın. Çünkü bunlar rolünü ne kadar başarıyla oynadığının göstergesiydi.

Festivallerde aldığı ödüllerin yanı sıra, gittiği film galalarında, yürüdüğü sokaklarda, Cankurtaran’da işlettiği kahvehanede, çekim için gittiği setlerde sıcağı sıcağına alıyordu ödüllerini ve bu ödüller onun için hep daha sahici oldu.

“İnce Cumali” filminde çok acımasız bir ağayı canlandırır. Öylesine acımasızdır ki Ağa, baskın yaptığı rakip çiftliğin sahibini, yeni doğum yapan karısını ve yanında çalışan herkesi öldürür. Bu filmdeki başarılı oyunuyla 5. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü alır.

“Susuz Yaz” filminde, iyi kalpli abisi Hasan Kocabaş’ın karşı çıkmasına rağmen, köylülerin suyunu kendi tarlasına çeviren Osman Kocabaş suretinde bir kötü adam olarak çıkar seyircinin karşısına. Köylüler susuz ve ürünsüz kalır. Susuz yazlar yaşanır. Ardından abisi Hasan’ın güzel karısı Bahar’a göz koyar. Köylü susuzluk çeker, Osman kadınsızlık. Elde edemediği Bahar’a anlatamadığı derdini korkuluğa anlatır. Hülya Koçyiğit’in de ilk filmi olan, Susuz Yaz’da ki Kocabaş Osman rolüyle hem Türk sinemasında hem de seyircilerin belleklerinde silinemeyecek bir yer edinir Erol Taş.

YAKIŞIKLI JÖNDEN KÖTÜ ADAMLIĞA TURGUT ÖZATAY


Kazıklı Voyvoda, hain mi hain mafya babası ya da hin mi hin gazino patronu olarak kötü adamlıkta özel bir yer edinen, zaman zaman iyi adam olarak da izlediğimiz Turgut Özatay, “Yalnızlar Rıhtımı”, “Kırık Çanaklar”, “Hızlı Yaşayanlar” filmlerindeki güçlü oyunculuğuyla unutulmaz bir iz bırakır.

Güçlü oyunculuğunu ilk filmlerinde gösteren ve başa oynayan Turgut Özatay’ın jön dönemi kısa sürer nedense. İkinci adamı, jön’ün karşısındaki ‘kötü adam’ı oynamaya başlar. “İyi”yi oynadığı filmler de az değildir fakat kötü adam olarak ünlenir kısa sürede. Tarihi, kostüme filmlerde ise “Kahpe Bizans”ta ki zalim düşman olarak çıkar karşımıza. “Kara Murat” serisinin “Kazıklı Voyvoda”sı gibi…

Memduh Ün’ün yönettiği “Kırık Çanaklar” filminde de Lale Oraloğlu ve Reha Yurdakul’la birlikte, aile reisi Şoför Cemal rolüyle güçlü bir oyunculuk sergiler. Yuva yıkan kötü adam Turgut Özatay, bu kez fettan komşusu Mualla’nın oyununa gelip kendi yuvasını dağıtır.

HAYATİ HAMZAOĞLU: ŞÖHRET ATEŞTEN GÖMLEK


Osman aynı köyden Fatma’ya kara sevdalıdır. Onun bu tutkusu tek yanlıdır ve sevgisine karşılık vermeyen Fatma’yı dağa kaldırır. Hapse girer. Çıktığında tekrar kaçırır ve sonunda tecavüz eder. Ağaca bağlayarak zorla tecavüz ettiği Fatma korkunç bir intikamla Osman’ı öldürür. Osman’ı su almak için indiği kuyuda üzerine kaya ve taşlar atarak intikamını alır Fatma.

Çoğunlukla kötü adam rollerinde oynayan Hayati Hamzaoğlu, ilk ödülünü Adana Film Festivali’nde, Metin Erksan’ın çektiği “Kuyu” filmindeki rolüyle alır. Ardından Antalya Film Festivali’nde, çok sevdiği Yılmaz Güney’le birlikte oynadığı “Bir Çirkin Adam” filmiyle ikinci ödül gelir. Üçüncü ödülünü de en son oynadığı “Tatar Ramazan” filmindeki oyunuyla kazanır.

Son nefesine kadar sinema düşündü, sinemayla yaşadı, sinemaya bir ömür harcadı Hayati Hamzaoğlu.

KAZIKLI VOYVODA: ALTAN GÜNBAY


Türkiye’nin Yul Brynner’i diye anılıyordu Altan Günbay. Biz onu yıllarca usturaya vurulmuş dazlak kafasıyla filmlerin “kötü adamı” olarak izledik beyaz perdede. Altan Günbay aynı zamanda opera sanatçısı ve besteci. 1963 yılından itibaren 100’ün üstünde sinema filminde rol alır. Yönetmen Memduh Ün, 1966 yılında çektiği “Altın Çocuk” filminde Altan Günbay’ın saçlarını usturayla kazıtmasını ister. Filmin kötü adamını oynayacaktır.

Altan Günbay kendisine benzetilen Yul Brynner’la da tanışır. Bir akşam yemeğinde buluşurlar... Ayhan Işık ve Yılmaz Güney de vardır masada. Altan Günbay, Turgut Özatay, Erol Taş gibi kendine özgü başka has kötü adamları da vardı Yeşilçam’ın. Örneğin Kenan Pars, Bilal İnci, Süha Doğan, Senih Orkan, Hüseyin Baradan, Danyal Topatan bunlardan yalnızca birkaçı…

ŞEHİRLİ BİR KÖTÜ ÖNDER SOMER


Kaytan bıyıklı, iyi giyimli, kadınlara çapkın bakan, hatta bardaklarına ilaç koyarak kandıran ve tecavüz eden Türk filmlerinin unutulmaz kötü adamıydı Önder Somer. Tecavüzcü Coşkun’un kent soylusudur. Kötülüğü estetize eden jön. “Görücü usulüyle” girdiği Yeşilçam’da 130 filmde oynar. Önder Somer’in oynadığı salon filmlerinin, melodramların şehirli kötü adamı, kendine özgü bir kötü adam çizgisidir.

’60’lı yılların salon filmlerine, melodramlarına kötü adam olarak damgasını vurmuş olan Önder Somer’den sonra gençlik ve aile filmlerinin bir başka kötü adamı daha çıkıyordu tarih sahnesine. Rolünü başarıyla yapan, adı duvarlara yazılan ve gençliğin idolüne dönüşen bu kötü adamın adı Nuri Alço’ydu.

Mesut Kara / Evrensel

Zenginlerin büyümesi ve halkın enflasyonu - MEHMET TUNA DOĞAN / SOL-ANALİZ

 Emekçi halk bir yanda yaratılan değerden daha az pay alır hale getirilirken, diğer yandan da mevcut büyüme modelinin yarattığı enflasyonun altında ezilmeye terk edildi.


Geride bıraktığımız haftada Türkiye ekonomisine ilişkin kritik veriler açıklandı. Bunlardan birisi yılın ikinci çeyreğine ilişkin milli gelir istatistikleri diğeri ise Ağustos ayına ilişkin enflasyon rakamlarıydı. Okuru rakamlara boğmadan dikkat çeken birkaç noktaya, verilerin emekçi sınıflar için ne anlam ifade ettiğine değinmekle yetineceğiz.

Türkiye’nin milli geliri 2021 yılının Nisan-Mayıs-Haziran dönemlerinde (ikinci çeyrek), geçen yılın aynı dönemine göre %21,7’lik güçlü bir artış kaydetti. Rakam çok büyük oranda kıyaslama yapılan 2020 yılının Nisan-Mayıs-Haziran döneminde %10,4 küçülme yaşanmasından kaynaklı istatistiki etkiyi yansıtıyor. Nitekim bir önceki döneme, yani Ocak-Şubat-Mart dönemine göre bakıldığında büyüme yalnıza %0,9, üstelik bir önceki döneme göre büyümede bir hız kaybı yaşandığı da görülüyor.

Büyüme rakamlarında en çok vurgu yapılan noktalardan birisi sanayi üretiminin performansı. Gerçekten de her ne kadar ikinci çeyrekte hafif bir daralma yaşasa da (takvim ve mevsim etkilerinden arındırılmış) imalat sanayi üretimi geride kalan üç çeyrekte kayda değer büyüme oranları sergiledi ve üretim, düzey olarak da pandemi öncesi seviyelerin oldukça üzerinde. Peki sanayi üretimindeki bu parlak tablo emekçiler açısından ne anlam ifade ediyor? İkinci çeyrek özelinde bakıldığında, imalat sanayinde işçi başına verimliliğin yıllık %25’e yakın rekor bir artış sergilediğini görüyoruz. Aynı dönemde reel ücretlerde ise %10’a yakın bir düşüş var! Özetle sömürünün dizginlerinden boşandığı, emekçi halkın kafasına basarak yaratılmış bir ‘büyüme’ tablosu var ortada.


İkincisi milli gelire bölüşüm, yani gelirler yöntemiyle yaklaştığımızda da rakamlar büyümenin sınıf karakterini açıkça ortaya koyuyor. 4 çeyreklik toplamlar halinde bakıldığında pandemi öncesinde %31,4 olan emeğin milli gelirden aldığı payın 2021 yılın ikinci çeyreğinde %28,2’ye gerilediği görülüyor, buna mukabil aynı dönemde sermayenin payında %42,7’den %45,4’e yükseliş söz konusu. Kalkınma bakanlığının yayınladığı birim ücret verileri de bu tabloyu doğruluyor: Birim ücretler, pandemi dönemini kapsayan son dört çeyrektir reel bazda kesintisiz geriliyor; işçi sınıfının verimliliğin karşılığını alamadığı, emekçi sınıfların refahından çalan, yoksullaştıran bir büyüme övüp bitirilemeyen.

Haftanın bir diğer önemli verisi ise Ağustos ayı enflasyonuydu. Buna göre Ağustos’ta yıllık tüketici enflasyonu %19,3’e ulaştı. Merkez Bankası her fırsatta enflasyonun yılın son 3 ayında (yine istatistiki nedenler/baz etkisiyle) düşeceğini belirtse de beklentiler yılın %16-17’lik yüksek bir enflasyonla kapatılacağı. Emekçi halkı çok daha fazla ilgilendiren gıda enflasyonu ise Ağustos’ta %30’a dayanmış durumda, yaşanan kuraklık ve tarımsal üretimdeki düşüş yılın kalanı için de gıda fiyatları açısından iyimserlik sunmaktan uzak.

Yıllık enflasyonda aydan aya yaşanan dalgalanmalar fazlasıyla kafa karıştırıcı ve doğal olarak halkın hissettiği fiyat artışlarını açıklamaktan uzak. Dolayısıyla biz birikimli fiyat artışlarına odaklanacağız, bunun için seçtiğimiz başlangıç tarihi ise Türkiye’nin bir kur krizi yaşadığı ve enflasyonda ciddi bir trend değişiminin yaşandığı 2018 yılının başı olacak. Bu şekilde bakıldığında, TÜİK’in çok tartışmalı resmi rakamlarına göre dahi emekçi halkın enflasyon altında ezildiği görülüyor; gıdada birikimli fiyat artışı yaklaşık 3,5 yılda %100’e koşuyor. Ulaştırma ile Konut, su, elektrik, gaz ve diğer yakıtlarda ise %70 civarlarında fiyat artışları söz konusu.


Özetle, Türkiye’de sermaye sınıfı pandeminin yarattığı koşullardan faydalanmayı bilmiştir. Emekçi halk bir yanda yaratılan değerden daha az pay alır hale getirilirken, diğer yandan da mevcut büyüme modelinin yarattığı enflasyonun altında ezilmeye terk edilmiştir. Üstüne üstlük gerek küresel koşullar gerekse de iç faktörlerden kaynaklı yılın kalanında ekonominin daha da yavaşlaması kuvvetle muhtemeldir, enflasyon tarafında ise AKP halkımıza yeni zamları müjdelemektedir, nereden bakılırsa bakılsın, sonbaharın ‘çok sıcak’ geçeceği açıktır.

MEHMET TUNA DOĞAN / SOL-ANALİZ



4 Eylül 2021 Cumartesi

Cumartesi değinileri - Ferhan’dan Mikis’e - Aydemir Güler / SOL

 Tarihsel kişiliklere kulp işlemez. Theodorakis gibi Ferhan Şensoy da bizim insanımızdır, ilerici dünyamıza kendisini laf atarak, dedikodu yaparak değil emeğiyle nakşetmiştir.


Köşe yazısı için konu bulmakta zorlanılmaz bizim memlekette. Olur da güncellik o ara kurumuşsa, memleketin ve mücadelenin genel bağlamına dair konuşacak çok şey çıkar yine de. 

Benim karşıma sorun çoğunlukla tam ters yönden çıkıyor. Hangisini yazacağına karar veremiyorsun!
Madem öyle, bazı Cumartesi günleri değinmekle yetineyim diyorum…

***

İki gün önce Ferhan Şensoy’u uğurlamak için Ses Tiyatrosu’nun biraz yorgun görünen muhteşem salonuna girenler arasındaydım. Şensoy’la çok yakını olmuş bir yoldaşımın yalancısıyım; kesinlikle dini tören istemezmiş… 

Günümüz Türkiye’sinde gidenin dostlarına, yakınlarına, kendisini sahiplenen ve sahiplenmek isteyenlere bırakabileceği ağırca bir yüktür aslında bu dilek. Ben de başka gidenlerden biliyorum, çoğunlukla bu yükü kaldıramıyor geride kalanlar…

Ancak yitirdiğimiz kişinin son istekleri kapsamına giren bu konuyu hal böyle diye geçiştiremeyiz. Yeri gelmişken, solcular açısından tek yanıtlı bir soru da değildir bu. Eski tüfekler tanıdım; “halkımın çoğunluğu nasıl uğurlanıyorsa beni de öyle gönderin” derlerdi. Devrimcinin halkla kaynaşmışlığına en ufak bir demagojik gölge düşmemesini istediklerini anlıyorum. Saygı duyarım…

Lakin laikliğin üstünde tepinilen bir karşıdevrim ortamında politik duyarlılığın da değişmesi beklenir. O eskilerimiz, yolculuğa bugünlerde hazırlanıyorlarsa, halkla kurdukları en derin bağların gölgelenmemesine değil de başka bir vurguya eğilim gösterirler miydi, “sakın ben öldükten sonra yobazları yanıma yaklaştırmayın” derler miydi, bilemeyiz. Ama bana sorarsanız, politik açıdan doğru olan, dün olduğundan defalarca daha da doğru hale gelen bu ikincisidir. 

Kendi payıma Ferhan Şensoy’un na’şına, tiyatronun içinde sesini çıkartmasa da, bir imamın eşlik etmesinin, bizim bir insanımızın onca yıllık mücadelesine haksızlık olduğunu düşünüyorum. Sekterlikle suçlanmaktan korktuğum için değil, açık olsun diye, paralel bir konuya da değineyim. Laik ve devrimci, kendi beyanıyla komünist Şensoy’un uğurlandığı kürsüye AKP’li bakanın ve belediye başkanının çıkmasını, eşlikçi imam benzeri bir haksızlık değil, “bizim” gücümüzün kanıtı sayarım. Bizim değerlerimizi yok etmek için uğraşıp didinip sonra saygı geçidine katılmak zorunda kalıyorlar. 

Belki, bu gericileri en sonda değil, tersine baştan konuşturup, devamında üzerlerine insani, aydınlık mesajlar boca etmemek daha doğru olabilir. O mesajların bunlar için işkence niyetine geçtiğini tahmin edebiliriz. Hem biz işkenceci değiliz, hem de gitsinler bir an önce ki gözümüz görmesin, Şensoyların ruhu incinmesin…

***

Laik, devrimci ve kendi beyanıyla komünistti Şensoy… 

Aydınlar bir tarihsel kategoridir. Aydının tarih üstü, zamansız ve mekânsız bazı tanımlayıcı özellikleri olsa da, aydını aydın yapan yaşadığı somut bağlama yaptığı müdahaledir. Şensoy yaklaşık kırk yıl Türkiye toplumunun ilericilik mücadelesinden çıkartılması mümkün olmayan bir müdahaleyi gerçekleştirdi. Bu uzun zaman diliminde ülkemiz ilericiliğinin değerlerinin güncellenmesine, estetize edilmesine, topluma yaygınlaştırılmasında en ön saflarda yerini aldı.

Gerisi palavradır. Şeriatçı faşistlerin etkisiz karalamalarını boş verin. Asıl demokratlık adına yapılanlara dikkat edilmeli, yapanların kimler olduğu unutulmamalı. Şensoy’un yaratıcılığına ve mücadelesine –gölge ne demek- çamur atmaya kalkışan ve bunun için de en fazla Kürt sorununu mazeret edinen sosyal medya cengâverleri, acı günümüzde ortalığa saçıldılar. Şensoy’a “Kürt düşmanı” karalamasıyla kulp takanların kanıtladığı, kendilerinin Türkiye ilericiliğine yabancılaşmış olmalarından ibarettir.

Tarihsel kişiliklere kulp işlemez. Theodorakis gibi Ferhan Şensoy da bizim insanımızdır, ilerici dünyamıza kendisini laf atarak, dedikodu yaparak değil emeğiyle nakşetmiştir.

***

Laikliğin üstünde tepiniliyor dedim ya arada… Laikliğin yalan yanlış uygulandığı, ama artık çok büyük çoğunluğun kabul edeceği gibi, Erdoğan Emirliğinden daha yaşanası olan “eski Türkiye’de” bir siyasi parti İslam konusunda konferans düzenleyemezdi.

Cihat propagandasının gayrimeşru olduğu daha kolay anlaşılır, ama “İslam’da hak ve adalet” diye laflamanın da siyasette yeri yoktur. Gelecekte de olmayacak. Hakkaniyetin, adaletin ve başka insani erdemlerin İslam’dan (da) kaynaklandığı tezi ilahiyatın, din yorumcularının, düşünce tarihçilerinin, felsefecilerin gündemine girebilir. Ancak bu tartışma siyasetin, siyasal kurumların, kamu yönetiminin ve toplumsal davranışlara referans oluşturacak her fikir egzersizinin dışında tutulacaktır. Son günlerde liberaller laikliğin kıymetini yeniden keşfetmeye başladı. Onlar da duysun, bu dışında tutma işlemi sosyalist Türkiye’de yasaklama yoluyla yapılmak zorundadır. 

Bugünkü koşullarda, bir karşıdevrim iktidarının altında “dinin iyisini” tartışanlara dair iki açıklama olabilir. Birincisi, belki de sinmişlerdir; iktidarın kavram setinin dışında bir siyaset gütmek ellerinden gelmemektedir; baskı altında ilericiliğin üstünün örtülmesine rıza göstermek zorunda kalmışlardır. İkincisi, bunlar da laiklik düşmanı gericidir! 

İlk seçenek mantıklı görünmüyor, çünkü Türkiye’nin geleneksel sağcılarından farklı olarak Kürt milliyetçiliği hakkında en son söylenebilecek olan sinmek, ürkmek olabilir. Yok, korkak değiller…

Her neyse, birkaç ayda bir değil, günde beş vakit tekrarlansa da, gerçek değişmez. Demokrasi, insan hakları vb. gibi her bir erdem, tebaadan yurttaşa geçişle başlar. Yaşamını kendi emeği, bilgisi ve mücadelesiyle belirleyeceğini düşünemeyen kaderciler boyun eğmeye mahkûmdur. “Demokratik siyasal dincilik” diye bir şey yoktur. Dinci demokrasi hiç yoktur.

***

1 Eylül’de İzmir’de Barış gecesini sunarken Orhan Aydın Ferhan Şensoy’u anmayı da ihmal etmediğini anlattı. Ben de, keşke dedim, Şensoy’u uğurlarken de Mikis Theodorakis’e bir selam gönderilebilseydi… 

96 yaşında ölümünden bir yıl önce zihninin berraklaşışına tanıklık eden bir mektubu sevgili Dimitri Kutsumbas’a yollamış Theodorakis. Aytek (Soner Alpan) çevirdi, öğrendik: “Şu anda, hayatımın sonunda, hesap vaktinde, ufak detaylar hafızamdan siliniyor ve geriye ‘kallavi meseleler’ kalıyor. Böylece görüyorum ki hayatımın en kuvvetli ve olgun yıllarını KKE bayrağı altında geçirmişim. Bu nedenle bu dünyadan komünist olarak göçmek istiyorum.” 

Yaşamının bir diliminde Yunanistan Komünist Partisinden, KKE’den uzaklaşan bir büyük entelektüelin satırları bunlar… Peki ama dünya çapında bir sanatçı, komünist olarak anılma arzusunu neden Parti önderliğine sunar? Bunu yalnızca arada düştüğü yanlışların fazlalığına, yani bir tür eziklik duygusuna bağlayabilir miyiz? 

Gerçekten de Theodorakis tarih 1980’lerden 90’lara dönerken Yunan sağına iltihak etmiş, bununla kalmayıp daha 2018 gibi yakın bir zamanda Makedonya tartışmasında sağcıların yanına yerleşmişti… Muhtemelen ilkinde liberal karşıdevrimin komünizm saflarında yarattığı glasnostçu dağılmaya direnememişti. İkinciyi yargılamak için o sıra milliyetçiliğin Yunan kamuoyunu ne ölçüde kuşattığını hissetmek gerekir. Kim bilir, belki yaşının da payı vardır…

Kimsenin dokunulmazlığı yok, hata hatadır. Ama ne tür bir yanlış Theodorakis’i emeğiyle kendini nakşettiği yerden çıkartabilirdi ki? Benim hissimi sorarsanız Theodorakis’in savrulmaları uçar gider, geriye 20. yüzyılda dünya çapında devrimci kültür ve sanatı biçimlendirmeye yaptığı olağanüstü katkı kalır. Mektup aynı zamanda bir özür ve başvuru dilekçesi sayılabilir gerçekten de. Yine de, satır aralarından yükselen koku bundan ötesini söylüyor. Büyük sanatçı komünist olmanın bir örgütlülük olduğunu gayet iyi bildiğini gösteriyor bize. Dimitri’ye mektup, buna yorulursa, Mikis’in en büyük eserlerinden biri sayılmalı, bütün ilerici entelektüellerce okunmalıdır. Belli ki, KKE de başvuruyu öyle almış, kızıl bayraklı gençler sokaklarda Theodorakis’in şarkılarını söylemiş…

Şensoy meczupça iddia edildiği gibi öyle dramatik hatalar yapmadı. En yakın olduğu politik konumlanışın komünistlik olduğuna işaret etmek için diye değil, ama bir borç ödemesi olarak, kayıtlara geçsin diye yazmalıyız: Her ihtiyaç duyduğumuzda toplantılar, konferanslar, etkinlikler için Türkiye Komünist Partisi’ne Ses Tiyatrosunun kapılarını açtı bizim “Hacı komünist.” O salonda atılan her adıma, alınan her karara, sıkılan her yumruğa onun büyük emeği içkindir. 

Aydemir Güler / SOL

Paşa - Orhan Gökdemir / SOL

 İner çıkar hürriyet, cumhuriyet düşer kalkar. Çünkü fikri bulaşıcıdır, yayılır. Kayboldu sanırsınız, umulmadık bir zamanda çıkar gelir, çalar kapıyı.

1822’de doğdu. Babası küçük bir memurdu. On yaşında iken Kur’an’ı ezberledi, yükselmek için şarttır. 

1834’te “Dîvân-ı Hümâyun Kalemi”ne, padişah divanı, girdi. “Mithat” mahlasını aldığı bu büroda aynı zamanda Arapça ve Farsça dersleri almaya başladı. Fâtih Camii’nde “nahiv, mantık, meânî, fıkıh ve hikmet dersleri”ne devam etti. Dil bilgisi ve hukuk usulünü de içeren bir tür okuldur. Sonra hızla yükseldi. Şam’da, Konya ve Kayseri’de memuriyetlerde bulundu. 

1853-1856 Kırım Harbi ile sonuçlanacak olan milletlerarası ihtilâflar sebebiyle İstanbul’da sık sık toplanan, yabancı diplomatların da katıldığı üst düzey meclislerde müzakere zabıtlarını tutmakla görevlendirildi. Mustafa Reşid, Ali ve Fuad paşalarla ilişkileri geliştikçe Bâbıâli’de yaşanan iktidar mücadelesi içine girdi, dostlar ve düşmanlar edindi. Osmanlıyı dönüştürmek isteyen reformatör paşaların en gencidir.

1854’te Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa’nın sadrazam olması üzerine uzak bir göreve yollanarak İstanbul’dan uzaklaştırıldı. Reşit Paşa’nın sadrazamlığa tekrar getirilmesinin ardından İstanbul’a döndü, Bursa’da meydana gelen büyük depremin ardından yardımları dağıtma ve düzeni sağlamakla görevlendirildi. 1856’da azledildi ve devlet nizamına karşı hareket etmek suçuyla mahkemeye sevk edildi. Beraat edip görevine döndü. Devlete hizmetleri sürgünler ve davalar arasındadır. 

1858’de Avrupa’ya giderek Paris, Londra, Brüksel ve Viyana’da altı ay kaldı. Fransızcasını ilerletti. İstanbul’a dönünce yüksek mahkeme, Meclis-i Vâlâ, başkâtipliğine tayin edildi. İki yıl sonra Balkanlar’ın yolunu gösterdiler. Biyografisine göre orada da başarılı oldu. Ziraat Bankası’na dönüşecek olan “menâfi-i umûmiyye sandığı”nı, -memleket sandığı, bir tür kooperatif- o görevi sırasında kurdu. Reformcu bir paşa olarak ünleniyordu. 1868’de Şûrâ-yı Devlet başkanlığına getirildi. Buradaki görevi kanun taslakları hazırlayıp tartışmaktı. Bu vesileyle metrik sistem, vatandaşlık, madenler, emniyet sandığı ve sanayi mektebi gibi konular üzerinde çalıştı. Adım adım “anayasal bir düzen” için hazırlanıyordu. Sonra Bağdat Valiliğine gönderip yine İstanbul’dan uzaklaştırdılar.

1871’de iktidar Tanzimat karşıtlarının başı olan Mahmut Nedim Paşa’ya geçince üzerindeki baskılar arttı. Bağdat valiliğinden istifa edip İstanbul’a döndü. Fakat İstanbul’da kalması istenmiyordu. Önce Sivas’ın, sonra Edirne’nin yolunu gösterdiler. Fakat sonuç tam tersi oldu, sadrazamlık koltuğuna oturdu. Ancak sadrazamlığı da uzun sürmedi. Onu istenmeyen adam ilân eden Rusya elçiliğinin de etkisiyle azledildi. 

Bundan sonraki dört yıl boyunca nazırlık ve valilik görevleri arasında gitti geldi. Selanik valisi iken yeniden azledildi, kendini bağ bahçe işlerine verdi. Çağırdılar, Adliye Nazırı yaptılar. Bu kez de sadrazamı protesto etmek için görevinden istifa etti. Böyle böyle mevcut rejimin işlemediğini tecrübe ederek öğrenmişti. Haliyle kurtuluşu meşrutî rejimde gören çevrelerle temas halindeydi. Huzursuzluk artıyordu. Mayıs ayında medrese öğrencileri ayaklanınca Mahmut Nedim Paşa azledildi. Önü yeniden açılmıştı. Yeni kabinede önce Mecâlis-i Âliye memuriyetine, ardından ikinci defa Şûrâ-yı Devlet reisliğine getirildi. Ancak padişah orada durdukça devlete çeki düzen vermek için adım atılamayacağı açıkça görülüyordu. Mayıs ayı sonunda reformcular kafa kafaya verip Padişah Abdülaziz’i alaşağı ettiler. Abdülaziz, alaşağı edilmesinden birkaç gün sonra şüpheli bir biçimde öldü. Koltuğuna oturtulan yeğen Murat’ın işe yaramadığı anlaşılınca onu da indirip yerine Kanun-ı Esasi’yi ilân edeceğine söz veren küçük birader Abdülhamit’i oturttular. Tarihimizdeki ilk “anayasal” darbedir.

***

1876’da sadrazamlık koltuğunda yine Paşa oturuyordu. Üzerinde çalıştığı Kânun-ı Esasi 23 Aralık 1876’da ilân edildi. Paşanın beklentisi, etnik ve dinî ayırım gözetmeksizin bütün Osmanlı tebaasını aynı haklara sahip kılarak iç karışıklıkları sona erdirmek, böylece dış müdahalelerin mazeretlerini de ortadan kaldırmaktı. Ancak yeni bir darbeden endişelenen Abdülhamit, Paşa’nın etkinliğine son vermek için fırsat kolluyordu. 1877’de azledildi, yurt dışına sürgüne gönderildi. Aynı yıl Osmanlı-Rus Harbi patlak verdi. Osmanlı ağır bir yenilgi almıştı. Hamit düşürülmekten korkuyordu ve gözü Paşa’nın üzerindeydi. Yurtdışında ne yapacağı belli değildi, son çare ailesiyle birlikte Girit’te ikamet etmesine izin verdi. Sonra Suriye valiliğine tayin etti. Paşa’nın son görevi İzmir valiliğiydi. 1881’de tutuklamaya yeltendiler, Fransa Konsolosluğu’na sığındı. Güvence verdiler, teslim oldu. Saray darbesine karışan asker ve sivillerle birlikte Abdülaziz’in öldürülmesine iştirak suçlamasıyla Yıldız Sarayı içinde kurulan özel bir mahkemede yargılandı, mahkûm oldu. Tepkilerden çekinen Abdülhamit idam cezasını ömür boyu hapse çevirdi. 1881’de diğer hükümlülerle birlikte Tâif’e gönderildi. Üç yıl sonra hücresinde boğularak öldürüldü. İlk anayasal darbenin veya I. Meşrutiyet’in sonudur. 

***

Osmanlı reformcuları, Tanzimat’tan bu yana, cemaatlerden oluşan çürümüş yapıdan kurtulup, modern bir millete dönüşmek istiyorlardı. 1876 Kanun-u Esasi’si yetersizliklerine karşın, inanç bağları dışında, kanun önünde eşit bir yurttaş statüsü tarif ediyordu. Yurttaş statüsü, millet olmanın ilk şartıdır ve kurma onuru Paşa’nındır. 

Çok önemlidir ve önemsenmelidir. Osmanlı’daki bu reform adımlarından heyecan duyanlar arasında Marx ve Engels de vardı. Sadece onların değil, bütün Avrupa’da eşitlik ve özgürlük isteyenlerin gözü Paşa’nın üzerindeydi ve adımlarını sempatiyle izliyorlardı. Çünkü Osmanlıda görülebilen tek devrimci güç Paşa’nın liderliği altında birleşmiş muhalefet, onları destekleyen halk kesimleri, bir kısım ulema ve medrese öğrencileriydi. Karşı devrimci grup ise Damat Mahmut Celaleddin Paşa, Redif Paşa ve yandaşlarının Saray’da oluşturdukları Rus yanlısı klikti. Mahmut Celaleddin’in karısı Cemile Sultan, Abdülhamit’in kız kardeşiydi. Rusya’nın himayesinde Paşa’ya karşı birleşmişlerdi, adım attırmamaya çalışıyorlardı. Kanun-ı Esasi, önlerindeki en büyük engeldi.

Ruslar meşrutiyete karşı yapılan Hamitçi karşı devrime yardımcı oldular, Paşa’yı uzaklaştırıp Damat Mahmut’u iktidarda tutmak için ellerinden geleni yaptılar. Bu uğursuz karşı devrimci iş birliği Ekim Devrimi’ne kadar kesintisiz devam etti. Devrimin yaptığı ilk işlerden birinin İstanbul’u Ruslara veren “uluslararası eşkıyalık anlaşmalarını” dünyaya açıklamak olması rastlantı değildir. Taner Timur, “Marx-Engels ve Osmanlı Toplumu” adlı çalışmasında, karşı devrimden sonrasının yönünü şöyle tarif ediyor: “Osmanlı tarihinde II. Abdülhamit dönemi, Kırım Savaşı’ndan sonra- ürkek ve eksik bir biçimde de olsa-tartışılmaya başlanan ‘uluslaşma’ sorunun gündemden düştüğü ve bunun yerini ‘İslamlaşma’ politikasının aldığı bir dönem olmuştur. Açıktır ki Abdülhamit İslamcılığın şekillenmesinde, etnik köken itibariyle Türk olmayan, fakat Balkanlar’da alevlenen karşılıklı husumet ortamında Müslüman Türkiye’den başka sığınacak yurdu da kalmayan göçmenlerin önemli bir yeri olmuştur.” Güzel, demek ki, uluslaşma- İslamlaşma salınımında bir göçmen kartı hep var. Geliyorlar ve ağırlığı değiştiriyorlar. 

***

İddia o ki Hamit, Paşa’nın cumhuriyet kuracağından şüpheleniyordu. Bu yönde bir işaret bilmiyoruz. Sonuçta attığı adımları cumhuriyete bir hazırlık sayabiliriz. Meşrutiyet mümkünse cumhuriyet de mümkündür çünkü. Bir güç sınırlandırılabiliyorsa ortadan da kaldırılabilir. Fakat Paşa ikisini de yapamamıştır. Öldürülmesiyle tarihin seyri ters yönde değişti zaten. Hamit, onun ilerici programı yerine Panislamizm’i koydu. Sınırlamalardan kurtulup baskı ve sansürle yönetilen bir hafiye devleti inşa etti. Bir yandan da reformcuların programını takip etmeyi sürdürdü. Hürriyet ve cumhuriyet bu tuhaf sentezin üzerinde yükselecekti. 

Nitekim Paşa’nın ikinci açılışı da Hürriyet ve Cumhuriyet’le oldu. Anayasa raftan indi, Hamit sürgüne gitti; hürriyet geri gelmişti. Paşa 1908’de Hürriyet kahramanı ilan edildi. Taif’te terk edilmiş bir mezarlığa gömülen kemikleri 1951’de İstanbul’a getirildi. Askerler tarafından rıhtıma indirilen tabutu cenaze arabasına konularak Yıldız Sarayı Çadır Köşkü’ne götürüldü, baş ucunda meşaleler yanan bir katafalka konuldu. Ziyarete açılan tabutu görmek için gelenlere bir belediye otobüsü tahsis edildi. Ardından Abide-i Hürriyet Tepesi’nde hazırlanan kabre taşındı. 1947’de açılan İnönü Stadyumu’nun adı Mithat Paşa Stadyumu olarak değiştirildi. Cumhuriyet yeni bir aziz edinmişti. 

***

Sonra, malum, karşı devrim yeniden çaldı kapıyı. Laik cumhuriyet yıkıldı, anayasa rafa kalktı. Haliyle ortada ne Mithat Paşa kaldı ne İsmet Paşa. Meclis-i Vâlâ’yı âlây-ı vâlâ ile ve çakma şeyhülislamın duaları ile açtılar geçen gün. Sultan Abdülhamit Han döneminde bulduk kendimizi. Paşa yine kaybetti, Sultan yine kazandı anlayacağınız. 

Enseyi karartmaya mahal yok yalnız. İner çıkar hürriyet, cumhuriyet düşer kalkar. Çünkü fikri bulaşıcıdır, yayılır. Kayboldu sanırsınız, umulmadık bir zamanda çıkar gelir, çalar kapıyı. Paşalar taşıyamıyorsa, işçiler omuzlar. Ortalıkta ne kadar Hamit varsa siler süpürür. 

Orhan Gökdemir / SOL


İl Sağlık Müdürülüğü, İstanbul'un aşı raporunu açıkladı - YENİÇAĞ

 

Aşılama oranıyla ilgili İstanbul'da önemli bir çalışmaya imza atıldı. Buna göre megakentte en fazla aşılama yüzde 85 ile Kadıköy'de yapıldı. En az aşı olan ise yüzde 61 ile Sultanbeyli. İşte Megakentteki aşılama çalışmalarında son durum...

İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü verilerine göre İstanbul'da ilk doz aşılanma oranları yüzde 70'in üzerinde. Çift doz aşılanmada ise yüzde 60'lara yaklaşıldı. İstanbul'da çift doz aşısını tamamlayan grup yüzde 91 ile 65 yaş üstü kesim. 15-39 yaş grubunun ise henüz yüzde 61'i ilk doz aşısına gitmiş durumda.

39 ilçe içerisindeki aşılanma oranlarının da ilk kez paylaşıldığı verilere göre yüzde 85 ile ilk sırayı Kadıköy ilçesi alıyor. İstanbul'da aşılanmanın en düşük olduğu ilçe ise yüzde 61 ile Sultanbeyli. İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü'nün ilk kez Demirören Haber Ajansı ile paylaştığı verilere göre, hiç aşı olmayanların hastaneye yatış oranı yüzde 56,8 iken, yoğun bakıma düşme riski ise yüzde 58.4'e çıkıyor. Aşılananlarda bu risk yüzde 1'in bile altında kalıyor.

"YOĞUN BAKIMLARDAKİ AŞISIZLARIN YAŞ ORTALAMASI 55"

İstanbul'daki son durumu değerlendiren İl Sağlık Müdürü Prof. Dr. Kemal Memişoğlu, "Şu anda bizim gözlemlerimiz ve bilim dünyasının da ispatladığı şey şu: Aşı olduğunuz zaman ölüm riskiniz 10'da 9 azalıyor. Yoğun bakıma düşme oranları da azalıyor. Eğer başka bir hastalığınız yok ise, yoğun bakımdaki yaş ortalaması da çok düşmüyor. Şu an İstanbul'da yoğun bakımda yatan hastalarımızın, aşı olanların ki bunlar esasına bir süre önce aşılanmış ama 3. dozlarını ihmal etmiş ya da tek doz aşılı yani eksik aşılı hastalarımız, yaş ortalaması 78. Ancak hiç aşılanmamış olduğunda yoğun bakım hastalarında yaş 55'e düşüyor. Yani siz yandaş hastalığınız da olsa, aşıyla esasında büyük orada korunuyorsunuz. Ama aşısızsanız, genç de olsanız, başka hastalığınız olmasa da yoğun bakıma girip çok büyük risklerle karşılaşıyorsunuz" dedi.

"GÜNLÜK ORTALAMA 150 BİN AŞILAMA YAPIYORUZ"

İstanbul'da aşılamaların büyük bir özveriyle sürdürüldüğüne de dikkat çeken Prof. Dr. Memişoğlu, bugün itibariyle tam 4 bin 500 noktada aşılama yapılabildiğine dikkat çekerek "İnsanlara, yaşlılarımıza, kalabalık alanlara gidip kendimiz ilçe sağlık müdürlükleri vasıtasıyla aşı yapıyoruz. Şu anda İstanbul'da yaklaşık 4 bin 500 noktada aşı yapılabilir her gün. En çok bir günde 357 bin aşılama yaptık. Ama günlük olarak ortalama 150 bin bandında aşı yapabilir haldeyiz" şeklinde konuştu.

"ÇİFT DOZ AŞILAMADA YÜZDE 60'A ULAŞTIK"

İstanbul'un aşılamada hedefine çok yaklaştığını da anlatan Prof. Dr. Memişoğlu, şu bilgileri verdi:

"Şu anda İstanbul'da aşılama oranımız bir tek doz aşıda hedef nüfusu 12 milyon civarında, yüzde 78 bandına yaklaşmış durumdayız. İki doz aşılarda da yaklaşık yüzde 60'a ulaştık. Bu nedenle İstanbul'da vaka sayılarında artış yaşansa da eskisi gibi yoğun bakım ve yatışlarda çok şiddetli bir artış beklemiyoruz. Geçmişe göre kıyasladığımızda, geçen Mart ayında, Ekim ayında ya da daha önceki pik dönemlerinde yaşadıklarımızı simüle ettiğimizde şu ortaya çıkıyor ki aşısızlardaki hastalanma yaş ortalamasıyla, aşı olanlardaki yaş ortalaması artık farklılaşmış durumda. Siz aşı olduğunuz zaman eğer yandaş hastalığınız varsa ve bağışıklık sisteminiz iyi değilse bile hastalanma riskiniz var ama çok azalmış durumda. Aynı şekilde yoğun bakıma düşme riskiniz de azalıyor. Verilerimiz de bunu gösteriyor zaten"


İLÇE İLÇE AŞILAMA ORANI

İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü'nün verilerine göre hedeflenen nüfusa göre aşı olan kişi oranı şu şekilde:

1-Kadıköy yüzde 85,

2-Beşiktaş yüzde 84

3-Bakırköy yüzde 82

4-Adalar yüzde 80

5- Çatalca yüzde 78

6- Maltepe yüzde 78

7- Sarıyer yüzde 78

8- Şişli yüzde 78

9- Kartal yüzde 76

10- Şile yüzde 76

11- Ataşehir yüzde 75

12- Silivri yüzde 75

13- Üsküdar yüzde 75

14- Beykoz yüzde 75

15- Büyükçekmece yüzde 74

16- Beylikdüzü yüzde 74

17- Eyüpsultan yüzde 73

18- Bayrampaşa yüzde 73

19- Tuzla yüzde 73

20- Kağıthane yüzde 73

21- Çekmeköy yüzde 72

22- Avcılar yüzde 71

23- Küçükçekmece yüzde 71

24- Ümraniye yüzde 71

25- Pendik yüzde 71

26- Bahçelievler yüzde 70

27- Beyoğlu yüzde 70

28- Güngören yüzde 70

29- Gaziosmanpaşa yüzde 68

30- Sancaktepe yüzde 68

31- Zeytinburnu yüzde 67

32- Fatih yüzde 67

33- Esenyurt yüzde 66

34- Başakşehir yüzde 64

35- Esenler yüzde 64

36- Bağcılar yüzde 64

37- Arnavutköy yüzde 62

38- Sultangazi yüzde 62

39- Sultanbeyli yüzde 61

(YENİÇAĞ)





3 Eylül 2021 Cuma

TMMOB’a bağlı 21 meslek odası uyardı; Zaman Kültürkpark’ın aleyhine işliyor - BİRGÜN/EGE


 TMMOB’a bağlı 21 meslek odasının imzası yayınlanan açıklamada gelinen noktada zamanın Kültürpark aleyhine işlediği savunuldu.

TMMOB’a bağlı 21 meslek odasının imzası ile yayınlanan açıklamada gelinen noktada zamanın Kültürpark’ın aleyhine işlediği savunuldu. Kültürpark’ın, “İzmir'in ve Türkiye'nin belleğinde önemli bir yere sahip, belki de Türkiye'nin ilk kent parkı olarak, 1936 yılında başlayan doğuş hikayesinde kent ve kentli için zaman içerisinde vazgeçilemez bir mekan haline gelmiş önemli simgesel bir alan” olduğu kaydedilen açıklamada, “2014 yılına geldiğimizde ise İzmir Fuarının Gaziemir’de yapılan yeni yerine taşınmasının gündeme gelmesiyle Kültürpark için yeni bir sürece girilmiştir. Yaşanan bu yavaş ve sancılı süreç içerisinde Kültürpark, pek çok müdahaleye maruz kalması sebebiyle doğal ve kültürel değerlerini hızla kaybetmiş ve kaybetmeye devam etmektedir” denildi.


Açıklamada şu görüşlere yer verildi:

Kültürpark'ın, Büyük İzmir yangınının külleri üzerinde yükselen bir uygarlık mesajı olarak, simgesel bir doğal ve kültürel miras olarak korunması gerekliliği TMMOB, Meslek Odaları, Dernekler ve sivil insiyatiflerce defalarca gündeme getirilmiştir ve getirilmekedir. 420.000 m 2 ’lik bir alana kurulu olan ve yaklaşık 200.000 m2 ’lik yeşil alana sahip olan Kültürpark, ne yazık ki, İzmir’in kent merkezinde yer alan tek yeşil alanıdır. Ancak, Kültürpark'ın uzun yıllar boyunca İzmir Fuarı ile kesişen yolu, "Kent Parkı" işlevinin zaman içinde unutulmasına ve doğal-kültürel değerlerinin hızla zarar görmesine neden olmuştur.

2020 Yılından bu yana yapılan çalışmalar kapsamında, Kültürpark’ın taşıma kapasitesi, ekolojik eşikleri, flora ve fauna karakteri, hayvan popülasyonlarının yayılımı .vb analizler göstermiştir ki; Kültürpark doğal ve kültürel bir miras olduğu kadar yaşlı ve yorgun bir yapıya sahiptir. Böylesine yaşlı ve yorgun bir alanda; yeni proje girişimleri, kabul görmeyen koruma amaçlı imar planı çalışmaları ve bürokratik sıkıntıların oluşturduğu zaman kaybı göz önünde bulundurulduğunda, kaybedilen değerlerin ne yazık ki sadece yapı ölçeğinin çok ötesinde olduğu, neredeyse 100 yıllık flora ve faunanın kaybolmaya yüz tuttuğu çok açık görülmektedir.

Kaybolmaya yüz tutmuş bu değerlere yönelik ilgili meslek odalarımızın sıklıkla yaptığı alan gözlemleri neticesinde;

İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin neredeyse tüm birimlerinin Kültürpark alanı içerisine konumlanmış olmasının yarattığı baskı alan içerisinde "taşıma kapasitesinin aşımı", alanın yakın çevresinde ise "trafik yoğunluğundaki artışı" ve bölge için güvenlik zafiyeti şeklinde hissedilmektedir. Yıllardır alandan kaldırılması ve yeşil alana dönüştürülmesi için mücadele edilen hangarların, kapsamlı olarak ve ciddi bir bütçe ile revizyonunun yapılması, belediye hizmet binası olarak kullanıma açılması ve hatta depremde hasar gören yapı dışında konumlandırılan birimlerin de buraya taşınması, yaşanılan İzmir depreminde ortaya çıkan mücbir sebebin suistimal edilmesi olarak değerlendirilmektedir.

İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından hazırlanan Kültürpark Koruma Amaçlı İmar Planı'nın ilgili Koruma Kurulunca kabul görmemesi ve açıklanan raporda ağırlıklı olarak yapılara ilişkin değerlendirmeler yapılması, yeni yapılanma ile bu alanlarda yetkinin Tabiat Varlıklarını Koruma Komisyonuna verilmiş olması nedeniyle, birden fazla sit statüsünü barındıran sit alanlarındaki yetki dağılımı, alanın bütünlüklü değerlendirilmesini zedelemekte olup, doğal değerleri yorumlayabilecek bir üye bulunma zorunluluğu olmadığından, ne yazık ki Koruma Kurulu konuyu, sadece yapı ölçeğinde değerlendirebilmiştir. Bu durum Kültürpark'ın "kent parkı" kimliğinin ve sahip olduğu eşsiz "doğal değerlerinin" doğru etüd edilemediğini açıkça ortaya koymaktadır.

Kültürpark'a ilişkin yaşanılan bu aksak süreçte, alanın "canlı" ve "hala/mevcutta yaşayan" bir değer olduğunun hala farkına varılamaması düşündürücü ve üzücüdür. Kültürparkın "yorgun ve yaşlı" yapısının bürokratik gecikmeleri kaldıramayacağının çok açık olduğu konusunda kamuoyunu uyarmayı bir görev biliyoruz.

Daha açık ifade edecek olursak;

1. Alanda bulunan ve birçoğu tescilli olan ağaçlara yönelik yıllardır yapılmayan kapsamlı budama çalışmaları nedeniyle, olumsuz hava şartlarında birçok ağacın devrilmesi veya kırılması,

2. Gelişen modern otomatik sulama teknikleriyle bitkilerin sudan maksimum verimi aldığı ve su tasarrufunun en üst seviyeye çıktığı bilinirken, alanın hala vahşi sulama yöntemleriyle ayakta tutulmaya çalışılması,

3. Koşu yolu olarak bilinen tartan pist üzerinde bulunan ve Kültürpark'ın simgelerinden olan dut ağaçlarının bir çoğunun yaşlanmaya bağlı devrildiği ve kırıldığı görülürken, dut ağaçlarında gençleştirme çalışmalarının yapılmaması,

4. Daha önce otopark vb.. işlevlerle kullanılan fakat şu an atıl/işlevsiz durumda bulunan binlerce metrekare yapısal zeminin (asfalt, kilit parke, beton) yarattığı olumsuz etkiler herkesçe görülürken, bu alanların basit dokunuşlarla geçirgen yüzeye veya yeşil alana dönüştürülmemesi, gibi sorunlar da göstermektedir ki "zaman Kültürpark'ın aleyhine işlemektedir." İlgili idarelerin üzerine düşen ise Kültürpark'ın doğal ve kültürel varlıklarını her şartta koruyarak geleceğe aktarmaktır.

Tüm bu sorunların yanı sıra her yıl gerçekleştirilen İzmir Enternasyonel Fuarı etkinliklerinin Kültürpark'a sıkıştırılması, etkinliklerin kapsamı ve alana yayılışı ile mekanın hassas ekolojisi üzerinde baskı ve tahribatlara yol açmaktadır. Bu nedenle Kültürpark'ta yapılacak etkinliklerin küçük ölçekli, temsili ve kontrollü şekilde planlanması gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki, Kültürpark bir "Kent Parkıdır" ve bunun dışında bir ana fonksiyona ihtiyacı yoktur.

Kültürpark'ın kurucusu Dr. Behçet Uz, 1968 yılında Kültürpark'ın kent parkı işlevinden uzaklaşılmasından duyduğu rahatsızlığı “Bu ağaçların büyük bir çoğunluğunu 1937 yılında diktik. Şimdi bunların dimdik ayakta kalmasının nedeni nedir biliyor musunuz? Halk bunları korumasını bildi. Halk sahip çıkarsa yapılmayacak şey yoktur. Şimdi benim en büyük üzüntüm Kültürpark’ın binalarla dolması. Binalarla burayı öldürüyorlar. Ağaçları böyle büyümüş gördüğüm zaman hissettiğim sevinç sonsuz. Bugün bunlarca vatandaşım faydalanıyor bunlardan. Binlerce çocuk gölgelerinde oynuyor. Bundan daha büyük mutluluk olamaz.” sözleriyle dile getirmiştir.

Şimdi ise İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin üzerine düşen;

• Koruma amaçlı imar planı ve bürokratik işlemlere ilişkin süreci meslek odaları, kültürpark platformu ve Koruma Kurulu tarafından yapılan değerlendirmeleri dikkate alarak çalışmaları hiçbir tereddüte yer bırakmadan hızla tamamlamasıdır. Zaman, Kültürpark için hızla tükenmektedir ve sürecin uzaması nedeniyle doğal yapı bu artan baskılardan zarar görmektedir.

• Uzayan süreç nedeniyle alanda envanteri yapılan doğal varlıkların daha fazla zarar görerek tükeniş noktasına gelmeden ivedilik ile çözüm planlamalarını yaparak İzmir'e ve İzmir'liye miras bırakılan Kültürpark'ın doğal ve kültürel değerlerini korumaya yönelik kararlı adımlar atmasıdır.

BİRGÜN/EGE

Taliban’ın moda defilesi - Özdemir İnce / CUMHURİYET

 “Taliban, Afganistan’da çalışan kadınların ‘geçici bir süre’ evden çıkmamalarını istedi.

Başkent Kâbil’de düzenlenen basın toplantısında konuşan Taliban Sözcüsü Zabihullah Mücahit, ‘Güvenlik güçlerimiz kadınlarla muhatap olma konusunda eğitim almamıştı, bazıları kadınlarla nasıl konuşulacağını bilmiyor. Bu karar kadınların kötü muamele görmesini engellemek için’ dedi.

Mücahit, geçici bir süreliğine evde tutulacak kadınların işlerinden çıkarılmayacağını ve maaşlarında kesinti yapılmayacağını söyledi.

BBC’ye konuşan kadınlar ise Mücahit’in iddiasına karşın çalışma haklarının kalıcı olarak engellendiğinden endişeli.” (Basın, 24.8.2021)

***

La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim!!! (*) 

***

Bre ayı! (Ayılar gücenmesin!) Sizin ırz düşmanı katillerinizi taşlar mı doğurdu? Bir anaları, bir bacıları, bir teyzeleri, bir halaları, bir neneleri yok mu?

“Kadınların ırzına geçerseniz, döverseniz, öldürürseniz, kötü muamele yaparsanız kelleniz gider!”  dersin; söz dinlemeyenin cezasını verirsin, iş biter. Sizinkiler, küçük yaşta kızları toplayıp ırzına geçmeyi biliyor ama kadınlarla konuşmayı bilmiyor… Ey Taliban sözcüsü Zırtullahı Kirmani, bizim beslemelere göre, meğer senin Zenne kılıklı yeni nesil haydutların Batı’nın çağdaş okullarında okumuş da “marka” giyiniyorlarmış… Takvim adlı birinin birinci sayfasında kocaman kocaman suretleri vardı: “Taliban Marka Sever.” Ray-Ban gözlük (151 dolar); outside the docks (221 dolar); Louis Vuitton peşkir (700 dolar), Brunelo Cucunelli çorap (50 dolar); Asics Sport çarık (50 dolar).

Birkaç gün sonra Hürriyet gazetemsi (yazılış doğrudur) birinci sayfadan “Ünlü Popçu Gülşen”in “Alaçatı Şıklığını”, küpenin, bluzun, eteğin, ayakkabının ederlerini yazarak sundu.

(Hürriyet yazıişlerinin dikkatine not: “Kostüm (costume)”, “erkek takım elbisesi” demektir. Popçu Gülşen’in giydiğine “tuvalet” denir. Teşekkür gerekmez!)

***

“Taliban değişti mi? / Taliban yirmi yıl önceki Taliban değil! / Taliban asrileşmiş, liboşlaşmış…” türünden yaveler duyduğum zaman (gizlemeye gerek yok) kallavi bir küfür sallıyorum.

Bre âdem! AKP değişti mi ki (daha azdı) Taliban değişsin! Bunlar İslamcı tayfası, sadece geri vitesleri var. AKP’yi kuranlar “Milli Görüş gömleği”ni çıkardıklarını ilan ediyorlardı. Ben de taa 16 Eylül 2001 tarihli Hürriyet gazetesinde “AK PARTİ’NİN KOLLEKTİF AKLI” başlıklı bir yazı yayımlayıp bir “hadi canım sen de..” çekmişim:      

“Franz Kafka’nın ‘Değişim’ adlı romanının kahramanı Gregor Samsa, bir sabah uyandığında kendini hamamböceği olarak bulur.

Bizim teokratik devlet mecnunu, şeriat düşkünü, ümmet meftunu, Arapperest Siyasal İslamcılarımız da tıpkı Gregor Samsa gibi, bir sabah uyanınca kendilerini ‘muhafazakâr demokrat’ olarak bulmuşlar.

‘Bulmuşlar’ diyorum, çünkü bu değişimin herhangi bir tanığı yok. Kendi sözleri. Kendi sözleri olunca da sabıkaları olduğu için, inanmak biraz zor. Kimse kendilerinden değişmelerini istemedi. Çok önemli bir nedeni olmalı ki ağır suç işledikleri için yıllarca hapiste kalmış sabıkalılar gibi ‘Biz değiştik!’ diyorlar.

R.T. Erdoğan & Arkadaşları’nın değişip değişmemelerinin aslında beni ilgilendirmemesi gerekir. Ne var ki Cumhuriyet ve başta laiklik olmak üzere Cumhuriyet ilkelerini içlerine sindirmeleri hem kendilerinin hem de ülkenin yararına. Bu nedenle, değişim bu bağlamda ise buna kayıtsız kalmam olanaksız.  

Bu konuda düşünmeyi sürdürelim: AK Partisi’nin başkanı R.T. Erdoğan, roman kahramanı Gregor Samsa gibi bir mutasyona uğrayıp değişti diyelim. Abdullah Gül, Abdüllatif Şener, Bülent Arınç ve öteki zevat  nasıl olup da hep birlikte koro ve kitle halinde değiştiler? Aynı anda yumurtadan çıkarak kanatlanıp uçan kelebekler gibi.

Bunun da cevabı hazır. Akıllara gibi (akıllara kollektifmiş) değişimleri de kollektif bunların. Her şeyleri kollektif: Gözleri, kulakları, ağızları, elleri, ayakları… Her şeyleri kollektif!”

***

AKP’nin 2001 yılında çıkardığını iddia ettiği bir “gömlek” değildi. Kazınması olanaksız gergedan derisiydi. Bu nedenle 2001 yılının “Tüy Siklet İslamcısı” 2021 yılında “Ağır Siklet” oldu. Taliban ne diyor kadın özgürlüğü konusunda: “Şeriatın izin verdiği oranda” diyor. “Biz demokrasi değil, şeriat devleti kuracağız!” diyorlar. Kuracakları devletin adı da “İslam Emirliği”, yani İslami Diktatorya.

Özdemir İnce / CUMHURİYET  

(*) Kuvvet ve güç sadece yüce Tanrı’nın yardımı ile olur 

Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, dualı açılışa tepki gösterdi - İpek Özbey / CUMHURİYET

 Yargıtay'ın Ankara Ahlatlıbel'de inşa edilen yeni hizmet binasının açılışı AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın da katılımıyla yapıldı. Yargıtay Başkanı Akarca'nın açılışta cübbesi ile dua etmesi büyük tepki çekti.

15 Temmuz darbe girişimin ardından Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda düzenlenen adli yıl açılışı bu yıl Yargıtay’da yapıldı.  

Bu kez daha öncekilerden farklı olarak Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, dua ederken Yargıtay Başkanı Mehmet Akarca da duaya cüppesiyle katıldı, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile birlikte dua etti. 

Eleştirilerin hedefi olan açılışı, Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu ile konuştuk. 

- Yargıtay’daki tören çok konuşuldu, dualı açılışı nasıl değerlendirirsiniz?

Yargıtay’ın açılış töreni herhalde anayasasında “Laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devletidir” diye tanımlanan Türkiye Cumhuriyeti devletine değil, belki şeriatla idare edilen, dini esaslar üzerine, şeriatla yönetilen bir ülkeye yakışan bir açılıştır. Türkiye Cumhuriyeti devleti şu anda laik değildir, demokratik hiç değildir, sosyal devlet olmaktan çıkmıştır. Hukuk devleti olmadığı çok açıktır, çünkü hukuk devleti, yargı bağımsızlığını gerektirir. Bağımsız olmayan bir yargı, onun, “muhteşem” diye nitelendirilen binasıyla hukuk Devleti niteliğini kazanmaz. Türkiye 104. sırada ve 104. sıradaki bir ülkenin binayla hukuk devleti olması zaten mümkün değil. Binayla belki inşaat sahasında rekor kırabilirsiniz.

- Törendeki konuşmasında “Devletin dini adalettir” dedi Erdoğan... Devletin dini adalet midir?

Devletin dini yoktur, adaleti demokratik hukuk devletinde bağımsız yargı sağlar.

- Diyanet İşleri Başkanı’nın duasını da konuşalım: “Ya Rab, Yargıtay’da 1.5 asırdan beri nice hâkimler, savcılar hizmet etti. Onlar, senin adaletini, emrettiğin adaleti yerine getirmek için gayret etti” diyor.

Eğer adaletin temeli olarak dini getirip oturtursanız zaten laik bir devlet olmaktan çıkarsınız. Diyanet İşleri Başkanı’nın konuşması şeriat devletindeki bir şeyhülislam konuşmasıydı. Gidiş odur ki Diyanet İşleri Başkanlığı’nı bir şeyhülislamlık merkezi olarak ortaya koymak istiyorlar. Bu gidişat herhalde ona yakışan bir halifeyle ancak tamamlanabilir. Herhalde laik cumhuriyet için mutlaka önlem alınması gereken temel nokta olsa gerek. Son uygulamayla Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş nedenini inkâr etmiş oluyorsunuz. Çünkü anayasadaki yerini okuduğunuz zaman şimdi ortaya çıkan şeyhülislam benzeri Diyanet İşleri başkanlarının hangi düşünceyle hizmet ettiklerini anlamak mümkün.

- İletişim Başkanı Fahrettin Altun, bir paylaşım yaptı, “böyle başladı, böyle sürüyor” diyerek Atatürk’’ün Birinci Meclis binası önünde dua fotoğrafını paylaştı... Aynı şey mi?

Aynı şey olur mu? Her şeyden önce TBMM’nin hangi şartlarda, hangi amaçla kurulduğunu dikkate almak lazım. Türkiye’nin bugünkü koşullarını dikkate alırsak, bir imparatorluk bakiyesinin tekrar yeniden büyük bir devlet olarak ortaya çıkmasının başlangıç noktasında bütün ihanetlere rağmen halkın o tarihteki düşünce biçimini ve onun üzerindeki zorlamalar dikkate alınırsa o açılışla, bugünkü adli yıl açılışının arasındaki farkı görmek mümkün olur.

‘BUGÜN SEÇİM GÜVENLİĞİNDEN BAHSEDEMEYİZ’

- Şunu merak ediyorum: Siz aslında bütün eleştirilerinizi yıllardır, hem de defalarca dile getiriyorsunuz. O zamanlar da eleştirenleriniz oldu… Hak verenler arttı mı?

Keşke haklı çıkmasaydım. Keşke haklı değil de yanılmışım diyebilseydim. Ama şimdi yine endişe ediyorum. Bir erken seçim arzusu var. Muhalefetin hem hakkıdır, hem görevidir bunu istemek. Ama biz her şeyden önce şunu düşünmek zorundayız: Bu bir kader seçimi. Bu kader seçimiyle ya demokrasiye inanmış güçler anayasasında yazılı olan laik, demokratik, sosyal hukuk devleti olacak ya da tek adam rejimi altında yurttaş olmaktan kul olmaya evrileceğiz. İster zamanında, ister erken olsun, her şeyden önemli olan seçimin adil ve şeffaf yapılması gerekir. 

Endişem odur ki devlet parti devleti haline getirilmiştir. Özgürlükler kısıtlanmış, kuvvetler ayrılığı yok edilmiştir. Bütün kurumların içi boşaltılmış ya da çalışamaz hale getirilmiştir. Böyle bir durumda, 2002’den bu yana anayasaya ve doğrudan kanunlara aykırı karar almayı bir âdet haline getirmiş bir Yüksek Seçim Kurulu (YSK) vardır. YSK’nin seçim biçimi ortadadır. Evvela tamamen tek adamın seçebileceği, Hâkimler, Savcılar kurulu tarafından seçilen YSK’nin önümüzdeki seçimde neler yapabileceği konusunu mutlaka düşünmek gerekir. 

Bu durumda yapılacak olan seçim, maddi imkânları da tamamen iktidarın kullanabileceği esasını da dikkate alırsak seçmen kütüğünün hazırlanmasından başlayarak, UYAP ve SEPSİS sistemleriyle de takviye edilen böyle bir seçimin dürüst şekilde yapılmasını sağlamak öncelik olmalıdır. Seçim güvenliği yoksa ister zamanında, ister erken yapın sonucundan emin olamazsınız. Bugün Türkiye’de seçim güvenliğinden bahsetmek mümkün değildir.

İpek Özbey / CUMHURİYET



Kılıçdaroğlu CHP'lilerin katiliyle yan yana - SOL

 CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, bugün Nevşehir'e yaptığı ziyarette 1980 yılındaki katliamın azmettiricisi İYİP Nevşehir İl Başkanı Ömer Ay'la samimi bir şekilde görüntülendi.


Dün Yargıtay Başkanı'nın cübbesiyle katıldığı Diyanet İşleri Erbaş'ın duasına en ön sıradan eşlik eden CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, bugün Nevşehir'e yaptığı ziyarette İYİP Nevşehir İl Başkanı Ömer Ay'la görüntülendi.

Ay'ın, ülkücü faşistler tarafından 1980 yılında yapılan planlı cinayetlerde adı geçen biri olması dikkat çekiyor.

1980'deki faşist cinayetlerden birinin azmettiricisi

Ömer Ay, 1980 yılında üç CHP il başkanına dönük yapılan faşist katliamlardan birinin azmettiricisi.

1980 yılında CHP Adana İl Başkanı Ahmet Albay, CHP Kayseri İl Başkanı Mustafa Kulkuloğlu ve CHP Nevşehir İl Başkanı Zeki Tekiner, ülkücü militanlar tarafından üst üste yapılan saldırılar sonucunda katledildiler. Ömer Ay, Tekiner cinayetinin azmettiricisi olarak biliniyor.

Akademisyen ve yazar Fatih Yaşlı, soL'a verdiği demeçte, katledilen üç CHP il başkanının da sosyalist çizgide olduklarına dikkat çekti. Yaşlı, cinayetlerin bu bölgelerde planlı olarak gerçekleşmesinin nedeninin ise dönemin ülkücü faşist suç örgütü lideri Abdullah Çatlı'nın Nevşehirli olmasının olduğunun ve oraya faşist örgütler tarafından özel önem verilmesi olduğunun değerlendirildiğini aktardı.

Ömer Ay, aynı zamanda Ağca'nın Papa'ya suikast girişimiyle de bağlantısı olan isimlerden biri.

Tekiner'in kızından Kılıçdaroğlu'na tepki: Bu kadar faşist sever olmayın

Ömer Ay'ın azmettiricisi olduğu cinayetin kurbanı Zeki Tekiner'in kızı Aylin Tekiner, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, Ay'ın yanında oturan Kılıçdaroğlu'na tepki gösterdi.

Aylin Tekiner, paylaşımında "17 Haziran 1980'de faşistlerce katledilen CHP Nevşehir İl Başkanı Zeki Tekiner ve Yavuz Yükselbaba'nın katillerini azmettiren ve hüküm giyen İyi Parti Nevşehir İl Başkanı Ömer Ay ile kurduğunuz bu münasebet kabul edilemez. Kılıçdaroğlu, bu kadar faşist sever olmayın yeter!" dedi.(SOL)

                                                                         ***

Bir politik aymazlık öyküsü: Celladını taltif, takdir ve terfi-Aylin TEKİNER/SOL(10.08.2020)


'CHP Nevşehir İl Başkanı Av. Zeki Tekiner’in katillerini cinayete azmettiren ve bu suçtan hüküm giyen aynı Ömer Ay, 40 yıl sonra, CHP’nin ittifak ortağı İyi Parti’nin Nevşehir İl Başkanı seçildi. Siyasi bir cinayetin faillerinden olan bu şahsın bugünün siyaset arenasına fütursuzca kabulünde devlet mekanizmasının yanı sıra CHP’nin takındığı tutum da sorgulanmaya muhtaçtır.'

980 yılında Nevşehir'de öldürülen CHP Nevşehir İl Başkanı Avukat Zeki Tekiner’in kızı Aylin Tekiner'in yazısıdır. Yaygınlaştırılmak üzere basın kuruluşlarıyla paylaşılan yazıyı soL okurlarının ilgisine sunuyoruz.

12 Eylül arifesinde Türkiye ardı ardına pek çok siyasi cinayete tanık oldu. Ya toplumda infial yaratacak aydın cinayetleri işleniyor ya da Anadolu’daki sol örgütlenme için önemli sendikacılar, avukatlar, işçi liderleri organize bir biçimde öldürülüyordu. Bu sistematik cinayetlere 1970’lerin sonuna doğru yeni bir halka daha eklendi. Şiddet Cumhuriyet Halk Partisi’nin il ve ilçe örgütlerine yöneldi. Memleketi “komünizm tehlikesi’’nden koruma şiarıyla güdülüp yönetilen ülkücülerce işlenen ve sonrasında faili meçhul bırakılan bu siyasi cinayetler, yeni dünya düzeninin yerleşmesinde ve neoliberal çarkın dönmesinde önemli işlev gördü. Aydın ve solcu avına çıkarak bilim, kültür ve sanat coğrafyasını çoraklaştıran ve her şehirde ölüm listeleri oluşturan paramiliter güçlerin arkasındaki gerçek failler ise hiç açığa çıkmadı. Çünkü devlet kendine muhalif saydığını, tehdit gördüğünü sindirmenin ya da yok etmenin yollarını hep bildi ve hakikatin açığa çıkmaması için tüm aygıtlarını devreye soktu. Tıpkı bugün olduğu gibi 40 yıl önce de failler cezasızlıkla ödüllendirilirken işlenen suçlarda sorumluluğu bulunan bürokratlar, işkenceciler, siyasetçiler taltif edildiler, terfi ettiler ve takdir gördüler. Adaletin tecelli etmediği ülkede mücadele veren mağdur ailelerinin önüne ise hep aynı duvarlar örüldü. Devlet sırrı gerekçesiyle emri verenler müphem bırakıldı, dosyalar ve belgeler imha edildi ve günün sonunda davalar zaman aşımına uğradı.

Devlet mekanizması geride kalanların böylesine canını yakarken katliamlara ve cinayetlere tanık olup kayıtsız kalan toplum kesimi de bu çarkın dönmesinde azımsanmayacak bir işlev gördü. Bu sessiz yığın, suç makinasının önemli bir dişlisi olduğunu bilmeden tıpkı seçilmiş, görevlendirilmiş failler gibi “sıradan ve sayısız kahramanlar’’ olarak bu köklü düzeni daim kıldı. Toplumdaki sessizlik travmayı perçinlerken yakınlarını siyasi bir cinayette kaybeden aileler giderek yalnızlaştılar. Kimi hayatlar sorumlulardan hesap sormaya, yitirdiklerini unutturmamaya adandı, kimi hayatlar ise yaşanan infial ve travmanın ardında oluşan boşlukta asılı kaldı. 

1980’de öldürülen CHP Nevşehir İl Başkanı Av. Zeki Tekiner’in ailesi olarak biz faili meçhul cinayetlerde yaşamını yitiren 28 aydın ailesinden oluşan Toplumsal Bellek Platformu’na 2009 yılında katıldık ve bu büyük ailenin içinde olmaktan güç aldık. Platform aileleri olarak kendi adalet arayışlarımızın yanı sıra faili “meçhul”cinayetlerdeki hakikatin ortaya çıkarılması, nefret söyleminin bu topraklardan silinmesi ve gelecek nesillerin daha fazla bedel ödememesi için bir aradayız. 

Kırk yıl önceye gidelim.

17 Haziran 1980’de Nevşehir’de bir bakkal dükkanında iki cinayet işlendi. Mehmet Onur Miman ve Uğur Coşkun isimli iki ülkücü, CHP Nevşehir İl Başkanı Av. Zeki Tekiner’i ve bakkal dükkânı sahibi Yavuz Yükselbaba’yı öldürdüler. Babamı öldürmeleri için ülkücü Ömer Ay tarafından işe koşulan bu iki tetikçinin işlediği cinayetler, Yükselbaba’nın biri 9 diğeri 15 yaşındaki iki yeğeninin gözleri önünde işlendi ve iki aileden 7 çocuğu babasız bıraktı. Katiller, cinayeti seyreden insan güruhunun duymazdan geldiği bu iki çocuğun feryadı arasında cadde boyu salınarak cinayet mahallinden uzaklaştılar. Dükkânın içinde duyduğu mermi seslerini balon patlaması sanacak kadar küçük olan 9 yaşındaki Mustafa, sıkıyönetim mahkemelerinde yıllar sürecek bir tanıklık görevini üstlenerek erken büyüdü.

1980’de genel merkezi Nevşehir’de kurulan, genel başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ve ikinci başkanı Abdullah Çatlı olan Ülkü Yolu Derneği’nin İç Anadolu Eğitim Sorumlusu Ömer Ay, bizzat azmettirdiği Tekiner cinayetinin tetikçilerini, cinayetten sonra şehir merkezinde kaldıkları evde koruyup kolladı (polis katillerin yaşadığı bu eve hiç uğramadı), cinayet için kendi temin ettiği silahları imha etti, 4 günün ardından katilleri önce Hacıbektaş’ın bir köyüne oradan da Kayseri’ye kaçırdı. 

Aradan 40 yıl geçti. 

CHP Nevşehir İl Başkanı Av. Zeki Tekiner’in katillerini cinayete azmettiren ve bu suçtan hüküm giyen aynı Ömer Ay, 40 yıl sonra, 5 Temmuz 2020 tarihinde CHP’nin ittifak ortağı İyi Parti’nin Nevşehir İl Başkanı seçildi.

İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener pandemi nedeniyle ara verdiği il gezilerinin başlangıç startını 5 Ağustos 2020’de Nevşehir’den verdi. İyi Parti’nin siyasi tabanı için sembol değeri taşıyan Abdullah Çatlı, Ömer Ay gibi ülkücülerin memleketi olan Nevşehir’de partililerine seslendiği konuşmasını sonlandırırken yeni il başkanını “O benim Ömer ağabeyimdir” diyerek selamladı ve geçmişe dair ülkü birliklerini ve gönüldaşlıklarını bir kez de kameralar önünde somutlaştırmış oldu.

Siyasi bir cinayetin faillerinden olan bu şahsın bugünün siyaset arenasına fütursuzca kabulünde devlet mekanizmasının ve kolektif sessizliğin yanı sıra CHP’nin takındığı tutum da politik, etik ve vicdani bakımdan sorgulanmaya muhtaçtır. Bu nedenle ailem adına cevaplanmasını elzem bulduğum birkaç soruyu sormak isterim. 

1951 yılında CHP’ye kaydolmuş, Kurucu Meclis Nevşehir İl Temsilcisi bir hukukçu olarak 1961 Anayasası’nın hazırlanmasına katkı sunmuş, 15. Dönem CHP Nevşehir milletvekilliği yapmış, ülkücülerin ölüm listelerindeki ilk isim olmasına ve önceki tarihli bir suikast girişiminden şans eseri sağ kurtulmasına rağmen ideallerinden ve partisinden vazgeçmemiş ve katledildiği güne kadar CHP Nevşehir İl Başkanlığı görevine devam etmiş bir parti sevdalısının siyasi kimliği bugün CHP için ne ifade etmektedir?  

CHP Nevşehir Eski İl Başkanı’nın katillerini cinayete azmettiren ve bu suçtan hüküm giyen Ömer Ay’ın, ittifakta olduğu İyi Parti’nin Nevşehir İl Başkanı seçilmesine CHP neden kayıtsız kaldı? 

Ömer Ay’ın İyi Parti İl Başkanlığı adaylığına ve akabinde de seçilmesine CHP’den herhangi bir tepki gelmediği gibi, seçildiği kongreye CHP Nevşehir İl Örgütü yüksek katılımla iştirak etti ve en ön sıradan basına fotoğraf verdi. Celladıyla siyaset yapmakta beis görmeyen bir siyasi yapının üreteceği siyasete dair ne söylenebilir?

“Siyasi nezaket’’i harfiyen uygulayan CHP İl Örgütü kuvvetle muhtemeldir ki ilerleyen günlerde Ömer Ay’ın makamına yüksek katılımlı bir tebrik ziyaretinde de bulunacaktır. Ömer Ay da İyi Parti Nevşehir İl Başkanı titriyle iade-i ziyarette bulunduğu taktirde 40 yıl önce katledilen İl Başkanı’nın duvarda asılı resmi önünde de basına fotoğraf verecek kadar ileri gidilecek midir?

İttifak ortaklığına zeval gelmesin diyen genel merkez siyasetine kurnazca yaslanmak öyle görünüyor ki yerel siyasetçileri görevlerine memur etmiş ve onları mensubu oldukları partinin yakın tarihine yabancılaştırmıştır. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na aile olarak yazdığımız ve bugüne kadar cevapsız bırakılan mektupta da belirttiğimiz gibi “Geçmişe ait değerleri ve kendi partisinin il düzeyindeki yakın tarihini yapılan onca anma etkinliklerine rağmen unutmanın ya da görmezden gelmenin ve çok temel insani, siyasi ve ahlaki bir hassasiyeti yitirmiş olmanın geri dönüşü olmayan bir çürümenin işareti olduğu düşüncesindeyiz. Tarihsel kıymeti olan, sembol değeri taşıyan bu türden hadiselere dair takınılacak etik ve etkin tavrın kendi yağıyla kavrulan il örgütlerinin inisiyatifiyle sınırlanmamasından yanayız.’’ Geçen onca haftanın ardından Nevşehir’deki bu yanlış denklemden haberdar olup da sessizliğini koruyan Genel Merkez yönetimini ciddiyete davet ediyoruz. Aile olarak sormakta kendimizde hak gördüğümüz “İttifak ortaklığında her yol mubah mıdır?’’ sorusuna yanıt aramada da Cumhuriyet Halk Partisi’ni genel merkez düzeyinde özeleştiriye çağırıyoruz.

12 Eylül’e giden süreci besleyen bu sistemli cinayetler insanlığa karşı işlenmiş suçtur. Bu suçların failleri hakikati eksiksiz bir şekilde anlatana, adil bir yargılama sonucu fiillerinin cezasını olması gerektiği gibi çekene, mağdurlar ve toplum ile yüzleşene, onlardan özür dileyene ve pişmanlıklarını dile getirene kadar toplumsal ve siyasal düzen içinde normalleşemezler (ki tüm bu adımlar izlense dahi yaşam hakkının kutsallığına istinaden yüzleşme süreci tam anlamıyla tamamlanamaz). 

Bu yıl babam ve Yavuz Yükselbaba için düzenlediğimiz 40. Yıl Anma programında sevgili Arat Dink’in de dediği gibi “Bizler unutmak için hatırlıyoruz ve ancak herkes hatırlarsa biz unutacağız”. Bu ülkenin bellek taşları olan canlarımızın isimlerini yaşatmak ve bu cinayetlerin arkasındaki hakikati ortaya çıkarana kadar da katillerin ve faillerin isimlerini unutturmamak gelecek kuşaklara bizden aktarılacak mirastır. Siz de unutmayın.

Aylin TEKİNER/SOL(10.08.2020)