31 Ağustos 2023 Perşembe

KISA KISA GÜNDEM (31 AĞUSTOS 2023)



Ferhangi anmalar: Mirasını yaşatıyoruz (Oğulcan AYDIN-Birgün)

Ferhan Şensoy, 2021’de 70 yaşındayken kalp damar ve solunum yetmezliği nedeniyle hayatını kaybetmişti.

Yazdığı ve sergilediği çok sayıda oyunla Türk tiyatrosuna yön veren usta sanatçı Ferhan Şensoy, 2’inci ölüm yıldönümünde Ses Tiyatrosu’nda anılıyor. İstiklal Caddesi’ndeki Halep Pasajı’nda yer alan tiyatroda üç gün boyunca sanatçının tek kişilik oyunları barkovizyondan gösterilecek. “‘Felek Bir Gün Salakken’, ‘Ferhangi Şeyler’ ve ‘Ferhangi Şeyler 2000. Oyun’un gösterileceği etkinlikler ücretsiz ve herkese açık olacak.
(https://www.birgun.net/haber/ferhangi-anmalar-mirasini-yasatiyoruz-464910)

Hak arayışına ters kelepçe!(Memduh Tuna OKAY-Birgün)

İstanbul İstiklal Caddesi’ndeki Odakule’de bulunan Türkiye Özel Okullar Derneği’nin binasının önünde yetersiz ücret ve belirsiz iş tanımına tepki gösteren özel sektör öğretmenleri dün gözaltına alındı. Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası tarafından düzenlenen eylemde polis çemberine alınan eğitim emekçileri, darbedildi.(https://www.birgun.net/haber/hak-arayisina-ters-kelepce-464893)

Birleşik Arap Emirlikleri’ne vergi istisnası Resmi Gazete’de (Birgün)

AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Birleşik Arap Emirlikleri menşeli tarım ve sanayi ürünlerine vergi muafiyeti getirilmesi yönündeki kararı Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. (https://www.birgun.net/haber/birlesik-arap-emirliklerine-vergi-istisnasi-resmi-gazetede-464901)

Gençliğin parası TEKNOFEST’e (Mustafa Bildircin-Birgün)

Kamu kaynaklarının seferber edildiği TEKNOFEST için Ankara Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü de elini taşın altına soktu. Müdürlük, Erdoğan’ın damadı Selçuk Bayraktar ait T3 Vakfı’nın organizasyonu TEKNOFEST için 2 milyon 801 bin 975 TL aktardı.(https://www.birgun.net/haber/gencligin-parasi-teknofeste-464856)

İmam hatiplere 60,1 milyar TL! (Mustafa Bildircin-Birgün)

İktidarın dini eğitim ağırlıklı eğitim politikasının MEB bütçesine etkisi ortaya konuldu. Din öğretimi yapan okullar için Ocak 2020-Haziran 2023 döneminde 60,1 milyar TL’lik bütçe harcandı.(https://www.birgun.net/haber/imam-hatiplere-60-1-milyar-tl-464854)

Diyanet'ten para yok: Halı yıkama işi belediyeye kaldı (Rıfat Kırcı-Cumhuriyet)

Diyanet’e 50.4 milyar liralık bütçe de yetmedi. Başkanlığa bağlı Kuran kurslarının giderlerini AKP’li belediyeler yükleniyor. İhaleler de partiye yakın isimlere veriliyor. Gebze Belediyesi, Kuran kursu ve ibadethane halılarını 750 bin TL’ye yıkatacak.

Birçok bakanlığı geride bırakan 50.4 milyar liralık bütçesiyle eleştirilerin hedefindeki Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Kuran kurslarına AKP desteği sürerken Kuran kursu ihalesi de yandaşa verildi. Kocaeli’nde AKP’li Gebze Belediyesi Kuran kursu ve ibadethane halılarının yıkatılma işi için ihaleye çıktı. İhaleyi AKP’ye yakınlığıyla bilinen Kezban ve Muzaffer Aşlak’ın işlettiği Aksil Tasarım ve Temizlik kazandı. Buna göre şirket, 750 bin liraya halı yıkayacak. Muzaffer Aşlak, 28 Mayıs seçim gecesi AKP Gebze İlçe Örgütü önünde kutlama yaparken video paylaşmıştı. Kezban Aşlak ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın lehine propaganda yapan paylaşımlarda bulunmuştu. Şirketin şimdiye kadar 13.9 milyon değerinde 11 farklı ihalede de imzası var. Gebze’de Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı 78 farklı Kuran kursu bulunuyor.

Ortaokulda 16 saat din dersi! (Birgün)
Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) 2023-2024 eğitim öğretim yılı itibarıyla uygulanacak haftalık ders çizelgelerinde yaptığı değişiklik, iktidarın tercih ve yönelimlerini bir kez daha gözler önüne serdi. Yabancı dillerle ilgili seçmeli dersler kaldırılırken sanat ve sporla ilgili seçmeleri dersler daraltıldı. İlkokul ve ortaöğretimde din dersleri sayısı ise artırıldı.MEB Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı’nca yayımlanan yeni haftalık ders çizelgesine göre, ortaokulda din dersi, 16 saate çıkarıldı. Öte yandan tüm ortaokullarda birinci sınıfta 18 saat Arapça dersi verilmesine olanak sağlandı. Ortaöğretimde ise din derslerinin 16 saate kadar çıkabilmesinin ön açıldı. Liselerde sekiz saat olan zorunlu din dersine dört saat seçmeli zorunlu, dört saat de tercihe bağlı seçmeli ders eklendi. Haftalık ders çizelgelerinde en çarpıcı değişiklik Anadolu liselerinde yaşanacak. Anadolu liselerinde yabancı seçmeli dersler olmayacak. 2022-2023 eğitim öğretim döneminde seçmeli ders olarak çizelgede de yer alan güzel sanatlar dersleri 2023-2024 eğitim öğretim döneminde çizelgede yer almayacak.

Rektör: Yabancı bir kadınla tokalaşmak ateş tutmaktan daha korkunç!(Birgün)

Adıyaman Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Talha Gönüllü, Facebook hesabından gerici bir mesaj paylaştı. Gönüllü, "Resûl-i Ekrem Efendimiz, yabancı bir kadının elini tokalaşmak için tutmanın, ateş tutmaktan daha korkunç olduğunu haber vermiştir" dedi.Duvar'da yer alan habere göre, “Nikahsız kadınla erkeğin el ele tutuşması caiz mi?” diye soran Gönüllü, “Bir erkek ve kadının, nikahsız olarak ellerinin birbirine değmesi ve yalnız kalmaları caiz değildir” dedi.(https://www.birgun.net/haber/rektor-yabanci-bir-kadinla-tokalasmak-ates-tutmaktan-daha-korkunc-184667)

Üniversiteye girişte 'yabancı öğrenci kontenjanı' hilesi (Birgün)

Gazeteci Fatih Altaylı, anne veya babası üzerinden yabancı ülkelerin vatandaşlığına geçen öğrencilerin, 'yabancı öğrenci kontenjanı' üzerinden yüksek puanlı bölümlere yerleştikten sonra Yüksekokul ücretleri vermemek için Türk vatandaşlığına geri döndüğünü yazdı. (https://www.birgun.net/haber/universiteye-giriste-yabanci-ogrenci-kontenjani-hilesi-464726)

Şırnak’a müdür dayanmıyor (İlayda Kaya-Birgün)

Şırnak’a İl Milli Eğitim Müdürü olarak atanan yöneticiler son 7 yılda 7 kez değişti. Son olarak 5 ay 15 gün görevde kalan Mirza Çazım yerine İzzettin Aydın atandı. Yurttaşlar, liyakat çağrısı yapıyor.
Şırnak’ta İl Milli Eğitim Müdürü olarak göreve gelen yöneticiler, görevinden birer birer ayrılıyor. Kentte, 2016 Şırnak olaylarından bu yana 7 kez İl Milli Eğitim Müdürü değişti. Yaklaşık 4 ay önce İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne göreve gelen Şırnak Milli Eğitim Müdürü Mirza Çazım yerine İzzettin Aydın göreve geldi. BirGün’e konuşan CHP’li yöneticiler, kentte yaşanan “müdür krizi”nin sorumlusunun AKP yönetimi olduğunu söyledi. CHP Şırnak Merkez İlçe Başkanı Osman Yeren, BirGün’e yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullandı: “2016 yılında Nurettin Yılmaz görevdeydi. Daha sonra Nazan Şener kadrolu olarak göreve geldi. Daha sonra 2 kişi vekâleten göreve geldiler. Ahmet Özdemir, Mehmet Tatar… Mehmet Tatar 2 ay görevde kaldı. Peşinden Mirza Tetik atandı, ardından Mirza Çazım. Son olarak Çazım 5 ay 15 gün görevde kaldı. Çazım yerine de şimdi İzzettin Aydın atandı. Buraya müdür dayanmıyor. Bu kadar müdür değişimiyle eğitimin sağlıklı olmasını nasıl bekleyeceğiz? Burada yeterli okul sayısı yok. Servis ve yurt sıkıntısı da yıllardır sürüyor. Gelen hiçbir milli eğitim müdürü bu konuya çözüm getiremedi. Gelenlerin hepsinin AKP ile bir bağlantısı var. Yönetime yakın isimler atanıyor.” Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’e de seslenen Osman Yeren “Kısa süre görev yapıp sonra görevden alınmalarının / görevi bırakmalarının nedeni nedir? Sık sık görevden alınmalarını Şırnaklılara açıklayın” dedi.(7 YILDA 7 YÖNETİCİ) 2016’dan bu yana Şırnak’a atanan İl Milli Eğitim Müdürlerinin isimleri şöyle: •Nurettin Yılmaz, •Nazan Şener •Ahmet Özdemir, •Mehmet Tatar, •Mirza Tetik, •Mirza Çazım, •İzzettin Aydın (ÜÇ KEZ SAĞLIK MÜDÜRÜ DEĞİŞTİ) 2018 genel seçimlerinden bu yana 3 kez il sağlık müdürü değişti. Görevden alınan ya da istifa eden il sağlık müdürlerinin de isimleri şöyle: •Uzm. Dr. Nedim Uzun, •Uzm. Dr. İsmail Başıbüyük, •Dr. Osman Özdemir

Resmi Gazete'de yayımlandı: İkinci el araç ve gayrimenkul satışına yeni düzenleme (Birgün)

İkinci el araç ve gayrimenkul satışına ilişkin yeni düzenlemeler Resmi Gazete'de yayımlandı. Kararlara göre, kişilerin ilan sitelerinde kendi kimliğini gizleyerek sahte hesaplar üzerinden ilan vermesine ceza kesilecek. (https://www.birgun.net/haber/resmi-gazete-de-yayimlandi-ikinci-el-arac-ve-gayrimenkul-satisina-yeni-duzenleme-464896)

Demirören grubu yurtdışı büroları kapatıldı (soL)

Bir süreden beri küçülme iddialarıyla gündeme gelen Demirören Medya Grubu'nda  Brüksel, Washington ve Atina bürolarının kapatıldığı öne sürüldü.  Medyaspot'a gelen bilgilere göre, bulundukları ülkelerde Hürriyet Gazetesi temsilcisi olarak görev yapan Brüksel temsilcisi Güven Özalp, Atina Temsilcisi Yorgo Kırbaki ve Washington temsilcisi Razi Canikligil ile yollar ayrıldı. Bölge eklerinin de bir bir kapatıldığı Hürriyet Gazetesi'nde, üst yönetimin Ankara ekini de kapatmak istediği, ancak Ankara temsilcisi Hande Fırat'ın Ankara ekinin kapatılmaması için çaba harcadığı da gelen bilgiler arasında. Kısa bir süre önce de gruba bağlı Posta Gazetesi’nin internet portalından biri haber koordinatörü olmak üzere toplam 7 kişi, Gazete Vatan'ın internet ekibinden 4 kişinin, Fanatik.com.tr'den de 3 kişinin işlerine son verilmişti.

Milli Eğitim Bakanı'ndan ÇEDES'e 'sosyal kulüp' savunması (soL)

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, öğrencilere vaiz, Kuran kursu hocaları gibi din görevlilerinin eğitim vermesini öngören ÇEDES Projesi’nin 'okul dışı bir kulüp çalışması' olduğunu savundu.

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, “değerler eğitimi” adı altında öğrencilere vaiz, Kuran kursu hocaları gibi din görevlilerinin eğitim vermesini öngören ÇEDES Projesi’ne ilişkin önergeye verdiği yanıtta, projenin “okul dışı bir kulüp çalışması” olduğunu savundu. Milli Eğitim Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Gençlik ve Spor Bakanlığı; “öğrencilerin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerleri benimseten, koruyan ve geliştiren fertler olmaları” amacıyla Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum (ÇEDES) Protokolü hazırlamıştı. Protokol kapsamında “manevi danışman” olarak görevlendirilen vaiz, Kuran kursu hocaları gibi din görevlilerinin MEB okullarındaki öğrencilere “değerler eğitimi” vereceği belirtilmişti.  Cumhuriyet'ten Sarp Sağkal'ın haberine göre, CHP Tekirdağ Milletvekili İlhami Özcan Aygun, TBMM’ye Tekin’in yanıtlaması istemiyle soru önergesi verdi. Aygun “Projenin kapsamı, din kültürü ve ahlak bilgisi dersinden farkı nedir? Görevlendirilen kişilerin pedagojik formasyonu var mıdır” sorularını yöneltti. Aygun’un önergesine yanıt veren Tekin, projenin “okul dışı bir kulüp olduğunu” savunarak veli iznine bağlı olduğunu belirtti. Tekin, “Proje öğretim programında yer alan kök değerler ile evrensel ve toplumsal değerleri kapsamaktadır. ÇEDES Projesi, öğretim programında yer alan kök değerlerin veli izniyle üç resmi kurumun görevlilerinin destek verdiği okul dışı kulüp çalışmalarıdır” dedi. Tekin, “ÇEDES Projesi Protokolü kapsamında okullara manevi danışman görevlendirmesi yapılmamıştır” ifadesini kullandı. Yanıtın yapılan protokole göre gerçekçi olmadığını belirten Aygun ise “ÇEDES 2023 Yılı Protokolü’nde din görevlilerinin ‘manevi danışman’ adı altında ÇEDES Koordinasyon Kurulu’nda görev yapması ve öğretmenlerle ortak faaliyet planı yapma yetkisi bulunuyor” dedi. Protokoldeki “manevi danışman”ın tanımını paylaşan Aygun, “Manevi danışman; ‘Diyanet gençlik merkezleri, okuma salonu, genç ofis ve camilerde manevi danışmanlık ve rehberlik hizmeti yapan vaiz/vaize, din hizmetleri uzmanı, Kuran kursu öğreticisi ve din görevlisi’ oluyor. Protokole göre öğretmenler ile din görevlilerinin yıllık faaliyet planı hazırlaması öngörülüyor. Yani eğitim kurumları, formasyonu olmayan kişilere teslim ediliyor. Laik eğitim anlayışı dinamitlenmek isteniyor” ifadelerini kullandı.

(derleyen: mstfkrc)





Depremin 7’nci ayında Antakya’dan izlenimler - Berkant Gültekin / Birgün

 

Maraş merkezli depremlerin üzerinden yaklaşık 7 ay geçti. Depremin ilk gününden itibaren afet bölgesinde dayanışma faaliyetleri yürüten SOL Genç’in düzenlediği kamp için gittiğim Antakya’da son durumu gözlemleme fırsatı buldum.

Antakya, Hatay’ın nüfus bakımından en büyük ilçesi ve şehrin merkezi. Köklü bir tarihe, zengin ve çok renkli bir kültürel mirasa sahip. Burası aynı zamanda ve ne yazık ki 6 Şubat depremlerinin en fazla zarar verdiği bölgelerden biri. Geçmişe dair izler, artık hatıralarda yaşıyor. İnsanlar bir yerden bahsederken “eskiden burası…” ile başlayan cümleler kuruyor; “Eskiden burası ilçenin merkeziydi”, “Eskiden burası en canlı caddeydi”, “Eskiden burası çarşıydı”, “Eskiden burası okuldu”…

İlçede sanki zaman durmuş gibi, aradan geçen aylara rağmen yaşam hâlâ zor şartlarda devam ediyor. Kentin sokaklarında gezerken, depremin çok kısa bir süre önce gerçekleştiği izlemine kapılıyorsunuz. 6 Şubat hiç bitmeyen bir güne dönüşmüş.

Yıkılan binalardan geriye kalan beton parçaları toprağın üzerinde beyaz-gri bir örtü oluşturmuş. Etraf bir taş tarlasını andırıyor. Kimi yerlerde beton ile demiri ayrıştırmak için tasnif alanları kurulmuş. Enkazları satın alan şirketlere ait kamyonlar, eğri büğrü demir yığınlarını kasalarına yükleyip gaza basıyorlar.

İlçede enkaz kaldırma çalışmaları büyük ölçüde tamamlasa da ağır hasarlı binaların yıkımı sürüyor. Fakat su problemi olduğundan, dinamit kullanılarak gerçekleştirilen yıkım çalışmalarında su kullanılmıyor ve bölge insanı bu nedenle toz bulutunun içinde nefes almaya mahkûm ediliyor. Sağlık açısından oldukça olumsuz bir ortam söz konusu. Enkazın içinde çalışan ve bu kirliliğe en fazla maruz kalan işçilerin yüzünde ise bir maske bile yok.

Hafta başında etkili olan ve iki güne yayılan sağanak, tozu kısa süreliğine bastırsa da yaşamsal koşulları daha zorlu hale getirdi. Zemin balçığa dönüştü, elektrikler kesildi. İki günlük deneyim, havalar soğuyunca ortaya çıkabilecek risklere ilişkin önemli bir test oldu. Yaz bitiyor, bölgede kışa hazırlık çalışmalarının başlaması elzem.

Depremzede yurttaşlar için orta hasarlı binaların durumu önemli bir belirsizlik konusu. Binalar güçlendirilecek mi, yoksa yıkılacak mı? İnsanlar evlerine çıkıp çıkmamakta kararsız, ne yapacaklarını bilmiyorlar. Karar verilemediği için de yardımlardan yararlanamıyorlar. Devlet de yurttaşları tatmin eden bir açıklama yapmıyor, plan sunmuyor. Hasar tespitinin ne kadar bilimsel yapıldığı da ayrı bir muamma elbette. Mesela önce hafif hasarlı olduğu söylenen bir ev, başka bir incelemenin ardından orta hasarlı bir yapı olarak tanımlanabiliyor. Bazı yapılarda bu konuda ihtilaf var, üzerlerinde sprey boyayla “Davalık”“Mahkemelik” gibi yazılar yazılmış.

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki, 10 Ağustos’ta yaptığı açıklamada orta hasarlı binaları “yorgun” olarak tanımladı ve bunları ağır hasarlı olarak gördüklerini söyleyerek yıkılmasını tavsiye etti. Özhaseki orta hasarlı binalar için çözüm bekleyen yurttaşlara “Lütfen yıkın” diye seslendi. Hükümetin diğer konularda görmeye alışkın olmadığımız bu “kibar” yaklaşımı derde deva olacak mı, bunu zaman gösterecek.

Fakat tüm bunlara rağmen Antakya’da tutunacak çok güçlü bir dal olduğu fark ediliyor: Yurt sevgisi ve dayanışma. Felaketten sonra şehirde kalmayı tercih edenlerin ortak paydası “Bu kenti çok seviyoruz” cümlesi. Onlar için Antakya alelade bir yer değil, yaşamlarının ve kimliklerinin ayrılmaz bir parçası. Kendilerini bu kente, kenti de kendilerine ait görüyorlar.

İnsanı insan yapan erdemler, Antakya insanında zirve yapmış. Halkın vakarını ve ellerini toprağa basıp doğrulma azmini gördükçe yıkım manzarasının yarattığı karamsarlık yerini gün doğumunu izlermişçesine taze bir hisse bırakıyor. Elbette bunda yıkımdan hemen sonra bölgeye koşan SOL Partili devrimcilerin dayanışmayı ara vermeden sürdürmesinin büyük payı var. Antakya’nın yarını dayanışmayla mayalanıyor.

Şu hatırlatmayı yapmadan da geçmeyelim. Toplum, depremden hemen sonra afet bölgesinin yaralarını sarmak için büyük bir duyarlılık gösterdi. Ancak son zamanlarda siyasette, medyada ve dolayısıyla da kamuoyunda deprem bölgesine dönük alaka azaldı. Unutulmamalı ki bu denli büyük felaketler, bir günde ya da birkaç haftada olup bitmiyor, etkileri uzun yıllara yayılıyor. Devlet çalışmalarının yetersizliği de düşünülürse, 7 ay unutmak için çok erken bir süre. Önümüz kış, dayanışma rüzgârı bu kadar çabuk durulmamalı. Hatta şimdi afet bölgesini daha fazla gündem etmek gerekiyor.

Kesin olan bir şey var, Antakya’da hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Ama halkın kente olan sevgisi ve yeniden doğrulma kararlılığı geleceğe dair umudun yeşerdiği yer. Tüm olumsuzluklar karşısında devrimci dayanışmanın sınır tanımazlığını, yurttaşların birbirlerine ve kente nasıl sıkı sıkıya sarıldıklarını görünce şunu net olarak anlıyorsunuz: Antakya bir gün eskisinden daha güzel olacak.

Berkant Gültekin / Birgün

Gerici kuşatma parklara, sahillere kadar indi: Adım adım şeriat rejimine (Birgün) + İçki yasağı, sarı öküz ve 2012 (Serkan Meriç-Birgün)

 Gerici kuşatma parklara, sahillere kadar indi: Adım adım şeriat rejimine

Ülke, mafya, çete ve uyuşturucu baronlarına teslim edilirken İstanbul Valiliği, ‘kadınların güvenliği’ bahanesiyle açık alanlarda alkollü içki tüketilmesini yasakladı. Gerici karara tepki gösteren yurttaşlar, “Yasağı kabul etmiyoruz” vurgusu yaptı. Hukukçular, kararın kanunlara aykırı olduğunu, alkollü içki tüketiminin açık alanda suç olmadığını kaydetti. Sosyolog Çobanoğlu ise “Alkol yasaklarını, konserler, festivaller, giyim kuşam uygulamalarıyla aynı paralellikte değerlendirmek lazım” dedi.

Mafya hesaplaşmalarının, çete saldırılarının, ülkede cirit atan uyuşturucu baronlarının ve daha birçok güvenlik sorununun muhatabı olan İstanbul Valiliği, ‘kadınların güvenliği’ gerekçesiyle açık alanlarda alkollü içecek tüketimini yasakladı. İstanbul Valisi Davut Gül imzası ile ilgili yerlere gönderilen kararda, “Alkol satışı ve tüketilmesi ruhsatı bulunan işletmelerin dışında park, piknik ve mesire alanı, sahil bandı, plaj vb alanlarda çevrenin rahatsız edilmemesi, olumsuz görüntülerin oluşmasına mahal vermemek amacıyla alkoş satışı ve tüketilmesinin önlenmesinin titizlikle takip edilmesi ve uygulamada herhangi bir aksaklığa meydan verilmemesi hususu ilanen tebliğ olunur” ifadeleri kullanıldı. 

Karar gereği halka açık alanlarda içki tüketenlere 617 lira para cezası uygulanacak ve alkol kullanan kişinin sarhoş olması halinde, kişinin sarhoşluğu geçene kadar kontrol altında tutulacak. Valilik, kararın gerekçesinde ‘Güvenlik ve asayiş bakımından, kamu düzenini bozan ve halkın huzurunu kaçıran olaylara karışan şahısların ekseriyetle alkollü oldukları’nı ileri sürdü. Vali, kararın eski olduğunu, kendilerinin ise eski kararı hatırlattığını söylerken gerekçelerinden birinde de ‘kadınların huzuru’ bahanesine sığındı. İstanbul Valiliği İstanbul Valiliği Basın ve Halkla İlişkiler Müdürü Emin Gökçegözoğlu ise sosyal medyada yükselen tepkilerin ardından cezai yaptırımın yalnızca "çevreye rahatsızlık verenler için uygulanacağını" söylerken, "kendi halinde içki tüketen vatandaşlara" yönelik bir yasak kararı olmadığını savundu. 

Valilik kararının ülkede iktidar ve tarikatlar eliyle gerici baskıların arttığı bir dönemde gelmesi de dikkat çekti. Halkın sosyalleşmesini istemeyen, alkollü içkiyi toplumsal yaşamdan uzaklaştırmak isteyen iktidar, bir grup azınlığın hayat tarzını toplumun bütününe dayatmaya çalışıyor. Bürokrasiden sokağa kadar uzanan gerici uygulamalar, güçlü bir tepki ortaya çıkmadıkça giderek yaygınlaşıyor. Tarikatlara alan açılırken hedef gösterilen konser ve festivaller yasaklanıyor, karma eğitim hedef tahtasına konuluyor.   

CEZA KESİLEMEZ 

Valiliğin yasak kararını hukukçu ve sosyologlar BirGün’e değerlendirdi. Türkiye Barolar Birliği Başkanı Erinç Sağkan, “Yayımlanan bu genelge açıkça hukuka aykırıdır. Birden fazla kanuna atıf söz konusu. Hatırlatma genelgesi olarak açıklandı. 18 yaşın altındaki bireylerin alkol satın alamayacağını hatırlatan madde yasaya uygun. Halka açık alanlarda alkol tüketmenin yasak olduğu hükmü ise çok açık bir şekilde kanuna aykırıdır. Kabahatler kanununun 35. Maddesine göre kişilerin alkollü halde çevreye rahatsızlık vermesine müdahale edilebilir. Ancak alkol almayı engelleyecek bir şekilde hak ve özgürlüklere müdahale edileceği bir sınırlandırma getirilemez. Bu açıdan bu genelge hukuka aykırıdır” dedi. Sağkan, sözlerini şöyle sürdürdü: “Bunun bir benzeri pandemi dönemindeki yasaklardı aslında. Genelgede alkol tüketmenin 617 TL para cezası ibaresi pandemi döneminde sokakta uygulanan para cezasının bir benzeri. Pandemideki cezalar nasıl geçersiz sayıldıysa bu durumunda bir geçerliliği yok.” 

ÖZEL YAŞAMA MÜDAHALE 

Hukukçu Metin Günday ise şu değerlendirmeyi yaptı: “Bu genelgenin adı özel yaşama müdahale etmektir. Toplumu kendi kafalarındaki yaşama mahkum etmeye çalşıyorlar. Ancak ortaya koydukları belgenin hukukta bir yeri yok. Anayasa, sadece kötü alışkanlıktan korumak için gerekli önlemleri alır diyor. Bunun ötesine geçemezler. Çünkü bunun en son adımı alkolü ülkede tamamen kaldırmaktır.” 

REJİM DEĞİŞTİ 

Siyasal İslam üzerine çalışmalarıyla bilinen Sosyolog Yavuz Çobanoğlu ise, “Bu son karar, daha önce alınan yasak ve sınırlamalardan ayrı düşünülemez. Şunu artık bir kez daha ve net bir şekilde söylemek gerekiyor, Türkiye’de rejim değişti, bu gerçeği tespit etmeden yapılacak her analiz geçersiz olacaktır. Zaten bu alkol yasağı da AKP rejiminin kamusal alanda ‘görünür olmayı’ engelleme adına aldığı kararlardan sadece birisi. Daha önce başka illerdeki Valilikler de benzer kararlar almıştı, şimdi sıra İstanbul’a geldi” dedi. 

AKP’nin İslâmcı yapıları güçlendirmesinin, kendi ideolojisine ve kurduğu rejime uygun bir durum olduğuna değinen Çobanoğlu, “Burada bir sürpriz yok. Keza AKP’nin alkol yasaklarıyla yapmak istediklerini de tıpkı konserler, festivaller, giyim kuşam, cinsellik ve cinsel yönelimlere karşı uygulamalarıyla aynı paralellikte değerlendirmek lazım. Çünkü bunların tümü, aynı hedefler etrafında örgütleniyor. Alkolü sadece ‘hassasiyetleri olanlar’ değil, herkesin nezdinde ‘ayıp’, ‘kötü’, ‘ahlâksızlık’ gibi kavramlarla eşleştirdikten sonra onun görünür olması, kamusal alandan silinmesi amaçlanıyor. Alkolün duvarlar ardında (hatta mümkünse ‘kırmızı bölgelerde’) gizlice tüketildiği ahlâken ‘yasaklı bir maddeye’ dönüştürmek istiyorlar. Bunu da vitrindeki görüntüyü bozmamak adına sabırla yapıyorlar” diye konuştu. 

“İslâmcı düşünce, mafyalaşma, çeteleşme, silahlanma, cinayetler vb. toplumsal problemlerin asıl sebebini ailenin bozulması, alkol tüketimi, fuhuş, dinden çıkma gibi etkenlere bağladığı için mevcut sorunların çözümlerini de bunlar üzerinden üretir” değerlendirmesini yapan Çobanoğlu, sözlerini şöyle sürdürdü: “Depremlerin olmasını bile alkol ile fuhuşa bağlayan bir zihniyetle karşı karşıyayız, yüzlerce yıllık refleksler bunlar ve referanslarını da “kutsal” saydığı metinlerden alıyorlar. Sürekli, bir düşman, bir kamu güvenliği sorunu bulup, yine problemlerin sebebini alkole, ateistlere, olmadı “iman eksikliğine” bağlama motivasyonları oldukça yüksek.”  

                                                                    *** 

Yurttaşlar tepki gösterdi 

İstanbul Valiliği’nin kamuya açık alanda alkol tüketimini yasaklayan yönergeyi yayımlamasının ardından karara sosyal medyada tepkiler yağdı. Yurttaşlar, yasağın insanların yaşayış biçimine müdahale etmek olduğunu bu kararı reddedeceklerini vurguladı. 

Avukat Mehmet Ümit Erdem ise genelgenin yürütmesinin durdurulmasını ve iptalini talep etti. Kararı yargıya taşıdı. Erdem dava dilekçesinde şu ifadelere yer verdi: "Uyuşturucu kullanım yaşının ilkokul seviyesine indiği, okul önlerinde uyuşturucu satıldığı, ulusal ve uluslararası çetelerin İstanbul'da silahlı hesaplaşmalara girdiği, AVM'lerin bile mafyalara emanet edildiği, İstanbul'da ciddi bir güvenlik zaafiyeti oluştuğu bir ortamda temel hedef sahilde bira içenler değil uyuşturucu çeteleri olmalıdır." 

Siyaset Bilimci Özgün Emre Koç, “Bu yasak yok hükmündedir. Ceza kesilmesi halinde ödemeyeceğim. Örneğin binlerce kişi Moda'da içki içiyor akşamları. Ne yapacaksınız tomayla dalıp biber gazı mı sıkacaksınız? Ey ahali, geri adım atarsanız yanarsınız. Evinize kadar girerler” ifadelerini kullandı. 

Aksoy Araştırma Başkanı Ertan Aksoy da şu değerlendirmeyi yaptı: “Alkollü içki yasağı hukuksuz bir yaşam tarzı müdahalesidir. İçkiyi ve içki içen insanları kriminalize etmek bir güvenlik önlemi değildir. Bu tip toplumu ayrıştıran aşırı sağ yaklaşımlar yeni sosyal krizlere neden olacaktır. Bu gerici kafaya verilecek en doğru yanıt bu kararı tanımamaktır.” 

Türkiye İşçi Partisi’nden yapılan açıklamada ise şu ifadeler kullanıldı: “İstanbul Valiliği’nin içki tüketen yurttaşlarımıza karşı açık ayrımcılık anlamına gelen yasaklama kararını tanımıyoruz. Anayasa’ya aykırı bu sözde yasaklama kararı, özgürlüklere ve laikliğe açık bir saldırı ve toplumsal barışı dinamitleme girişimidir. Tehlikeli sonuçlara gebe olabilecek söz konusu kararın iptali için hukuki başvurular dahil gerekli adımları atacağımızı kamuoyuna ilan ediyoruz. Uydurma gerekçelerle halkın yaşamına müdahale edilmesine göz yummayacağız!” 

                                                                     *** 

Laiklik için mücadele edeceğiz 

SOL Parti ve SOL Feminist Hareket de karara tepki gösterdi. Yapılan açıklamalarda laik, eşit, özgür bir yaşam için mücadele etme çağrısı yapıldı. 

SOL Parti yayımladığı açıklamada şu ifadelere yer verdi:  “İstanbul Valiliği’nin alkol yasağı yurttaşların hayat tarzına ve yaşam alanlarına yönelik gerici bir müdahaledir. İstanbul Valiliği yapmış olduğu bir açıklamayla kamuya açık alanlarda içki içilmesini yasaklayan bir genelgeyi kamuoyuyla paylaştı.  Karara çeşitli gerekçeler uydurularak özellikle kadınlara yönelen şiddetin önüne geçmek ve kamu güvenliğini sağlamak gerekçe gösterildi. Ülkemizi uluslararası uyuşturucu çetelerinin merkezi haline getiren, İstanbul Sözleşmesini uygulamayıp kadına yönelik şiddeti teşvik eden, on binlerce genci, kadını ve kız çocuğunu tarikat cemaat ağı içerisinde istismar edenlerin aldığı bu kararın karşısındayız. Alkol yasağı getiren bu valilik genelgesinin hiçbir hukuki dayanağı bulunmamaktadır. Temel hak ve özgürlüklerimize yönelik düzenlemeler ancak kanunlarla yapılabilir. Valilik kararıyla getirilmeye çalışılan alkol yasağına karşı genelgenin iptaline yönelik hukuki bir süreç başlatacak olup, tüm yurttaşlarımızı bu karara karşı birlikte durmaya çağırıyoruz. SOL Feminist Hareket de sosyal medya hesabından şu mesajı yayımladı: “Niyetinizi biliyoruz. Kadınların katline, istismarına sebep olan zihniyetin, şeri kültürü yerleştirme amacıyla koyduğu içki yasağına gerekçe olarak kadınların huzurunu göstermesi kabul edilemez. Huzurumuz için tarikat ve cemaatler kapatılsın. 

                                                                          *** 

Alkole yine zam geldi 

Tekel Bayileri Yardımlaşma Derneği Başkanı Erol Dündar, Mey Diageo grubu içkilere zam geldiğini duyurdu. Paylaşılan yeni fiyat tarifesine göre, 35’lik rakı 295 liraya, 50’lik rakı 400 liraya, 70’lik rakı 529 liraya yükseldi. Alkol oranı yüzde 45 olan bir 70’lik rakının önerilen raf fiyatı 2021 yılı sonu itibariyle 180 TL civarındayken bu fiyat 2022 yılında önce 249 TL’ye, ardından ise 325 TL’ye çıkarılmıştı. 2023 yılında ise rakı fiyatı 399 TL’ye yükseltilmişti. Son zamla birlikte 70’lik rakı 529 TL oldu. Böylece yılın başından bu yana rakı fiyatı ortalama yüzde 30 zamlandı. 

                                                                  /././

İçki yasağı, sarı öküz ve 2012

İstanbul Valiliği’nin parklarda, plajlarda, piknik ve mesire alanlarında içki tüketimini yasakladığına dair genelgesi dünkü ana gündemdi. Valilik, tepkiler üzerine genelgede geri adım attı ve cezai yaptırımın 'çevreye rahatsızlık verenler' ile sınırlı olduğunu belirtti.

Dün, iktidarın klasik taktiklerinden biriyle daha karşılaştık. Siyasal İslamcı iktidar, seküler yaşam tarzına yönelik bir hamle yaptı, gelen tepkileri ölçtü, biçti ve geri adım attığına dair bir mesajı kamuoyunun gündemine soktu.

Yurttaşlar bilhassa sosyal medyada söz konusu genelgeye bir hayli tepki gösterdi. 

Bu genelge ile ilgili bir tepki de Cumhuriyetin kurucu partisi CHP'den de bekledik, ancak her zamanki gibi kulaklarının üstüne yattılar. Şaşırılacak bir durum yok, zira kısa bir süre önce İBB'ye ait kafelerde içki satışı yapılmadığını açıklamak için sokak sokak gezmeye meyyal bir muhalefet partisi ile karşı karşıyayız. 

Meselenin içki tüketme özgürlüğüyle alakalı olmadığını, topyekun laik Cumhuriyetin kazanımlarına karşı bir saldırı yürütüldüğünü bir türlü idrak edemediler. Oysa ki iktidar, yaşam tarzlarına yönelik bu tarz saldırılar ile beraber hem yoksulluk gündeminin üstünü örtmek istiyor hem de siyasal İslamcı hegemonyayı genişletmeyi hedefliyor. 

                                                                          ***

Verilere bakacak olursak, iktidarın bu yasaklarının pek bir mantığının olmadığını da görüyoruz. TÜİK’in 2019 verilerine göre; Türkiye’de nüfusun yüzde 74,4’ü hayatı boyunca alkol kullanmadığını söylüyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün raporuna göre ise Türkiye’de kişi başına düşen alkol tüketim miktarı sadece 1,8 litre. Listede bizden sonra en az alkol tüketim oranı Azerbaycan ve Tacikistan. 

Kaçak içkiden ölenlerin sayısı ise ters orantılı. Türkiye son yıllarda kaçak içki tüketimi nedeniyle onlarca insanın öldüğü bir ülke. Bunun sebebi de iktidarın yaşam tarzlarına yönelik baskısının sadece kanunlarla, genelgelerle sınırlı olmaması. Vergiler nedeniyle bir adet biranın fiyatı bile uçmuş durumda. Bu da kaçak içki üretimini ve tüketimini artıran temel etken.

Söz konusu genelge ve benzerleri “Ne var canım, parkta da bira içmeyiverin!” diyerek geçiştirilecek bir durum değil. Meclis muhalefetinin ve Cumhuriyetin kurucu partisinin anlamadığı ya da anlamak istemediği ve karşı koymakta gönülsüz davrandığı bu baskılar, aslında daha çok yurttaşımızın ölümüne sebep oluyor.

                                                                    ***

AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana yaşam tarzları meselesini gündemden düşürmediğine tanıklık ettik. Genelde yaşam tarzlarıyla ilgili meselelere dair AKP Sözcüsü Ömer Çelik açıklama yapıyor. Çelik, 28 Mayıs’taki seçim sonuçlarından iki gün sonra yaptığı açıklamada, “Hiç kimse bir diğerinin hayat tarzının üzerine baskı kuramaz” demişti. Buna benzer de birçok açıklaması arşivlerde duruyor.

Söz konusu açıklamalar ile uygulamaların tezatlığı, popülist otoriter iktidarların ortak özelliği…

İktidar, eylem ve söylemdeki çelişkili haliyle antidemokratik hüviyetini de her defasında ortaya koyuyor. Bu noktada bilhassa Meclis muhalefetinin iktidarın bu zayıf noktasına dair hiçbir siyaset geliştirememesi de dikkat çekici. 

Toplumda siyasete ve değişime dair umutsuzluğun ana kaynağı da seçim sonuçlarından ziyade muhalefetin bu körler sağırlar oyununa devam etmesi olsa gerek! Sarı öküzü veren muhalefet, ipin ucunu bir türlü yakalayamıyor.

Oysa ki siyaset bilimci Charles Taylor'ın da dediği gibi: "Eğer ortaya, nüfusu meydana getiren belli kesimlerin sesinin duyulmasını sistematik olarak engelleniyormuş gibi bir görüntü çıkarsa, söz konusu topluma özgü demokratik yasanın meşruiyeti de tehlikeye girmiş olur."

Ve iktidar uzun yıllardır nüfusun neredeyse yarıya yakınına düşman hukuku uygulayarak toplumsal meşruiyetinin olmadığını da ikrar ediyor. Bu baskıların ardında elbette sömürü ve biat düzeninin devam ettirilmesi ana saik. 

                                                                   ***

Aslında içki meselesine dair geçmişte iktidarın verdiği sınav bugünlere dair ışık tutuyordu. Vatandaşı koruma bahanesiyle TV’deki dizilerde başlayan sansür, bugüne kadar çığ gibi büyüyerek geldi. Bu süre zarfında kamusal alanlar iktidar tarafından zorla yeniden şekillendirildi. 

Bu baskı mekanizmasının en önemli virajlarından birisi 2012 yılında dönülmüştü. 

Santralistanbul’da düzenlenmesi planlanan One Love Festivali de iktidar eliyle hedef gösterilmişti. Kendisine “Eyüplüler” diyen bir grup, "üç aylar" içinde düzenlen festivalde içki satışına karşı çıkmıştı. Söz konusu festivalde mevzuata aykırı bir durum olmamasına rağmen içki satışı engellenmişti. 

Geçtiğimiz yıl Kozlu Müzik Festivali’nin, bu yıl da Nilüfer Müzik Festivali’nin içki satışı olacağı gerekçesiyle engellendiğini unutmayalım. 

Bundan 11 yıl önce yaşanan hadise sonrasında çember gitgide daraldı. Bundan sonrası için geç olmadan güçlü bir itiraz noktasında buluşmanın vakti, geldi de geçiyor.

Serkan Meriç-Birgün


Missouri operasyonu 2.0 + Nükleer ahlaksızlık + BRICS’te İran-Körfez-Mısır üçgeni (Mehmet Ali Güller-Cumhuriyet)

 

Missouri operasyonu 2.0

1934 yılından beri Türkiye’nin Washington büyükelçiliğini yapan Münir Ertegün, 11 Kasım 1944 yılında kalp krizi geçirerek öldü. Ancak o günkü savaş şartları nedeniyle cenazesi ülkeye getirilemedi.

İki yıl sonra 5 Nisan 1946’da ABD, Ertegün’ün cenazesini en önemli savaş gemilerinden Missouri zırhlısıyla İstanbul’a getirdi.

Dolmabahçe önünde demirleyen Missouri için düzenlenen tören, ABD yanlısı bir kampanyaya dönüştürülmüştü. Başbakan Şükrü Saracoğlu, Missouri’yi şu sözlerle karşıladı: “Üstünde yaşadığımız ihtiyar dünyanın en genç ve en mükemmel çocuğu olan Amerika ve Amerikalılar, ellerinde insanlık, adalet, hürriyet, medeniyet bayrakları olduğu halde, Birleşmiş Milletler’den mürekkep büyük bir insanlık dünyası kurmak yolunda sağlam ve metin adımlarla yürümektedirler.”

Peki nereden çıkmıştı bu Missouri ile naaşın getirilmesi?

ATLANTİK KAMPINA GİRİŞİN SEMBOLÜ

II. Dünya Savaşı bitmiş, ABD ve İngiltere, SSCB’ye karşı Soğuk Savaş başlatmaktaydı. ABD stratejisine göre SSCB’nin Ortadoğu’ya sarkmasını önlemek, Akdeniz’i tutmaktan ve Türkiye’yi Batı kampına almaktan geçiyordu.

Missouri zırhlısı ve ona eşlik eden savaş gemileri bu amaçla Akdeniz’e gönderilecek ve bu görev nedeniyle Ertegün’ün naaşı da İstanbul’a götürülecekti. Ankara da bu ziyareti Türkiye’deki Amerikancılığın yükseltilmesinin bir kaldıracı olarak kullanmış, 1945’ten itibaren içinde yer alınması kararlaştırılmış; Atlantik kampına geçişin aracına dönüştürmüştü.

Özetle Missouri zırhlısıyla büyükelçinin naaşının getirilmesi, Türkiye’nin Atlantik kampına geçişinin sembolüydü.

Neden mi anımsattık?

DOĞU AKDENİZ’DE ABD-AKP TATBİKATI

21 Ağustos’ta Doğu Akdeniz’de sıra dışı bir olay yaşandı. TGC Anadolu, dünyanın en büyük savaş uçağı gemisi USS Gerald R. Ford ile birlikte tatbikat yaptı. TGC Anadolu’ya firkateynler, ABD uçak gemisine de kruvazör eşlik etti.

ABD medyası bu tatbikatının “2016’dan beri yapılan en büyük tatbikat” olduğuna işaret etti. (2016’yı biz de işaretleyelim, zira ABD destekli FETÖ darbe girişiminin tarihidir!)

Tatbikatı daha da ilginç kılan ise Erdoğan’ın damadı ve Baykar Yönetim Kurulu Başkanı Selçuk Bayraktar’ın, ABD Büyükelçisi Jeff Flake’in daveti üzerine ABD uçak gemisi USS Gerald R. Ford’u ziyaret etmesiydi!

Bayraktar’ın ABD uçak gemisi ziyaretine, Deniz Hava Komutanı Tuğamiral Mehmet Savaş Eser, Hava Eğitim Komutanlığı’ndan Tuğgeneral Hüseyin Sabri Akyol ile bazı subaylar da eşlik etmişti.

Kimileri bu tuhaflığı, “Ne var bunda, TGC Anadolu için İHA üreten Bayraktar’ın ortak tatbikat sırasında ABD uçak gemisine davet edilmesi gayet normal” diye geçiştirmeye çalışsa da durum normal değildi!

1946’DA DEĞİL 2023’TEYİZ

Kaldı ki Bayraktar’ın tatbikatta bulunması da normal değil. Üstelik ABD’nin Ankara Büyükelçisi Flake’in de tatbikatta bulunması normal değil. Diplomatın askeri tatbikatta ne işi var?

İşte Bayraktar’ın ABD uçak gemisine götürülmesiyle ABD büyükelçisinin işinin ne olduğu anlaşılmış oluyor!

Bakınız mesele şudur: AKP sıcak para ve kredi musluklarının açılması için yönünü New York bankerleri ile Londra tefecilerine tamamen dönmüş durumda.

Bizzat ABD Büyükelçisi Flake aracılığıyla Erdoğan’ın damadı Bayraktar’ın “2016’dan beri yapılan en büyük tatbikat”ta ABD uçak gemisine götürülmesi, açık ki “Missouri operasyonu 2.0”dır.

Ancak önemle altını çizelim: ABD’nin Atlantik yüzyılını başlattığı 1946’da değil, Atlantik yüzyılının bitmekte ve Asya-Pasifik yüzyılının başlamakta olduğu 2023 yılındayız. Kimse boşuna hayal kurmasın...

                                                      /././

Nükleer ahlaksızlık

Hayır, büyük kampanyayla vizyona sokulan Oppenheimer filminden bahsetmeyeceğim ama nükleer konulu filmlere toptan işaret edeceğim:

ABD yapımı yüzlerce nükleer konulu film var. 1990’dan öncekilerde ağırlıkla bu filmler, “SSCB’nin nükleer saldırısına karşı dünyayı koruyan ABD” temalı olurdu. SSCB dağıldıktan sonra tema değişti: Rusya’daki nükleer füzeleri kaçıran psikopat generallerin bunları kullanma çabasını ABD durdururdu. Sonra adres kimi zaman Kuzey Kore, kimi zaman Pakistan, kimi zaman İran, kimi zaman da Çin oldu.

Özetle, bu filmlere göre bazı kötü ülkeler ya da o kötü ülkelerin kötü yöneticileri nükleer saldırı planlıyor, ABD de dünyayı koruyordu!

Dünyada bunun kadar ahlaksız bir tersine çevirme operasyonu çok azdır. Çünkü dünyada nükleer silahı ilk ve tek kullanan devlet ABD’dir; ABD dışında nükleer silah kullanmış başka bir devlet yoktur.

SEYRELTME SORUNU

Bu uzun girişi şundan yaptık: Japonya, 2011 depreminde hasar gören Fukuşima Nükleer Santralı’nda biriken radyoaktif atıksuyun tahliyesine 24 Ağustos’ta başladı.

Ama bu olay Batı basınında neredeyse konu bile edilmiyor. Çünkü Japonya ABD’nin müttefiki. Özne Çin ya da Kuzey Kore (Kore DHC) olsaydı eğer, ABD başta tüm Atlantik basını kıyameti koparırdı.

Bir tek Japonya’nın komşuları, yani okyanusa tahliye edilen atıksudan etkilenecek Çin, Güney ve Kuzey Kore duruma tepki gösteriyor. Oysa dolaylı etkileri ve bir uygulama meşruiyeti kazanma olasılığı nedeniyle tüm küreyi etkileyecek bir sorun bu.

Atlantik, konuyu Uluslararası Atam Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) raporuna dayanarak geçiştiriyor. UAEA, Temmuz 2023’te Japonya’nın “radyoaktivitesi düşürülmüş atıksu” planını onayladı.

Peki atıksudaki karbon-14 ve trityum başta 60 çeşitten fazla radyoaktif nükleer unsurun yoğunluğunun düşürülmesi için yapılan seyreltme yeterli mi? Peki radyoaktivitenin insan açısından düşük olması, okyanustaki canlılar açısından da düşük olduğu anlamına gelir mi? Kısacası önce okyanus canlılarını, sonra da deniz ağırlıklı beslenen bölge ülkelerini etkileyecek büyük bir tehditle karşı karşıyayız.

BİR ÇEŞİT SAVAŞ İLANI

Çin uygulamaya büyük tepki gösteriyor. Çinli uzmanlar, Fukuşima’dan boşaltılan radyoaktif atıksuyun, eriyen reaktör çekirdeğinden geçtiğini ve bunun normal çalışan nükleer santrallardan boşaltılan sudan farklı olduğunu belirtiyor (CRI Türk, 23.8.2023).

Güney Kore’de muhalefet büyük tepki gösteriyor. Ana muhalefetteki Demokratik Parti lideri Lee Jae-myung, Seul’da binlerce kişinin katıldığı protesto gösterisinde, Japonya’nın nükleer atık kararının “Pasifik Okyanusu’na sınırı olan ülkelere savaş ilanı olduğunu” söyledi (NTV, 26.8.2023). Lee, Güney Kore Devlet Başkanı Yook Suk-yeol’u “Japon tahliye planını desteklemekle” suçladı. Güney Kore Başbakanı Han Duck-soo ise Japonya’yı 30 yıl devam edecek radyoaktif atıksuyun tahliyesine ilişkin bilgileri şeffaf şekilde açıklamaya çağırdı (AA, 24.8.2023).

Japon muhalefeti de uygulamaya tepkili. Japon basınındaki haberlere göre çok sayıda Japon muhalefet partisi, hükümetin radyoaktif atıksuyu denize boşaltmasına karşı çıktıklarını açıklayarak hükümetin Japonya Meclisi’nde konuyu aydınlatmasını istediler (cri.cn, 27.8.2023).

SENDROM

Baştaki çarpıklığa dönersek... Dünyada nükleer saldırıya uğrayan ilk ve tek ülke olan Japonya’nın, kendisine nükleer bomba atan ABD’ye bu denli bağımlı olmasının açıklanmasında elbette “Stockholm sendromu” kavramı hafif kalır.

Ama daha önemlisi, dünyada nükleer saldırıya uğrayan ilk ve tek ülke olarak Japonya’nın, şimdi radyoaktivite salınımıyla okyanus canlılarına “alt düzeyde bir nükleer saldırı” yapıyor oluşu da “Japon onuru” kavramıyla tam tezat ne yazık ki...

                                                           /././

BRICS’te İran-Körfez-Mısır üçgeni

BRICS’in tarihi zirvesi beklendiği gibi genişleme ve ulusal paraların rolünü artırma kararlarıyla sonuçlandı.

Resmi 23 üyelik başvurusundan 6’sı gerçekleşti. Mısır, Etiyopya, İran, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Arjantin, 1 Ocak 2024’ten itibaren BRICS üyesi oluyor. 5+6 üyeli yeni BRICS, artık ülkelerin baş harfleriyle kodlanmayacak ölçekte yani...

Peki “Geniş BRICS” Türkiye ve bölge açısından ne etkiler doğuracak?

ÜRETEN BRICS

1) Genişlemeyle BRICS, dünyanın en büyük petrol üreticilerinin de kulübüne dönüştü. En büyük 9 petrol üreticisinden 6’sı artık BRICS’te...

2) Satın alma paritesine göre BRICS’in dünya ekonomisindeki payı yüzde 37.3, G7’nin payı ise 29.9. BRICS, endüstriyel üretimde de G7’yi geçmiş durumda: BRICS’in payı yüzde 38.3, G7’nin payı ise 30.5. En temel tarım ve maden üretimlerinde makas daha da açık.

3) BRICS için Afrika çok önemli. Etiyopya, Afrika Birliği’nin kurulmasına öncülük etmesi ve örgütün merkezine ev sahipliği yapmasıyla da özel öneme sahip.

4) Gerçi Mısır Afrika ülkesi ama aynı zamanda bölgemizin de yani Ortadoğu’nun da önemli bir ülkesi. Mısır ile birlikte İran, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin BRICS’e üye olması, kritik önemdedir.

ABD’NİN KÖRFEZ KAYBI

Ufuk Ötesi okurları açısından bu durum şaşırtıcı olmamıştır. Çünkü bir süredir Suudi Arabistan-Çin ilişkilerinin ekonomiden bölgedeki sorunlu ilişkilerin tamirine kadar bir dizi etki yarattığını inceledik.

Çin’in Suudi Arabistan ile İran’ı barıştırması, Yemen’den Filistin’e kadar etkiler doğurdu. “Petrodolar” sistemi açısından ABD’nin Ortadoğu’daki en temel dayanağı durumunda olan Suudi Arabistan’ın BRICS üyesi olması, haliyle ABD açısından da açık bir yenilgi demek. ABD Genelkurmay Başkanı Milley’in genişleme sonrası dile getirdiği şu sözlerini bu bağlamda yorumlayabiliriz: “Bölge, petrol ve enerji kaynakları açısından ana kaynak. ABD’nin Ortadoğu’dan çıktığını düşünemiyorum.”

Mısır, İran ve iki Körfez ülkesinin, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin artık BRICS’te olması, kuşkusuz Körfez bölgesinden başlayarak Ortadoğu’nun tamamını etkileyecek. Stratejisini Körfez’de İran-Suudi karşıtlığı üzerine inşa eden ve İsrail’in güvenliğini bile İran karşıtı cephe oluşturmaya dayandıran ABD, gelmekte olan bu tabloyu gördüğü için son birkaç haftadır Körfez’e gemi ve Suriye’ye asker göndermekte...

ASTANA-BRICS BAĞI

İran-Mısır-Körfez üçgeni, bölgeyi etkileyeceğinden Türkiye’yi de etkileyecektir haliyle.

Türkiye için BRICS’teki İran-Körfez-Mısır üçgeni rakip değil, ortaktır. BRICS’in iki üyesi, Rusya ve İran Astana Platformu üyesidir. Türkiye’nin Suriye’yle normalleşmesi ve Irak’ı da Astana’ya taşıması, Astana-BRICS bağlarını çoğaltacaktır.

Bunun dışında gerçekçi bir seçenek yok zaten. Bir zamanlar Pentagon-CIA laboratuvarlarında üretilen Türk-Kürt-Yahudi ittifakı türünden ABD projelerinin bölgede hayat bulma şansı artık kalmadı.

Dolayısıyla Ankara’nın önünde Astana’yı BRICS içindeki bölge üçgeniyle ortaklığın, hatta buradan sıçrayarak BRICS’te yer alabilmenin zemini olarak değerlendirmek dışında gerçekçi ve çıkarlara uygun seçenek yok.

Mehmet Ali Güller-Cumhuriyet


Yeni bir ‘el kitabı’ aranıyor + Kemalizm üzerine kısa bir not (Ergin Yıldızoğlu-Cumhuriyet)

Yeni bir ‘el kitabı’ aranıyor  

Wyoming, Jackson Hole’da yapılan yıllık ekonomi sempozyumu üzerine okurken Fed Başkanı Powell’ın konuşması, enflasyon ve faizler gibi konuların yanında benim ilgimi en çok, katılan merkez bankları üst düzey yöneticilerinin, ekonomistlerin, IMF’nin kaygılandıkları konu çekti: Neoliberal küresel kapitalizmin “yönetim-kullanım el kitabı” artık eskimiş. Dünya ekonomisinde  “yapısal bir değişim” yaşanırken yeni bir “el kitabı”, yeni bir model gerektiğine ilişkin talepler Jackson Hole’da da dile getirilmiş. “Kurala dayalı” dünya ekonomik düzeninin, BRICS grubunun genişlemesinin de gösterdiği gibi parçalanmaya devam ediyor olması, IMF başkanı Kristalina Georgieva’nın deyimiyle “ülkelerin karşı karşıya olduğu riskleri daha da artırıyor”.

‘İÇE DÖNME’ ZAMANLARI

Georgieva, Jackson Hole sempozyumu başlamadan iki gün önce “Foreign Affairs”te yayımlanan “The Price of Fragmentation: Why the Global Economy Isn’t Ready for the Shocks Ahead” (Parçalanmanın Fiyatı: Dünya Ekonomisi Gelecek Şoklara Neden Hazır Değil?) başlıklı denemesinde, günümüzün pandemi, iklim felaketleri, jeopolitik sarsıntılar, gıda ve enerji piyasalarındaki ani fiyat artışları gibi sorunlarını saydıktan sonra devletlerin bu sorunlar karşısında işbirliğine yönelmek yerine riskleri azaltmak için içe dönmeye başladığını, bunun da parçalanmayı hızlandırdığını, dünya ekonomisini şoklar karşısında daha da kırılganlaştırdığını vurguluyordu. 

Georgieva’ya göre, korumacılık, teknolojik olarak birbirinden kopma, gıda ve enerji güvensizlikleri, borç yükü, artmaya devam ederken, birçok ülke gelecekteki şoklar karşısında, gereken direnç düzeyinden (teknolojik, mali kaynaklar özellikle uluslararası rezervler ve üretken kapasite hatta bir başka çalışmanın vurguladığı “beyin sermayesi” açısından) yoksun. 

Anlaşılan karşımızda, kendini besleyen bir kısır döngü var ve giderek gelişiyor.

YENİ BİR ‘EL KİTABI’ ARANIYOR

Financial Times, Jackson Hole toplantısını aktaran bir haberine “Değişen dünya ekonomisi karşısında politika yapıcılarının bir ‘yönetim-kullanım el kitabı’ yok” başlığını koymuştu. FT’ye göre, hükümetlerin politika kararlarını destekleyen yerleşik ekonomik ilişkilerin tehlikede olması, politika yapıcılarını kaygılandırıyor. Toplantı boyunca, sık sık “gözden geçirilmiş yeni bir el kitabının”  gerektiği vurgulanmış.

Avrupa Merkez Bankası Başkanı Christine Lagarde, konuşmasında emek piyasasının, yeşil ekonomiye geçişin, dünya ekonomisinin rekabet eden bloklara doğru parçalanmaya başlamasının sorunlarına değindikten sonra, “Bugün karşımızdaki duruma ilişkin bir el kitabı yok. Öyleyse bir yenisini yapmamız gerekiyor” diyormuş. Japon Merkez Bankası Başkanı Kazuo Uedo, artmakta olan jeopolitik gerginlikler, sanayilerin eve ya da dost coğrafyalara dönme eğilimi karşısında uyarılarda bulunduktan sonra eklemiş: “Küresel ekonomi, her şeyin hızla değişmeye başlayacağı bir kırılma noktası yaklaşıyor.” IMF baş ekonomisti  Gourinchas, “şokların farklı ülkelerde farklı farklı sektörlerde yarattığı farklı etkileri hesaba katabilecek yeni modellere gereksinim olduğunu” söylemiş. Gourinchas’a göre, bugün, “Merkez bankalarının, geçen seferki gibi mali piyasalara, ulusal hasılanın yüzde 10-20’si düzeyinde destek sağlayacak gücü yok... Artık benzer bir sigortadan yoksunuz. Artık ucuna geldik”.

Dünya ekonomisi, gelmekte olan şoklara hazır değil. Merkez bankası rezervleri, üretken kapasiteleri yetersiz, teknolojik temelleri zayıf, kurumları, “toplumsal mutabakatı”“beyin sermayesi” yetersiz ülkeler büyük risklerle karşı karşıya. Bu riskleri öngörecek, etkilerini değerlendirecek ve yönetecek bir “el kitabı” (Her derde deva IMF reçeteleri artık yok, neoliberal model çalışmıyor) yok. Durumu betimlemek için “kırılma noktası”“Ucuna geldik” gibi gerçekten ağır ifadeler kullanılıyor. 

Bu sırada, AKP rejimi ülkesini, geçim sıkıntısından toplumsal kutuplaşmaya, ormanlarına, tarımına, nüfus yapısından, ekonomisinden kültürüne, en değerli beyinlerini ülkeden kaçırmaya kadar hemen her alanda yıkmakla meşgul...

                                                      /././

Kemalizm üzerine kısa bir not 

Cumhuriyetin geleceği üzerinde ne zaman soru işaretleri oluşmaya başlasa,  Cumhuriyet “olayına” sadakati temsil eden Kemalizmi savunmaya ya da reddetmeye ilişkin tartışmalar canlanır. Siyasal İslamın rejimi, “dinci faşizm” altında, CHP’nin kronik fiyaskolarına bir yenisi eklendikçe bu tartışmalar daha da yoğunlaştı, dahası Kemalizm, siyasi yelpazenin en sağından en soluna, isteyenin içine kendi niyetlerini yazabileceği bir “boş göstergeye” dönüştü. 

KEMALİZMİ DÜŞÜNMEK

Öyleyse, “Kemalizm nedir” sorusu özellikle önem kazanıyor. Bu bağlamda iki yaklaşım söz konusu olabilir. 

1) O soru üzerinde düşünürken Kemalizmin, bileşenlerinin, aralarındaki kimi çelişkilere karşın, “bütünlüklü” bir dünya görüşü olduğu varsayılabilir. 

2) Cevap, “bir bütün” oluşturdukları varsayılan parçaların, tarihsel (zamana-mekâna ilişkin), kimi zaman birbiriyle çelişebilen özelliklerinde değil, bu parçaları bütünleştiren “radikal çekirdekte” aranabilir. 

Peki, Kemalizmin böyle bir “radikal çekirdeği” var mıdır? 

Bence, Kemalizmin başka zamanlarda, mekânlarda da geçerli evrensel bir  “radikal çekirdeği” vardır.  Kemalizmin belli tarihsel koşullardan kaynaklanan bileşenleri, başka tarihsel koşullarda ve mekânlarda, bu “radikal çekirdekten”  bağımsız hayata geçirilemez. Dahası böyle, Kemalizmi, çoğu zaman tek bir bileşenine indirgeyerek pratiğe geçirme iddiaları (12 Mart ve 12 Eylül rejimleri) hızla canavarlaşır. 

TARİHSEL VE EVRENSEL...

Alev Coşkun’un, Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 Ay (2008) başlıklı çalışması, Kemalizmin, özgün tarihsel koşullar içinde doğan radikal çekirdeğini ve onun evrensel yanlarını görmeye yardımcı olabilecek bir perspektif sunuyor. 

Kemalizm, emperyalist sistemin paylaşım savaşlarının başladığı, bir taraftan bir proletarya devriminin patlak verdiği, diğer taraftan faşizmin mayalandığı bir dünyada, çökmeye, paylaşılmaya başlamış bir imparatorluğun siyasi, kültürel coğrafyasının özgün tarihsel “durumu” içinde ortaya çıktı.

“durum” içinde imparatorluğun egemen sınıflarının seçkinleri bir çıkış yolu ararken genel eğilim (gerektiğinde emperyalist merkezlerle de anlaşarak) imparatorluğun restorasyonu doğrultusundaydı. Çıkış yolunun, ulusal bağımsızlık ve Cumhuriyet (res publica: halkın iktidarı) biçimini alacağına ilişkin bir öngörü henüz yoktu. Alev Coşkun, başlangıçta egemen eğilimi benimsemiş olan Mustafa Kemal’in, kısa sürede, dönemin tarihsel koşulları içinde restorasyonun olanaksızlığını kavradığını anlatıyor. 6 Ay’ın sonunda, Mustafa Kemal hem restorasyon düşüncesini hem de “durumun” merkezini terk ederek bir “ulusal bağımsızlık ve cumhuriyet” projesine yöneliyor. Tabii ki başkaları bu liderliği benimsemeseydi, bu proje söner, şu veya bu ülkenin sömürgesi, mandası olacak bir “yapı” şekillenirdi. 

Kemalizmin evrensel radikal çekirdeği buradadır: 

1) Var olan devlet biçimi ve ekonomik kültürel “yapı” içinde bir restorasyon fantezisini reddetmek. 

2) “Yarı sömürge”, sultanlık devletinin işgal altındaki enkazından, yeni bir ulus devlet, bir cumhuriyet yaratmaya kalkışmak. 

3) Sultanlıktan devralınacak toplumu, sanayileşen bir kapitalizmle, onu destekleyecek rasyonel, seküler, laik, giderek demokratik kültürü geliştirecek reformlarla yeniden şekillendirmek için savaşmaya başlamak.

Kemalizmin tanımını, Cumhuriyetin kuruluşu sırasındaki, tarihsel koşullardan kaynaklanan belli reformlarda, politikalarda değil, onun bunları, betimleyerek harekete geçiren radikal çekirdeğinde aramak gerekiyor.

Bugünün tarihsel koşullarında Kemalizmin radikal çekirdeği, restorasyon yerine, var olanı aşan bir yenilenmeyle, verili ekonomik, siyasi, kültürel, hatta ahlaki sınırları kabullenmeyen bir “düşünce” ve pratik yaratmakla ilgilidir. Tarihsel anlamda, bir kapitalist-ulus projesi olan Kemalizmin bugün gerçek mirasçısı, bu radikal çekirdeği yadsırken Kemalizmi ağzından düşürmeyen CHP ve diğer düzen partileri değil, sosyalist harekettir. Diyalektik işte!

Ergin Yıldızoğlu-Cumhuriyet