31 Ağustos 2019 Cumartesi

TÜRKEN foundation - ÜNAL ÖZMEN

ABD’de kurulan ve Londra’da şubesi bulunan TÜRKEN Vakfının vizyonu (ABD ve İngiltere’ye) “Yeni gelen öğrencileri batı kültürüne, yaşamına, şehirlerine ve kurumlarına uyarlamak.” Vakfın amacı anlamındaki vizyonunun “Öğrencileri Batı kültürüne uyarlamak” olduğunu TÜRKEN’in kurucu ortaklarından biri olan TÜRGEV’in söz konusu vakfa ayırdığı sayfadan öğreniyoruz.


Vakıf, TÜRGEV ve ENSAR’ın yurtdışı ayağı olarak kuruluyor. Yönetim Kurulu Başkanı Erdoğan’ın yeğeni; kızı ve damadı ise yönetim kurulunda. TÜRKEN de aile vakıflarından biri.

TÜRKEN’in patronu TÜRGEV ve ENSAR’ın Türkiye “vizyonu”, Batı kültürü ve Batılı yaşam tarzı karşıtlığına dayanıyor. Batı’da Batı kültürüne, Doğu’da Doğu kültürüne uymak tüccarlar açısından bir çelişki değil. TÜRKEN’in vizyonundaki “Öğrencileri Batı kültürüne uyarlama” maddesini, faaliyette bulundukları Batılı ülke yönetimlerine “güven mektubu” olarak da okuyabiliriz. Sorunumuz bu değil...

Asıl sorun, TÜRGEV ve ENSAR tarafından TÜRKEN Vakfına vakfedilen, Türk lirası karşılığı 330 milyon lira olan 54 milyon 250 bin dolar paranın kaynağı. CHP ABD Temsilcisi Yurter Özcan’ın ABD Hazine Bakanlığı Vergi Dairesinden edinip paylaştığı bilgiye göre bu miktar 2014-2017 yıllarında aktarılmış. Son iki yılda akan tutarı bilmiyoruz.

ENSAR ile TÜRGEV’in sahip olduğu mal ve parasal varlıkların kaynağına inildikçe yol, su, elektrik, okul, yurt yapsın diye devlete verdiğimiz vergilerin dövize çevrilip gönderildiği ortaya çıkıyor. Ekrem İmamoğlu’nun iptal edildiğini söylediği ve sadece İstanbul Büyükşehir Belediyesinden vakıflara aktarılmış 357 milyon liralık kaynak, vakfedicinin bizler olduğunu gösteriyor.

54 milyon 254 bin doların asıl bağışçısı kim? 
Örtülü ödenek mi? 
Vakıfları adına parayı gönderen Bilal Erdoğan ve İsmail Cenk Dilberoğlu mu? 

Birincisi ise, kasa hesabına bakılarak; ikincisi ise, bu şahısların servetindeki değişimden anlaşılabilir. Transfer edilen dolarlar eğer Suudi kralının 2012’de TÜRGEV’e yaptığı 100 milyon dolarlık bağıştan karşılandıysa, ENSAR payına düşen parayı nerden temin etti? Bilmek hakkımız, çünkü her durumda vakfedici biziz...

VAKIF DEVLET
Bir vakfın kurulup yaşayabilmesi için malını veya parasını vakfeden birinin/birilerinin olması gerekiyor. Devlet vakıf kuramaz, amacı ne olursa olsun malını ve parasını vakfedemez. Sözleşmelerinde belirtildiği gibi vakıfların kuruluş amacı toplumun bir sorununa merhem olmaksa, o zaten devletin varlık nedenidir. Devletin o sorunu çözmek üzere kurulmuş birimleri vardır. Mesela öğrencilerin kredi ve yurt sorununu çözmek için Kredi ve Yurtlar Kurumu adında bir kurumu var. Kurum yasayla verilmiş görevini yapamıyorsa çare sorunu vakıflara havale etmek değil, kurumu işler hale getirmektir.

Vakıflar, devletin henüz “devlet” olmadığı dönemlerde, serveti ayrıcalıklarıyla güvende tutan kurumlar olarak olarak ortaya çıktı. İslamcılar, modern devlet kurumlarının yerini vakıflarla dolduruyor. Geldiğimiz noktada Türkiye artık bir vakıf devlete dönüşmüş durumda ve baba, bu vakıf devleti, efradından oluşan mütevelli heyetiyle yönetiyor.

Belediyelerin, vakıflara kaynak aktarmayı durdurması yetmez. Eğer Türkiye yeniden modern devlet kurumlarına kavuşacaksa, kamu bütçesinden vakıflara aktarılan mal ve paralarla kamu gücü kullanılarak elde edilmiş varlıklarına el konulması zorunludur. 

Benim paramla kimsenin hovardalık yapmaya, Manhattan otellerinde zıkkımlanmaya hakkı yoktur!

Ünal Özmen / BİRGÜN

30 Ağustos 2019 Cuma

‘97 yıl’ önce bugün! - Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Değerli dostlar bu yılki gibi, “30 Ağustos Zafer Bayramı” cuma gününe rastlayınca bu köşe bütünüyle bu “Zafer”e ayrılır, türlü bağlamlarda ele alınıp değerlendirilirdi.

Bu kez, Kurtuluş Savaşı’nın  Başkomutanı  Atatürk’ün anlatımına özgülendi; kitabı  “Söylev”de şöyle başlar: “Düşündüğüm kesin sonuçlu bir meydan savaşı yapmaktı (...) Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ve Genelkurmay Başkanı  Fevzi (Çakmak)  Paşa, gereği gibi incelemeler yapmışlardı. Savaş ve saldırı planımız çok önceden saptanmıştı. Ankara’dan ayrılıp, ‘23 Temmuz 1922’ akşamı, Batı Cephesi Karargâhı’nın bulunduğu Akşehir’e gittim (...) 28 Temmuz  günü öğleden sonra yaptırılan bir futbol maçını izlemeleri nedeni ileri sürülerek, ordu komutanları Akşehir’e çağrıldı; saldırı üzerine görüştüm (...) saldırının nasıl yapılacağını ayrıntılarıyla saptadıktan  sonra Ankara’ya döndüm.” 

Atatürk, saldırı buyruğu verildiğini bildirmek için Bakanlar Kurulu’nu toplar, yapılan görüşmelerle bu konuda, görüş birliğine vardıklarını açıklar, ardından da Meclis’teki, “kökten karşıcıllar”ın durumuna değinir, bunların tutumunu şöyle anlatır: “Ordunun yozlaştığı, kıpırdayacak durumda olmadığı; böyle karanlık ve belirsizlik içinde beklemenin yıkımla sonuçlanacağı yolundakipropagandalarını iyice kızıştırmışlardı (...) bu olumsuz propaganda en yakın ve en inançlı kişiler üzerinde bile kötü etkiler yapmaya başlamış, onlarda da duraksamalar başlamıştı” der, ardından da yaptığı açıklamalarla bu gruba da güvence verdiğini söyleyip, cepheye gitmek için Ankara’dan ayrılır. 

Ne ki bu, gizli bir ayrılıştır; Atatürk bu durumu Söylev’de şöyle anlatır:  “Benim Ankara’dan ayrılacağımı bilenler, burada imişim gibi davranacaklardı. Dahası, benim Çankaya’da çay şöleni verdiğimi de gazetelerle  yayımlayacaklardı...”  Bu plan, sonraları hep büyük bir keyifle anılacaktır... 

Atatürk şöyle sürdürür konuşmasını: “20 Ağustos 1922 günü öğleden sonra, saat dörtte, Batı Cephesi Karargâhı’nda, yani Akşehir’de bulunuyordum. Kısa bir görüşmeden sonra, 26 Ağustos 1922 sabahı düşmana saldırmak için Cephe Komutanı’na buyruk verdim! (...) Komutanlar işe koyuldular.Saldırımız, her bakımdan bir baskın biçiminde yapılacaktı. Bundan ötürü, her türlü yürüyüş gece yapılacak, birlikler gündüzleri köylerde ve ağaçlıklar altında dinleneceklerdi (...) 25 Ağustos 1922 sabahı da, savaşları yönettiğimiz Kocatepe’nin güneybatısındaki çadırlı ordugâha gittik. 26 Ağustos sabahı Kocatepe’de bulunuyorduk. Sabah, saat 05.30’da topçu ateşimizle saldırı başladı.” 

Evet değerli dostlar, tam “851” yıl önce, yine bir “26 Ağustos” sabahı “Malazgirt”teki zaferiyle Anadolu’ya adım atan atalarımızın, Birinci Dünya Savaşı’nda yenilen 
Osmanlı Devleti’ne imzalatılan “Sevr Antlaşması”yla, adım adım Anadolu’yu terk etmelerini düzenleyen Batı Emperyalizmi’nin planı, 1922 yılının 26 Ağustos sabahı parçalanıyordu.

Yine Söylev’e dönüp okumayı sürdürürsek, “26 ve 27 Ağustos”  günlerinde  Afyonkarahisar’ın güneyinde ‘50’, doğusunda, ‘20-30’ kilometre uzunluğunda bulunan düşman cephelerini düşürdük. Yenilen düşman ordusunun büyük kuvvetlerini, ‘30 Ağustos’ta yaptığımız savaş sonunda (Buna Başkomutan Savaşı adı verilmiştir) düşmanın ana kuvvetlerini yok ettik ve tutsak kıldık. 
Düşman ordusunun Başkomutanlığını yapan ‘General Trikopis’ de tutsaklar arasındaydı. Demek, tasarladığımız kesin sonuç beş günde alınmış oluyordu.” 


Atatürk, Söylev’de (Nutuk) böyle anlatır, “30 Ağustos Zaferi”ni. Ayrıca görüldüğü gibi, bu “zafer”in, dolaysiyle “Kurtuluş Savaşı”nın Başkomutanı “Atatürk”tür; savaşın ana cephesini oluşturan “Batı Cephesi’nin Komutanı” da “İnönü”dür. 

Peki, “30 Ağustos Zaferi”yle sonuca ulaşan “Kurtuluş Savaşı”nın ardından oluşan “TC Devleti”nin, bugün başında bulunan Erdoğan, “Atatürk ve İnönü”ye ne diyor? Ne denli söylemek, yazmak istemesek de, Erdoğan’ın, “Atatürk ve İnönü”ye “iki ay..ş!” deyişi tarihte yerini aldı. 

“30 Ağustos Zafer Bayramı”mız kutlu olsun! “Nice ‘97’ yıllara!”...

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

26 Ağustos 2019 Pazartesi

Neo-Abdülhamitçilik - Mehmet Ali Güller

Nedir İdlib meselesi? Kısaca anlatalım:
 
Rus hava kuvvetleri destekli Suriye ordusu kuzeye doğru bir taarruza başlamış ve topraklarını parça parça yeniden egemenliğine alıyordu. Geri çekilen terörist gruplar İdlib’de mevzileniyordu. Suriye ordusu, Rusya hava kuvvetleri desteğiyle buraya da bir operasyona hazırlandı. Ancak AKP hükümeti sığınmacı sorunu yaratacağı gerekçesiyle bu operasyona karşı çıkıyordu (Oysa AKP için esas neden şuydu: İdlib’i verirse, Afrin’de tutunamayacaktı.

AKP hükümeti, normalleştiği ve işbirliği geliştirdiği Astana ortağı Rusya’dan zaman istedi. Moskova, Washington’la sorun yaşayan Ankara’nın Atlantik cephesiyle birlikte hareket etmemesi için o zamanı verdi ve Soçi Mutabakatı imzalandı. Mutabakata göre özetle Türkiye bir silahsızlandırma bölgesi kuracak, radikal teröristlerle ılımlı teröristleri birbirinden ayıracak, radikal teröristleri silahsızlandırma bölgesinden çıkaracak, M4 ve M5 otoyollarının güvenliğini sağlayarak trafiğe açacaktı… 

Ancak AKP hükümeti mutabakatın gereklerini yerine getirmedi. Rusya zaman zaman hatırlatsa da ve zaman zaman Suriye ordusunun İdlib kırsalına yönelik operasyonlarına yeşil ışık yaksa da, esas olarak ABD’yle pazarlık yapan AKP’yi küstürmemek için ağırdan aldı.

‘ABD’yle anlaşan İdlib’de tutunamaz’ 
Ancak AKP hükümeti ABD’yle güvenli bölge anlaşmasına varınca durum değişti! Rusya hava kuvvetleri destekli Suriye ordusu İdlib’e yeni bir taarruz başlattı. Bir Rus uçağı da nokta atış yaprak Türk konvoyunun önündeki ÖSO komutanını taşıyan aracı vurdu. Putin de “Soçi mutabakatını imzaladığımızda İdlib’in yüzde 50’si  teröristlerin kontrolündeydi, şimdiyüzde 90’ı” diyerek AKP’yi suçladı. 

Özetle Moskova, Ankara’ya “ABD’yle Fırat’ın doğusu için anlaşan, Fırat’ın batısında tutunamaz” mesajı verdi. 

Şimdi AKP hükümeti İdlib’de nasıl tutunabileceği üzerinde çalışıyor. Erdoğan’ın yarın Putin’le yapacağı görüşmeye hangi tavizleri içeren bir dosya götürdüğünü göreceğiz… 

Artık başlıktaki kavramı incelemeye geçebiliriz:

Erdoğancılık, neo-Abdülhamitçiliktir 

Abdülhamit’in 31 yıllık (1877-1908) istibdat rejimi, özetle dışarıda bir büyükgüce karşı bir diğer büyük güce yaslanmak, içeride ise iktidarına tehdit gördüğü her kesime şiddetli baskı   uygulamaktı.

Abdülhamit’in bu çizgisi ne 1.6 milyon kilometrekarelik toprak kaybını önledi, ne de Osmanlı’nın çöküşünü…
Erdoğan’ın 18 yıldır uyguladığı çizgiye Erdoğancılık denecekse, bu Erdoğancılık esas olarak neo-Abdülhamitçiliktir. 

Suriye düzleminde bakarsak, neo- Abdülhamitçilik şudur: Erdoğan’ın Rusya’yla anlaşarak kendisine Suriye’de alan açmaya çalışması, bunu ABD’yle pazarlığında kullanması ve bu iki büyük gücü de AB’yle ilişki ile dengelemeye çalışması

Suriye’de neo-Abdülhamitçilik 
Pratikte Erdoğan’ların Suriye’deki neo-Abdülhamitçiliği şöyledir özetle: 
Neo-Abdülhamitçilik, AKP’nin, Fırat’ın batısında Rusya’yla işbirliği yaparak İdlib’de ve Fırat’ın doğusunda ABD’yle işbirliği yaparak 30 km. derinlikte, güvenli bölgeler kazanacağını sanmasıdır. 

Neo-Abdülhamitçilk, Rusya ve İran’la Astana formatı kurması ama bunu dengelemek için de Rusya, Almanya ve Fransa’yla ayrı bir dörtlü oluşturup İstanbul Zirvesi toplamasıdır. 

Neo-Abdülhamitçilik, Suriye’de rejimi yıkma ve Şam’da İhvan rejimi kurma hayalleriyle başlayan ve 5 milyon Suriyelinin Türkiye’ye girmesiyle sonuçlanan siyasi körlüktür. 
Neo-Abdülhamitçilik, Esad’ı yıkmak için PYD’yle işbirliği yapmak, sonra PYD’ye karşı çıkmak ama en sonunda ABD’yle anlaşarak PYD’yi tanımayla sonuçlanacak yola girmektir.

Ankara Şam’la anlaşmalı 
Ancak bu anlayış sürdürülemez hale gelmiştir ve artık Türkiye’yi ciddi bir felakete götürmektedir!
 
Türkiye ABD’ye karşı Rusya’ya, Rusya’ya karşı ABD’ye yaslanma siyasetini bir an önce terk etmeli ve asıl Şam yönetimiyle anlaşarak komşusunun topraklarının tamamında egemenliğini yeniden kurmasınayardım etmelidir. 

Zira bir ülkenin sınır güvenliğinin garantisi, komşusunun sınırının güvenliğinden geçer!

Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET

25 Ağustos 2019 Pazar

Kırgızistan'da Neler Oluyor? - Çeviren: Yiğit Çobanoğlu, Merve Göktekin / SOL

Geçtiğimiz günlerde yolsuzluk suçlamasıyla dokunulmazlığı kaldırılan eski Kırgızistan Cumhurbaşkanı Almazbek Atambayev'in evine operasyon düzenlendi. Operasyonun başlamasıyla Atambayev’in destekçileri güvenlik güçleriyle çatışmaya girdi, direniş şiddetli olayların ardından bastırılabildi. Kırgızistan’da siyasi krizin ve derin toplumsal hoşnutsuzluğun yansıması olduğu göze çarpan bu gelişme üzerine Kazakistan Sosyalist Hareketi lideri Aynur Kurmanov’un New Front için kaleme aldığı değerlendirmeyi ilginize sunuyoruz.(Aynur Kurmanov – Kazakistan Sosyalist Hareketi Eşbaşkanı)


Eski Kırgızistan Cumhurbaşkanı Almazbek Atambayev'in memleketi Koy-Taş köyünde tutuklanmasının ardından, bölge sakinleri ile Ulusal Güvenlik Komitesi özel kuvvetleri ve polis arasında 7- 8 Ağustos'ta  iki gün boyunca yaşanan çatışmalar, siyasi krizin ağırlaşmasına neden olmuştu. Bu olay, 2010 Nisan ayından bu yana yaşanan süreç ile birlikte bütünüyle ülkedeki politik durumu değiştirebilir. Kendi hattımızı oluşturmak ve sonuç çıkarmak için bu olayların analizlerini yapmamız önemli.

Görünene ve bazı medya kuruluşlarının yansıttığına göre iki liderin hesaplaşması ya da servet ve gücün yeniden paylaşımı için çarpışan iki klanın en üst düzeydeki kavgasından ibaret. Bu yüzden sözde sol ve komünistler bu mücadeleye tepki göstermiyor, kenara çekilme tutumu alıyor. Bu pasif tutum eski bir Sovyet Orta Asya cumhuriyetinde yeni bir diktatörlük rejimi kurulmasının önünü açtığından sadece hatalı değil, zararlı bir tutumdur.

Bu olayları ve süreçleri görmezden gelmek uzun yıllar göreli özgürlüklerin adası olmuş Kırgızistan’ın özgünlüğünü ve halihazırda iki devrim sürecinden geçmiş, kitlesel özelleştirme ve halk karşıtı reformlara karşı verdiği mücadeleyle yeni bir tiranlığın kurulmasını engellemiş Kırgız kitlelerin bilincini dikkate almamak anlamına geliyor.

Ulusal Güvenlik Komitesi'nin özel kuvvetleri tarafından Atambayev'in silahsız destekçilerinin  7 Ağustos akşamı vurulması, polislerin silahsızlandırılması ve rehine alınmaları ile sonuçlanan iki başarısız saldırı ve bunları takip eden, birkaç bin polisin ve özel kuvvetin katıldığı Koy-Taş köyündeki 8 Ağustos operasyonu  ülkeyi yeterince ajite etti. O gün, eski başkanı tutuklama görevi İçişlerine bağlı özel bir birim tarafından üstlenilmişti.

Bu süreçte Koy-Taş’daki tüm yollar kapatıldı, iletişim kesildi, ağ bağlantısı kesildi. Merkez üssünde en az 3 bin polis memuru ve özel teçhizat toplandı. İki saat süren çatışmadan sonra polis durumu kontrol altına almayı başardı. Almazbek Atambayev teslim olma kararı verdi. Sorgulama için Devlet Ulusal Güvenlik Komitesi’ne sorgu için götürüldü ve nihayetinde en yakın ortakları ile birlikte tutuklandı.

Aynı gün, köylüler ve Atambayev’in ve Halk Karargahı’nın destekçilerinin konvoyları Ala-Too Meydanı'nda birkaç kez toplanmaya çalıştı. Mücadele çetin geçse de ve eylemciler zaman zaman polisi dağıtmayı başarsalar da nihai olarak özel kuvvetler ve çevik kuvvet polisi tarafından dağıtıldılar. Bununla birlikte, Cumhurbaşkanı Sooronbai Jeenbekov başkanlığındaki yetkililer, başkentteki kontrollerini muhafaza etmeyi, bir çok medyanın kuruluşunun yayınını kesmeyi ve baskı sürecini başlatmayı başardı. 9 Ağustos itibariyle “Nisan” TV kanalı bir dizi medya kuruluşu mahkeme kararıyla kapatıldı, Atambaev'in destekçileri kitlesel olarak sorguya çağrıldı ve eski cumhurbaşkanının evinin savunmasına katılanların tutuklandı. İktidarın bu adımlarına rağmen, aynı gün Kırgızistan Sosyal Demokrat Partisi’nin siyasi konseyi ve Halk Karargahı  iktidarın gaspına karşı mücadelenin sürdürülmesine ve Almazbek Atambayev’in serbest bırakılmasına ilişkin ortak bir açıklama yaptı.

Bugünlerde protestoların oldukça geniş katılımla gerçekleştirildiği ve eylemlerde farklı siyasi grupların, sosyal hareketlerin ve derneklerin temsilcilerinin yer aldığı belirtilmelidir. 

Aralarında Omurbek Babanov  ve Kumtor altın madenciliği şirketinin millileştirilmesini savunanların da olduğu Jeenbekov karşıtları geniş bir enformel cephe oluşturmaya başladı. 

Aslında, sıkı bir sağ liberal diktatörlük rejiminin kurulması, artık stratejik endüstrileri serbest bir şekilde özelleştirme ve yeni maden yatakları ele geçirme imkanı bulmayı uman yerel oligarşiler ve yabancı şirketler için olumlu bir gelişme. Bu “güçlü kol” ile özellikle Kırgızistan'ı Orta Asya'daki sermayelerinin daha da yayılması için bir sıçrama tahtası olarak gören Çinli ve Batılı şirketler, ilgileniyorlar.

Jeenbekov kendisini Rusya Federasyonu'nun bir müttefiki olarak konumlandırmaya çalışsa da, Çin, Avrupa, Koreli ve diğer şirketlere Jeenbekov’un başkanlığı sırasında akıl almaz imkanlar sunuldu. Çin imparatorluğu Kırgızistan topraklarına demiryolu hattı inşa etmeyi planlıyor. Bu hat, Rusya ve Kazakistan'dan geçerek büyük ölçekte emtiayı İran ve Türkiye üzerinden Avrupa'ya taşıyacak. 

Amerika Birleşik Devletleri Kurmanbek Bakiyev başkanlığındaki eski nüfuzunu restore etme umuduyla Kazakistan liderliği üzerinden kendi planlarını yürürlüğe koyuyor.

Mevcut cumhurbaşkanı, Bakiyev’in evrimini yineleyerek iktidarı gasp ediyor. Jeenbekov iktidarı, baskı ve korkutmayla, tüm direnişi kırmaya, muhalefet partilerini ve gruplarını Kazakistan örneğini izleyerek ortadan kaldırmaya ve neoliberal ekonomik reformları zorla kabul ettirme yolunda ilerlemeye çalışıyor.

Bu nedenle, mevcut geniş protesto hareketi, devlet mallarının tamamen özelleştirilmesi, sosyal harcamaların azaltılması ve yaşam standartlarının düşürülmesi planlarından kaynaklı ciddi toplumsal memnuniyetsizliği yansıtıyor.

Bakiyev’in yolunun izlendiğine tipik bir örnek, mevcut iktidarın demiryollarını özelleştirmek istemesi, buna karşı çıkan demiryolu işçileri sendikasının liderlerini baskı altına almasıdır. bu stratejik sanayinin yabancı şirketlerin çıkarlarına göre özelleştirilmesine ilişkin bir yasa tasarısını hazırlayan Kurmanbek Bakiev yönetimiydi.  Bugün bu kararı Sooronbai Jeenbekov hayata geçiriyor.

Jogorku Keneş'in sonbahar oturumunda, Uluslararası Çalışma Örgütü ve dünya sendikaları tarafından sendika karşıtı olarak tanımlanan Kazakistan versiyonundan tamamen kopyalanan yeni bir “sendika” yasasının kabul edilmesi planlanmaktadır. Bu yasa ile iktidar, tüm birlikleri devlet federasyonu altında  tekelleştirmeye, bağımsız örgütlenmeleri tasfiye etmeye ve işçilerin emeklerini ve sosyal haklarını savunmak için bir araya gelmelerini engellemeye çalışıyor.

Ancak Jeenbekov'un korkacak bir şeyi var; çünkü madencilik işletmelerindeki grevler veya grev tehdidi iktidarlar ve yabancı şirketler için bir baş ağrısı. Ayrıca, yerel halkın eylemleri, Çinli ve Batılı şirketlerin ülkeden çıkarılması ve stratejik maden işletmelerinin kamulaştırılması talebiyle aralıksız sürüyor.

Nitekim Almazbek Atambayev'i zorla yakalama girişimlerinden birkaç gün önce, yerel halk ile Solton-Sarı maden yatağını işletmekte olan Çinli altın maden şirketi Zhong Ji Mining'in görevlileri arasında çatışmalar yaşandı. Köylüler, şirketi, yerel faunayı zehirleyen kimyasallar kullanarak hayvanlarının telef olmasına neden  olmakla suçladılar. Bölge sakinleri Çin şirketinin ülkeden sınır dışı edilmesini talep ederek Bişkek-Naryn-Torugart stratejik yolunu yurt çadırlarıyla kesintiye uğratmakla tehdit ettiler.

Yabancı madencilik şirketlerinin faaliyetlerinden kaynaklanan had safhadaki hoşnutsuzlu da  artık tek bir bölgede değil, tüm ülkede yangına neden olabilecek patlayıcı bir etki yaratıyor.
Kitlelerin, siyasallaşmalarına ve eylemlerine rağmen önceki devrimler sırasında talep ettikleri birtakım sosyal hakları kazanamadıkları açıktır. Örneğin, 2010 devriminin sloganlarından biri, tüm sanayinin ve enerjinin kamulaştırılması talebiydi.. Bu talep, Bakiyev aşiretinin varlıkları ve mülkleri kamulaştırıldığı için kısmen yerine getirilmiş oldu, ancak yabancı maden şirketlerinin varlıkları etkilenmedi.

Tek şey, parlamenter Cumhuriyet ve biçimsel demokratik dönüşümler yoluyla, parti ve sendikaları olmayan aktif kitleler, çok sayıda sanayinin özelleştirilmesini önleyerek ve sosyal hakları gasp eden yasaların geçirilmesini geciktirerek yönetici kodamanların hevesini kursaklarında bıraktı. Şimdi siyasi durum, gerici eğilimlerin güçlenmesi yönünde değişti. Jeenbekov rejimi, yeni siyasi partiler yasası, kitlesel özelleştirme planları, bağımsız medyanın susturulması yoluyla Nisan 2010'da kazanılan özgürlükleri ortadan kaldırmayı hedefliyor.

Pek çok kişi 2010 Devrimi’ni bir “turuncu” devrim olarak değerlendirse de, bu olay Amerikan askeri üssünün Almazbek Atambayev'in girişimi ile kapatılmasını, Batı fonlarının ve STK'ların faaliyetlerinin kademeli olarak sınırlandırılmasını ve aynı zamanda parlamentonun ve iktidarın yerel organlarının yetkilerinin genişlemesini ve ceza hukukun daha insancıl hale getirilmesini sağladı. Başkan diktatörlüğünün kurulmasına yönelik geri dönüş, çalışanlara ve Kırgızistan halkına bir darbedir.

Bunun doğrudan kanıtı, Kırgızistan'daki devrimin kazanımlarını ortadan kaldırmak ve Bişkek'te kendisine ve Batının çıkarlarına hizmet eden bir rejim inşa etmek için uzun yıllar çabalayan Nazarbayev ile Jeenbekov arasında kurulan dostluktur. Sonuçta, Kırgızistan'ın örneği her zaman Kazakistan'daki halk kitleleri için çok çekici olmuştur. Nitekim bir zamanlar, Elbası (Nazarbayev) özel harekat (OMON) ve Kazakistan polisiyle Bakiyev'in diktatörlüğüne karşı protesto gösterilerini bastırmak için elinden geleni yapmıştı.

Şimdi tarih tekerrür ediyor ama sadece Jeenbekov aşireti nezdinde. Bu nedenle, tüm bu çatışmayı sadece iki veya daha fazla siyasi grubun mücadelesi olarak göremezsiniz çünkü ülkenin hangi kalkınma yoluna gideceği kimin kazanacağına bağlıdır. İki yol var: Kırgızistan Çin’e ve Batı'ya hammadde tedarik eden bir sömürgeye ve Asya kralının bir başka satraplığına mı dönüşecek; yoksa  demokratik yoluna devam ederek ve Orta Asya'daki ilerici dönüşümlerin kalesi haline gelerek tiranlıktan kurtulma olasılığı olduğunu mu gösterecek. .

Bu nedenle komünistler ve sol, kaçınılmaz olarak devrimci mücadele için yola çıkan geniş halk hareketini desteklemelidir. Şimdiye kadar, örgütlenmemiş işçiler, işsizler ve köylü gençlik, Halk Karargahı (Atambayev için oluşturulan), Sosyal Demokrat Parti ve mevcut başkan ve hükümetin istifasını savunan siyasi koalisyon etrafında birleşecek. Bu sürecin kendisi için vereceğimiz destek kritik hem de tutuklanan tüm aktivistlerin ve Almazbek Atambayev'in koşulsuz serbest bırakılmasını sağlamak için desteğimiz gerekli.

Ayrıca, selefinin tutuklanması ve protestoculara karşı güç kullanımı ile Sooronbay Jeenbekov'un orta vadede kaybettiğini de hesaba katmalıyız. Elinde tutarken bile  iktidarını sağlamlaştıramaz. Birincisi pozisyonu zayıf ve ciddi bir toplumsal destekten yoksun. Ayrıca halkın çoğunluğu boyun eğmek ve benzer yöntemleri kabul etmek konusunda gönülsüz. Kırgızistan’da Kazakistan’ın senaryosu pek çok insanın karakteri ve savaşçı ruh hali nedeniyle kategorik olarak mümkün değil. 

Sıradan Kırgızlar infazı, gücün gaspını affetmeyecek, baskıları unutmayacaklar. Bu nedenle biz komünistler, bu sıradan insanlarla birlikte olduğumuzu, bir kez daha kaderlerini kendi ellerine alacak olan halk kitlelerinin yanında olduğumuzu yüksek sesle haykırmalıyız.

Aynur Kurmanov – Kazakistan Sosyalist Hareketi Eşbaşkanı

Çeviren: Yiğit Çobanoğlu, Merve Göktekin / SOL

Şüphe et ki, doğruyu bulasın.../ Işıl Özgentürk


Haftada bir yazmanın çok zor olduğunu söylemeliyim. 
Çünkü gündem hızla değişiyor ve bir hafta içinde hemen her köşe yazarı gündemdeki olayı yazmış oluyor. 
Örneğin artık herkes devletin iki kurumu arasındaki (THK ve Orman Bakanlığı) kavgayı biliyor. Ama ben hâlâ şüphedeyim, iki taraf kavga ederken unutulmaya çalışılan başka bir gerçek var. Orman Bakanlığı, 2023 yılına kadar ödeme garantisi verdiği yangın söndürme ihalesinde daha düşük fiyat veren THK ile değil, daha yüksek fiyat veren iki ayrı şirketle anlaşmış. Bu şirketlerden biri bir mimarlık şirketi,uçağı bile yok, kiralayacak    
Öte yandan kullanılan birkaç uçakta Doğu blokundan alınmış, yani oldukça eski. Bu şirketlerle 4 bin saat üstünden anlaşma yapılmış. Kısaca yangın çıksa da çıkmasa da, uçaklar uçsa da uçmasa da bu şirketler paralarını alacak. Fazladan uçarsa onun da parasını alacak. Bu para ne kadar? 42 helikopter için 690 milyon lira. O helikopterler de ortada pek gözükmedi. 

Aklıma şu soru da geliyor: Devletin her yangın için vermeyi garanti ettiği para da mı suyunu çekti? Şimdi herkes birbirini suçluyor. İhaleye giren şirket ortada yok! Buna dikkat! 

İkinci konumuz elbette Diyarbakır, Mardin ve Van kentlerine atanan kayyımlar ve bu atamalara karşı yapılan haklı protestoların orantısız bir güçle bastırılmaya çalışılması. Böyle olacağını Süleyman Soylu seçimler öncesi söylemişti, “Kazansalar bile biz kayyım atayacağız!” Atadılar da! Bu kayyım atama işinden sonra bazı yazarlar  Erdoğan’ın derin devlet tarafından ele geçirildiğini yazmaya başladılar. Efendiler, kimse ele geçirilmedi, zaten çok uzun zamandır devlet ve iktidar derin devlet gibi çalışıyor. 

Şimdi biraz bu derin devlet işine bir göz atalım, dünyanın her yerinde iktidarları yöneten bir derin devlet vardır, bunlar aslında birer taşeron olan hükümetleri çok uluslu şirketler lehine idare etmeye çalışırlar. Örneğin silah lobisi, ansızın Irak’ı nükleer bomba yapmakla suçlar, hükümetlerin Irak savaşına girmesini sağlamak için sahte dokümanlar oluşturup kamuoyunu ikna ederler. Emri de başkana ve meclise verdirirler. Sonuçta Irak’ta bir milyon kişi öldürülür ve sonra özür dilenir, çünkü Irak’ta nükleer silah bulunamamıştır. Ben bunu nereden biliyorum? Dünya artık çok küçüldü ve kapatılmak istenilen pek çok kanalda yakın tarih için yapılan belgeselleri izlerseniz durumu anlarsınız. Bu belgesellerde artık emekli olmuş istihbarat elemanları çatır çatır konuşuyor. Ayrıca Amerika, Irak savaşı için özür diledi.

Derin devlet adını verdiğimiz şey aslında insanlardan oluşur. Ve oldukça karmaşık bir yapısı vardır, her kurumda olduğu gibi bu kurumda da farklı düşünenler olacaktır. Bu farklı düşününler arasında da çatışmalar söz konusudur. Biz sıradan yurttaşlar biraz bir şey öğreniyorsak bu farklı düşünenlerin rekabeti sonucudur. Ve dünyamız artık algıların başarıyla yönetildiği bir dünyadır. Şimdi algılar nasıl yönetilir, küçük bir örnek vermek istiyorum.
 
Diyelim ki, iki yabancı misafirim var ve onlara üç gün içinde Türkiye’yi anlatacağım, bakalım neler yapacağım: Önce iki yabancıyı havaalanından alıp sahil yolundan merkeze sokuyorum. Bu arada bakıyorum, şaşırıp kalıyorlar, bir zamanlar gezdirdiğim iki Japon arkadaşım gibi. Onlar daha ilk başta söylemişlerdi, “Türkiye çok zengin, Amerika dışında hiçbir ülkede bu kadar lüks otomobilli bir arada göremezsin.” 

Bunu biliyorum ya, hemen benzinin litre fiyatını da söyleyi veriyorum. İlk vuruş tamam, zengin bir ülkedeyiz. 

Ardından iki yabancıyı, lüks bir otele götürüyorum, ardından da Boğaz’da ünlü bir lokantaya. Bu arada kaldıkları otelin bir geceliğini ve yedikleri yemeğin parasını da söylüyorum. Şaşırıp kalıyorlar, fiyatlar acayip uçuk. Üstelik kaldıkları otel dairesi için (Türk parasıyla 22 bin lira) sırada insanlar olduğunu ve bu odada daha fazla kalabilmek için yöneticilere rüşvet teklif ettiklerini de ilave ediyorum. Eh, lokantaya da daha önceden yer ayırtmak gerekiyor. Ardından Kapalıçarşı’ya geçiyorum. Dünyanın pek çok yerinde Kapalıçarşıları gezmiş olan misafirlerim şaşırıp kalıyorlar. Bir altın bolluğu, muhteşem bir zenginlik! Daha üç gün olmadan yabancı misafirlerim, zengin, şaşırtıcı bir ülkede olduklarına ikna oluyorlar.

Ve sıra geliyor ikinci Türkiye’yi göstermeye. İki yabancıyı bu kez havaalanından aldıktan sonra şehir içinden merkeze götürüyorum. Karmakarışık bir trafik, sağdan soldan sollayanlar, yabancıların bir anda dilleri tutuluyor, korku tüneline girmiş gibiler. 

Onları şehrin merkezinde sıradan bir otele yerleştirip başlıyorum gezdirmeye. Arabamızı önce muhafazakâr bir semtteki bir kız Kuran kursunun önünde bekletiyorum, az sonra çocuk yaştaki kızlar, başları örtülü, ellerinde kitaplarıyla çıkıyorlar, yüzlerinde hiçbir neşe ifadesi yok. 

Ardından misafirlerimi Kapalıçarşı’nın labirentlerinde dolaştırmaya  başlıyorum. Muhteşem mücevherleri işleyen ustaların basık, havasız mekânları onları şaşırtıyor. 

Ardından benizleri soluk çocuk işçilerin iki büklüm çalıştıkları merdiven altlarını bir bir ziyaret ediyoruz. Onların ekmeği ekmeğe katık ettikleri mekânlarda yemek yiyoruz, bir de kola içiyoruz, bugünlük rızkımız bu kadar. 

Gece işimiz uzun, onları ev kadınlarının, küçücük kızların, haplanmış travestilerin iş beklediği herkes için malum caddelere götürüyorum, ardından birileri bizi evine kabul ediyor. Beş kişinin aynı tuvaleti kullandığı yan yana odalardan geçiyoruz, evdeki yoksulluk misafirlerimi etkiliyor. Ve misafirlerim onların uzattıkları çayı içmekte tereddüt ediyorlar. 

Gördünüz, kısacık bir zamanda iki Türkiye anlattım. İşte algı yönetimi böyle bir şey. AKP iktidarı bunu yıllarca başarıyla yaptı. Şimdi sır döküldü ve her şey ortalığa saçıldı. Panik havası bundan!

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Annelere evlat, çocuklara anne borçlu olmak! / Zülal Kalkandelen

Emine Bulut... 
Boşandığı Fedai Varan adlı erkek tarafından Kırıkkale’de katledilen 38 yaşında bir kadın. 10 yaşındaki kızının gözlerinin önünde boğazı kesilerek can veren bir anne! 
Ölmek istemiyorum” diye feryat eden kanlar içindeki Emine Bulut’a, “Anne lütfen ölme!” diye ağlayarak yalvaran kızı... 

Tuba Erkol... 
Konya’da eşi Bekir Erkol’un 20 yerinden bıçaklayarak katlettiği 37 yaşında bir kadın. 
3 evlat sahibi bir anne! Onun can verdiğinden habersiz olan 9 yaşındaki kızı... 
Ve “Ben annemsiz uyuyamam ki. Ben onsuz nasıl yatarım? Ne olur doktorlara biraz daha para verin de annemi yaşatsınlar” diye komşulardan yardım isteyişi...

***
Bütün bunlar bir günde oldu. 
Nefretin, şiddetin, öfkenin, üzüntünün en ağırı yaşandı. 
Eril zorbalığın irinleri ülkenin her noktasına yayıldı! 
Türkiye ve dünya, iki gün öncesine kadar tanımadığı bu iki kadına uygulanan şiddet ile sarsıldı. Onlar bu yıl Türkiye’de öldürülen 245 kadından ikisiydi. Erkek şiddetinin kurbanı olunca adları duyuldu... 
Çünkü canlarına değer verilen bir toplumda yaşamadılar. 
Sadece ezilen bir ruh, sahip olunan bir beden, hükmedilecek bir canlı olarak görüldüler.

***

Tuba Erkol ve Emine Bulut artık yaşamıyor! 
Çünkü bu ülkede kadına şiddet uygulandığında, kadınlar katledildiğinde birileri hep cinayetleri aklamaya çalıştı. 

Çünkü adli kurumlar, kadına şiddet uygulayanları, tecavüzcüleri, katilleri korudu. 

Çünkü YÖK, “Türkiye’nin değerleriyle mütenasip değil” diyerek Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projeleri’ni sonlandırdı. Çünkü kadın cinayetleri katlanarak artarken, dönemin başbakanı olan zat çıkıp “Bunlar münferit olaylar” dedi.

 
Çünkü kadınlar can verirken, iktidar partisi AKP, muhalefetin bu konudaki araştırma önergelerini sürekli reddetti.
 
Çünkü yetkililer, 6284 sayılı Kadınları Şiddetten Koruma Kanunu’nu uygulamadı.
 
Çünkü birileri, şiddetin önlenmesi için hayati olan İstanbul Sözleşmesi’ni tartışmaya açmaya yeltendi. Dinciler tarafından “Müslümanlara tehdit” olduğu iddia edilen sözleşme için Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Feshedilebilir” dedi. 

Çünkü kadınlar, sistematik bir şekilde, ekonomik olarak güçsüz bırakıldı.
 
Çünkü namussuzların egemen olduğu ataerkil kültürde, iki bacak arasına sıkıştırılan bir “namus” kavramı uyduruldu. Bunun arkasına gizlenerek şiddet, tecavüz ve cinsiyetçilik savunuldu.
 
Çünkü kız çocukları okutulmadı.

Çünkü “çocuk gelin” utancı sona ermedi! 

İki gün önce yaşanan cinayetler, bütün bunların sonucudur.

***

Kadına, çocuğa ve hayvana yönelik şiddet, Türkiye’de kökü çok derinlere inen öldürücü bir virüstür. İktidar tarafından pompalanan yobazlık, cehalet ve maganda terörü toplumu teslim almıştır. 

Annelere yıllardır çocuklarının kemiklerini arattıran devlet, ufacıkçocuklara gözlerinin önünde annelerinin katledilişini de izlettiriyor!

İnsan ya da hayvan, annelere evlat, çocuklara anne borçlu olmak... 

Bundan daha ağır bir yük yok bu hayatta!

Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET

Uğurlar olsun Mine Sirmen / Mine G. Kırıkkanat

Devlet gibi kadın, dediklerindendi. 

Daha doğrusu, olması gereken bir devlet gibiydi: Dürüst, yüce, adil ve tavizsiz. 
Karadeniz’in inatçı uşağıydı Mine Sirmen

Ama Ege’nin de gözü kara efesi, Akdeniz’in yörük kızı, Anadolu’nun çilekeş direnişçisi, İstanbul’un hanımefendisi; velhasılı Asya’dan gelip Avrupa’ya bir kısrak başı gibi uzanan bu memleketin onur ve zarafet adına nesi varsa, kişiliğinde buluşturan eğilmez başlarından oldu. 

Eşini ve dostlarını zindana, Türkiye’yi karanlığa tıkan darbeci komutanların karşısında dağ gibi duran, hatta bazılarını mum gibi hizaya dizip selama durduran zorlu avukattı.
 
Varlığını sevdiklerine adayan, bilmeden kırdığını vicdan yarası olarak taşıyan, kırıldığını ise kendisine saklayan, doğası gereği anaç bir dost; ama her şeyden önce 54 yıl birlikte büyüdüğü, ağladığı, güldüğü, yaşadığı ve birlikte yaşlandığı eşe, Ali Sirmen’e âşık bir kadındı.

İki kalp, tek yürek 
Hangisi daha ilkeliydi, ötekinden daha dürüst, daha iyiydi, ayırt etmekte zorlanıyorum. Ama sanıyorum, birbirlerine duydukları saygıdan dolayı örnek insan oldular. Ağacın yaşken büküldüğü çağda tanıştılar ve birbirlerine dayanarak dik durdular. 

Onlarınki kimsenin sarsamayacağı bir dayanışma, anılarla örülüp iki bedene giydirilmiş tek bir yaşam öyküsüydü. 

Ümit Aslanbay’ın Bir Eski Cumhuriyet İçin* kitabında Ali Sirmen, 1960 yılında İÜ Hukuk Fakültesi’nde tanışmalarını şöyle anlatır: 
“Her yerde, okulda özgürlük havası vardı. Nâzım’ın eserleri de piyasaya çıkmaya başlamıştı. Politik açıdan hareketliydik. Bir grubumuz vardı. 
İşte o zaman âşık oldum. Mine’nin kuzeni, annemin öğrencisiydi. 1960 Eylül ayında tanıştık. Hukuk’a birlikte kayıt yaptırdık. Başta bana pek yüz vermezdi. Daha çok Güzel Sanatlar’a gitmek istiyordu, ama Hukuk’u tercih etti. Mine beni ilk kez, sahnede görmüştü. Füsun Erbulak, Ani İpekkaya, Mehmet Ulusoy ile birlikte oynuyorduk.”

Filinta gibi Fabiano Fabiani 
Mine Sirmen, öyküyü şöyle tamamlar: 
Kuzenim Ali’yi tanıyordu, tiyatroya birlikte gittik. Galatasaray Lisesi’nin tiyatro salonuydu. Ali, Marie Tudor piyesinde Fabiano Fabiani rolünü oynuyordu. O zaman şimdiki gibi değildi ki, gençlik… İpincecik, filinta gibi delikanlıydı. Kulis kapısından başını uzattı, bize ‘Merhaba!’ dedi. Ben onu orada görüp vurulmuşum, öyle diyor. Yok öyle bir şey! Beraber Hukuk’a girdik. Birbirini izleyen numaralar aldık. Bazı dersler, mesela Anayasa Hukuku, hocaları farklı olurdu. Numaraları sıralı yaptık ki, hocalar aynı olsun, aynı derslere girelim. Böyle böyle arkadaş olduk.” 

1960’ta tanıştılar. 1963’te nişanlandılar, Hukuk Fakültesi’ni bitirdikleri 1965’te evlendiler. Mine Barlas, Sirmen oldu.

Motosiklet aşkı 
Oğulları Devrim’in motosiklet tutkusu, ana karnından hatıradır. Çünkü az kaldı Fransa’dan Almanya’ya giden bir motosiklet terkisinde dünyaya geliyordu! 

Sirmenler’in aşkına siyasal kavgalar, mutluluğuna çileler, sevinçlerine yoksunluklar ve bazen de mahpushaneler eşlik etti. Çok acı çektiler, ama çok da güzel yaşadılar. Birlikte geçirdikleri yarım yüzyılda hiç mi hiç, birbirlerinden sıkılmaya, bıkmaya zamanları olmadı.

Şimdi Ali Sirmen, iki kişilik bir yaşamın tek vârisi. 

Bizlere kalan, hiç unutulmayacak cömertlikte bir kalp ve onun güzel öyküsü. Uğurlar olsun can kardeşim, adaşım, sırdaşım, ışıklara katıl Mine’m.

İstanbullum 
Bir simidin temsilciliğinde bile 
Soylu bir iradenin ifadesiydi
Domateslerinin Prensesi 
Nedimesi kabakgillerin hanımefendisi 
Zeytin ağaçlarının Kraliçesiydi
Sık sık Yüzbaşı olur 
Albaylara itaat düşer 
ve mahallesindeki 
“Martılara sardalya, 
Kedilere ciğer, 
Köpeklere kemik iliği” 
tayını hiç aksamazdı.
Ne Sirmen bir İngiliz unvanı 
Ne de Mine, Bizanslı bir zabıt kâtibi
Ama bizlere insanlığı anımsatırdıBir kız kardeş kaydı 
Hüzünle daralanve anılarla paramparça yüreğimizden. 
Güle güle, Mine Sirmen!
Daniel Colagrossi

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

___________________________
(*) İmge Kitabevi Yayınları, 2017

24 Ağustos 2019 Cumartesi

Türkiye’nin İdlib’deki açmazı ne? - BARIŞ DOSTER

Suriye ordusu, Rusya’nın da desteğiyle İdlib’e yöneldi. Bu arada Türkiye’nin kurduğu gözlem noktalarını vurdu. Türk konvoyuna ateş açtı. Rusya lideri Putin’in, Türkiye’yi Soçi mutabakatındaki yükümlülükleri konusunda uyardığı, Türkiye’nin ise aynı günlerde ABD ile güvenli bölge ve müşterek harekât merkezi konusunda uzlaştığı dikkate alındığında, Rusya destekli Suriye’nin İdlib’e yönelik harekâtının zamanlaması, kapsamı ve hedefi daha da netleşiyor. Türkiye, yanlış Suriye politikasının artan maliyetiyle yüzleşiyor. Komşularımızın toprak bütünlüğünün, aynı zamanda kendi toprak bütünlüğümüzün güvencesi olduğunu bir türlü anlamamak, ülkemizi çok boyutlu olarak baskı altına alıyor. 


Denklem çok basit oysa. Komşunuzun güvenliği, sizin güvenliğinizdir. İkisi birbirinden bağımsız değildir. Ülkelerin ulusal güvenlikleri, gerek coğrafi nedenlerle, gerek ittifak ilişkilerinden ötürü, diğer ülkelerin ulusal güvenliğinden ayrı düşünülemez. Birbirine bağlıdır. Uluslararası ilişkiler ve güvenlik üzerine çalışanların yakından bildiği bir bilim insanı olan Barry Buzan, bu basit denklemi, “güvenlik bütünlüğü” olarak tanımlar. 
Türkiye, coğrafi konumuyla da, tarihsel ilişkileriyle de, üye olduğu ittifaklar nedeniyle de böyle bir ülkedir. Kafkasya, Balkanlar, Ortadoğu’daki gelişmelerden doğrudan etkilenir. Hem güvenlik endişesi yaşar hem kitlesel göçle yüzleşir. Dahası, hem tarihsel kimliği, hem devlet olarak iddiası, hem de NATO üyesi olması nedeniyle, ister istemez müdahil olmak durumunda kaldığı, taraf olduğu olaylar vardır. Kıbrıs’tan Dağlık Karabağ’a, Ege’den Doğu Akdeniz’e, Bosna’dan Afganistan’a kadar örneği çoktur.

Sınır komşularımız değişirken 
Türkiye, kendi hatalarının da etkisiyle, Irak ve Suriye’de, büyük güçlerle komşudur artık. Irak’ın kuzeyinde ABD’yle, Suriye’nin kuzeyinde ise ABD ve Rusya’yla. Bu iki ülke, farklı gerekçelerle de olsa, Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığına karşıdır üstelik. Dahası ikisi de PKK terör örgütünün Suriye’deki uzantılarıyla yakın ilişkidedir. Türkiye ise bölgedeki gelişmeleri etkileme kabiliyet ve kapasitesinden daha çok, bölgedeki gelişmelerden etkilenen bir bünyeye sahip olduğundan, ABD ve Rusya arasında denge tutturmaya çalışmaktadır. Ve zorlanmaktadır...

 
Sorun şu: Her ikili ilişki, her ittifak üyeliği, her coğrafi yakınlık, tarafları aynı oranda etkilemez. Kimin, ne kadar etkileneceği, gücüyle, direnciyle ilgilidir. Her ilişkide olduğu gibi, uluslararası ilişkilerde de daha çok kazanan, daha az kazanan; daha çok alan, daha az alan; daha çok ödün koparan, daha az ödün koparan; daha çok risk alan, daha az risk alan; daha çok sorumluluk üstlenen, daha az sorumluluk üstlenen vardır. Misal, NATO’da ABD’nin aldığı sorumlulukla Romanya’nın aldığı sorumluluk aynı olmadığı gibi, Türkiye’nin karşılaştığı risk ve tehditlerle Hollanda’nın karşılaştığı risk ve tehditler de aynı değildir. 


Görmek gerekiyor: Ülkeler, sınır komşularıyla sorun yaşayınca ikinci kuşak komşularıyla daha çok yakınlaşırlar. Bu yolla hem sınır komşularına mesaj vermek hem bölgesel düzlemde etkili olmak isterler. Türkiye, Ortadoğu’da yalnızlaştığı için bunu da yapamıyor. Sınır komşularıyla da, ikinci kuşak komşularıyla da sorunlu. 


Bu sorunları aşmanın yolu, Atatürk’ün dış politikasını izlemekten geçiyor.

Barış Doster / CUMHURİYET

23 Ağustos 2019 Cuma

Zefirion... Halikarnassos... Petrium... Bodrum... Bedroom!(I-II-III) - ÖZGEN ACAR


(I)

Türkiye’de bazı kentler, tarih boyunca, bolca ad değişikliklerine uğramışlardır! Herhalde bunların en başında, Muğla’nın Bodrum ilçesi olmalı!

***

Arkeolojik yerleşmeleri görmek için Ege boyunca otostop yaparak, son durağım olan Bodrum’a da, ilk kez Temmuz 1963’te gitmiştim. Bırakın kolayca otel bulmayı, güç bela bir pansiyon bulabilmiştim!
70’li yılların 2. yarısında, 6.5 yıl görev yaptığım Bodrum’dan 1980’de ayrılırken, kentin girişinde ilçeyi gösteren yönlendirme direğinde, kentin nüfusu 5 bin 500 yazılıydı!
***
Bodrum’un nüfusu, resmi kayıtlara göre 31 Aralık 2018’de, 171 bin 850 kişi oldu. Herhalde bugün 200 bini bulmuştur! Kitlesel iletişimlerde, Bodrum’un nüfusunun 2 milyona yaklaştığından söz ediliyor! Yine aynı açıklamalara göre Erzincan, Gümüşhane, Tunceli gibi 15 kenti geride bırakıyor! 
2019’da Bodrum’da yaşayan ya da geçici giden 2 milyon kişi, acaba Bodrum’un tarihini biliyorlar mı?

***

Türkiye’de, “gökyüzünün yılın 180 günüyle, en açık ilçesi” oluşu, Antik Yunan söylencelerinde “güneş tanrısı Helios inancının yaratıldığı bu yöreye” yerleşen Perslerin de bu simgeyi benimsemelerinin acaba başka nedenleri olabilir mi?
Yöreye gelen ilk insanın, Bodrum Yarımadası’na İÖ 3. bin yılda yerleştiği yere Zefirios’un adından dolayı, ilçeye de Zefirion (rüzgâr)” anlamında, “ilk ad” olarak verilmişti! 
Yöreye İÖ 2. bin yılda Karlar ile Leleglerin geldiği biliniyor.

***

Pers Kralı Kirus,“dünyanın en zengin insanı” kabul edilen Kroiesos’u(Karun)” yenerek, Karların “Halikarnassos’unu (Bodrum’un 2. adı)” da, İÖ 546’da ele geçirdi. 
“Tarihin babası” Bodrumlu hemşerimiz Heredotos’un doğduğu yıllarda, Pers Kralı Kiserhas, Yunanistan’ı İÖ 480’de işgale gittiğinde, Bodrum Yarımadası Perslerin deniz üssüydü! 

Tarihin ilk kadın amirali unvanını alan “Halikarnassoslu” 1. Artemisia da donanmasıyla yanında yelken açmıştı. Denizci gelenekten gelen 1. Artemisia “savaşın yenilgiyle sonuçlanacağınıöngörmesine” karşın Kiserhas Yunanistan’a yüklenmiş, ancak Salamis’teki deniz savaşında yenilmişti. 
Donanmasını orada bırakıp çekilirken de 1. Artemisia hakkında Kiserhas, “Bugün erkekler kadın, kadınlarerkek gibi savaştı!” itirafında bulunmuştu. 
“Erkek gibi kadın” sözcüğü, her halde Bodrum’da doğmuş olmalı! Bodrum’da bulunan Halikarnassos yazılı bir mozaiğe göz atalım! Acaba Halikarnassos’un simgesi bundan dolayı mı kadın?

***

Karya’nın ilk Pers “satrabı (valisi)” Milas’lı Hyssaldomus’dur. Ardından oğlu Hekatomnos İÖ 397’de (!) satrap oldu. İranlı değil, Milaslı idiler...
Böylece Persleri Anadolu’da, “ilk yerel hanedan” temsil etmeye başladı. Hekatomnos’un üç erkek Mausseolos (Mavzolos okunur), İdrieus (sonraları herhalde İdris’e dönüştü), Piksodaros ve iki kızı 2. Artemisia ve Ada olmak üzere beş çocuğu vardı. 
Mavzolos, İÖ 377’de “satrap” olduktan sonra Karya’nın başkentini İÖ 367’de Bodrum’a taşıdı, kız kardeşi 2. Artemisia’yı eş aldı! 
Mausseolos, ölünce ne oldu? 
Eşi, 2. Artemisia ve öteki kız kardeşi Ada, başlanan “anıtsal gömüt” inşaatını sürdürdü. 36 sütunlu yapının ikinci katındaki 24 basamaklı piramidin tepesinde, dört atın çektiği arabada “karı- koca/ağabey-kız kardeşin” heykelleri ile tüm yüksekliğinin 55 metreye ulaştığı sanılıyor.

***

Bodrum, eskiden günümüzde kalenin bulunduğu yerde bir ada idi. Sonra karayla birleştirilince kent iki yöne yayıldı. Savunması kolay, ticaret ve denizciliğe elverişli bir yer olduğundan sonradan adı Halikarnassos” olarak hızla gelişti. 
Yapının “günümüzdeki 22 katlı bir gökdelene eşdeğer bir yükseklikteolduğunu” söyleyebiliriz. Örneğin Ankara’da Kızılay’daki gökdelenin 24 kat olduğunu da anımsamakta yarar var.

***

Öyle bir anıtsal gömüt ki sonra “dünyanın yedi harikasında biri” kabul edildi. Sonraları, AtatürkLincoln ve Lenin’in dahil, tüm görkemli anıtsal gömütlere Bodrumlu Pers valisi Mavzolos’un “adından” dolayı “mozole” denildi.

***

Atatürk’ün, Lincoln’ün ya da Lenin’in “mozolesine” çiçek koyan, ziyaret eden Türk ve yabancılardan acaba kaçı, bu sözcüğün Bodrum’dan geldiğini biliyordur? 

(II)
Tatillerini Bodrum’da geçiren 2 milyon kişi için kentin tarihine devam ediyoruz. 
Milas’tan Bodrum’a göçen, yerel Pers Satrapı (valisi) Mavzolos, İstanköy ve Rodos adalarını fethetmiş, Likya’ya da egemen olmuş, ağır vergiler koymuş, “uzun saçlıları bile” vergiye bağlamıştı! Anlaşılan o tarihlerde hippiler de varmış! 
Belki, kendisinin uzun suçlarının başkalarında olmasını kıskanmış da olabilir! “Mozele’sinin” yapımında, toplanan vergilerle, antik dünyanın en ünlü heykeltıraş ve mimarlarını da Bodrum’a çağırmıştı…

***

Ünlü sanatçıların yaptıkları “Heracles”in (Herkül) yolculuğu ya da “tek göğüslü kadın savaşçı” Amazon’ların Yunanlarla savaşını yansıtan kabartmaları da altın yaldızla boyanmıştı! 
Güneşin çeşitli açılardan yansımasıyla, altın yaldızın, anıtta nasıl bir kutsal etki yarattığını da düşleyebilirsiniz! 
Mavzolos’tan sonra eşi 2. Artemisia İda Ö 351’de ölünce, “erkek kardeşi” İdrieus “kız kardeşi” Ada ile evlenip “satrap” olmuştu! 2 bin 355 yıl önce Bodrum’da “kardeşler arasında evlilik” yönetimsel bir kural olarak geçerliydi! “Kız kardeşle evlilik”, dünyada Mısır firavunlarında ve Polinezya adalarında kral aileleri dışında da bilinmiyor!

***

Bodrum, İÖ 60’a doğru yoksullaşmıştı! Roma’da İÖ 43’te, Julius Sezar, kendisini öldürmeye girişenlerin en yakını olanına,“Sen de mi Brütüs?” demişti. 
Marcus Junius Brütüs, suç ortağı Gaius Cassiu Longinus ile Roma’dan kaçıp Bodrum Yarımadası’nın en ucundaki, antik kent Mindos’a (Gümüşlük) sığınıp karargâh yaptıklarında, Bodrum’a da oldukça zarar vermişlerdi. 
Bu yaz, Bodrum’a gelen 2 milyon kişiden, tatillerini Gümüşlük’te geçirenler, Brütüs’ün adını duymuş olabilirler, ama orada yaşadığını ya da bu yörenin geçmişini acaba kaçı biliyordur?

***

Hıristiyanlığın, resmi din olarak kabul edilmesinden sonra Bodrum’un bugünkü Ortakent köyü ya da eski adıyla “Müsgebi”“piskoposluk” olmuştu! Yerleşmenin adı, bugün sanıldığı gibi “mis gibi”den değil “episkop”luktan devşirmedir.

***

İS 11. yy son çeyreğinde Bizans, 1. Haçlı Seferi’nde (1096-1099), Anadolu’ya egemen oldu! 
İki yüzyıl sonra Menteşe Beyliği, Bodrum’da ilk kaleyi yaptı. 1402’de Yıldırım Beyazid Ankara Savaşı’nda Timur’a yenilince Aziz Yuhannes’in şövalyeleri, Mehmet Çelebi’den, Anadolu kıyılarında Osmanlılara ait bir yerde kale yapımını istediler. Mehmet Çelebi Bodrum’u verdi! 
Menteşe Beyi İlyas’ın karşı çıkmasına karşın şövalyeler, Bodrum’un ilk kurulduğu yer olan ve “Zefiryon (rüzgârlı)” adı verilen, eskiden bir adayken yarımadaya dönüşen, tam “Salmakis (Bardakçı)” Koyu’nun hemen karşısındaki noktada bugünkü kaleyi 1415’te inşaya başladılar. 
Papa, kalenin yapımına katkıda bulunanlara “cennetin anahtarını (!)” da vaat etti. Mozolenin sütunları, kabartmaları, heykelleri, çevre duvarının kalıntıları kale yapımında dolgu malzemesi olarak kullanıldı. 
Uzmanların tanımlamalarına göre anıtsal “Mozole gömütünün” taşlarının üçte biri kalede, geri kalanı Bodrum’daki konutlarda kullanılmış! 
Bir an, Bodrum Kalesi’nin üç katı büyüklüğünde, bir yapıyı göz önüne getirirseniz “mozolenin” neden “yedi harikadan biri” olduğunu daha iyi algılayabilirsiniz.

***

1503’te tamamlanan Bodrum Kalesi’nin o tarihlerde adı Aziz Peter’den dolayı “Petrium” oldu. Zamanla “P” harfi, ağızda söylene söylene “B” harfine dönüştü, kent “Bodrum” adını aldı. 
Tıpkı komşu “Pedessa”nın da, günümüzde “Bitez”e ya da “Poli”nin, “Bolu’ya” dönüşmesi gibi…

***

5 Ocak 1523’te, Kanuni Sultan Süleyman’ın Rodos’u fethi ile Bodrum Osmanlı İmparatorluğu’na yeniden katıldı. 
1770’te Rus donanması, Bodrum’u top ateşine tuttu. 1824’te Yunan isyanı sırasında Osmanlı da Bodrum’u, Persler gibi “deniz üssü” olarak kullandı.
Osmanlı amirali Turgut Reis’in “Bodrum’da doğduğunu”, yarımadanın denizci geleneğinin, yakın tarihlere kadar Libya’dan Lübnan’a kadar yelken açan “sünger avcıları” ile sürdüğünü de unutmayalım.

***

Charles Thomas Newton, bulduğu kabartmalar ile heykelleri, yine British Müzesi’ne gönderdi. Bunlar arasında Mavzolos ile “eşikız kardeşi” 2. Artemisia’nın heykelleri de bulunuyordu. 
Newton’un bulduğu heykeller arasında yapının çatısındaki dört attan biri ve aslanlar da British Müzesi’nde sergileniyor. 
Kabartmalardan ancak iki tanesi, son yıllarda Kale’nin duvarları arasında bulunmuş olup Bodrum Müzesi’nde sergileniyor.

***

1. Dünya Savaşı sırasında 26 Mayıs 1915’te Fransız Dupleks zırhlısı, Bodrum’u bombalayıp asker çıkarmak istedi. Bodrumluların karşı koymaları üzerine, pek çok ölü verince savaş gemisi geri çekildi. 
Osmanlı, 1. Dünya Savaşı’nda yenilince, İtalyanlar 12 adalar gibi, Bodrum’u da 2 Mayıs 1919’da işgal etti. İtalyanlar kaleyi karargâh olarak kullandılar. Türklerin, İstiklal Savaşı’nı kazanmaya başlamaları üzerine İtalyanlar, 5 Temmuz l921’de Bodrum’dan çekildiler.
 
Görüldüğü gibi Bodrum, yalnız turizmin, doğanın değil, tarihin de yoğun izlerini taşıyor…

(III)

ABD’nin 6. Filo’sunun Akdeniz’de 20. yüzyıldaki güç gösterisinin geçmişteki benzerini, 1850’lerde sergileyen İngiliz donanmasının amirallerini, Halikarnassos’un ve Knidos’un görkemi büyülemişti. 
Ayrıca, “admiralty (amirallik)” haritalarına Batı ve Güneydoğu Anadolu kıyılarının tarihsel yörelerini de işaretlediklerini asla unutmayalım! “Mavi Yolculuk” yapanlara, teknelerde kullanılan 150 yıl öncesinin bu haritalarına göz atmalarını öneririz...

***

Son yazımızda Sir Charles Thomas Nevton’dan söz etmiştik. Bugün biraz daha yakından tanıyalım! 
1846-57 yılları arasında, İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisi Lord Stratford de Redcliffe döneminde, Londra British Müzesi’nin Yunan- Roma bölümü sorumlusu, arkeolog Sir Charles Thomas Nevton Midilli Adası’na “konsolos yardımcısı” olarak atandı! 
Dikkat! Bir “arkeolog”, neden bir “konsolos” olarak Ege’de bir adaya atanır ki? 
O dönemde Midilli’ye, İngiliz turistlerinin gelmediğini, Ege’de bugünkü gibi yoğun deniz ticaret trafiğinin olmadığını düşünürsek, insanın aklına ister istemez “Bir arkeologun, neden diplomat yapıldığı” sorusunu getiriyor!

***

Lord Stratford, Osmanlı’dan aldığı izinle, 12 parçalık Mozole kabartmasını British Müzesi’ne göndermekle kalmamış, Bodrum’da depremle yıkılmış görkemli anıtsal gömütün daha da yağmalanması için Nevton’un “konsolos yardımcısı” atanmasının da mimarı olmuştu! 
Bu heykel ve mermer kabartmalar, dönemin dört ünlü yontucusu LeohharesBryakisSkopasTimotheos’un yapıtları idi. 
İşin ilginç yanı 1. Abdülmecit, bu kabartmaların gidişine izin vermekle yetinmemiş, “taşıma harcamalarını” da yüklenmişti! 
Sir Nevton, 1862’de Londra’da “A History of Discoveries at Halikarnassos,Cnidus and Branchide (Bodrum, Knidos, Didim’de Keşiflerin Tarihi!)” adlı bir kitap yayımladı. 
Kitap, kendisinin hangi kabartmaları götürdüğünü, bu alan dışında kentte başka nerelerde kazılar yaptığını, çeşitli planlar ve kalenin çizimleri ile önemli bir belge olarak önemli bilgiler veriyor...

***

Sir Nevton, bulduğu kabartmalar ile heykelleri yine British Müzesi’ne gönderdi. Bunlar arasında Satrap Mavzolos ile “eşi-kız kardeşi” 2. Artemisia’nın heykelleri de bulunuyordu... 
Giydiği tuniğin, Yunan giysisi olmayıp Pers modasına uygunluğu, saçı, kırkılmış sakal ve bıyığının yanı sıra kalın dudakları, yaygın yanak kemiği ile heykelin Satrap Mavzolos olduğu kabul edilmiştir.

***

Satrap Mavzolos, İÖ 353’te ölünce yerine geçen “eşi-kız kardeşi” 2. Artemisia da, ölümüne değin iki yıl iktidarda kaldı. 
2. Artemisia, “ağabeyi-eşi” zamanında başlanan “anıtsal gömüt” inşaatını sürdürdü. 36 sütunlu yapının ikinci katındaki 24 basamaklı piramidin tepesinde, dört atın çektiği arabada, “karı-koca/ ağabey-kız kardeşin” heykelleri ile tüm yüksekliğin 55 metreye ulaştığı öngörülüyor. 
“Arkeolog, müzeci, konsolos” Sir Nevton’un bulduğu heykeller arasında ayrıca yapının çatısındaki dört attan biri ve aslanlar da British Müzesi’nde sergileniyor. 
Bu arada, mozole dışındaki alanlardan çeşitli dönemlerden çıkarılıp British Müzesi’ne bazı mozaikleri de götürdü. Ardından “arkeologmüzeci- konsolos” Sir Nevton, Ege Denizi’ndeki adalardan sek sek atlayarak 1857’de Batı Anadolu kıyılarını tarayıp Knidos’u da yağmalamaya başlamıştı.

***

1970’lerde Danimarkalı arkeolog Prof. Dr. Kristian Jeppesen mozolenin kalıntıları arasındaki kazılarında, kurban edilmiş hayvan kemiklerini temelde bulmuştu...

***

2017’de düzenlenen “Uluslararası Mausoleum Çalıştayı’nda” yayımlanan bildiri doğrultusunda, “Mozolenin yeniden canlandırılması” çalışmalarına başlanmıştı. Kültür ve Turizm Bakanlığı da destekliyordu. Mozolenin aslına uygun olarak, eskisi gibi ancak “taştan” değil, “cam ve alüminyumdancanlandırılabileceği” düşünülmüştü! 
Fakat değişik tepkiler geldi. Bunlar arasında “Bodrum’un günümüzdekigörünümünü bozmasın, çakma olmasın!” gibilerden eleştiriler de vardı... Henüz bir gelişme yok! 
(sürecek)

Özgen Acar / CUMHURİYET