30 Nisan 2020 Perşembe

Türkiye tablosu: Kötünün iyisi değil eskinin kötüsü - Özgür Şen / SOL

Salgının tam olarak ne zaman biteceği elbette bir bilinmez, ama salgın hafiflediğinde ya da virüs varlığını sürdürse de hayatı bu denli etkilemediği koşullarda, yaşanılan felaket daha iyi görülecek. Felaket daha iyi görülecek çünkü yaşanılan durumun yalnızca virüsle ilgili olmadığı anlaşılacak.


Türkiye virüs salgınına oldukça zor koşullarda, ekonomik bir krizin ortasında yakalandı. Salgından önce de AKP’yi sıkıştıran koşullar şimdi daha sert sinyaller veriyor. Salgının tam olarak ne zaman biteceği elbette bir bilinmez, ama salgın hafiflediğinde ya da virüs varlığını sürdürse de hayatı bu denli etkilemediği koşullarda, yaşanılan felaket daha iyi görülecek.
Felaket daha iyi görülecek çünkü yaşanılan durumun yalnızca virüsle ilgili olmadığı anlaşılacak. İnsanlar çok doğal bir şekilde ekonomik zorlukların virüsle bağlantılı olmasını umuyor ve istiyor. İşsiz kalan, ücretsiz izine gönderilen, devletin verdiği ödeneğe mahkum olan herkes dört gözle salgının bitmesini bekliyor. Çünkü salgın bittiğinde eski hayatına geri döneceğini düşünüyor.
Peki gerçekten öyle mi? Bu salgından sonra herkes eski işine, eski koşullarına kavuşabilecek mi?
Ne yazık ki imkansız… En iyimser tahminlerle 3 milyon civarında yeni işsizden söz edildiği bu koşullarda hayatın eskisi gibi devam etmesi olanaksız.
Virüsün her şeyi değiştirdiği, hayatın asla eskisi gibi olmayacağı bir tablo değil bu. Tam tersine, virüsten önceki yaşam aynı şekilde devam edeceği için hayat aynı şekilde devam etmeyecek.
Saçma mı oldu? Hiç değil…
Konuyu anlamak için virüsten önceki günlerdeki eğilimleri hatırlamak gerekiyor. Önce hızla artan, sonra da bir türlü azalmayan işsizlikle ilgili sayıları, düşen ücretleri, ağırlaşan çalışma koşullarını… Virüsten önce Türkiye’de bunlar vardı ve hâlâ var.
Korona virüs Türkiye’ye girmeden önce ülkede yaklaşık 8 milyon insanın işi yoktu. Bu 8 milyon insan, işi olan emekçilerin üzerinde ücret ve çalışma koşulları bahsinde muazzam bir baskı oluşturuyor, patronlar dışarıdaki işsiz milyonları göstererek, çalışanlara her türlü koşulu kabul etmesi için baskı uyguluyordu.
Örgütsüz ve dolayısıyla güçsüz emekçi de ne yapsın, hiç istemese de çoğu zaman buna evet diyordu.
Bırakın asgari ücreti, tecrübe kazanayım da özgeçmişime yazayım diye ücretsiz çalışmaya hazır avukatlar, mimarlar, mühendisler var Türkiye’de. Salgınla birlikte bir yere kaybolmadılar. Hâlâ oradalar ve üstelik salgınla birlikte daha da çoğaldılar.
Arada sırada sosyal medyaya da düşen, emekçiden her şeyi isteyip karşılığında hiçbir şey vermeyeceğini söyleyen ilanlar buzdağının görünen yüzü yalnızca. Hayat her yaştan, her nitelikte emekçi için çok zor ve zaman geçtikçe daha da zorlaşıyor.
Patronlar işçinin aleyhine ağırlaşan koşulları işçinin aleyhine kullanarak bu kısır döngüyü hızlandırıyor.
Salgından dolayı işsiz kalacağı tahmin edilen 3 milyon insan toplum içinde yeni bir işsiz kesim yaratmadı. Onlar var olan 8 milyon işsizin arasına katılıyor.
Bu insanların bir kısmı iş bulacak elbette. Ama salgınla birlikte daha da düşecek ücretlere, daha uzun mesai saatlerine, daha fazla amir baskısına razı olarak…
Evet, emekçilerin bir kısmı zaten çalışmaya ara vermedi, bir kısmı da hayatına kaldığı yerden devam edecek. Bu da onları bir süreliğine mutlu edecek. Bir süreliğine çünkü bir müddet sonra dönülen hayatın sıkıntıları tekrar hatırlanacak. O hayatın da pek bir şeye benzemediği, ağır koşullarda düşük ücretlerle çalışmanın ve bir yaşam sürdürmenin zorlukları tekrar bilince çıkacak.
Salgın Türkiye’de var olan gidişatı, emekçiler açısından kötüye giden bir süreci hızlandırdı. Zaman daha hızlı akmış oldu ve Türkiye gideceği yere belki birkaç yıl önce vardı. Virüse karşı alınan tedbirler dahilinde yapılan işçi karşıtı yasal düzenlemeler dahi aslında hızlanan sürecin bir parçasıydı.
Türkiye eski haline veya başka bir deyişle virüsten önceki başlangıç noktasına bile dönemeyecek, çünkü eski halindeki eğilimler tepeden aşağı bir gidişi gösteriyordu. Yuvarlanmamız hızlandı ve şimdi başka bir noktadayız. Eski yaşama dönüldüğünde, aslında daha kötü bir eski hale dönülmüş olacak.
Hep kötünün iyisinden bahsedilirdi, oysa asıl sorun eskinin kötüsü şu anda.
Mesela virüsten dolayı ağır yara alan hizmet sektörleri toparlanmaya başladığında bile emekçiler için manzara değişmeyecek.
Herkes işine dönemeyecek, işine dönenler de eskisine kıyasla daha kötü şartlara razı olacak.
Hep daha fazla işsizlik, düştükçe düşen ücretler, ağırlaşan çalışma koşulları… Tüm bunlara öyle ya da böyle zaman içinde emeğin niteliğinin artışını ve daha eğitimli bir emekçi kuşağının bu koşullarla karşılaşmasını da ekleyin. Tablo bu işte.
Salgının yarattığı durumu, ölen binlerce insanın yarattığı trajediyi hiç küçümsemeden kalıcı olan felaketin de bu olduğunu söylemek zorundayız. Zaten salgının yaratacağı hasarı da açık ki kalıcı olan bu tablo büyüttü. Aynı tablo ve eğilimler gelecek günlerdeki muhtemel doğal felaket veya hastalıkların toplumsal sonuçlarını da ne yazık ki aynı şekilde şiddetlendirecek.
Evet, Türkiye’nin asıl sorunu belli. Ama bu karanlık tablo umudun da nerede olduğunu gösteriyor. Türkiye’nin çıkış yolu bu sorunun tam merkezinde. İşsizlikten, yoksulluktan, düşük ücretlerden, çalışma koşullarından mağdur milyonların yan yana gelmesi, örgütlenmesi, sesini büyütmesi mutlak bir zorunluluk artık. Bu yapılmadığında bizim açımızdan problem daha da büyüyecek. 
Çünkü bizi bizden başka düşünecek kimse yok.
Özgür Şen / SOL

CHP Sözcüsü Öztrak: Millete faizle borç vermenin adı ne zamandan beri destek oldu? - BİRGÜN

Cumhuriyet Halk Partisi Sözcüsü Faik Öztrak, iktidarın koronavirüs tedbirleri kapsamında verdiği kredi desteklerini hatırlatarak, "Millete faizle borç vermenin adı ne zamandan beri destek oldu? Bu borçlar yarın neyle ödenecek?" diye sordu.

Partisinin genel merkezinde gündeme ilişkin açıklamalarda bulunan CHP Sözcüsü Faik Öztrak, iktidarın sağladı kredi düzenlemelerini eleştirdi. Öztrak, "Saray'ın destek diye açıkladığı her şey, borç. Millete faizle borç vermenin adı ne zamandan beri destek oldu? Bu borçlar yarın neyle ödenecek?" diye sordu.
Öztrak'ın açıklamaları şu şekilde:
"İnsanlarımız Saray hükümetine canlarıyla ihtar çekiyor. Sahipsizleri sahiplenme çaresizlerin çaresine derman olma önce devlete ve onu yönetenlere düşer.
Fransa hiçbir Fransızın iş kalmayacağına dair söz verdi. Kanada sağlığınızdan başka bir şeyi dert etmeyin diyebildi. Destek dediğiniz böyle olur. Destek işini kaybeden işçinin alamadığı ücretini, çarkları nasıl döndüreceğini düşünen kobilerin açığını, çiftçinin tarlasını ekmesini desteklemesidir. Devlet yurttaşlarını böyle sahiplenir.
"SARAY BUNLARA DESTEK DİYOR AMA BUNLAR BORÇ, HEM DE FAİZİYLE"
İnsanların çaresizlik duygusu böyle yitirilir. 107 milyar dolarlık, kredi. Yani borç. 8 Milyar liralık esnaf destek kredisi, e bu da borç. Bunları da almak mümkün değil ama Saray bunlara destek diyor. Bunlar bal gibi, hem de faiziyle borç.
Verilen 100 milletin bir ayda karnını bile doyuramıyor. Ancak 13 gün karnını doyurmaya yetiyor. Geri kalan günlerde ne yiyecek? 1 buçuk ay geçti hala maskeler ortada yok. Biz bize yeteriz kampanyasına bağış için en az 5 mesaj geldi ama 5 maske gelemedi. Tek kullanımlık maskeyi defalarca kullanılıyor. Devletin söz verdiği maskeler bir türlü gelemiyor. Çünkü ABD'ye İngiltere'ye Cumhurbaşkanlığı forsunu yapıştırıp gönderiyorlar.
Önce can sonra canan. İlkin kendi milletinizin canını düşüneceksiniz. Çaresiz yurttaşlarımıza devletin şefkat elini uzatacaksınız. Devletimizin kaynakları elbette vardır, mesele bu kaynakların nasl kullanıldığıdır. Dünya koronavirüs salgını ile geçen yıl sonunda tanıştı.
Saray hükümeti geçtiğimiz yıl sonundan bu güne kadar, 176 milyar 100 milyon lira vergi topladı. 22 milyar 883 milyon lira yurt dışından borçlandı. 43 milyar 512 milyon lira yurt içinden borçlandı, 40 milyar 549 milyon lira Merkez Bankası'nın karını erken tahsil etti. Yetmedi Merkez Bankası'na 56 milyar 334 milyon lira da para bastırdı. O da yetmedi Merkez Bankası'nın kasasındaki, 30 milyar 250 milyon dolar yani 197 milyar 230 milyon liralık net döviz rezervini sattı. Sadece yıl başından bu yana hükümetin elinden geçip giden finansal kaynak 536 milyar 608 milyon lira oldu. Ayrıca işszilik sigortası fonunun kasasında da yıl başında 131 milyar 542 milyon para vardı.
Büyük paralardan bahsediyoruz. Bu kadar para toplayan Saray, vatandaşa beş maske bile dağıtmadı. Millete koronavirüs tazminatı olarak sadece 4.4 milyar lira verebildi.
Soruyoruz nereye gitti bu paralar?
MİLLETE MASKE DAĞITAMAYAN SARAY HÜKÜMETİ, İŞ MÜTEAHHİTLERE GELİNCE 'DURMAK YOK YOLA DEVAM' DEDİ
Saray hükümetinin tercihlerinin milletten yana olmadığı gayet açıktır. Bunu biz değil, ne yaptıkları parayı nereye harcadığı söylüyor. Dolar 7 lira olurken aynı hükümet neleri yapmadı. Köprülerde, dövizle verdiği hazine garantilerinde hiçbir ertelemeye gitmedi. Millete beş maske dağıtamayan hükümet, iş müteahhitlere gelince dövizli garantilerde durmak yok yola devam dedi. Ülkemiz saraylara köşklere yerleşmiş mutlu bir azınlığın ellerinde oradan oraya savruluyor. İnsanımız canına kıyma evresine geldi.
Beni koronavirüs öldürmedi, beni çaresizlik öldürdü diyen, Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan AKP Genel Başkanı, yarım saat İletişim Danışmanı'nın Boğaz'a nazır 45 metrekare tabanlı mütevazi evini ve yanında Vakıflar Genel Müdürlüğü'nden kanunu arkasına dolanarak kapattığı arsayı nasıl koruduğunu öyle bir anlattı ki, valla hepimizin gözleri doldu. Yarım saat de Genel Başkanımızla partimizle, belediyelerimizle ilgili hilafı hakikat hikayeler sıraladı. Montaj filmler sıraladı, sonunda hakaret etmeyi de unutmadı.
Saray'ın iflah olmaz bir kibir hastalığıyla mağlul olduğunu gördük. Artık ne kuldan utanmaları ne Allah'tan korkmaları kaldı.
Bu memlekette sadece bi avuç Saray sosyetesi yaşamıyor. 83 milyon yarın ne yapacağız diye düşünüyor.
Sağlıkta olduğu gibi ekonomide de çıkış noktasına ihtiyaç var. Bunun için önerilerimizi bir kez daha sıralıyoruz:
♦ Derhal ekonomik ve sosyal istişareleri toplayın.
♦ Makro dengeleri revize edin. Gerçekçi bir prgramı milletin önüne koyun.
♦ Ek bütçe çalışmalarına başlayın.
♦ Kamuda harcamaları gözden geçirin.
♦ Kamu özel iş sözleşmelerini mutlaka gözden geçirin.
♦ Bütçede yaratılacak alanı öncelikle ailelerimizin canlarıyla cüzdanları arasından sıkışmaktan kurtarın. Tedbirleri alın.
♦ G-20 ülkeleri olmak küresel iş birliği platformlarıyla ilişkileri artırın.
TOPLANAN PARALARI SORDU
♦ Bu yılın başından beri topladığınız, borç aldığınız ve bastığınız 537 milyar ile işsizlik sigortası fonundaki 132 milyar lira nereye gitti?
♦ 2.5 milyar dolara, aldığınızı söylediğiniz S-400'leri aktive ettiniz mi?
♦ Katarlılar, Sakarya'daki Tank Palet Fabrikası için 50 milyon dolarlık yatırım yapacaklardı yaptılar mı?
♦ İki köprü için nisan ayında yapılacak 2 milyar 720 milyon liralık garanti ödemesi vardı, bu ödemeyi yaptınız mı?
♦ Bu sorularımıza hala cevap bekliyoruz.
Bu paralar milletin parasıdır. Saray'ın dehlizlerinde beceriksizliğini örtmek için milleti birbirine düşürecek senaryolardan vazgeçin, milletin canını da cüzdanını da koruyacak düzenlemeler üretin. Üretemiyorsanız da artık bu milletin yakasından düşün."
BİRGÜN

29 Nisan 2020 Çarşamba

Ölüm sayıları gerçeği: Türkiye gerçekten başarılı mı? - İlker Belek / SOL

AKP, Covid-19 salgınına karşı 'başarı' kriteri olarak ölüm sayılarını gösterirken, tablonun detaylarına bakıldığında gerçeğin oldukça farklı olduğu görülüyor.


İktidar Covid-19 ölümlerinin düşüklüğünü salgına hazırlıklı girmiş olmasıyla, salgın yönetimindeki ve tedavideki başarısıyla, yoğun bakım yataklarının yeterliliğiyle açıklıyor.
Buradan hareketle de, neredeyse, dünyaya örnek oluşturacak bir destan yazdığını ileri sürüyor.
Veriler ise tamamen farklı bir duruma işaret ediyor.
Covid-19’a bağlı ölümlerde yaşlı nüfus oranı (65 yaş ve üzerindeki nüfusun toplam nüfusa oranı) belirleyici derecede önemli bir kriter. O nedenle bütün analizlerimizde bu kriteri dikkate alacağız. Covid-19 vaka ve ölüm sayıları için DSÖ verilerini kullanacağız.

Türkiye’de Covid-19 ölümleri nüfusa göre beklenenin 3,9 katı

Kaba bir bakışla bir ülkenin Covid-19 ölümlerinde dünyadaki payının, nüfusunun payına yakın olması beklenir.
Türkiye nüfusunun toplam dünya nüfusu içindeki payı yüz binde 10. Buna karşılık Türkiye’deki Covid-19 ölümlerinin dünyadaki toplam Covid-19 ölümleri içindeki payı (23 Nisan itibariyle) yüz binde 39.
Türkiye’deki Covid-19 ölümleri nüfusuna göre beklenenin tam 3,9 katı.

Türkiye’nin ölüm hızı benzer demografik yapıdaki Çin’den yüksek

Türkiye ve Çin’in yaşlı nüfus oranları birbirine çok yakın: %9 ve %10.
23 Nisan tarihine kadar Covid-19 nedeniyle Türkiye’de 2.491, Çin’de ise 4.642 ölüm gerçekleşti.
Ancak Çin 17 Nisan’da ölüm sayılarını revize ederek 1.290 ölüm daha bildirdi. Eklenenlerin bir kısmı, salgının ilk haftalarında tomografi görüntüsü Covid-19 düşündürüp, bu tanıyla tedavi almış, ama test sonucu negatif çıktığı için covid-19 olarak kodlanmamış ölümlerdi. Türkiye ise halen test sonucu negatif çıkmış olan ölümleri, tomografisi Covid-19 düşündürmüş ve tedavisi de buna uygun olarak gerçekleştirilmiş olsa bile (DSÖ’nün önerisinin aksine) Covid-19 olarak kodlamıyor ve bu hatayı düzeltmek için hiçbir şey de yapmıyor.(1)
Dolayısıyla karşılaştırma yapabilmek için Çin’in revize ettiği ölümleri toplamdan çıkarmamız gerekir. Böylece Çin’deki toplam ölüm sayısı 3.352 olur. Önümüzdeki günlerde Türkiye’nin Çin’in ölüm sayısını yakalayacağını göreceğiz.
Öte yandan, hız olarak baktığımızda (ölümlerin nüfustaki oranı) Çin’de ölüm hızı milyonda 2,2 iken, Türkiye’de milyonda 30’dur. Çin’in revize ettiği rakamları toplam ölüm sayısına eklediğimizde ortaya çıkan hız bile milyonda 3,3 olur.
Üstelik Çin’de salgın bitmiş durumda, Türkiye’de henüz pik yapıp yapmadığı bile belli değil. Hemen hatırlatalım: Çin’de günlük ölüm sayısı 23 Şubat’tan beri 100’ün, 18 Mart’tan beri 10’un altında ve 15 Nisan’dan beri hiç ölüm yok. Çin’de sağın bitti ve buna rağmen ölüm hızı Türkiye’den düşük.
Türkiye’nin ölüm hızı benzer demografik yapıdaki diğer ülkelerden yüksek
Türkiye’nin ölüm hızının (milyonda 30), benzer demografik yapıdaki Çin’den (milyonda 2,2, en çok milyonda 3,3) yüksek olduğunu saptadık.
Ama bu kadar da değil.
Türkiye’nin ölüm hızı kendisi kadar yaşlı (bunun için yaşlı nüfus oranı %9-12 aralığını alalım) (2) diğer ülkelerin hemen hepsinden yüksek: Bahama, Kosta Rika, İsrail, Moldova, Sri Lanka, Tayland.
Bahama’nın nüfusu 386.000, salgın 15 Mart’ta başladı, toplam ölüm sayısı 15, ölüm hızı milyonda 39,0.(3)
Kosta Rika’nın nüfusu 5 milyon, salgın 6 Mart’ta başladı, toplam ölüm sayısı 6, ölüm hızı milyonda 1,2.(4)
İsrail’in nüfusu 19,2 milyon, salgın 21 Şubat’ta başladı, ölüm sayısı 192, ölüm hızı milyonda 21,3.(5)
Moldova’nın nüfusu 3,5 milyon, salgın 7 Mart’ta başladı, ölüm sayısı 80, ölüm hızı milyonda 22,9.(6)
Sri Lanka’nın nüfusu 22 milyon, salgın 3 Mart’ta başladı, ölüm sayısı 7, ölüm hızı milyonda 0,32.(7)
Tayland nüfusu 69 milyon, salgın 22 Ocak’ta başladı, ölüm sayısı 50, ölüm hızı milyonda 0,72.(8)
Türkiye’nin ölüm hızı Bahama dışındakilerin tamamından daha yüksek. Üstelik salgın Bahama dışındakilerde sona ermek üzere.
Bu ülkelerin verilerine güvenilmeyeceğini, ne kadar test yaptıklarının bile belli olmadığını ileri sürenler için ekleyelim: İsrail 22 Nisan’a kadar 258.652 test yaptı, yani 1.000 kişiye 28,7 test. Türkiye’de bu sayı aynı tarih itibariyle 9,0’du. Türkiye İsrail kadar test yapmış olsaydı çok daha fazla sayıda vaka ve ölümü saptayabilmiş olacaktı.

Türkiye’nin ölüm hızı Yunanistan’dan yüksek

Yunanistan’da 23 Nisan’a kadar gerçekleşen Covid-19 ölüm sayısı 125. Türkiye’de ise 2.491. Türkiye’de ölüm hızı milyonda 30, Yunanistan’da milyonda 11,7.
Üstelik iki ülkenin yaşlı nüfus oranları da tamamen farklı. Yunanistan Avrupalı bir demografik yapıya sahip, yaşlı nüfusunun oranı %22. Türkiye’deki yaşlı nüfus oranının %9 olduğunu yazmıştık. Daha da ötesinde Yunanistan’da salgın sona ermek üzere.
Bütün bu nedenlerle Yunanistan’daki ölüm hızının Türkiye’den çok daha fazla olması beklenirdi.

Türkiye’nin ölüm sayı ve hızının Avrupa kadar yüksek olması zaten beklenmez

İktidar salgın yönetimindeki başarı göstergesi olarak ölüm sayılarını kullanırken, kıyaslamayı da Avrupa ile yapıyor.
Oysa adı üzerinde burası “yaşlı kıta”. Nüfusu en yaşlı ülkeler burada. Yaşlı nüfus oranı İtalya’da ve Almanya’da %23, İspanya ve Fransa’da %22.
Avrupa’da nüfusun yaşlı olmasına, yaşlı nüfusun bakım merkezlerinde kalmasına ek olarak yoğun bakım yataklarının azlığı da ölüm sayılarını dramatik boyutlara ulaştıran bir faktör olarak devreye girdi.
Avrupa’daki salgın bir yaşlı salgını halinde seyretti. Yaşlılar hastalığı ağır geçirdiler ve önemli oranda yoğun bakım hizmetine ihtiyaç duydular. Avrupa yoğun bakım üniteleri bu ihtiyaca yetişemedi.
Hastalığın daha çok yaşlılarda öldürücü olduğu dikkate alındığında Türkiye’deki ölümlerin Avrupa kadar olması kesinlikle beklenmez. Ölüm sayılarını Avrupa ile kıyaslamak ve buradan bir başarı hikayesi yazmak kadar yanlış ve taraflı bir tutum olamaz.
Yaşlı nüfus konusunda başka bir şey daha var: DSÖ Avrupa’daki Covid-19 ölümlerinin yaklaşık yarısının bakımevlerindeki yaşlılar olduğunu belirtti.(9)
Avrupa’da 65-80 yaş arasındakilerin %1,7’si, 80 yaş üzerindekilerin ise %12,6’sı yaşlı bakım evlerinde yaşıyor. Üstelik bu oranlar 2011’e ait ve o zamandan beri çok daha yüksek seviyeye çıkmış olması kuvvetle muhtemel.(10)
Türkiye’de ise durum tamamen farklı. 2017’de toplam 6 milyon yaşlının yalnızca 20.000’i huzurevlerinde kalıyor: %0,33. 2018 için yaşlı bakım evlerinde kalanların sayısı Fransa’da 478.206, Almanya’da 656.400, İspanya’da 135.108 idi.(11)
Normal zamanlarda bir sosyal devlet politikası olarak değerlendirilen kurumsal yaşlı bakım hizmetleri salgın döneminde Avrupa’nın başına tam manasıyla bela açtı ve Türkiye’nin bu alandaki geriliği aynı dönemde avantaj haline dönüştü.

Türkiye’deki resmi ölüm sayıları gerçeği yansıtmıyor

Yansıtmıyor çünkü, yukarıda da aktardığımız gibi Türkiye ölümleri DSÖ’nün önerdiği şekilde kodlamıyor. Covid-19 ölümlerinin bir kısmı bu nedenle viral pnomoni olarak kayıtlara geçiyor.
Covid-19 ölümlerinin gerçek sayısı hakkında fikir sahibi olabilmek için belediyelerin ölüm istatistiklerini kullanmak gerekir. Bu konuda İstanbul örnek alınabilir.
Covid-19 ölüm sayılarının artmaya başladığı Nisan ayı başından beri İstanbul’daki 2020 yılı günlük ölüm sayıları, 2016-2019 yıllarının günlük ölüm sayılarından ortalama %40 kadar daha fazla. Buradan hareketle toplam Covid-19 ölümlerinin de resmi verilerden daha fazla (belki de %40 kadar daha fazla) olduğunu tahmin edebiliriz.(12)
İstanbul’da Nisan ayı boyunca günlük ölüm sayılarının son beş yıl için seyri

Türkiye’deki tedavi protokolü literatüre dayanıyor

Sağlık Bakanlığı Türkiye’deki ölüm sayılarının azlığını bir de uygulanan tedavinin başarısına da bağlıyor ve bu tedavi protokolünün Türkiye’ye özgü olduğu izlenimini özellikle yaratıyor.
Sağlık Bakanlığı tedavi protokollerini 2 Mart, 25 Mart, 2 Nisan ve 14 Nisan bilim kurulu rehberleri ile tanımladı.(13,14,15,16)
2 Mart’taki protokolün zaten Çin deneyimi üzerine temellendirildiği ilgili rehberde açıkça belirtildi.
Sonraki rehberlerde tedavi protokolünde yapılan yeni düzenlemeler de tamamen uluslararası literatürle uyumludur. Örneğin 2 Nisan rehberinde aynen şöyle denilmektedir: “… etkili olabileceği yönünde sınırlı da olsa kanıt bulunan antiviraller tüm dünyada yaygın şekilde kullanılmaktadır. … antiviral tedavinin erken başlanmasının daha yararlı olduğunu düşündürmektedir… Olası Covid-19 tanısı konulan semptomatik hastalardan akciğer grafisi veya toraks BT görüntülemesinde viral pnomoniyle uyumlu tutulum saptananlara ve kesin Covid-19 tanısı konulan en az ateş semptomu olan semptomatik hastalara, ayrıca risk grubunda olup olası/kesin tanı konulmuş kişilere ateş varlığında hidroksiklorakin tedavisine hemen başlanması önerilmektedir.” Bu cümleler hemen hemen aynen 14 Nisan tarihli bilim kurulu rehberinde de yinelenmektedir.
Bütün bunların ortaya çıkardığı şey şudur: Sağlık Bakanlığı’nın tedavi protokolü, protokolde söz edilen ilaçlara başlama zamanlaması uluslararası literatüre dayanmaktadır ve bu konuda Türkiye’de gerçekleştirilmiş herhangi bir keşif söz konusu değildir.
Dolayısıyla Covid-19 ölüm sayısının Avrupa’ya göre düşüklüğünü tedavideki başarıyla açıklamak da olanaklı değildir.
İlker Belek / SOL

28 Nisan 2020 Salı

Türkiye’nin dış borç açmazı ve UNCTAD’ın çağrısı - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

UNCTAD raporu, kayıtdışı sektörün de önemli rol oynadığı GOÜ ekonomilerinin gelişmiş ülkeler gibi sokağa çıkma yasaklarını uzatmaları halinde, salgında kaybedilenden daha fazla insanın açlıktan ölebileceği iddiasında bulunuyor.

Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD) gelişmekte olan ülkelerin (GOÜ) dış borçlarını konu alan Büyük Sokağa Çıkma Yasağından Büyük Erimeye (From the Great Lockdown to the Great Meltdown 23 Nisan 2020) başlıklı bir rapor yayımladı. 

Burada Covid-19 salgını sürecini “Great Lockdown” ifadesiyle adlandıran, ancak yoksul ülkelerin ve GOÜ’lerin sorunlarının çözümü için bir çıkış yolu göstermeyen IMF’ye bir gönderme yapıldığı açık.

UNCTAD raporu, kayıtdışı sektörün de önemli rol oynadığı GOÜ ekonomilerinin gelişmiş ülkeler gibi sokağa çıkma yasaklarını uzatmaları halinde, salgında kaybedilenden daha fazla insanın açlıktan ölebileceği iddiasında bulunuyor. Türkiye’nin de aralarında yer aldığı finansal ve bankacılık sistemi göreceli gelişkin ülkelerin dahi gelişmiş ülkeler benzeri bir mali manevra alanına sahip olmadıklarının altını çiziyor. Bu tezi doğrulayan en açık bir örnek Türkiye. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak 200 milyar lira mali destekten söz ediyor. Ama, ayrıntılara inince bir kısım kredi destekleri-borç ötelendirmeleri bir yana, 4.4 milyon aileye 1000’er liralık nakdi yardım (4.4 milyar lira yapar) ve bunun kapsamının gelirini, işini kaybeden bazı vatandaşların da yararlanabileceği şekilde genişletilmesi dışında somut bir adıma rastlayamıyoruz.
Çalışma, GOÜ’lerin ithalatlarını gerçekleştirebilmek ve dış borç yükümlülüklerini yerine getirebilmek için gereksinim duydukları dövizleri kazanabilmelerinin tarım ürünleri, petrol, turizm ihracatının düşmesi ve işçi dövizlerinin aksamasıyla iyice zora gireceğinin altını çiziyor. Türkiye’yi bu anlamda en fazla, geçen yıl 34.5 milyar doları bulan turizm gelirlerinin ve kaba taslak yarısı salgından en fazla darbe yiyen AB ülkelerine yapılan 171.5 milyar dolarlık ihracatın erozyonu olumsuz etkileyecek. Buna karşın enerji ve hammadde fiyatlarında çekilme ödemeler dengesini bir ölçüde rahatlatacak.
Raporda GOÜ’lerin iç-dış, özel sektör-kamu sektörü tüm borçlarının tarihteki en yüksek düzeye, GSMH’lerinin yüzde 191’ine ulaştığı kaydediliyor. Gelinen bu kritik noktanın asıl nedeninin ekonomilerin içeride iyi yönetilmemesinden öte, küresel düzeydeki ekonomi ve finans sistemindeki bozukluktan kaynaklandığının altı çiziliyor. Gelişmiş ülkelerde sıfır civarında seyreden faiz oranlarının finansal spekülatörleri yüksek getiri arayışına yönelttiği, bu eğilimin de GOÜ’leri büyük hacimde bir o kadar da oynak sermaye girişlerine maruz bıraktığı vurgulanıyor. Diğer bir neden olarak da resmi kalkınma yardımlarının kuruması olduğu belirtiliyor. Salgın sürecinde GOÜ’lerden büyük sermaye çıkışları yaşandığı, IMF ve Dünya Bankası’nın ortaya koyduğu programların ağır sorunların çözümü için yetersiz olduğu ortaya konuluyor.
Ekonomi yönetimi ABD ile yapılacak bir “swap hattı” anlaşmasına bel bağlaya dursun, UNCTAD dış borç sorununun çözümü için “küresel bir borç anlaşmasına” gerek olduğunu belirtiyor.
Ve aşağıdaki üç adımın atılmasını öneriyor:
Adım 1: Borç ödemelerinin geçici olarak durdurulması. Böylelikle GOÜ’ler sorunlarını çözebilmek için bir nefes alacaklar. Bu adım bir şarta bağlı bulunmayacak, tüm alacaklıları kapsayacak, onlara mahkemeye gitme ve borçlu ülkelerin varlıklarına el koyma yollarını kapatacak.
Adım 2: Borç affı ve yeniden yapılandırma anlaşmalarıyla borçların uzun vadeli sürdürülebilirliğinin sağlanması. Bu süreç borçların iskontosu ( haircuts ) ve geri ödemelerin yeniden takvimlendirilmesini içerecek.
Adım 3: GOÜ’lerin borçlarının yeniden düzenlenmesini koordine edecek Uluslararası GOÜ Borç Kurumu (International Developing Country Debt Authority) kurulacak.
TÜRKİYE’NİN DIŞ BORÇ GÖSTERGELERİ
İsterseniz Türkiye dış finansmanda böyle kritik bir dönemden geçerken temel göstergelerine bir göz atalım:
Dış Borçlar: Türkiye’nin dış borçlarında belirgin bir azalma dikkat çekiyor. İlk başta olumlu sayılabilecek bu eğilim, ülkenin 2018’de yaşadığı döviz krizi sonrasında kredibilitesinin zayıflaması, taze dış kaynak sağlayamamasının doğal bir sonucu gibi görünüyor. Tasarrufları yetersiz olan Türkiye, bir de üstüne net dış borç ödeyicisi durumuna düşüyor.Bu nedenle yatırımlar duruyor, büyüme iyice yavaşlıyor. 2017’den 2019’a ülkenin dış borçlarının 17.5 milyar dolar düşerek, 437 milyar dolara gerilediği görülüyor. Bu dönemde özel sektörün borçları 42.8 milyar dolar azalırken, kamununkiler (TCMB dahil) 25.3 milyar dolar artıyor.
turkiye-nin-dis-borc-acmazi-ve-unctad-in-cagrisi-723226-1.
Reel Sektör Şirketlerinin Döviz Borçları: Bu şirketlerin net döviz açıkları 2018 1.çeyreğinde 223.3 milyar dolara yükselmişken, 2020 Ocak ayında 175.2 milyar dolara kadar geriledi. 1.5 yılda 48 milyar doları aşan bir daralma söz konusuydu. Bu sürede yurtiçi bankalara olan döviz borçları 36.4 milyar dolar, yurtdışı bankalara olanlar ise 6.4 milyar dolar azaltılmıştı. Reel sektörün döviz varlıkları 11.6 milyar dolar artarken, ithalat borçları da 6.4 milyar dolar yükseliş göstermişti. Özetle, reel sektörün döviz pozisyon açıkları daha çok yurtiçi bankalara borçların kapatılmasıyla aşağı çekilmişti. Sabit sermaye yatırımlarının tamamen durmasının temel nedeni buydu. Şimdi net döviz açığı daralmış da olsa, zaten açmazda olan inşaat ve enerji sektörlerinin yanında turizm sektörünün de sıkıntıya düşmesi kaçınılmaz görünüyor.
Sıcak Para: Portföy yatırımcılarının Türkiye’yi terk etmeye başlamaları, benzer ülkeler gibi 2013 Mayıs’ında zamanın FED başkanı Ben Bernanke’nin tahvil alımlarını yavaşlatacaklarını açıklamasıyla tetiklenmişti. 2012 sonunda yurtdışı yerleşiklerin 155.8 milyar dolarlık pozisyonu vardı. En son verilere göre, 17 Nisan’da yabancıların hisse senedi portföyleri 22.1 milyar dolara, devlet iç borçlanma senetleri de 8.3 milyar dolara gerilemişti. Yurtdışı yerleşiklerin 26.1 milyar dolar döviz, 4.7 milyar dolar TL mevduatları eklenirse toplam “sıcak para” tutarı 61.2 milyar dolara kadar düşmüş durumda.
Kısa Süreli Borçlar: Merkez Bankası verilerine göre Türkiye’nin 1 yılda çevirmesi gereken dış borç miktarı 2020 Şubat itibarıyla 168.5 milyar dolar. Ancak bu rakamın içinde yabancıların döviz mevduatı, bankaların yurtdışı şubeler ve iştiraklerindeki mevduat gibi doğrudan ödenmesi gerekmeyen kalemler var. Hazine ve Maliye Bakanlığı’na göre ise 2020 Aralık sonuna kadar 20.3 milyar doları kamu, 47.6 milyar doları özel sektör olmak üzere 67.9 milyar dolar dış borç ödenmek zorunda.
Rezervler: Yukarıda sayılan borçların ödenmesi için temel güvencenin Merkez Bankası rezervleri olması beklenir. 17 Nisan itibarıyla brüt rezervler 87.9 milyar dolara gerilemiş durumdaydı. Özellikle 2019 sonundan bugüne brüt döviz rezervlerindeki 27.3 milyar dolarlık kan kaybı dikkat çekici. Muhtemelen rezervlerdeki bu eriyiş döviz kurundaki oynaklığı azaltma çabasıyla döviz satışlarının kaçınılmaz sonucu.
Yusuf Yüksel’in hesaplamalarına göre 17 Nisan tarihinde Merkez Bankası’nın net döviz rezervlerinin tutarı 25.9 milyar dolara kadar düşmüştü. Rezervlerin yeterliliğini değerlendirirken ne tek brüt rezervlere, ne de tek net rezervlere bakmak yeterli. Çünkü kaba taslak, bankaların tuttuğu 30 milyar dolar zorunlu karşılıklar gibi kalemlerin hiçbir zaman sıfırlanması beklenemez. Gelgelelim gerek 1 yılda ödenecek dış borçlar gerekse de ithalat faturasıyla oranlandığında rezervlerin yetersiz olduğu görülebilir. Merkez Bankası rezervlerinin Covid-19 salgınıyla birlikte iyice dibe vurduğu da ortada.
Sonuç: Uzun yılların yanlış politikalarının sonucu olarak, yurtdışı koşulların da davetiyle iyice artan Türkiye’nin dış yükümlülüklerinin kredi kaynaklarının tamamen kuruduğu salgın ortamında karşılanması çok zor görünüyor. Eğer ne pahasına olursa olsun dış yükümlülükleri aksatmayalım denirse, bu başarılsa bile ekonomiyi daha keskin bir küçülme, yurttaşları da daha fazla yoksulluk bekliyor olacak. O nedenle Türkiye’nin Trump’ın dilinin ucundan çıkacak bir “swap müjdesine” bel bağlamak yerine, UNCTAD gibi daha adil bir dünyadan yana uluslararası kuruluşların çağrılarına kulak vermesi daha anlamlı bir tercihtir.
Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN


27 Nisan 2020 Pazartesi

Antikomünizm, Türkiye, Fatih Yaşlı ve Barışlar - Osman Çutsay / SOL

'Can Dündar okulu' mu, 'Barış Terkoğlu-Barış Pehlivan okulu' mu?  Fatih Yaşlı direnci mi, Suavi Aydın-Yüksel Taşkın, daha açığı 'Belge'li Birikim Gericiliği' salvoları mı? Devrim savaşı, devrimci savaş, entelektüel şiddetimizi sınayan muharebeler, gözümüzün önünde ve damarlarımızda cereyan ediyor artık.

Bodoslamadan girelim: Fatih Yaşlı'nın yeni kitabı, “Halkçı Ecevit”, Türkiye'nin yakın tarihini bir antikomünizm tarihi olarak incelemeyi amaçlıyor. 

Çalışkan yazarı, analizini böyle özetliyor. Antikomünizm, ki cumhuriyetin kuruluş yıllarından beri içten içe işlemektedir, sonuçta Türkiye'nin sonu olmuştur: Gelecek kuşakların, eğer sosyalistleştirilmezse ortadan kaybolacak bir ülkenin tarihini/tarihimizi böyle değerlendireceğini şimdiden ileri sürebiliriz. 

Bu saldırının, özellikle 27 Mayıs'tan sonra alevlendiği gözleniyor. 

Fatih Yaşlı, “Halkçı Ecevit”te ışığı özellikle şu alana tutuyor: Türkiye'nin cumhuriyet tarihi, bir antikomünizm tarihi olarak, sırf böyle bir çerçeve içinde ele alınmadı hiç. Geçerken, Yaşlı'nın da kitabının yeni baskılarında bu gerçekten yaratıcı bulgusunu alt başlık olarak öne çıkarmasını önermiş olalım. Sol, daha doğrusu sorumlu ve devrimci bir sol tarih yazımından belki söz edebiliriz ve orada fazlasıyla antikomünist histeriye yer ayrılmıştır, tamam, ama hep bir türev olarak işlenmiştir. İkinci derecede yansımalar ve nedensellikler içinde görülmüştür. Bu arada, artık ipin ucunu tamamen kaçırmış ve Türkiye Cumhuriyeti tarihini 1923'ten itibaren “faşist bir devletin tarihi” olarak ilan eden delirmiş, kıt zekâlı -sözde sol- cemaatler var, ancak bunların ne solculukla ne de bilimsellikle bir ilgisi olduğu söylenebilir. Çeşitli etnik, dinsel/dinci nedenlerle ateşlenmiş mafyöz intikam cemaatleri diyebiliriz. Ama Türkiye'nin kuruluşundaki ilerici tarihselliğe vurgu yaparak, ona sahip çıkarak sosyalist bir aşkınlık arayanların antikomünizm çözümlemesi, bunun da merkezine Bülent Ecevit'in oturtulması, yeni bir zamanı solukladığımızı gösteriyor. 
Yaşlı'nın kitabı, geçmişte yapılmış ve çalışkan yazarımızı bu tür bir katkıya mecbur bırakan devrimci işleri, çözümlemeleri bir mukaddime olarak görmemizi gerektirecek. Öyle görünüyor. Prelüdlerden ana motife geçiyoruz. 
Hiçbir şey, zaten çoktan beridir, eskisi gibi değil. 
Tarih yazımı neden eskisi gibi olsun ki?
Fatih Yaşlı bir kapı açıyor, dedik. Farklı bir çerçeve çiziliyor. Adıyla sanıyla bir antikomünizm tarihi yazmak, bunun için de, solun en büyük yenilgisi ve yalanı olan Ecevit efsanesini merceğin üzerine yerleştirmek, sadece bir yazar hırsının değil, değişen bir iklimin ve sertleşen sınıf mücadelesinin de gereklerinden sayılmalıdır. Yazınımızdaki “yaratıcı monografi” eksiğini iyi yakalamış görünen Yaşlı, bir gereği yerine getiriyor. 
“27 Mayıs-12 Eylül arası Türkiye tarihini de anlatmayı” hedefleyen kitabının girişinde şunu yazarken, aslında bir kavga davetine yanıt verdiğini düşünebiliriz. Yaşlı, şöyle diyor:
“(Kitap) (b)unu yaparken, tarihsel materyalizmi kendisine referans alıyor ve bu referanstan hareketle Türkiye tarihine sınıflar, sınıf mücadeleleri, emperyalizmle ilişkiler üzerinden bakmaya çalışıyor. Kitabın perspektifini ise 'antikomünizm' oluşturuyor; çünkü bu satırların yazarına göre, yakın Türkiye tarihini anlamanın yolu antikomünizmin Türkiye siyaseti üzerindeki etkisini ve belirleyiciliğini anlamaktan geçiyor. Antikomünizmi merkeze koyduğunuzda, sınıfları, sınıfların birbirleriyle ilişkilerini, siyasi partileri, örgütleri, sendikaları, siyasetçileri, orduyu, bürokrasiyi, söylem ve eylemleri birbiriyle ilişkili bir biçimde ve belli bir bütünlük içerisinde ele almanız mümkün hale geliyor ve bu, 'görüntü'nün ötesine geçip 'öz'ü görebilmek anlamına geliyor.”
Bu, aynı dönemi kendilerince incelemeye çalışan iki gerici “prof”un (?),kendilerini solcu diye satmayı başaran iki militanın dünyasına ve yazınımızı işgaline reddiyedir. Herhalde öyledir. Suavi Aydın ve Yüksel Taşkın adlı bu gericilerin “1960'tan Günümüze Türkiye Tarihi” başlığıyla malum bir yayınevinde yayımladıkları kitapta, asıl dert şu: 
“Bu kitabın ortaya çıkışında hacimli bir külliyatın varlığı kadar, o yıllarda yaşananlardan arta kalan deneyimler de önemli rol oynadı. Zira pek çok döneme ait tarih metinlerinden farklı olarak, bu kitaba konu olan olaylar, kişiler ve kurumlar büyük ölçüde bizim çağdaşlarımız… Dolayısıyla bu dönemin ‘tarih’i, aynı zamanda bir deneyimler, gözlemler tarihidir ve bu çerçevede bizim ‘önemli gördüklerimiz’in, ‘belirleyici saydıklarımız’ın tarihi oluyor. Başta değinilen kaygı ve çabalar esas olmak kaydıyla, bu bakımdan bizim kaleme aldığımız metin, tarih yazıcılığı bakımından önemli avantajlar sağlayabilecek bir yazma ve görme biçimi imkânını kullanmaktadır.”
Bunlar böyle. Ansiklopedi yazdıklarını sanıyorlar. Çok seçicidirler. Bunların gözlemleri, önemli gördükleri, kaygıları, belirleyici saydıkları, kitapta sıralanıyor. Bu örneklerde de görüyoruz: Devrimci tarih yazını kendi sınıflar mücadelesi mantığıyla ve sosyalist bir iktidar çabası içinde kavgasını verdiği bir dili bombardımana tabi tutmazsa, bombardımana tabi tutulur, ezilir. Yalçın Küçük ve onun en verimli yıllarının izleğinden geçen, ama onu da aşan tüm çizgilerin bu gerekliliğin farkında olduğunu biliyoruz. 
Fatih Yaşlı ve gelen kuşak, eski ve etkili bir kadere set çekiyor. Kitap “sıkıyorlar”; en etkili yöntem olduğunu biliyorlar. 
Nerede miyiz? 
Bin derecede kaynayan bir sınıf mücadelesinin ortasındayız. Sadece İslamcı faşistlerin liberal ve solculuk satan sürünün desteğiyle gasp ettikleri siyasal iktidarın saldırılarına değil, “Aydın-Taşkın” türü saldırılara, ki ezici çoğunluğu oluşturuyorlar, bir direniş de söz konusu. 
“Can Dündar okulu” mu, “Barış Terkoğlu-Barış Pehlivan okulu” mu? 
Fatih Yaşlı direnci mi, Suavi Aydın-Yüksel Taşkın, daha açığı "Belge'li Birikim Gericiliği” salvoları mı? 
Devrim savaşı, devrimci savaş, entelektüel şiddetimizi sınayan muharebeler, gözümüzün önünde ve damarlarımızda cereyan ediyor artık. 
Bu savaşın, muhtemelen yaz sonunda piyasaya verilecek Aydemir Güler ve yol arkadaşlarının derlediği kapsamlı “TKP Tarihi” sonrasında çok daha sertleşeceğini şimdiden görebiliriz. Türkiye solunun entelektüel kaderini değiştirecek bir müdahale de sahneye çıkmak üzere yani. 
Sınıf mücadelesi böyle bir şey. Tüm ayrıntılarda sürer. Sadece siyasi partiler, alanlar, sokaklar, fabrikalar, kitaplar mı? Şarkılar, şiirler, resim galerileri, sahneler, ekranlar, sinema, tiyatro, konser etkinlikleri, ev içleri, sevgi ve nefret ilişkileri... Her tarafta bin derecede kaynayan bir sınıf mücadelesi var ve biz bu kazan içinde birbirimize “girişmek” zorundayız. 
Umutsuz olmak için bir neden yok. Çünkü inadımız var. Bu satırların yazarına göre, inat umudun değil, umut inadın bir türevidir. Savaşanlar varsa, umut da var. Birikim gericiliği ve Suavi Aydın-Yüksel Taşkın türü gerici çeteler varsa, tarihsel TKP ve TİP, Dr. Hikmet, Mihri Belli, Behice Boran, Mahir Çayan ve Yalçın Küçük izleğinden seslenen Fatih Yaşlı gibi devrimci analistler de var. Her yerde... 
Başka bir örnek mi? Dün, bu portalın kültür bölümünde gözlerden saklanmış gibi duran bir pırlantaya işaret etmeden, “Almanperverlik” kavramını yeni devrimci yazınımızda galiba ilk kullanan -ve bizim de ödünç aldığımız- genç yol arkadaşlarımızdan Nevzat Evrim Önal'ın “Rammstein: Almanlıktan alınan tat” başlıklı çözümlemesine dikkat çekmeden bitirmeyelim. O yazıyı okuyanlar, neden umut yüklü olduğumuzu hemen anlayacaktır. 
Entelektüel şiddetimizin yankısız kalması mümkün değil. 
Neden mi bu öfkemiz? Neden mi “ille bir tatsızlık çıksın” istiyoruz? Çünkü “Karşıdevrimci teori olmadan, karşıdevrimci hareket olmaz!” Biz, bunu Lenin'in ünlü “Devrimci teori olmadan devrimci hareket olmaz!” vurgusundan beri biliyorduk. Her gün yeniden kanıtlanıyor. Direniş yoksa, çürüme bitmez. Yazısız devrim ise hiç olmaz. 
Sol görünen gerici-sermayeci mafyayı bir yana bırakalım. Gözümüz, devrimci analiz gücümüzü yansıtan yayınlarda olsun. Fatih Yaşlı böyle bir örnek. Uğur Mumcu okulunun gözünü kırpmadan bedel ödeyen aşkın mirasçıları Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan böyle örnekler. 
Çöküş sürecindeyiz. Tamam. Ama yeniyi felaketin içinden çıkaracağız; bunu başından beri biliyorduk. Ağlayacak değiliz.
Osman Çutsay / SOL

Ekonomideki pembe tablo: Sadece İstanbul’un yarısı yardıma muhtaç! - Erk Acarer

Türkiye’deki tüm göstergeler yoksulluğun arttığını, korona günlerinde toplumun daha da yardıma muhtaç hale geldiğini gözler önüne seriyor. Buna rağmen AKP iktidarı pembe tablolar çizmeye devam ediyor.
AKP, hâlâ maske dağıtmakta ve ‘virüs taşırız kaygısıyla’ evlerine gidemeyen sağlık çalışanlarına kalacak yer tahsis etmekte zorlanırken açıklarını, ‘İsveç’ten uçakla getirilen hasta’ gibi günü kurtaracak şovlarla kapatmak için meşgul oluyor.

KORONA İLE HER ŞEY DAHA DA ZORLAŞTI
Cazibe, iş ve sanayi merkezi İstanbul’a ilişkin verilerden yola çıktığımızda bile durumun vahameti anlaşılıyor. “Eğer İstanbul’da durum bu ise daha az gündemde olan illerde ne yaşanıyor?” sorusu da böylece ortaya çıkıyor. İstanbul Büyük Şehir Belediyesi (İBB) CHP Meclis Grubu Yönetim Kurulu Üyesi ve Grup Sözcüsü Tarık Balyalı, “Korona ile birlikte her şey değişip daha da zorlaştı” diyor:
“İstanbul zengin görünse de fakirliğin çok derin yaşandığı bir yer. Gökdelenlerin dibinde ya da yalıların üst tarafında çarpıcı bir yoksulluk var. Toplumun ne denli sıkıştığını ve ekonomik krizin ne yapılırsa yapılsın gizlenemez olduğunu, İBB’ye gelen yardım çağrıları anlatıyor.”
YARDIM EDİN TALEBİ: 1 MİLYONU BULMAK ÜZERE
İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’ne en güncel veri ve ‘24 Nisan 2020 tarihi’ itibarıyla, 626 bin aile sosyal yardım başvurusu yaptı. Daha önce 260 bin kişi sosyal yardım alıyordu. Böylece destekle yaşamaya çalışanların sayısı 886 bin kişiye ulaştı. Sayının en geç bir hafta ya da 10 gün içinde, 1 milyonu bulacağı öngörülüyor.
Balyalı; “Bir aileyi en az 4 kişi olarak değerlendirdiğinizde, İstanbul’da 4 milyon kişinin, sosyal yardım talep edecek noktaya geldiğini görürüsünüz. Bu İstanbul nüfusunun 4’te biri demektir” diyor:
“Bunun yanında ilçe belediyeleri ve kaymakamlıklara başvuru yapan vatandaşlarımız var. Ayrıca internet kullanmayı bilmeyen, erişim sağlayamadığı için yardım talep edemeyen kişi sayısı da binlerle ifade ediliyor. Çok abartılı bir yaklaşım olmaz. İstanbul nüfusunun yarısına yakını, yani 6-7 milyon insan, sosyal yardım olmadan yaşayamaz durumda.”
1 AYDA 5,5 MİLYON KİŞİ ‘YARDIM EDİN’ DEDİ
1 Ocak- 24 Nisan arasında, 5 milyon 509 bin 876 çağrı yapıldı. Salgın öncesi, İBB Çağrı Merkezi’ni günde ortalama 40 bin kişi arıyordu. Yalnızca 22 Nisan günü gelen çağrı sayısı ise 131 bin 753 olarak kayıtlara geçti. Neredeyse 3 kat fazlalaştı. Aramaların yüzde 60’ı sosyal yardım taleplerine ilişkindi. Geri kalan kısmın büyük çoğunluğu ise “Ucuz ekmeğe nasıl erişebilirim” diye sordu.
EMEKLİ YAŞAYAMIYOR
22 Mart- 24 Nisan arasındaki bir aylık dönemde, 65 yaş üstü, 97 bin 415 başvurunun yüzde 96’sı sosyal yardıma ilişkin oldu. Böylece emeklilerin de çok zor durumda oldukları ortaya çıktı.
9 BİN SAĞLIK ÇALIŞANINDAN ‘KALACAK YER’ BAŞVURU
İBB başvuruları, korona günlerinde canla başla halk için emek harcayan sağlık çalışanlarına da iktidar tarafından gereken özenin sağlanmadığını gösterdi. İBB, hedeflediği 2 bin sağlık çalışanını otellerde yerleştirmek için çaba harcıyor. Ancak başvuru sayısı 9 binin üzerinde. Bakanlık da elini taşın altına sokmalı.
Beklentileri karşılamak sadece belediyelerle mümkün olmuyor. Çünkü yerel yönetimlerin kaynakları belli. Ekonomi durma noktasında olduğu için harç, vergi ve ruhsat gelirleri gibi öz kaynaklardan gelen para sınırlı. Asıl geliri oluşturan ve merkezi idareden sağlanan vergi payı da gelmiyor. Çünkü vergiler durmuş durumda.
‘KİMSEYE FAYDASI YOK’
Balyalı; “Şimdilik iktidarın yükünü almak için de uğraşıyoruz” diyor: “Ancak destek yerine köstek görüyoruz. Zor günlerdeyiz, bu tavrın ne AKP’ye ne Türkiye’ye ne de topluma faydası yok. Engellemenin ise biteceğini düşünmüyoruz. AKP, kendi açıklarını bu yolla kapatmaya çalışırken, hâlâ kaybedilmiş İstanbul hırsını sürdürüp intikam peşinde de koşuyor.”
23 Nisan’da Erdoğan ve AKP’liler ironik bir şekilde Meclis’e gitmemişlerdi. Tıpkı TBMM gibi İBB Meclisi’nin çalışmaması için de iktidar temsilcileri elinden geleni yapıyor. CHP Meclis Grubu Sözcüsü Balyalı, “İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, sosyal yardımların devam etmesi ve organizasyon için, toplantı daveti yapıyor fakat AKP gerek görmüyor” diyor:
“Salgını bahane ediyorlar. Oysa İstanbul’un mali kaynaklarla beslenmesi ve yardımların pekiştirilmesi için meclisin toplanması şart. ‘Ramazan’dan sonra, şimdi ancak vali izin verirse’ diyorlar. Biz halka yardım etmek istiyoruz. Onlar bir akıl tutulması içindeler.”
Erk Acarer / BİRGÜN

26 Nisan 2020 Pazar

Karantina günlerinde sahaflık: Yoldaşımız biraz kitap, biraz film, biraz müzik - Volkan Algan / SOL


Geçtiğimiz günlerde Sahaflar Kolektifi'nin “sahaflarınıza sahip çıkın” çağrısını görünce, ne yapayım, ben de sahafımı aradım hemen. Anlatsana dedim, o da anlattı.

“Kaç kişi kitap okuyor ki”, “internetten zaten indirimli satılıyor kitaplar”, “artık gereği kalmadı, bitti bitiyor bu iş”…
Yok, bitmedi, bitmiyor. Sahaflıktan söz ediyorum; anlaşılan o ki kitap basıldığı sürece birileri bu işi yapmaya devam edecek. Bir gün kitap basılı olmaktan çıkar mı, kesinlikle olmaz diyemiyorum, ama belli ki bugünden yarına olmayacak.
Sahaflık mesleğiyle ilgili ayrıca uzun uzun konuşabiliriz, dünü, bugünü, yarını… Konuşmaya da değer açıkçası, aşağıda bununla ilgili ipuçları bulacaksınız. Ama bugünkü konumuz bu değil. Bugünkü meselemiz karantina günlerinde sahaf dostlarımız neler yapıyor, günlerini nasıl geçiriyorlar bunu anlamak, varsa yapılabilecek bir şey dayanışma adına onu öğrenmek.
İstanbul’da sahafların biriktiği meşhur Aslıhan Pasajı’nın ikinci katındaki, abarttığımı düşünmeyin ama, herhalde 5-6 metrekarelik iki kişinin zor sığdığı, klostrofobiklerin uzak durması gereken dükkanında tanışmıştık Ümit’le. Yine de o daracık yere tabure atmayı, kahve ısmarlamayı ihmal etmezdi. Nam-ı diğer Hermes Sahaf, tanıyanı da seveni de çoktur Ümit’in, gerçek bir kitap dostudur. O yüzden dostu kitap olanın da dostudur.
Ha bir de, hatırlayan çıkacaktır, o küçük dükkanın kapısında  -soranlardan usandığından olsa gerek- “hiç olmayanlar listesi” asılıydı. Listede nelerin olduğunu tahmin etmeyi size bırakıyorum.
Nadir görüşsek de son yıllarda, hemen sohbeti koyultacak muhabbettimiz hep oldu Ümit’le. En nihayetinde de İzmir'de yeniden buluştuk.
Geçtiğimiz günlerde Sahaflar Kolektifi'nin “sahaflarınıza sahip çıkın” çağrısını görünce, ne yapayım, ben de sahafımı aradım hemen; anlatsana dedim, o da anlattı.
***

Ümit, biz tanışalı heralde 10 yıl oldu, Aslıhan Pasajı’ndaydın o zamanlar. Ama öncesi de var… Anlatsana biraz, kaç yıldır sahaflık yapıyorsun ve nasıl başladın, biraz okuyucumuz da seni tanısın.

Seninle tanışalı on yıl olmuş, sen söyleyince fark ettim. Zaman çok hızlı akıp geçiyor. Tanıştığımızda mesleğe başlayalı iki sene olmuştu, tam anlamıyla çömezdim yani. Gerçi zamanla öğrendim ki sahaflıkta çömezlik bitmiyor. Ustalardan, meslektaşlarından, gelen okurlardan sürekli bir şeyler öğreniyorsun. Bir meslek büyüğümüz çıraklığının bittiğini yirmi beşinci senede hissettiğini söylemişti.
Hikâyemi kısa geçeyim: Tanıyan hemen herkes bilir, ben askerdim, astsubaydım, istifa ettim. Ordudan ayrılma koşulları zor olduğu için on beş senelik mecburi hizmetin bitmesini bekledim ve ayrıldım. Zaten Aslıhan Sahaflar Çarşısı'na gidip geliyordum, sahaf müşterisiydim anlayacağın. Tam o ara, tesadüf, şimdi iyi arkadaşım olan, zamanında çok şey öğrendiğim Ali dükkânını devrediyordu. Bu benim için büyük avantaj oldu tabii, geçiş dönemimi nispeten kolaylaştırdı. Ama bir dükkânı işletmeye başlayınca tezgâhın önüyle arkasının ne kadar farklı olduğunu, esnaflığın aslında nasıl zor olduğunu gördüm. Bizim mektupta da yazar, işimiz körler ülkesinde ayna satmaya benziyor. Öte yandan kiralar, ağır vergiler işin o hep olması gereken romantizmini de süpürüyor.

“Romantizmi süpürüyor” derken benim de gözlemim bir yandan çok özenilen, diğer taraftan da hep tereddütte kalınan bir meslek sanki sahaflık. Hep kitapların içinde olmak güzel, ama online kitap satış sitelerinin çok artması, kitap okuma alışkanlığının değişmesi gibi nedenlerle de eskiye kıyasla bu işi yapmanın koşulları daha mı güçleşti sorusu var, ne dersin?

Yaşadığımız dijital çağ da eski kitap alım satımını zorlaştırıyor. Buna hem e-kitabı, hem benzer basılı olmayan unsurları, hem de basit ve hızlı üretilebilmesi bağlamında korsan kitabı ekleyebiliriz. Korsan üretimler dışındaki kitaplara insanların ulaşması ve yararlanması elbette güzel bir şey ama öte yandan bizim açımızdan alan daralıyor. Buna internetten satış sitelerini de ekleyebiliriz. Dolayısıyla birebir temas, ilişki ve dükkândan satma gibi gerekleri olan bizleri elbette zorluyor. E-ticaret kısmına hızlı reaksiyon gösterdiğimizi ve bu bağlamda satış olanağı bulduğumuzu söyleyebilirim. Hatta kimi zaman lehimize bile sayılır. Ticari bulunmadığı için yeniden basılmayan, e-kitabı olmayan kitapları ülkenin hatta dünyanın her tarafındaki araştırmacılara, akademisyenlere, ilgililere ulaştırma olanağı buluyoruz.
Tabii başka güncel, ülkenin hâllerinden kaynaklı sorunlar da var. Eski dükkân Beyoğlu’ndaydı, malûm. Görünürde Gezi Direnişi'nden önce başlayan ve gittikçe artan Beyoğlu'nu kültürel unsurlardan kopartma politikaları epey başarılı oldu. Görünürde diyorum, çünkü esas mesele her yirmi-otuz yılda bir Beyoğlu'nda uygulanan büyük sermaye/gayrimenkul değişimlerinin bir parçası. Yirmilerde, ellilerde, seksenlerde olduğu gibi. Bu değişimin bir parçası olarak Gezi'den sonra Beyoğlu ıssızlaştı; sinemalar, tiyatrolar, kültür merkezleri kapandı ya da taşındı. Buralara gelen ve aynı zamanda bizim okurumuz da olan insanların başka yerlere kaymasıyla da gündelik olarak faaliyetlerimizi yürütmemiz neredeyse imkânsızlaştı. Çünkü her ne kadar dijital çağa adapte olsak da okurumuzda da bizde de yüz yüze ilişki alışkanlığı var.

Sen de "bir süre sonra" yolunu İzmir'e düşürenlerdensin… Henüz açılışında dükkana gelmiştim, tarihi bir köşkün giriş katında "çok keyifli bir yer olmuş, uğrak yerim olur" diye düşünürken, bu salgın meselesi girdi araya.

Dediğin gibi tam da bu dönemde, biraz da ailevi sebeplerle dükkânı kapatmak zorunda kaldım ve bir seneyi aşkın Manisa'da yaşadıktan sonra İzmir'de dükkânı açmaya karar verdim.
Evden satış yapmak, maliyetleri en aza indirmek elbette mümkündü ama ben de insanlarla teması, dükkâna gelenlerle muhabbeti seviyorum. Öbür türlü dijital al-ver ilişkisi bana hitap etmiyor. Ocak ayında İzmir-Küçükyalı'da büyük bir tesadüfle ve uygun koşullarda kiraladığım bu eski köşkün giriş katında hayal ettiğim, planladığım işlerimi yaparak, sahaflığı zevkle sürdürürüm diye düşünürken bu küresel salgın patladı. Bu da benim şanssızlığım!

Sahaf Kolektifi açıklaması hayli dikkat çekti. Buna açıklama değil de, "mektup" demek belki daha doğru olur. Çünkü herkesin kendine sahip çıkması için bir 'yetkiliye' seslendiği bugünlerde siz doğrudan okurlara, müşteri de değil, dostlarınıza seslendiniz "sahafınıza sahip çıkın" diye…  

Sahaflar olarak bir süre salgının şaşkınlığını yaşadık elbette. Bunu herkes yaşadı. Daha sonra camiamızın küçüklüğü, iki ayrı dernek çatısı altında olsa da örgütlü olmamız gibi avantajlarla organize olduk, Sahaf Kolektifi adı altında bir araya geldik ve malum duyuruyu, senin güzel tabirinle mektubu yayınladık. Bizim işimizde bir süre sonra alıcı-satıcı ilişkisi yerini ahbaplığa, arkadaşlığa bırakıyor, bunun rahatlığıyla durumu ortaya koyan bir mektup yazdık. Esasen "yandık, yıkıldık, mahvolduk" duyurusu değil bu. Bu sadece kargaşanın içinde unutulmama, ihmal edilmeme talebimiz. Yoksa işini kaybeden işçiler, dükkânını açamayan ve e ticaret kapasitesi olmayan küçük esnaf, varken "En çok biz mahvolduk, bize yardım edin!" demek hadsizlik olur.

Basitçe ticarethane gibi görülecek bir iş değil bu, kamusal hizmet sınıfına giren bir tarafı da var. Dolayısıyla belediyelerden ya da başka bir kurumdan sesinize kulak kabartan oldu mu diye yine de sormak istiyorum..

Bu bağlamda belediyelerden de beklentimiz çok düşük. Salgınla mücadele öncelikleri ve oraya yönlendirmeleri gereken gayet kısıtlı bütçeleri var, talep etmek doğru olmaz. Ama elbette bu dert geçtikten sonra toparlanmamız için festival düzenlenmesi gibi katkılarını bekliyoruz, bekleyeceğiz. Kaldı ki hâlâ okurla ilişkimizi sürdürebileceğimiz kanallar var ve bunları kullanmaya -en azından dükkânlara dönene kadar- devam edelim istiyoruz. Bir yandan da asıl talebimiz büyükşehirlerde günübirlik yaşayan ya da taşrada zor koşullarda inatla ve tutkuyla bu işi sürdürmeye çalışan arkadaşlarımızı kaybetmeden, salgını en az kayıpla ve hasarla atlatmak. Bir kısmımız bu süreçte idare edebiliriz, salgın dönemini az kayıpla atlatabiliriz fakat atlatamama ihtimali olanlar var. Çabamız biraz da bu arkadaşlar için. Dediğin gibi işimizin kamusal bir yanı da var, diyelim Burdur'da ya da Van'da tek sahaf var ve bu salgında iflas etti. Bu bence İstanbul'daki eksilmeden daha ciddi ve üzücü sonuçları olan bir durum. O yüzden kolektife Samsun'dan, Bursa'dan, Antalya ve civarından arkadaşları da ekleyerek; aramıza plakçıları, antikacıları da alarak  bütüncül hareket etmeye çalışıyoruz.

Neler yapıyorsunuz bu süreçte?

İşe duyuru/mektupla başladık. Peşinden Sahaf Kolektifi adıyla açtığımız sosyal medya kanallarındaysa içerikler üretiyoruz. Daha evvelden festivallerde yaptığımız söyleşilerin, dükkânlarda yaptığımız muhabbetlerin benzerlerini buralara ekliyor ve bilinirliğimizi sürdürmeye çalışıyor, heybemizdeki bilgilerden aktarmaya devam ediyoruz. Bu arada kendi içimizde de uzaktan -hizmet içi- eğitim benzeri işler yapıyoruz. Salgının devam edeceği varsayımıyla, yakında doğrudan satış yapabileceğimiz, aracısız mecralar oluşturacağız. Bir yandan da çağrıya uyup bizi fark eden, hatırlayan ya da bir kadirşinaslıkla destek olmak isteyen okurların telefonla, mesajla ulaşması sayesinde ufak tefek de olsa satış yapmaya devam ediyoruz. Bu ivmeyi sürdürmek, şu dönemi hasarsız atlatmak için uğraşıyoruz. Okurlarımızın da desteğiyle, salgın geçtikten sonra, hazırlıklarına evvelden başladığımız eğitim programlarıyla eksiklerimiz kapatacak, yine festivaller yaparak okurlarla buluşmaya devam edeceğiz. Bir yandan da hem dijital çağa hem de evrimleşip yeniden karşımıza çıkacak bu virüs veya türevlerinin yaratacağı yeni karantina günlerine hazırlık yapmamız gerekiyor.

Peki sahaf dostlarının bu süreçte yapabileceği neler var, son olarak ne söylemek istersin?

Bu dönemde dostlarımızdan beklentimiz bizimle ilişkilerini kesmemeleri. Şu dönem zaten okuyan insanların okumaya devam ettiği, okumayanlarınsa okuyormuş gibi yapıp -eskisi gibi- fotoğraflar paylaşmaya devam ettiği yani aslında hâlâ kendi küçük okur-yazar-satar evreninde yaşadığımız bir dünya. Dolayısıyla okur dostlarımız önceliği bizlere ve küçük/butik yayınevlerine versinler. Yeni kitaplardan evvel öncelikle ikinci eline baksınlar, böylelikle farkında olmadan geri dönüşüme ve karbon ayak izinin azaltılmasına da katkı verecekler.
Bir de bu karantina zamanlarında kitaplıklarını düzenleyen, fazla gördüklerinden "kurtulmaya" çalışanlar sahaflara ulaşsınlar. Şu dönem az da olsa kitap sattığımız ama kitap alamadığımız bir dönem, bunu telafi etmek için yardımcı olabilirler.
Bu salgın elbet geçecek. Yeniden dükkânlarımıza döneceğiz, ahbaplarımızla buluşacağız. Bu yaşananların, içinde yaşadığımız sistemin krizinin bir parçası olduğunu da unutmadan yeni bir döneme belli aralıklarla tekrarlanacak bu döngüye hazır olmamız gerekiyor Görüldü ki böyle karantina dönemlerinde yanımıza kültürel unsurlar dışında bir şey alamıyoruz. Yoldaşımız biraz kitap, biraz film, biraz müzik. 
Elbet yakında dükkânlarımızda, çayımızla, kahvemizle, muhabbetimizle ve elbette bizleri birleştiren kitaplarımızla buluşacağız!
Volkan Algan / SOL