Ayasofya’dan Kariye’ye; Müzeden Cami’ye…(T. Gül Köksal)
Müzecilik haftası gelince, aklıma ilk olarak kültürel değerlerin kim için ve nasıl müzeleştirildiği geliyor.
Yaşayan şeylerin yerlerinden koparılıp başka bir yerde sergilenmesi fikrine dayanan müzecilik yeni bir şey değil. Müzeler toplumların ürettiği değerleri kendi bağlamlarından ötede yan yana getirerek, resmi tarihe uyumlu, makbul ve kategorize edilmiş bir şekilde yeniden topluma sunarlar.
Kültür politikasının somut mekânsal birer ürünü olarak müzeler, batı dünyasında gün be gün dönüşüyor. Ziyaretçilerini aktif tutan interaktif yöntemlerden, bünyelerindeki eğitim programlarına veya nesnelerin/yerleşimlerin yerinde sunulduğu müzelere dek çeşitlenen yeni müzecilik yollarıyla kültürel hegemonya üretimi devam ediyor.
Burjuva varlığının sergilendiği, değer üretimi ve atamasının sınıfsal olduğu, toplumsal zenginliğin bu sınıflamaya dahil edilmeden görmezden gelindiği müzelerde, çoğu kez kültürel birikim yoluyla toplumsal eşitsizliğin pekiştirildiğini söylemek mümkün.
Türkiye’de ise, batı dünyasını takip eden bu yaklaşım, benzer müzeleri üretiyor. Devlete ait müzelerin yanı sıra Koç, Sabancı gibi sermayedarların kurduğu müzeler de var. Bir de başlığa taşıdığım Ayasofya ve Kariye gibi mütemadiyen ideolojik çatışmaların mekânı olan örnekler var.
Temmuz 2020’de Birgün’e yazmışım; “Müzeden camiye Ayasofya: Siyasal İslami ideolojinin yeni aracı”. Yazıda Ayasofya’nın o dönemki işlev değişikliği müdahalesini tartışmışım (1). Açık Mimarlık programında da bu dönüşümün politik, ekonomik, toplumsal bağlamlarını Yağmur Yıldırım ile konuşmuşuz (2). O dönem Ayasofya’nın müzeden camiye dönüştürülmesi epey bir gündem olmuştu. ICOMOS (Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi Türkiye Milli Komitesi), TMMOB gibi kurumlar yapının tarihi ve mimari niteliklerini işaret ederek müze olarak kullanımını salık vermişlerdi.
Bir tarafta kültürel hegemonyayı müzeleştirme yoluyla, diğer tarafta siyasal islam yoluyla üretme arzusu hakimdi. ICOMOS metni “devlet kararlarının sürekliliğini, devletin Birleşmiş Milletlere bağlı UNESCO tarafı olmasını, Atatürk ve arkadaşlarının kararına saygıyı, en çok ziyaret edilen müze olmasını, barış ve dinler arası kardeşliğin sembolü olmasını” vb. hatırlatıyordu (3).
Öte yandan Ayasofya kurulduğu andan itibaren ideolojik çatışmaların merkezinde sembolik bir yapı olarak tam da ülkenin içindeki yeni gelişen çatışmaları işaret ediyor(du). Bir fetih süreci hakim(di). İlgili yazıda Ayasofya’nın tarihi sürekliliği kadar bu ülkenin tüm değerlerinin, insan-hayvan türlerinin, doğanın, barışçıl, eşit, adil, özgür bir yaşam sürmesi ile eşdeğer olduğuna işaret etmiştim. İdeolojik, sınıfsal, etnik, dini, toplumsal cinsiyet vb. çatışmaların körüklendiği, kapitalist üretim ilişkilerinin bu kasıtlı ayrıştırmalardan beslendiği bir ortamda ihtiyacımız olan şey tüm ayrımları, eşitsizlik ve adaletsizliği ortadan kaldırmak.
Burada mesele Ayasofya’nın müze/ibadet işlevi almasının ötesinde ya da özündeki kilise/cami çatışmasının berisinde nasıl bir ülkede, ne şekilde yaşamak istediğimiz ile ilişkili bir sorunsal. Tartışmayı bu noktadan başlatmak, ulusların çizdiği sınırları da bedenlerimizin, ten renklerimizin, yaşam biçimlerimizin toplumsal karşılığı olan önyargıları da görmemiz için bir fırsat sunabilir. Böyle bir bakış açısı karar verici egemenler karşısında, o sınıfa ait olmayan hepimizin, insan dışı canlıların, doğanın ezilen, sömürülen olduğunu, dini/etnik çatışmalar içinde ıskaladığımız şeyleri yeniden ve yeniden sorgulamamızı imkân tanıyabilir.
Ayasofya cami işlevini aldıktan sonra, bir kısmı ücretli müze de oldu. 2020’de Cumhurbaşkanı açıklaması şöyleydi; “Ayasofya camiine ücretli giriş uygulamasını da kaldırıyoruz. Tüm camilerimiz gibi Ayasofya'nın kapıları da herkese sonuna kadar açık olacak. İnsanlığın ortak mirası olan Ayasofya yeni statüsüyle herkesi kucaklamaya çok daha samimi özgün şekilde devam edecektir”. Ancak Ocak 2024’te Bizans mozaiklerinin restorasyonu bittikten sonra açılan kısma giriş yabancı turistlere 25 Euro, yerlilere 850 TL oldu.
Üstüne Ayasofya’nın “yeniden fethi” Kariye’ye de sıçradı. 1948 yılında Müzeler İdaresi’ne bağlanan Kariye, Ağustos 2020 tarihli Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle cami işlevini aldı ve restorasyon sürecinden sonra 6 Mayıs 2024’te ibadete açıldı (4). İdeolojik çatışmalar sürüyor…
Başta ifade etmeye çalıştığım müzecilik ideolojisine dönersem, kültürel değerlerin bir yere kapatılıp sunulmasından ziyade yaşamdaki akışına değinen Eduardo Galeano’nun şöyle der; “…Kültürel değerler hep hareket içindedir, değişim halindedir ve gerçekliğin meydan okumasıyla karşı karşıyadır; bizatihi gerçeklik de hareket halindedir zaten. Önemli olan onunla ne yapıldığı ve bir toplumun düş kurarken, yaşarken, dans ederken, oynarken, sevişirken onunla ne ölçüde özdeşleştiğidir. Dünyanın olumlu tarafı budur: Mütemadiyen birbirine karışmak ve yeni meydan okumalara yeni karşılıklar bulmak…. Bir çapa, geçmişe demir atan bir hafıza değil, bir mancınık olarak hafıza. Bir yere varmış bir hafıza değil, bir başlangıç noktası olarak hafıza” (5).
Kültürel üretim ve sürekliliği sorunsalı, sistemsel olan içinde metalaştırılıyor. Hafıza ve koruma somutlaştıkça aygıt tarafından kapılıyor. Oysa Galeano’dan çok sık referans verdiğim şu gelenekte öyle olmuyor: Bir seramik ustası artık üretim yapamayacak hale geldiğinde zanaatını bir törenle bırakır. Törende en güzel işini zanaata yeni başlayan bir çırağa sunar, çırak o çömleği alır, yere çarpıp bin parçaya böler. Sonra o parçaları alır, kendi çamuruna katar. Hafıza bir başlangıçtır ve kendi yoluna devam eder…
1. https://www.birgun.net/makale/muzeden-camiye-ayasofya-siyasal-islami-ideolojinin-yeni-araci-3079852 16 Temmuz 2020, https://acikradyo.com.tr/podcast/224918
3. http://www.icomos.org.tr/?Sayfa=Duyuru&sira=72&dil=tr
5. https://birartibir.org/kendi-hamuruna-katmak/
Egemenlik ilişkilerinin sergi alanları: Müzeler (Buse VURDU)
Zamanda ve mekanda tanımlı nesneler, egemenlik ilişkilerinin seçkin birer uğrak noktası olarak müze camlarının ardında yerini alır. Kültürel miras bugünün güçlü bir politik aracı haline gelir.
Müzeler, insanlığın ortak mirasını koruyan ve gelecek nesillere aktaran önemli kurumlar olarak bilinir. Ancak bu kurumların tarihi, sadece tarihi ve kültürel mirasın korunmasıyla değil, aynı zamanda ve daha çok, ekonomik ve politik süreçlerle içli dışlıdır. Müzelerde nesneler geçmişle geleceği bir hikaye etrafında birbirine bağlayan birer unsur niteliği gözetilerek sergilenir. Teşhirde yer alan eserler kadar yer verilmeyenlerin de bir anlamı bulunur. Bugünün hakim kültürel miras anlatısı her ne kadar bütün insanlık için ortak olan değerlere vurguyu içerse de gerçek, egemenlik ilişkileriyle göbekten bağlı çatışmaları içeren politik bir mücadele alanının varlığıdır.
Geçmişin maddi kalıntıları, devletlerin, kişilerin veya kurumların kendi hakimiyet alanlarını, güç ve prestijlerini sergilemenin birer aracı olarak kullanılır. Zamanda ve mekanda tanımlı nesneler, egemenlik ilişkilerinin seçkin birer uğrak noktası olarak müze camlarının ardında yerini alır. Kültürel miras geçmişe yapılan referanslarla bugünün güçlü bir politik aracı haline gelir. Bu politik araç hem ulusal hem de uluslararası arenada söz sahibi olan, ulusal sınırlar içinde genellikle milliyetçi, uluslararası alanda ise sömürgeci ve emperyalist politikalar ile etki gücünü gösterir. Ulusal tarih anlatıları kültürel miras aracılığıyla uluslararası arenada boy ölçüşür.
KRALLIK KOLEKSİYONLARINDAN ULUSAL MÜZELERE
Müzelerin kökenleri Antik Yunan ve Roma dönemlerine kadar uzanırken, modern müzecilik anlayışı 18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa'da şekillenmiştir. Avrupa'nın keşif ve işgalleri sonucunda, sömürgeci güçlerin dünya çapında birçok kültürel mirası yağmalaması geniş koleksiyonların oluşmasına yol açmıştır. Başta kraliyetlere ait olan koleksiyonlar, 18. yüzyıldan itibaren kamuya açılarak müzelere dönüştürülmüştür. British Museum, Louvre Müzesi gibi müzelerin temelleri bu dönemde atılmıştır. Avrupa’da monarşilerin yıkılması ve ulus devletlerin kurulmasına paralel olarak yeni birçok müze kurulmuş, kamusal müzeler ulusu temsil etme misyonu kazanarak ulusal müzeler halini almıştır.
Topraklarındaki eserlere yönelen ilgiyi fark eden, Avrupa dışındaki diğer devletler de 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında kendi koleksiyonlarını oluşturmak için harekete geçmiştir. Bu süreçte çoğunlukla Batılılaşma, modernleşme, ulus inşası gibi motivasyonlarla müzecilik faaliyetleri harmanlanmıştır. Ülkemizde de müzecilik faaliyetlerinin kökeni benzer saiklerle Osmanlı dönemine tarihlenmektedir. 1869’da kurulan Müze-i Hümayun, imparatorluğun ilk müzesi olma özelliğini taşırken Avrupalıların ilgilerine paralel biçimde Klasik Dönem eserlerine odaklanmıştır. Müzeler modernleşmenin bir aracı olarak görülmüş ve imparatorluğun hakimiyet alanı açısından birer yer işareti olarak değerlendirilmiştir. Erken cumhuriyet döneminde ise Anadolu topraklarını öne çıkaran ve Türk ulusunun köklerini bu topraklarda arayan bir arkeoloji pratiği yerleşmiştir. Devlet tarafından desteklenen bu pratik, mekansal açıdan hem içeriye hem de dışarıya Türk ulusunun coğrafi sınırlarının gösterilmesine, zamansal açıdan ise Türk ulusunun tarih öncesi çağlardan bu yana Anadolu topraklarında hak sahibi köklü bir medeniyet olduğunun ispatına dayanmıştır.
YERALTI PİYASALARINDAN SAYGIN MÜZELERE
Koleksiyonların ve müzelerin büyümesinde çalıntı eserlerin rolü 18. ve 19. yüzyıl ile sınırlı değildir. Bugün artık tanımlı bir suç olarak tarihi eser kaçakçılığı, birçok ülkede ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle savaş, işgal, çatışma ve yoksulluk gibi faktörler, kaçakçılığın yaygınlaşmasına zemin hazırlamaktadır. Bu durum, son süreçte Filistin örneğinde de görülebileceği gibi, Orta Doğu, Afrika ve Orta Amerika gibi bölgelerde özellikle belirgindir. Kaçırılan eserler genellikle yeraltı piyasalarında sahte belgelerle, legal görünümlü ticaret yollarıyla dolaşıma sokulur ve son alıcılar genellikle koleksiyoncular, müzeler veya sanat galerileridir. Legal olan ile illegal olanın çizgisinin nerede başlayıp nerede bittiği son alıcıya gelindiğinde önemini yitirmiştir. Ait oldukları topraklardan kaçak yollarla koparılan eserler artık “saygın” koleksiyonerlerin, sanat galerilerinin veya müzelerin ellerindedir.
Kaçırılan tarihi eserlerin iadesi oldukça meşakkatli ve olumlu sonuçlanması -yine güç ilişkileri dahilinde- her zaman mümkün olmayan bir süreçtir. Bir ülkenin tarihi eserlerinin kaçırıldığına veya yasa dışı yollarla satıldığına dair bir ihbar veya şüphe oluştuğunda, öncelikle durumun yetkililerce tespit edilmesi gerekir. Ardından, kaçırılan eserlerin tanımlanması ve belirlenmesi için araştırmalar yapılır. Kaçırılan eserlerin bulunduğu ülke ile eserlerin sahibi veya kaçırıldığı ülke arasında resmi bir iletişim kurulur. Bu iletişim genellikle diplomatik kanallar veya uluslararası anlaşmalar yoluyla gerçekleşir. Kaçırılan eserlerin sahibi veya kaçırıldığı ülkenin yetkilileri, kaçırılan eserlerin iadesini resmi olarak talep ederler. Bu talep genellikle belgelerle desteklenir ve kaçırılan eserlerin kanıtlanmış sahibi olduğunu gösterir. İade talebi, kaçırılan eserlerin bulunduğu ülkenin yasal sistemine göre değerlendirilir. Bu süreç, uluslararası hukukun yanı sıra ilgili ülkelerin iç hukukuna da tabidir. İade talebi, uluslararası anlaşmalara dayanarak veya ülkeler arasında özel bir anlaşma olmadığı durumlarda uluslararası hukuk ilkelerine dayanarak ele alınabilir. İade talebinin değerlendirilmesinin ardından, kaçırılan eserlerin bulunduğu ülkenin yetkilileri bir karar verirler. Bu karar, eserlerin iadesine veya iade edilmemesine ilişkin olabilir. Eğer iade kararı verilirse, eserlerin iadesi için gerekli prosedürler başlatılır. İade kararının verilmesinin ardından, kaçırılan eserlerin iadesi için gerekli lojistik ve yasal süreçler başlatılır. Bu süreç, eserlerin fiziksel olarak iade edilmesi, belgelerin düzenlenmesi ve gerekirse uluslararası nakliyatın organize edilmesini içerebilir.
Bugün British Museum’da yer alan 8 milyon eserin İngiltere dışından çoğunlukla kaçak yollarla müzeye getirildiği düşünülmektedir. Geçtiğimiz aylarda British Museum’da meydana gelen hırsızlık olayları neticesinde birçok ülkenin kendi topraklarından İngiltere’ye kaçırılan eserlerin akıbetini sorduğu ve eserlerin iadesini istediği süreçte İngiltere, eserlerin Londra'da daha iyi korunduğunu, zamanında resmi izinlerle getirildiğini ve söz konusu ülkelerin tanıtımına katkı sağladığını iddia etmiştir. Dahası, İngiltere’nin önde gelen üniversiteleri bu tartışmalarda taraf olacak şekilde, eserlerin İngiltere’ye getirilmesi sürecinde yer alan yerel unsurlara vurguyu içeren, yani bir diğer deyişle topu eserlerin getirildiği ülkelere atan projeler üretmektedir. Bunlardan birisi özel olarak Anadolu ve Yunanistan’dan getirilen eserlere odaklanmaktadır. Yalnızca bu örnekler bile müzelerin sadece tarih ve kültürün somut izlerini sergileyen mekanlar değil, aynı zamanda ekonomik ve politik güç ilişkilerinin bir yansıması olduğunu göstermektedir.
/././
Ayasofya'dan Kariye'ye iktidarın müze savaşı (Şeyma AKCAN)
Kültürel mirasın egemenler arasında bir güç savaşına dönmesi bugünlerde en çok ibadethane-müze tartışmalarında görülüyor. Önce 'hilafet yürüyüşleriyle' camiye çevrilen Ayasofya'yı Kariye takip etti.
Bugün AKP iktidarının kültür ve sanat alanındaki dönüşüm hedefinden müze gibi toplumun kültürel mirasları da payını alıyor. Ayasofya Müzesinden sonra Kariye Müzesi de camileştirildi. Üstelik mesele sadece müzelerin camiye çevrilmesi veya ibadete açılması değil aynı zamanda bu dönüşümle birlikte gelen kültürel, tarihi ve sanatsal mirasa yapılan müdahale…
MS 537’de Katedral olarak kurulan Ayasofya’nın kaderi şu şekilde bir yol izliyor: Katedral (537-1054) Ortodoks katedrali (1054-1204) Katolik katedrali (1204-1261) Ortodoks katedrali (1261-1453) Cami (1453-1934) Müze (1935-2020) Cami (2020-günümüz) Ayasofya'nın müze olarak kalması taleplerine kulak tıkayan iktidarın siyasi bir hamle ile yapıyı ibadete açma çabalarına Danıştay yeşil ışık yaktı. Danıştay 10’uncu Dairesi, Ayasofya'yı müze yapan 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal ederek ibadete açılması önündeki engeli kaldırdı. 2020 yılında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da Ayasofya'nın Diyanet İşleri Başkanlığına devredilerek ibadete açılması kararını imzaladı.
Döneminin en önemli mozaik ve fresk sanatına sahip, birçok sanatçının da esin kaynağı olan Kariye Müzesi de bu yıl müzeden camiye çevrilerek ibadete açıldı. eski Orta Çağ Rum Ortodoks kilisesi olarak 6. yüzyılda kurulan Kariye 1453’ten sonra da elli sekiz yıl daha kilise olarak işlevini sürdürdü, 1511'de cami olarak kullanılmaya başladı. 1945'te ulusal anıt ilan edilen yapı, Bakanlar Kurulu kararı ile 1948 yılında Müzeler İdaresi’ne bağlı bir müze hâline getirildi. Türkiye'nin en çok ziyaret edilen müzelerinden birisi olan Kariye, 2019 yılında Danıştay'ın iptal kararı sonucu Cumhurbaşkanı tarafından Diyanet İşleri Başkanlığı'na devredilmiş olup, 6 Mayıs 2024 tarihinde ibadete açıldı. Kiliseden camiye dönüştürülmesinden sonra, içindeki Hristiyanlık sembolleri, yazılar, bütün freskolar, mozaikler ince bir boya ve kireç badanası ile örtüldü.
Feyyaz Yaman’ın değerlendirmesine göre, “Bugün sayıları 1000’in altına düşmüş Rum toplumu ötesinde evinde Ermeni’sinden, Yahudi’sine, Alevi’sinden, Êzidî’sine hiçbir kutsallık hakkına saygı duymayan bir zihniyet, yüzsüzce insan hakları üzerinden kendi ibadethanesini açma hakkını talep edebiliyor. Bu gidişle Göbeklitepe’yi bile İslam’laştırma gayreti ile ibadete açabilecek ikiyüzlülük, “para”nın kuyruğunda evrensellik-insanlık sözde liderliğini kimseye kaptırmıyor. Yitirilen, kapatılan, yok edilen tüm dünya değerleri adına insanlık kültürüdür. Özgür sanatın eşitlikçi yaratıcılığın tarihi, hafıza mekanları gasbedilemez, edilemeyecek…”
"KARİYE KİMİN İÇİN AÇILDI?"
Sanat tarihçisi Zehra Ergül Kaya "kadın olduğu" gerekçesiyle Kariye’ye alınmadı. Beykoz Üniversitesi Öğretim Görevlisi, Sanat Tarihçisi ve İstanbul uzmanı Zehra Ergül Kaya, Kariye’deki restorasyonu görmeye gittiğini ancak cami olarak açılan alana “Kadınlara yasak” denilerek alınmadığını belirterek tepki gösterdi. Uygulamanın dini ya da hukuki bir izahının olmadığını vurgulayan Zehra Ergül Kaya Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy ve Vakıflar Genel Müdürlüğüne “Kariye kim için açıldı” sorusunu sordu. Uygulamanın kadın hakları ve insan haklarına aykırı olduğunu belirten Zehra Ergül Kaya “Kariye’de başarılı restorasyonu görmeye gidip hayal kırıklığıyla geri döndüm ve sebebi kadın olmam” dedi.
Zehra Ergül Kaya’nın X sosyal medya hesabından yaptığı açıklama şöyle: “Bugün Kariye’ye gittim. Kadın olduğum için cami olarak açılan alana alınmadım. Sanat Tarihçisi ve İstanbul uzmanı olmama ve görevlilerle uzun konuşmalara rağmen “Kadınlara yasak” hiç bir saatte kesinlikle giremezsin cevabıyla karşılaştım. Bu uygulamanın dini ya da hukuki bir izahı yok. Sanat Tarihçisi ve İstanbul uzmanıyım, kadın olduğum için cami mekanına alınmadım. Uzun süren rica ve ısrarıma rağmen ‘Sabah saatleri dahil kesinlikle yasak’ denerek kabalıkla görevli Abdurrahman İnal, Z. Tarhan tarafından engellendim.”
(Evrensel)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder