İntihar ve linç (Atilla Aşut)
Küçük bir alıntıyla başlayalım:
(…) sahibini görünce, elindeki feneri ileri doğru fırlatıp, bir kahraman edasıyla intihar eden ev sahibini kurtarır.” (“Zü’nün Tuhaf İnsanları”, Taşdergi, Mart-Nisan- Mayıs 2023, Sayı: 1)
Adana’da yayımlanan bir dergide yer almış bu satırlar. “Emel Kalender’in Öykü Kitabına Eleştirel Bir Yaklaşım” gibi hayli iddialı bir altbaşlığı da var yazının.
İntihar eden bir insan nasıl kurtarılabilir?
İntihar, özkıyımdır. Daha açık bir anlatımla, kişinin canına kıyması, kendini öldürmesi, yaşamına son vermesidir.
Demek ki yukarıdaki satırların yazarı, intihar etmenin “ölmek” anlamına geldiğini bilmiyor.
Bu trajikomik durumu özetlemek gerekirse şöyle diyebiliriz:
Yazar yazmış, yayıncı yayımlamış, okur okumuş, eleştirmen görmemiş; İNTİHAR EDEN KURTULMUŞ!
Kuşku yok ki ülkemizde “intihar”ın anlamını yanlış bilenlerin sayısı az değil. Dahası, sözcüğün yanlış kullanımı başka alanlara da yayılmış. Örneğin bir televizyon dizisinde, intihar eden kişiye “geçmiş olsun ziyareti”ne gidenleri görmüştük! Demek ki “intihar etmek”le “intihar girişimi” karıştırılıyor…
Bir de “kendimi intihar edeceğim” söylemi var ki evlere şenlik! Sanıyorum başlangıçta kimi senaryolarda mizahi bir söylem olarak yer verilmiş ama daha sonra film repliği olmaktan çıkıp gençlerin gündelik diline de bulaşmış. O kadar ki Can Yücel’in “Vaziyet-i Umumi” adlı ironik şiirine bile girebilmiş:
“bunlar yetmezmiş gibi dışarıda / sokak inşaatı yeniden başladı, / matkaplar gırla…/
kendimi intihar edeceğim bir gün!”
∗∗∗
Benzer bir yanlışı da “linç” sözcüğünü kullanırken yapıyoruz. “Linç”, birilerinin kışkırtılmış topluluklar tarafından dövülerek öldürülmesidir. Yani “linç” olgusunda ölümle sonuçlanan bir eylem sözkonusudur. Oysa yayın organlarında kimi saldırılar için de “linç edildi” ifadesi kullanılıyor. Saldırıda ölüm gerçekleşmemişse bunun adı “linç” değil “linç girişimi”dir.
∗∗∗
ARAPÇA KUTSAL BİR DİL DEĞİLDİR
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, durduk yerde “Arapça, Kuran dilidir” diyerek yeni bir tartışmaya yol açtı.
Dünyada yaklaşık yedi bin dil kullanılıyor. Ama bunların arasında “Kuran dili” diye bir dil yoktur. İslam peygamberi Muhammet, Arap coğrafyasından çıktığı için Kuran da doğal olarak Arapçadır. O peygamber eğer Türkiye’de doğsaydı Kuran da Türkçe olacaktı. Arapçayı “Rabca” (“Tanrı dili”) diye kutsayanlar, Kuran’ın Türkçeye çevrilerek anlaşılmasını istemeyenlerdir.
Diller en genel tanımıyla iletişim aracıdır. Arapça da bu tanımın içindedir ve kutsal değildir. Kuran, Arapça yazıldı diye Arapçaya kutsallık yüklenemez.
İlahiyat Profesörü Şahin Filiz’in çok özlü biçimde tanımladığı gibi, “Arapça, Kuran dili değildir. Kuran Arapçadır, o kadar. Arapça tabelalar da ayet-i kerime değildir.”
HAFTANIN NOTU
Başlamadan biten “yumuşama” süreci!
“Kobani Davası”, beklendiği gibi, hukuka aykırı biçimde sonuçlandı. Kürt siyasetçilere ağır cezalar kesildi. Eski HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş’a 42, Figen Yüksekdağ’a 30 yıl hapis cezası verildi. İktidar ortaklarının yargı üzerindeki baskısıyla elde edilen bu sonuç, “Erdoğan yumuşuyor” yorumlarının ne denli boş olduğunu bir kez daha gösterdi. “Siyasette normalleşme” beklentisinin bu iktidar döneminde gerçekleşemeyeceği de açık seçik anlaşılmış oldu.
Biz bu sürecin başlamadan biteceği görüşündeydik. Düşündüğümüzden de kısa sürdü iyimserlik havası. Bir hafta içinde yaşananlar, yaratılmak istenen pembe tabloyu tuzla buz etti.
Düşünebiliyor musunuz, Türkiye İşçi Partisi Hatay Milletvekili Can Atalay’la ilgili Anayasa Mahkemesi kararını tanımayan bir yargıcı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı yaptılar! Bir gün sonra “Kobani Davası”nda ceza yağdı kumpas mağdurlarına! Tüm yurttaşlarımızı “casusluk” suçlamasıyla karşı karşıya bırakacak “Etki Ajanlığı” tasarısı ise yolda. “9. Yargı Paketi”nden bakalım temel hak ve özgürlüklerimizi budayacak daha hangi hinlikler çıkacak!
28 Şubat kumpas davası dolayısıyla hukuksuz olarak içeride tutulan yaşlı ve hasta paşaların, tam da Kobani kararlarının açıklandığı gün salıverilmeleri, Saray rejiminin en insani konuları bile siyasal amaçları için nasıl sömürmeye çalıştığının kanıtıdır. Bu insanların cezalarının sağlık nedeniyle kaldırılması Saray’ın “lütfu” ya da bir “af” değil, yasa gereği yerine getirilmesi gereken bir yükümlülüktür. Bu yükümlülüğün bir yıl geciktirilerek Kobani Davası’nda ağır cezaların verildiği güne denk getirilmesi, siyasal bir denge hesabının sonucudur.
Ama böyle küçük hesaplarla kimseyi aldatamazlar. Toplum vicdanını yıllardır sızlatan bir yarayı pansuman ederek ya da kamuoyunca tanınan birkaç ünlü hükümlüyü salıvererek “yumuşama” olmaz! Ülkeyi demokratikleştirmenin yolu, göstermelik adımlardan, makyaj önlemlerden değil, Anayasayı tastamam uygulamaktan geçiyor.
/././
Güç yüzüğünü yok etmek (Berkant Gültekin)
Yerel seçimlerin ardından Erdoğan’ın dile getirdiği “siyasetteki yumuşama iklimi” Kobani Davası’nı teğet geçti. 8 yıldır cezaevinde tutulan Selahattin Demirtaş 42 yıl, Figen Yüksekdağ 30 yıl 3 ay, Ahmet Türk ise 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Dava kapsamında birçok siyasetçi hakkında ağır hapis cezaları verildi.
Baştan sona siyasi saiklerle yapılan yargılamadan tamamen rejimin zihin dünyasıyla örtüşen bir netice çıktı. Kişiler özelinde verilen kararlar da ince siyasi hesapların ürünü. Ayhan Bilgen ve Altan Tan’ın beraat etmesi, elbette insanlık ve adalet adına olumlu. Fakat “Beraat kararları, mahkeme heyetinin hukuki kanaatinin mi sonucu, yoksa bu iki ismin HDP siyasetinden ayrılması nedeniyle yapılan siyasi muhasebenin mi…” diye düşünmemek elde değil. Ağır cezalara çarptırılan sanıklar, işledikleri iddia edilen suçlardan mı yargılandı yoksa mevcut denklemdeki siyasal pozisyonlarının bedelini mi ödedi? Cevabı herkes biliyor.
Kobani Davası’nın temyiz sürecini de hukuki değerlendirmeler değil siyasi gelişmeler belirleyecek. Cumhur İttifakı varlığını korursa, Kobani Davası’nda ve Kürt sorununda farklı bir sayfanın açılması zor. Kürt meselesindeki agresif politika ve uygulamalar, ittifakı bir arada tutan harcın en temel bileşeni. Ortaklık devam ettiği sürece Bahçeli bundan taviz vermeyecek, Erdoğan da ona paralel kişisel görüş ve duygularla ama daha çok pragmatist gerekçelerle ortağının sinir uçlarına dokunmayacaktır. Erdoğan’ın olası arayışları ise dengeleri değiştirebilme potansiyeline sahip ama bu mümkün mü?
MANEVRA İÇİN ZEMİN UYGUN MU?
“Erdoğan’ın Bahçeli’den başka kapısına gidebileceği biri var mı?” sorusu önemli. İnşa edilen güvenlik devleti, askeri teknolojiye yapılan yığınak, yoğunlaşan militarist propaganda ve ekonomideki darboğazın getirdiği kısıtlar, Erdoğan’a şimdilik sert bir manevra yapmak için uygun bir zemin sunmuyor.
Erdoğan, MHP’yi ve Bahçeli’yi ideal partner olarak görmekten çok, büyük oranda bu nedenlerle mevcut ittifaka mecbur kalıyor. Farklı bir yoldan yürüme ihtimali doğarsa, MHP’yi sırtından atmak için fırsatı değerlendirmeye çalışabilir. Ne var ki sonsuz bir seçenekler deryası içinde yüzmediği unutulmamalı. Öte yandan MHP ile yolları ayırmak, devlet içi bir krizi de tetikleyebilir.
Bahçeli ise müthiş bir “tavizkârlık” sergiliyor. Hüdapar’ın ittifaka yakınlaşmasını sorun etmiyor, göçmen krizine tepki vermiyor. Erdoğan’ı milliyetçi rüzgarla köşeye sıkıştıracak herhangi bir dinamiğin ortaya çıkmaması için elinden geleni yapıyor. Bunun karşısında, yüzde 50+1’den geri dönülmemesini, sertliğin ittifakı gevşetecek doza düşürülmemesini, devletteki kadrolaşmasına dokunulmamasını ve kriminal dosyalar üzerinden partisinin üstüne gelinmemesini talep ediyor. Elbette devlet politikalarına yön verme noktasındaki belirleyici konumunu da kaybetmek istemiyor.
Süleyman Soylu’nun İçişleri Bakanlığı döneminin sona ermesinin ardından Ali Yerlikaya ile yıldızlarının barışmaması da onun bu beklentileriyle ilgili. Soylu’nun “anti-terör” konseptli bakanlık performansından sonra, uluslararası arenada el zorlayan “gri liste” cenderesinden çıkabilmek umuduyla Emniyet teşkilatını biraz da mafya/çete operasyonları yapmaya yönlendiren Yerlikaya dönemi, MHP’yi belli açılardan rahatsız ediyor. Çünkü çete/mafya ilişkileri bir yerde MHP’li isimlere dokunuyor. Son olarak Ayhan Bora Kaplan davasında Emniyet bürokrasisinde patlak veren ve Bahçeli’nin “Cumhur İttifakı’na darbe” olarak nitelendirdiği çatışma da ittifak içinde yaşanan bu krizin uzantısı. AKP içinde MHP ile yolların ayrılmasını savunan kanat ise dosyaların MHP’yi tartışılır hale getirmesinden ve Yerlikaya’nın izlediği rotadan gayet memnun.
Ancak günün sonunda işin çerçevesini yine siyasi dengeler tayin edecek. Erdoğan, ittifaka ihtiyaç duyduğu oranda Yerlikaya’yı sınırlayacak ama aynı zamanda da bu gerilimi ittifak içi pazarlıklarda MHP’ye karşı bir koz olarak kullanacaktır.
SORUNLU “YUMUŞAMA” ALGISI
Siyasetin salıncağı bir süredir AKP Türkiye’sine özgü bir tarzda hareket ediyor. Siyasi iradenin “yumuşama” ihtimaline, bağımsız olması gereken yargı mekanizmasının kararları üzerinden puan veriliyor. İktidar da bu algıyı kullanma fırsatını kaçırmıyor. Kobani Davası'nda ceza yağdırıldığı günün gecesinde 28 Şubat generallerinin tahliye kararını imzalayan Erdoğan, muhalefetin bütün unsurlarıyla hukuksuzluğa itiraz çatısı altında bütünleşmesini engellemeyi hedefliyor.
Bir davayla ilgili negatif karar çıkarsa, “yumuşama” söylemi eleştirilmeye başlanıyor. Peki tam tersi karar çıkınca, bu hukuki açıdan doğru mu oluyor? Bir siyasi davada, iktidar öyle istedi diye verilen beraat ya da tahliye kararını da “yumuşama” ya da “normalleşme” emaresi olarak görmek ne kadar doğru, bunu da etraflıca düşünmek gerek.
İktidar istedi diye verilen cezalar ne kadar hukuksuzsa, iktidar istedi diye verilen beraat/tahliye kararları da özünde aynı derecede hukuksuz. Evet, haksız yere cezaevinde tutulan insanların özgürlüğüne kavuşması sevindirici ve siyasi güç dengeleri açısından iktidarın buna mecbur kalması olumludur ancak adalet saatinin iktidarın onayıyla doğruyu göstermesi de makbul bir hukuk pratiğiymiş gibi kanıksanmamalı.
Türkiye’de adaleti sağlaması gereken yargı mekanizması, bu sistemde geri döndürülemez bir şekilde yürütmeye angaje edilmiş ve bu durum, öyle ya da böyle içselleştirilmiş. Yumuşamanın veya normalleşmenin akıbeti de yargının tarafsızlaşması ve göreli özerkliğini kazanması üzerinden değil de iktidarın yargıyı güncel ihtiyacına göre kumanda etmesi üzerinden belirleniyor. Bu da herhalde “Türk tipi başkanlık rejimi” gibi mevcut rejime içkin bir “AKP tipi bir yumuşama” hali… Rejim, topluma bunu kabul ettirmeye uğraşıyor.
Aslında ülkedeki bu işleyiş bile Türkiye’nin Erdoğan ve AKP ile normalleşemeyeceğini anlamak için yeterli. Çünkü anormalliği yaratan, “tek adam”ın şahsına göre biçimlendirilen ve fiiliyatta kuvvetler birliğini zorunlu kılan antidemokratik rejim. Anayasa, siyasi gücü sınırlayamıyor; iktidar, yapısal anlamda hiçbir unsur tarafından frenlenemiyor. Yargı, parmakla gösterilene ceza yağdırıyor.
İktidardan adalet beklemek yerine, en başta buna sebep olan denkleme itiraz edilmeli. Esas “normal” orada. İktidar sahibinin “güç yüzüğünü” elinde tuttuğu ve günü geldiğinde onu yine istediği şekilde kullanabileceği gerçeğine son vermeden hiçbir şey gerçek anlamda değişmeyecek. Mesele yüzüğü, onun elinden almak ve bir daha kullanılmamak üzere yok ederek ülkeyi gerçek anlamda demokratikleştirebilmek.
(BİRGÜN)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder