28 Şubat 2022 Pazartesi

Konu savaşsa Batı ikiyüzlüdür - Ronan Burtenshaw/Tribune Mag- Çeviren: Fatih Kıyman / BİRGÜN

 


Savaşın dev dalgaları öyle bir korku yaratır ki bunu ancak savaş alanında bulunanlar anlayabilir. Bomba sesleri, evinizin yanı başından gelen yıkım görüntüleri, kan ve ölüm… Ukrayna’da milyonlar bu tehlikeyle karşı karşıya.

İnsan toplumunda savaştan daha yıkıcı bir güç yoktur. Savaş günbegün ilerledikçe, insan yaşamını paramparça eder. Okullar kapanır, ulaşım durur, sokaklar boşalır. Savaşın dev dalgaları bir yere ulaştığında öyle bir korku yaratır ki bunu ancak savaş alanında bulunanlar anlayabilir. Bomba sesleri, evinizin yanı başından gelen yıkım görüntüleri, kan ve ölüm. Savaş, organize cinayettir.


Ukrayna’da milyonlarca insan bu tehlikeyle karşı karşıya. Putin’in istilası ve yanında getirdiği cinayetler taviz vermeksizin kınanmalı. Konu çatışma oldu mu, bağlamı anlamak önemlidir fakat egemen bir ülkeye tanklar ve savaş uçakları ile girmenin meşru bir gerekçesi olamaz. Savaşın kurbanı olan Ukraynalıları desteklemeli, dayanışma göstermeliyiz. Rusya’nın farklı şehirlerinde sokağa çıkma cesareti göstererek sözde ‘onların adına’ açılan savaşı protesto edenlere de destek olmalıyız.

2019 yılında Ukraynalıların oylarıyla iktidara gelen Volodimir Zelenski Putin’e seslendi, şiddetin durması ve diplomatik sürecin başlatılması için çağrıda bulundu. Kendine demokrat diyen herkes bu çağrıyı desteklemeli.

Savaş yıkıcı bir olgudur ve bu yüzden savaş karşıtı hareketlere her zaman ihtiyacımız olacak. Bu konuda çıkaracağımız ilk ders de şu olmalı: Önce kendi hükümetlerimizi eleştirmeliyiz. Savaşa giden yolun taşlarını döşeyen, güç sahipleri tarafından beslenen milliyetçi efsanelerdir. Putin’in kameralar karşısına geçip saatlerce bu masalları anlattığını gördük fakat bu yalnızca Rusya’da değil, sorumsuzca savaş çığırtkanlığı yapan birçok ülkede yaşanıyor.

IRAK’TA BİNLER ÖLDÜ

Irak 2003 yılında hiçbir provokasyon olmaksızın işgal edildi ve yüz binlerce insan öldü. Yalanlar söyleyerek savaşa sebep olanlar cezasız kaldı. Kariyerleri ve lüks yaşamları hiçbir şey olmamışçasına devam etti.

2011 yılında NATO liderliğinde başlatılan Libya savaşı ülkeyi paramparça etti ve savaş lordlarının eline teslim etti. Yemen’de Suudi Arabistan tarafından başlatılan savaş İngiliz silahlarıyla sürdürülüyor. Birleşmiş Milletler savaşta 377 bin Yemenlinin öldüğünü tahmin ediyor.

Bu yaşamların her biri Ukraynalıların yaşamları kadar önemli. Bu savaşların hepsini bitirmek ve yeni savaşların yaşanmaması için mücadele etmeliyiz.
Kesin olan şu ki, bir tarafın erdemi ve diğer tarafın kötülüğü temsil ettiği varsayımıyla hareket ederek savaşları sonlandıramayız. Halbuki liderlerimiz ve Batı medyası bize her gün bu hikâyeyi yutturuyor. Soğuk Savaş günlerinden beri Batı kendini tüm dünyada demokrasinin ve ifade özgürlüğünün savunucusu olarak betimliyor. Fakat bunun doğru olduğunu savunmak epey güç.

Soğuk Savaş bittiğinde ve Batı güçleri dünyada rakipsizce hüküm sürdüğünde demokrasi savunuculuğu falan yapmadılar. 1996’da Rusya’da yapılan seçimlere açık açık müdahale ettiler ve bugünün Rusya’sını yaratan sürecin taşlarını döşendi.

O seçimde hükümetlerinizin oynadığı rolü ne kadar biliyorsunuz? Yeltsin döneminde yapılan özelleştirmelerin Rusya’da kaç tane ‘fazladan ölüme’ sebep olduğunu biliyor musunuz?

Rusya halkına pazarladığımız kapitalist demokrasi hayali sahte çıkınca Putin gibi milliyetçi bir demagoga bel bağlamaları şaşırtıcı mı? Değil ve üstelik bu tercihi de kendi başlarına yapmadılar. Putin’in yükselişine katkı yapanlar İngiltere’nin istihbaratçılarıydı. Hatta Tony Blair o dönem St. Petersburg’a uçup Putin’in itibarını pekiştirmek için onunla yan yana opera izlemişti. Daha da kötüsü, İngiliz petrolünün çıkarları için liderlerimiz Çeçenistan’daki katliama yıllarca göz yumdu.

Bir yandan katliam yapılırken, İngiliz siyasetçiler Rus oligarklarının parasının Londra’ya akışını izliyorlardı. Rusya’daki özelleştirmelerden nemalananlar, İngilizlerin muhafazakar partisine iki milyon sterlinden fazla bağış yapıyorlardı.

Aynı siyasiler şimdi İngiliz parlamentosunda ahkâm kesiyorlar. Bu lafların hiçbiri Ukrayna halkının derdine derman olmayacak. Batılı liderler için Ukrayna halkı jeopolitik satranç tahtasında piyonlardan ibaret. Hükümetlerimiz adalet, demokrasi ve barışı temsil etmedikçe kimse eylemleri için hesap vermeyecek.
2008 yılında NATO, Gürcistan ve Ukrayna’yı birliğe katılmaya davet etti. Yanı başlarında giderek güçlenen askeri süper güç ile karşı karşıya duran iki ülke için seçenekler gayet netti. Peki, Batı ne tür bir oyun oynuyordu? NATO üyeliğinin gerektirdiği üzere, bu ülkelerden biri işgal edilirse savaşa girmeyi mi planlıyorlardı? Rusya Gürcistan’ı işgal ettiği gün yanıt netlik kazanmıştı. Şimdi daha da net.

Fakat liderlerimiz ısrarlarını sürdürdüler ve Ukrayna’nın Batı blokuna askeri entegrasyonu için çalışmayı sürdürdüler. Ukraynalılara aynı yalanı pazarlamayı sürdürdüler. ABD, İngiliz ve Fransız askeri kudretinin Ukraynalılar için demokrasi ve özgürlüğü koruyacağı yalanını sürdürdüler. Bu hiçbir zaman doğru olmadı ve olmamalı da. Doğu Avrupa coğrafyası bugün nükleer güçlerin savaşına sahne olsa, dünya daha güvenli bir yer mi olacak?

BUNLAR NEDEN YAŞANIYOR?

O halde tüm bunlar neden yaşanıyor? Ukraynalılar kaderlerine terk edilmek için bu yolu neden yürüdüler? Rusya’nın kapı komşusuna Amerikan füzeleri yerleştirilmesine göz yumacağına gerçekten inanan oldu mu? Göz yummadılar ve bunun gerekçesi ABD’nin Guadalajara’ya Çin füzeleri yerleştirilmesine izin vermemesiyle aynı.

Bugün Ukrayna’da dökülen kan için Putin’i kınamaya hakkımız var. Uluslararası hukukun ihlalinden ve meşru görülemeyecek bir katliamdan söz ediyoruz. Her halükârda, yaşanan krizde kendi hükümetlerimizin oynadığı rolü düşünmeliyiz.

Sürekli kendini yücelten siyasi ve medya sınıfına karşı gerçekleri telaffuz edebilecek tek taraf, savaş karşıtı harekettir. Savaş karşıtı hareketin sesine kulak vermemiz için başlıca gerekçe de bu. Savaş karşıtlarının analizlerine katılmayabilirsiniz fakat bakış açılarına her halükârda kulak vermelisiniz. Düzenin oyuncuları da savaş karşıtlarını bu yüzden susturmaya çalışıyorlar; dünyaya bakışları tüm çıplaklığıyla teşhir edilmiş oluyor.

Düzenin şahinleri çok aktörlü ve açık diyaloğa dayalı bir dünyayı savunanlara gülüp geçiyorlar. Bunu nahif buluyorlar. Bu yaklaşımın Putin gibi bir lideri asla bastıramayacağını söylüyorlar. Peki onların dövüşken söylemleri neyi başardı? Üstelik şunu da soralım; ülkelerin dış politikasına yön verenler neden başarısızlıkları için asla hesap vermiyorlar?

Yanıtlardan biri, daima bir günah keçisi bulunmasından geçiyor. İngiltere parlamentosunda bir araya gelip savaş karşıtı bildiriye imza atan 11 İşçi Partisi milletvekilini topa tutuyor, bu insanları Putin’in kuklaları olmakla ve vatan hainliğiyle itham ediyorlar. Aynı dövüşken üsluplarını ülke içindeki ‘düşmanlara’ yöneltiyor, dikkatleri bizi bu savaşa götüren süreçte hiçbir rolü olmayan kişilere çeviriyorlar.

Tarih tekerrür ediyor. Savaşa sebep olan hükümetler, Ukraynalılara sığınmacı vizesi vermeyi reddediyor, mülteci karşıtı yasalar yürürlüğe koyuyorlar. Otoriter rejimlere silah satmayı sürdürüyorlar. Asla korumayacağı ve umursamayacağı insanlara hayaller satan Batı’nın, özgürlük ve demokrasi savunucusu olduğu efsanesi de sürüp gidecek.

Sahip olduğumuz tek alternatif, değerler üzerine kurulu savaş karşıtı bir hareket. Dünyada hüküm süren savaş çığırtkanı liderlere karşı tek dayanışma silahımız budur ve buna her zamankinden fazla ihtiyacımız var.

BİRGÜN

Kılıçdaroğlu'nun 28 Şubat kararı: Cumhuriyet'le hesaplaşmayı Erdoğan'a ve 100. yıla bırakmadı - Aydemir Güler / SOL ANALİZ

 Kemal Kılıçdaroğlu 28 Şubat 2022’de 28 türbanlı kadınla bir araya gelecekmiş… Cumhuriyetçiliğin mezarına son çivinin bugün çakılacağını sananlar varsa avuçlarını yalarlar.

Bundan yirmi beş yıl önce başbakan Necmettin Erbakan’dı. Yani Erdoğan öncesi çağda Türkiye İslamcılığının tarihsel liderliğini yürütmüş olan şahsiyet… Haziran 1996’da Cumhurbaşkanı Demirel bir hükümet krizinin ardından görevi kendisine vermiş, o da Demirel’in Çiller’e devrettiği Doğru Yol Partisi’yle koalisyon yolunu tutmuştu.

Yeri gelmişken; işte burjuva siyaseti böyle bir partiler mezarlığıdır! Çok uzak olmayan bir geçmişten söz ederken bile ahı gitmiş, vahı da kalmamış birtakım partilerden söz etmek durumunda kalıyoruz…

DYP ve Refah Partisi’nin protokolünde hükümete bayağı uzun bir ömür biçiliyormuş olsa gerek ki, Necmettin Hoca’nın iki yıl sonra başbakanlığı Tansu Hanım’a devretmesi öngörülmüştü. Koltuğun keyfini o da biraz sürecek, sonra da seçim olacaktı. Öyle olmadı…

28 Şubat 1997’de Milli Güvenlik Kurulu toplantısının resmi çıktısı olarak yayınlanan bildiri siyasal atmosferi değiştirdi. Daha sonraları konuyu değerlendirirken, Erbakan “ya Orduya rest çekip ayrılacak, ya da uzlaşacaktık” diyor. İstifasını vermek yerine yirmi beş yıldır lanetlene lanetlene lanetlenmesi bitmeyen MGK bildirisine başbakan sıfatıyla imzasını koydu Erbakan. Bunların uzlaşmaları böyle acayip oluyor. Siyasal bir uzlaşmadan ziyade ikiyüzlülük, riya, takiye gibi kavramlara uyuyor.

Erbakan uzlaşmacılığı genel başkanı olduğu RP hakkında kapatma davasına engel olmadı… İmzalamak yetmemişti, yalaması gerekiyordu. 1995 seçimlerinde “Tamam İnşallah” yazan son afişlerinde sergilenen o afra tafrasını hatırladığımız İslamcı partinin lideri Haziran ayında istifasını sundu. Ama protokolde Demirel’in imzası yoktu ki! Hoş; olsaydı da Süleyman Bey’in ünlü oportünizmi “dün dündür bugün bugündür” veciziyle çıkardı işin içinden. Cumhurbaşkanı hükümet kurma görevini Çiller’e vermeyerek yeni bir oyun başlattı. Ülke önce 1999, sonra 2002 seçimlerine kadar dinci partiyi dışta bırakan koalisyonlar tarafından yönetildi.

Bugün memlekette anılan “kara gün”ün politik manası dinci partinin hükümet dışına çıkartılmasıdır. Üstelik birkaç yıl içinde bir daha geri gitmemek üzere dönecek şekilde dışına çıkartılması!

Bu arada 2000 yılında Cumhurbaşkanlığına yeni bir isim, Ahmet Necdet Sezer seçildi. 2001 Şubat’ında bir toplantı çıkışında başbakan Ecevit, sinir küpü halinde ve henüz sağlığı bozulmamış olmasına karşılık eli ayağı tir tir, Sezer’in kendisine Anayasa kitapçığını fırlatıp olmayacak hakaretlerde bulunduğunu basına açıkladı. Ekonomi anında takla attı.

Epey zaman sonra Sezer aralarındaki anlaşmazlığın Bülent Ecevit’in Erbakan’ın yeni partisi Fazilet’in kapatılmaması için kendisinden bir şeyler yapmasını isteyip durması olduğunu anlatacaktı. Kitapçık ise havada uzun süre uçtuktan sonra 2002 Kasım ayında AKP’nin seçimin galibi olmasıyla inecekti yere…

Fazilet’in kapanmasına engel olamayan ve Fethullah Gülen’le sıcak ilişkileri bulunan Ecevit’in siyasi yaşamı parkinsonla kapanmak zorunda değildi, ama öyle oldu. 2000’li yıllara damga vuracak ekonomi politikalarının mimarı Kemal Derviş’i de o çağırmıştı iş başına. Sosyal-demokrasinin başına geçen Deniz Baykal, Ecevit’ten eksik kalmadı ve Tayyip Erdoğan’ın siyasi yasağının kalkması için üstüne düşeni yaptı. Onun da Cübbeli Ahmet Hoca’yla yakınlığı biliniyordu.

Bu hep netameli bir tarihtir. Ecevit’in Meclis kürsüsünde başörtüsünü ipe çekerken kapalı kapılar ardında İslamcılara gösterdiği hoşgörü nedir? Amerikalı Derviş’i herhalde hatırlatanlar olmuştur. Bu loş ortam burjuva siyasetinin bir diğer vazgeçilmez özelliğidir. Kimin elinin kimin cebinde olduğu açık edilemeyeceği için yarı karanlıkta yaşarlar. Ancak bu detayların gün gelip aydınlatılması yararlı olacaksa da, esas olan işin dedikodu faslı değil, siyasal, sınıfsal özüdür.

On yılda ters yüz

28 Şubat nedir, neden ana muhalefet partisi laik cumhuriyeti kurmuş olmaktan dolayı taşıdığı vicdan azabını gidermek için o tarihi seçer?

İddia odur ki, Türkiye’de laik dikta rejiminin asker çizmeleri altında çok İslamcı ezilmiştir ve 28 Şubat İslamcılardan özür dileme günüdür.

Laik sanılan ama Türk-İslam sentezci 12 Eylül cuntasının yetiştirmesi askerler 28 Şubat bildirisinin ilan ve teyit ettiği “irtica ile mücadelenin” bin yıl süreceğini söylemişlerse de, yirmi beş yıl sonra elde avuçta bir şey kalmamış gibidir.

İlk ters yüz edilme vakası ise onuncu yılda karşımıza çıkmıştır. 2007’de 12 Eylül türünden laik askerlerle imamların partisi AKP el sıkışacaktır.

İyi de, nedir bu 28 Şubat? 28 Şubat irticayla mücadele derken Türkiye’de dinci gericiliğe köstek mi olmuştur, yoksa destek mi? 28 Şubat’la düzeltmek istenen bir şeyler olduğu kesindir. Peki, öncesi ve sonrasıyla birlikte değerlendirildiğinde Türkiye’de nelerin düzeltilmeye tabi tutulduğu söylenebilir? Kuşkusuz siyasal gelişmeler toplum mühendislerinin ürünü değil, karmaşık siyasal mücadelelerin sentezi olarak biçimlenir. Ama 28 Şubat’ta ortaya konduğu iddia edilen ve bugün lanet okunan inisiyatif nasıl bir kırılmaya uğramıştır? Veya uğramış mıdır?

On yıl sonra, 2007’de Genelkurmay sitesine asılma yoluyla bir “laik TSK” bildirisi daha yayınlanır. Ancak sadece bir hafta sonra dinci başbakan Erdoğan ile laik genelkurmay başkanı Büyükanıt Dolmabahçe’de bir araya gelir! Kılıçdaroğlu’nun mantıken o buluşma tarihini de atlamaması ve bu kez hayırla anmak üzere bir etkinlik düzenlemesi gerekir…

Dolmabahçe’yle birlikte rastlantı olduğunu söyleyemeyeceğimiz biçimde, o sıra yüksek seyreden Cumhuriyet Mitingleri boşa düştü.

Seçim olacaktı; mazlumluğu iyi satan ama bunun yanına bir de askerleri dize getirişini ekleyen AKP seçim kazandı.

Sezer’in görev süresi bitiyordu; son laik devlet başkanı olduğundan kuşku duyamayacağımız Ahmet Necdet Bey koltuğu Abdullah Gül’e bıraktı.

AKP değil, ama hakkındaki kapatma dosyası kapandı. Onun yerine Ergenekon davası açıldı.

Ergenekon kumpasının ciddiye alınmaması mümkün değildi; Hrant Dink 19 Ocak 2007’de öldürülmüştü! Biliyoruz ki, Dink katledildiğinde bütün istihbarat ve emniyet mekanizması Fethullahçıların eline geçmiş bulunuyordu.

28 Şubat 1997’de çekilen fotoğrafta yükselen İslamcılığın tasfiye edilmek istendiği resmedilmişti. On yıl sonra artık 1923 Cumhuriyeti topa tutulmuş, dökülmeye başlamıştı bile…

Bu on yıl boyunca sosyal-demokratlar İslamcıların yoluna halı sermeye çalışmış, bunda başarılı da olmuşlardı. İslamcılarsa zaten liberallerle cephe halindeydiler. Mücadele ediyormuş gibi görünmek de askerlere düşmüştü; ki, o da lazımdı! Anlayacağımız, hepsi oradaydı…

Bu on yılda İslamcı partinin kadroları için saha temizliği yapılmıştı. Eski liderliğin Batı karşıtı demagojisinin yerine liberal, AB’ci, merkez medyanın “değiştiler, değiştiler” diye anons edebileceği bir kadro almıştı. Bu parti kapatılmıyor, sadece uyarılıyordu. Herhalde dikkat etmesi, Türkiye toplumunun laiklik sinirleri el birliğiyle alınmaktayken aptalca işler yapmaması için!

Bu on yılın bir bölümünde İslamcıların da üstünde oynayabilecekleri bir ekonomik zemin bizzat sömürge valisi kılıklı bir ekip tarafından inşa edildi. Kriz vardı ve hiçbir şey bundan daha kötü olamazdı. Kemal Derviş de pek sempatik ve bilgili bir teknokrattı…

Kürt sorunu da bir başka zemine taşınmıştı bile. 1999’da çok devletli bir operasyonla yakalanan Öcalan, hapishane adasında barış sürecini bekliyordu. En kolayı solda AKP’nin demokratik devrimini selamlayan unsurları öne çıkartmak oldu; ne yazık ki… Kürt milliyetçiliği ise liderini yakalatan istihbarat örgütlerinin Batılı emperyalist patronlarını demokrasi mücadelesinde yanında bulmaktan pek mutlu oluyordu. “Hepsi oradayken” emperyalizm nasıl eksik kalabilirdi ki…

On yılda gerçekten de siyasal hayat ülkemizde ters yüz mü oldu? Birinci Cumhuriyetin laik direnişi İslamcıların saldırısına dayanamamış mıydı? Cumhuriyet’in yıkılası bir diktatörlük, asker vesayeti, içe kapanma ve Kürt sorununa askeri çözümsüzlük anlamlarının hepsine birden geldiğinin tescillenmesi kimin eseriydi?

Geldik 2022’ye… Kılıçdaroğlu’nun Şubat’ın 28’inde 28 türbanlı kadınla buluşacak olması bu soruların yanıtını içermektedir. Kılıçdaroğlu’nun 25 yıl geriden çıkartılan mesajı geleceğe verilmektedir. Buna göre Türkiye siyasetinde İslamcılığın mazlum ilan edilmesiyle çizilmeye başlanan tasarımın gelecekte tastamam korunacağı ilan edilmektedir. Tayyip Erdoğan 2023’ü Cumhuriyetle hesaplaşma yılı ilan etmişti. Kılıçdaroğlu buna gerek kalmadığını, 2022’de kayıt altına almaktadır. Cumhuriyet’in mezarına bir tas su da kurucu partiden serpilmektedir.

Stalin’in pek sevdiği bir soruyu ödünç alırsak, bu bir tesadüf müdür?

Tarihin yanıtı

Bu soruya artık “tarih” yanıt verebilir. 28 Şubat 1997’nin üstünden çeyrek asır geçmiş bulunuyor. Sözünü ettiğimiz Cumhuriyet tarihinin topu topu 100 yıl çektiğini düşünürsek, bu süre azımsanamaz. Öyle “konjonktür”, “dönem” gibi terimlerin yerine tarih kavramının tercih edilmesi yerinde olacaktır.

28 Şubat süreci, 1923 Cumhuriyetinin yıkılış tarihidir. Bugün devam ettirmeye çalışmaları, daha doğrusu üstünde tepinmeleri bundandır.

Hiçbir anında emekçiler açısından demokratik bir karakter taşımamış olan Cumhuriyet’in yurttaş kategorisi ile kapitalist yol arasındaki uyumsuzluk on yıllar boyu adım adım, bazen de sıçramalı biçimde şiddetlendi. Kapitalist Türkiye’nin 1970’lerdeki krizinden sonra 12 Eylül faşizmi, “yurttaşı” Türk-İslam senteziyle ve cemaatlerle kuşatma stratejisini ilan etmişti. Emekçi yurttaşların hakkını aramasının yerini sadaka kültürü almalıydı. 28 Şubat, öncesindeki bu tercihle ve sonrasında aynı yöndeki AKP pratiğiyle birlikte okunmalıdır.

Laikliğin ilgası öyle bir çırpıda yapılabilecek iş değildi. Şeriatçıları toplasanız çarpsanız bu ölçüde bir siyasi enerji çıkmazdı. Laik Cumhuriyet kriminalize edilmeliydi. 28 Şubat sahneye silahı çıkartıp koymuş oldu. Gericiliği durdurmak için kullanılmayan bir silah, gericiliğin silahlandırılması anlamına geliyordu. Bunları silahlandırmanın en iyi yolu cahil köy imamı imajını silmekten geçiyordu. Ve silah illa ki patlayacaktı. Yalnızca Hrant Dink değil, Diyarbakır’ın Sur’u, Gezi’nin çocukları, intihar eden müzisyenler, kovite teslim edilen emekçiler, yurtdışına kaçan hekimler, Suriye’de ölen ve öldürenler… Saymakla bitmeyen bir uzun liste Cumhuriyet’in tasfiyesiyle bağlantılıdır.

Cumhuriyet bağımsızlıktı. Kapitalizm yolu ise emperyalizme entegrasyon. Türkiye kapitalizmi krizini aşmak için emperyalizmle tam boy bütünleşmeyi tercih etmek durumundaydı. Yurtta Sulh Cihanda Sulh’un yerini küreselleşme, sınırların önemsizleşmesi, uluslararası tahkim ve Avrupa Birliği alabilirdi. Bunu yaptılar. İslamcısı, solcusu, demokratı, faşisti, liberali yurtseverliğin kriminalize edilmesi için Avrupacılıkta birleştiler.

Sovyet sonrası döneme girilmişti ve emperyalizm Ortadoğu’da eski dengeleri yerinden oynatmak istiyordu. Türkiye ilk oynatılan taşlardan biri oldu ve başkalarını oynatmak için işlev üstlendi. Irak’ın işgalinde rol almak için takvim henüz erkendi, ama sıra Suriye’ye gelene kadar süreç olgunlaştı. Bunu yılların NATO’cuları kolay kolay beceremezdi. Onlar yerine yıllarca Batı karşıtı bir demagoji yürütmüş olan İslamcılar, Osmanlıyı diriltme fantezileri üstünden iş görebilirlerdi. Öyle de oldu…

Kapitalizm sonsuz kâr arayışıdır. Kamu yararını kendi kârından yapılan hırsızlık sayacak kadar ahlaksızlaşan bir sınıftan söz ediyoruz! Türkiye Cumhuriyeti hakkında son komünist devlet bile denildi ve özelleştirmecilik aldı yürüdü. Bu işleri de on yılların soyguncularının bizzat yapması pek sempatik görülmeyecekti. İmamlara yaptırmayı akıl ettiler! Demokratikleşme, Batılaşma, Müslümanların özgürleşmesi, hepsi kamu işletmelerine el koyma, akla gelebilecek her şeyi metalaştırma paketinin parçası yapıldı.

Müslümanlara zulmün simgesiyse türbandı. Kız çocukları dendiğinde tarikat kültüründe akla ne geldiğini yaşadık ve öğrendik: Taciz, tecavüz! Ama cumhuriyetin yarattığı kamuoyu kız çocuklarında somutlanan bir yasağın arkasında duramayacaktı. Buradan yola çıktılar ve Kurtuluş Savaşı’nı “keşke Yunanlılar kazansaydı” bile dediler. Çanakkale’ye köprü yapma bahsi açıldığında “Çanakkale Geçilir” diye şaka yapmak geldi akıllarına! Türban, ta 1990’larda komünist öğrencilerin yazdıkları gibi dinci gericiliği örtüyordu. Dinci gericiliği ve Cumhuriyeti yıkma operasyonunu!

28 Şubat 1997’yi izleyen çeyrek yüzyıl bu sürece sahne oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nde tarihsel ilerleme kapsamında görebileceğimiz, birer kazanım sayabileceğimiz, gerisine düşmeyi halkın çıkarları açısından asla kabul etmeyeceğimiz ne varsa, hepsine tecavüz ettiler. 28 Şubat bu gelişmelerin önünü açmaya yaramıştır.

Geriye düşmemenin formülü…

Formül basittir. Geriye düşmemek için ileri yürünmesi gerekir. 28 Şubat laikliği savunamazdı ve gericiliğin önünü açması kaçınılmazdı.

Bu kaçınılmazlığı görmeyen 28 Şubatçılar aptaldır.

Bu kaçınılmazlığı bile isteye inşa edenlerse alçak…

Tarihin hükmünü vermesi için 25 yıl yeter de artar bile. 28 Şubat Türkiye’de sermaye düzeninin dinci-liberal döneminin inşasında dönemeç noktalarından biridir.

Dincilikle de sermayenin diğer ilkeleriyle de mevcut durumu muhafaza ederek değil ileriye yürüyerek mücadele edilir.

Tarihsel ilerleme olarak burjuva cumhuriyetini ilerletmek ve dolayısıyla sahip çıkıp korumak artık sosyalizmle mümkündür. 28 Şubat’ın aptalların mı alçakların mı hanesine yazılması gerektiği bizi ilgilendirmiyor. “Şimdi onun zamanı mı” diye sosyalizme burun kıvıran, “önce mevcudu elde tutalım, fazlasını sonra düşünürüz” diyenler işin bu kısmıyla uğraşabilirler.

Bizse başladığımız yerden bitirelim. Kılıçdaroğlu’nun konukları laikliğin nasıl bir zulüm olduğunun resmini çekecekler belli ki. Bu koca yalan, artık geçmişte kalan laiklik uygulamalarını hedef alıyor olamaz. Yeni hedefleri, tüm yurttaşların hem yasalar önünde hem de toplumsal yaşamda eşit olacakları bir işçi sınıfı laisizmidir.

Türkiye’nin geleceği oradadır.

 Aydemir Güler / SOL ANALİZ


TARİHTE BUGÜN (28 ŞUBAT)



1947    25 yaşında idam edilen, devrimci Deniz Gezmiş'in  doğum tarihi.

2015    Usta yazar Yaşar Kemal hayatını kaybetti.

1921    TBMM'de ilk bütçe kabul edildi.

1937     Meteoroloji Genel Müdürlüğü kuruldu.

1997    Milli Güvenlik Kurulu muhtıra verdi; Laik devlet ilkesine aykırı hareketlerin arttığına dikkat çekilerek Refahyol hükümetine bir dizi önlem önerildi. 28 şubat süreci başlamış oldu.

1958    İstiklal Marşı'nın bestecisi Osman Zeki Üngör vefat etti.

1980    Döviz karşılığı askerlik yasa tasarısı Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kabul edildi.

1996    Türkiye Büyük Millet Meclis'i Genel Kurulu'nda "öğrenci harçlarına hayır" yazılı pankart açan 12 üniversite öğrencisi tutuklandı.

1995    Sivas'ta öğrencilerin gittiği kafeteryayı tarikat üyesi 12 kişi bastı "Oruç yiyorlar" diye sopa ve zincirlerle öğrencilere saldırdı; 7 kişi yaralandı.

1991    Irak müttefiklerle ateşkes antlaşması imzaladı Irak'ın 6 ay 25 gün süren Kuveyt'i işgali son buldu.

1986     İsveç Başbakanı Olof Palme öldürüldü Başbakan Palme savaş karşıtı ve Üçüncü Dünya ülkeleri yanlısı bir dış siyaset izlemesi ve Vietnam'da Amerika Birleşik Devletleri müdahalesine karşı çıkışıyla biliniyordu.

1953     Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında Dostluk ve İşbirliği Antlaşması "Balkan Paktı" 1953 yılı bugün imzalandı.

1945    Birleşmiş Milletler Beyannamesi Türkiye tarafından imzalandı.

1973    Gazeteci Rahmi Turan ile Necdet Onur, Süleyman Demirel ve eşine hakaretten mahkûm oldular.

1989    İstanbul Barosu Başkanı Orhan Apaydın o yılki "İnsan Hakları ve Hukuk Ödülünü" açıkladı Ödül dışkı yedirilen Yeşilyurt köylüsüne verildi

1984    Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı19 Mayıs törenlerinde kız öğrencilerin kısa şort giymelerini yasakladı.

                                                     Dönemin Bakanı Vehbi Dinçerler

1943     İki dereceli son seçim yapıldı 455 milletvekili içinde,14 kadın, 4 gayrimüslim ve 21 de Müstakil Grup üyesi bulunuyor.

1876    Haydarpaşa demiryolu işçileri greve çıktı.

1949    İstanbul Şehzadebaşı'nda Özel Gazetecilik Okulu açıldı.

1990     Yassıada yargılamalarını yapan Yüksek Adalet Divanı'nın başkanı ve emekli Anayasa Mahkemesi Üyesi Salim Başol vefat etti.

2001     Ulusal Bank'a el konuldu.

1986    Dünya Barolar Birliği başkanvekili ve İstanbul Barosu eski başkanlarından Orhan Apaydın vefat etti.

1985    Sanat tarihinin Türkiye'de bir bilim dalı olarak yerleşmesine önemli katkılarda bulunan Profesör Mazhar Şevket İpşiroğlu vefat etti.

2015    Çözüm sürecinde tarihi açıklama. Terör örgütü PKK silahları bırakmak amacıyla olağanüstü kongreyi davet edildi.

2014    17 Aralık Yolsuzluk soruşturması kapsamında gözaltına alınan Reza Zarrab ve Bakan çocuklarının da aralarında bulunduğu 5 kişi tahliye edildi.

2012    Celal Hafifbilek,yazar ve gazeteci vefat etti.

1922     Mısır, Birleşik Krallık'tan bağımsızlığını kazandı.

1935    DuPont'ta çalışan Birleşik Amerikalı kimyacı Wallace Carothers, naylonu icat etti.

1972    Amerika Birleşik Devletleri başkanı Richard Nixon'ın Çin'e düzenlediği resmî ziyaret sona erdi. Burada Mao Zedong'la da görüşen Nixon, Çin'i ziyaret eden ilk ABD Başkanı oldu.

1942    İstanbul Vezneciler'deki Zeynep Hanım Konağı (İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi binası) tamamen yandı.
 
1977    Malatya'da İnönü Üniversitesi ile iki yüksek okul hizmete açıldı.

1990    1989'un kasım ayında silahlı saldırıda ağır yaralanan gazeteci Kamil Başaran öldü.

1994     NATO, tarihinin ilk saldırısını Sırplara karşı gerçekleştirdi.

2003     Ankara 1 Numaralı DGM, kapatılan DEP'in 4 eski milletvekilinin yeniden yargılanma istemini kabul etti

2007    7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in, bir gazetede yer alan ''Türkiye ileride eyalet sistemine geçebilir'' şeklindeki açıklamaları tepkilere neden oldu.




    

27 Şubat 2022 Pazar

Faşizmin ayak sesleri: Reichstag Yangını (Selçuk KOZAN) + Faşist iktidarı pekiştiren yangın: Reichstag (Ercüment AKDENİZ) - EVRENSEL

 Faşizmin ayak sesleri: Reichstag Yangını (Selçuk KOZAN)

27 Şubat 1933’te Reichstag binası (Almanya Parlamentosu) kundaklanarak yakıldı. Bu sabotajın nasıl planlandığı açıklığa kavuşmasa da Hitler iktidarı bunu nasıl kullanacağını bildi.

27 Şubat 1933’te Reichstag binası (Almanya Parlamentosu) kundaklanarak yakıldı. Yangının hükümeti devirmeye yönelik bir komünist eylem olduğunu iddia eden Şansölye Adolf Hitler, Almanya’da mutlak gücü ele geçirmek için iyi bir bahane olarak kullandı. Böylece Nazizmin yükselişinin yolunu açtı. Reichstag Yangını, muhalif kesimlere, özellikle Almanya Komünist Partisi’ne (KDP) yüklendi. Bu sabotajın nasıl planlandığı halen açıklığa kavuşmasa da kesin olan şey, Hitler iktidarının bunu nasıl kullanacağını bilmesiydi.

HİTLER FAŞİZMİNİN YÜKSELİŞİ

Almanya’da 1930’ların başında yaşanan ekonomik kriz, hükümeti daha fazla kaosa sürükledi. Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg kısa süre içinde birkaç başbakanı değiştirmek zorunda kaldı. 30 Ocak 1933’ün sonlarında, komünist ve diğer solcu muhaliflere karşı, Nazilerle ittifak kurarak, Hitleri şansölye ilan etti. Mart ayında yapılacak seçimler öncesi, Naziler kendisine muhalif olan kesimlere yönelik baskıları yoğunlaştırdı. 4 Şubat’ta Hitler kabinesi, basın özgürlüğünü kısıtlayan ve polise toplantı ve yürüyüşleri yasaklama yetkisi veren geçici “Alman Halkını Koruma Kararnamesi"ni yayımladı.

İçişleri Bakanı Hermann Göring, özellikle komünistleri hedef alarak, partinin Berlin’deki genel merkezine 24 Şubat’ta bir baskın gerçekleştirdi. Kayda değer bir şey bulamamalarına rağmen, silahlı isyana teşvik eden broşürler ve kışkırtıcı materyaller bulduklarını iddia ettiler. Halkı komünist tehlikeye karşı koruduklarının propagandasını genişleterek sürdürdüler.

REICHSTAG YANGIN KARARNAMESİ

Çok hızlı bir şekilde çıkarılan “Reichstag Yangın Kararnamesi” ile temel haklar ortadan kaldırıldı. Bu kararnameyle, siyasi muhaliflere yönelik baskı ve tutuklamalar büyük ölçüde genişletildi. Kalıcı bir olağanüstü hal uygulamasıyla birlikte hukukun üstünlüğü kısa sürede tasfiye edildi. Diktatörlüğün kurulması ve faşizmin yavaş yavaş kurumsallaşması için büyük bir fırsata dönüşmüştü. Hitler iktidarı bu yangını en iyi şekilde kullanacaktı. Yangın öncesi yaydıkları söylentilerle, komünistlerin Almanya çapında çeşitli eylemlerde bulunacakları ve Almanya’yı Bolşevikleştirmeye yönelik bir çaba içinde olacağı hızla yayılıyordu. 30 Ocak 1933’te Almanya Şansölyesi olan Hitler daha bir ay olmadan, yangını bahane ederek, dönemin başkanı Paul von Hindenburg’u uyararak komünistlerin Almanya için büyük tehlike olduğu ve bunlarla mücadele etmesi konusunda ikna etti. Hitler tavsiyesiyle hazırlanan, kişi hak ve özgürlüklerini kısıtlayan anayasa taslağına imza attı. Bu imza aslında felakete giden yolun bir başlangıcıydı. İlerleyen günlerde bu daha iyi anlaşılacaktı.

YANGIN SONRASI TUTUKLAMALAR

Yangın sonrası başlayan operasyonlar, birçok muhalif ve komünistin tutuklanması için iyi bir fırsat olarak değerlendirildi. Hitler iktidarı geniş bir propagandayla birlikte, muhaliflere savaş açtı. Yangını çıkardığı iddia edilen Hollandalı görme engelli Marinus van der Lubbe tutuklandı. Bugün halen kesinlik kazanmayan ve savaş sonrası yeniden açılan davada suçsuz olduğu ve suçu kabul etmesinin hangi şartlar altında gerçekleştiği hâlâ tartışılıyor. 1934’te Hitler’in güç kazandığı yıllarda Lubbe idam edilir. Lubbe’nin KDP üyesi olduğu iddia edilse de, KDP Lubbe’nin üyeleri olmadığını açıklar. Sabotajın özellikle KDP’ye mal edilme çabası, KDP’nin gittikçe bir güç olması ve Hitler’in karşısında tek tehlike olması açısından, bu sabotaj eylemi bir fırsattı ve en iyi şekilde değerlendirilecekti. KDP’ye yönelik tutuklamalar hız kazanırken, binlerce komünist ve muhalif tutuklandı. 24 Mart 1933’te “Yetki Kanunu” için oy kullanma çağrısı yapıldı. Hitler’e yasa ile geçici olarak genel yetki verildi. Parlamento izni olmadan, anayasal sınırlar olmaksızın, her türlü hareket etme yetkisiyle donatıldı. Yangından kısa bir süre sonra, adeta bekleniyormuş gibi hızla yeni uygulamalar hayata geçerken, tüm muhalifler Nazi terörüne maruz kalıyordu.

LEIPZIG’DE YARGILANAN FAŞİZM

Reichstag Yangını sonrasında, Avrupa ve dünyada sosyalizmin prestijinin yükseldiği bir dönemde, uluslararası alanda bu prestiji zayıflatmak için, içlerinde Dimitrov’un da bulunduğu komünistler hedef gösterildi. Bulgaristan’da ölüm cezasına çarptırılan, Almanya’da farklı bir isimle siyasi mülteci olarak yaşayan Dimitrov, Reichstag yangınını gazetelerde öğrenmesine rağmen, yangının şüphelisi olarak gözaltına alındı ve tutuklandı. Bir yıl süren davada Dimitrov, uluslararası alanda büyük bir ilgi gördü. Mahkeme sürecinde yaşananlar ve Dimitrov’un savunması faşizmi yargılandı ve özellikle Reichstag Yangını sürecinde, Hitler’in bu durumu nasıl kullandığına ilişkin uluslararası kamuoyunda büyük bir etki bıraktı. Alman faşizmi tarafından 1 yıl süren, birçok sahte delil üretilerek yargılanan Dimitrov, tüm asılsız iddiaları çürüterek, kendisi yargı organını ve gelişen Alman faşizmini etkili bir savunmayla yargılayarak beraat etti.

Cumhurbaşkanı Hindenburg 1934’te öldükten sonra, Alman ordusu Hitler’in Cumhurbaşkanlığı ve Şansölye görevlerini birleştirme kararını onayladı. Artık mutlak güç Hitler’deydi. Hitler artık durmayacaktı. Acımasız bir dönem başlamıştı. Tutuklamalar ve sokakta estirilen terör ve sonrasında, milyonlarca insanın ölümüne kadar gidecek bir sürecin başlangıcıydı Reichstag Yangını.

Reichstag yangınını gerçekten kimlerin çıkardığı sorusu, günümüzde hâlâ yanıt arıyor. Birçok tarihçi, Nazilerin, kundaklamanın komünist bir komplo olduğu yönündeki iddialarına inanmadılar. Almanya’daki bazı diplomatlar, yabancı gazeteciler ve liberaller, iktidarı ele geçirmek için, yangını bizzat Nazilerin çıkardığını öne sürdüler. Reichstag yangınını kim başlatmış olursa olsun, Hitler’in mutlak güce ulaşmasına yardım etmesi açısından önemlidir. Bu önemli olaydan bu yana “Reichstag Yangını” deyimi günümüz siyasetinde güçlü bir metafor haline geldi. Özellikle politikacılar ya da hükümetin daha fazla güç elde etmesi veya istenen bir siyasi sonuca ulaşmak, halka korku salmak, varsayılan bir krizi tanımlamak için kullanıldı.

                                                                     ***

Faşist iktidarı pekiştiren yangın: Reichstag (Ercüment AKDENİZ)

27 Şubat Reichstag Yangını, Hitler'i tek başkan, Nazi partisi NSDAP’yi tek parti yapmak için kullanılacaktı. Ercüment Akdeniz'in kaleminden...

Reichstag Yangını (Almanya parlamento binasının 27 Şubat 1933 yılında kundaklanması olayı), istediği bütün otoriter yetkileri Hitler’e kazandırmıştı.  

Aslında faşizm Almanya’da 1920’lerde kendini göstermeye başlamıştı. Adı darbe girişimi ve komplo eylemlerine karışan Adolf Hitler kısa bir süre gözaltında tutulmuştu. Ama sağcı ve milliyetçi görüşlere sahip olması onu kurtarmıştı. Hitler değiştiğini söylüyor, demokratik yol ve seçimlere bağlı kalacağına ant içiyordu. Kale duvarları arasında yazdığı “Kavgam” kitabı henüz ün kazanmasa da o, Alman burjuvazisi için cepte tutulacak bir alternatifti.

Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkan ama proleter devrimi de ezmeyi başaran Almanya’nın 1920’leri parlak geçmemişti. Ekonomik göstergeler yerlerdeydi. Reichstag bir türlü “istikrarlı yönetim” çıkaramıyordu. Kötü gidişata, dünya genelinde yaşanan “1929 ekonomik buhranı” da eklenenince kitlelerdeki huzursuzluk had safhaya çıktı. 

Kitle psikolojisini iyi değerlendiren NSDAP (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi) oy desteğini sürekli yükseltiyordu. Faşist propaganda Alman toplumuna yeni oto yollar, araba ve konut anahtarı vadediyordu. Irkçılık ve nasyonalizm “yüce Alman insanı”nı işsizlik ve yoksulluktan kurtaracaktı vs...

Bu koşullarda gidilen 1930 seçimlerinde Nazi partisi yüzde 18.3 oyla ikinci parti oldu. Sosyal Demokratlar (SPD) yüzde 24.5’te kalmıştı. Komünist partinin (KPD) oyu ise yüzde 13 civarındaydı. Bu sonuçlarda hükümet çıkaramayınca, 1932’de art arda iki seçim kararı alındı. Reichstag Yangını tam da bu süreçte tezgahlandı.

İSTİKRAR YOKSA KARARNAME VAR!

31 Temmuz 1932’te açılan sandıklardan Naziler yüzde 37.4’lük oyla birinci parti olarak çıktı. Ama tek başına iktidar yine sağlanamamıştı. Çok değil üç ay sonra yapılan seçimlerde (6 Kasım 1932) ise Nazilerin oyları yüzde 33.1’e kadar gerilemişti. Bu seçimde hem SPD hem de KPD oyları bir nebze olsun arttırmışlardı. Ama yine de bir türlü hükümet kurulamamıştı.

Bu durum rejim açısından defakto bir durum da ortaya çıkarmıştı. Nitekim ülke (Daha sonra Hitler’in kendisine referans alarak uygulayacağı üzere) kararnamelerle yönetilmeye başlandı. 













        (Hitler, Hindenburg’un huzurda)

Hitler, Cumhurbaşkanı Hinderburg tarafından başbakanlığa atanan ikinci isimdi. Halk “Demokratik teamüller işletiliyor” yalanıyla uyutulurken; antifaşist muhalefet Hitler’in bu süreci fazla götüremeyeceğini düşünmüştü. Ama Nazilerin planı çılgıncaydı.

MECLİS BİNASINDAN ALEVLER YÜKSELİRKEN 

İşçiler, sendikalar, komünistler bu süreçte grevlere ve sokak gösterilerine hazırlanıyordu. Hitler, hem faşist iktidarını pekiştirmek hem de devrimci muhalefetten kurtulmak için, bu hazırlığı hükümete karşı bir darbe ve komplo planı olarak yansıtacaktı. 

Ama bu propagandanın kitleleri ikna etmesi için kışkırtıcı bir vakaya ihtiyaç vardı. Alman Meclis binasından alevler yükselmeye başladığında Nazilerin planı işlemeye başlamıştı artık. 

Meclis binasındaki yangın, aynı anda ve birden fazla noktanın kundaklamasıyla ortaya çıkmıştı. Ama binada sadece bir kişi gözaltına alınmıştı. Gözaltına alındığı söylenen Marinus van der Lubbe ise psikolojik sorunları olan, davranışları anormal ve mahkeme süreci boyunca başı önde olan bir insandı. Naziler Lubbe’nin komünistlerle ilişkisinden hareketle suçlamayı genişletti.

Ertesi gün (28 Subat 1933) “Halkı ve Devleti  Koruma Kararnamesi” başlığıyla  olağanüstü yetki yasası çıkarıldı. Bu yasa büyük sürek avının başlaması demekti. Sadece muhalifler değil Yahudiler de “Milli örf ve adetlere  uymadıkları” gerekçesiyle kamplara alındı. 

Bu koşullarda yapılan Mart 1933 seçimleri Hitler’e üstünlük sağlamıştı. Bir yıl sonra Hindenburg ölünce, Hitler tek başkan (führer) olarak olağanüstü yetkilerle donandı. Ülkede muhalif partilerin kapatılacağı tek parti dönemi de böylece başlamış oldu. 

Naziler ülkeyi olağanüstü hal rejimi altında inim inim inletirken, Hitler Avrupa’da yeni ve kanlı paylaşım savaşını da başlatmış olacaktı. Kan ve terörle Alman emperyalizmine hizmet eden Hitler’in büyük yürüyüşü, esas olarak Reichstag Yangını ile başlamıştı. Tarihin cilvesi olsa gerek; insanlık düşmanı bu diktatörlük rejimi yine Reichstag binasının tepesinde, ama bu kez Sovyet askerinin ellerinde (2 Mayıs 1945) yükselen kızıl bir bayrakla son bulmuştu.

LEIPZIG’DE YARGILAYANLAR YARGILANDI

“Reichstag Yangını” yargılamaları Leipzig kentinde gerçekleşti ve 1 yıl kadar sürdü. 16 Aralık 1933 günü yapılan son duruşmada Georgi Dimitrov’a son diyecekleri sorulur.

Dimitrov’un savunması, hem yangın provokasyonunu açığa çıkaran hem de faşizmi yargılayan nitelikteydi: “... Alman hükümetinin 28 Şubat tarihli olağanüstü kanun hükmündeki kararname, aynı zamanda bir delil niteliğindedir. Bu kararname hemen yangından sonra yayımlanmıştır. Anayasanın örgütlenme hürriyeti, basın hürriyeti, kişi dokunulmazlığı, konut dokunulmazlığı vb. ile ilgili maddelerdir. Yalnız komünistlere değil, aynı zamanda diğer muhalefet parti ve gruplarına karşı da yöneltildiğini belirtmek zorundayım. Bu kanun olağanüstü bir rejimi yerleştirmek için Reichstag Yangınını bahane etmiştir...” 

Dimitrov’un talebi ise sadece “Delil yetersizliğinden değil” aynı zamanda ve esas olarak “Antikomünist eylemlerle bir komünist olarak ilgilerinin olamayacağı için” serbest bırakılma şeklindeydi.  Mahkeme kararı açıklandığında, Dimitrov ve yoldaşları bu mücadelen zaferle çıkmış, serbest bırakılmışlardı. 

Nazilerin açık biçimde yönlendirdiği mahkeme, her ne kadar uluslararası komünist hareket ve onun en üst birliği olan Komüntern’i terörle ilişkilendirmeye ve gözden düşürmeye çalışsa da bunu başaramamıştı. 

Dimitrov’un özgürlüğü Bulgaristan devriminin kapılarını aralarken; Reichstag Yangını üzerinden devreye sokulan faşist terör, KPD Önderi Ernst Thallmann başta olmak üzere on binlerce komünistin ve milyonlarca insanın canına mal oldu.  EVRENSEL  

 







Dinamo’nun trajedisi: Lobanovskiy Bulvarı'nda çatışmak(27/02/2022) + Her şeye rağmen biz kazandık(04/05/2020) - İSMAİL SARP AYKURT/SOL

 Dinamo’nun trajedisi: Lobanovskiy Bulvarı'nda çatışmak

Ne futbolda ne de siyasette Gorbaçov'a yer yok. Ancak içinden geçtiğimiz günler sosyalizme olan ihtiyacın yakıcı bir hâl aldığını gösteriyor...

Başlıkla ilişkisiz görülmesin. Ancak önce bir “sığlık” örneğiyle başlamak yerinde olacak. 

Acun’un bizim paralarımızla kendisine satın aldığı Hull City’e “teknik direktör” olarak atanan Gürcü Şota Arveladze, Rusya’nın Ukrayna’ya askeri müdahalesine tepki gösterip Sovyetler’e bulaştı.

Şota, dezenformasyon medyasının önemli temsilcisi İngiliz The Sun’a şöyle konuşmuştu: "Neden, bugün sahip olduğumuz kadar iyi olmayan bir sisteme geri dönmek zorunda kalalım? Bu benim için hassas bir konu çünkü böylesine uzun bir tarihi olan milletim ile gurur duyuyorum ve Sovyetler Birliği'ne benzer bir oluşum istemiyorum. Sovyetler Birliği 1990'ların başında çöktüğü zaman bağımsızlığımızı, kendi kimliğimizi kazandık. Ayrıca Gürcüce, dünyanın en eski dillerinden biridir. Kendi alfabesi vardır ve benzersizdir. Bu kadar küçük bir ulustan çok sayıda ünlü ressam, müzisyen ve hatta Olimpiyat şampiyonu çıktı”.

Acunla çalışıp, The Sun’a konuşmanın yan etkileri arasında bunlar da varmış demek ki...

Anlaşılıyor ki Şota’nın  Sovyetler Birliği alerjisi nüksediyor.

Olmasın dediği sosyalizm, maalesef olmadığı için de kardeşçe ve eşitlikçi bir düzende yaşamamanın bedelini emekçiler canlarıyla ödüyor.

Şimdiki saçmalama modası budur...

Belli ki, Rusya’nın sermayenin çıkarları adına yaptığı hamleyi, Sovyetler’e ve sosyalizme mal etmeye çalışanlar teyakkuzdadır.

                                                                           ***

Dezenformasyon düzeyiyse başka bir raddeye erişmiş durumdadır. 

İnternette dolaştırılan bir haberde, Dinamo Kiev takımının Ukraynalı oyuncularının silahlanarak Rusya’ya karşı direnişe katıldığı, kimi haber sitelerinde ise futbolcular yerine taraftarlar olarak haberin servis edildiği görülüyor. 

Konuya ilişkin yapılan yorumlarda ise Dinamo Kiev takımının gerçek olmayan bu durumu, Nazi işgali dönemindeki Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nde tarihe “Ölüm maçı” olarak geçen ve komünist sporcuların Nazizm terörüne direnip can verdikleri 1942 yılı referans alınarak yeniden üretiliyor, kıyaslanıyor.

Oysaki bu iki durum, biri gerçek dahi olmasa da ve tüm olaylarda benzer bir süreç işletilerek bir yalan haber furyasına çanak tutuyor.

Dinamo Kiev’in futbolcu askerleri ya da taraftarları olarak servis edilip övgüler düzülen kişilerin “Honor” sokak hareketi üyesi neo-Nazi bir grup olduğu, daha önce Bolşevik komutanların ve Sovyet anıtlarının yıkılması gibi eylemlerde roller aldıkları iddia edilirken, Dinamo Kiev'in de böyle bir açıklaması ya da paylaşımı da bulunmuyor.

Futbolcularla bir eşleşmenin de şüpheli olduğu ortadayken, yine de bu durum, haberin böyle verilmesine engel olamıyor.

Gerçek ise tarihsel dayanaklarıyla yerli yerinde duruyor. Ancak başlanacak yer bilinmeyince akıl tutulması kalıcılaşıyor.

1942’de “Her şeye rağmen biz kazanacağız” diyen kızıllar, Kievliler ve onların güzel takımı Dinamo’yu emperyalizm ve NATO kışkırtıcılığının merkezi hâline gelen şimdiki Ukrayna filtresiyle değerlendirmek, hem Dinamo Kiev’in tarihine hem de de Sovyet geçmişi ile futbol efsanelerine leke sürüyor.

                                                                       ***

Hoşumuza gitmiyor, sosyalizmin Kiev’inden, çatışma ve patlama görüntüleriyle gündeme gelen ve adı Lobanovskiy Bulvarı olan adreste yaşananları izlemek...

Sovyet futbol dehası antrenör Lobanovskiy’i duyunca akıllara Oleg Blokhin’li, Zavarov’lu, Igor Belanov’lu kadrolar ve yıllar geliyor.

Onlardan birisi, Lev Yaşin’den sonra “Altın Top” ödülüne erişen ikinci Sovyet futbolcu olan Blokhin, altyapısından çıkıp 18 sene formasını terlettiği Dinamo Kiev formasıyla takımın en temel dişlisi haline gelirken, buna kolektifin gücüne güvenerek erişiyor.

Futbol Taktikleri Tarihi kitabında da not ediliyor. Şöyle deniyor dönemin, 1971’in Dinamo’su için:

“Oyuncuların hareketleri ve senkronizasyonu, aritmi ve hücum aksiyonlarının yoğunluğu 1971 yılı Dinamosu’nun temel ilkeleriydi. Takım fiziksel presi ve on sekize atılan uzun topları neredeyse tamamen bırakmıştı. Seri kombinasyonlar ve beklenmedik pozisyonlar yaratmak için çaba gösteriyorduk”...

2000’li yılların futbolunu o zamanlardan oynatıyor Lobanovski... 

Kievliler, barış ve eşitlik içinde diğer Sovyet takımlarıyla dayanışmacı bir tatlı rekabete girişiyor.

Sovyet döneminde, sadece futbolda değil,  birçok spor dalında başarı kazanan sayısız Ukraynalı sporcu var oluyor. Sovyetler Birliği’nin milli takımında Ukrayna SSC’li sporcular her zaman önemli bir rol oynamayı başarıyor.

Emekçi kimlikler öne çıkıyor.

Kardeşlik ve eşitlikle donatılmış, tutkalı emek olan bir futbol takımı oluyor Dinamo Kiev... 

Ne zaman ki sosyalizm mola alıyor, halklar birbirine düşman ediliyor, yoksullaşma kural olup ve savaşlar pazarlanmaya başlıyor; yeniden başa, barbarlığa dönüyoruz.

Lobanovskiy’nin Kiev’i şimdilerle bunlarla uğraşıyor.

Onun için bir röportajda, Alman gazetecinin kendisi için “Futbolun Gorbaçov”u dediğinden bahsedilerek, konu hakkında ne düşündüğü soruluyor.

O, soruya “Bu söylediğiniz gazetecinin fikri. Ben antrenörüm, politikacı değilim” diye cevap veriyor.

Onun, antrenörler arasında en iyilerinden biri olduğuna kuşku yok.

Öte yandan ne futbolda ne de siyasette Gorbaçov'a yer yok. Ancak içinden geçtiğimiz günler sosyalizme olan ihtiyacın yakıcı bir hâl aldığını gösteriyor.

Yaşanabilir bir düzeni inşa etmenin olasılıkları bir yandan artarken, eşit yaşamanın gereği doğru siyaset içinde olmaktan geçiyor.

Sadece Kiev ve Moskova için değil, bizim için de zaman sıkıştırıyor.

                                                                    ***

Her şeye rağmen biz kazandık(04/05/2020)

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin en büyük gazetesinin spor yazarı Klaus Huhn, "Hiçbir zaman karşılaşmadım ikisiyle" diye not etmiş.

Karşılaşmak gerçekten gerekmiyor.

Nikolay ve Anatoli iki Sovyet vatandaşıydı. Onları farklı kılan, olanca sadelikleriyle ama bitmeyen enerji ve kararlılıklarıyla savaşta ve sporda birer mücadele sembolü haline gelmeleri oldu. Faşizme karşı verdikleri Anayurt savunmasında, niceleri gibi onlar da direnmişler ve işçi sınıfının vatanına sahip çıkmışlardı.

Anatoli Parfyonov, bu kişilerden sadece birisi idi. 21 Haziran 1941 günü, memleketi Woskessensk’te okuduğu meslek okulunun avlusuna çağrılıp, ‘İyi bir çilingir olacağına eminim’ denmişti kendisine.

Çilingir olamadı. Çünkü ertesi gün Naziler ülkesine savaş açtılar.

Baltıklardan Karadeniz kıyılarına değin geniş bir cepheye yayılan faşist saldırı, onu farklı bir yaşama zorladı. Gönüllü olarak hizmete hazırdı ve yalnızca 17 yaşındaydı.

1943 yılında ise 19 yaşında bir onbaşı olarak gittiği cephede, boyu ve fiziksel gücünü kullanarak, çakı gibi bir askere dönüştü. Faşistlere karşı savunmada çok önemli başarılar yakaladı. Tam dört kez yaralanması, toprak altında kalışı ya da başka herhangi bir şey durdurmaya yetmiyordu onu.

Hatta bir T-34 tankını kullanan da bizzat kendisiydi.

Anayurda zafer geldiğinde ise, aklında spor yapmak vardı 25 yaşındaki Sovyet gencinin. Antrenör Gordiyenko, Anatoli’yi bir güreşçi olarak yetiştirmek istemişti. Öyle de oldu ve Anatoli, 1956 yılında Melbourne Olimpiyatlarına Sovyetler Birliği sporcusu olarak katıldı.

Anti-komünist propagandanın en etkin üretildiği yerlerden birisi idi olimpiyatlar. Ancak engellemeler yetmedi ve genç Sovyet delikanlısı, savaş madalyalarının yanına bir de olimpiyat madalyası ekledi.

Anatoli cephede savaşırken, kendisi gibi birçok Sovyet insanı da faşizme karşı mücadelede en ön safhada yer alıyorlardı. Bir diğeri, Nikolay Trusseviç, 1942’nin soğuk kışının Nazi kara propagandası ve nefreti ile kuşatılan ortamında Kiev’de yaşayan bir kaleciydi.

Sovyet milli futbol takımı oyuncusu ve Dinamo Moskova’nın kalecisi Trusseviç, futbolsever bir Alman subayının komutası altındaki bir fırında yaşamaya çalışıyor ve takım arkadaşlarının da aynı yerde kendisiyle birlikte çalışmasını sağlıyordu. Futbola düşkün Nikolay, çok geçmeden Start adını verdiği bir takım kurdu. İlk maç, Alman demiryolu işçileri karması ile gerçekleşti. 9-0 kazandılar. Sonucun haberinin Kiev’de yayılması tedirginlik yarattı işgalcilerde. Yeni bir karma takım çıkarıldı hızlıca. Güçsüz olan demiryolu işçileri nasıl olur da bu maça gönderilirdi ki? 

Futbolu Stalin’e ve onun sistemine karşı kullanmak vardı Nazilerin akıllarında.

Naziler, kazanabileceklerini düşündükleri asker karması bir takım uydurdu. 

Sonuç aynı kaldı. 6-0 kaybedilen bir maç ve sevince boğulan bir izleyici kitlesi.

Start’ın dağıtılması fikri gündeme gelse de, olası olumsuz sonuçları kaygı verici düzeye gelebilirdi işgalciler için.

Bir sonraki rakip sipariş edildi. Kievlilere karşı Macar karması.  Sonuç yine değişmedi ve maç 5-1 bitti. Nikolay ilk kez gol yemişti.

1942’nin Ağustos’unda ise rakip, dişli Alman Hava Kuvvetleri oldu. 

3-2 biten maç, Nazilere maçlar öncesi dönemleri mumla aratır oldu.

Rövanş isteyen Naziler, bu kez kesin talimatlarını verdiler. Almanlar kazanacak ve tersi bir durum olursa Trusseviç ve arkadaşları toplama kamplarına gönderilecekti.

Maç, bir futbol maçı değildi artık; bir mücadele aracına dönüştü.

Maçın başında 2-0 geriye düşen Kievliler, ikinci yarıda maçı 5-3 kazanıyor; ‘Kızıllar kazanıyor’ diye bağrışan halk ise sokaklara doluşuyordu.

Galip takım ise Sirza’ya, toplama kampına.

Gaddar bir biçimde işkenceden geçirildi Kievliler. Nikolay’ın arkadaşları, Korotkiç, Kusmenko ve Klimenko katledildiler.

Kendi dudaklarından ise net bir cümle duyuluyordu, katledilmeden önce.

"Herşeye rağmen biz kazanacağız!"

Kievliler ve Nikolay Trusseviç diz çökmedi. Farklı cephede çarpışan, yoldaşları Anatoli Parfyonov gibi…

Kazandılar Kızıllar…

Ve kazandık, öğrendik kazanmayı.

Brecht’in spor şarkısındaki gibi bir araya geldik ve öğrendik zafer haftasında.

Kızıl bayrağı Berlin’de meclis binasına dikerken ve Naziler teslim olurken 9 Mayıs 1945’te…

Yine kazanacağımızı bilerek…

Brecht’in ifadeleriyle;

Zafer gününde

Kavga verilen şehirlerin karanlık sokaklarının

İnsan dolu arka evlerinden

Bir araya geliyorsunuz

Birlikte mücadele etmek için.

Ve kazanmayı öğreniyorsunuz!

Mahrumiyetin kuruşlarını biriktirerek 

Botlar satın aldınız

Yol paralarını zorla denkleştirdiniz.

Kazanmayı öğrenin!

En acili için verilen zorlu kavgalardan 

Birkaç saatliğine

Bir araya geliyorsunuz

Birlikte mücadele etmek için.

Ve kazanmayı öğreniyorsunuz!

 

İSMAİL SARP AYKURT/SOL