21 Ekim 2020 Çarşamba

ll. Abdülhamit'in serveti - Kadir Sev / SOL

Servetini, çıkardığı iradelerle sahipsiz yerleri Hazine-i Hassa’ya alarak kendi adına tapulatmak suretiyle giderek artırmış.

Osmanlı sultanlarının serveti denilince akıllara ilk – belki de yalnızca  II. Abdülhamit gelir. 

Çünkü en çok onun vereselerinin miras maceralarını işitiriz. 

Nedenini merak edenlere “Osmanoğulları’nın Varlıkları ve II. Abdülhamid’in Emlaki” adlı kitabı öneririm.

Yazarı, Vasfi Şensözen. Osmanlının son dönemlerinde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında avukatlık; Balıkesir il Genel Meclisi üyeliği yapmış; milletvekili seçilmiş; 1935 yılından sonra Maliye Bakanlığı Hukuk Müşavirliğinde avukat ve müşavir sıfatlarıyla 20 yıl boyunca II Abdülhamit’in vereselerinin açtığı miras davalarının peşinde koşmuş, izlemiş.

Kısacası hem kanun - kitap biliyor hem elinden binlerce belge geçmiş. Bilgilerini yazmış olması büyük kazanç. Kitabı ilk 1982 yılında Türk Tarih Kurumu basmış. Elimde “Okuyan Us” yayınevinin 2013 yılı baskısı var.

Bu yazıda o kitaptan edindiğim bilgileri paylaşıyorum.

Osmanlı Sultanları çok mu zengindi?

Osmanlı Sultanlarının, malda mülkte pek gözü olmadığı anlaşılıyor. Saray ve hanedanın giderlerini karşılamak üzere tahsis edilen ve “Hazine-i Hassa”, “Emlak-i Şahane”, “Emlak-i Hümayun” gibi adlarla muhasebeleştirilen taşınmazlardan elde edilen gelirleri harcamışlar. Sadaret dönemlerinde çok müsrif davrandıklarında kuşku yok: hepsi Devlete borçlanmış.

Ama hiçbiri bu taşınmazları mülkiyetlerine almayı düşünmemiş. Hatta II. Abdülhamit’in babası Abdülmecit, kendisine belirli bir ödenek tahsis edilmesi karşılığında hepsini maliye hazinesine devretmiş. Üstelik kendi parasıyla satın aldığı Resülayn Çiftliğinin tapusunu bile maliyeye kalsın diye üzerine almamış.

Abdülhamit’in kardeşi Vahdettin’in mülkiyetinde çok para etmediği anlaşılan bir handan başka taşınmaz yok.

II. Abdülhamit Zengindi

Yukarıdaki sözler II. Abdülhamit için geçerli değil. Babasının devrettiği malları Hazine-i Hassa’da yeniden toplamış ve mülkiyetine geçirmiş. Servetini, çıkardığı iradelerle sahipsiz yerleri Hazine-i Hassa’ya alarak kendi adına tapulatmak suretiyle giderek artırmış.

Vasfi Sarısözen bu davranışı şu sözlerle yeriyor; “Bu mallar, hanedanın ortak mallarındansa, tek bir kişi adına tapulanamazdı. Baba mirası sayılacaksa, kardeşlerinin de bunlarda hakkı olmalıydı.”

Hamit’in vereseleri mahkemelere sundukları belgelerle, hanlar; hamamlar; çiftlikler; haklar; imtiyazlar; altın, cıva, kurşun, çinko gibi çeşitli maden işletmelerinin olduğu sayıları 11 bine ulaşan malların peşine düşmüş. Neredeyse 1950’ye değin, Türk mahkemeleri ve Yargıtay bu davalarla uğraşmış.

Türkiye sınırları dışında kalan taşınmazların Lozan görüşmelerinde gündeme alınması için çok çabalamışlar; olmamış. 

Uluslararası mahkemelerde dava açmak ise para işi. İngiliz bir sponsor bulup şirket kurdurmuşlar, Yunanistan, Suriye ve Irak’ta davalar açmışlar. Irak, bir yasa çıkarmış; dava açan olursa suçlu sayarız demiş. Ondan da vazgeçmek zorunda kalmışlar.

Günümüzde arada bir “buralar dedemindi” diyen çıkıyor. Neyse ki artık kimse ciddiye almıyor.

İkinci Meşrutiyet sonrasında Maliyeye devredilen taşınmazlar

Hazine-i Hassa muhasebesine kayıtlı mal ve gelirlerin bir bölümü II. Meşrutiyeti izleyen Eylül ve Aralık aylarında iki Padişah iradesiyle Maliyeye devredilmiş. Vereseler, “iradenin” zorla alındığını öne sürüp kendilerine devredilmesini istemişler. Bu çabaları da boşa çıkmış: Vasfi Şensözen, taşınmazların zorla alınmadığını, 1 milyon lira tutarındaki (altın lira) borcunu ödeyemediği için karşılığında taşınmaz verdiğini söylüyor.

II. Abdülhamit’in kadınları ve miras ilişkisi

Vasfi Şensözen’den öğrendiğimize göre; II. Abdülhamit’in 12 karısından 17 çocuğu olmuş. Ve her zaman nikâhlı 9 kadını bir arada bulundurmuş. Şeriata göre en çok 4 kadınla evlenilebiliyor. Bu durumda en azından 5 karısı yasal değil ve bunlara miras düşmemesi gerekiyor. Oysa kadınlarının hepsi İstanbul Kassam Mahkemesinden 1 Ocak 1910 tarihinde aldıkları veraset ilamıyla TC Hazinesinin karşısına çıkmış. Yazar haklı olarak şöyle yazmış; “Şeyhülislam efendilerin, nikâhlar kıyılırken karşı çıkmaya korkmaları anlaşılabilir ancak sukutundan 11 yıl, ölümünden iki yıl geçtikten sonra mirasa istihkak ilamı verilmesi ibret ve hayretle mütalaa edilmeli…”

Yurt dışına çıkarılmayan karıları, birkaç taşınmazın iadesi için Tapu Dairesine başvurmuş. İlginçtir; kabul edilmiş. Daha sonraki başvuruların reddedilmesi üzerine yargıya başvurmuşlar.

'Osmanlı İmparatorluğunda padişahlık etmiş kimselerin malları… millete intikal etmiştir'

Hilafetin ilgasına dair 3 Mart 1924 günlü 431 sayılı Yasanın 8.maddesinde şöyle bir kurala yer verilmiş; “Osmanlı İmparatorluğunda padişahlık etmiş kimselerin Türkiye Cumhuriyeti arazisi dahilindeki tapuya merbut emvali menkule millete intikal etmiştir.”

Bu kuralda bir incelik var: yüzeysel bakarsanız, miras davası açamayacaklarını düşünebilirsiniz. Ancak vereseler, bu kuralın yasanın çıktığı tarihte ölmüş olanları değil yalnızca yaşayan sultanları kapsadığını öne sürüp davalar açmışlar. Gerekçe olarak da; “…öldükten sonra mallarının tabii şekilde miras intikal etmesi ve buna göre de tapu idaresinin intikal muamelesini yapması lazım geleceğini…” yazmışlar. Mahkeme de dava dilekçesinde söz konusu edilen taşınmazlar için davacıların lehine karar vermiş.

Yargıtay kararı bozmuş ama keşke onasaydı cinsinden bir gerekçeyle; “...Mahkeme, söz konusu taşınmazların 1909 yılı Bütçe Yasası ile Devlete mal edilenlerden olup olmadığına bakmamıştır…” İyi ki bakmamış; kazara bakmış olsa taşınmazlar kamu mülkiyetinden çıkmıştı.

Bir başka örnek olayda ise tersi bir durum gerçekleşmiş. Bu kez Mahkeme davacıların aleyhine karar vermiş; Yargıtay bozma gerekçesini; “…zaman-ı saltanatlarında iktisap eyledikleri emlak, emlak-i hususiyeden olmayıp Emlak-i Şahaneden bulunduğu …” gerekçesine dayandırmış. Vasfi Şensözen, Yargıtay’ın bu kararını; “hazine aleyhine çıkacak içtihadı birleştirme kararını adeta tahrik ve teshil etmiştir” sözleriyle eleştirmiş.

Bu davalar yıllarca sürdü. Neyse ki hiçbirinden sonuç alamadılar.

Meclisin 245 numaralı Yorum Kararı:

1961 Anayasasından önce Meclisin Yasaları yorumlama yetkisi vardı. Meclis, 431 sayılı Yasanın 8.maddesini 1949 tarihinde özetle şöyle yorumladı; “Yasanın yürürlüğe girdiği tarihte hayatta bulunsun bulunmasın taşınmazlar millete intikal etmiştir ve mallar üzerinde verese tarafından hiçbir hak iddia edilemez…”

Sonuç:

Kitap şu sözlerle bitiyor;

“İkinci Abdülhamid’in sonu gelmez bir ihtirasla topladığı o geniş varlık kısmen millete ve kısmen de hadiselerin şevkiyle yabancı devletlere geçmiş ve ibret verici sahneler ve safhalar halindeki hikâyesi de böylece tarihin malı olmuştur.”

Kadir Sev / SOL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder