28 Şubat 2021 Pazar

Şubatın en uzun günü - Berkant Gültekin / BİRGÜN

 

28 Şubat, siyasal İslamcılığın emperyalizmin yeni hedefleri ve ihtiyaçları doğrultusunda yeniden programlanmasına zemin hazırladı. Eğer 28 Şubat olmasaydı, Milli Görüş tipi İslamcılık bu denli dramatik bir şekilde güç kaybetmeyecek ve AKP’nin temsil ettiği “seyreltilmiş İslamcılığın” önü açılmayacaktı.


Şubat, Miladi/Gregoryen takvime göre yılın 2’nci ayı. Malum, artık yıllarda 29, diğer yıllarda ise 28 gün sürer. Akla hemen “Artık gün neden şubat'a ekleniyor?” diye bir soru gelebilir. 

Bu, Yunan astronom Sosigenes tarafından üretilen ve bugün kullandığımız takvimin de kökeni olan Julyen takviminin son ayının şubat olmasıyla ilgilidir. 

Sosigenes, dünyanın güneş etrafındaki 365 gün 6 saatlik turunun son 6 saatini her 4 sene sonunda 1 gün olarak takvimin sonuna, yani şubat ayına ilave etmeyi uygun görmüştür. 

Aslında şubat, daha önceleri 29/30 çekiyordu. Ancak Julius Caesar’dan sonra imparator Augustus da kendi adına bir ay isteyip (ağustos) bu ayın Ceasar’ın ‘July’sinden (temmuz) geri kalmaması için 31 gün sürmesini emredince, o ihtiyaç olan ekstra 1 gün şubattan alındı.

Böylece şubat, 28/29 gün sürmeye başladı. Görüldüğü gibi, bazen bir diktatörün verdiği karar, beklenenden çok daha uzun süre insanlığı etkilemeye devam edebiliyor.

Türkiye için şubat ayının çok farklı bir anlamı daha var elbette. 28 Şubat 1997’de 9 saat süren MGK toplantısında alınan kararlar, ülkenin siyasi tarihinde önemli bir kırılma yarattı. Aradan neredeyse çeyrek asırlık bir süre geçmesine rağmen 28 Şubat muhtırası üzerine yapılan tartışmalar hâlâ sona ermiş değil.

28 Şubat, siyasal İslam’ın mağduriyet anlatısının en önemli enstrümanlardan biri. Kuşkusuz en büyük etkiyi de bu ideoloji üzerinde yaptı. Ne var ki bu müdahalenin İslamcılık açısından tek bir anlamı yok; çünkü tek bir İslamcılık yok. Evet, 28 Şubat İslamcılığın bir kanadı için hayli olumsuz sonuçlar doğurdu. Askerin “laiklik” konusunda baskı yaptığı Refahyol hükümeti dağıldı ve Refah’ın lideri Necmettin Erbakan, başbakanlıktan istifa etti. Partisi de “Laik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri” gerekçe gösterilerek 16 Ocak 1998’de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. Milli Görüş, daha sonra Fazilet Partisi’yle siyaset arenasında boy gösterdi. Fazilet Partisi de 3,5 yıl faaliyet gösterdikten sonra Refah Partisi’yle aynı kaderi paylaştı. Milli Görüş hareketi bu dönemden sonra tabiri caizse bir daha belini doğrultamadı. İşte bu, İslamcılığın bir döneminin sonu demekti.

Ancak Milenyum, İslamcı harekette de önemli değişimleri zorlayacaktı. Kıpırdanma ilk olarak Fazilet’in içinde başlamıştı. Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül gibi isimlerin öncülüğündeki “yenilikçi kanat”, ilk hamlesini partinin yönetimini alarak yapmak istedi. Mayıs 2000’deki kongre hedefledikleri gibi sonuçlanmadı. Abdullah Gül, Recai Kutan ile girdiği başkanlık yarışından boynu bükük ayrılınca, yenilikçi kanatta farklı bir parti kurma fikri güçlendi. Fazilet’in kongresinden 14, kapatılmasından ise sadece 2 ay sonra Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) kuruldu.

AKP’nin tarih sahnesine çıkışı, 28 Şubat’la başlayan sürecin uzantısıydı. Düzen 28 Şubat’ta askerler aracılığıyla İslamcı harekete bir ‘sınır hatırlatması’ yapmıştı. 12 Eylül Darbesi sol fikirlerin yeniden filizlenmemesi için sağ yapıları güçlendirmiş, İslamcılara da geniş alanlar açmıştı ancak “meşru ve kabul edilebilir” iktidar çizgisi aşılmamalıydı. Egemen sınıflara ve devlet aklına göre, Türkiye Batı’yla ters düşmemeli, ülke, NATO’yu ve diğer küresel partnerleri tedirgin edici bir istikamete girmemeliydi. 28 Şubat da temelde bu karakteri korumak üzerine geliştirilmiş bir müdahaleydi.

Refah Partisi, “düzen karşıtı” bir imaja sahipti. 12 Eylül’ün solu ezdiği Türkiye gerçekliğinde, merkezdeki yapılar irtifa kaybederken Milli Görüş bu imajı sayesinde hayli popülarite kazandı. Refah’ın “adil düzen” söylemi yoksullaşan ve yoksullaşmakta olan kesimler gözünde partiyi gittikçe büyüttü. Bununla birlikte kentli burjuvazinin karşısındaki Anadolu sermayesini de cezbetti. Düzenin aktörlerine ve muhalif kesimlere ise laiklik gibi belli başlı hassasiyetlere dokunulmayacağına yönelik bir güven hissi verilmeye çalışılıyordu. Ancak hiçbir şey, iktidarda İslamcıların olduğu realitesini örtemiyordu. Erbakan’ın Taksim Meydanı’na cami ısrarı, Washington tarafından “terörist” olarak tanımlanan İran’a ve Libya’ya olan ziyaretleri ve Başbakanlık Konutu’nda tarikat liderleri ile şeyhlere verdiği iftar yemeği tansiyonu iyice yükseltti. 30 Ocak 1997’de Refah yönetimindeki Sincan Belediyesi tarafından düzenlenen ve İran Büyükelçisi Ali Bugheri’nin de katıldığı Kudüs gecesi ise bardağı tümüyle taşırdı. “Cihat” oyununun sahnelendiği bu etkinlik, medyanın da gayretiyle toplumdaki irtica karşıtı duygu ve düşünceleri yaygınlaştırdı. Ardından devreye asker girdi; önce 4 Şubat’ta tanklar yürütülerek demokrasiye “balans ayarı” yapıldı, sonra da 28 Şubat…

Refah’ın iktidar deneyimi AKP’nin lider kadroları açısından oldukça öğretici bir süreçti. Partilerinin ana hareket planını da kendi geleneklerine dönük bu eleştirel hat üzerinden kurdular. Yani MGK kararları, siyasal İslam’ın bir dönemini bitirdiği kadar, 2000’lerdeki karakterini belirlemede de önemli bir role sahiptir. Refah, AKP’ye düzenin sınırlarını ve gücü tamamen ele geçirmeden önce nasıl hareket edilmesi, daha da doğrusu nasıl hareket edilmemesi gerektiğini göstermişti. Bu nedenle AKP kendini “İslamcı” değil, “muhafazakar demokrat” olarak tanımlamayı tercih etti. Bu yalnızca Türkiye’de yaşanan gelişmelerle ilgili değildi. Dünyada da farklı rüzgârlar esmeye başlamıştı. Sovyetler Birliği dağılmış, Berlin Duvarı yıkılmıştı. ABD’nin sosyalistlere karşı desteklediği cihatçı akımlar artık yeni dönemin ihtiyacına cevap veremiyordu. El Kaide’nin New York’taki İkiz Kulelere yaptığı saldırı, eski tip İslamcılığın kredisini tamamen bitirdi. Artık yıkma değil “kurma” zamanıydı. İslamcılık, çağın gerekliklerine uygun şekilde revize edilmeli, ehlileştirilmeliydi. İşte “muhafazakâr demokrasi” de bu “Ilımlı İslam” projesinin bir izdüşümüydü. Yalçın Akdoğan’ın 2004’te AKP Genel Merkezi tarafından basılan ‘Muhafazakâr Demokrasi’ adlı kitabında yer alan “Laiklik inanç ve din özgürlüğünün garantisidir. Din ile laiklik ilişkisini bir ‘karşıtlık ilişkisi’ biçiminde sunmak, Türkiye’de zararlı bir gerilime yol açar” sözleri, verilmek istenen “Bizden zarar gelmez” mesajının bir yansımasıydı.

Yani 28 Şubat, İslamcılığın emperyalizmin yeni hedefleri ve ihtiyaçları doğrultusunda yeniden programlanmasına zemin hazırladı. Eğer 28 Şubat olmasaydı, Milli Görüş tipi İslamcılık bu denli dramatik bir şekilde güç kaybetmeyecek ve AKP’nin temsil ettiği “seyreltilmiş İslamcılığın” önü açılmayacaktı. Yeni İslamcılık, düzenin sinir uçlarına dokunmadan ve kentlisinden taşralısına tüm sermayeyi ekonomik programına inandırarak iktidara oturdu. Bir bakıma 12 Eylül’ün beslediği İslamcı hareket, 28 Şubat’ın ardından piyasacılığı da kuşanarak AKP’ye dönüştü.

Siyasal İslamcılar 28 Şubat’ı bugün de salt bir mağduriyet anlatısının içinde konumlandırıyor ve ordunun sivil siyasete müdahalesine lanetler yağdırıyor. Oysa içinde bulunduğumuz durum, “sivillerin iktidarının” Türkiye’yi tek başına gelişkin bir demokrasi ve özgürlükler ülkesi yapmaya yetmediğini net şekilde gösteriyor. Günümüzün muktedirlerinin iktidarda kalmak için başvurduğu militarist söylemler ve politikalar da askeri dönemleri aratmıyor. 28 Şubat 1997’deki MGK, 9 saatlik süresiyle o güne kadar yapılanların en uzunuydu. Şimdiki rekor ise 2014’teki performansıyla Erdoğan’a ait. Bu, siyasal İslamcıların “vesayetle hesaplaşacağını” sanan kesimler için büyük bir hayal kırıklığı olsa gerek.

AKP, 18 yılı aşkın süredir iktidarda ve son zamanlarda aslına iyice rücu etmiş durumda. İlk döneminde laikliği bir “sigorta” olarak gören parti, zamanla “Laiklik yeni anayasada olmamalı” diyen gericileri bile Meclis Başkanlığı koltuğuna oturttu. Yaşananlar, yıllar önce siyasal İslamcılığın demokratlık makyajına inanmayıp gizli ajandası olduğunu söyleyenleri haklı çıkardı. Laiklik bugün de büyük tehdit altında ve şimdilerde onu halktan başka savunacak hiçbir güç yok.

Berkant Gültekin / BİRGÜN

Halkların da kalbi kırılır - Işıl Özgentürk / Cumhuriyet



İnsanoğlunun en çok kalbi kırılır. Anne oğluna seslenip “Sen hiçbir şeyi beceremiyorsun, bak en yakın arkadaşın basket takımına seçildi, biz seninle ne yapacağız?” dediğinde çocuğun kalbi kırılır. 

Kadın, ev masraflarından kısıntı yapmış, kocasına Sevgililer Günü için bir kazak almış. Koca, kazağa bakıyor, “Bu pazar işi kazağı mı bana layık buldun?” diyerek burun kıvırıyor, kadının kalbi kırılır. 

Genç çalışmış, çabalamış, iyi puan almış ama asistan olamıyor: “Hocam, benim tezimi çok beğendiydiniz, niçin ben seçilmedim?” Hoca biraz mahcup “Haklısın ama seçilenin arkası kuvvetliydi, ben pek bir şey yapamadım” diyor. Gencin kalbi kırılır.

Hepimizin hayatında kalbimizin kırıldığı pek çok unutmadığımız zamanlar, durumlar olmuştur. 

Kalp kırıklığı hiçbir şeye benzemez, sonuçta bazıları yaşam kalitemizi bile düşürebilir. 

Kendimizi değersiz, işe yaramaz hissederiz. 

Umutlarımızın bir tomarı usulca bizi terk eder.

İnsanların kalpleri kırıldığı gibi halkların da kalpleri kırılır. Tarih bize halkların kalbini kıran iktidarların sonuçta kendilerini de yok ettiklerini tekrar tekrar anımsatır. Çünkü kalbi kırılan halklar bu kırgınlığı asla unutmaz. Açlık bile bu kırgınlığın yarattığı travmayı yaratmaz. Öyle böyle insanların karnı doyar ama kırılan kalplerin hafızası asla unutmaz. Örneğin, Irak’ta sözümona demokrasi getiriyoruz diyen Amerikan askerlerinin yaptıklarını, hiçbir Iraklı unutmaz. Ayrıca adını bile yeni duydukları bir ülkede bir milyon kişinin ölmesine neden olan Amerikan askerlerinin de kalbi kırılır. Bu nedenle savaştan dönenlerin pek çoğu ya uyuşturucu bağımlısı olur ya da akıl hastanesinde gün doldurur.

Halkların kalbinin kırılmasına binlerce örnek verilebilir, şimdi kendi ülkemize dönelim. İktidar, halkların kalbini kırmak için adeta kendini bir zulüm makinesine döndürüyor. Basit bir örnek, binlerce işyeri kapalıyken, dağ otellerinde yaşanan vur patlasın, çal oynasın hayat insanların kalbini kırar. Gene anne ya da babasını korona nedeniyle yitiren, annesine, babasına son kez camlar ardından veda eden, camiden beş kişiyle uğurlayan birilerinin kalbi kırılır.

Eve gerçekten ekmek götüremeyen birileri bir gazetede “markete karnı tok gidin”“çocuklarınızı asla götürmeyin”, “cebinizdeki para kadar alışveriş yapın” cinsinden tavsiyeleri görünce kalbi kırılır. Kalabalık cenazeleri, birbirine yapışmış gibi insanları televizyonda seyredenler, kâğıt toplayan bir çocuğa 3 bin 500 TL’lik ceza yazıldığını gördüklerinde kalpleri kırılır.

Altı milyon oyu olan HDP’ye oy verenlerin oylarını Kalaşnikov kurşununa benzetirseniz o altı milyon insanın kalbi kırılır. Sanmayın ki kalbi kırılanlar gidip sizin partinize oy verecekler. Yapmayın, kalp kırıklığı öyle derin bir yara açar ki hiçbir söz, hiçbir vaat o kırık kalbi tedavi edemez.

Bugünlerde en çok şehit ailelerini düşünüyorum. Bir cumhurbaşkanı koronaya rağmen kongre yapıyor ve 16 şehit var, şehit annelerinden birinin gözyaşlarını kongredeki kalabalığa dinletiyor, anneye de “Bir anneye böyle bir şeref nasip olmaz. Ama siz bu şerefi yakaladınız” dedikten sonra Karadeniz şivesiyle espriler yapıp kongredeki insanları güldürüyor. Ben bu görüntüleri izlerken buz gibi dondum. Böyle bir aşağılanmayı daha önce hiç yaşamamıştım. O kadar çok insanın kalbi kırıldı, o kadar çok insan kendini aşağılanmış hissetti ki...

İktidar sarhoşluğu böyle bir şeydir, insanoğlunun bir kalbi olduğunu unutursun. Gün gelir kalbi kırılmış insanlar, yeterince acı çektiklerini düşünmeye başlarlar. Kalp kırıklığının verdiği acı dayanılmaz olur. Artık hiçbir şeye güven kalmaz. İnsanlar “vatan”, “millet” diyerek atılan nutuklara artık inanmaz. Adaletin sadece zenginler için var olduğunun farkına varırlar, kendi çocuklarının da bir zaman sonra kalbinin kırılacağını öğrenirler. Evet, kendi çocuklarının da kalbi kırılacaktır. O zaman ne olur bilemem ama antikçağdan beri iktidarları en çok korkutan işte bu andır. 

İnsanların çocuklarının kalbi kırılmasın diye düşündükleri zamandır.

Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

Yaman bir gazeteci: Arif Oruç - Mehmet Bozkurt / SOL

 

Bu yorulmak bilmeyen gazeteci 1950’de genç denebilecek bir yaşta göçüp gidiyor. Galiba 'hep gazeteci' biraz da böyle olunuyor…

Yazmadan duramayanlardan.

Biz onu Seyyare-i Yeni Dünya’dan tanıyoruz… Çoğunluğumuz için yalnızca bundan ibaret. 

Kuvayı Seyyare’nin büyük komutanı Çerkes Ethem Bey’in mali desteği ile Eskişehir’de 30 Ağustos 1920’de yayın hayatına başlayan gazete… Ekim 1917’de edindiği yeni haliyle, yenice tanıştığımız Kuzey komşumuzun, “Dünyanın Bütün İşçileri Birleşiniz” dileğinden esinlenerek kopyaladığımız o büyük ve harikulade hayalin özeti olmalı Seyyare-i Yeni Dünya’nın serlevhasının hemen altında çakılı olan yeni dünya dileği: “Dünyanın Fukara-i Kâsibesi Birleşiniz.”

Seyyare-i Yeni Dünya’ya değineceğim elbette ama sırayla gitsek diyorum. Önce şunu belirtmeliyim, Arif Oruç hüdayi nabit değil. Birden zuhur edip birden sır olup gitmiş hiç değil. Öncesi ve sonrası var. Az biliniyor ama var:

Babası Kürt illerinden, Annesi suyun öte yakasından. 1896 doğumlu. 1913’te Tanin Gazetesinde başlamış muhabirliğe ve yazmaya. Sonra hep yazmış. Doğuştan gazeteci tanımın hak edenlerden olmalı. 1913’te yirmi yaşında iken Ünlü İttihatçı Hüseyin Cahit Yalçın’ın Tanin gazetesinde muhabir olarak başlamış gazetecilik serüvenine. Bir yıl geçmeden Sabah gazetesi adına gittiği Sofya’da yayınlanmakta olan ve Türk Sadası adını taşıyan gazetenin başyazarı olmuş. Burada iken ölümüne kadar yolları sıkça kesişecek, yaşamında önemli bir yer işgal edecek olan Sofya Elçisi Fethi Okyar ve Askeri Ateşe Mustafa Kemal ile tanışmakla kalmamış onlarla yakın bir dostluk kurmuş.

Sonra Birinci Büyük Savaş… Mütareke ve ardından İzmir’in işgali. Şimdi 1919 ve Tasviri Efkâr adına savaş muhabiri olarak İzmir’deyiz… Yunan işgal ordusunun kente girişini, yapılan zülüm ve çapulları yazıyor İstanbul’daki gazetesine. Aydın Zeybekler Cephesi’nde gez, göz arpacık öylesine ayrıntılı haber geçiyor. Demirci Mehmet Efe’yi anlatıyor. Tefrika gibi…

Şimdi “tefrika” dedim ya, Arif Oruç’un en az bilinen yanı olmalı tefrika romancılığı. Ölümüne kadar geçen sürede 35 adet, yazıyla otuz beş, roman yazdığını bilir miydiniz? Ne yalan söylemeli ben, bırakın otuz beşi, roman yazdığını dahi bilmiyordum.

Öğrendim. Evet, 35 adet roman yazmış. Bunların çoğunluğunu da “Ayhan” müstear adıyla Son Saat, Vakit, Milliyet, Cumhuriyet gazetelerinde tefrika olarak yayınlamış. Şimdi ben bunları yazdım ya, büyük bir ihtimalle merak etmişsinizdir bunların hiç değilse üç beşinin adını.

Birinin adı çok uzun ve şöyle: “Abdülaziz’in Malum Şekilde İntiharını Müteakip Osmanlı Hürriyetperverleri Karşısında Osmanlı Kızıl Sultanı Abdülhamit.” Bir diğeri, “Tepedelenli Ali Paşa ve Vasiliki.” Evet… Bir de “Çırağan Sarayı Baskını Mithat Paşa” diyelim ve tadında bırakalım!

Arif Oruç yerinde duramıyor. Çerkes Ethem Bey’in gerillalarının merkez karargahının bulunduğu Eskişehir’e geliyor. 1920 yılındayız. Ethem Bey hatıralarında Arif Oruç’la nasıl tanıştığını anlatıyor. “Onu” diyor “Kuvay-ı Seyyare saflarında buldum. Bu genç çok vatanperver ve hamiyetli idi. Aynı zamanda fikir hürriyetine sahip bir gazeteci idi.”

Ağustos 1920 günlerindeyiz. Ethem Bey’den, bu genç gazeteciye hem para yardımı yaptığını, hem de Eskişehir’de o günün koşullarına göre mükemmel donatılmış bir matbaayı satın alarak kendisine verdiğini öğreniyoruz hatıratlarından. Seyyare-i Yeni Dünya burada basılıyor. Bu aynı zamanda Ethem Bey’in de üyesi olduğu islamik bolşevik Yeşil Ordu Cemiyeti’nin bir yayın organına sahip olması anlamına gelmektedir. Arif Oruç’un başyazarlığını yaptığı gazetenin adının Baku’da Mustafa Suphi’nin yayınladığı “Yeni Dünya” ile eşleşmesini rastlantı olarak görmemeliyiz. “Seyyare” ise Arif Oruç’un ilavesidir ve çok açık, doğrudan Ethem Bey’in gerillaları, Kuvay-i Seyyarenin “Seyyare” sine işaret etmektedir.

Sol rüzgarların estiği Ankara günlerindeyiz. “Ne bekliyoruz, haydin Bolşevik olalım” günlerinden geçiyoruz. Tam o günlerde Ankara’da resmi Komünist Partisi kurulur. Ankara Bolşevik olur! Mustafa Kemal Paşa’nın yakın arkadaşları partiye üye olurken sıra yayın organı teminine gelmiştir. Mustafa Kemal Paşa Ethem Bey’i “yoldaş” ilan ederek hem kurdurduğu Komünist Partiye davet eden, hem de Seyyare-i Yeni Dünya’nın Ankara’ya taşınmasını dileyen mektubunu yazar. Gazeteye yönelik temennisi şöyledir:

“…Eskişehir’de çıkan Yeni Dünya gazetesinin bundan sonra Ankara’da çıkarılmasını biz arkadaşlar pek münasip bulmaktayız” dedikten sonra, Üçüncü Enternasyonale bağlı bir Komünist partisi kurduklarını kendisinin ve Refet Bey”in de partiye üye olduklarını” belirtir. Bu arada Ethem Bey mektuptan kendisinin de parti üyesi yapıldığını öğrenir. Mustafa Kemal Paşa sözü matbaaya getirir ve “hemen Ankara’ya nakline müsaade buyurunuz ” dedikten sonra “Sıhhat ve afiyet muhterem yoldaş” diyerek bitirir.

Arif Oruç itiraz ediyor. Ethem Bey dinlemiyor. Matbaa, gazete ve Arif Oruç Ankara’ya taşınıyor.

Rahat durmuyor. Ankara’ya gelir gelmez resmi TKP nin sözcülüğünü yapan Yunus Nadi ile sert bir tartışmaya girişiyor. Bunlardan biri Üçüncü Enternasyonal üzerinedir. Yunus Nadi, sahibi olduğu ve “solcu” olarak bilinen Yeni Gün gazetesinde Üçüncü Enternasyonal Beyannamesini hayli eksikli olarak yayınlayınca Arif Oruç itiraz edip onu kınıyor. Yunus Nadi “yayın politikalarına uymayan bölümleri çıkarmada özgür olduklarını “söyleyerek savunmaya geçince Arif Oruç beyannamenin tümünü gazetesinde yayınlayarak tutuklanmasına kadar sürecek tartışmaların kapısını açmış oluyor.

Üç ay sonra olmalı, Ocak 1921 başında Ankara, Ethem Bey’e yönelik askeri harekâtı başlattığında, Arif Oruç Yeni Dünya aracılığıyla Eskişehir demiryolu işçilerine Ethem Bey’e karşı asker sevkiyat yapan trenin durdurulması için grev çağrısı yapıyor.

Sonrasında olacak olan oluyor!

Bir yandan Kuvay-ı Seyyare dağıtılırken öte yandan Seyyar-i Yeni Dünya kapatılıyor. Matbaa mı? Yerle bir ediliyor. Arif Oruç tutuklanıyor.

1921 Mayıs’ında Türkiye Halk İştirakiyyun Partisi (THİF) yöneticileri ile birlikte yargılandığı davada tutukluluğu kaldırılarak sürgün cezasına çarptırılıyor Arif Oruç. Sakarya Savaşı zaferi nedeniyle çıkarılan genel aftan sonra bu defa onu Tokat Milletvekili komünist Nazım (resmor) ile birlikte Yeni Hayat dergisinde görüyoruz. Yeni Hayat’ın başlığının altındaki “Bütün Dünyanın Emekçileri ve Mazlum Halkları Birleşiniz” yazısı bize derginin eğilimine işaret ediyor. Derginin imtiyaz sahibi ve düzenli yazarlarından biri Arif Oruç. Bu arada bizim Nazım’ın, Nazım Hikmet’in Moskova’dan gönderdiği bazı şiirlerinin de burada yayınlandığını belirtmek yerinde olacaktır.

Ömrü uzun olmuyor Yeni Hayat’ın. Nizamettin Nazif bir yazı yazıyor. Buyurun bakalım başlığı ne olsa beğenirsiniz : “Başvekilin Ense Köküne Bir Şaplak!” Evet, başvekil dediği de Rauf Orbay… Zaten bahane aranıyor. Dergi kapatılıyor.

Sonra Emek, Arkadaş ve Milli Mücadele sonrasında Yeni Turan gazetesi… Yeni Turan Gazetesi 1926 İzmir Suikastı ile ilişkilendirilerek kapatılırken Arif Oruç tutuklanıyor. Uzun sürmüyor, aklanıyor, bu “ip”ten döndüğü anlamına geliyor.

“İp”in sallantılı hayali zihninde kalmış olmalı ki üç yıl boyunca gazeteciliğe ara veriyor. Tarih ağırlıklı tefrika romanlara hız vermesi bu döneme rastlıyor. Geçimini bu yoldan sağlıyor. Ne ki kanına işlemiş gazetecilik. Duramıyor. 1929’da “Yarın” gazetesini çıkarmaya başlıyor.

Tam boy İsmet Paşa karşıtıdır. Bu arada Mustafa Kemal Paşa, halkın yönetime karşı, bu İsmet Paşa demektir, “hissiyatını” ölçmek için olmalı bir parti daha kurma ihtiyacını duyuyor. 1930’un Ağustos ayında Fethi Okyar’ı yanına çağıran Mustafa Kemal Paşa ona kuracağı partinin adının yanı sıra yeterli sayıda milletvekili vererek partiyi kurdurtuyor: Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF).

Arif Oruç, İsmet Paşa döneminde çeşitli çevrelerce yapıldığı iddia edilen yolsuzluk ve usulsüzlükleri gazetesine taşıyor. Fethi Okyar dur, mur, muhalifliğin de bir sınırı var, bu kadarı fazla dese de Arif Oruç durdurulamıyor. Her gün bir yolsuzluğa işaret ediyor. Partinin kurucularından ve sözcülerinden biri olan Ahmet Ağaoğlu, Yarın gazetesinin partinin yayın organıymış gibi davranmasından o kadar çok bezmiş olmalı ki Arif Oruç’u Mustafa Kemal Paşa’ya şikayet ettiği gibi, partiden dahi istifa etmeyi düşünmeğe başladığını yazıyor hatıralarında. Ağaoğlu’nun istifasına gerek kalmıyor. Aynı yılın Kasım ayında SCF kapatılıyor ama Arif Oruç kapatılamıyor! Kimi mahfillerde İsmet Paşa’nın ve hükümete yönelik eleştirilerden Mustafa Kemal Paşa’nın memnuniyetini gizleyemediğini ve el altından Arif Oruç’u desteklediği konuşuluyor.

Arif Oruç’un muhalefet dozu ve temposu bilhassa yiyicilikle suçladığı hükümet üyelerini, kimi milletvekilleri ve bürokrat takımını çileden çıkartıyor. Mayıs 1930’da tutuklanıyor. Gazete geçici olarak kapatılıyor ve para cezasına çarptırılıyor. Bir ay kadar sonra tahliye oluyor. Ancak Arif Oruç durdurulası değil. En sonunda İzmit Valisi ile ilgili yaptığı bir haber nedeniyle bir kez daha tutuklanıyor ve bu defa gazetesi Yarın süresiz kapatılıyor.

Yatıyor. Çıkıyor. Durdurulamıyor. İlla yazacak!

1932’de tahliye oluyor. “Vatandaşın Birinci Hürriyeti” adını taşıyan kitabını yazıyor. Kitabın piyasaya çıkmasıyla birlikte peşine düşülüyor. Bulgaristan’a kaçıyor. Bulgar hükümetinden iadesi istenince Yugoslavya’ya geçiyor. Türkiye’ye döndüğü 1937 yılında, bunu ben de anlayabilmiş değilim, idamla yargılanıyor ve beraat ediyor.

Bu yorulmak bilmeyen gazeteci 1950’de genç denebilecek bir yaşta göçüp gidiyor. Galiba “hep gazeteci” biraz da böyle olunuyor…

Mehmet Bozkurt / SOL


Kaynaklar:

Mete Tunçay, Arif Oruç’un Yarın’ı(1933) İletişim Yayınları,1991
Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, Bilgi Yayınevi,1978
Çerkes Ethem’in Ele Geçen Hatıraları, Dünya Matbaası,1962
Ahmet Ağaoğlu, Serbest Fırka Hatıraları,İletişim Yayınları,1994


Oğuz Oyan: IMF'siz IMF programı da çözüm olmayacak(SÖYLEŞİ) - SOL

 Prof. Dr. Oğuz Oyan, Berat Albayrak döneminde uygulanan politikanın dışa açık ekonomilerdeki "üçlü imkansızlık" durumuyla çelişmesinin rezervlerin erimesinde başat etken olduğunu söylüyor.


Muhalefet eski Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak'ı yeniden gündemine aldı. Eleştirinin dozu artınca uzun süredir Albayrak konusunda konuşmayan Cumhurbaşkanı Erdoğan eski bakanı ve damadına sahip çıktı. Bu durum Albayrak'a yeniden mi görev verilecek sorusuna neden oldu. 

CHP, uyguladığı yanlış politikalar nedeniyle Merkez Bankasının rezervlerini eritmekle suçladığı Albayrak'ı gündemde tutmaya devam ederken, yeni ekonomi yönetimiyle ilgiliyse sessizliğini koruyor. Profesör Dr. Oğuz Oyan bu durumu CHP'nin klasik neoliberal çerçevenin dışına çıkamamasına bağlıyor. 

Berat Albayrak döneminde uygulanan politikanın dışa açık ekonomilerdeki "üçlü imkansızlık" durumuyla çelişmesinin rezervlerin erimesinde başat etken olduğunu söyleyen Oyan, bu süreçte yerli ve yabancı sermayenin kârlı çıktığının da altını çiziyor.

Mevcut ekonomi yönetiminin 'IMF'siz IMF programı" olarak adlandırılabilecek politikalarınınsa yapısal sorunları taşınamaz hale gelen Türkiye ekonomisine çözüm olmayacağını söylüyor.

Oyan'ın sorularımıza verdiği yanıtlar şu şekilde: 

CHP 128 milyar doların hem faizlerin hem de doların aşağıda tutulması için yanlış bir politika olarak harcandığını iddia ediyor ve bu para nerede diye soruyor. TCMB'nın durumu nedir sahiden, bunlar bir yandan kayıtlı işlemler olmalı, çok fazla rakam havada uçuşuyor, bize biraz sadeleştirerek anlatabilir misiniz? 

Sermaye hareketleri üzerinde denetimin olmadığı dışa açık ekonomilerde, "üçlü imkânsızlık" durumu oluşur. Yani hem dışa açık olmak, hem de faiz ve kur seviyelerine birlikte müdahale etmek imkânları yoktur. Eğer dışa açıksanız, ya faize ya da kura müdahale edebilirsiniz; ikisine birden değil. Eğer dışa kapalı bir ekonomiyseniz, hem faiz hem kur seviyelerine birlikte müdahale edebilirsiniz. Uluslararası sermayenin taleplerini karşılayan Özal, 1989'dan itibaren Türkiye ile dış dünya arasındaki sermaye hareketlerini serbestleştirmiştir. Dolayısıyla Türkiye 32 yıldır para politikası araçlarını dilediğince kullanabilme imkânından yoksundur.

Bunun ilk sınaması 1990'larda yapılmış, faiz ve kura birlikte müdahaleye girişen Çiller Hükümeti (DYP-SHP Koalisyonu) 1994 krizine neden olmuştur. Bu deneyimden hiç ders almayan Erdoğan iktidarı, 2018 yılında aynı hatayı tekrarlayarak bir döviz krizine neden olmuş ve bundan kurtulabilmek için, o zamana kadar baskılamaya çalıştığı faiz hadlerinde şok artışlar yapmak (faizleri yüzde 24'e çıkarmak) zorunda kalmıştır. Ancak kendi deneyiminden dahi öğrenemeyen bu "akıl", 2019 sonlarından itibaren faiz hadlerini hızlı bir düşüşe zorlaması nedeniyle döviz kurunu tutamaz olmuş ve 2020'de yeni bir döviz krizine yol açmıştır. Kasım 2020'de Hazine ve Maliye Bakanı ile TCMB Başkanının değiştirilmesi, faizlerin yeniden bir şok tedavi mantığıyla yükseltilmesine Saray onayının alınmasından sonra "piyasalar" yatıştırılabilmiştir.

'Merkez Bankası görevini yerine getirememiştir'

Bir başka açıdan bakılırsa, TCMB'nın kendisine biçtiği tek rol olan milli paranın değerinin korunması görevini yerine getirmesi engellenmiştir. Dışa açık bir ekonomide Merkez Bankası'nın milli paranının değerini korumak bakımından elindeki yegane araç faizlerdir. Bunu kullanması engellenir ve üstelik milli paranın değerini koruması (yani döviz kurlarının yukarı gitmesini frenlemesi) istenirse, o zaman döviz rezervlerini tüketmek gibi yanlış bir yola savrulacaktır. Burada ne açık ekonomi koşullarını ne yüksek faiz politikasını ne de TCMB'nın bir kalkınma/istihdam hedefinin olmamasını savunuyor olmadığımızı geçerken vurgulayalım. Ama ekonomiyi dışa açık (dolayısıyla dış şoklara da açık) tutarken,  faizi baskılamak iktisat politikası açısından yanlıştır. Şöyle de söyleyebiliriz: Eğer faiz silahı zamanında kullanılabilmiş olsa, ne kurlar ne de faizler bugünkü düzeylere çıkmış olurdu.

Çok çeşitli ekonomik ve toplumsal maliyetleri bir yana, yalnızca döviz rezervlerinin erimesi bile yeterince yüklü bir fatura oluşturmuştur. TCMB'nin Aralık 2018'de sahip olduğu 93 milyar dolarlık brüt (döviz+altın) rezervinden 48 milyar dolarlık toplam yükümlülükleri çıkarıldığında, 45 milyar dolarlık bir olumlu bakiyesi bulunmaktaydı. Ocak 2021 itibariyle, brüt rezerv 95,7 milyar dolar, toplam yükümlülükler 135,9 milyar dolar ve net rezerv eksi 40,2 milyar $'dır. İki yılda net rezerv kaybı 85,2 milyar dolardır. (Zafer Yükseler).  Sadece dövizler dikkate alınsaydı, döviz rezervi kaybı 100 milyar dolar çıkardı. (CHP'nin 128 milyar dolarlık döviz kaybı bulgusu, hesabın daha erken bir tarihten başlatılmasıyla ilgili olmalıdır). Mustafa Sönmez de, 19 Şubat 2021 tarihi itibariyle, 94 milyar dolar brüt rezervden, toplam yükümlülükler olan 139,4 milyar doları düşünce, eksi 45,4 milyar dolarlık net rezerv sonucuna ulaşmaktadır.

Net rezervlerin eksiye düşmesinin en önemli etkeni, TCMB'nın swap borçlarının inanılmaz yükselişidir. (Örneğin, 19 Şubat itibariyle 57,5 milyar dolar swap yükümlülüğü olmasa, net rezerv 12,1 milyar dolar artıda olabilirdi). TCMB, döviz rezervlerinin yetersizliği ve faiz aracını kullanmasına getirilen Saray sınırlaması nedeniyle, ilk kez 1 Kasım 2018'de "Döviz karşılığı TL swap piyasası"nı kurmuştu. Mayıs 2019'da da "TL karşılığı altın swap pisasası"nı, 2 Ekim 2019'da da "Döviz karşılığı altın swap piyasasası"nı kuracaktı. Swap bir takas sözleşmesidir ve döviz, altın, ticari mal biçimindeki belirli bir varlığın belirli bir vadede ödeme yükümlülüğünün takas edilmesidir. TCMB, döviz karşılığı TL swap işlemlerinden ve kamu bankalarından başlayarak bu piyasası yapay olarak şişirmiş ve TCMB'nin döviz swap borçlarını olağanüstü artırmıştır. Bu işlemlerin çift haneli milyar dolarlara ulaşması Mart 2019 sonrasındadır ama henüz Haziran 2020'de döviz ve altın swap hacmi 59 milyar dolara çıkabilmiştir. Bu, faizleri baskılamanın görünür bedellerinden biridir sadece.

TCMB'nın net rezervinin eksi bakiye vermeye başlamasının başlangıcı Mart 2020'dir. Bu ayda verilen 10,7 milyar dolarlık eksi bakiye, henüz Haziran 2020'de eksi 36 milyar dolar düzeyine tırmanmıştır. Bozulma bu kadar çılgınca bir hızdadır ve buna karşı faiz önlemi alınamamıştır.  Üstelik, TCMB swap işlemlerini saydam bir biçimde göstermeyerek, rezerv hesaplarında dikkate almayarak bu kötü gidişatın farkedilmesini ve politikacılar tarafından izlenmesini güçleştirmiştir. Gerçi RTE'nin 94 milyar dolar brüt rezervle halen övünüyor olması, bir bilgisizlikten ziyade kasıtlı bir çarpıtma çerçevesinde değerlendirilmelidir.

'Yerli ve yabancı sermaye kazançlı çıktı'

Peki bu rezerv erimesi nereye gitmiştir? Görece baskılanmış olan kur seviyelerinde döviz satın alan tüm yerli/yabancı sermaye çevreleri bu işten kazançlı çıkmıştır. Yerli reel sektör, döviz bilançosundaki yüksek açık pozisyonları azaltma fırsatı bulurken, borsadan ve devlet senetlerinden çıkan yabancı portföy yatırımcısı da dövize dönerken (ve sermayesini yurtdışına çıkarırken) avantajlı konumda olmuştur. Üstelik örneğin Haziran'da kur 1 dolar =6,85 TL düzeyinde baskılanırken çıkış yapan sıcak para, 29 Ekim'de 1 dolar= 8,29 TL iken tekrar giriş yaptığında, büyük bir kur farkı kazancı da oluşmuştur. Demek ki, TCMB'nın rezerv eritme politikası en çok yabancı sermaye ile yerli sermayeye yaramıştır. Elbette döviz tevdiat hesabına (DTH) geçen hanehalkı da hesaba katılmalıdır; çünkü dolarizasyonun hızı önceki dönemleri aşmıştır. (Ancak hanehalkının büyük bölümü spekülatif davranamadığı için kısa vadede kayba da uğrar). Değerli meslektaşımız Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu (Birgün, 16 Şubat 2021), 2020 yılı için bulduğu 65,5 milyar dolarlık döviz erimesinin nerelere gitmiş olduğunu hesaplarken, dört kalem saymaktadır: -cari açık finansmanı için kullanılan 31,9 milyar dolar; -reel sektör şirketlerinin döviz alımı 19,4 milyar dolar; -gerçek kişilerin DTH artışları 22,1 milyar dolar; -BOTAŞ'a döviz satışları 6 milyar dolar.

Bu soruda son olarak, AKP'den bazı isimlerin, örneğin Nurettin Canikli'nin, Berat Albayrak'ı savunma mecburiyeti içine girdiklerinde, açık ekonomide TCMB'nın döviz talebini karşılamak zorunda olduğunu yoksa Türkiye'den temerrüde düşmüş olacağını iddia ettiler. Bu bir çarpıtmadır. TCMB faiz silahını zamanında çekmiş olsa, milli paranın (dolayısıyla dövizin) değerinde bu tür şiddetli dalgalanmalar ortaya çıkmaz ve kuru baskılamak için TCMB rezervlerinin eritilmesi gerekmezdi.

'Türkiye ekonomisinin krizi yapısaldır'

Türkiye açısından döndürülemez bir krizden mi bahsediyoruz? Sizin önümüzdeki döneme dair bir öngörünüz var mı?

Türkiye'nin yapısal ekonomik sorunları vardır ve bunun bir bölümü açık ekonomi koşullarından kaynaklanmaktadır. Önümüzde yalnızca faiz, kur ve enflasyona ilişkin kısa vadeli politikalarla durumun "idare edilebileceği" bir dönem yoktur artık. Nitekim ekonominin kırılganlıkları o derecededir ki, yüksek dozlu faiz artışlarına rağmen, yeniden eski hesapsızlıklara dönülebileceği kaygısı (ve Berat Albayrak dönemi güzellemeleri) bile son günlerde döviz kurunu yeniden zıplatabilmiştir.

Türkiye'nin mevcut politikalarla gidebileceği yol artık tıkanmıştır. Kasım'dan bu yana sürdürülen IMF'siz IMF düzenlemesi de derde deva değildir. Ama bunu bile layıkıyla sürdürebilecek (Kanal İstanbul'dan, KÖİ'lerden, büyük savurganlıklardan, ihale komisyonculuğundan vazgeçebilecek) bir kadro işbaşında değildir. Aslında dünyada da neoliberal düzenleme rejiminin ömrü dolmuştur; bu yolda devam ancak daha baskıcı politik rejimlerle mümkün olabilecektir.

'CHP'nin ekonomi yaklaşımı neoliberalizmin dışına çıkmıyor'

CHP'nin eski ekonomi bakanından hesap sorması anlaşılabilir fakat neredeyse 3 aya yaklaşan yeni bir ekonomi yönetimi var ve bunlara dair tek kelime eleştiri yapılmadığı görüyoruz. O zaman CHP şu anki ekonomi yönetiminin tercihlerine katılıyor mu?

Soruya iki açıdan yaklaşabiliriz. Birincisi, CHP'nin ekonomiye bakışı neoliberal yaklaşımın pek dışına çıkamamaktadır. Öyle olunca da, neoliberal dogmadan sapmaların daha fazla eleştiri kapsamına alınması, buna karşılık bu reçeteye az-çok uyulduğu durumlarda daha sessiz kalınması anlaşılır olmaktadır. Buradaki temel mesele, neoliberal gözlükleri çıkarabilmektir. Çıkarılabilirse, dünyanın daha farklı bir yer olduğu, toplumsal ilişkilerin daha farklı bir düzlemde olduğu görülecektir. Yapılabilir mi? Emek yönlü sınıfsal bakışa sahip olmadan zor.

İkincisi, bugün Türkiye'de ekonomik sorun olarak tartışılan konu, bir tür cahil bağnazlığı olan faiz inatlaşmalarının ülkeye yüklediği ekonomik maliyetlerin ne olduğudur. Eriyen döviz rezervleri, buzdağının sadece görünen ve nispeten daha kolay ölçülebilen yüzüdür. İstihdam kayıpları, emeğin ücret ve hak kayıpları, TL'nin satın alma gücünün düşüşü, yoksullaşma sorunları, şirket iflasları, ekonomik krizin neden olduğu diğer ekonomik ve toplumsal kayıplar hesaba katılsaydı, faturanın çok daha yüksek olduğu görülürdü. AKP/Erdoğan iktidarının bu sorumluluktan kaçmasına izin vermemek, bunları halkın gözünde sürekli teşhir etmek gerekiyor. Anamuhalefetin bu alanda şimdi olduğundan daha fazlasını yapabiliyor olması gerekiyor.

Türkiye ekonomisi konuşulurken pandemi sürecindeki en dikkat çekici başlıklardan biri olan sermaye teşviklerinin hiç gündeme gelmediğini görüyoruz. Oysa 2020 bütçesinde doğrudan ve dolaylı yollardan sermayeye büyük kaynak aktarıldığını biliyoruz. Mesele TCMB rezervlerinden ibaret olmasa gerek, ne dersiniz?

2020 Bütçesinde 195,6 milyar TL'lik bir vergi harcaması kalemi vardı. Yani toplam vergilerin yüzde 25'ine yakın vergi, toplanmadan harcanacaktı. Peki kime? Çok büyük bölümüyle sermaye kesimine. Ama sermayeye teşvikler bununla sınırlı değildir. SGK primleri üzerinden sermayeye yapılan teşvikler ve İşsizlik Sigortası Fonu kaynaklarının daha çok sermayeye kullandırılması; ücretsiz izin kapsamında "Nakdi Ücret Desteği" ile "Kısa Çalışma Ödeneği" gibi araçlarla ve istihdam teşvikleriyle sermayenin işgücü maliyetlerinin düşürülmesi; kamu bankalarından başlayarak kredi sisteminin sermaye yönlü çalıştırılması; Y-İ-D sistemleri ve çeşitli ihale rantlarıyla geniş bir sermaye kesiminin kollanması; ayrıca her türlü gayri-nakdi rant aktarma düzenekleri gibi çok çeşitli doğrudan/dolaylı teşvikler hesaba katılmalıdır. Salt pandemi dolayısıyla yapılan desteklere bakıldığında, sosyal yardıma muhtaç kesimlere yapılan (ve hemen hepsi bütçe dışı olan) yardımların GSYH'ya oranı yüzde 1'i ancak bulurken, bur avuç sermayedara yapılan görünür destekler bunun 10 katına çıkmaktadır.

Bu teşvik sisteminin yönünü sermayeden emekçi kesimlere doğru döndürmek, yalnızca AKP rejiminden kurtulmakla mümkün değildir. Asıl kalıcı dönüşüm, hem neoliberal düzenleme rejiminin hem de kapitalizmin aşılabilmesiyle sağlanabilir ancak.

(SOL)

38 askerin ölümünün gerçek hikayesi: Hediye edilen ev, Özal, Sarıgül ve Erdem...- ALİ UFUK ARİKAN / SOL

 Gare'de yaşamını yitiren bir askerin babasına hediye edilen evin arkasında, 38 askerin hesabı hiç sorulmamış ölümlerinin hikayesi var. soL, yaşanan o ölümlerin nasıl sümenaltı edildiğini hatırlatıyor.



“Gara şehidinin babasına Zeynel Abidin Erdem'den ev” şeklinde bir haber gündeme geldi geçtiğimiz günlerde.

Erdem hakkındaki bu “reklam” haber, yandaş medyanın neredeyse tamamında kendisine yer buldu.

Bu açık "reklam" haberin arkasındaki gerçek için sayfaları biraz geriye çevirmek gerekiyor...

İspanya’dan alınan CASA tipi uçaklar 2001 yılında iki ayrı kaza haberiyle gündeme geldi.

Bu kazalarda toplam 38 asker yaşamını yitirdi.

Yaşanan bu ölüm haberleri, takvim sayfalarının daha da geriye çevrilmesine neden olacaktı.

Eski SHP milletvekili Tevfik Koçak, TBMM Başkanlığı'na 30 Ekim 1989 günü CASA uçaklarının alımıyla ilgili bir soru önergesi veriyor. Sorduğu soruların Başbakan Turgut Özal tarafından yazılı olarak yanıtlanmasını istiyordu.

Ancak Koçak’ın önergesi 2 gün sonra, 1 Kasım günü sahte imzayla geri çekiliyordu.

İspanya’dan tanesi 5,7 milyon dolar yerine, 9,6 milyon dolara alındığı belirtilen, hem güvensiz hem de soygun haberlerine konu olan bu uçakların alımının arkasında Özal ve “Gara şehidinin babasına ev hediye etmesi” haberiyle gündeme gelen  Zeynel Abidin Erdem'in ismi bulunuyordu.

Konuya ilişkin 2001 yılında bir köşe yazısı kaleme alan Emin Çölaşan, sahte imzayla önergeyi geri çeken ismin Zeynel Abidin Erdem'in yakın arkadaşı olan Mustafa Sarıgül olduğunu iddia edecekti.

Bu yazı sonrasında Koçak, Çölaşan'ı arıyor ve şu çarpıcı bilgileri veriyordu:

"Ben önergeyi vermiştim. Hemen ardından Mustafa Sarıgül beni Hilton'da kahvaltıya çağırdı. Orada beni komisyoncu Zeynel Abidin Erdem'le tanıştırdı. Zeynel CASA uçaklarını övdü. Her ikisi de benden önergesi geri çekmemi istediler. Ben de, bu konuda ikna edildiğim takdirde çekebileceğimi söyledim. Sonra önergenin sahte imzayla çekildiğini öğrenince, biz SHP olarak Mustafa Sarıgül'den kuşkulandık. Sarıgül inkar etmedi.’’

Sarıgül ise iddiaları yalanlıyor ve Koçak’ın ikna olduğu için önergesi çektiğini ileri sürüyordu.

Bu iddiaların hiçbirinin üzerine gidilmedi.

Ne Erdem ne Özal ne de diğer isimler hakkında etkili bir soruşturma yapıldı.

38 asker yaşamını yitirdi ve aradan geçen yılların ardından Erdem'in ismi Gare'de yaşamını yitiren bir askerin babasına verdiği evle gündeme geldi.

Üstelik bu haber Sabah gazetesinde "imza" fotoğraflarıyla verilecek kadar reklam malzemesi yapıldı.












İspanya ve TBMM'den verilen ödüller: Zeynel Abidin Erdem kimdir?

Erdem, 1944 Mardin doğumlu bir patron.

1965 yılında başlayan "iş hayatında" Erdem Holding, Genpa, Erdem Bilgisayar, Erdem Petrol, Ermeks-Er, Erdem Sigorta ve Erdem Golf, Yönetim Kurulu Başkanlıklarını yürüttü.

"Türk Amerikan İşadamları Derneği Başkanlığı" da yaptı aynı zamanda.

İlginçtir ki, uçak aldırdığı İspanya'dan 2002 yılında "Commander of the Order of Spanish Civil Merit” Nişanı aldı.

2006 yılında ise TBMM Üstün Hizmet Ödülü verildi.

ALİ UFUK ARİKAN / SOL


27 Şubat 2021 Cumartesi

Ocak’tan üfürükçüye Karadeniz tarihi - Orhan Gökdemir / SOL

 Üfürükçü Nuri geç vakit ruhunu tanrısına teslim edince civar illerden koştular cenazesine kaldırmak için. O tarihten beri Giresun kırılıyor salgından aman ne önemi var? Katılanlar için cennet garanti.

1930 yılında Giresun’un Bulancak ilçesinde dünyaya gelmiş. Dedeleri Batum’dan İstanbul’a, oradan Bursa ve Adapazarı bölgesine, sonra da Bulancak’a yerleşmiş. Demek ki Osmanlı-Rus Harbi bakiyesidir, Gürcü kökenli olduğuna işareti sayıyoruz. Bu durumda köklerinde Hıristiyanlık var. Yakın zamanda Bulancak’ta âlâyı vâlâyla gömülen Üfürükçü Nuri sonradan Müslüman olanlarımızdandır.

Bu köken yepyeni bir hikâye yazımı için de uygundur. Hikâyeyi Giresun Müftülüğü yazıyor. Şöyle devam ediyor; “Çocukluk yılları Kuran eğitiminin ve kitap bulmanın zor olduğu yıllarda mücadele içinde geçti. Kur’an eğitimini tamamlamak için dağlara çıktı. Orada kaçak olarak medreselerde hafızlık eğitimini tamamladı, Arapça öğrendi.”

Çok acayip. Türkiye’de Kuran öğrenmek için dağa çıkıldığını öğreniyoruz bu vesileyle. Duyan da sanır ki Giresun dağları Suudi Arabistan’a açılıyor. Halbuki dini açıdan çok tekinsizdir o dağlar. Ne kaçak medrese vardır ne hafızlık okulu. Kızılbaşlığa açılır Giresun dağlarının kapıları. Kuran bulmak, Arapça öğrenmek zordur dağlarda. 

Sonrası Cumhuriyet tarihine daha uygun. Dağdan indikten sonra Samsun’un Terme ilçesinde “Kuran öğreticisi” olarak işe başlamış bizim üfürükçü. Ardından Piraziz’in Güney Köyü ve Bozat beldesinde aynı görevi yapmış. Sonra Bulancak’a Kuran öğreticisi olarak atanmış. Burada 32 yıl görev yaptıktan sonra emekli olmuş. Yani Cumhuriyet bizi köşe bucak kovalarken bizim üfürükçüye görev vermiş, ödüllendirmiş, maaşa bağlamış. Maaşının dağa çıkmanın getirisi olduğunu sanmıyorum. Koronadan ölene kadar sorunsuz sürmüş bir asalak hayattır.

Bir Bulancaklı olarak söyleyeyim, Bulancak’ta “Kuran yasağı” hiç olmadı. Cami yasağı olduğunu da hatırlamıyorum. Ama halkın böyle bir ihtiyacı yoktu yakın zamana kadar. Gidin köylerine bakın, en eski cami 50-60 yıllıktır. Daha eskisi yoktur. Doğru, evlerde Kuran da yoktu. Hz. Ali hikayeleri vardı buna karşılık. Onlarla büyüdük, kitaptır sonuçta, Kuran yerinedir…

***

Bulancak’ın dağ köyleri Çepni kökenlidir. Gülümseyerek yazıyorum, 12 Eylül’den sonra ilk dağa çıkma vakası da orada yaşanmıştır. Kimlik meselesi yüzünden falan değil, yol açsın diye gönderilen iş makinesinin darbe yüzünden geri çağrılması nedeniyle. Köylüler dozeri kaptırmamak için operatörünü rehin alıp dağa çıkmıştı. Neyse ki bu kalkışma arabulucularla falan silah patlamadan halledildi. Üfürükçü Nuri’nin işlerinden değildir.

Dindarlığa gelince, çocukluğumda genç yaşta altı çocuğuyla dul kalmış babaannemin kıldığı namazları hatırlıyorum. Oturarak yapardı ibadetini, belki bacaklarını işlemez hale getirmiş hastalıktan, belki ihtiyaç duymadığından, bilmiyorum. Zavallı kadının tanrıdan başka sığınacak kimsesi yoktu nihayetinde. Yazları “kuran kursu” da olurdu. Yardım niyetine gönderilmiş Amerikan süt tozunu sulandırıp dağıtan köy okulunun üçkağıtçı hademesi verirdi kursu. Öğrettikleri birkaç duadan gayrı adabı muaşeret kurallarından ibaretti. 

Buna karşın kadınların borusunun öttüğü bir hayattı bizimkisi. Erkekler “yan baktın” diye birbirlerine kurşun sıkarlardı ama “kadın meselesi” olmazdı vuruşma gerekçeleri arasında. Fındık hayatın merkezi olmamıştı daha, hayvancılık her şey demekti. Karlar erimeye yüz tuttuğunda yükler dürülür, Bektaş Yaylasına doğru göçe çıkardı hayat. Konar-göçer yaşam biçimi yakın zamana kadar ayaktaydı daha. 

Bir de özellikle kadınlar yoksul evimizi ziyarete gelirlerdi. Yarenlik için değil, yaralarını ve ağrılarını iyileştirmek için. En küçük amcamdan bana geçmişti şifa dağıtıcılığı. Kaya tuzunu dilime şöyle bir sürüp ağrıyan yere tükürmem çözüyordu bütün sorunlarını, öyle diyorlardı. Şifanın sebebi bizim ailenin “ocak” olmasıydı. Tarihe merak sarana kadar öğrenemedim bunun anlamını. 

Ortaokula başlayınca solculuk da başladı haliyle. Gülünç geliyordu insanların kendilerine tükürmem için yalvarması. Liseye başlayınca başımdan savmanın yolunu buldum, gelene “ben diyalektik materyalistim” diyordum. Küfür etmişim gibi bakıyorlardı yüzüme. Tükürükçülükten ve üfürükçülükten öyle kurtuldum. 

***

Giresun’da, daraltayım Bulancak’ta tarikat yoktur. Ona denk düşen Ocak kültürü vardır. Ocak’ın mitolojik arka planı çok zengindir. Ocakta, belirli hastalıklarda "uzman" kişiler vardır, ocaklıdır. Ocaklı aslında bir tür nevzuhur şamandır.

Başka bir anlamı daha var kelimenin. Karadeniz’de her evde ateşi tüken bir ocak vardır. Kışın birleştirici bir mekandır, ateş hiç söndürülmez. Bütün sosyal etkinlikler onun etrafında gerçekleşir. “Ocağı söndürmek” soykırım gibi bir şeydir, büyük suçtur. Türkçede “ısınma, pişirme vb. amaçlarla ateş yakmak için düzenlenmiş yer” anlamındaki ocak kelimesi mecazi olarak soy, boy, kök; dirlik düzenlik anlamlarında da kullanılır o nedenle.

Anlaşılacağı gibi ocak sistemi ateş ve atalar kültü ile bağlantılıdır. Aile ocağı kültü ile ateş kültü birbirinden ayırt edilemez. Kutsaldır haliyle. Su dökülmez, tükürülmez, hava karardıktan sonra kimseye ocaktan ateş ödünç verilmez. Yeni yapılan eve dostluk nişanesi olarak ocak taşı verilir. Ve asıl önemlisi ocak üstüne ant içilir. Ocak yetkesi babadan oğula geçer, yetki sahibi kişilere “ocaklı”, aileye de “ocak” denilir. Temre ocağı, alazlama ocağı, uçuk ocağı, sarılık ocağı, sıtma ocağı, nazar ocağı, baş ocağı, dolama ocağı gibi uzmanlık alanları vardır. “Temrecilikten” emekliyim ben. Fakat gelin görün ki kendi temremi iyileştirmeye başaramadım, hekim hekim dolaşıyorum….

***

Bu kadar ocak lakırdısı ettik madem, üst kimliğini de not edeyim. Karadeniz baştanbaşa “Güvenç Abdal Ocağı”dır. Güvenç Abdal nam kişi Hacı Bektaş Veli’nin dervişlerindendir. Vaktiyle Gümüşhane’nin Kürtün ilçesi Taşlıca Köyü’ne yerleşerek Karadeniz’e inancını yaymaya çalışmıştır. Bir Çepni şamanıdır özetle. Prof. Dr. Osman Turan hikayelerini şöyle anlatır: "Şarki Karadeniz Bölgesi'ne yaylalardan, geçitlerden ve Harşit Vadisi'nden inen Türkmenler mevcut olmakla beraber bu havali daha ziyade Samsun'dan itibaren sahili takip eden Oğuz Çepni boyu tarafından Türkleştirilmiş; Canik Bölgesine adını veren yerli Hristiyan Çan kavmi tedricen kaybolmuştur. Türkmenler 1302'de Giresun'a kadar ilerlemiş ve birtakım küçük beylikler kurmuşlardır." İslamiyet bütün bunların üzerine gelmiştir. Devlet inancıdır. Karadeniz’e zorla benimsetilmiştir. Modern üfürükçülüğün temelidir….

***

12 Eylül Cuntası ilçenin üzerinden bir silindir gibi geçmeden önce dağ taş solcu olmuş, üfürükçüler yeryüzünden silinmişti. Köylere kütüphaneler gelmiş, “ecünnü” masallarının yerini ülkenin geleceğine değin hararetli tartışmalar almıştı. Geldiler ve sildiler. Üfürükçü Nuri’nin yükseliş tarihinin başlangıcıdır. 

Kutsarlar, methiyeler düzerler, Cumhuriyete karşı dağa çıkarırlar ama biz biliriz üfürükçülerin kıçlarını kaldıracak halleri yoktur. O güç devletin gücüdür. 

Yalnız bugünün meselesi değildir üfürükçülük. Laiklik henüz tepelenmemişken Karadeniz’in her köyünden bir medyum çıkardı. Laiklik tepelenince medyumlar üfürükçüye dönüştü. O üfürükçülerden cübbesiyle ünlenmiş biri bana dava açtı yıllar önce. Duruşmaya çıkana kadar bütün Giresun’un arkasında olduğunu sanıyordu. Karşısında olan birini görünce şaşırdı. Çok gülüştük duruşmada. 

Laik Cumhuriyet ayaktayken her köyde bir meczup vardı böyle. Yıkılınca hepsi önemli şahsiyet, kanaat önderi katına yükseldi. Esası şarlatanlıktır.

*** 

soL’da haberi var, bizim Üfürükçü Nuri geç vakit ruhunu tanrısına teslim edince civar illerden koştular cenazesine kaldırmak için. 

O tarihten beri Giresun kırılıyor salgından aman ne önemi var? 

Katılanlar için cennet garanti. Esası şarlatanlıktır!

Orhan Gökdemir / SOL

26 Şubat 2021 Cuma

Jeotermal enerjide durum tespiti - Emin Korkmaz / BİRGÜN

Unutmayalım, “sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı” hepimizin anayasal hakkı ve gelecek kuşaklara karşı sorumluluğudur. Hiçbir işletme ve proje, insan ve çevre sağlığından, havamızdan, suyumuzdan, toprağımızdan daha önemli değildir.

İç Anadolu’dan Ege’ye doğru uzanan Büyük Menderes Havzası ülkemizde incir, zeytin, pamuk, üzüm ve ürünleri için önemli bir üretim bölgesidir. 

Türkiye’nin 25 akarsu havzasından biri olan Büyük Menderes Havzası, nehir boyunca devam eden ılıman iklim ile biyoçeşitlilik konusunda da oldukça zengindir.

Ülkemizde başta Aydın olmak üzere, Büyük Menderes Havzası’nda Manisa, Denizli, İzmir; Kütahya ve Çanakkale’de jeotermal kaynakla elektrik üretimine uygun sahalar yoğun olarak bulunmaktadır. Bu dağılımda, işletmeye alınmış jeotermal elektrik santrallarının üçte ikisi Aydın’da bulunmaktadır. Buna karşın yatırım sürecinde olan, ön lisans ve planlama aşamasındaki santralların proje stokunun dörtte biri yine bu sınırlar içerisindedir.

Hal böyleyken santrallerin plansızlığı, işletme sorunları, santral atıklarının tasfiyesi konuları; bunların çevresel etkileri göz önüne alındığında büyük bir tahribat meydana gelmektedir. Yaşanan bu tahribatın tespit edilmesi, kamuoyunun bilgilendirilmesi ve çözüm önerileri geliştirilebilmesi için TMMOB uzun süreden bu yana bölgede teknik çalışmalar yürütüyor ve yerel çalıştaylar düzenliyor.

Bu çalışmalardan ve teknik araştırmalardan hareketle hazırlanan TMMOB JES Raporu yakın zamanda yayınlanacak. Kamuoyunun dikkatini bu önemli soruna çekebilmek için Raporun sonuç bölümünde yer alan tespitleri buradan da aktarmak istiyorum.

1- Mevcut jeotermal santralların, kuyuların ve iletim hatlarının yer seçimi sorunludur. Santrallerin çoğunluğu, yasal düzenlemelerle koruma altına alınmış büyük ova koruma alanlarına ve tarım arazilerine inşa edilmiştir.

2- Mevcut jeotermal santral, kuyu ve iletim hatlarının çevresel etkileri önemsenmeden, akışkanlar ve gazlar yeterince ölçülme­den ve denetimlerle yanlışlar önlenmeden doğaya salınması toprak, su ve bitkisel ürün kirliliği açısından sorunludur. Jeotermal akışkanların Büyük Menderes neh­rine deşarj edilmesi sonucu zararlı ve yüksek oranda kimyasallarla nehrin kirletilmesi halk sağlığı yanı sıra, başta incir, zeytin, üzüm ve pamuk olmak üzere tarımsal üretimin sağlıklı sürdürülebilirliği açısından çok ciddi tehdit oluşturmaktadır.

3- JES’lerin izinlendirilmesi aşamasında uygulanan ÇED süreçleri sorunludur. Yargı kararlarında da ortaya konduğu üzere çevresel etkileri olan projelerin bu etkilerinin kümülâtif olarak incelenmesi; çevredeki diğer projelerin etkileri ile birlikte değerlendirme yapılarak yörenin kaldırabileceği etkilerin buna göre belirlenmesi gerekmektedir.

4- Yeraltından çekilen akışkanla birlikte gelen ve yoğunlaşmayan gazların atmosfere salınmaması ile akışkanın bir damlasının dahi yerüstüne deşarj edilmemesi ilkelerine uyulmamaktadır. Hava, toprak ve su kirliliğinin periyodik ölçümü ve denetim faaliyetleri etkin bir şekilde yapılmalı, gerekirse yerel yönetimlere, bağımsız denetim kuruluşları veya üniversitelere izin verilmeli, kısa aralıklarla sonuçlar kamuoyuna açıklanmalıdır.

5- Aydın ilinde JES’lerin yaşam alanlarından uzağa kurulması il­kesine uyulmamakta, Jeotermal atıkların insan ve canlı sağlığına etkileri önemsememekte ve yeterince araştırılmamaktadır. Bazı JES’ler ve arama kuyuları yerleşim yerlerinin hemen bitişiğine yapılmakta, nakil hatları ise bazı yerleşim yerlerinin içerisinden geçmektedir. Havada hissedilen yoğun kükürt kokusu yanında, önemli gürültü kirliliği de yaşanmaktadır.

6- Jeotermal tesislere arama ve işletme ruhsatı ve lisans verme konusu sorunludur. Jeotermal, plansız kullanıldığında tükenen bir kaynaktır. Sahaların kapasitesini aşan tesis ve kuyu izinleri nedeniyle kullanıma alınan tüm sahalarda rezervuar basınçları düşmekte, suyun soğuması hız­lanmakta ve kaynaklar tükenmektedir. Halen izin verilmiş olanlarla birlikte ihale edilecek yeni ruhsat sahaları, jeotermal kaynakların daha çabuk tüketimine neden olacağından, kamu yararına ve sür­dürülebilir çevre ilkelerine aykırılık taşımaktadır.

7- Jeotermal kaynakların kullanımına yönelik yasal ve kurumsal mevzuat karışık ve sorunludur. Jeotermal enerjiden bilimsel gerekliliklere uygun bir şekilde ya­rarlanabilmesi için, yaşanan sorunların tanımlanması ve çözümler geliştirilmesi, mevzuat karmaşasının giderilmesi için başta jeotermal tesislerin bulunduğu bölgelerde yaşayanlar olmak üzere; ilgili tüm kesimlerin (akademi, uzmanlar, TMMOB ve Odalar, tarım ve sağlık meslek örgütleri, sektör dernekleri vb.) görüşlerine başvurmalıdır.

Sadece Aydın ve Büyük Menderes Havzasında değil, Türkiye’nin diğer gölgelerindeki Jeotermal Enerji Santrallerinde de benzer sorunlar yaşanmaktadır. Bu sorunlar çözülmeden koruma-kullanma dengesi içerisinde mevcut JES tesislerinin etkin bir şekilde denetlenmesi, yanlış yerde yanlış projelendirilen ya da yanlış uygulamalarla işle­tilen JES’lerin faaliyetlerinin durdurulması ve gerekli düzeltmeleri yapmadan çalışmalarına izin verilmemesi gerekir.

Unutmayalım, “sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı” hepimizin anayasal hakkı ve gelecek kuşaklara karşı sorumluluğudur. Hiçbir işletme ve proje, insan ve çevre sağlığından, havamızdan, suyumuzdan, toprağımızdan daha önemli değildir.

Emin Korkmaz / BİRGÜN

'Türkiye’nin 1970’li Yılları' - Korkut Boratav / SOL

Sermaye, 'yükselen sol' ile uzlaşmayı reddetti; 12 Eylül seçeneğini yeğledi.  Bugünkü siyasal İslam-yozlaşmış kapitalizm bileşkesinin temelleri de 1970’li yılların bitiminde atıldı.

Yakın geçmişimizden bir kesit: Türkiye’nin 1970’li Yılları… İletişim Yayınları’nın 2020 tarihli bir derlemesinden söz edeceğim. 48 yazarın makalelerinden oluşuyor. Hazırlayan Mete Kaan Kaynar; ekler hariç 1046 sayfa…  (Kitaba Derleme olarak referans vereceğim.)

Kaynar, sistematik bir sınıflamaya kalkışmamış; ama, bu on yılık zaman aralığının “iki darbe arasına sıkışmış yılları” kapsadığını baştan hatırlatıyor. Siyasal çalkantılar öne çıkıyor; ama, iktisattan spora, dış siyasetten edebiyata; fikir akımlarından gündelik hayata uzanan bir çeşitlilik içinde… 

Sonuç, yakın geçmişimizle ilgilenen herkese hitap eden bir başvuru kitabıdır. Başlayıp bitirilen kitaplardan değil; bölümler arasında gezinerek tadı çıkarılacak bir derleme… 

Ben de Derleme’nin ekonomik ağırlıklı kesimleri ile başladım. Düşündüklerimi okurlarımla paylaşmak istedim. 

Planlamacı, korumacı stratejinin tıkanması…

Hüseyin Özel’in makalesi ile başlayacağım: “Yetmişli Yıllarda Ekonomik Gelişmeler: Bir Politik İktisat Denemesi” (ss.209-228). 

Özel’in makalesi, Türkiye’nin 1970’li yıllardaki gelişiminin, ülkemize özgü olmadığını belirterek başlıyor. Kapitalist sistemin merkezi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Refah Devleti dönüşümünü yaşayacaktır. Bu model, 1970’li yıllar sonunda bölüşüm, sermaye birikimi ve finansallaşma süreçleri arasındaki çelişkileri aşamayacak; tıkanacaktır. 

Refah devletinin çevre ekonomilerinde ve Türkiye’deki karşılığı Kalkınmacı Devlet’tir.  Türkiye’de 1960’ı izleyen yirmi yıla, planlamacı ve korumacı (“ithal ikameci”) politikalar damgasını vuracaktır. Hüseyin Özel 1970’li yıllardaki gelişimi, iki beş yıllık plandan izliyor.

1968-1972 ve 1973-1977 plan dönemlerinde Türkiye, yüksek (yüzde 7 ve 6,5’lik) tempolarda büyüdü. Nihai amaç olan dış bağımlılığı hafifleten bir sanayileşmeye geçiş ise başarılamadı. Dayanıklı tüketim mallarında ithal ikamesi ileri aşamalara taşınamadı; sanayinin ithalata bağımlılığı zaman içinde yoğunlaştı.  

1970’li yılların sonuna yaklaşıldığında Türkiye’nin ihracatında hâlâ tarım ürünleri öne çıkmakta; ham petrol fiyatlarındaki artış, dış açığı sıçratmaktadır.

Döneme özgü korumacı politikalar, ithal kotaları, döviz tahsisleri gibi yöntemlerle uygulanıyordu. Hüseyin Özel, “dış ticaret kısıtlamalarının yarattığı rantların politik süreçler yoluyla… gelenekselci ve cemaatçi oluşumlara [dağıtıldığını]” (s.222) ileri sürüyor. 

Bu tespit, 1970’li yıllardan ziyade, neoliberal dönemde zirveye çıkan bir çarpıklığı vurgulamaktadır. 

Planlı dönemde ithal kotaları, döviz, kredi tahsislerinden kaynaklanan rantlar, özerk, ayrıcalıklı, güçlü bir ekonomi bürokrasisi tarafından denetlenirdi. Bu bürokrasi, yönetmelikler ve kurumsal geleneklerle, rantların planlama önceliklerinin belirlediği sektörlere tahsisini sağlar; şirketlere aktarımında nesnel ölçütleri itinayla gözetirdi. 

Bu ekonomi bürokrasisini etkisizleştirme, Özal döneminde öncelik kazandı. Dış ticaret serbestleştirildi; “koruma rantları” yok oldu. “Alaturka neoliberalizm" yepyeni rant alanları oluşturdu: Özelleştirme, kamu ihaleleri, KÖO yatırımları, imar planları… Astronomik boyutlara ulaşan bu rantlarla cemaatçi sermayenin bütünleşmesi, 1970’li yıllarda değil, AKP döneminde gerçekleşti. 

Neoliberalizme geçiş: Sert bir kopuş

Hüseyin Özel’e göre, “1970’li yılların sonunda, dünya yeni neoliberal düzene hazırdır… Ülkemizde de 1970’ler neoliberal İslam’ın temellerinin atıldığı bir dönem[dir]” (s.219). Ama, “şiddetin [bu] toplumsal mühendislik projesinin önemli bir parçası” olduğunu da ekliyor (s.227). 

Böylece, kapitalizmin egemen sınıfları, neoliberal toplumsal mühendislik projesini dünya çapında “uygulamaya” başlayacaklardır. “Yumuşak bir geçiş” değil, “sert bir kopuş” söz konusudur. Türkiye’yi de içeren Güney coğrafyasında şiddet de içeren kopuşlar…

Kopuş’un Türkiye boyutuna Derleme’de Bilsay Kuruç ışık tutuyor: “Türkiye’de Plancılığın İkinci Onyılı: Yetmişli Yıllarda Devlet Planlama Teşkilatı” (ss.229-243).

Bilsay Kuruç, 1978’de Bülent Ecevit tarafından Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) Müsteşarı olarak görevlendirilmişti ve Dördüncü Beş Yıllık Plan’ın hazırlıklarını yürütüyordu. Bu plan, Özel’in değindiği temel sorunu (ekonominin dış bağımlılığını) hafifletmeyi hedefliyordu. 

Kuruç, uygulanma fırsatı olsaydı Plan’ın bu hedefi gerçekleştirebileceğini düşünmektedir. Yazısı, Türkiye sermaye çevrelerinin, bu “cüretli adımı” nasıl engellediğini açıklamaktadır. 

Bu çevreler dış bağlantıları da olan sistematik bir saldırı ve “tüm iktidar sermayeye” anlamına gelen bir kampanya sonunda Ecevit hükümetini iktidardan uzaklaştıracak; 24 Ocak ve 12 Eylül’e açılan sert, şiddet içeren bir dönüşümü tetikleyecektir. 

Tehlikeli bir sınıf ittifakı…

Kuruç açıklamaktadır ki, bu dönüşüm, sadece Dördüncü Beş Yıllık Plan’ın kaderini belirlememiştir.  “Tüm iktidarın sermayeye” geçmesini engelleyen önemli bir sınıfsal ittifakın çökertilmesini de sağlamıştır.

Bu ittifak, Kuruç’un ifadesi ile “bir küçük burjuva radikalizmi içeren cumhuriyetçi orta sınıf hareketi ile işçi sınıfının ilk kez Haziran 1970’te bir bütün olarak sahneye çıkan sınıfsal” gücü arasında oluşmuş; “1980’de bir darbe ile kesilmişti”.  

İttifakın “cumhuriyetçi orta sınıf” ayağını temsil eden Ecevit hükümeti uluslararası ve yerli sermayenin müdahalesi ile 1979 sonunda; işçi-emekçi kanadı ise 12 Eylül 1980 darbesi ile çökertilecekti. 

Aziz Çelik, Derleme’de, aynı ittifakın işçi sınıfı kanadına ışık tutuyor: Yetmişli Yıllarda Emek hareketi: 15-16 Haziran’dan 12 Eylül’e Yükseliş ve Düşüş (ss.515-546).

Çelik’in makalesi hatırlatıyor ki, Demirel hükümetinin “DİSK’in çanına ot tıkama” amacıyla hazırladığı İş Kanunu, 15-16 Haziran 1970’te büyük çaplı bir işçi direnişine ve 26 ilde sıkıyönetime yol açacak; 12 Mart 1971 darbesini tetikleyen vesilelerden biri olacaktır.

12 Mart darbesi, Anayasa’yı değiştirecek; kan dökecektir; fakat 1970’li yılların tümüne bakıldığında, sendikalaşmanın, parlamento içinde ve dışındaki sol akımların gelişimini engelleyemeyecektir. 

Dünya Solu bu yıllarda bir yükselme ivmesindedir. Yunanistan’da, Portekiz’de, İspanya’da faşist rejimler son bulmuş; Türkiye’de 12 Mart’ı tezgahlayan güçler frenlenmiştir. 

Aziz Çelik, 1970’li yıllarda Türkiye’de “gerçekçi” sendikalaşma oranlarının yüzde 41-50 arasında seyrettiğini belirtiyor. Bu oranlar Türkiye sendikacılık tarihinin zirveleridir ve pek çok Batı ülkesindeki sendikalaşma düzeyleri aşılmıştır. Kıvanç duyarak ve özlemle hatırlayalım. 

Grevlerde yitirilen iş günleri, 1970-1980 arasında altı misli (220.000 → 1.303.000) artmıştır.  Bu olgular ücretlere yansıyacak; ücret hareketleri emek verimini izleyecek; son yıllarda aşacaktır. 

Türk-İş’in geleneksel “siyaset-dışı kalma” çizgisini, Genel Başkan Halil Tunç, CHP lehine terk edecek; 1978’de başbakan Ecevit ile bir Toplumsal Anlaşma imzalayacaktır. DİSK Anlaşma’yı reddedecek; ama CHP hükümeti ile diyalogu sürdürecektir. 

Sınıf ittifakının parlamento-dışı, devrimci kanadı 

Derleme’de yer alan bir makale, (İlker Aytürk, “Yetmişli Yıllarda Komünizmle Paramiliter Mücadele"), 1970’li yıllara gelindiğinde “sosyalizmin, sol düşüncenin fikir dünyasında albenisinin ve neredeyse tekelinin” yerleştiğini açıklıyor (s.443). 

Bu gelişme, zaman içinde Türkiye’nin sınıfsal dengelerine de yansıyacaktır. Aziz Çelik, 1970’li yıllarda, çeşitli fabrikalarda, işyerlerinde parlamento-dışı sosyalist akımların etkisi altında sürdürülen grev, direniş, eylemlerden örnekler veriyor (ss.539-545).

Bunlara, döneme damgasını vuran devrimci hareketlerin, yönetimi, barınmayı, güvenliği, yardımlaşmayı üstlendiği yerel örgütlenme örnekleri eklenmelidir. 

Derleme, bu alanda üç önemli katkı içeriyor: Yavuz Yıldırım, “Fatsa Deneyimi ve Yeni İktidar Arayışı”; Şükrü Aslan, “Yetmişli Yıllarda Gecekondu Direnişleri:1 Mayıs Mahallesi” ve “Küçük Moskova: Yetmişli Yıllarda Tuzluçayır” (ss.177-208).  Fatsa’da, İstanbul’da, Ankara’da devrimci hareketlerin sürüklediği emekçilerin  yönetim deneyimleri…

***

1970’li yılların sonuna gelindiğinde, Türkiye toplumu bir bütün olarak sola yönelmekteydi. Devlet ve faşist güçler, parlamenter sol, işçi sınıfı hareketi, parlamento-dışı sosyalizmin fiili ittifakını önleyememişti. 

Sermaye, “yükselen sol” ile uzlaşmayı reddetti; 12 Eylül seçeneğini yeğledi.  Bugünkü siyasal İslam-yozlaşmış kapitalizm bileşkesinin temelleri de 1970’li yılların bitiminde atıldı. Müdahale, darbe, şiddet yoluyla… 

“Türkiye Demokrasisinin Altın Çağı”nın güzel günlerini ve acılı bitimini böylece yaşadık.

Korkut Boratav / SOL