31 Ekim 2023 Salı

'ABD bölgeye yerleşmek için aradığı fırsatı buldu' - BURCU GÜNÜŞEN / soL-Söyleşi

 Güvenlik ve Savunma Politikaları Uzmanı Temel Ersoy, Gazze'deki savaşın ABD açısından bölgeye yerleşmek için bir fırsat olarak görüldüğünü, uçak gemilerini kara birliklerinin takip edeceğini söyledi.

Emekli asker, güvenlik ve savunma politikaları uzmanı Temel Ersoy Gazze'de süren İsrail-Filistin savaşıyla, zaten bölgeye yerleşmek için fırsat kollayan ABD'nin aradığı fırsatı bulduğunu söyledi.

Doğu Akdeniz'e gelen ABD uçak gemilerini kara birliklerinin takip edececeğini belirten Ersoy'a göre, İsrail'in hedefi Gazze Şeridi'ni 10-15 yıl içinde tamamen kontrol altına almak.

Gazze açıklarında Filistin halkına ait doğalgaz rezervlerinin savaşın nedeni olduğunu savunan Ersoy, ABD'nin bölgedeki askeri varlığıyla Türkiye'yi de "zor bir dönem"in beklediği görüşünü dile getirdi.

Ersoy AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın savaşın ilk günlerinde İsrail'e karşı temkinli açıklamalarının ardından AKP Grup toplantısında yaptığı konuşmayı "aslına rücu ettiği" şeklinde yorumluyor.

Emperyalizmin bölgede kendisine "kayıtsız şartsız hizmet eden bir Kürdistan kurma" hedefinde kararlı olduğunu iddia eden Ersoy, bunun enerji koridorları açısından "acilen lazım" olduğu görüşünü dile getiriyor.

Eski MİT Başkanı Hakan Fidan'ın Dışişleri Bakanlığı'na getirilmesinin ardından dışişlerindeki personelin yerine istihbaratçıların alındığını anlatan Ersoy'a göre bu "tehlikeli" olabilecek bir gelişme. 

Ersoy Gazze'deki savaşın bölgeye yayılıp yayılmayacağı, Türkiye'de son tezkere tartışmaları ile 1 Mart Irak'a asker tezkeresi arasındaki farklılıklar ve AKP'nin İsrail'le "normalleşme" sürecinin rafa kalkıp kalkmayacağı konularındaki görüşlerini soL'a anlattı. 

'İran ilk başta müdahil olsaydı genişleme ihtimali vardı'

7 Ekim'de Gazze’den İsrail’e düzenlenen Aksa Tufanı operasyonu sonrası başlayan savaş sizce genişler mi? Bu, Ortadoğu’da mevcut denklemi değiştirir mi, ne yönde değiştirir?

Ortadoğu’nun ortasına 1947’de İsrail geldikten sonra zaten sürekli bu tür olaylar yaşanıyor ve her seferinde İsrail kendisini genişletiyor. O tarihten bu tarihe değişen ne var? Amerika’nın İsrail’e yönelik angajmanı ve desteği giderek artıyor. Ve artık neredeyse birlikte hareket eder gibi bir duruma geldiler.

İlk başta eğer bu operasyona İran müdahil olsaydı daha da genişleme ihtimali vardı bunun.

Biliyoruz ki Ortadoğu’da yeni bir paylaşım, bölüşüm yaklaşık 20 yıldır filan sürüyor. Her fırsatta da bölge devletlerinin aleyhine gidiyor bu. Fiili olarak Irak üçe bölünmüş durumda zaten, Suriye hemen hemen üçe bölünmüş durumda, Lübnan da karıştı.

Leviathan rezervi

Dolayısıyla bu hareket niye oluyor? Birincisi İsrail artık varlığını tam olarak orada bir daha hiç çatışmayacak şekilde kanıtlamaya çalışıyor. Bunun da yolu Gazze Şeridi’nden "kurtulmaktan" geçiyor. Çünkü deniz bütünlüğünü de sağlaması lazım. Neden? İsrail’in açığında Leviathan diye, söylentilere göre Avrupa ülkelerinin 50 yıllık ihtiyacını karşılayacak bir doğalgaz rezervi bulundu. Dolayısıyla Gazze’nin oradan bir kere sökülüp atılması lazım. Şimdilik bunun yarısına razı oldukları anlaşılıyor kuzeyi güneye göç ettirerek. Bahane olarak da efendim işte saldırılar oradan geldi, yeraltında tüneller, cephanelikler vs. var, bunları biz bir operasyonla temizleyelim…

Hamas zaten bunu bilerek başlattı. İsrail’in ağır bir şekilde cevap vereceğini biliyor. Hamas da İsrail’i angaje edip biraz da kendi popülaritesini artırıp belki de diğer İsrail karşıtı örgütleri de yanına çekerek bir şey başlatmaya çalışıyor. Çünkü bunların kafaları değişik, normal insanlar gibi düşünmüyorlar. Yani yazılım, dini yazılım. O yüzden de bunu iyi bir şey olarak kabul ediyorlar ve büyük bir cesaretle, pervasızlıkla gidiyorlar.

'Göstermelik de olsa bir kara operasyonu yapacaklar'

Ama İsrail’in cevabı tabii ki Gazze’ye girerek olacak. Tek tek ev ev dolaşması, her bir enkazın içine girmesi lazım. Başlangıçta o kadar attılar tuttular ama bu o kadar kolay değil. Şehir savaşları, meskun mahal savaşları en zor savaşlardan bir tanesi. Zaten Gazze’nin sokakları… İsrail'in Merkava tankları kocaman, devasa tanklar. Bir operasyonla çölde gitmek için. O sokaklarda rezil olur, Amerika’nın Afganistan’da düştüğüne benzer bir duruma düşerdi.

Sonradan dediler ki, biraz yavaşlatalım, geciktirelim, hazırlanalım. İşte o Felluce Tilkisi dedikleri Amerikalı generalin falan oraya gitmesi de psikolojik harekatın, propagandanın unsurlarından bir tanesi. Oraya gittiği zaman taktik de verebilir, operasyonu da yürütebilir. Ama savaşın bir de kendi doğası var. İki taraf da zarar görür. Dolayısıyla bir hazırlık yapacakları anlaşılıyor. Şimdi ağızlarından da bu çıktığına göre göstermelik, giriş çıkış şeklinde de olsa oraya bir operasyon yapacaklar. (Söyleşi yapıldığında İsrail henüz Gazze'ye karadan girmemişti.)

Bunun politik hedefi, İsrail halkında Netanyahu'ya karşı oluşmakta olan challenge'ı (meydan okumayı) da susturmak.

Ben komplo teorilerine çok inanmıyorum, yani anlaşmalı bir saldırı değil ama İsrail’in büyük işine yaradı politik olarak.

'İran'ı kıskaca alma durumu var' 

Zamanlama açısından mı?

Evet. Bu bir bahane. Bu bahaneyle Amerika oraya 2 tane uçak gemisi görev grubu gönderdi. Hani bizde bir deyiş var ya “zafer süngünün ucundadır” diye. İstedikleri kadar donanmayla vesaire Gazze’yi topa da tutsalar, oraya ayak basıp bilfiil girmedikten sonra Hamas’ı bitirmeleri, söküp atmaları pek de kolay değil. Dolayısıyla bunun zaten Hamas için olduğunu düşünmek de biraz saflık olur. Tamamen İran’ı durdurmak, caydırmak, müdahil olmasını engellemek... Ve burada İsrail’in Amerika’dan beklentisi “ya izin ver ben yapayım, ya sen yap, İran’ın nükleer tesislerini yok edelim”.

Çünkü bütün Arap ülkelerini sindirdiler, artık kimse duymuyor, görmüyor orada olan biteni. Ama İran politikaları gereği şu anda Filistin’in tek hamisi konumunda bizden sonra. Dolayısıyla İran’ı da bir kıskaca alma durumu var. İran eğer bir hata yaparsa ki onun da “İran’ın bir dahli yoktur” şeklinde çok erken bir açıklamayla önünü kestiler.

Başta sorduğunuza geliyorum, yayılması ihtimali bana göre yok. Çünkü bu bir zincirleme reaksiyon. Daha Ukrayna’daki savaş devam ediyor. Ve Çin, Tayvan konusunda hazır. Yani onlarca yıl süren bir hazırlık yaptı. Herkes gülüyordu. Rusya’nın uçak gemisini aldı, eski adıyla Kremlin’i. Otel yapacağım diye buradan boğazdan geçirdi. Onu model olarak uçak gemisini yaptı. Uçak gemisini yapmak da yetmiyor, pilotların bunun üzerine inip çıkabilmesi lazım, bunları da başarabildi.

Ukrayna, Kürdistan ve Tayvan

Dolayısıyla pürüz noktaları: Ukrayna, yani Rusya’nın Kırım’ı alıp almaması konusu, Karadeniz’in statüsü şu anda bekleyenler, Kürdistan’ın kurulması konusu -bu konuda çok kararlılar, yani Ortadoğu’daki dengeyi değiştirmek için emperyalizme kayıtsız şartsız hizmet edecek bir Kürdistan acilen lazım onlara, enerji koridorları açısından da lazım-, diğer yandan Tayvan krizi çok ciddi boyutlarda. Bence bunlar birbirlerinin parmaklarını ısırıyorlar yani karşılıklı halka olmuşlar. Çok daha fazla koparacak kadar gitmez diye düşünüyorum. Özellikle İran’ı dışladıkları için “yani bunun dahli yok, temiz İran” dedikleri için sanıyorum olan yine Gazze’deki insanlara olacak ve oluyor zaten.

'Topyekün savaşın en önemli unsuru ABD dolarına meydan okuma olur'

Bir dünya savaşının yaklaştığına ilişkin görüşler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Zaten dünya savaşı eskiden olduğu gibi topyekün olmuyor. Dünya 1970’lerden beri savaş halinde. Bu soğuk savaş olarak da, kimi zaman casuslar yapıyordu kimi zaman ekonomik olarak ambargolarla, yaptırımlarla… Şimdi medya var, yargı var, bir şekilde savaş devam ediyor. Ama bu topyeküne dönmez diye düşünüyorum. Bu savaşın en önemli unsuru da zaten Amerikan dolarının hakimiyetine karşı bir meydan okuma olduğu sürece Amerika yakar yıkar, yani hiçbir şey düşünmez. Çünkü Amerikan doları rezerv para olma ihtimalini kaybettiği anda, şu anda BRICS’in filan da yapmaya çalıştığı da o, o zaman çok ciddi savaşlar çıkabilir.

Erdoğan’ın AKP grup toplantısındaki konuşmasında Hamas’a ilişkin sözleri 7 Ekim’den beri bu konuda temkinli yaklaşan AKP’nin farklı bir karar mı verdiğini gösteriyor sizce?

Erdoğan’ı artık hepimiz tanıyoruz, 20 yıldır. Ya ona tapıyor insanlar ya da ondan nefret ediyor. Ama çok az insan da -ben de bunların arasındayım- olabildiğince soğukkanlı olarak zayıf taraflarını, kuvvetli taraflarını incelemeye, analiz etmeye çalışıyor.

Bir kere Erdoğan’ın eğitimi bu kadar büyük bir görevi bu kadar uzun süre sürdürmeye yeterli değil. Yazılımı İslami yazılım, yani ne yaparsa yapsın olaylara o şablonla bakıyor. Erdoğan ilk başta bir şekilde kendini tuttu ama aslına rücu etti.

Erdoğan’ın muazzam bir sevilme ihtiyacı var. İslam ülkelerinin rejimleriyle arası iyi değil. Ama oradaki halkın kendisini bir büyük halife, bir büyük adam gibi görmesini de çok istiyor. Tutamadı kendini. Yani bu ne devlet adamlığıyla ne akılla bağdaşır. Bir kere Türkiye’yi isterlerse teröre destek veren, serseri devlet kategorisine koyarlar. Bunun arkasından acayip yaptırımlar gelir.

'Şu anki CHP'nin o zamanki CHP ile arasında dağlar kadar fark var'

Irak ve Suriye’ye asker tezkerelerinin uzatılması Meclis’e geldiğinde, NATO yanlılığı yarışında AKP’yi geçen CHP üst perdeden "yabancı asker postalı istemiyoruz" söylemini öne çıkardı. Bu tercihin nedeni ne sizce? 1 Mart Irak'a asker tezkeresinde de ABD askerinin Irak’a Türkiye üzerinden saldırmasına karşı büyük bir itiraz vardı. Son tezkere üzerine gündeme gelen bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

1 Mart tezkeresinin iklimi çok farklıydı. Ben bizzat içinde yaşadım. Ben Cumhurbaşkanlığı'nda görevliydim. 1 Mart tezkeresi için, Türkiye’de bazı çevrelerce çok sevilen Mark Parris, Bush’un özel temsilcisi olarak geldi, Ahmet Necdet Sezer ile görüşmek istedi, görüşmedi Sezer. Bize gönderdi, bize havale etti. Tutanağını tuttuk gönderdik. Ve orada Cumhurbaşkanı, Silahlı Kuvvetler ve CHP’nin ağır topları büyükelçi Onur Öymen, Şükrü Elekdağ vardı.

O şekilde önlendi bu 1 Mart tezkeresi. O zamanki CHP ile şimdiki CHP arasında da dağlar kadar fark vardı. Şu anda CHP hiçbir aidiyeti olmayan, hiçbir ideolojisi olmayan ve tamamiyle hükümete destek olan, yani MHP’nin yaptığı neyse CHP’nin yaptığı da o. Koalisyon ortağı olmasalar da aynı şeyi yapıyorlar.

'Harcamaya gerekçe bulacaklar, onun için tezkere çıkarıyorlar'

O zamanki tezkerede Türkiye’ye gelecek asker ABD askeriydi. Şimdi bu son tezkereyle gelecekler için Kılıçdaroğlu ÖSO olacak dedi...

Tabii. Zaten Türkiye’ye dışarıdan Amerikan askeri ya da NATO askeri getirmek şu anda için bir çözüm değil veya düşünülen bir şey de değil. Türkiye’ye gelecek olan yabancı askerler belki radikal ülkelerden, İslamcı ülkelerden gelecek asker olabilir, sadece gösteri amaçlı. ÖSO’ya kılıf bulabilirler. Ya da diğer ülkelerden, Çeçenistan’dan oradan buradan… Çünkü yeni savaş bu. Artık taşeron savaşı. Paralı askerlere, katiller sürüsüne, olabildiğince vahşet sergileyip caydırıcılık sağlayacak askerlere dönüştü. AKP’nin geçmişinde ve MİT’in yakın geçmişinde de bu tür şeyler var. Buna resmiyet kazandırıyor olabilirler. Niye resmiyet kazandırıyorlar? Bütçeden para ayıracaklar. Harcamaya gerekçe bulacaklar. Onun için tezkere çıkartıyorlar. Yoksa bunu zaten yapıyorlar. El altından yapıyorlar yani.

El altından yabancı asker mi getiriyorlar?

Yabancı asker dediğimiz işte bu Özgür Suriye Ordusu ya da cihatçı tayfası. İstanbul’da eminim bir sürü vardır bunlardan.

İsrail ile Türkiye’nin askeri anlaşmaları vardı, daha sonra iptal edilmişti. Hâlâ devam eden askeri anlaşmalar var mı İsrail’in Türkiye'yle? Açık ya da gizli…

2005’ten sonra olmadığını tahmin ediyorum. Zaten epey soğuk da bir dönem geçti. Ama 1990’lı yıllarda özellikle Almanya ve Amerika parlamentoları aracılığıyla Türkiye’ye silah ihracatını engelledikleri için bizim askeri teçhizatımız, gerek uçaklar gerek gemiler veya elektronik harp sistemleri modernizasyon ihtiyacı duyduğu için ister istemez İsrail’le yakınlaşıldı. Hem eğitim anlaşmaları yapıldı askeri işbirliği adı altında hem de onlar bizim bazı sistemlerimizi modernize ettiler kendi imkanlarıyla. Ama o dönemde bile karşılıklı derin bir güvensizlik vardı. 

İsrail uçaklarının Konya’daki eğitim uçuşları o dönemdi değil mi?

Yine zaman zaman geliyor. Çünkü karşılıklı, bizim pilotların onlardan öğrendiği şeyler de var.

İsrail’in en büyük eksikliği derinliği yok. Yani İsrail’in bir tarafında bir uçak kalktığı zaman 3 dakika sonra falan sınırlarının dışına çıkıyor. Eğitim yapabilmesi için daha geniş bir alana ihtiyacı var.  Konya’daki alan o imkanı sağlıyor. Sadece İsrail’e değil bazı küçük Avrupa ülkelerine de. Yani oradan kalkıyorlar, sadece Konya’yla da sınırlı kalmıyorlar Malatya’ya gidiyorlar. Uçuyorlar geri dönüyorlar, havada yakıt ikmali yapabiliyorlar, onun eğitimini yapıyorlar. AWACS dediğimiz uçaklarla, erken ihbar kontrol uçaklarıyla işbirliği yapıyorlar.

Yani bunlar devam ediyor hâlâ…

Tabii bu anlaşmalar gizli. Ama hiçbir zaman da tamamen kopmaz, minimuma da inse İsrail’le ilişkiler devam eder.

New York’ta BM Genel Kurulu sırasında Erdoğan ile Netanyahu'nun görüşmesinde "İsrail’in gazı"nın Avrupa’ya satılmasının ele alındığı söylenmişti. Hamas'ın başkan yardımcısı Ebu Marzuk Eylül ayında İstanbul'da düzenlediği basın toplantısında Avrupa’ya satmak üzere Türkiye’nin İsrail’le doğalgaz pazarlığı yapmasıyla ilgili soruya sert ifadelerle yanıt vermiş ve "O kaynaklar Filistin halkına ait" demişti. Erdoğan’ın AKP grup toplantısında yaptığı açıklamalardan sonra İsrail ile bu pazarlık da rafa kalktı mı sizce?

Bu tür anlaşmaların yapılması ve uygulamaya konulması yıllar sürer. Ve inişlerle çıkışlarla doludur. Bazen koptu dersiniz, bir süre sessizlik olur, sonra tekrardan başlanır. Ama tabii bu tamamen politik bir karar.

İsrail ya Kıbrıs ve Yunanistan üzerinden gönderecek bunu, başka yolu yok çünkü. Mısır, Libya o taraflardan Avrupa’ya bunu sunamaz. En kısa yol. Artı altyapısı da var, TANAP Yunanistan’a gidiyor. TANAP’la her an birleştirilebilir, bizim üzerimizden ya da Yunanistan üzerinden. Ama Kıbrıs’ın statüsünün belirli olması lazım. Kıbrıs Türkiye için olmazsa olmalardan bir tanesi. Yani artık bu saatten sonra Kıbrıs’ın birleşmesi, tek devlet haline gelmesi falan mümkün değil. Hiçbir hükümet de buna cesaret edemez. O zaman ne kalıyor geriye? Ya Kürdistan üzerinden çıkartacaklar. Bunu hem havuç olarak kullanıyorlar Kürtlere karşı, bize karşı da sopa olarak kullanıyorlar. “Bak sen bizim şartlarımızı kabul etmezsen zaten buradan biz bu koridoru açacağız, buradan da gönderebiliriz” diye söyleyebilirler. İsrail ile Türkiye’nin bu konuda uzun vadede anlaşmaları on yıllara sığacak bir şey. Bir de bu tür rezervleri böyle hemen devreye sokmazlar. Bunların bir sırası var. Amerikan politikaları gereği, Avrupa politikaların gereği. Daha İran’ın bir dolu gazı var, onu sattırmıyorlar, orada duruyor. Rusya’nın gazının ne durumda olduğunu bilmiyoruz, yeni yataklar bulduklarını söylüyorlar. 

Ve bu savaşın da Gazze açıklarındaki gaz için olduğunu söylüyorsunuz…

Tabii. İsrail’in kafasındaki çözüm şu: “Batı Şeria’daki rejim itaatkar, sorun yaratmıyor. İşbirlikçi bir yönetim var. Ama Gazze Hamas’ın tutsağı pozisyonunda. Deniz bütünlüğümü de sağlamam lazım, Gazze Şeridi’ni tamamen İsrail’in kontrolüne almam lazım.” Bunu birden yapamaz, iki buçuk milyon insanı bir anda yok edemez. Ama yarısını alır, burada tehdit var deyip oraya yerleşir. 10-15 yıl içinde Gazze diye bir yerin artık İsrail tarafından tamamen kontrol altında olacağını düşünüyorum.

Gazze’deki Filistinliler ne olacak peki? Tehcir mi edilecekler?

Onlar ya Mısır’a bir şekilde gidecek. Zaten bütün bu baskı oradan, insani dram katlanıyor, hiçbir şey demiyor, umrunda bile değil. Nereye giderse gitsin, diyor. Bu insanlar geldiği zaman orada silahlanıp İsrail’e karşı mücadelelerini sürdüreceğini biliyorlar, onun için almamaya çalışıyorlar.

'İsrail'le ilişkileri her zaman sıcak tutmaya çalışıyorlar'

Anladığım kadarıyla siz AKP iktidarının da uzun vadede (AKP iktidarı uzun vadeli olur mu ondan bağımsız olarak) İsrail’le normalleşmeye devam edeceğini öngörüyorsunuz…

AKP gitse yerine CHP gelse gene bir şey değişmeyecek ki.

AKP’nin de CHP’nin de içinde İsrail ile ilişkilerin iyi tutulmasını savunan güçlü bir grup var, her zaman da olmuştur. Neden böyle? Çünkü dünya finans kapitalini onlar yönlendiriyorlar. Vatansız para onlar tarafından yönlendiriliyor. Bu yüzden de İsrail’le her zaman ilişkileri sıcak tutmaya çalışırlar.

'Dış politikanın istihbaratçılaşma riski var'

Dış politikada istihbaratçıların etkinliğine, Hakan Fidan'ın MİT Başkanlığı'ndan Dışişleri Bakanlığı’na getirilmesine ilişkin ne düşünüyorsunuz?

Bizim geleneksel, akla, sağduyuya dayalı, temkinli ama akıllı bir dış politikamız vardı. Bu öncelikle Davutoğlu ve sonrasında biraz daha dini ağırlıklı bir politikaya dönüştü. Ama şu anda çok daha ciddi bir dönüşüm içinde. Dış politikanın istihbaratçılaşma riski var. Bunu biz Rusya’da gördük. Bir istihbaratçı devletin kritik noktalarına geldiği zaman yaptığı analizler, hesaplar çok yanlış oluyor. Çünkü dış politika ve diplomasiden çok farklı bir paradigma. Anladığımız, öğrendiğimiz kadarıyla da MİT’ten dış işlerine geçiş var, oradan oraya eleman alma var. Yani deneyimli meslek memurları ve diplomatların yerine istihbaratçıların oturtulması genel müdürlük makamları da dahil. Ben bunu tehlikeli olabilecek bir süreç olarak değerlendiriyorum. Diplomasi istihbaratçı gözüyle bakılabilecek bir şey değil, yanıltır.

Biraz daha açabilir misiniz bunu? Nasıl bir tehlike?

Şöyle örnek vereyim. Amerika Irak’a nasıl saldırdı?

Kimyasal silahları var diyerek…

Neye dayandırdı bunu?

İstihbarat raporlarına.

İstihbarat raporları dışişleri tarafından da desteklendiği zaman, olmayan şeyler olabilir. Ki öncesinde de “iki tane sallarız, ondan sonra karşılık veririz” falan gibi şeyler var. (Hakan Fidan’ın MİT müsteşarı olduğu dönemde Suriye’ye ilişkin bir toplantıdan sızan ses kaydındaki “Gerekirse Suriye'ye dört adam gönderirim. Türkiye'ye 8 füze attırıp savaş gerekçesi üretirim, Süleyman Şah Türbesine'de saldırtırız” sözlerine atıfta bulunuyor)

O açıdan maceraya açık. İstihbaratçılarda tehlikeli olabilecek bir cesaret vardır. Çünkü duyduklarını doğru kabul ederler her zaman. Halbuki benim tecrübem istihbaratın yüzde 90-95’i yalandır. Ya kendileri üretir, boş durmuyormuş, iş yapıyormuş gibi ya da onların kullandığı haber elemanları para akışı olsun diye uydururlar, bir şeyler söylerler. Yani akademisyenlerin akademik makalelerinde aslında daha fazla istihbarat vardır, okuyana, anlayana. Dolayısıyla istihbarat örgütlerinden dışişleri kadrolarına personel transferinin ben riskli bir uygulama olabileceğini düşünüyorum.

ABD’nin Suriye'de Türkiye’ye ait bir SİHA’yı düşürdüğünü açıklamasının ardından Milli Savunma Bakanlığı düşürülen SİHA’nın TSK’ye ait olmadığını açıklamıştı. MİT’e ait bir SİHA mıydı bu?

Doğru. O TSK’nin değil MİT’in SİHA’sıydı.

En son yapacakları suikast tam olarak kimeydi onu teyit edemedim ama ciddi olarak Amerika’nın da işine yarayacak birisi olduğu için düşürdüler. Ve kendi (ABD'nin) açıklamaları "bizim elemanımıza da zarar verecekti" diye. Muhtemelen yanında da Amerikalı ajanlar vardı.

BURCU GÜNÜŞEN / soL-Söyleşi

Cumhuriyetin ilk 100 yılında devlet borçları (IV): Planlı kalkınma döneminde devlet borçları (1960-1980)-Binhan Elif Yılmaz / duvaR

 Planlı dönem finansman yapısı itibariyle hedeflendiği gibi ekonomiyi dış kaynaklara bağımlılıktan uzaklaştırmamıştı. Kalkınma planlarındaki hedef büyüme oranlarına ulaşmada planlanan yatırımların önündeki pek çok engel borçlanmayı bir "sonuç" olarak ortaya çıkarmıştı.

1960'lı yıllar liberal ekonomi politikalarını uygulayan ülkelerin Keynesyen reçeteleri kullandığı ve planlamacılığın ön planda tutulduğu, ekonomi literatürünün kalkınma ve büyüme üzerine yoğunlaştığı yıllardı. 1960 sonrası dönem Türkiye'de temelde korumacı ve ithal ikameci sanayileşmeye dayalı politikaların izlendiği, kalkınma planları ile anılan dönem oldu. Planlı kalkınma döneminin en önemli siyasi olayları 1960 ve 1971 askeri ihtilalleri ve en önemli dış konjonktüre dayalı gelişme ise 1973 Petrol Krizi'ydi.

Kalkınma planları ve ekonomi politikalarında değişim

30 Eylül 1960'ta Devlet Planlama Teşkilatı'nın (DPT) kurulmasıyla 1962'de planlı kalkınma modeline geçilmişti. Anayasal düzenlemelerle uygulanmaya başlanan planlı kalkınma hem dış borç krizine çözüm hem de uluslararası arenada Türkiye ekonomisine güven verme görevlerini üstlenmişti. Ekonomi politikasına yön verecek model, Karma Ekonomi Modeli olarak benimsenmişti.

Esfender Korkmaz ve Binhan Elif Yılmaz (2023) eserlerinde karma ekonomi modelini şöyle tanımlarlar:

"Bu model piyasa ekonomisi esas almak üzere devletin, piyasada rekabeti geliştirmek, kıt malların üretimini üstlenmek şeklinde müdahalesinin yanında özel yatırımların teşviki, kamu-özel yatırımlarının tamamlayıcı olması ve bu yolla ekonomide etkin kaynak dağılımını sağlama amacı olan bir modeldir. Karma ekonomi modelinde özel mülkiyet korunur, ekonomik özgürlük vardır. Ancak devlet de istikrar, kalkınma ve bölüşüm gibi ekonomik ve sosyal hedeflere ulaşmada müdahalede bulunur."

Kalkınma planları döneminde ekonomik ve mali göstergeler

1960-1980 yılları arasında ekonomiye yön verecek dört tane Beş Yıllık Kalkınma Planı (BYKP) hazırlanmıştı.

1. BYKP (1963-1967) döneminde ekonomik büyümede tarım ve sanayi sektörleri arasında dengeli bir gelişme öngörülürken plan hedeflerine ulaşmada kamu kesimine daha fazla ağırlık verilmişti. Bu yıllarda Türkiye ekonomisi "istikrar içinde büyümüş"tü. Ortalama enflasyon yüzde 5,2 ve büyüme de yüzde 6,5 olarak gerçekleşmiş, ancak dış ticaret açıkları devam etmişti (Bakınız Tablo 1).

2. BYKP (1968-1972) döneminde yine tarım ve sanayi sektörlerine önem verilmiş, özel sektöre kredi ve vergisel kolaylıkların yanında ayrıcalıklı döviz tahsisi gibi teşvik uygulamaları başlatılmıştı. Bu dönemde büyüme oranı ortalaması yüzde 5,4, enflasyon oranı da plan döneminin son iki yılında çift haneli rakamlara ulaşarak yüzde 10,2 olarak gerçekleşmişti. Dış ticaret açığı 1972'de bir önceki yıla oranla yüzde 37 artarak 678 milyon dolara çıkmıştı (Bakınız Tablo 1).

3. BYKP (1973-1977) ise 2.BYKP'nın son yıllarında toplumsal ve siyasal bunalımların ardından 12 Mart 1971'de bir askeri darbenin gerçekleştiği ortamda hazırlanmıştı. Bu plan büyümeyi temel hedef olarak almakla beraber büyümede rol oynayacak tasarruflar için çözüm önerileri getirmemişti. Kamu kesimi öncülüğünde özel kesimin teşvik edilmesi, AET'ye katılım ve ekonominin bu yönde düzenlenmesi planın amaçlarını oluşturmuştu.

3. BYKP döneminde gerek Arap-İsrail Savaşı gerek Kıbrıs Barış Harekâtı ve gerekse 1973 petrol krizi ile birlikte ham petrol fiyatının 2,5 dolardan 11,6 dolara yükselmesi, ülkenin dış ticaret açığını üç katına çıkarmıştı. Ham petrol fiyatlarındaki artışın devam etmesi ve dış ekonomik ilişki içinde bulunulan ülkelerin stagflasyon yaşamaları dış ticaret açığını büyütmüştü. Hedef büyüme oranına ulaşılabilmesi için planlanan yatırımlar nedeniyle ithalat ödemelerinin hızla artmasına karşılık ihracat sınırlı kalmıştı. Ortalama büyüme hızı hedef büyüme oranı olan yüzde 7,9'un altında kalarak yüzde 6 olarak gerçekleşmiş ve enflasyon oranı da yüzde 20'ye tırmanmıştı (Bakınız Tablo 1).

Birinci petrol krizinin etkileri sürerken 1979-1980 yıllarında ikinci petrol şoku yaşanmıştı. Petrol fiyatlarının yükselişi hem sanayileşmiş ülkelerin hem de petrol ihracatçısı olmayan gelişmekte olan ülkelerin ithalat maliyetlerini artırdığından, üretim düşüşleri ve talep azalışı ortaya çıkmıştı. Yaşanan tüm bu gelişmeler, gelişmekte olan ülkelerin ödemeler dengesi açıklarının daha da büyümesine neden olurken, kalan dövizleri de petrol ithali için kullanmak zorunda kalmış, hatta Türkiye de o dönemde 70 Cent'e muhtaç kalmıştı.

4. BYKP (1979-1982) ham petrol fiyatlarının hızla arttığı ve ekonomik ve siyasi bunalımın yaşandığı dönemde bir yıl gecikerek uygulamaya konmuştu. Planın başlıca amaçları yüksek bir büyüme oranına ulaşmak için yatırımların büyük ölçüde kamu kesimince sağlanması ve sanayide ithalat yerine yerli üretim politikasının sürdürülmesi olmuştu. Fakat plan döneminin dış ekonomik koşulları ağırlaşmıştı.

Planlı kalkınma döneminde yatırım planları ve sanayi stratejisi oluşturulurken bunların hangi kaynaklardan finanse edileceği konusuna ve bütçe açığı sorununa değinilmemişti.

Bütçe harcamalarının milli gelire oranı 1960 sonrası ilk on yılda yüzde 10 gibi oldukça yüksek gerçekleşmişti. Bütçe gelirleri artışının bütçe harcamaları artışının gerisinde kalmasıyla bütçe denkliğinin sağlanmasında zorluklar yaşanmıştı.

1. BYKP'nda planlanan yatırımların bütçeden finansmanı nedeniyle yatırım harcamalarının bütçedeki payı ortalama yüzde 25 olarak gerçekleşmişti. 2.BYKP döneminde ise yatırım harcamalarının payı sürekli düşmüş ve 1970 devalüasyonunun etkisi ile transfer harcamalarının payı bütçe harcamalarının neredeyse yarısını kaplamıştı.

1960-1980 döneminde bütçe harcamalarını besleyen vergi gelirlerinin artırılması kalkınma planlarının başlıca amaçlarından biri olmuş ve bu alanda çeşitli düzenlemelere gidilmişti. 1970'te Finansman Kanunu çıkarılmış ve yeni vergiler sisteme dahil olmuştu. Ancak kamu gelirlerinde yapılabilen düzenlemeler büyük ölçüde dolaylı vergilerin artırılması yönünde olmuştu. Bir yandan getirilen yeni vergiler diğer yandan enflasyonun gelir vergisi matrahını aşındırıcı etkisi ile vergi yükü giderek artmıştı. Ayrıca hızlı fiyat artışları karşısında gelir vergisinin artan oranlı tarife yapısı ücretlilerin vergi yükünü artırmıştı.

Yeni bir "BORÇ ÇIKMAZI"

Planlı Kalkınma Döneminde planlanan yatırımların finansmanında gelirlerin artırılmasına yönelik düzenlemeler yetersiz kalınca borçlanma kaçınılmaz olmuştu. Kısa vadeli borçların artışı önlenememiş, OECD bünyesinde oluşturulan Türkiye'ye Yardım Konsorsiyumu kredileri beklenenin üzerinde artmıştı. Sonuçta yoğun bir şekilde para basımı ile iç ve dış borçlanma kullanılmıştı.

İç borçlanma

Planlı kalkınma döneminde iç borçlanma cephesinde olumsuz gelişmeler birbirini izlemişti. Öncelikle vergi gelirlerinden verim alınamadığı için bütçe finansmanı zorlaşmıştı. Kalkınma hızının artırılması çabaları sonucu artan bütçe açığının finansmanında Merkez Bankası kredilerine yoğun bir şekilde başvurulmuştu. Merkez Bankası özel kesimden daha fazla kamu kesimine kredi açmıştı (Bakınız Tablo 2).

Aslında iç borçlanma ile öncelikle kalkınma hamlesine kaynak oluşturulması ve Kıbrıs Barış Harekâtı'nın artırdığı savunma harcamalarının karşılanması amaçlanmıştı. O nedenle her yıl düzenli olarak iç borçlanmaya gidilmişti. Ancak bu dönemde kısa vadeli borçlar ödenemeyerek konsolidasyona başvurulmuştu. 1960 tarihli 154 sayılı kanunla dalgalı borçların büyük bölümü konsolide edilmiş ve uzun süreli borçlara dönüştürülmüştü. Bu da yetersiz kalınca 1963 tarihli 250 sayılı kanunla yeni bir konsolidasyon işlemine başlanmıştı. Sonuçta iç borçlarda 1974 sonrasında büyük bir sıçrama yaşanmıştı (Bakınız Tablo 3).

Dış borçlanma

Planlı kalkınma döneminin ilk 15 yıllık sürecinde dış borç ihtiyacının ortadan kalkması ve ekonominin bu açıdan kendi kendine yeterli hale gelmesi amaçlanmıştı. Ancak dış borçlar sürekli olarak ve hızlı bir biçimde yükselmişti.

Hüseyin Şahin'in (1995) kitabında kalkınma planları-dış kaynak ilişkisi şöyle aktarılır: "1.BYKP döneminde yatırımların yaklaşık yüzde 19'unun dış kaynaklarla finansmanı öngörülmüş fakat dış kaynakların yatırımlara oranı yüzde 11,3'den ibaret kalmıştı. 3.BYKP döneminde dış kaynakların sabit sermaye yatırımlarına oranı yüzde 20'nin üzerinde gerçekleşmişti. Plan ekonomiyi değil ekonomideki gelişmeler planı yönlendirmişti."

Bu dönemde dış borçların hacminde konsorsiyum kredilerinin payı yükselmişti. 1960 sonrasında Türkiye'nin sağladığı dış kaynak daha çok 1962 yılında kurulmuş olan konsorsiyum kanalıyla aktarılmıştı. Konsorsiyum, gelişmiş ülkeler ve uluslararası ekonomik kuruluşların meydana getirdiği bir kurumdu ve Türkiye'nin kalkınma planlarını destekleyici nitelikte, ödemesiz dönemi bulunan, düşük faizli ve uzun vadeli krediler vermeye başlamıştı.  

Konsorsiyum kredileri; program kredisi, proje kredisi, borç tecili ve refinansman kredisi olarak verilmişti. Zaman içinde program kredilerinin payı azalırken ihracat olanaklarını artıran ve borcun geri ödenmesini garanti eden proje kredilerinin payı yükselme göstermişti.

Dış borçlarda bir başka handikap Dövize Çevrilebilir Mevduat (DÇM) uygulamasıydı. DÇM'nin faiz geliri DÇM hesapları olarak yurt dışına transfer edilmişti. Bu faizi elde edenler de büyük bir kısmı yurt dışında ikamet edenler olmuştu. DÇM'ler esas itibariyle devlet borcu niteliğinde olmamasına rağmen ödenmesi devlet garantisine alındıktan sonra kamu borcu niteliğine bürünmüş ve ekonomik, toplumsal yaşantıyı çok önemli bir yük altında bırakmıştı.

Erdinç Tokgöz (2001) kitabında o dönemin en çok tepki çeken bu dış kaynak girişini şöyle anlatır: "DÇM, bu dönemin önemli borçlanma araçlarından birini oluşturmuştu. O nedenle Türkiye'nin kısa vadeli ve yüksek faizli dış borçlarının payı toplam dış borçlar içinde hızla artmaya başlamıştı. Hükümet 1974 yılındaki döviz darboğazını aşmak için 1975'ten itibaren DÇM uygulamasını teşvik etmiş ve 1975 yılı sonunda ülkenin döviz rezervlerinin neredeyse tamamı DÇM'lerden oluşmuştu. DÇM hesaplarıyla yurt dışında yerleşik gerçek ve tüzel kişilerin getirdiği kısa vadeli dövizler karşılığında TL kredisi olarak piyasaya para sürülmeye başlanmıştı."

1960 sonrasında dış borçlanmanın azaltılacağı ve ekonominin dış borca bağımlılığının ortadan kaldırılacağı ifade edilse de dış borç artışı çok hızlı gerçekleşmişti. Özellikle 4.BYKP döneminde borç sorununun nasıl ağırlaştığı Tablo 5'ten görülebilir. Alacaklılar arasında Avrupa Para Piyasası ve uluslararası kuruluşların payı ağırlıklı hale gelmişti. Bu dönemde dış borçların borçluları arasında özel sektör yer edinmeye başlamıştı.

Planlı dönemin son yıllarında yükü giderek artan dövizle ödenecek dış borçların faiz yapısı değişmişti. Yüksek düzeydeki dış borçluluk nedeniyle her yeni dış borcun faiz yükü daha da ağırlaşmıştı. Yüzde 1-3-5 faiz oranıyla verilen borçlar zaman içinde azalırken hem yüzde 5-7 oranıyla hem de değişken faizli olarak alınan borçlar artış göstermişti. Borcun vadeleri de giderek kısalmıştı. 1970-1980 yılları arasında dövizle ödenecek dış borçlarda 20-30-40 yıl vadeli borçların toplamdaki payı azalırken 5-10 yıl gibi daha kısa vadeli borçlar önem kazanmıştı (Bakınız Tablo 5). 

Planlı dönem finansman yapısı itibariyle hedeflendiği gibi ekonomiyi dış kaynaklara bağımlılıktan uzaklaştırmamıştı. Kalkınma planlarındaki hedef büyüme oranlarına ulaşmada planlanan yatırımların önündeki pek çok engel borçlanmayı bir "sonuç" olarak ortaya çıkarmıştı. Planlanan yatırımların büyük ölçüde dövize bağlılığı ve tasarruf yetersizliği, ekonomide ciddi bir darboğaz oluşturmuştu. Büyüme için gerekli ara ve yatırım malı ithalatı sınırlanmış ve yerli üretimi koruma amacıyla izlenen dış ticaret politikası hem yeni yatırım hedeflerine ulaşılamamasına hem de var olan tesislerin uygun kapasitede çalıştırılamamasına yol açmıştı. Türkiye ithal ikameci sanayileşme stratejisini bırakmakta geç kalmıştı.

1970'lerin sonunda giderek hayati önem kazanan dış kaynak ihtiyacı, IMF ile ilişkileri ön plana çıkarmıştı. Ekonomide yaşanan iç ve dış kaynaklı sorunlara çözüm olarak Mart 1978 ve Nisan 1979'da iki istikrar programı yürürlüğe girmişti. 1978 programı çerçevesinde TL devalüe edilmiş, KİT ürünlerine zam yapılmış, sıkı para ve maliye politikası uygulanması, ihracatın teşvik edilmesi, faizlerin yükseltilmesi, tarım ürünleri destekleme alımlarının kapsamının daraltılması kararlaştırılmıştı.  

Ekonomiyi daraltarak dengeye getirmeye çalışan program, ülkeyi IMF reçetelerinin tipik özelliği ile karşı karşıya bırakmıştı. Ancak kısa süre içinde hükümet değişikliği gerçekleşirken ekonomiyi bunalımdan çıkarmak mümkün olmamış, yeni hükümet ekonomi politikalarında dönüşümü başlatacak 24 Ocak istikrar paketini açmıştı.

 Binhan Elif Yılmaz / duvaR


YARARLANILAN KAYNAKLAR

Esfender Korkmaz ve Binhan Elif Yılmaz; Türkiye İçin Kalkınma Modeli, Asyaşafak Yayınları, İstanbul, 2023.

T.C. Cumhurbaşkanlığı, Strateji Bütçe Başkanlığı, Ekonomik ve Sosyal Göstergeler.

Yakup Kepenek ve Nurhan Yentürk; Türkiye Ekonomisi, 18. Baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1995.

Akbulak v.d.; Kayıp Yıllar-Türkiye'de 1980'li Yıllardan Bu Yana Kamu Borçlanma Politikalarının Bankacılık Sektörüne Etkileri, Beta Basım, İstanbul, 2002.

Ahmet Erol; Ekonomik Etkileri Açısından Türkiye'de Devlet Borçları (1981-1990), MGB APK Yayın No: 1992/324, Ankara, 1992.

Erdinç Tokgöz; Türkiye'nin İktisadi Gelişme Tarihi (1914-2001), 6. Bası, İmaj Yayınevi, Ankara, 2001.

Hüseyin Şahin; Türkiye Ekonomisi, Tarihsel Gelişimi-Bugünkü Durumu, Ezgi Kitabevi, Bursa, 1995.

Erdoğan, İstanbul tarihinin en büyük mülkiyet gaspına hazırlanıyor + 21 maddelik kanun teklifi Meclis'te: Kadıköylüye Sultanbeyli yolları mı gözüküyor? (duvaR)

 Erdoğan, İstanbul tarihinin en büyük mülkiyet gaspına hazırlanıyor (Bahadır Özgür-duvaR)

Meclis’teki yeni yasa değişikliği tarihin en büyük mülkiyet gaspının yolunu açacak bir düzenlemedir. Kimsenin “benim binam sağlam”, “lüks yerde oturuyorum” filan diyerek kurtulamayacağı, parası yetmeyenin şehir dışına sürüleceği, kent merkezlerinin iktidarın seçkinlere uygun biçimde yeniden imar edileceği bir büyük çitleme harekatıdır.

Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul’un arsasını bir kez daha alt üst etmek istiyor. Bu seferki plan çok daha kapsamlı ve yıkıcı ama. 2012’de çıkarılan Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi yasasıyla başlayan mega inşaat hareketi, coğrafi ve ekonomik sınırına dayandı çünkü. Şimdi kentin rant değeri yüksek merkezleri toptan hedef alınıyor. Plan gerçekleşirse eğer, İstanbul’da eşi benzeri görülmemiş bir mülkiyet değişimine tanık olacağız.

Geçen hafta Meclis’e 6306 Sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun’unda değişiklik yapılması için yasa teklifi sunuldu. Sunulduğu andan beri de tartışılıyor. Zira iktidar, deprem korkusuyla tir tir titreyen İstanbul’da milyonlarca insanı yerinden edecek, ellerindeki mülke el koymanın yolunu açacak. Eskisinden de beter rant dağıtım mekanizması kuracak bir hinlik bu. Nedir yapılmak istenen?

Yasa teklifinin esasını ‘rezerv yapı alanı’ oluşturuyor. Mevcut yasada şöyle deniliyor: “Bu kanun uyarınca gerçekleştirilecek uygulamalarda yeni yerleşim alanı olarak kullanılmak üzere, TOKİ’nin veya idarenin talebine bağlı olarak veya resen bakanlıkça belirlenen alanlar…” Değişiklikte ise “yeni yerleşim alanı” ibaresi çıkarılıyor. Yani iktidar yasaya dayanarak mevcut yerleşim yerlerini de ‘rezerv alan’ ilan edebilecek. Sizin binanızın sağlam olması önemli değil, rezerv alanı ilan edildiği vakit tüm mülkiyet haklarınız da askıya alınıyor.

İktidarın afet gerekçesiyle ‘riskli alan’ ve ‘rezerv alan’ ilan etmesinin nasıl bir rant amacı güttüğüne, düşük gelirli insanların mağdur edildiğine bugüne kadar sayısız kez tanık olduk aslında. Mesela; çoğu yapının birinci derece risk taşıdığı Zeytinburnu’nda kentsel dönüşüm, üzerinde tek katlı depoların bulunduğu, İstanbul’a gelen ve buradan Anadolu’ya giden ürünlerin taşındığı Ambarlar bölgesinde yapıldı. Etrafındaki yeşil alanla beraber arazi, Suudi Arabistanlı emlak şirketi Al Qemam Holding’e satıldı. O da rezidans ve AVM’den oluşan devasa bir kompleks inşa etti. Veya Mall Of İstanbul… Hazine’ye ait bölümün yanında şahsa ait olan mülkler de eğitim tesisi kurulması bahanesiyle kamulaştırıldı, ardından ‘gecekondu dönüşüm bölgesi’ ilan edildi, statüsü konut ve ticaret alanına çevrilip Torunlar GYO’ya ihaleyle satıldı.

142 RİSKLİ ALANIN SADECE 2’Sİ DÖNÜŞTÜ!

Tek tek saymaya da lüzum yok. İktidarın neler yaptığı, neleri yapacağının referansı. İstanbul’un afet haritası ile bugüne kadar resmi olarak ilan edilen riskli alan ve rezerv yapı alanlarının haritası üst üste konulduğunda manzara çok daha netleşiyor. İBB’ye bağlı İstanbul Planlama Ajansı’nın yaptığı çalışmaya göre, İstanbul’da dönüştürülmesi gereken öncelikli riskli alan sayısı 142. Buna karşın 6306 Sayılı Kanun’a dayanarak Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı’nın ilan ettiği riskli alan sayısı 69, rezerv alan sayısı da 127. İstanbul’un gerçeğiyle Bakanlığın yaptıkları kıyaslandığında, sadece 2 riskli alan ve 7 rezerv alan örtüşüyor. Dolaysıyla deprem filan hikaye. Maksat iktidarın kendi zümresine, inşaat şirketlerine ve ağırlıklı Körfez sermayesine imar rantı ile milyarlarca dolar aktarmak.

Nitekim bugüne kadar depremi gerekçe gösterip 17’si park ve yeşil olan, 8’i askeri bölge 78 donatı alanı imara açılmış. Buralarda TOKİ ve Emlak Konut 4 proje üretmiş. Kalan 72 proje kendine yakın inşaat şirketlerine ait. Yine TOKİ’nin yaptığı 50 bin 361 konut ve halen yapımı devam eden 39 bin 192 konutun sadece yüzde 15’i kentsel dönüşümle alakalı. 90 binin üzerinde konut üreten Emlak Konut’un yaptıklarının da yüzde 69’u lüks konut. 18 yılda inşaat alanı 7 kat artan İstanbul, orman alanlarının yüzde 10’unu, tarım alanlarının yüzde 23’ünü kaybetmiş.

İşte bu 18 yıllık inşaat kuşatması nihayetinde bir yerde sınırına ulaştı. 2019 seçimlerinde İBB yönetimi de kaybedilince, AKP’yi yaratan imar rantı üretimi darbe yedi. Üzerine düşük faiz politikası duvara çarptı. Dış açık alarm veriyor. Bütçeyi toparlamak için zam ve vergilere yüklenildi. Şimdi faiz artırımı ile beraber istihdamın da daralması bekleniyor. Erdoğan için iktisadi risk büyüyor. Mehmet Şimşek para bulmak için kapı kapı dolaşıyor lakin ortada somut bir gelişme yok. Deprem bölgesinin inşası için kaynak da bulunamıyor. Haliyle inşaatı yeniden canlandıracak tulumbaya su koymak lazım. Elde avuçta olan yegane şey, uluslararası tezgaha da sürüp satabileceğiniz bir mülk olan İstanbul.

Bunu açık açık söylediler de. 6 Şubat Kahramanmaraş-Hatay depremlerinin hemen ardından Erdoğan, İstanbul’un iki yakasında 500’er binlik iki yeni şehir inşa edeceklerini ilan etti. Çevre, İklim ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum ve seçimden sonra koltuğu devrettiği Mehmet Özhaseki de planı detaylandırdı. Kurum 9 Mart 2023 günü yaptığı açıklamada, “1.5 milyon konutun 500 binini Avrupa, 500 binini Anadolu yakasında inşa edeceğiz. 500 bin konut ise yerinde dönüşüm yapacağız. Bunu da 5 yıl içinde gerçekleştireceğiz” dedi. 130 milyon metrekare rezerv alan tespiti yapıldığını da belirtti. Seçimden sonra bakanlık koltuğuna oturan Mehmet Özhaseki’nin, 20 Temmuz 2030 günü yaptığı açıklamaları ise yeni imar kuşatmasına dair ayrıntılı bilgiler veriyordu.

Buna göre İstanbul için özel bir ekip kurulmuş. İlk etapta 8 ay içinde 600 bin konut yıkılacak. Bunların yerine Anadolu yakasında 150, Avrupa yakasında 200 bin konutluk rezerv alanlar belirlenmiş. Özetle 350 bin konutta yaşayanlar yer değiştirecek. Kısaca iktidar planını, daha deprem yıkıntısı altında insanlar kurtarılmayı beklerken hazırlamış bile. Tabii ortada bir sorun var; kaynak nereden, nasıl bulunacak?

Özhaseki ek vergilerle bütçeye kaynak yaratılacağını fakat özellikle Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi ülkelerin de fon sağlamaya gönüllü olduğunu vurguluyordu. Zaten Mehmet Şimşek’in, Erdoğan ile beraber yaptığı Körfez turlarında da masaya koydukları en cazip ‘ürün’ İstanbul’du. Yeni yasa ile ‘dönüşüm’ adı altında kentin gözde merkezleri pazarlanacak. Çünkü AKP için İstanbul kadar kolay, bereketli ve istikrarlı bir gelir imkanı bulunmuyor.

Özetle bu yasa tarihin en büyük mülkiyet gaspının yolunu açacak bir düzenlemedir. Kimsenin “benim binam sağlam”, “lüks yerde oturuyorum” filan diyerek kurtulamayacağı, parası yetmeyen herkesin şehir dışına, TOKİ konutlarına mahkum edileceği, kent merkezlerinin iktidarın seçkinlere uygun biçimde yeniden imar edileceği bir büyük çitleme harekatıdır.

Erdoğan bütün bunları yapabilir mi? Meclis’teki yasanın ucu o denli açık ki, kağıt üzerinde hepsini mümkün kılıyor. Geriye sinsi yolları devre sokmak, toplumu başka şeylerle oyalamak, harç kamyonlarını sahaya sürecek fırsatlar yaratmak kalıyor, o kadar…

                                                           /././

21 maddelik kanun teklifi Meclis'te: Kadıköylüye Sultanbeyli yolları mı gözüküyor? (Didem Mercan-duvaR)

Meclis’e sunulan kentsel dönüşüm yasa teklifiyle üzerinde yapı bulunan alanlar, özel mülkiyetler, parklar ve askeri alanlar rezerv alan ilan edilebilecek. Peki bu hayatlarımızı nasıl etkileyecek?

AK Parti’nin 21 maddelik ‘’Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda ve 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi" TBMM Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonunda kabul edildi ve Meclis'e gönderildi.

Mevcut uygulamada bir yerin rezerv alanı olabilmesi için ‘üzerinde yapı olmaması ve meskun mahal dışında yer alması’ gerekiyordu ancak Meclis'te görüşülecek yasa teklifi ile meskun mahal şartı da kaldırılıyor. Yeni yasa ile rezerv yapı alanı ilan edilen yerler dönüşüm için boşaltılıp yerine depreme dayanıklı binalar yapılacak. Teklif yasalaşırsa,  şehir merkezlerinde üzerinde yapı bulunan alanlar, özel mülkiyetler, parklar ve askeri alanlar da ‘rezerv alan’ ilan edilebilecek.

'İKTİDAR KENDİNE AİT OLMAYAN BELEDİYELERİN AÇIK ALANLARINA ÇOK HIZLI MÜDAHALE EDEBİLECEK'

Yeni yasa neyi içeriyor ve hedefliyor? Oturduğumuz mahalle ve bina rezerv alan ilan edilirse ne olacak? Mimarlar Odası İstanbul Şube Başkanı Esin Köymen "Kent mekanlarını yeni bir sınıf çatışmasının mekanı haline getirmeye çalışıyorlar" diyerek uyarıyor. 

Köymen yasanın, Medeni Kanun'da tapu ve mülkiyet dokunulmazlığının ihlali anlamına geldiğine dikkat çekiyor ve iktidarın kendisinden olmayan belediyelere ait açık alanlara müdahale etmesinin çok daha hızlı olacağını söylüyor.

’İVEDİ YARGILAMA’ İLE RAPORLARIN HAZIRLANMASI İÇİN 15 GÜN SÜRE VERİLİYOR’

‘’Konuştuğumuz şey bir torba yasa’’ diyen Köymen, bu yasa içinde 6-20 Şubat depremlerinden sonra afet bölgesi ilan edilen alanlarda bir ivedi yargılama usulü kullanılacağını belirtiyor.

Esin Köymen ivedi yargılamayı şu şekilde detaylandırıyor: "Hak sahipliği ayrı olmak üzere, hasar tespit raporlarına dayalı olarak yapılan işlemlerde ivedi yargılama usulü kullanılacak. 10 gün içinde inceleme yapılacak. Savunma verme süresi 15 güne düşürülüyor. Bir defaya mahsus olmak üzere 10 güne uzatılabiliyor. Deprem bölgesinde evraka ulaşmanın ne kadar zor olduğunu biliyoruz. Keşif ve bilirkişilere ise 15 gün süre veriliyor. 15 gün içinde raporlarını hazırlayıp mahkemeye teslim edecekler. Yani aslında bu hazırlanan raporların sağlıklı olmayacağı anlamına gelecek."

‘REZERV ALAN İLAN EDİLEN EVLER 90 GÜN İÇİNDE BOŞALTILMAK ZORUNDA’

Peki günlerdir tartışılan ve Meclis'e sunulan yasada yer alan ‘rezerv alan’ ifadesi ne anlama geliyor? Köymen, "Yeni düzenlemeyle artık mülkiyetli ya da mülkiyetsiz veya kamu mülkiyetindeki olan boş alanların her biri ’rezerv yapı’ alanı olarak ilan edilebilecek. Kentsel Dönüşüm Başkanlığı bu konuda istediği gibi uygulama yapabilecek. Söz gelimi diyelim, Kadıköy’de oturuyorsunuz ve evinizin bulunduğu alan ‘rezerv alan’ ilan edildi. Evinizi boşaltmanız için 90 gün süreniz olacak" diyor ve ekliyor:

'TAPU VE MÜLKİYET DOKUNULMAZLIĞI BYPASS EDİYOR'

"Eğer 90 günlük süre sonunda evinizi boşaltmadıysanız ve evinizde değilseniz, kolluk kuvvetleri ile kapıyı açar ve müdahale eder. Bu Medeni Kanun'da tapu ve mülkiyet dokunulmazlığına aykırıdır. Yani tapunun ve özel mülkiyetin dokunulmazlığı bu düzenlemelerle bypass edilmiş oluyor."

Evi ya da mahallesi rezerv alan ilanlar edilenlerin ise Toplu Konut İdaresi'nin gönderdiği bölgelere yönlendirileceğini ifade eden Köymen, ‘’Sizin eviniz Kadıköy’de ama Toplu Konut İdaresi size Sultanbeyli’deki toplu konutlara gönderebilir’’ diyor.

‘RANT DEĞERİ YÜKSEK MERKEZLERDE HIZLI DÖNÜŞÜM GÖRECEĞİZ’

Kent içerisinde rant değeri daha yüksek merkezlerde hızlı bir dönüşüm göreceğimizi belirten Köymen, bu hızlı dönüşümün insanların daha sağlam binalarda yaşamasını amaçlamadığını; tam tersi burada yaşayanların hızlı bir şekilde değişmesini amaçlandığını savunuyor ve ekliyor:

‘’Kentin merkezlerini gelir grupları yüksek şirketler ve üst sınıf alacak, dar gelirli de şehrin çeperlerine itilecek. 6306 sayılı kanunun gecekondu bölgelerinde yaptığı ve eksik bıraktığı noktalar bu şekilde düzenlenecek."

Köymen, yasanın bir deprem bölgesinde riskli alan ilan edilen yerlerde hızlı bir şekilde işleyeceğini, kültür varlıklarının olduğu alanlarda, tarihi dokuların bulunduğu alanlarda da uygulanacağını söylüyor.

Kentin merkezindeki gayrimenkullerin hızlı el değiştirebilmesinin aracı olarak kullanılacak bu yasanın uygulanmasında 3’te 2 çoğunluğunun aranmayacağını belirten Köymen, salt çoğunluğun yeterli olacağını söylüyor.

‘BELEDİYELERİN YETKİLERİ GASP EDİLECEK’

Kentsel Dönüşüm Başkanlığı’nın bütün bu uygulamaları yaparken, yapı ruhsatları da dahil olmak üzere kendi bünyesindeki mimar ve  mühendislerle çalışacağını vurgulayan Köymen, ‘’Bu aynı zamanda yerel yönetimlerin kendi alanları içerisindeki yapı ruhsatları süreçlerinden dışlanması demektir. Yerel yönetimlerin yetkilerinin gasp edilmesi demektir’’ ifadelerini kullanıyor.

Köymen’e göre, iktidarın kendisinden olmayan belediyelere ait açık alanlara müdahale etmesi çok daha hızlı olacak. Büyükşehir belediyeleri ve  CHP’li belediyelerin olduğu alanlarda çok hızlı bir şekilde mülkiyet değişikliklerinin olacağını ifade eden Köymen, yapı ruhsatlarını da kendisi vereceği için belediyelerde gelir kaybı da olacağına dikkat çekiyor ve ekliyor:

"Korunması gereken alanların; rezerv yapı alanı olarak ilan edilerek ve deprem gerekçe gösterilerek talan edildiğini görüyoruz. Bunun en önemli örneği Kanal İstanbul projesidir.’’

‘KENT MERKEZLERİ, ZENGİNLER VE YOKSULLAR ARASINDA KESKİN AYRIMLARLA PAYLAŞILACAK’

‘’Yasayla, park, askeri alanlar ve özel mülkiyet rezerv alan ilan edilse, devlet buraya gelip bina yapabilecek’’ diyen Köymen, bu durumun kentteki yerleşim alanlarının kent merkezlerinin yoksullar ve zenginler arasında keskin ayrımlarla paylaşılması anlamına geldiğini söylüyor.

Köymen sözlerine şu şekilde devam ediyor:

"Sonuç olarak deprem gerekçe gösterilerek şimdiye kadar yapılan ve bugünlerde Meclis'te olan yeni yasayla rantı ve mülkiyet hareketlerini öncelediği anlaşılmaktadır."

'ÖNCELİK YURTTAŞLARIN SAĞLAM DOKULAR İÇİNDE YAŞAMASI DEĞİL’

Yasa hazırlığı sürecinde Mimarlar Odası’ndan görüş alınmadığını ifade eden Köymen, ‘’Bu durum bile önceliğin yurttaşların sağlam ve nitelikli kent dokuları içinde yaşamalarının olmadığını gösteriyor. Tepeden inme kararlarla meslek odalarının bilimsel ve teknik katkılarını reddeden yaklaşım olsa olsa otoriter rejimin kent mekanları üzerinde kurduğu tahakkümün bir yansıması olur’’ diyor.

Depreme hazırlık sürecinin nasıl olması gerektiğini de değerlendiren Köymen,’’ Güvenli kentlerin planlanma sürecine üniversiteler, bilim insanları, emek ve meslek örgütleri dahil edilmeli, aynı zamanda halk toplantılarıyla demokratik bir işleyiş hedeflenmelidir’’ diyor ve ekliyor:

"Afet yönetim sistemi bir bütün olarak ele alınmalı, zarar azaltma, hazırlık, müdahale ve iyileştirme aşamaları hem merkezi ve hem de yerel düzeylerde yeniden yapılandırılmalıdır. Merkezi yönetim, yerel yönetimler, meslek odaları, özel sektör, sivil toplum kuruluşları ve halkın afet yönetiminin her aşamasındaki faaliyetlere ve karar alma mekanizmalarına katılmaları sağlanmalıdır. Yasal düzenlemeler ve kurumsal yapılanmalar bu esasları sağlayacak ve destekleyecek yönde olmalıdır."


30 Ekim 2023 Pazartesi

Mustafa Kemal Yılı - Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

 

30 Ekim 2023 Cumhuriyetin ilk hükümetinin 100. kuruluş yılı. Mustafa Kemal Yılı bununla tamamlanıyor. Ne demek Mustafa Kemal yılı? Bir mücadeleden, yani Milli Mücadele’den ikincisine, topluma 20. yüzyılın kapısını açan mücadeleye geçme ve “bütüne erişme zamanı” demek. Kendi, özgün takvimini yaratarak. 

İÇ CEPHE, DIŞ CEPHE

Çağı okumayı bilen müstesna birikimin sahibi mücadelenin sahibidir. İstanbul’da demir atıp toplarını şehre çevirmiş İngiliz donanmasını görüp “Geldikleri gibi giderler!” dediği 1918 Kasım’ında şunu söylemiş oluyor: Çağın tek gerçeği devrimdir. Cumhuriyeti 100. yılında kavramanın anahtarı bu sade cümlededir. Toplumca var olabilmek ancak yeni bir çağa geçebilmenin mücadelesi ve devrimiyle olabilir. Koşullar ne olursa olsun.

Mücadele hep “ileri hareket”le beslenir. O da ciddi entelektüel kapasiteyle oluşan, irdelenen, doğrulanan devrimci siyasal damarla. Mücadelenin cepheleri olacaktır. İç ve dış cepheler. “Asıl olan dahili (iç) cephedir. Milleti esir ettiren dahili cephenin düşmesidir.” (Nutuk). İlk aşama Milli Mücadele’dir. Siyasal ve askeridir. Dış cepheye karşıdır. İç cephesi siyasaldır, “Sakarya”dan sonra “muhalif grup”la ortaya çıkar. 1922’nin ilk aylarında dış cephe (emperyalizm) “Sakarya”nın Mustafa Kemal’e kazandırdığı yeni siyasal gücü kesebilmek için bir “yapay barış taarruzu”na girişir. Bu sonuçsuz bırakılır. Sonra iç cephenin “muhalifleri” taarruza geçer: Ankara’da “ikili iktidar” yaratmak üzere 8 Temmuz’da TBMM Reisi Mustafa Kemal’in hükümet üyelerini ve başbakanı seçme hakkını, siyasal gücünü elinden alan bir yasa çıkarırlar. Ama Büyük Taarruz’un başlayacağını fark etmezler. Ordu iki ay sonra İzmir’e girince siyasal güç de artık fiilen Mustafa Kemal’de olacaktır. Askeri aşama tamamlanmış, siyasal devrim aşaması yani, Mustafa Kemal Yılı başlamıştır.

İzmir’e giriş dış cepheye karşı hareket alanını genişletir. Eylülde Trakya, boğazlar ve İstanbul meselesini gündem yaparak gerekirse yeni bir askeri harekâtla ilerleme kozu yaratılır, hamle yapılır. “Moral haklılığımız”dır. Emperyalizm çarpışmayı göze alamaz, oyun alanı daralır ve diplomasiyi teklif eder. Artık muhatap doğrudan İngiltere’dir. “Mudanya”ya mecbur kalmıştır. 29 Eylül’de Mustafa Kemal’in sırdaşı Garp Cephesi komutanı Mudanya’ya atanır ve 11 Ekim’de Mudanya Ateşkesi ile Trakya bize geçer. “Devrim”e doğru ilk dönüm noktasıdır. İngiltere Lozan kapısını açmak zorundadır. Tarih 28 Ekim. Ve Garp Cephesi komutanı şimdi Lozan’a atanacaktır. Devrim’e yürüyebilmek için orada lazım olan klasik diplomasi değil, barış yapmak için kılıç çekmeyi bilmektir. Şöyle denilebilir: Cephe karargâhı üç ay içinde Akşehir’den iyice öteye, Batı’da, Lozan’a taşınmıştır! Artık siyasal devrim aşamasının ağırlık merkezi olan tam bağımsızlık masaya yerleştirilmiştir. Demek ki “Lozan’da sekiz buçuk ay” Mustafa Kemal Yılı’nın en uzun meydan muharebesi yapılacaktır. Ve Lozan karargâhında kadrolar o süre boyunca Ankara ile (sadece Ankara ile) birlikte çalışarak “Yeni devlet nasıl kurulur”u tüm girdi çıktısıyla çalışacaklardır. “Yeni devlet önce emperyalizmle mücadele ederek kurulur”u arazide öğreneceklerdir.

İLERİ HAREKET

Ayrıntılara girmeyelim. Ana çizgi Lozan’la ilerleyip Cumhuriyete, yani “devrim”e varmaktır.  Mücadelenin iç ve dış cepheleri değişmez. Mustafa Kemal’in siyaset sanatının özelliği “devrim”e gidecek çizginin ivmelerini yakalayıp bir sonraki adımı atmaktır. Devrimci atılganlıkla dengenin nasıl harman edildiği, iç ve dış cephelerin eşzamanlı hamlelerinin nasıl bazen geçersiz kılındığı, bazen de ileri atılmak için basamak olarak kullanıldığı örneklerle Mustafa Kemal Yılı’ndadır.  

İç ve dış cepheler, devrimci çizginin güçlenerek ilerleyeceğini Mudanya’dan başlayarak iyice anlamışlardır. Ama nereye varacağını bilmezler. Dış cephe bir “Yumuşak Sevr” projesiyle işi kendi hesabına tatlıya bağlayacağından emindir. Bunun peşindedir (Adeta bugün gibi!). İç cephe “Eski hamam, eski tas”ın yeni bir ortamda projelendirilmesine “Varız!” için vardır (Adeta bugün gibi!). İki cephe de böylece Mustafa Kemal Yılı’nın ilerleyen hareketinde yerlerini alırlar. Beklenmeyen değil, beklenen “katkı”larını yaparlar! O yıl boyunca bu şekilde sert bir siyaset oluşur. Kitaba uygun mu? Evet. Çünkü çağın tek gerçeği olan devrim ikramla gelmez. Zedelenmeyen bilinçle gelir. 1922-1923 Türkiye’sinde ikram yoktur. Mücadele ile ilerleniyor. Kendi ivmesini yaratarak. Adeta bir diyalektikle.

Buradan bakınca yılın olaylarını anlamakta yanlışa düşmeyiz, sığlıkta kalmayız. Önce, dış cephenin İstanbul’u da Lozan’a davet etmesine karşı güçlü resti, 1 Kasım’da saltanatın kaldırılışını görelim. 1922 Aralık ayında, “Bir Halk Fırkası kurmayı düşünüyorum” dediği zaman kendisini mebus seçtirmemek için Meclis’te bir “İntihabı Mebusan” tasarısı hazırlanışını ve bunun püskürtülüşünü kolay anlarız. Bununla eşzamanlı, Lozan’da dış cephenin sertleşmesine karşı cebinden başkomutan sıfatıyla “sarı kart” çıkarıp, ordulara “Hazırlanın” duyurusunu ve hemen sonra, askeri görünen, gerçekte siyasal olan uzun yurt gezisinin de yorumunu doğru yaparız.

Devrim siyasal takvim ister. O takvim 1923 başlarında yeniden irdelenir, olgunlaşır. Bugün Cumhuriyetin eserlerini sıralamaktan önce kavranmaya muhtaç görünen şey bu oluyor: İradeyle Cumhuriyete varmanın takvimini yapabilmek. Ayrıntılarla bilinen gelişmeler “Nereye koysan olur” türünde parçalar değil, devrimci siyasal çizginin birbirini tamamlayan adımlarıdır. İradenin sürekliliği görerek anlaşılabilir. İzmir’de kadınları siyasete çağıran konuşması, İktisat Kongresi’nde Osmanlı’nın geçmişiyle hesaplaşması ve yeni ülke tasarımını anlatması öne çıkıyor. Nisandaki seçimle gelen yeni Meclis’in tarihi görevi de 24 Temmuz’da imzalanan Lozan’ı onayladıktan sonra 29 Ekim’de Cumhuriyeti ilan etmek olacaktır. Birbirine eklenerek düşününce, devrimci iradenin kesinti vermeyen “ileri hareketi” berraklaşır. Ekimin 29’una bununla varılıyor. Oradan geriye bakınca, 1923 Ekim’inin 1922 Ekim’ine göre nasıl büyük bir tarihi mesafeye ulaştığı görülecektir. Devrim çağının, “gerçek zaman”ın hakkı verilmiştir. 20. yüzyılın kapısından girilmiştir. Mustafa Kemal Yılı’nın devrimci siyaset ustalığı zaman ayarında şaşmamıştır. İç ve dış cephelerin son şaşkınlığını yaratmıştır. O şaşkınlık henüz sürüyor.

KİMLER YÜRÜYOR?

Yüzüncü yıldayız. Önce uzaktan bakalım, sonra yakına gelelim. Kapitalizm ilk büyük insanlık krizini, ağır yıkımla 1914’de başlatmıştı. Bugüne doğru bu “model”i büyüterek geldi. Bir yandan ağır yıkımı kendi için vazgeçilmez çizgi yaptı. Bir yanda da 30 yılda dünyada laboratuvarlar kurdu. Hemen her yerde. İnsanların kişiliklerini “bir örnekleştirme”ye büyük öncelik verdi. Düşüncede ve dilde tekdüze olmalıydılar. Kılık kıyafette ise kendilerini görüntüleme yarışı içinde alabildiğine çeşitlilikle coşmalıydılar. Çeşitlilik görüntüsü içinde tekdüzelik! Tek kalıp sözcüklerle konuşmalı, birbirilerini bunlarla anlamalı ve sürekli olarak yeni görüntüler aramalıydılar. “Küresel” laboratuvarlar bir örnek insanla işlemeliydi. Değişik iddialar doğmamalıydı. Depolitizasyonun kök hücresi oluştu. Depolitizasyon içinde siyaset “varmış gibi” görünecek, bu dokuya kolayca bir ekonomik modelin “implant”ı yapılabilecekti. Orada insanlar büyük görüntü çeşitliliği içinde “Serbestiz!” diyeceklerdi. Sadeleştirerek böyle sunulabilir.  Bilimsel anlatımı sosyologların işidir.  

Biz de o dünya laboratuvarlarından birindeyiz. Ekonomisi ve siyasetiyle son yirmi küsur yılda laboratuvar içinde konuşarak demokrasiyi arıyoruz. Yüzyıl öncenin Cumhuriyetinden epeyi uzaktayız. Hissediyoruz, tam anlayamıyor, anlatamıyoruz. Bazılarımız “Cumhuriyet böyle mi kutlanmalıydı?” diyor. Bazılarımız “Bizi kimse engelleyemez, kutlarız” diyor. Kutlamaya karşı olanları ise ilkokul çocukları bile biliyor.

Göründüğüne göre ortada sadece Cumhuriyetçi orta sınıf var. Sahipsizdirler, fakat samimiyetle yürüyorlar. Onların tanımı galiba sosyologlar için bile kolay değildir. Onları heyecanlarıyla, sürpriz gibi karşılıksız samimiyetleriyle tanıyabiliyoruz. Başka yürüyen var mı? Serzeniş için değil, saptamak için soralım: İşçi sınıfı Cumhuriyet için yürüyor mu? Nadide bir çağdaşlık belgesi olan 1961 Anayasası, işçi sınıfına Cumhuriyetin armağanı olarak tüm çalışma haklarını verdi ve onlar birer milyon kişilik yürüyüşler yaptılar. Başlarında temsilcileriyle. Şimdi temsilcileri ve işçi sınıfı Cumhuriyetin yüzüncü yılında yürüyor mu? 

Bağımsızlığın tek sahibi olarak 1920’de kurulan TBMM’nin geçtiğimiz yıllardaki üyeleri, 1918’de, o çatı altında korunan hakların azımsanmayacak kısmını bir makama devrettiler. 1920’den ve Mustafa Kemal Yılı’ndan uzaklaştık. Siyaset literatüründe “Sıfır Yılı” olarak geçen bir döneme girdik. Ekonomik analizin anlamsızlaştığı bir noktadır ve o noktada toplumun siyasal enerjisinin boşalmış olduğu berrakça görülebilir. Türkiye özelinde “ileri hareket”e karşıtlıkla elde edilen bir “hareketsizliğin yılı” denilebilir. Süresi belirsizdir. Mustafa Kemal Yılı’nı kavrayamıyorsak bu, “Sıfır Yılı”nda bulunduğumuzun farkında olmayışımızdandır. Siyaset topluluğu dışında kalan, “esamisi pek okunmayan” bir avuç, küçümen sosyalist partiyi (komplekssiz olanlarını) saymazsak, mevcut siyaset topluluğu yüzüncü yılda yürümüyor. Saptamak şarttır ki üzerinde düşünülebilsin.

Bilsay Kuruç / Cumhuriyet