31 Mayıs 2020 Pazar

Bakteri yiyen virüsler - Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Salgın olsun olmasın, yakın gelecekte insan sağlığına yönelik başlıca tehditlerden biri, yine mikroskobik: antibiyotiklere direnç kazanan bakterilerin 2050 yılına kadar 10 milyona varabilecek bir insan nüfusunu öldüreceği öngörülüyor. Dünyadaki sağlık örgütleri, aşırı antibiyotik kullanımıyla bu yüzden mücadele başlattı ve en öldürücüleri hastane ortamında bulaşan (MRSA) antibiyotiklere dirençli bakteriler üzerinde alternatif tedavi yöntemleri aranıyor.
Bu yöntemlerden en dikkat çekici olanı, aslında 20. yüzyılın başında bulunan ve hastayı, hastalığa yol açan bakterileri “yiyen virüs”le iyileştiren fagoterapi metodu.
Bilimsel dilde  bakteriyofaj  diye anılan bakteri yiyici virüslerin varlığını, 1910 yılında ve tesadüfen, sıra dışı bir araştırmacı olan Kanadalı Fransız Dr. Felix d’Herelle keşfetti.
Meksika’nın Yucatan bölgesindeki çekirge istilasını inceleyen bilimciler arasında yer alan Felix d’Herelle, çekirgelere özgü ölümcül bir hastalık saptadı. Ölü çekirgelerin bağırsaklarındaki bakterileri kültür ortamında incelerken, plakalar üzerinde oluşan beyaz lekeleri fark etti. Lekeler, bakteriyi 30 saniye gibi kısa sürede yok eden gizli bir elementi işaret ediyordu. Zamanın mikroskoplarıyla görülemeyen bir virüs olabilirdi, element.
Her canlıya bir can yiyici
Gerçekten de öyleydi. Patojen mikropları yiyerek beslenen, dolayısıyla enfekte canlıyı iyileştiren bir virüs!
Felix d’Herelle, Paris Pasteur Enstitüsü’nde görevliydi. Gürcü öğrencisi Dr. Georgi Eliava ile çekirgeler üzerinde yaptığı keşfi geliştirmek üzere çalışmaya başladı.
Basit anlatımla “her ölümcül bakterinin yiyici virüsünü belirleyerek hastaya vermek” diyebileceğimiz fagoterapi yöntemi; Birinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde dizanteri, kolera, hatta veba ile mücadelede başarılı oldu. Felix d’Herelle, tüm dünyadan davetler alıyor, tıp camiasına fagoterapiyi tanıtıyor ve bakteri yiyici virüsleri değişik enfeksiyonlar üzerinde deniyordu.
Eski öğrencisi Dr.Georgi Eliava, 1923’te kendisini Tiflis’e davet etti. Birlikte bugün Gürcistan’ın gurur kaynağı olan Eliava Enstitüsü’nü kurdular.
Ancak Felix d’Herelle’in keşfi, 1929’da penisilinin bulunmasıyla rafa kalktı. Fagoterapi hiçbir yan etkisi olmayan, doğal düşmanın doğal silahlarla yenilme tedavisiydi. Ama dünya, yan etkisi pek çok olmasına karşın standart üretimi çok kolay, etki alanı geniş ve ilaç sanayiine getirisi hayli yüksek antibiyotiklerin “altın çağı”na giriş yapmıştı.
Virüs pazarına nur yağışı
Mikrobiyolojist Alain Dublanchet: “Fagoterapi 1980’li yıllarda antibiyotiklerin yükselişiyle tamamen gömülmeden önce Fransa’da binlerce hastayı iyileştirdi. Pasteur Enstitüsü’ndeki zengin bakteriyofaj koleksiyonları, çöpe atıldı. Şimdi her şeye yeniden başlamak gerek” diyor.
2019 Kasım ayında ARTE kanalında yayımlanan fagoterapi konulu müthiş belgeseli hazırlayan Jean Crepu ise umut veriyor: “Soğuk Savaş tıbba da yansıdı. Antibiyotiklerin geç ulaştığı SSCB ülkeleri fagoterapiyi sürdürdü ve Polonya ile Gürcistan bu tedavi yöntemiyle parlayıp, yeniden sahne alıyorlar.
Halen dünyadaki en büyük virüs bankası, 6 bin tür virüsle Tiflis’teki Eliava Enstitüsü. Eski Doğu Bloku ülkelerinde bazı enfeksiyonlar için hazırlanan bakteri yiyici virüs kokteylleri reçetesiz bile satılıyor!
Aynı ülkelerde fagoterapi uygulayan sağlık kurumlarına, son yıllarda MRSA (hastane enfeksiyonu) kurbanı, “umutsuz vaka” sayılan hasta akımı var*.
Antibiyotiklere dirençli bakterileri yiyici virüslerle yok etmek, kuşkusuz mucizevi bir tedavi değil. Çünkü yiyici virüs koleksiyonu oluşturmak kolay değil, bir; stabil ve seri üretimini yapmak zor, iki; yaşayan bir ilacı yasal standartlara uydurmak imkânsız, üç...
Ama 2016’dan beri Belçika ile Fransa’daki bazı hastanelerde başlayan denemelere ve Paris kanalizasyonlarından “bakteriyofaj” toplayan ekiplere bakılırsa; eski ve hastalara yan etkisi sıfır bu tedavi yöntemi, yeniden sahne ışıkları altında diyebiliriz.
Kapitalizm sattığını över, almayanı döver
Doğal düşmanı doğal silahla yenmekte oldukça başarılı fagoterapi, bana ısırgan özütü açmazını anımsatıyor.
Tarlalarda bolca yetişen ısırgan otunun yağmur suyunda bekletilmesiyle elde edilen özüt, köylüler tarafından binlerce yıl hem toprağı beslemek hem de haşaratı yok etmek için kullanıldı. Ancak AB, aynı zamanda kimyasal gübre ve tarım ilaçları sanayi demek olan ilaç lobilerinin baskısıyla köylüye sıfır maliyeti olan bu hem doğal, hem etkili hem de zararsız özütü yapmayı ve kullanmayı, ağır cezalara bağlayıp yasakladı. Özütü yapıp kullanan çiftçilere inanılmaz para cezaları kesildi, kimisi hapse atıldı**.
Küresel kapitalizm, satmadığı ürünü edineni de kullananı da, hele ucuz ya da bedavaya getirilmişse, tam anlamıyla mahvediyor.
Bakteri yiyen virüsler de şimdilik eski Sovyet ülkelerinde güvende. Kallavi kapitalist dünyadaki gelecekleri ise meçhul.
Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET
*Marie-Céline Ray/Enfeksiyon Tedavisinde Son Şans (Thierry Souccar Yayınevi, 2018).
**https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/mine-g-kirikkanat/kapital-zemberek-hayatimiz-zehir-409872

Yüzde 4,5'luk 'büyüme' ne anlama geliyor? 'Artış tüketimden geliyor' - Fuat Sözen / SOL

'Bu veriler 2020 yılı ilk çeyreğindeki %4,5'luk büyümenin büyük bir kısmının toplam tüketimden gelen katkı ile oluştuğunu göstermektedir. İç talebi oluşturan diğer başlık olan sabit sermaye yatırımlarındaki değişim eksi %1,4'dür'

TÜİK, Ocak-Mart 2020 yılı (1.çeyrek) milli gelir (GSYH) tahmini istatistiklerini yayımladı. TÜİK'e göre milli gelir 2020 yılının ilk üç ayında sabit fiyatlarla % 4,5 oranında büyüdü. Bir önceki yılın aynı çeyreğindeki eksi %2,3 büyüme oranı, görece bu yüksek büyüme oranın ortaya çıkmasının nedenleri arasında.
http://www.tuik.gov.tr/hb/43/kapak/33604_img_2_43_29.05.2020584970354.jpg
Yüzde 4,5'luk yüksek sayılabilecek bu büyüme oranı 2019'un son çeyreğindeki yüzde 6'lık büyüme ile birlikte değerlendirildiğinde 2018 Ağustos krizinin yarattığı ekonomik daralmanın 2019'un ikinci yarısından itibaren azalmaya başladığına işaret ediyor. Ancak büyüme oranları üzerinden yapılan bu tespit daha geniş bir çerçevede makro ekonomik göstergeler üzerinden yapıldığında ekonomide büyük dengesizliklerin olduğu, büyümenin sürdürülebilirliğinin önünde (pandemiden bağımsız olarak) ciddi engeller bulunduğu görülüyor. İç talebi artırmak amacıyla izlenen politikalar özellikle faiz oranlarının ekonomi yönetimi tarafından düşürülmesi ile kredi hacminin büyük ölçüde şişirilmesi yüksek büyüme oranlarının ortaya çıkmasının önemli nedenlerinden.

Üretim yöntemiyle milli gelir

Üretim yöntemiyle hesaplanan milli gelirde temel sektörler; tarım, sanayi ve hizmetler sektörleridir. Aşağıdaki tabloda, 2020 yılı ilk çeyreğinde tarım sektörünün yüzde 3,0 büyüme hızı ile GSYH ortalamasının altında, sanayi sektörünün ise yüzde 6,2 ile üzerinde büyüdüğü görülmektedir.
Ekonomiyi canlandırmaya yönelik parasal ve mali teşviklerin etkisiyle sanayi üretimi son iki çeyrektir GSYH ortalamasından daha hızlı artmaktadır. Tablodaki verilerden de görüleceği üzere benzer eğilim imalat sanayi içinde geçerlidir.
Son yıllarda ekonomik büyümenin "motoru" olan inşaat sektörünün büyüme hızı ise Ağustos 2018 krizinden bu yana küçülmesini azaltmakla birlikte halen negatif görünümünü sürdürmektedir.
Üretim içinde en büyük paya sahip olan hizmetler sektörünün (inşaat dahil) büyüme hızı ise yüzde 5,8 ile sanayi sektöründe olduğu gibi son iki çeyrektir artış eğiliminde.
Aşağıdaki tablo, 2020 yılı ilk çeyrek verileri ile birlikte 2018 Ağustos krizinden bu yana çeyrek dönemler itibariyle GSYH sektörel büyüme hızlarını göstermektedir.
http://www.tuik.gov.tr/hb/43/kapak/33604_img_1_43_29.05.2020-429060632.jpg

Harcama yöntemiyle milli gelir

Harcama  yöntemiyle hesaplanan milli gelir iç ve dış talepten oluşmaktadır. İç talebi oluşturan tüketim ve yatırımlar değerlendirildiğinde iç talebin sadece toplam tüketim nedeniyle arttığı, sabit sermaye yatırımlarının ise azalmaya devam ettiği görülmektedir. Toplam tüketimdeki değişme yüzde 5,3 ile GSYH ortalamasının üzerindedir, kamu kesimi tüketim harcamasındaki artış ise daha yüksektir. Kamu kesimi 2019 yılı 1.çeyreğinde yerel seçim döneminde yapılan harcama artışı kadar bu çeyrekte de harcama yapmıştır.
Bu veriler 2020 yılı ilk çeyreğindeki %4,5'luk büyümenin büyük bir kısmının toplam tüketimden gelen katkı ile oluştuğunu göstermektedir.
İç talebi oluşturan diğer başlık olan sabit sermaye yatırımlarındaki değişim eksi %1,4'dür. Tüm teşvik tedbirlerine karşın toplam yatırımlardaki düşüş azalmakla birlikte halen pozitif değerlere ulaşamamıştır. Şüphesiz makina teçhizat yatırımlarındaki yüzde 8,4 oranındaki artış ekonominin gelecekteki büyüme potansiyeli açısından olumlu bir gelişmedir. Makina teçhizat yatırımları Ağustos 2018 krizinden bu yana ilk defa artış göstermiştir.
Tüketim ve yatırımların toplamından oluşan toplam nihai yurtiçi talep ise 2020 yılı ilk çeyreğinde yüzde 3,5 oranında artmıştır.
İhracat ve ithalatın toplamından oluşan dış talepteki gelişmelere baktığımızda 2019 yılı boyunca her çeyrek artan ihracat bu dönemde bir önceki yılın aynı dönemine göre eksi %1,0 oranında azalmıştır. İthalat ise yüzde 22,1 gibi yüksek bir oranda artmıştır. Dolayısıyla dış talep toplamı iç talebe dayanan büyüme sürecini sınırlayarak GSYH büyümesini azaltan etkide bulunmuştur.
 Fuat Sözen / SOL

Korona günlerinde 'zeybek' - YARGI MUTLU / SOL

Ahmet Hakan'ın sunduğu bir programda 'Aşı ve ilaç çalışmalarında son durum' konuşulurken konu nasıl olduysa bir anda dansa geliyor. Program konuğu Amerika’da yaşayan Doktor Mehmet Çilingiroğlu aşka geliyor ve programın diğer konuğu olan Rus asıllı gazeteci Maria Gladkikh'e dönüp 'Bak Maria böyle oynanıyor' diyerek zeybek oynamaya başlıyor.

Yazının başlığına ilham veren kitap, tahmin edebileceğiniz gibi ünlü, Latin Amerikalı yazar Gabriel Garcia Marquez’in “Kolera Günlerinde Aşk” romanıdır. Her ne kadar roman bir aşk temasını merkezine alıyor gibi görünse de; on dokuzuncu yüzyılın yirminci yüzyıla dönüştüğü bir zaman dilimini kapsayan bu bitmeyen aşkın gerisinde, çağdaşlaşma çabası içindeki bir toplumun çeşitli yönlerini, özellikle taşra kentsoyluluğunun saçmalıklarını ince bir alayla eleştiriyor.

Romanın geçtiği tarih aralığı 19. yy. sonu ile 20. yy. başı. Taşra kentsoyluluğu da, sanayi devrimi ile birlikte yükselen burjuva sınıfına atfedilen bir kavram. Taşrada sermaye birikimi ile kabuğunu yırtan ve bir önceki döneme ait sıradan taşralı halk olmaktan çıkıp burjuva sınıfı olmaya geçişi tanımlar nitelikte. 

Gelelim günümüze ve korona günlerinde zeybeğe. Ahmet Hakan'ın sunduğu bir programda 'Aşı ve ilaç çalışmalarında son durum' konuşulurken konu nasıl olduysa bir anda dansa geliyor. Program konuğu Amerika’da yaşayan Dr. Mehmet Çilingiroğlu (Prof. unvanını taşıdığına dair de tartışmalar var) programın bir diğer konuğu olan Rus asıllı gazeteci Maria Gladkikh'e aşka gelip "Bak Maria böyle oynanıyor" deyip zeybek oynamaya başlıyor. Programın yayınlandığı 26 Mayıs tarihinde, dünya çapında halen etkisini sürdüren corona pandemisi sebebiyle 350 binden fazla insan hayatını kaybetmiş ve vaka sayıları da artmaya devam etmekte. Haliyle, böyle zorlu bir dönemde bu olay sosyal medyada çokça gündem oldu. Fakat bu, son yıllarda ekranlarda sıkça gördüğümüz papyon ve yuvarlak gözlük modasına itina ile uyan akademisyen/bilim adamının ilk şovu değil. 
Yine aynı programda, bir ay kadar önce bu sefer de “koronavirüs kâbusu ne zaman biter?” başlığının eşliğinde Efelerin Efesi türküsünü tutturmuştu. Tabi ekranlar onu çağırdıkça, bu performansını bir zeybek dansı ile taçlandırmasa eksik kalırdı Ege kökenli hocamızın mizah yüklü vatan hasreti. Her gün camilerden dualar okunmuyor mu sanki bilim çare ararken salgına. Herkes aynı gemideydi ya, virüs sınıf ayrımı yapmıyordu! Öyleyse herkes elinden geleni yapacak kapitalizm gemisini suda tutmak için. Geminin dümenini elinde tutanlar tamam da, hocamız başka başka programlarda farklı sulara da kırıyor dümeni gördüğümüz. Bir kanalın programında çıkıyor Antalya’daki cehape zihniyetini eleştiriyor; bir başka kanalda da Atatürkçü mesajlar verip, kurtuluş savaşının onurlu milisleri olan hakiki zeybeklere selam çakıyor. Cumhuriyet devrimlerini tarihsel bağından koparıp, halifelik ve saltanatın, gericiliğin külleri üzerine kurulduğunu unutan veya unutturmaya çalışan günümüz burjuvazisi seviyor böyle figürleri anlaşılan. Sürekli taktıkları papyonları da sanki onların ekranlardaki simgesel dili. Kılık kıyafet devriminden bu yana onlara hala medeni olduklarını hatırlatan yegâne aksesuarları. Oysa papyonun da bir tarihsel geçmişi gelişimi var. Genellikle entelektüel duruşu ve burjuvaziyi sembolize ediyor doğru. Seçkin aklı çağrıştıran bu küçük aksesuar, yıllardır Batı kültüründe profesörler, avukatlar, hekimler, siyasetçiler gibi üstün meslek grupları ile özdeşleşmiş. Einstein, Charlie Chaplin, Winston Churchill gibi pek çok farklı tarihsel figür kullanmış onu. Günümüze gelindiğinde, artık tarihsel yolculuğunda belli stillere eşlik etmiş, stereotipilerle özdeşleştirilmiş papyon, bireysel zevkleri sembolize eden bir popüler kültür aksesuarı haline gelmiş gibi gözükse de; ekranlara sıklıkla çıkan Celal Şengör gibi birçok akademisyen/bilim adamının vazgeçilmez tercihi. Hepiniz tanıyorsunuzdur eminim; hani şu 12 Eylül darbe zamanı insanlara dışkı yedirilmesinin işkence olmadığını savunan medeni bilim insanı!
Biz yine konumuza dönersek; dünya tarihinde ilk defa olmuyor tabi ki bu tip salgınlar, örneğin içme sularının kirliliğinden kaynaklandığı üçüncü salgınından sonra tespit edilen kolera bile, aşısı çok önce bulunmasına rağmen görülmeye devam ediyor hâlâ; her ne hikmetse dünyamızın sömürüye ve yoksulluğa terk edilmiş bazı bölgelerinde. Ölüm tarih boyunca her dönem her coğrafyada var anlayacağınız, hep kederlenip umutsuzluğa kapılacak değiliz ya, bir türkü de biz tuttururuz salgında ‘EvdeKal’amayan emekçilerle birlikte; oldubitti. Her şey oldubitti ile çözülmeye çalışılmıyor mu zaten. Sahiller yasak AVM’ler açık, oldubitti. Ama ekonomi! Tüm medya dünyadaki ekonomik küçülmeden, gelecek krizden, işsizliklerden bahsedip duruyor. Ne yapalım yani ölelim mi! Hep karamsar haberler, veriler mi sunacağız sizlere! Biraz da türkü tutturalım, oynayalım. Bizim ağlanacak, sizin alay edilecek halinize oynayalım!
Son olarak gelelim yine yazının başlığına. İçinde yaşadığımız yirmi birinci yüzyıl pandemisinden de gelecekte böyle bir eser çıkar mı bilmiyorum. Unvanları, mevkileri de pek önemsemeyen sıradan bir yurttaş olarak bildiğim şu; İnsanlık, yüzyıllara yayılan tarihsel birikimini ne zaman ki toplumun, emekçi halkın yararı için kullanacak; işte o zaman ekranlarda böyle şarlatanlıkları izlemek zorunda bırakılmayacağız. Bunun için de bu birikimi bir sonraki aşamaya taşıyacak olan emekçi halkın örgütlenmesinden başka bir yol gözükmüyor.
YARGI MUTLU / SOL


30 Mayıs 2020 Cumartesi

Türk ordusundaki bilek güreşi - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Kitapların ayraçları var. Elbette tarihin de. Bir sıçrama yaşanıyor. Açıp bakıyor, öncesini ve sonrasını okuyoruz. Eskisinin kendisini hep yenide var ettiğini de yeninin eskinin kalıntılarını yok ettiğini de görüyoruz.
Önümde Cihat Yaycı’nın yazdığı kitaplar duruyor. 2019 yılında ASAM Yayınları’ndan çıkan “Libya Türkiye’nin Denizden Komşusudur” eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Uğur Yiğit’e şükran mesajı ile başlıyor. Sürpriz değil. Türkiye’nin en batısından Libya ile deniz komşusu olduğu tezini hazırlayan Yaycı’yı Amiral Cem Gürdeniz’in desteklediğini, Yiğit’in ise Erdoğan’a kadar taşıdığını biliyoruz. Kitaptan 29 Kasım 2010’da Libya’ya giden ve Kaddafi ile görüşen Erdoğan’ın çantasında Yaycı’nın hazırlattığı haritaların olduğunu öğreniyoruz.
Dönem Türk donanmasının AKP destekli Fethullahçı çete tarafından hapsedildiği günler. Operasyon tartışmasız Batı destekliydi. Bu sırada kendisine karşı birçok savunma planının deşifre olmasından en memnun olan Yunanistan’dı. Yunanistan, sistematik ve kendince tutarlı bir politikayla Doğu Akdeniz’de Güney Kıbrıs ile birlikte egemenlik alanını genişletiyordu. Bir gemi komutanı 25 yılda, bir amiral 40 yılda yetişiyor. Hapishane kuyruğundaki Türk amirallerinin durumu, Türkiye’yi Doğu Akdeniz savaşından uzak tutuyordu.
Libya ile yapılan anlaşma, Türkiye’yi bir kavganın fiilen içine soktu. Zira Türkiye-Libya mutabakatı, tam anlamıyla Yunanistan-Güney Kıbrıs hattını kama gibi keserek Türkiye’yi hem Yunanistan hem AB’nin bir bölümü ile karşı karşıya getirdi.


AKAR VE YAYCI KARŞI KARŞIYA 

Bu, Türkiye için hem içeride hem dışarıda bir kırılma demekti. Uygulanabilmesi için FETÖ kavgasının nihayete ermesi gerekiyordu. 15 Temmuz’un Türk ordusu için ayraç olması böyle oldu.
Cihat Yaycı ile Hulusi Akar tartışmasız iki ayrı çizgiyi temsil ediyor. Biri deniz ile öbürü kara ile düşünüyor. Akar, 15 Temmuz öncesi yapılan soruşturmalara yanıt vermemesi ve nihayetinde yaverinin bile darbeden çıkmasıyla, Yaycı ise soruşturmaların ötesine geçip FETÖMETRE denilen kriterleri Deniz Kuvvetleri’nde uygulamasıyla biliniyor. Akar’ın ABD’den aldığı madalya, NATO hatta ABD’de Türkiye raporu yazan enstitüler tarafından sevilen bir komutan olması hep konuşuldu. Yaycı’nın özgeçmişini açtığımda dikkatimi 2012-2014 aralığındaki Moskova Ataşeliği ve Rusça biliyor olması çekiyor.
Akar’ın hanesine yazılan askeri başarısı tabii ki Suriye’de ve Batı’nın Suriye politikası ile kavga etmeden yaşandı. Yaycı’nın artık herkesin bildiği başarısı, Doğu Akdeniz’de stratejinin ağır bastığı bir çatışmaya dayanıyor. Akar’ın gözleri Türkiye’nin Ortadoğu’daki kavgalarına  odaklanıyor.  Yaycı ise Türkiye’nin kafasını kaldırıp Doğu Akdeniz’deki paylaşım mücadelesine odaklanmasını savunuyor.

Akar’ın politikası hâkim ideolojinin beslediği çatışma alanlarıyla örtüşüyor. Yaycı ise pek konuşulmuyor ama Libya’nın ardından Mısırİsrail ve Lübnan ile anlaşmayı savunuyor. Akar, medya ile sınırlı ilişki kurmasıyla tanınıyor. Yaycı ise SETA’nın dergisinde yazı da yazıyor, Kırmızı Kedi Yayınevi’nden kitap da çıkarıyor. Hem firardaki Fethullahçı askerler hem sanık olanlar Akar’dan çok Yaycı’yı hedef alıyor. Öte yandan kumpas davaları döneminde hedef alınan arkadaşları her ikisine de eleştiriler getiriyor.
Uzatmayayım...
Akar ve Yaycı’nın dostlarının ve karşıtlarının kişilik özelliklerini de katarak yaptıkları yorumlar devam ediyor.
Tartışmasız bir gerçek var ki bu bilek güreşini daha güçlü olan ve Erdoğan’a kendisini kabul ettiren Akar şimdilik kazandı.

İKİ İSMİN BİLEK GÜREŞİ 

Neler olmadı ki?
Mesela Cumhurbaşkanlığı, düzenlediği Libya toplantısına doğal olarak Yaycı’yı bizzat davet etmişti. Akar devreye girdi. Genelkurmay’dan Yaycı’nın toplantıya katılmasına izin çıkmadı.
Mesela Cumhurbaşkanı, Yaycı’nın adını vererek onu kürsüden överken Hulusi Akar, TSK’nin başarısının kimsenin şahsıyla anılamayacağı yönünde konuştu.
Akar, Yaycı’yı devre dışı bırakacak adımlar da attı. Örneğin bir cenazede karşılaştığı eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Uğur Yiğit’e, “Amiralim bu Libya mutabakatı sizin döneminizin çalışması değil mi” diyerek onu sürece dahil etmeye çalıştı. Yaycı, bu adımdan haberdar olunca gerginlik daha da büyüdü.
Günlerdir FETÖMETRE’yi konuşuyoruz. Ancak bu sistem TSK’de Deniz Kuvvetleri dışında uygulanmadı. Akar’ın bu sistemi beğenmediğinin göstergesiydi. Ancak ilginç bir şey oldu. Geçmişte FETÖ’nün hedefi olmuş, muhafazakâr kimliğiyle de bilinen eski bir askerin başına getirildiği yarı-resmi sivil toplum kuruluşunda FETÖMETRE’yi uygulayacağını açıkladı. Uygulamayı ise Yaycı’ya yakın bir başka eski asker görev alarak yapacaktı. Bizzat Akar’ın müdahalesiyle bu görevlendirilme durduruldu.

Peki, doğrudan bir atışma oldu mu? “Oldu” diyenler örnek de veriyor. Bir toplantıda Akar, 15 Temmuz sonrası kadroların hatalarını, eksiklerini, gündeme getirmişti. Ancak Yaycı, Akar’ın bu sözlerine özetle Komutanım, 15 Temmuz’dan sonra FETÖ’den arınan ordumuzun daha güçlü ve başarılı olduğunu düşünüyorum diye yanıt verince rüzgârlar soğuk esti.

BİR KIRILMA HABERCİSİ Mİ? 

Yaycı, kitabında Yunan basınından şu alıntıyı yapıyor: “Türk Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın en son Libya ziyaretinde de kullandığı 7 adet harita, Türk Deniz Kuvvetleri’nin şimdiki Kurmay Başkanı olan Tümamiral Cihat Yaycı’nın yayımladığı çalışmalara dayanmaktadır.” Hulusi Akar, karargâhı halen Genelkurmay Başkanı gibi yönetiyor. Öyle ki, TSK’deki görevli askerlerin günlük hazırladığı basın dosyası bile komutana değil, sık sık karargâha gelen Akar’a sunuluyor. Haliyle az önceki alıntıdaki gibi Akar, bir amiralin icracısı  olmayı kabul etmiyor. Bir telin ihale öyküsü böylece onu ringin dışına itmek için fırsata dönüştürülüyor. Yaycı, istifaya zorlanıyor.

Belirgenleşen iki çizgi, kayan bir yıldız hikâyesi mi olacak? Yoksa başka bir kırılmanın habercisi mi? 10 yıl boyunca devletin Doğu Akdeniz tezini üreten Cihat Yaycı’nın kitabını elinize aldığınızda ilk sayfada sizi şu manidar cümle karşılıyor: “Bu kitapta yer alan hususların benim şahsi fikirlerim olduğu ve hiçbir kurum ve kuruluşla ilişkilendirilemeyeceğini belirtmek isterim.

Her şey biraz “kişisel” belki de, her “kişisel” de politik.
Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Pes ettiler: Erdoğan'ın açıkladığı 'normalleşme' kararları ne anlama geliyor? - İlker Belek / SOL

'Bu pes etme halidir ve pes eden kapitalist düzendir. Bundan fazlasını yapamaz. Bir salgın halini bundan başka şekilde yönetemez. Bu salgın sünecek, bir ikinci dalgaya kadar.'



Nihayet “normalleştiler”. 
İstisnaları var tabi ki: Gençler ve yaşlılar. İnsanın “yazık oluyor bunlara” diyesi geliyor. Bu gruplara sokağa çıkma izni verilmesi için hangi somut veri değerlendirilecek, bu sorunun yanıtını verebilmek gerçekten imkansız.
Hemen her yer, bütün işletmeler 1 Haziran itibariyle açılıyor. 29 Mayıs’ta ise kendi deyişleriyle camilerin fethini gerçekleştirecekler.
Denilecek ki, işletmeler açılıyor ama kurallara uyulacak. Bu ortamda, havalar ısınırken, işletmeciler geçim derdindeyken, maskenin, mesafenin denetimi nasıl yapılır?
Buraya tadar dayanabildiler, bu kadar yapabildiler.
Yapılması gereken tam bir karantinaydı. Kapitalist düzen buna izin vermedi. Üretim neredeyse kesintisiz devam etti. Düzenin nefesi karantinaya yetmedi.
Sonuç şudur: Virüse uygulanan yasaklar kalktı.
Bu karar olmayacak zamanda alındı
Henüz günlük vaka sayısı 1.000’in, ölüm sayısı ise 30’un altına inmedi.
1,4 milyar nüfuslu Çin önlemleri gevşetmeye başladığında tarih 16 Mart’tı ve o sırada günlük vaka sayısı 21, ölüm sayısı da 11’di.
Salgının en başından beri en katı önlemleri hayata geçiren, salgın süresince çok disiplinli bir filyasyon sistemi uygulayan Vietnam normalleşmeye geçmeden önce iki haftalık tam karantina uyguladı, kritik sektörler dışında üretimi tamamen durdurdu.
Aşağıdaki grafiklerde yine Türkiye ile İtalya’yı son 10 gün için karşılaştırıyoruz. İtalya’yı seçmemizin nedeni artık biliniyor. Salgının başında en gevşek ülkelerden birisiydi. Dünyanın diline düşmüş, herkesin alay konusu olmuştu. 19 Şubat’ta (ilk vakalar Şubat ayı başında görülmüştü İtalya’da) 44.000 kişilik statta Atalanta - Valencia maçının oynanmasına izin vermişti. Dolayısıyla sürecin İtalya ile karşılaştırılması gevşeklikte, kötü yönetimde karşılaştırma anlamına geliyor. Yoksa İtalya bugün de örnek alınacak ülke değil.
İtalya ile Türkiye’nin “normalleşme” süreçleri neredeyse eş zamanlı ilerliyor. Oysa İtalya’da, 14 Mayıs hariç, 11 Mayıs’tan beri günlük vaka sayısı 1.000’in üzerine çıkmadı ve o tarihten beri de düzenli bir azalma içinde. Türkiye henüz böyle bir trendin içine girmedi.

Türkiye ve İtalya’da 18 Mayıs’tan beri günlük vaka sayıları

Görüldüğü gibi “normalleşme”de aynı hızla ilerlediğimiz İtalya’nın günlük vaka sayısı artık bizim neredeyse üçte birimiz kadar.
Üstelik bu hesapta günlük test sayıları yine karıştırıcı faktör olarak devrede. Zira İtalya günde yaklaşık 60.000 testle devam ederken, Türkiye’nin günlük test sayısı 20.000’lere inmiş durumda.
18 Mayıs’ta İtalya’da 1.000 kişiye yapılan toplam test sayısı Türkiye’dekinin 2,57 katıydı, fark 10 gün içinde 2,65 kata çıktı. Bu kısa süre içinde zaten büyük olan farkın daha da açılmasının nedeni Türkiye’nin test sayısını azaltması.


Türkiye ve İtalya’da 1.000 kişiye yapılan toplam test sayılarının 18 Mayıs’tan beri değişimi
 

Ne yapılmalıydı?

1-11 Mayıs’ta alınan “normalleşme” kararı çok erkendi. Hatta elde bu kararın alınmasına zemin oluşturacak veri bile yoktu. Türkiye’nin test sayıları çok düşüktü ve o test sayılarıyla önlemlerin kaldırılmasına karar verme olanağı bulunmuyordu.
2-1 Haziran’da başlayacak neredeyse tam “normalleşme” için de aynı durum geçerlidir.
3-Başından beri hep söylediğimiz gibi, şikayeti olanların yanı sıra, temaslılara, riskli gruplara da test yapılmalı, salgının gidişi böyle izlenmeli, kararlar da bu şekilde objektif bir zemine oturtulmalıydı.
4-“Normalleşme”de hiç olmazsa adım adım gidilmeliydi. Örneğin önce, AVM’lerden sonra, yalnızca hafta sonu sokağa çıkma yasakları sonlandırılmalı, günlük vaka sayılarının nasıl gideceği bir süre izlenmeliydi. Verilerin izin vermesi durumunda sonra, örneğin parkların açılmasına izin verilmeli ve yine bir süre bu adımın ortaya çıkaracağı etkiler izlenmeliydi, vb. Ancak bu zahmetlere girmeyi gerekli görmediler ve “ekonominin gereklilikleri” adına bir kerede neredeyse bütün sınırlamaları kaldırdılar. 
Dediğimiz gibi bu pes etme halidir ve pes eden kapitalist düzendir. Bundan fazlasını yapamaz. Bir salgın halini bundan başka şekilde yönetemez.
Bu salgın sünecek, bir ikinci dalgaya kadar.
İlker Belek / SOL

29 Mayıs 2020 Cuma

Koronavirüs sonrasında dünya (II) - Korkut Boratav / SOL

Koronavirüs dünyasına girildiğinde kapitalizmin egemen güçleri, sermayenin tahakkümünü emekten yana sınırlama arayışlarına iktidar seçeneğini kapalı tutmaktaydı. “Çıkış sonrası”nın kendiliğinden farklı olacağı beklenemez.


“Koronavirüs sonrası dünya” tartışılıyor. Bir yandan “eskisi gibi olmayacak” öngörüleri; bir yandan da “…olmamalı” çağrıları var.
Bugün bu tartışmalar ve onlara ışık tutan olgular üzerinde bir gezinti yapmak istiyorum.

"Revizyon" çağrıları: İki Örnek

Salgın, kapitalizmin özündeki acımasızlığı, hatta vahşeti ortaya çıkardı. Bazı çevreler, bir sistem olarak kapitalizmi değil, bugünkü düzenleme biçimini (adını vermeden neoliberalizmi) suçladı. Önerileri de “revizyon” ile sınırlı kaldı.
İki örnek vereceğim. Birincisini 17 Nisan 2020 tarihli Sol Portal’daki yazıda tartışmıştım: İngiliz finans sermayesinin sözcülüğünü üstlenmiş seçkin yayın organ Financial Times (FT) Editörleri 3 Nisan 2020 tarihinde bir çağrı yayımladılar.
Yazının uzun başlığı, çağrının içeriğini de özetlemekteydi: “Virüs, toplumsal sözleşmenin kırılganlığını ortaya koydu: Herkese yarayacak bir toplum oluşturmak için radikal reformlar gereklidir.”
FT Editörleri, sözü edilen kırılganlıkları vurguladıktan  sonra Batı dünyası için “herkese yarayacak bir toplumsal sözleşme” önermektedir. Örnek olarak II: Dünya Savaşı sonrasını gösteriyorlar: “Britanya 1942’de Beveridge Raporu’nu  yayımladı; kapsayıcı bir refah devletini üstlenmiş oldu.”
İkinci örnek de (FT gibi) 1945 sonrasını biçimlendiren düzenleme biçimine dönüş çağrısıdır. Özgün başlığı ile Emek: Demokratikleştirme, Meta Olmaktan Çıkarma ve Yeniden Düzenleme… 16 Mayıs 2020’de bir  Manifesto olarak, 27 dilde, çeşitli ülkelerden 5000 bilim insanının imzasıyla yayımlandı.
Salt katılıcıların sayısı ve niteliği ile de önem taşıyan bu bildirinin başlığı yanıltıcıdır; bir anti-kapitalist manifesto algılamasına yol açar. Metalaşan emek, kapitalist üretim ilişkisinin  belirleyici özelliği olduğu için…  Belki de anti-kapitalist  bir algılamayı önlemek için bildirinin Türkçe ve İngilizce metinlerinin başlığında “emek” kavramı, “iş” sözcüğüne dönüştürülmüş.
Metnin içeriğine bakınca da anti-kapitalist bir söylem değil, FT Editörleri’nin “revizyon” çağrısı ile ortaklıklar gözleniyor: Kapitalist üretim/mülkiyet ilişkileri tartışılmamakta; refah devletinin “Altın Çağ” döneminde geliştirilen (tam istihdam, sağlık hizmetlerinin “metalaşmaması”, işletme yönetimine emekçileri katılması gibi) ana öğelerine dönüş talep edilmektedir.

İktidarlar "revizyon" önerilerine kapalıdır

Bir gerçeği vurgulayalım: Bugünün egemen sınıfları, kapitalizmin neoliberal düzenleme biçiminin revizyonu önerilerine kapalıdır. Yukarıdaki iki çağrıdan hareket ederek örnekler vereyim.
Britanya finans sermayesinin sözcüsü olan FT Editörleri kimi kandırıyor? 3 Nisan 2020’de yayımladıkları “refah devletine dönüş” çağrısından dört ay önce ülkelerinde seçim yapıldı. Jeremy Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi, FT’nin sonraki çağrısı doğrultusunda bir programla seçime girdi.  FT ise 25 Eylül 2019’te “Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi Britanya’yı yönetmeye ehil değildir” başlığı altında bir yazı yayımladı. Corbyn’in Aralık’taki seçim yenilgisini coşkuyla karşıladı. Daha sonra da İşçi Partisi’nin refah devletini savunan  sol kanadının tasfiyesi kampanyasına aktif biçimde katıldı.
“Emeğin metalaşmasına karşı Manifesto”, ABD’den çok sayıda bilim insanı tarafından da imzalandı. Tümünün Trump karşıtı, bir çoğunun solcu Sanders yanlısı olduğu tahmin edilebilir. Ne yazık ki, imzalandığı tarihte Bernie Sanders, adaylıktan çekilmek zorunda kalmış; kapitalizmin emekten yana revizyonunu ABD’de iktidara taşıma seçeneği yok edilmişti. Bu operasyonun büyük sermaye tarafından yönetildiği iyi biliniyor.
Diğer coğrafyalardan da çok örnek var. 2015’te Yunanistan’ın borç krizinin avro’dan çıkma ile çözülmesi Almanya’nın öncülüğünde uygulanan ağır baskılar sonunda önlendi.
Son beş yılda Latin Amerika’da finans kapital, yerli burjuvaziler ve ABD emperyalizminin ittifakı,  solcu liderleri tek tek iktidardan uzaklaştırdı. Kapitalist sistem içinde neoliberalizmi kısmen revizyondan geçiren programlar böylece son buldu.
Koronavirüs dünyasına girildiğinde kapitalizmin egemen güçleri, sermayenin tahakkümünü emekten yana sınırlama arayışlarına iktidar seçeneğini kapalı tutmaktaydı. “Çıkış sonrası”nın kendiliğinden farklı olacağı beklenemez.

Sol siyaset ve işçi sınıfı

20’nci yüzyıl kapitalizmi, devrimci (komünist) veya revizyonist (sosyal demokrat) iktidarlara tanık oldu. Kapitalizmi tasfiye etmeyi  veya programları doğrultusunda “ıslah” etmeyi başardılar. 21’nci yüzyılda bu seçenekler önlendi? Neden?
20’nci yüzyılın devrimci veya reformcu sosyalist programları, güçlü ve örgütlü işçi  sınıfları sayesinde, onlara dayanarak iktidara geldiği için… Yüzyılımızda bu destek ve örgütlenme düzeyi yok oldu. Reel sosyalizmin tarihe karışması devrimci hareketleri felce uğrattı. Sosyal demokrasi ise neoliberalizme teslim oldu. Corbyn, Sanders ve Syriza deneyimlerinin tıkanması da işçi sınıfı tabanlarının zayıflığına bağlanabilir.
Öte yandan, işçi sınıfının ülkeler ve dünya çapındaki   dönüşümü de önem taşımaktadır. Neoliberal küreselleşeme, Üçüncü Dünya’da ücretli emeği yaygınlaştırdı.  Bir sonuç, mülksüzleşen, yoksullaşan Güney emekçilerinin Kuzey’e göçmen işçiler olarak taşması oldu. Bir diğer sonuç, uluslararası değer zincirleri sayesinde dünya çapında bir işgücü piyasasının oluşmasıdır.
Bu ikinci dönüşüm sonunda Batı işçi sınıfının ücret hareketleri, çevre (örneğin Çin) ücret düzeyinin etkisi altına girdi. Güney’den akan göçmen işçiler de Batı ücretlerini ayrıca baskı altında tutmaktadır.
Neoliberal kapitalizmin bütünleştirdiği dünya çapındaki işçi sınıfı, hem coğrafi bakımdan kopuk, hem de karşıt konumlu katmanlara ayrılmıştır: Doğu’nun (Çin’in) maddi üretimde uzmanlaşan işçileri; ABD’ye, Avrupa’ya yığılan göçmen emekçiler; Batı toplumlarının bu iki etkenle yüzleşen geleneksel işçi sınıfları…
Batı’nın sol siyasetleri emekçilerin (hangilerinin?) sınıfsal çıkarları ile bu gerilimlerin yol açtığı “kültür savaşları” arasında kararsız kalmakta; sermayenin ideolojik hegemonyasına direnecek tarihsel birikimini de yitirmektedir.
Sol’un kararsızlığı, Batı’daki halk muhalefetinin neo-faşist liderlere kaymasını beslemektedir: Batı (ABD) neo-faşizmi, yeni “sınıfsal düşmanları” peşinen: belirlemiştir: Göçmenler ve Batı sermayesinin sanayi üretimini taşıdığı adres: Çin… Neo-faşizmin işlevi 20’nci yüzyıl faşizmini andırmaktadır: İşçi sınıfının kapitalizmi tehdit etmesini önlemek…
Egemen sınıflar da, halk muhalefetinin, anti-neoliberal sol yerine  neo-faşist liderlere  yönelmesini yeğlemektedir. Corbyn ve Sanders elenecek; Johnson ve Trump ile uzlaşılacaktır.

Korona'nın sınıf haritası...

Bu karmaşık tabloya, korona salgınının sınıf haritasına taşıdığı dağılmayı ekleyelim.
Salgından en ağır etkilenen Batı ülkesi ABD’dir: Bu hafta sonunda toplam ölümler 100.000’e, hasta sayısı 1,7 milyona yaklaşacaktır. Emekçilere yansımasının boyutlarını bu ülkeden izleyelim.
Obama’nın ilk çalışma bakanı Robert Reich, korona salgınının sınıfsal dökümünü incelemiş (Guardian, 26 Nisan). Tespitine göre uzakta çalışanlar Amerikan işgücünün %35’ini oluşturmaktadır.
Büro emekçilerinin  evde çalışması mesai saatlerini uzattı; ağırlaştırdı. Uzaktan çalışma yaygınlaştı; örneğin eğitime de taşındı. Yepyeni “emek fazlaları” oluştu. Üniversitesinde uzaktan eğitim başlayınca işten çıkarılan asistan Natasha Frid’in işsizlik  sigortasına ulaşma mücadelesini 1 Mayıs’ta bu köşede anlatmıştım.
Beyaz yakalı işçi sınıfının, örgütlenme, dayanışma alışkanlıkları esasen zayıftı; uzaktan çalışma koşullarında bu insanlar iyice yalnızlaştı. Salgın bu sayede sermaye için bir fırsata dönüştü: Uzaktan çalışma koşullarını zorlayarak (bir anlamda) sömürü oranını yoğunlaştırmak…
Philip Mirowski’nin “Neoliberaller Bu Krizi Heba  Etmeyecekler” başlıklı bir söyleşide (JACOBIN, 16 Mayıs), ABD sermayesinin bu “fırsat”ları salgın sonrasına taşıma, yaygınlaştırma  tasarımlarına dikkat çekiyor: Uzaktan eğitimin ilköğretime kadar yaygınlaştırılması; düşen emek maliyetlerinin özelleştirmeyi hızlandırması… Tıp teknolojisinin, yüz yüze hekim/hasta ilişkilerini asgarîye indirecek biçimde kullanımı…  
Robert Reich, sözünü ettiğim yazıda salgın içinde ABD vazgeçilmeyen emekçiler katmanının  işçi sınıfının %30’unu oluşturduğunu açıklıyor. Sağlık, bakımevi, tarım, ulaştırma, taşıma, dağıtım, perakende, güvenlik, itfaiye, temizlik  emekçileri gibi… Bu grupta çok sayıda insan sosyal güvenlikten yoksundur; azınlık ve göçmenlerin payı da yüksektir.
Salgın ortamında ABD emekçilerinin geri kalanlarını işsizleşenler oluşturuyor. Sadece işsizlik sigortası için başvuranların sayısı geçen hafta sonunda 39,6 milyona ulaşmıştı.  Bu sigorta olanağından yoksun işsizlerin sayısı yüksektir. İşsizlik oranının büyük buhran yıllarındaki %25’lik eşiğe ulaşması öngörülüyor.
5000 akademisyenin imzaladığı bildiri ve benzerleri, salgının,  kapitalist sisteme ilişkin eleştirileri yaygınlaştırdığını gösteriyor; ama o kadar… “Korona sonrasının Batı’sı”. sermayenin tahakkümünün hafifleyeceği bir dünya olmayacaktır.

Salgın içinde, sonrasında Türkiye...

Türkiye’de, 2018-2019’da büyük ölçüde iktidarın yarattığı, eseri olan ekonomik kriz, işsizlik oranlarının tırmanmasıyla bir toplumsal bunalıma dönüştü.
Erinç Yeldan arkadaşımız 20 Mayıs 2020 tarihli Cumhuriyet’te, “Türkiye işgücü piyasalarının parçalanmış yapısı”nı inceliyordu. Daha ayrıntılı bilgiler DİSK-AR’ın İşsizlik ve İstihdam’ın Görünümü raporlarında yer alıyor.
Bu bilgiler korona sonrasında güncelleşince işçi sınıfının parçalanmışlığının daha da arttığını algılayacağız. Bu ortamda Türkiye’den insan manzaralarını muhalif medyadan izliyoruz. Trajedileri duyuyoruz.
Ekonomik ve toplumsal ortamın ağırlaşması, tek başına bugünkü iktidara son veremez. Toplumsal bunalım 2019’da zirveye çıkarken, işçi sınıfının  parçalanmışlığını artırdı; örgütlenme (sendikalaşma) derecesini de zayıflattı. Salgın, izolasyon ve yasaklarla birlikte insanları daha da yalnızlaştırdı.
Halk muhalefeti insanlar yalnızlaşırken yeşeremez. Osmanlı’da dahi muhalefet çekirdekleri kahvehanelerde oluşmuştu. Salgın, kahveleri, kafe’leri, meyhaneleri, çay bahçelerini yasakladı. Daha da kötüsü liseleri, üniversiteleri kapattı; öğrencileri sadece hocalarından değil, birbirlerinden de uzaklaştırdı. Tüm ülkeyi etkileyen gençlik muhalefetinin odaklarını oluşturan üniversite kantinleri kapandı.
İnsanların yüz yüze gelmesi önlenince bunalım kişiselleşir; muhalefet filizlenemez. Yan yana çalışmayan işçiler sendikalaşamaz. Kol kola yürüyemeyen insanlar nümayiş yapamaz. Meydanlarda toplanamayan insanlardan devrim beklenemez.
Yavuz Alogan bloğunda “Büyük Yalnızlık” başlığı altında bugünün Türkiyesi için şu teşhisi yapmış: “Bir öldürücü molekül karşısında, Devlet’e hükmeden siyasî iktidarın gücünü yoğunlaştırarak bütün topluma komuta edebildiğini, onu itaatkâr küçük atomlara ayırarak, her bir atomu büyük bir yalnızlığa sürükleyerek yönetebildiğini ve fırsattan istifade ederek ideolojik hegemonyasını güçlendirebildiğini görmüş olduk.  Bugün virüs, yarın başka bir şey. Buna alışmamak lazım.”
Yanlış mı?
Korkut Boratav / SOL

Gıda güvenliği ve kapitalizm - Emin Koramaz / BİRGÜN

Evlerimize kapanmak zorunda kaldığımız salgın döneminde kıymetini daha fazla anladığımız şeylerin başında temel besin maddeleri ve tarımsal ürünler geliyor. Dışarıda yeme alışkanlığına verilen arada mutfakta geçirdiğimiz süre arttıkça, su ve gıdanın hayatlarımızın idamesinde diğer her şeyden daha önemli ve öncelikli olduğunu bir kez daha fark ettik.

İlkel çağlardan günümüze tarımsal üretim metotlarındaki değişim ve bu alandaki bilimsel gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda açlık ve beslenme sorununun bugün insanlar için büyük bir tehdit oluşturuyor olması oldukça şaşırtıcıdır. Çünkü akla yatkın olan şey, gelişen teknoloji ve ziraat teknikleri sayesinde ürün verimliğinin artması ve insanların bu ürünlere ulaşımının kolaylaşmış olmasıdır.
Oysa dünya çapında bugün yaşanan gerçeklik bu beklentinin çok dışında. Bugün dünyada 800 milyonun üzerinde insan yani her 9 kişiden biri yatağa aç girmektedir. Ülkemizde ise insanlarımızın %22`si yeterli gıdaya ulaşamamakta %8,5`u ise açlık sınırında yaşamaktadır.
Etkilerinin göz ardı etmemekle birlikte, bu durumu sadece “iklim değişikliği” gibi doğal sebeplerle ya da “savaş” ve “göç” gibi politik gelişmelerle açıklamak mümkün değildir. Bugün gıda ve tarımda yaşanan sorunların temel nedeni, sermayenin çıkarlarını insanlığın ortak çıkarlarının üstünde gören küresel kapitalist sistemdir. Tarım ve gıda üretiminde tekelleşmedir.
Günümüzde küresel sermaye tarımsal üretimin tüm aşamalarında; yani tohum üretiminden, zirai mücadeleye, gıda üretiminden bu gıdaların tüketimine kadar tüm süreçleri kontrol etmektedir. Gıda temel besin aracı olmaktan çıkıp dev tekellerin rant aracına dönüşmüştür.
Örneğin; küresel ölçekte dört firmanın piyasayı kontrol düzeyleri, tohumda yüzde 58.2, tarımsal kimyasallarda yüzde 61.9, gübrede yüzde 42.3, hayvansal ilaçlarda yüzde 53.4’dür. Hayvansal üretimde ise bu oranlar tavukçulukta yüzde 97, domuz ve sığırlarda yaklaşık yüzde 66 düzeyindedir. Bu şirketlerden altı tanesi dünya tahıl ticaretinin yüzde 85`ini, 8 şirket kahve satışlarının yüzde 60`ını kontrol ediyor. Özellikle insanların temel besin ihtiyacı olarak bilinen mısır, pirinç, buğday ve soya gibi gıdaları hakimiyetleri altına almak için de büyük savaşlar veriyorlar.
Tekellerini pekiştirmek için, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası gibi kuruluşlar aracılığı ile geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelere tarım ve gıda alanında kamusal üretim ve denetimin ortadan kaldırmaları noktasında dayatmalarda bulunuyorlar.
Ülkemizde de benzer bir süreç yıllardır işletilmektedir. 1980’li yıllardan itibaren uygulanan neoliberal politikalar sonucunda Et-Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu, Zirai Donatım Kurumu, TEKEL, Türkiye Şeker Fabrikaları, Azot Sanayi-Türkiye Gübre Fabrikaları ve Yem Sanayi gibi kamu iktisadi teşekküllerinin bir kısmı özelleştirilmiş, bir kısmı da kapatılmıştır. Toprak Mahsulleri Ofisi gibi KİT`lerle birlikte, Tariş, Çukobirlik, Fiskobirlik gibi üretici kooperatif ve birliklerinin de içi boşaltılarak işlevsizleştirilmiştir.
Tohumculuk, Toprak ve Tarım, Tarım Sigortaları ve Lisanslı Depoculuk konularında yapılan yasal düzenlemelerle yerli tohumlarımızın kullanımı neredeyse yasaklanmış, tarım ve gıda alanı tamamen piyasalaştırılmıştır.
Bütün bunların sonucunda bir zamanlar kendi kendisine yeten ülke olarak övündüğümüz ülkemiz, gıda ve tarım alanında büyük oranda dışa bağımlı hale gelmiştir.
Bu olumsuz gidişe dur demek zorundayız. Açlık ve yoksullukla mücadele gıda emperyalizmine karşı verilecek mücadeleden geçmektedir.
Ülkemizde sürdürülebilir bir tarımsal üretim için, gıda güvenliğimizin korunması için, sağlıklı ve ucuz gıdaya erişebilmek için üreticisiyle, tüketicisiyle, köylüsüyle, kentlisiyle sesimizi yükseltmek zorundayız.
Bilimsel veriler ışığında üretimi yeniden organize eden, üreticiden tüketiciye doğrudan bir beslenme zinciri kuran, gıda üretim ve dağıtım zincirini kamusal denetime tabi tutan, emek eksenli ve dayanışmayı arttıracak yeni bir yapı, ülkemiz insanı, ülkemiz tarımı, kırsal hayat ve tüketici sağlığı açısından en acil gereksinimdir.
İnsanların aç ve yoksul yaşamadığı, herkesin sağlıklı ve sürdürülebilir beslenme imkanlarına ulaşabildiği, eşit adil bir ülke ve dünya özlemiyle…
Emin Koramaz / BİRGÜN

28 Mayıs 2020 Perşembe

Cumhuriyet’in anayasası ve başkanın talimatları - İbrahim Ö.Kaboğlu / BİRGÜN

18. yyıl: İktidar kötüye kullanılır.
19.yyıl: Mutlak iktidar ise mutlaka bozar.
20. yyıl: Mutlakıyetten geldik; mutlakiyete gidiyorsunuz.
21. yyıl: Devleti anayasa yerine talimatla yönetiyorsunuz.

İKTİDAR YOZLAŞTIRIR
Kim ki iktidara sahiptir, onu kötüye 
kullanır… İktidarın kötüye 
kullanılmaması için, eşyanın doğası 
gereği, iktidarın iktidarı durdurması gerekir 
( Montesquieu, De l’esprit des lois, 1748).
“İktidar bozar; mutlak iktidar ise mutlaka çürütür” 
(L. Acton,1853).
Aramızdaki farkı bilelim. Biz 
mutlakıyetten bugüne geldik, siz ise 
bugünden mutlakiyete 
gidiyorsunuz” 
(İ. İnönü, TBMM, 27.6.1956).
CHP lideri İnönü, seçimle iktidara gelmiş olan DP’nin ikinci döneminde Anayasa’ya aykırı yasalar ve demokrasi dışı uygulamalarını teşhir ediyor.
2020’de ise, unutulan sadece siyasal ve anayasal miras değil, Anayasa’nın kendisi; zira Devlet, Anayasa ile değil talimatlarla yönetilmeye çalışılıyor.
Nereden geldiğimizi, Tanzimat yollamasıyla hatırlatalım.

KANUNLARLA YÖNETİM
Gülhane Hatt-ı Humayun-u (1839), Osmanlı Devleti’nin bundan böyle kanunlarla yönetilmesini öngördü. Avrupa devletlerinden iktibas yoluyla alınan modern yasaların yürürlüğe konulması, Tanzimat dönemini damgalayan bir süreç oldu. Tanzimat, 1. ve 2. Meşrutiyete olduğu kadar Cumhuriyet’e giden yolu açtı.
Ya yaklaşık iki yüzyıl sonrası Türkiye?

ANAYASA YOK, TALİMAT VAR
CB yardımcısı ve bakanlar, her işlem ve eylemini, “Cumhurbaşkanı talimatı ile” meşrulaştırmaya çalışmakta:
-Bütçe görüşmeleri sırasında TBMM’de…
-Deprem sırasında bile Bakan, Elazığ’da icraatını yurtdışında bulunan CB’nin telefon talimatı ile açıkladı.
-Sokağa çıkma yasağı için “CB talimatı”, Genelgenin dayanağı.
CB ise, sıkça “talimat verdim” diyor.
Talimatlar yelpazesi geniş: yasamaya yönelik olarak yasa yapımı için; idare ve yargıya yönelik olarak gözaltı ve tutuklatmalar için veya mahpusların tutulması için…
Anayasa ve hukukun üstünlüğüne namus ve şerefleri üzerine bağlılık andı içen kişiler, talimatın tarafları.

KİLİTLE VEYA DARBELE!
Başta Merkez Bankası gelmek üzere uzman ve özerk kuruluşlar, üniversiteler gibi bilimsel kuruluşlar, “talimat zinciri” ne eklendi.
Doğrudan talimat veremediği iki anayasal kurum: Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları (KKNMK) ve yerel yönetimler, özellikle Büyükşehir Belediyeleri (BB).
KKNMK yönetimlerine talimatın yolu yasal düzenlemeden geçtiği için, bu amaçla milletvekillerine talimat verdi…
Belediye yönetimleri çifte kıskaç altında: AKP-MHP’li üyelerin ittifakı ile belediye meclislerini kilitlemek ve yardım kampanyalarına engel olmak; yani Anayasa md. 127’ye darbe yapmak.

“CBHS” VE AĞAÇ KABUĞU
Bayram mesajında bile CHP eleştirisiyle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (CBHS) savunması: “hazmedemiyorlar”.
Üç ön saptama: dini politikaya alet etmeye devam; İnöünü’nün dillendirdiği tarihsel gerçeği yadsıma ve tek kişi yönetimini dayatma.
Tek kişi yönetimini sürdürmek için muhalefeti sindirme çabası tutmaz; çünkü 2017 Anayasa değişikliği, olağanüstü ortam ve koşullarda dayatılarak ve bilgi kirliliği eşliğinde üniversitelerden yargısız infazla atılan öğretim üyelerine, “ağaç kabuğu” reva görülerek gerçekleştirildi.
Bu nedenle, nasıl ki hukuk katliamı mağdurları ağaç kabuğu yemedilerse, toplum da CBHS’yi hazmetmez; çünkü bu, başta hukuk gelmek üzere Cumhuriyet değerlerini yok etme projesi.

DARBE TEK TİP DEĞİL Kİ!
15 yıl boyunca gündemde tutulan Anayasa, amaca varınca unutuldu.
60 yıl önceki darbeyi (darbeleri) eleştirmek, bugünkü sivil darbeyi (darbeleri) maskeleyerek, sözde demokrasi kahramanlığını kamuflaj aracı olmamalı.
CBHS olarak adlandırılan monokrasi, 15 Temmuz kanlı darbe girişiminin ürünü. Bunu sürdürmek için, Anayasa yerine talimatlarla yönetim, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarına hazmettirilemez. Tek kişi, her konuşmasıyla TV ekranlarını kilitlese de, demokratik hukuk devletine dönüş yollarını halka kapatamaz.
İbrahim Ö.Kaboğlu / BİRGÜN