Salgın olsun olmasın, yakın gelecekte insan sağlığına yönelik başlıca tehditlerden biri, yine mikroskobik: antibiyotiklere direnç kazanan bakterilerin 2050 yılına kadar 10 milyona varabilecek bir insan nüfusunu öldüreceği öngörülüyor. Dünyadaki sağlık örgütleri, aşırı antibiyotik kullanımıyla bu yüzden mücadele başlattı ve en öldürücüleri hastane ortamında bulaşan (MRSA) antibiyotiklere dirençli bakteriler üzerinde alternatif tedavi yöntemleri aranıyor.
Bu yöntemlerden en dikkat çekici olanı, aslında 20. yüzyılın başında bulunan ve hastayı, hastalığa yol açan bakterileri “yiyen virüs”le iyileştiren fagoterapi metodu.
Bilimsel dilde bakteriyofaj diye anılan bakteri yiyici virüslerin varlığını, 1910 yılında ve tesadüfen, sıra dışı bir araştırmacı olan Kanadalı Fransız Dr. Felix d’Herelle keşfetti.
Meksika’nın Yucatan bölgesindeki çekirge istilasını inceleyen bilimciler arasında yer alan Felix d’Herelle, çekirgelere özgü ölümcül bir hastalık saptadı. Ölü çekirgelerin bağırsaklarındaki bakterileri kültür ortamında incelerken, plakalar üzerinde oluşan beyaz lekeleri fark etti. Lekeler, bakteriyi 30 saniye gibi kısa sürede yok eden gizli bir elementi işaret ediyordu. Zamanın mikroskoplarıyla görülemeyen bir virüs olabilirdi, element.
Her canlıya bir can yiyici
Gerçekten de öyleydi. Patojen mikropları yiyerek beslenen, dolayısıyla enfekte canlıyı iyileştiren bir virüs!
Felix d’Herelle, Paris Pasteur Enstitüsü’nde görevliydi. Gürcü öğrencisi Dr. Georgi Eliava ile çekirgeler üzerinde yaptığı keşfi geliştirmek üzere çalışmaya başladı.
Basit anlatımla “her ölümcül bakterinin yiyici virüsünü belirleyerek hastaya vermek” diyebileceğimiz fagoterapi yöntemi; Birinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde dizanteri, kolera, hatta veba ile mücadelede başarılı oldu. Felix d’Herelle, tüm dünyadan davetler alıyor, tıp camiasına fagoterapiyi tanıtıyor ve bakteri yiyici virüsleri değişik enfeksiyonlar üzerinde deniyordu.
Eski öğrencisi Dr.Georgi Eliava, 1923’te kendisini Tiflis’e davet etti. Birlikte bugün Gürcistan’ın gurur kaynağı olan Eliava Enstitüsü’nü kurdular.
Ancak Felix d’Herelle’in keşfi, 1929’da penisilinin bulunmasıyla rafa kalktı. Fagoterapi hiçbir yan etkisi olmayan, doğal düşmanın doğal silahlarla yenilme tedavisiydi. Ama dünya, yan etkisi pek çok olmasına karşın standart üretimi çok kolay, etki alanı geniş ve ilaç sanayiine getirisi hayli yüksek antibiyotiklerin “altın çağı”na giriş yapmıştı.
Virüs pazarına nur yağışı
Mikrobiyolojist Alain Dublanchet: “Fagoterapi 1980’li yıllarda antibiyotiklerin yükselişiyle tamamen gömülmeden önce Fransa’da binlerce hastayı iyileştirdi. Pasteur Enstitüsü’ndeki zengin bakteriyofaj koleksiyonları, çöpe atıldı. Şimdi her şeye yeniden başlamak gerek” diyor.
2019 Kasım ayında ARTE kanalında yayımlanan fagoterapi konulu müthiş belgeseli hazırlayan Jean Crepu ise umut veriyor: “Soğuk Savaş tıbba da yansıdı. Antibiyotiklerin geç ulaştığı SSCB ülkeleri fagoterapiyi sürdürdü ve Polonya ile Gürcistan bu tedavi yöntemiyle parlayıp, yeniden sahne alıyorlar.”
Halen dünyadaki en büyük virüs bankası, 6 bin tür virüsle Tiflis’teki Eliava Enstitüsü. Eski Doğu Bloku ülkelerinde bazı enfeksiyonlar için hazırlanan bakteri yiyici virüs kokteylleri reçetesiz bile satılıyor!
Aynı ülkelerde fagoterapi uygulayan sağlık kurumlarına, son yıllarda MRSA (hastane enfeksiyonu) kurbanı, “umutsuz vaka” sayılan hasta akımı var*.
Antibiyotiklere dirençli bakterileri yiyici virüslerle yok etmek, kuşkusuz mucizevi bir tedavi değil. Çünkü yiyici virüs koleksiyonu oluşturmak kolay değil, bir; stabil ve seri üretimini yapmak zor, iki; yaşayan bir ilacı yasal standartlara uydurmak imkânsız, üç...
Ama 2016’dan beri Belçika ile Fransa’daki bazı hastanelerde başlayan denemelere ve Paris kanalizasyonlarından “bakteriyofaj” toplayan ekiplere bakılırsa; eski ve hastalara yan etkisi sıfır bu tedavi yöntemi, yeniden sahne ışıkları altında diyebiliriz.
Kapitalizm sattığını över, almayanı döver
Doğal düşmanı doğal silahla yenmekte oldukça başarılı fagoterapi, bana ısırgan özütü açmazını anımsatıyor.
Tarlalarda bolca yetişen ısırgan otunun yağmur suyunda bekletilmesiyle elde edilen özüt, köylüler tarafından binlerce yıl hem toprağı beslemek hem de haşaratı yok etmek için kullanıldı. Ancak AB, aynı zamanda kimyasal gübre ve tarım ilaçları sanayi demek olan ilaç lobilerinin baskısıyla köylüye sıfır maliyeti olan bu hem doğal, hem etkili hem de zararsız özütü yapmayı ve kullanmayı, ağır cezalara bağlayıp yasakladı. Özütü yapıp kullanan çiftçilere inanılmaz para cezaları kesildi, kimisi hapse atıldı**.
Küresel kapitalizm, satmadığı ürünü edineni de kullananı da, hele ucuz ya da bedavaya getirilmişse, tam anlamıyla mahvediyor.
Bakteri yiyen virüsler de şimdilik eski Sovyet ülkelerinde güvende. Kallavi kapitalist dünyadaki gelecekleri ise meçhul.
Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET
*Marie-Céline Ray/Enfeksiyon Tedavisinde Son Şans (Thierry Souccar Yayınevi, 2018).
**https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/mine-g-kirikkanat/kapital-zemberek-hayatimiz-zehir-409872
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder