28 Kasım 2019 Perşembe

Hocaların hocaları bu belgeselde buluştu: 'İKTİSATÇI' - (Söyleşi) Ozan Gündoğdu

Rakamlardan hesaplamalardan denklemlerden ibaretmiş gibi görünen iktisatçılık nasıl olur da herkesin izleyebileceği bir belgesel filme konu olabilir? Bu sorunun cevabı da aslında belgeselin anlattığı 6 iktisatçıda gizli.. Akademisyen Çiğdem Boz ile ‘İktisatçı’ belgeselini konuştuk.

Kendisi de iktisatçı olan akademisyen Çiğdem Boz, kendi imkanlarıyla çektiği 'İktisatçı' belgeseli üzerine BirGün'e konuştu. Belgesel, Korkut Boratav, Bilsay Kuruç, Oktay Türel, Tuncer Bulutay, Fikret Şenses ve Yılmaz Akyüz gibi isimlerin anlatımıyla hayat buluyor. 

Hepsinin isminin başına “hocaların hocası” sıfatı eklemekte fayda var. İktisadi bakış açıları tümden aynı olmasa da 6 isim de benzer kamucu, sosyal adaletçi ekollerden geliyor.
İşte mesleğin duayeni bu 6 isimle yapılan görüşmeler sanatçı bakış açısıyla harmanlandı ve ortaya “iktisatçı” çıktı. Detayları, belgeselin yönetmeni ve yapımcısı Çiğdem Boz ile konuştuk.

>> Türkiye’de belgeselcilik deyince pek azımızın aklına konu olarak iktisadı seçmek gelir. Siz hem iktisatçısınız hem de sinemacı. Mesleğinize dair böyle bir belgesel çekerken motivasyonunuz ne oldu?

İktisatçılığın son günlerde zihinlerde oluşturduğu biçim beni rahatsız etmeye başlamıştı. İktisatçı deyince hesap yapar, muhasebecidir, bankada çalışır, topluma dair bir şey söylemez, tarihe dair bir şey söylemez, yani özetle teknik bir alana sıkıştırılmıştır. Buna yıllardır, her ortamda itirazım vardı. Ben bu itirazlarımı derslerimde de paylaşıyordum, ancak öyle bir yere geldi ki “ya ben derdimi bilimle anlatamıyorum, bu böyle olmayacak, en iyisi film çekeyim” dedim.

>> Sonra da iktisatçı deyince akla gelen ilk isimlerle bir araya gelmek istediniz…
Mümkün olduğunca kıdemli iktisatçılarla görüşmek istedim, çünkü eski ve yeni Türkiye kıyasını da yapmak istiyordum. Belgeselde görüştüğümüz isimlerde neredeyse tümüyle üzerinde konsensüse varılmış isimlerdi. “Bunlar hep kamucu, planlamacı, sen taraf tutarak başlamışsın” itirazları aldım ama sanat zaten taraf tutmaktır.
Bir de Mülkiye’de (Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi) hocalarımız cübbelerini yere bırakınca o gün kararımı verdim.

>> Peki temel kurgu neydi? Siz aslında son 50 yılın Türkiye iktisat tarihini de işliyorsunuz anladığım kadarıyla?
Aslında bu hale nasıl geldik? Yani teknik, toplumdan ve onun gerçek sorunlarında uzak iktisat anlayışına nasıl geldik? Sadece GSYH verileriyle bir toplumu değerlendirme aşamasına nasıl geldik? Çünkü biz iktisadın temel konusu olan üretim, tüketim ve bölüşümü hiç konuşmaz hale geldik. Dünyadaki fındığın yüzde 70’ini biz üretiyoruz ama ben evime fındık alamıyorum, bunu kimse tartışmıyor.

>> İzleyiciler Türkiye iktisat tarihini hangi tarihten itibaren takip ediyorlar?
2’nci Dünya Savaşı’ndan sonra başlıyoruz. Yani Bretton Woods sistemiyle. Dolayısıyla yaklaşık 35-40 yıllık bir bugüne göre biraz daha adil büyümenin olduğu refah devleti dönemiyle sonrasını karşılaştırma imkanı yakaladık. 1950’den bugünlere kadar geliyor.

>> Peki sadece iktisat mı konu? Bilsay Hoca DPT müsteşarı örneğin, bu isimler dönemin politik figürlerine de temas ediyorlar. İzleyiciler ülkenin politik tarihini de bir miktar da olsa takip edecek mi?
Tabii, Bilsay Hoca’nın hikayeleri gerçekten çok enteresan. OECD toplantıları, Demirel’le Ecevit’le görüşmeler, 24 Ocak kararlarına muhalefet… Canlı tarih açıkçası.

Mesela 24 Ocak sonrası devalüasyon yapılacak, DPT ekibi yani Bilsay Hocalar küçük bir rakam veriyorlar, Özal da diyor ki “ne istiyorlarsa iki katını ver”. Biz bu anlayışa yenik düştük diyor Bilsay Hoca. Gerçekten bu anlayış ülkeyi esir aldı. Mesela Bilsay Hoca’ya 12 Eylül’de sizi niye atmadılar, çünkü aynı ekolden geldiğiniz herkesi attılar diye sordum. Çok enteresan bir yanıt verdi: “ya o dönem ben müsteşarım, Evren de paşa, o dönem sık sık arardı beni, benim subaylarım askerlerim halkın arasında yaşaya yaşaya onlar gibi düşünmeye başladı, onlara bir lojman verin derdi. Bu kadar görüşüp talimat veriyoruz, herhalde ayıp olur diye atmadılar beni”

>> Bu ekip 1980 sonrası büyük bedeller ödüyorlar, bu konuda neler söylersiniz?
Bizim için Türkiye kendine has bir sosyal bilimler ekolu oluşturamadı derler ya, aslında 1960 sonrasında öyle derinlikli tartışmalar var ki böyle bir ekol kurulabilirmiş. Maalesef 1980 darbesiyle bunun önü kesiliyor. 6 ismin 3’ü zaten 1402’lik olduğu için akademiden uzaklaştırılıyor.

>> İki baskı dönemini de yaşamış isimler bunlar. 12 Eylül ile bugünü karşılaştırınca nasıl yorumluyorlar?
Bir kere bugünlerde üniversitedeki baskının çok daha acımasız olduğunu söylüyorlar. Hepsi 12 eylül süreci için “Her şeye rağmen biz hocaydık, bir saygınlığımız vardı” diyebiliyor. Bugünkü değersizleştirmeyle, vasatın el üstünde tutuluşuyla hiç kıyaslanır değil. Bir de parasızlar ve özel sektörden proje almaya çok karşılar. Yani üniversite dışında bir kuruma bankaya veya özel bir şirkete kendi birikimlerini para karşılığı sunmayı onurlarına yediremiyorlar. Bugünlerle kıyaslanınca çok yüksek bir etik değer.

Tabii şunu da eklemek gerekir, bugünkü KHK’li akademisyenlere göre daha iyi durumda olduklarını söylüyorlar. Ne olursa olsun, özel sektörde çalışabiliyorlar ya da yurtdışına gidebiliyorlar. Yani açlıkla terbiye etme bugün çok daha fazla.

>> Bugünkü iktisatçılığı nasıl değerlendirirsiniz peki? Çünkü belgeseli çekmedeki motivasyonunuz da mesleğin toplumdan uzaklaşmasıydı.
Bunu özellikle tüm hocalara sorduk. 1980 sonrası ekonomi politikaları değişince akademide de buna ayak uydurmak gerekiyor. Örneğin Bilsay Hoca ben eskiden doların ne kadar olacağı beni ilgilendirmiyordu diyor. Hal böyle olunca uzun dönemli kalkınma planları yapmak yerine kısa dönemli para politikaları popülerlik kazanıyor. 10 yıl sonrasının ülke ekonomisini planlamak yerine kısa dönemde finansal piyasalar yorumlanır oluyor.

Mesela Oktar Hoca da Bilsay Hoca da “1970’lerde Demirel bizle fabrikaları barajları konuşurdu, sonra iş çok değişti, Demirel bunları unuttu, finansal piyasaları sorar oldu” diyorlar.

Ozan Gündoğdu / BİRGÜN

27 Kasım 2019 Çarşamba

8 yaşındaki Nil Göksel, 2019 Uluslararası Piyano Yarışması'nda birinci oldu - BİRGÜN

Avusturya'nın başkenti Viyana'da düzenlenen Edelweiss 2019 Uluslararası Piyano Yarışması'na Antalya'dan katılan 8 yaşındaki Nil Göksel, kendi yaş kategorisinde birinci oldu.


Antalya Büyükşehir Belediyesinden yapılan açıklamaya göre, piyano eğitimine iki yıl önce Büyükşehir Belediyesi İsmail Baha Sürelsan Konservatuvarı'nda başlayan ve Akdeniz Üniversitesi Antalya Devlet Konservatuvarı'nda devam eden Göksel, 22-24 Kasım'da gerçekleştirilen yarışmaya katıldı.

Çeşitli yaş gruplarından 16 ülkenin piyanistlerinin yer aldığı yarışmada, Göksel kendi yaş kategorisinde birincilik elde etti.

Aynı yarışmaya Antalya'dan katılan İpek Kara da ikinci sırada yer aldı.

Nil Göksel'in başarı tablosu
"Piyanonun altın kızı" olarak nitelendirilen Göksel, daha önce de Çukurova Üniversitesi Adana Devlet Konservatuvarı tarafından düzenlenen ''1. Uluslararası Rhapsody Piyano Festivali ve Yarışması"nda, İstanbul Pera Güzel Sanatlar Lisesi tarafından düzenlenen ''14. Uluslararası Pera Piyano Festivali'nde, İzmir Mozart Akademi tarafından düzenlenen ''5. Uluslararası Mozart Akademi Piyano Festivali'nde ve 17. Uluslararası Viva-Music" yarışmasında kendi kategorisinde birincilikler elde etti. 

BİRGÜN

Saygıya saygı verirseniz sevgi olur - KAAN SEZYUM

Bu satırları alt katta 6 haftadır bitmeyen tadilatın tam üzerinde yazıyorum. Şu anda balkonu plastik doğrama ile kapatıyorlar. Moda’da 13 küsur yıldır aynı binada oturunca ister istemez apartmandaki komşularımız da aramızdan ayrılıyor. Moda’da yaşayanlar genelde eskiden beri burada oturduğu için, şu binada kaldığım 13 yıl boyunca 4 tane çok sevdiğim komşumuzu yitirdik. Hepsi de harika insanlardı, hepsinin de mekânı cennet olsun.

Alt kattaki teyze de gidince bir gece, dairesi bir süre satılık olarak kaldı. Yaklaşık 3 ay sonra daire satıldı. Şimdi yeni sahibi Moda’da güzel bir yerde ev aldığı için evin içini de güzel bir hale getirmeye çalışıyor. Tabii normal hayatı olan insanlar için tadilat çok da endişelenecek bir durum değil. 6’da bitiyor, yani işe filan gidiyorsanız, sıkıntı yok. Ama üst katta yazarlık yapmaya çalışıyorsanız iş bambaşka boyutlara varıyor. Bazen matkap sesinden kafamın içi sütlaç gibi oluyor. Evde kendimi “Bi daha bana gürültü mürültü diye gelirlerse küfür ederim” filan diye bağırıyorum. Şu güne kadar hiçbir komşum da “Kaan Bey, kafamız şişti, müziği kısar mısınız?” diye gelmedi bana. Ses sevmiyorum zaten. Ama bundan sonra işlerin rengi değişecek. Bir benim mi başım kel? Belki biliyorsunuzdur 81 senesinden beri davul çalıyorum. Bateristim yani. Allah’a çok şükür güzel de davul setim var. Bundan sonra kuracağım seti salona, vurdukça vuracağım. Geceleri de, özellikle hafta sonları eve ne kadar it kopuk, serseri, badici, halterci, krosfitçi, metalci, rakçı, repçi, hipapçı arkadaşım var dolduracağım, Ezhel’inden Büyük Ev’ine, Gaye Su Akyol’dan, Kes’e sabaha kadar kafalarını şişireceğim…

Biliyorum bunları yapmayacağım ama 6’ıncı haftasını dolduran taktak ve matkap sesleri yüzünden gözlerim yuvalarında başka bir açıyla dönüyor artık. Ses ve gürültü ve inşaat İstanbul’un bize en çirkin armağanı. Kadıköy de şimdi bu armağandan bolca yararlanıyor. Özellikle Bağdat Caddesi bölgesi, neredeyse 100 metrede 4-5 mega inşaat görülen, dev bir şantiyeye dönüşmüş durumda. Artık şehir içinde hafriyat ya da beton kamyonları kazalara bile karışıyor. Nefes diye ciğerlerimize beton tozu çekiyoruz çok şükür. Sabredeceğim, geçecek… Bakalım alt kattaki gürültüler daha kaç gün sürecek.

Belgeselde bir kuş görmüştüm. Kuş araba alarmlarını, motor seslerini ve otoban gürültüsünü taklit edebiliyordu. Neredeyşe şu aralar o Amerikalı kuş gibi oldum. Mesela çok güzel HILTİ taklidi yapabiliyorum. Beton matkabını da bir yere kadar gerçeği kadar iyi taklit edebiliyorum. Benim için kuş sesi artık matkap sesi haline geldi. Şansıma apartmanın bulunduğu muhitte tanıdık kuşlar var. Şimdi alt kattaki gürültüden artık camımın önüne kadar gelmiyorlar ama akşam gündelik tadilat gürültüsü bitince yine benimle birlikte oluyorlar. Elimi uzatıyorum, elimden yiyiyorlar ekmeği, peyniri. Matkaba sinirlenip, kuş arkadaşlarımla sakinleşiyorum. Şu anda galiba harç karıyorlar. Fırrssh fırrşşh diye sesler geliyor.

Aslında şehirde çoğu yerde saygının azaldığından bahsedecektim...
Gençken Taksim’de barlarda çaldıktan sonra gece 4 gibi eve dönmek için Kadıköy dolmuşuna binerdik. O zamanlar eski Amerikan arabalarından devşirme dolmuşlar vardı. Rahat değillerdi, sıkışıktı ama kimse kimseye laf etmezdi. O saatte bile. Herkes birbirine saygı duyardı. Yanınıza hayat kadını da oturabilir, arkanızda feci sarhoş bir abi de olabilirdi ama kimse kimseye kötü bile bakmazdı. Sarhoş utangaç bir şekilde dilini toplayarak cüzdanını uzatır “Şundan bir kişi alabilir misiniz?” derdi. Şoför de müşterilerine saygılıydı.

Büyük şehirler büyüdükçe ilk saygı yok oluyor sanki. Onu da bir sonraki yazıda anlatırım. Saygılar, sevgiler.

Kaan Sezyum / BİRGÜN

26 Kasım 2019 Salı

Got’tan Çernobil’e, Dark’tan Joker’e sürüklenen orta sınıf halleri - Serhat Halis / BİRGÜN

Sosyal katmanların genel eğiliminin; bir üst sınıf gibi olma, onun gibi yaşama ve onun gibi görünme isteğine dayandığı söylenebilir. Bu yüzden; kendisini, davranış örüntüleri aynı olan bir takımın parçası olarak hissetmek isteyen kentli birey, baskın olan üst sınıf sosyo-kültürel tavırlarını taklit eder.

Modern dönemlerde baskın sosyo-kültürel tavırların, büyük ölçüde üst sınıflara ait olduğu söylenebilir. Bu tavırların ise, üst sınıflara öykünen, orta ve yoksul sınıfların hızlı taklidiyle trendlere dönüştüğü gözlemlenir. Yani modern toplumda üst sınıf tavrı, yalnızca onun mensuplarının değil, onun gibi görünmek isteyen bütün bir orta sınıf ve yoksul kentli gençlerin tavrı haline dönüşüyor. Örneğin Gelenek’teki yazısında Mert, ‘özenti ve beklentinin, orta sınıfları kuşatan bir mefhum’1 olduğunu dillendiriyor. Gerçekten de, kentli orta ve yoksul sınıf tavrının, genel olarak popüler trendlere uyma üzerine kurulu bir ağı ifade ettiğinden bahsedilebilir.



Belirttiğimiz gibi popüler trendler neredeyse her zaman üst sınıflar tarafından belirleniyor. Şayet üst sınıflar, yoksul sınıflara ait kültürel bir görüngüyü, kendileri açısından kullanışlı bir popüler kültür fenomeni haline getirmezlerse; yoksul katmanların kültürel tavırları, hiçbir zaman popüler bir trend halini alamıyor. Örneğin yoksul insanın gündelik acılarını; melankolik ve kaderci bir dille anlatan arabesk müzik, üst sınıflar onu kullanışlı bir popüler kültür metası haline getirince ancak; orta sınıfların ilgisini çekmeye başlıyor ve ancak böylesi bir şarta bağlı olarak bir trende dönüşebiliyor.

Tam da bu noktada; “peki üst sınıfların kültürel tavırlarını belirleyen şey nedir” sorusuna cevap aramak durumunda kalıyoruz. Adorno’nun kavramsallaştırmasıyla bu, bireyin “toplumsal nesne” haline gelişinin önemli bir dinamosu olarak beliren “kültür endüstrisi” şeklinde karşımıza çıkıyor.
2 Bu bağlamda Kapitalist kültür endüstrisinin; üst sınıfların ve buna bağlı olarak orta sınıfların kültürel yönelimlerine rota çizdiği bilinen bir gerçek. Bununla beraber “kültür endüstrisinin”; üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkilerine bağlı olarak şekil almış, temel bir ideolojik aygıt olduğu gerçeğini ortaya koymadan yapılan her tespit ise, bir noktada Marks’ın; camera obscura metaforuyla vurguladığı gibi, gerçeği tersinden yansıtıyor.

20. yüzyıl boyunca kapitalist kültür endüstrisinin, gelir ve eğitim seviyesi düşük geniş kitlelere sinema/film ile ulaştığı; eğitim seviyesi daha yüksek bireylere ise kitap-dergi ve akademiyle müdahale ettiği söylenebilir. Ancak son çeyrek asırda, teknolojideki gelişime de bağlı olarak durumun değiştiğinden bahsedilebilir. Zira bugün film endüstrisinin, toplumun tamamını etkileyebilecek bir içeriğe ve yayılım ağına sahip olduğunu görüyoruz. Bu süreçte eğitim seviyesi görece daha iyi olan üst-orta kentli sınıflar, film endüstrisinin temel hedef kitlesine dönüştü ve popüler filmler (artık kenar mahallenin ya da yoksul taşranın değil) kentli orta ve üst sınıfların, üzerine konuşacağı ve düşüneceği temel bir kültürel mefhum halini aldı. Buna üst sınıfların “entelektüel gerileyişi” de eklenince, olay daha tuhaf bir hal almaya başladı.

Örneğin film karakteriyle ya da filmin kendisiyle yoğun bir özdeşlik ilişkisi kurmak, genelde çocuklarda ve entelektüel açıdan zayıf kitlelerde görülürken; bu durum bugün kentli orta ve üst sınıflarda yaygınlaşan bir eğilim olarak karşımıza çıkmaya başladı. Mesela gündelik hayatta kimi durum ve meseleler, sıklıkla, belirli popüler filmlerdeki çeşitli olaylarla ilişkilendiriliyor. Yine pek çok örnekte kişilerin kendilerini film karakterleriyle özdeşleştirdiğini ve tavırlarını belirli ölçülerde buna göre şekillendirdiğini bile görüyoruz. Hatta ABD gibi kapitalist yozlaşmanın yoğunlaştığı merkezlerde, film karakterlerinden etkilenen bireylerin toplu katliamlar gerçekleştirdiği dahi görülüyor.

Buna mukabil; kent yaşamında, örneğin Game of Thrones dizisinin final bölümünün izleyiciyi tatmin etmeyişi bile, üzerine yoğun tartışmaların döndüğü bir gündem haline geliyor; gazetelerde ve ilgili ilgisiz pek çok yayın organında, Joker filmine dair haddinden fazla yazı yayınlanıyor; ya da Yüzüklerin Efendisi filmindeki repliklerin, gündelik hayatta ve hatta makale başlıklarında kullanılması olağan bir durum halini alıyor. Aynı şekilde günümüzde (özellikle büyük bütçeli dizi) filmlerin, kentli bireylerin sosyal aktivitelerinin ve sözlü münasebetlerinin önemli dinamolarından biri haline geldiğini görüyoruz. Kuşkusuz bu, kent hayatının kültürel trendlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor ve emekçi sınıflardan kaçmak isteyen birey, bu kaçışı sağlayabilecek en basit ve ulaşılabilir araç olarak, bu trende sarılıyor.

Örneğin Mert; “-medya eliyle- yaratılan özentiye sığınan ve her durumda proletaryadan uzaklaşmaya çalışan orta sınıflar belli açılardan zorlanmaktalar”3 diyerek, orta sınıfların proletaryadan kaçmaya endeksli, (üst sınıflara) özentili haline vurgu yapıyor. Kuşkusuz popüler olmuş herhangi bir film üzerine bir şeyler söyleme tavrı da, hem söyleyene orta-üst sınıf davranış örüntülerine sahip geniş bir grubun parçası olma hissi veriyor, hem de proletaryadan uzaklaşmış olmanın verdiği yapay bir rahatlama yaşatıyor.

Özellikle sosyal medyanın, belli başlı büyük bütçeli (Harry Potter, Star Wars, Yüzüklerin Efendisi gibi) fantastik filmlerin merkezinde olduğu bir retorik ağ oluşturduğu söylenebilir. Böylelikle kendisini kentli üst-orta sınıfın bir parçası olarak görme eğiliminde olan genç bireyler, gündelik hayatta bu filmlerin etrafında dönen kültürel tavırları benimsemek için (farkında olmadan, ya da olarak) çaba harcamaya başlıyor. Bu kesimler, adeta bu retoriğin dışında kalma korkusu yaşıyor ve bu çemberin dışına düşmemek için gündemlerinin bir parçasını buna endeksliyor. Kuşkusuz bu, üst sınıf kültür atmosferinin dışına itilmek istemeyen kentli orta sınıfın, içinde bulunduğu yaygın bir kompleksi de ifade ediyor.

Sosyal medyada sıkça gördüğümüz Game of Thrones, The Walking Dead, Çernobil ve son dönemde Dark gibi Batı menşeli dizi filmlere dayalı edebiyatın bu boyutta yaygın olması, bunun bir göstergesi. Yine son günlerde Joker ve Parazit gibi dünya çapında ünlenmiş filmlerin etrafında dönen yoğun tartışma ağı da bununla ilişkili olsa gerek. Tüm bu filmleri birer sanat eseri olarak değerlendirsek bile, üzerine bu kadar muhabbetin dönmesi, oldukça şaşırtıcı. Üstelik aynı anda on binlerce insanın, şu veya bu şekilde bir “sanat eseri” üzerine konuşması/kafa yorması, Türkiye gibi Ortadoğulu eğilimleri ağır basan toplumların kültürel doğasına ve eğitim eşiğine aykırı.

Çok açık ki buradaki tavır, tamamen popüler bir trend dalgasınca sürüklenme halini ifade ediyor. Bu halin en belirgin özelliklerinden bir diğeri de, bilgiye sahip olmak için gerekli okuma edimini bir tarafa atıp, bu yöndeki boşluğu film izleyerek doldurma olgusu olarak karşımıza çıkıyor. Evet, bugün okuma ediminden yoksun geniş yığınlar, filmlerin onlara anlattıklarıyla bilgilenmeye çalışıyor. Bu ise Çernobil dizisinde olduğu gibi, kapitalist kültür endüstrisinin herhangi bir olayı ya da olguyu, belirli bir çerçeveden anlatan öznel yaklaşımı nedeniyle, geniş cahil yığınları yeniden ve yeniden üretiyor.

Serhat Halis / BİRGÜN

1 Ali Mert, “Huzur ve Güven Arayan Orta Sınıflar Çürümenin de Ortasındalar”, Gelenek, sayı 87, Temmuz 2006.

2 Theodor Adorno & Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, Kabalcı Yayınevi, 2010 İstanbul.

3 Ali Mert, “Huzur ve Güven Arayan Orta Sınıflar Çürümenin de Ortasındalar”, Gelenek, sayı 87, Temmuz 2006.

TSBD ve 16. Sosyal Bilimler Kongresi - OĞUZ OYAN

Türk Sosyal Bilimler Derneği (TSBD) 1967 yılında kuruldu. Yarım yüzyılı geride bıraktı. Türkiye'de bu kadar uzun ömürlü dernek azdır. Özellikle de, bilimsel etkinliklerin özgürce gerçekleştirilmesini, eleştirel konumu elden bırakmaksızın destekleme ve geliştirme hedefini adeta adanmış bir özveriyle ve ödünsüz bir kararlılıkla benimseyeni ve sürdürebileni pek azdır.

TSBD, ilkini 1980 yılında gerçekleştirdiği ancak 12 Eylül darbesi nedeniyle ara vermek durumunda kaldığı "ulusal sosyal bilimler kongrelerini" (kısaca kongreler) 1989 sonrasında düzenli aralıklarla sürdürüyor. 1995'ten itibaren bu kongreler iki yılda bir sıklığıyla gerçekleştiriliyor. Bu etkinlik giderek TSBD'nin en önemli ve düzenli etkinliği konumuna terfi ediyor. 

Dernek yönetimleri bu etkinlik için tamamen amatör bir ruhla sorumluluk üstleniyor. Kongrelerin bilimsel özgürlük ortamına müdahale etmeyecek şekilde kurumlardan maddi destekler alındığı da oluyor. Ama son zamanlarda bu desteklerde dönemin ruhuna uygun geri çekilmeler meydana geldiği için, son iki kongredir katılımcılardan da -belirli istisnalar korunarak- küçük katkı payları alınmaya başlanması, bu Kongrelerin amatör ruhuna halel getirmiyor. Tam tersine, hem TSBD'nin hem de Kongrelere katılan sosyal bilimcilerin bağımsız ve özgür varoluşuna destek veriyor.

TSBD, Türkiye'deki üniversitelerin (üniversite enflasyonunun ulaştığı son sayı şimdilerde 206) gündemine hiç girmemiş önemli bir misyonu da yıllardır yerine getiriyor: Türkiye üniversitelerinin tüm sosyal bilimcilerini başkent Ankara'da ODTÜ yerleşkesinde buluşturuyor. Üstelik bu buluşturmayı sıradan olmaktan çıkaran birçok özelliği de içinde barındırarak: 

(i) Türkiye'nin sosyal bilimler alanında en kapsamlı bilimsel kongreleri, amatör ruhlu bir dernek olan TSBD tarafından gerçekleştiriliyor; 
(ii) Bilimsel kongrelere daha aşina sayılabilecek gelişkin kentlerin gelişkin üniversiteleri dışındaki Anadolu ve Trakya üniversitelerinden gelen araştırmacılar uzun süredir katılımcıların çoğunluğunu oluşturuyor; 
(iii) Genç akademisyenler/araştırmacılar bu Kongrelerde uzun süredir katılımcıların ana gövdesini oluşturuyor; 
(iv) Üniversite dışından araştırmacılar da Kongrelerde kendilerine yer bulabiliyor ve bildirilerini tartışmaya açabiliyorlar; 
(v) Son yıllarda iktidarın hukuk tanımaz baskılarıyla üniversitelerinden uzaklaştırılan/ emekliliğe zorlanan ve hatta bazen üniversite yerleşkesine adım atmaları bile engellenebilen akademisyenler, bu Kongreler aracılığıyla bilimsel temaslarını yeniden kurabiliyor ve üretken faaliyetlerine moral teşvikler bulabiliyorlar.

***

Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi'nin 16'ncısı da bugünden başlayarak üç gün boyunca (26-28 Kasım 2019) ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi'nde yoğun bir katılımla gerçekleştiriliyor. Ortak başlık aldığı için tek oturum sırası verilen ama gerçekte 2 ila 4 ayrı oturumu kapsayanları ayrı ayrı sayarsak, Kongre'de 91 oturumda 400'e yakın bildiri tartışmaya sunuluyor. Ortak bildiri sunan araştırmacılar (bu Kongre'de bunda da ciddi artış gözüküyor) ayrı ayrı dikkate alınırsa, Kongre'ye aktif katkı veren bilim insanlarının sayısı 500 civarına yükseliyor. (Bu sayıya, oturum başkanları dahil değil). 

Katılım bu denli yoğun olunca, bildirilerin paralel oturumlarda aynı zaman dilimlerinde sunulması şart oluyor. Bu yıl saat 17:15 sonrasında salonların kullanılamaması nedeniyle, paralel 8-9 oturum yerine 10 oturuma çıkılmış durumda. Kongre Düzenleme Kurulu mümkün olduğu ölçüde benzer konuları aynı zaman diliminde çakıştırmamaya özen gösterse de, bunun tam anlamıyla gerçekleştirilmesinin maddi sınırları oluyor. Yalnızca ortak başlık altında birbirini izleyen saat dilimlerini kullananlar (bunları esas olarak katılımcılar kendileri öneriyorlar) bu çakışmalardan kurtulabiliyorlar. Diğerleri için, bir salondan diğerine koşuşturmalar bu yıl da yaşanacak demektir. Ama bunun dahi Kongre'nin zevkli alışkanlıkları içine girdiğini belirtebiliriz.

Bildirilerin tematik içerikleri, bu yazıda gruplandırılarak sayılamayacak denli çeşitli. Ama emeğin türlü halleri üzerine sunulan bildiriler, emeğin üretim ve bölüşüm ilişkileri içindeki farklı konumlarını, toplumsal cinsiyet ve tarihsel perspektif bağlamı da dahil olmak üzere araştıranlar bu Kongre'de de ağırlıklı durumda. Kadın emeği, kadın istihdamı, göçmenlerin/ sığınmacıların emek piyasasındaki konumları bu yıl biraz daha ilgi gören konular arasında. Geç Osmanlı-erken Cumhuriyet iktisat tarihinden bugünkü ekonomik kriz koşullarına; bugünkü metalaşma ilişkileri ve kentsel mekanın düzenlenmesinden sosyalist gelecek ve planlamaya; devlet, sermaye, sınıf, popülizm, milliyetçilik ve demokrasi tartışmalarından hak mücadeleleri ve stratejilerine; dünyadaki gelişmelerden Türkiye'nin dış politika sorunlarına; Türkiye'de din ve laiklik incelemelerinden eğitim sorunsalına; sanayi ve tarım politikalarından enerji politikalarına; cumhurbaşkanlığı yönetim sisteminden yönetim sorunsalının ütopyacı yansımalarına ve kooperatif örgütlenmelere ve benzeri birçok alanda zengin tartışmalara aday bildiriler yelpazesi söz konusudur. 

Artık gelenekselleşen bir saygı duruşu duyarlılığı bu Kongre'de de gösterilmekte ve geçen kongreden bu yana aramızdan ayrılan değerli bilim insanları anısına oturumlar düzenlenmektedir. Bu yıl bu kapsamda, Doğan Ergun, Nuray Ergüneş, Cevat Geray, Mümtaz Soysal ve TSBD eski başkanlarından Bozkurt Güvenç anılmaktadır. 

Kongre'nin açılış bildirisinin sunumundan sonra, artık gelenekselleşen Genç Sosyal Bilimciler Ödül Töreni ve onu takiben Behice Boran Özel Ödül Töreni yapılacaktır.

Kongre'ye başından sonuna katılanların bile oturumların hepsini birden izlemesi mümkün değildir ama sonradan TSBD web sitesini ziyaret ederek veya TSBD ile doğrudan ilişki kurarak daha geniş bir bilgi edinme bağlantısı kurulabilecektir. Kongre programının ayrıntılı dökümüne de gene TSBD web sitesinden erişilebilmektedir. Haydi herkes Kongre'ye...

Oğuz Oyan / SOL

24 Kasım 2019 Pazar

Kahvelerdeki ‘yeni yoksullar’ - IŞIL ÖZGENTÜRK


İstanbul’da, İzmir’de, Antalya’da nereye gitsem ülkenin dört bir yanında dağ, taş kahve olmuş. 


Örneğin yolumun üstünde iki kilometrelik bir alanda bugün saydım, tam yirmi bir kahve var. Kimi pembe pembe yapma çiçeklerle süslenmiş, kimi çok sade, kimi adını "Kaybedenler Kulübü”  koymuş, ama sonuçta hepsi kahve. İki öğrencimle yolda yürüyorum, artık birer genç kadın oldular, “Bu ne” diyorum “Her yer kahve” gülerek yanıtlıyorlar “Hocam ülkede o kadar çok işsiz var ki, tek eğlence kahveye gitmek, bir çay içip üç saat aynı masada oturuyorsun ayrıca internet bedava.”

Kahvelere bakıp yürüyorum, vay canına ne kadar genç insan elinde cep telefonu, önünde bir kahve fincanı oturup duruyor. Kendi kendime ülkede yeni bir yoksul sınıfı oluşmuş diye düşünüyorum. Bu yoksul sınıf,  "zincirlerinden başka kaybedecekleri olmayanlar” değil, bunlar çok şey kaybedecek olanlar, ya da kaybetmişler. 

Özal döneminde başlayan, daha sonraki iktidar tarafından (o sırada ülkeye bol miktarda yabancı para girmişti) aşırı desteklenen tüketim, en sonunda yepyeni bir yoksul kesimi oluşturmuş.

Bu yoksul sınıfının ideali, adaları gören bir evde oturmak, son model bir araba edinmek, çocuklarını daha ilkokuldan özel okullarda okutmak, mutlaka bir köpek almak, bütün bir yıl çalıştıktan sonra taksitle her şey dahil otellerinde sıkıntıdan patlamak, pazar sabahları organik olduklarını sandıkları köy kahvaltılarına yumulmak ve bunları Instagram'da paylaşmak. 

Ama işler onların istedikleri gibi gitmiyor, yabancı yatırımcı istikrar görmediği ülkemizden elini ayağını çekti, on yılda tek bir fabrika kurmayı düşünmeyen, olanları da özelleştiren iktidar politikaları sadece gerçekten yoksulluk sınırının altında yaşayanları değil, işlerini garanti gören, ceplerinde en az üç tane kredi kartıyla gezen beyaz yakalıları da yoksullaştırmaya başladı. 

Bir örnek bankacılık sektöründe düzenleme adıyla tam 12 bin çalışan işten atılmış. Sadece bu sektörde. Ne zaman, nasıl iş bulacakları da belli değil. 2014’teki gibi yeniden anne baba kucağına sığınmalar başlayacak.

Hayatı boyunca yoksul olanlar, içinde bulunduğumuz krizi daha kolay atlatacaklar. Çünkü uzun zamandır elektriklerinin kesik olmasına, çocuklarının aidat ödeyemedikleri için devlet okullarından bile atılmasına alışıklar. Sonuçta hep öyle yaşadılar. 

Ama yeni yoksullar için yoksulluk dayanılmaz bir şey. Hele de tek eğlenceleri olan Instagram’da paylaşılan kına gecelerini, çocuk mevlitlerini, şen şakrak yemek masalarını gördükçe, yoksulluğun acısını daha çok hissediyorlar. İktidar politikalarını sorgulamaktan, neden yoksullaştıklarını bir türlü anlayamadıklarından bu durum daha da yoğun bir kriz yaşatıyor ve olay “ben başaramadım”a dönüşüyor.

Bir ay içindeki intihar vakalarına baktığımızda alışılmış yoksul intiharları değil, orta sınıf intiharlarıyla karşılaşıyoruz. Bu bize bir şey söylüyor. Bakın, 1.3 haneye e-postayla icra takibi gönderilmiş. Şimdi detaylara bir bakalım. Sanat okullarından, imam hatiplerden umudu olmayan orta sınıf, çocuklarını illa ki üniversiteli yapmak istiyor. Eh ülkenin her yeri de apartmanlardan bozma üniversite dolu. Çocuk birine giriyor, ama ailenin çocuğu her yıl en az 30 bin lira vererek okutacak parası yok. Gelsin kredi. Ve çocuk üniversiteden mezun olur olmaz bu krediyi ödemesi gerek. Eh kaç kişi üniversiteyi bitirdiğinde iş buluyor, bulsa bile asgari ücreti anca alıyor, bu hangi borcu ödemeye yeter. Aile, yedek evi varsa satıyor, baba arabasını satışa çıkarıyor, ne için, evde oturan, işsiz gencin bir zamanlar kolayca alınan kredi borcunu ödemek için. Sonuç, kahvede pineklemekten, internette gezinmekten, cebinde yemek parası olmayan, bunu anasından babasından isteyen gençlerin intiharları.

Öte yandan kronik işsizlik, insan beyninde yaşamamız için gereken bazı hormonların salgılanmamasına neden oluyor, bunu bilmek yetmiyor, önlem almak nasıl olacak? 
Bunca genç işsizle ülke nereye varacak? 
Bunu kimseler bilmiyor. Üstelik bu ülkenin direniş geleneği beyaz yakalılara, uyduruk üniversitelerde okuyanlara, plaza işçilerine öylesine uzak ki, direnmeyi, dayanışmayı maalesef bilmiyorlar. Bu durumu daha da vahimleştiriyor. Bir kısmı içe dönerek kendini yok sayıyor, bir kısmı artık her köşe başında satılan gayet ucuz uyuşturucularla (uyuşturucu kullanımı bir çeşit intihardır) günü geçirmeye çalışıyor, büyük kısmı da yurtdışına gitti.

Kahvelerdeki durum bu. Çözüm mü? Ben bir zamanlar devrime inanan biri olarak bu kaosu daha uzun yıllar yaşayacağımızı düşünüyorum. Umut bazen işe yaramaz, belki umutsuzluk bizi kendimize getirir. 

Bilmiyorum.

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Teslim Töre vefat etti - duvaR

Bir yılı aşkın süredir kanser tedavisi gören Teslim Töre sabah saatlerinde vefat etti. Töre, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarıyla birlikte THKO'nun kuruluşuna katkı sağlamıştı.Töre, Bern Beau-Site Hastanesi’nde yoğun bakımda tutuluyordu.


TESLİM TÖRE’NİN SİYASAL ÖZ GEÇMİŞİ(Tekman Post)

                                                                            Yayınlanma Tarihi:11 / 05/ 2015

08-06-1939’da Malatya- Akçadağ ilçesinin Gölpınar köyünde doğdu. 1963’de Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) üye oldu. 1965’de Akçadağ İlçe Başkanlığına seçildi. Aynı sürede, Malatya da çıkartılan yerel gazete (Haşhaş) de baş muhabirlik yaptı. Yazmış olduğu yazılardan dolayı yargılandı. 1969’da yayınlanmış bir bildiriden dolayı, altında imzası bulunan 6 arkadaşı ile birlikte tutuklanıp, Malatya Cezaevine kondu. 3 ay sonra yapılan ilk duruşmasında tahliye oldu.

Aynı yıl yapılan milletvekili seçimlerinde, Malatya’da “bağımsız sosyalist” milletvekili adayı oldu. Seçim sırasında devletin anti- demokratik ve adaletsiz tutumunu protesto etmek için adaylıktan istifa etti.

T.C. Devletini, kendisi ve kendisi gibi sistem muhaliflerine gayri yasal ve gayri ahlaki yöntemleri sürekli kılması nedeniyle, illegal örgüt ve illegal mücadele düşüncesini geliştirdi. Bu düşünce doğrultusunda çalışmalar sürdürürken, kendisi gibi düşünenlerle birlikte, 1971’ de devlet sistemine karşı Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun kuruluşuna katkı sağladı ve içinde yer aldı.THKO’ nun 1971 Mayıs’ında Adıyaman bölgesinin Nurhak dağlarında ağır darbe alıp, dağılmasından sonra, yasa dışı yollarla Suriye’ye geçerek, Şam’daki Filistin Kurtuluş Örgütü ile (FKÖ) ilişkiye geçti. Orda kalmış olduğu iki buçuk yıllık süre içerisinde yeniden bir örgütsel toparlanma sağlarken, yeni düşünceler üretip, farklı bir ideolojik üretim süreci geliştirdi. İdeolojik üretimini arkadaşlarıyla birlikte, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu Mücadelede Birlik (THKO/MB) adlı bir kitapta topladı.

1974’te THKO/MB kitaplarından birkaç yüz tanesini yanına alarak, tekrar Türkiye’ye döndü.

İlk örgütlenme çalışmalarını G. Antep, Adıyaman ve Maraş kırsalında yaptı. 1974’te çıkan aftan yararlanmayı düşünmedi. Ama söz konusu afla cezaevinden çıkan THKO’ lularla Geçici Merkez Komitesini oluşturdu ve içinde yer aldı. 1976 ideolojik ayrılık nedeniyle bölünme yaşandı. Ayrılıktan sonra Töre arkadaşlarıyla birlikte THKO/MB adında bir örgüt kurdular. Örgüt Kürt illerine doğru hızla yayıldı. 1977’de bir Konferans yapıldı. Konferansta örgütün THKO/MB) bir Kürt köylü örgütüne mi yoksa, yoksa işçi sınıfı partisine mi dönüşmesi tartışıldı. İşçi sınıfı partisine dönüşmesine karar verildi. Töre Konferans tarafından örgüt yöneticiliğine seçildi. Partileşme çabaları yoğunlaştırıldı. Silahlar toprağa gömüldü. Bütün kadrolar şehirlere ve fabrikalarda çalışmaya yönlendirildi.

Bu süreçte, Töre ağırlıklı olarak, oluşturulacak partinin; politik perspektifi, ideolojisi, program ve tüzüğünün oluşturulması çalışmalarını yaptı. Emek gazetesi bu amaçla değerlendirildi. Töre illegal olduğu için, bütün yazı çalışmalarını takma isimlerle yaptı. Töre 22 yıl illegal yaşadı. Yaşamış olduğu illegal süreçte gerçek ismiyle sadece iki kitap yazdı. Birincisi” THKO Hareketi ve Bazı Anılar” (1977) diğeri “Marksizm Ve Sorunlarımız” (1992)

1 Mayıs 1980’ de THKO/MB yapmış olduğu Kongre ile, Türkiye Komünist Emek Partisi’ni (TKEP) kurarak kendini fes etti. Türkiye’de yapılan TKEP’ inin bu kuruluş kongresinde, Teslim Töre, TKEP’ nin Genel Sekreterliğine seçildi.

Teslim Töre siyasal yaşamının önemli bir bölümünü Türkiye’de gerçekleştirilmiş olan askeri faşist diktatörlüklere karşı demokrasi mücadelesi vermekle geçirdi.

12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 askeri faşist diktatörlükleri, Türkiye’de var olan demokrasi kırıntılarını da ortadan kaldırdılar. Bu askeri diktatörlüklere karşı demokrasi mücadelesi, Töre’nin siyasi hayatında uzun bir süreci kapsadı.

Töre, 1974’de Filistin’den Türkiye’ye döndükten sonra, 1980’e kadar yukarıda belirtilen siyasi faaliyetlerde bulundu. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi, Töre’nin resimlerini Türkiye’nin her tarafta afişe ederek, sıkı şekilde arandı. Bu nedenle Töre, Kasım 1980’de tekrardan yurt dışına çıkmak, Filistin’e gitmek ve orada konuşlanmak zorunda kaldı.

1982’de 8 Türk ve Kürt örgüt ve partisinin içinde yer aldığı Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi(FKBDC)’nin kuruluşuna katkı sağlayarak, partisi TKEP adına bu cephenin yönetiminde yer aldı. Bunu takip eden süreçte, 1984’de Sol Birlik adında, 7 Kürt ve Türk parti ve örgütünün içinde yer aldığı bir platformun kuruculuğunda ve yönetiminde yer aldı. 1988’e kadar yurt dışında kaldığı sürece Şam’da, Beyrut’ta, Budapeşte’de, Sofya’da yapılan çeşitli enternasyonal toplantılara katıldı. Bu toplantılara mesajlar ve politik tebliğler sundu.

Ağustos 1988’de tekrar Türkiye’ye döndü. 5 yıl İstanbul da TKEP sekreteri olarak illegal çalışmalar yaptı. 05-05- 1993’de İstanbul da yakalandı. Cezaevine kondu. 11 Eylül 2001’de tahliye oldu. Cezaevi sürecinde iki kitap, gazete ve dergilere onlarca makale yazdı. Kitapları, “Kapitalizm Sosyalizm Örgüt” ve “Birey Toplum Sistem Ve Globalizm” isimleriyle yayınlandılar. Yazmış olduğu bu kitap ve makale yazılarından dolayı, hakkında dava açıldı. Bu davalardan dolayı, İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemelerinde yargılandı ve 11 ayrı para ve hapis cezasına çarptırıldı. Çıkan bir yasa sonucu söz konusu cezalar şartlı olarak ertelendi.

Cezaevindeki süreçte, yasal Birleşik Sosyalist Parti’nin (BSP) kuruluşunda, kurucu üye olarak yer aldı. BSP’ nin Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) ile 1994’de ittifak yaparak oluşturmuş olduğu seçim platformunun milletvekili adayı olarak Gaziantep’ de seçime katıldı. Bu seçimde milletvekili olacak kadar oy almasına rağmen, parti %10 Türkiye barajını aşamadığı için parlamentoya giremedi.

Töre cezaevinde iken,1996 da kurulan Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) nin kurucu üyesi oldu. Cezaevinden tahliye olduktan sonra, politikaya kurucu üyesi olduğu ÖDP ile devam etti. 2002’ de yapılan parti kongresinde ÖDP’nin Parti Meclisi Üyeliğine seçildi.

Bu süreçte Töre’nin yargılanmasına İstanbul 1 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesin de devam edildi. Mahkeme Töre’ye 24-02-2004 tarihli duruşmada 22 yıl hapis cezası verip, iyi halinden dolayı 18 yıla indirdi. Karar savcı tarafından temyiz edildi. Yargıtay 8 Nolu Mahkemesi, temyiz duruşmasında, 1 Nolu İSDGM’ nin, Töre ile ilgili kararın dışında kalanları onayladı. Teslim Töre ili ilgili kararı esastan bozdu ve TCK’ nın 146/1 maddesiyle yeniden yargılanmasını karara bağladı.

Töre, 23-09-2003 tarihinde İsviçre’ye gelerek iltica talebinde bulundu. 6 Eylül 2004’te ilticası kabul edildi. Hala İsviçre’nin Bern kentinde yaşıyor.
(Tekman Post)

‘Ya gidecek ya gidecek!’ - Mehmet İnmez / CUMHURİYET

Jeotermale karşı Topraklarını bastonlarla korumaya çalışıyorlar.


Türkiye’nin her yerinde çevreye ve tarım arazilerine zarar veren jeotermale karşı direnişler devam ederken Aydın’ın Kuyucak ilçesinde de köylüler 5 aydır çadır kurarak evlerinin 50 metre yakınındaki jeotermal kuyularının kapatılmasını istiyor. 7’den 70’e herkes dün firmanın bulunduğu alana giderek eylem yaptı. Eylemde açılan kuyuların ev, zeytin ağaçları ve derelerin 50 metre yakınında olmasının insana, çevreye ve tarım arazilerine büyük zararı olduğu belirtilerek “Kuyular kapatılıp firma gidene kadar çadırda direneceğiz” denildi.
Elinde bastonla gelen 85 yaşındaki bir köylü, “Çevre katliamına izin vermeyeceğiz. Bu topraklar geleceğimiz. Onlar ya buradan gidecek, ya gidecek” diyerek katılanlara destek oldu. Eyleme çocukların katılması da dikkat çekti.
YASAYI ÇİĞNİYORLAR
Aydın Çevre Platformu (AYÇEP) Başkanı Mehmet Vergili de, “35 köylü günlerdir direniyor. Yasaları çiğneyen bu firma zeytin ağaçlarına asit dökerek kuruttu. Köylülerin yıldırarak, buradan gitmelerini istiyorlar. Yasaları çiğniyorlar, ağaçları kurutuyorlar, suya ve tarım arazilerine zarar veriyorlar. Yasa, ‘jeotermal kuyuları ev ve zeytin ağaçlarından 2 kilometre yakınında olamaz’ diyor, ancak bunlar 50 metre dibinde kuyu açıyorlar. Son nefesimize kadar topraklarımız için direneceğiz” dedi.
(Mehmet İnmez / CUMHURİYET) 

Kör Kuyularda: Seyirci Kalmak(ELEŞTİRİ) - Erkan Yıldız / SOL

'Seyirci olmak' eskiden beri toplumumuzun vazgeçemediği davranışlardan   birisi. 'Beni Kör Kuyularda' Güldiyar'ın gözünden dökülen taşın anlamından çok 'seyirci' hallerimize ayna tutan tarafıyla tartışılmayı, konuşulmayı hak ediyor. Ülkemiz, Muzaffer ve Güldiyar'ın üzerine mafya tarafından çökülmüş evine, benliklerine ve onları seyre dalan insanlara bu kadar benzerken taşın ne önemi var. Erkan Yıldız yazdı...

Hasan Ali Toptaş, son romanı “Beni Kör Kuyularda”da köyden kente göçmüş bir ailenin umutla başlayıp hüzünle devam eden öyküsünü ele alıyor. Köyden kente yapılan “umutlu göçlerin” aslında köyle kent arasında kalmış, kentin çeperlerine kurulan yerleşimlere yapıldığını biliyoruz. Zamanımızda ise bu göçlerin “daha iyi bir yaşam umudu”ndan çok “başka çare kalmadığı için” yapıldığını da...

Muzaffer, Bahriye, Hüseyin ve Güldiyar'dan oluşan çekirdek aile bir süre önce ortalıktan kaybolan Hüseyin'in yokluğunun bıraktığı acıyla yaşıyor. Güldiyar için titizlenmelerinin bir sebebi de Hüseyin'in kayboluşu olsa gerek. Ancak kitabın başında “sakınan göze çöp batar” misali bir durumla karşılaşıyoruz. O gün Muzaffer hiç yapmadığı bir şey yaparak öğle yemeği için hazırlanan sefertasını işyerine Güldiyar'ın getirmesini istiyor. Niye böyle yaptığını hiç öğrenemiyoruz. Hemen bunun ardından anne Bahriye'nin Güldiyar'a uyarısı, gelecek olan felaketin -ki bunun da ne olduğunu hiç öğrenemiyoruz, habercisi gibi. “Git tabii,” dedi dudaklarının ucunda eriyiveren, titrek bir sesle. “Git ama dikkatli ol, tamam mı? Televizyon haberlerinde görüyorsun, her gün oğlan çocukları, kız çocukları kayboluyor. Sonra da tecavüze uğrayan körpecik çocukların parçalanmış cesetleri bulunuyor sağda, solda. Ayrıca, biliyorsun, insanların gözleri önünde her Allah’ın günü kadınlar öldürülüyor. Bu yüzden diyorum dikkatli ol diye. Bir de, çabuk dön emi…” s:10

Bir süre sonra anneyi kaygılandıracak kadar gecikse de geri dönen Güldiyar'ın üzüntüsü, sessizliği, bu üzüntünün sebeplerini soran annesine cevap vermeyip ağlaması, ağlarken gözyaşı yerine gözlerinden taş dökülmesi ile hikâye Toptaş'ın asıl anlatacağı mesele olan “seyirci olmak” bahsine hazır hâle geliyor. Hikâyenin geri kalanında “seyirci olmak” bahsi hikâyedeki hemen herkesin nesnesi ve yer yer öznesi olduğu bir şekilde tüm veçheleriyle ele alınıyor. İyilik de, kötülük de, öfke de, sevgi de, isyan da, çaresizlik ve kayıtsızlık da... Ne ararsanız bu seyircilik hâli içerisinde bulabiliyorsunuz.

“Seyirci olmak” eskiden beri toplumumuzun vazgeçemediği davranışlardan birisi. Örnek olsun, çalışır bir iş makinesinin başına birikmiş kalabalıklar hepinizin gözü önüne gelecektir. Dijital dünya bunca gelişmezden evvel “dünyada TV başında en fazla zaman geçiren ülke” olduğumuz haberleri de seyirci olmaya gösterdiğimiz sevgiyi anlatabilir. Bu dönemin seyircisini pekâlâ “maçı tribünden izlemek” deyiminin naifliği içinde ele alarak anlatmak mümkün. Ancak kapitalizm, teknolojik gelişmelerin de katkısıyla “seyirci’nin niteliğini önemli oranda değiştirdi. Artık suça ortak bir seyircilik söz konusu olan. 51 milyon sosyal medya hesabının olduğu ülkemizde, 37 milyon kişinin instagram hesabına sahip olması “seyirci olmak” halinin bağımlılığa dönüştüğünün kanıtı adeta. Hem de ne bağımlılık. Teknolojinin sağladığı olanaklarla birlikte birinci el seyirci değilsek ikinci ele fit oluyor, takipçi oluyor, yeni “hikâye” paylaşıyor, “kanalıma” abone oluyoruz. İntiharları, tecavüzleri, tacizleri, işgalleri izliyoruz. Yaşadığımız tarifsiz öfke, heyecan, isyan, kızgınlık izlediğimiz kadar sürüyor. Sonra “memlekette bir b*k değişmiyor.” Neyse ki kedi videoları, bir takım komiklikler, seçim zaferleri, “Arif’in Manchester'e attığı gol” hemen orada duruyor da vicdanımıza çok da halel gelmeden vartayı atlatıyoruz.

Hasan Ali Toptaş tüm bu çürümeyi iyi bir edebi anlatımla, etkileyici bir şekilde okurla buluşturuyor. Buraya kadar bir sorun yok.

Peki sorun nerede?
Sorun, kitap yayıncılık dünyasına düştüğü an başlıyor. Yayınevinin kitaba bakışını hemen kapaktan görmek mümkün. Kimse kitabın kapağına “birinci baskı 100.000” yazmanın, okur eğer yayınevinin muhasebecisi ya da sahibi değilse bizi niye ilgilendirdiğini, bir Alman gazetesinde, Alman okura Toptaş övmek için yazılan cümlenin Türk okur için niye referans olması gerektiğini anlatmıyor. Sanırım kapaktan şunu anlamalıyız: “Hasan Ali Toptaş, çok satan ve Almanlar tarafından övülen bir yazar olduğu için okumalıyız”

Sorun, eleştiri dünyasının “büyülü”, “fethedici”, “Doğu'nun Kafkası” gibi cümlelerle yazarı övme yarışına girip, aslında eseri, yazarın da hak ettiği, ciddiyetle ele almamasında başlıyor.

Böyle olunca Toptaş'ın Heba ile birlikte değişmeye başlayan edebiyat çizgisini hakkı ile tartışamıyoruz.

Tartışmaya Çalışalım...
Hasan Ali Toptaş'ın Heba'ya kadar yayımlanan eserlerinde “belirsizlik” en önemli unsur. Kahramanın hikâyesini, o metnin yazılmasına gerekçe olan meseleyi önemsizleştiren, tüm neden-sonuç ilişkilerini gereksiz kılan, metnin kendisini, biçimini diğer her şeyin önüne koymaya olanak sağlayan bu “belirsizlik”tir. Hasan Ali Toptaş'ı bir yazar olarak tanımlayan ve eleştirmenlerin oldukça abartılı övgülerine muhatap kılan da belirsizliğin galebe çaldığı Heba öncesi eserlerinin etkisidir. Bu eserlerde “eleştirmen”i büyüleyenle okura yolunu kaybettiren, Toptaş'ın anlatısındaki belirsizliği kendisine yuva yapan mistik (akıl dışı) unsurlarla bezenmiş satırlardır. Türkiye edebiyat ortamına 80'lerden bu yana yön veren yaklaşımın belirsizliğe, mistik olana karşı ilgisi sır değil. Varsın okur yolunu bulamasın, hatta bir yol aramasın.

Hasan Ali Toptaş, belirsizlikten, mistik unsurlara yer vermekten elbette vazgeçmiyor. Bunun pek çok örneğini “Heba”“Kuşlar Yasına Gider” ve “Beni Kör Kuyularda” romanlarında görüyoruz.

Ancak daha önemlisi yine bu romanlarda, anlamı açık, neden-sonuç ilişkisi kurmaya müsaade eden cümlelerin okura hikâyenin izini sürme olanağı tanırken “belirsizliğin” etkisini kırarak, metinleri gerçekliğe yaklaştırmasıdır. Toptaş, kaynağı belirsiz bir iyilik/kötülük, vicdan anlatımından “seyirci olma”nın mahkûm edilmesine böyle varabildi. Artık okuduğumuz şey sadece “büyülü” seslerin yansımaları değil kahramanın hikayesinin merakla beklenen sonudur aynı zamanda. Belirsizliğin ve mistik unsurların varlığı azalırken Hasan Ali Toptaş'ın yazdıklarını “büyülü gerçekliğe” yaklaştıran bir masalsı anlatım ve neden-sonuç ilişkisi kurmaya müsaade eden gerçeklik algısı bu unsurlardan boşalan alanı doldurmuş ve Toptaş'ın anlatımını eski eserlerinden daha da güçlü kılmıştır.

Bitmedi...
“Beni Kör Kuyularda”nın ilk bölümünde Hasan Ali Toptaş’ın kalem tutan eline bir kekemelik çökmüş gibi. Kendisinin ifadelerinden, yazarken ne kadar titizlendiğini, hece yapısından, kelime dizilişine her cümleyi büyük bir özenle ele aldığını öğreniyoruz.

Ancak ilk bölümde yer alıp sonraki bölümlerde bir daha karşımıza çıkmayan ve neye hizmet ettiğini çözemediğimiz ikilemeleri bu kekemeliğin somut karşılığı olarak görüyoruz. “saçları da her adımda çok uzaktan okunan tatlı bir ahenkle belini dövdü, belini dövdü durdu” s10, “Eteği bir kararıp şavkıdı o yürürken, bir kararıp şavkıdı.” s:11

Bu bölümdeki bir diğer mesele de Güldiyar'ı uyarırken, anne Bahriye'nin neredeyse kamu spotu tadındaki cümleleri. Yukarıda alıntıladığımız cümlelerin tonu ile Hüseyin Gazi Türbesi'ni ve yüksek binaların ucunu anca görebilen bir gecekondu mahallesinde yaşayan annenin sesi arasında açık bir uyumsuzluk olduğu kanaatindeyim. O mahallelerde ve benzer başka mahallelerde kimse çocuğunu “ayrıca biliyorsun...” cümlesinin sahip olduğu tonla uyarmaz. Çok daha sert, net ve kısa ifadeler böylesi bir uyarı için yeter de artar bile. Hasan Ali Toptaş açık ki bu satırlarda, annenin aracılığıyla, sonradan önemsizleşecek de olsa, yaşanacaklarla ilgili okura bir neden, yazacaklarına meşruiyet zemini sunacak bir gerekçe kaleme alıyor. Açıkçası Toptaş bu gerekçeyi daha özenli kaleme alabilirdi diye düşünmeden edemiyor insan.

Sonuç yerine...
Türk romancılığının her dönemine damga vuran, görkemli yazarları oldu. Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay, Leyla Erbil, Tahsin Yücel, Yusuf Atılgan bu isimler arasında ilk aklımıza gelenler. 20 yy’e ait bu isimlerin yokluğunda, zaten çok güçlü sayılamayacak romancılığımızın geriye düştüğü açık. Bu geriye düşüş zamanının, en önemli yazarlarından birisi olarak görülebilir Hasan Ali Toptaş. Bu sebeple de eserlerini, abartılı övgü ve yergilerin gözümüze perde indirmesine izin vermeden görmeyi, değerlendirmeyi denemeliyiz.

“Beni Kör Kuyularda” Güldiyar'ın gözünden dökülen taşın anlamından çok “seyirci” hallerimize ayna tutan tarafıyla tartışılmayı, konuşulmayı hak ediyor. Ülkemiz, Muzaffer ve Güldiyar'ın üzerine mafya tarafından çökülmüş evine, benliklerine ve onları seyre dalan insanlara bu kadar benzerken taşın ne önemi var.

Erkan Yıldız / SOL