31 Ağustos 2018 Cuma

Bir ‘deli dana’ öyküsü: Ferdinand’ın askerleriyiz - ERK ACARER

Haluk Levent… Samimi ve özverili adımlarla yeni bir imza attı, biraz film gibi. “Kayışı kopardı” diyen de oldu, kurtardığı Ferdinand’ın askeriyiz” diye coşan da…

“Kayışı kopardı” diyen de oldu, artık hem Haluk Levent’in hem de kurtardığı Ferdinand’ın askeriyiz” diye coşan da… Malum mesele; Kurban Bayramı’nın 1. günü Rize’deki hayvan pazarından, 5 metre yüksekten atlayıp denize kaçan dana, bayramın son günü Trabzon’un Sürmene ilçesinden çıktı. Yaşam hakkını söke söke aldı. Dananın değişen kaderinin cilasını ise sanatçı Haluk Levent attı. Böylece; toplum olarak “Neden sanat?” sorusundan, “Neden dana?” sorusuna savrulduk…

İnsanın zengin arkadaşları olunca…
“Ekranda görüp, haberi okudukça içimde beni hüzne boğan bir duygu belirdi. Sanki bir şeyleri hissetmiş, kaçmış ve günlerce ortalıktan kaybolmuş… Bu durumdan sonra kesilmesi ve ölüme yollanması içimi acıtırdı. Sahiplenmek, ona bakmak istedim. Adını Ferdinand koydum. Bir çizgi film karakterinin adı. O da kaçıyordu.”

Haluk Levent, dananın peşine şöyle düşüyor: “Trabzon’da haberi takip eden bir gazeteci arkadaşımı aradım. ‘Ne olur sonuna kadar takip et, araştır. Nereye gittiyse, kim aldıysa, sahipleri kimse irtibat kur, ne yap, ne et onu bul’ dedim. Çocukluğumdan bilirim; hayvancılıkla uğraşanlar bir koyun, bir dana hastalanmış ya da çok yorgun düşmüşse onu kesmezler. Ben de bu kadar yorgun düşmüş dananın kesilmeyeceğini biliyordum. Sahiplerini bulduk. Telefon görüşmesi yaptık. Onu, 14 bin TL karşılığında aldık. Parayı da bir arkadaşlarıma ödettim. İnsanın zengin arkadaşları olacak bu hayatta.”

Gülüyoruz…

Geçmişe yetişiyorum”
Derdi, sadece ‘deli dana’ değil. Levent, ülke sorunlarına duyarlı… Herhalde temelinde vicdan var…
“Siz, vicdan ya da sevgi” olarak söz edebilirdiniz. Ben daha çok kaybedilmiş yılların geri kazanımı olarak adlandırıyorum” diyor: “Geçmişte başımda olan dertlerle, sorunlarla uğraşmaktan hislerimi ortaya çıkaramadım. ‘Bu iyi duyguları; çocuklar ve hastalar için kullanacağım’ diye kendime söz vermiştim. Fakat hatalarımdan dolayı, ekonomik sıkıntılar yaşadım. Bana yakışmayan ilişkiler kurdum. Tefeciler, borç senetleri… Bunları ödemeyince de icra dosyalarından aralıklı olarak, kısa sürelerle cezaevlerine girdim. İşte bu yıllar, kaybedilmiş yıllardır. Elbette o yıllardan çok beslendim. Şimdi ise her attığım adımda, geçmişte yapamadıklarıma yetişmeye çalışıyorum. Bu benim görevim.”

Her kesimden sevenim var, rol model olma kaygım yok
Belki de her kesimden seveninin olmasını bu özveri ve samimiyete borçlu…
“Takipçilerim arasında bir istatistik yapmıştım” diye aktarıyor: “Kendisini sosyal demokrat, Atatürkçü olarak tanımlayanlar çoğunlukta. Ancak hiç azımsanmayacak ölçülerde iktidar partisinden, ülkücülerden ve HDP’den de takipçilerim var. Onlarla ortak bir buluşma noktamız olduğunu görüyorum. Bir yerden sonra siyasi görüşlerden arınıyoruz. Bana gönderilen, ‘Aynı siyasi görüşte değiliz ama…’ diye başlayan yüzlerce mesaj var.”

“Muhalifim, ancak ihtiyacı olana kimlik sorulmaz” 
Haluk Levent, “İnsan odaklı bir yaklaşımım var, rol model olma kaygısı ise taşımıyorum” diye sürdürüyor: “Ancak insana verilen değeri öne çıkaran bu yaklaşımın bir tavsiye olarak görülmesini isterim. İnsana dokunurken sol, sağ, ülkücü olarak düşünmedik. Irak Türkmenleri geldi yardım ettik, Suriyeli çocuğa yardım ettik. Hakkari’den, Diyarbakır’dan Kürt çocuklara el uzattık. Profilinde Recep Tayyip Erdoğan’ın fotoğrafı olup hastanelerde sürünen kişiye de yardım ettik. Kendimi muhalif olarak tanımlıyorum. Fakat attığınız bu adımlar siyasi fikir ya da parti odaklı olamaz. Öte yandan, muhalif olmak her şeye karşı çıkmak demek değildir. Ama karşı çıkılması gereken şeyleri de birilerinin konuşması lâzım. Elimden geldiğince bunu da yapmaya çalışıyorum.”

“Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır”
Levent’e muhalif kesimin “Daha fazlası” diyerek tepki verdiği ya da gönül koyduğu da oluyor…
“Beni koydukları yer önemli. Kimse tek başına bu ülkenin kurtarıcısı değil” diyor, eleştirileri de var: “Muhalifler de kendi içerisinde on parçaya bölünmüş durumda. Kimseyle kıyaslanmak istemiyorum. Yanınızda olan kazanılmış insanlara aynı şeyleri anlatmak zaman kaybı. Savunduğunuz şeylere karşı olanlara ise muhalif dille bir şey anlatamazsınız. 1940’lı yıllardan sonra ülkede yerleşen zihniyetin, kandırmacaların, politikaların yarattığı kabuğu sol söylemlerle kıramazsınız ya da alışkanlıkları sert muhalif dille aşamazsınız. Bu benim düşüncem. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır. Eleştirebilirsiniz, saygı duyarım.”

“Kimseyi kaybetmeyelim” 
Son zamanlarda, ‘her dönem muhalif’ kimliği ile bildiğimiz sanatçılar yandaş medyada röportajlar veriyor. Bunu, iktidarın kendini sevilen isimler üzerinden meşrulaştırması olarak görmek mümkün mü?
Soruyu; “Ben de röportaj verdim” diyerek yanıtlıyor Levent, konuyu biraz daha derinleştiriyor: “İktidarı sevmeniz için ne gerekiyor, diye sordular. ‘OHAL’i kaldırsın, KHK’larla işten atılan insanları geri alsın, adalet sistemini tam olarak işletsin, insan hakları, cumhuriyetin temel ilkeleri ve laiklik konusuna önem versin severim’ dedim. Bunları yapan iktidar sevilmez mi? ‘İktidarı seven, yemeğine katılan sanatçıları yalaka buluyor musunuz?’ diye de sordular. ‘Aralarında dindar olan vardır, bu iktidarın politikalarını gerçekten beğenen vardır. Bu insanların fikirlerine karışamazsınız. Her yemeğe giden sanatçı yalaka değildir. Ben gitmiyorum ama gidenleri de yalaka olarak göremezsiniz’ dedim. Muhalif basın, ‘Haluk Levent, yemeğe giden sanatçılar yalaka değildir’ diyor, ifadeleri ile haber yaptı. Neredeyse beni hükümet yalakası ilan ettiler. Sanatçılarımızı yıpratmayalım. Bülent Ortaçgil, MFÖ üyeleri ve Teoman birer değerdir. Herkesin kendi fikirleri vardır, bize uymayabilir, önemli değildir. Böyle bakıp onları da kazanmaya çalışalım. Çünkü herkesi tek tek kaybediyoruz.”

Ve AHBAP projesi… İmam da var, sosyalist vegan da!
İşlevini yerine getiriyor mu? Projenin topluma katkıları ne oldu?
Haluk Levent’in gözbebeği bu proje. Ne olduğunu ve geleceğini özetliyor: “Ötekileştirilmiş gençliğin bir platformda toplanmasını istedik. Birbirlerini anlamasını istedik. Başarılı olduğumuzu düşünüyorum. Şu anda içinde imam da var, vegan sosyalist de. İlk kez politik kaygısı olamayan bir topluluk ile beraberiz. Sosyal medyadaki yardım kirliğini de ortadan kaldırmak istedik. Bir ağlayan anne ve yanına bebek koyuyorlar para topluyorlar. Bazılarının doğru olmadığını tespit ettik ve belgeledik. AHBAP her yerde, sadece hastalara değil herkese yardıma koşuyor. Geçen ay Kaş’ta bir anaokulu yaptı. 20’ye yakın evi onardı, evi yananlara eşya aldı. 2000’e yakın aileye dokundu. Ayvalık Şeytan Sofrası’nı, Orman Bakanlığı ile birlikte ağaçlandırdı. 100 öğrenciye, 10 ay boyunca burs verdi. Tiyatroculara destek veriyor. En son NASA’dan ödül almış iki çocuğumuzu yurtdışına dil kursuna yolladık. Proje, insanlara dokunmak ve daha yararlı şeylere teşvik etmek için var, sonuna kadar da var olmaya devam edecek"

Erk Acarer / BİRGÜN

Faşizm Tartışmaları: Hindistan, Türkiye - KORKUT BORATAV

                                                        Narendra Modi - Prabhat Patnaik

Hindistan’dan bir portre
Narendra Modi, 2014’te Hindistan’da sağcı Janata Partisi’nin (BJP’nin) başına geçti ve partisini açık farkla iktidara taşıdı; başbakan oldu. 

Bu sonuç, Hindistan’ın ilerici çevrelerinde birkaç nedenle tedirginliklere yol açtı.
Bir kere, Modi’nin zaferi, laik Hint Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Kongre Partisi’nin (kısaca “Kongre”’nin) çok ağır yenilgisi ile gerçekleşmişti.  Kongre, yeni parlamentoda ana muhalefet eşiğine dahi ulaşamamıştı. Bazen Kongre’ye destek veren komünist partiler de sert kayıplara uğramış; BJP ülke çapında örgütlü, etkili tek siyasî güç konumuna çıkmıştı. 

Geleneksel Hindu milliyetçisi bir parti olan BJP, geçmişte de hükümetlerin içinde, başında yer almıştı; ama hepsinde koalisyon ortağı, lideri olarak… 2014’te tek parti olarak iktidara gelen BJP’nin seçim kampanyası, Hindu milliyetçiliğinin fanatik-dinî  kanadı olan  RSS tarafından örgütlenmişti. RSS hareketini “Hindu faşizminin temsilcisi” olarak nitelendirenler yaygındır.

BJP lideri ve yeni başbakan Modi’nin kimlik özgüllükleri de tedirgin ediciydi. Başbakanlığından çok önce kendisiyle röportaj yapan bir psikolog  (Ashis Nandy),  izlenimlerini şöyle aktarmış: “Hindistan’a karşı her Müslümanın potansiyel bir terörist ve hain olarak yer aldığı evrensel bir komplo teorisini çok sakin bir üslupla anlattı. Röportajdan sarsılarak çıktım; zira klasik ve klinik bir faşist vaka ile ilk kez karşılaşıyordum. Potansiyel bir katil, bir katliamcı da aynı kategoriye girer.”  
Modi’nin siyasî geçmişi, bu değerlendirmeyi destekliyordu. Başbakanlığa Gujarat Eyalet Başkanlığı’ndan gelmişti.  2002’de bu eyalette bini aşkın Müslümanın ölümüyle sonuçlanan kıyımın sorumluluğunu taşımaktaydı. BJP liderliğini, “dış güçlerin inşa ettiği bir sapkınlık olan laik Cumhuriyeti tarihe  gömme” misyonu ile üstlendiği anlaşılmaktaydı. 

BJP-sermaye ilişkileri de dikkat çekiyor: Narendra Modi, seçim kampanyasında Gujarat’ta gerçekleştirdiği  “piyasa mekanizmasına ve uluslararası sermayeye açılmayı” Hindistan’a taşımayı vadetmişti. Kongre’nin devletçi, “piyasa düşmanı” saplantılarını lanetlemişti. Modi’nin başbakanlığı da uluslararası ve büyük Hint sermayesinden tam destek aldı; coşkuyla karşılandı. Büyük sermayenin desteğinde ırkçı, tutucu bir lider ve siyasî hareket…  Geleneksel faşizmin sentezi akla geliyor. 

Hindistan 2019 seçimlerinin arifesindedir. Beş yıllık Modi / BJP   iktidarının  geleceğe taşınıp taşınmayacağı belirsizdir.  Hindistan solunda “ne yapmalı?” sorusu gündemdedir. Komünist, sosyalist partilerle -laik Kongre arasında bir anti-faşist cephe kurulmalı mı? Sorunun yanıtı, “faşizm” teşhisinin ülke için geçerli olup olmamasına bağlıdır. 
Hindistan’daki sol örgütlerde tartışmanın seyrini izlemem mümkün değil. BirGün Pazar’ın yazarlarından  Vijay Prashad’dan katkılar beklenebilir. Ben, faşizm tartışmalarında Hindistan’dan iki örnek üzerinde odaklaşacağım. Bizlere de ışık tutabilir. 

Faşistler iktidarda; faşizm değil… 
Hindistan’ın Marksist iktisatçılarından Prabhat Patnaik, Monthly Review Online’da ( 27 Ekim 2017), “Faşizmin Günümüzde Yükselmesi”  başlıklı bir yazı yayımlamış. Hindistan örneğine de ağırlık vererek… 

Patnaik, günümüzde yaygınlaşan yükselen faşizmolgusuna, önce  “ne değildir?” sorusuyla yaklaşıyor. Ona göre güncel faşizm, liberallerin yakıştırdığı sağ popülizmkavramıyla karıştırılmamalıdır. Geçen yüzyılın İtalyan / Alman faşizmlerinden de ayrıştırılmalıdır.  
Patnaik’a göre günümüz faşizminin ülkesel özgünlükleri vardır; ama, tümünü birleştiren ideolojik, olgusal özellikler de geçerlidir. 

En başta faşizmin akıldışı olması gelir. Faşizm, bilimsel önermelere, kanıtlara dayalı tartışmaya, aydınlanmaya, her türlü aykırı düşünceye karşı genel bir husumet halidir. Bu genel akıldışılık, “diğeri” kavramıyla bağlantılı “üstünlük” iddiasını da içerir.  “Diğeri” tanımları ve “üstünlük” aidiyetleri ülkelere göre değişir: BJP faşistlerine göre “Hinduluk”, AfD faşistlerine göre  “Almanlık”… 

Bu ideolojik özellikleri Patnaik iki tarihsel gözlemle tamamlıyor. Birincine göre faşizm, orta sınıf tabanı olan, iktidarı hedefleyen bir harekettir. “Sivil” niteliği ve kitle tabanı ile askerî baskı rejimlerinden ayrılır. İktidara ulaşabilmesi için faşizm büyük sermayeyle anlaşmak zorundadır.  

Patnaik, bize, aydınlanma değerlerinin tümüyle kavgalı, tutucu bir ideoloji ve hareketin, kapitalizmin bünyesinde var olduğunu anlatmış oluyor. Burjuvazinin faşizmi iktidara taşıma tercihi ona göre ekonomik kriz koşullarında oluşur: Düzen partileri bunalım karşısında çaresiz kalınca, geleneksel siyasetin Merkez Sağ / Merkez Sol sarkacı terk edilir; burjuvazi faşizme iktidar kapısını açar. 

Patnaik, günümüz kapitalizminin yapısal bir kriz içinde olduğunu; düzen partilerinin  ve neoliberalizme teslim olan geleneksel solun bunalıma yanıt getiremediğini belirliyor. Sonuç, faşist hareketlerin iktidara aday, ortak olmaları; hatta iktidara yerleşmelidir. Örneğin Hindistan’da faşistler (Modi),  büyük sermayenin desteğiyle iktidardadır; ama orada veya herhangi başka bir ülkede faşist bir devlet (henüz) oluşmamıştır. 
Patnaik Hindistan için geniş bir anti-faşist ittifakın gereksiz olduğunu düşünüyor. Sosyalist örgütler neoliberalizme karşı etkili, asgarî bir program önermeli ve buna katılan  her hareketle ittifak oluşturmalı. Laiklik, bu asgarî programın öğesi değildir. 

Faşizm gündemde değildir 
Hindistan’dan bir felsefeci olan N.Mukherji tartışmaya katılıyor ve günümüzdeki baskıcı düzenleri, uygulamaları  “faşist” olarak nitelendirenlere (Patnaik’e de) karşı çıkıyor. (Economic and Political Weekly, 14 Temmuz 2018).

Mukherji’nin faşizm tanımı, iki dünya savaşı arasındaki İtalya ve Almanya rejimlerine dayanmakta; aslında onlarla sınırlı kalmaktadır. Bu rejimler, istisnaî, ülkelere özgü koşullar sonunda ortaya çıkmış; yerleşmiştir.  

Öncelikle emekçiler, artan eşitsizlikler, yoksullaşma, , kazanılmış haklarının aşınması nedeniyle toplumsal bunalım ortamına sürüklenmiştir.  Sınıfsal gerilimler yükselmekte; tepki olarak “üstünlük” tezleri, “iç / dış düşmanlar” imgeleri içeren faşist ideoloji yaygınlaşmaktadır. 

Bu ortamın faşizmi iktidara taşıması için,   kapitalizmin çökme eşiğine gelmesi; dahası, sosyalist, komünist partilerin liderliğinde devrimci bir işçi sınıfı hareketinin yükselmesi gerekmiştir. Egemen sınıflar sosyalizm tehdidini, faşizmi iktidara getirerek önlemişlerdir. 
Bugünün Hindistan’ında ve dünyasında anti-kapitalist devrimleri gündeme getiren son iki olgu yoktur. Günümüzün toplumsal, siyasî sorunlarını geçen yüzyıla özgü olgu ve kavramlarla çözümlemek ve çözmek yanıltıcı olmaktadır.  İdeolojik söylemlerdeki benzerliklerden tarihsel paralellikler çıkarılmamalıdır. 

Neoliberal rejimlerin dünya çapında yarattığı toplumsal çöküntüler, etkili sol muhalefetlerin yokluğunda aşırı sağ akımları iktidara taşıyabilmektedir. Hindistan’da Modi iktidarında olduğu gibi… Bu ortamlarda sol akımların “faşizm” odaklı temalardan uzak durması; liberal duyarlıkları tedirgin eden uygulamalar, baskılar üzerinde değil, halk sınıflarının sıkıntıları, talepleri üzerinde odaklanması gerekir. 

Hindistan sermayesinin iktisadî öncelikleri, Modi’nin Hindu fanatizmini frenlemektedir; frenleyecektir.  

Hindistan – Türkiye Benzerlikleri
Bu yazının başında Modi ile ilgili tespitlerimin bir bölümünü 2014’te, “Aşina Olduğumuz Bir Portre” başlığı altında yayımlamıştım. “Aşinalık”, elbette o tarihlerdeki Türkiye başbakanı ile ilgilidir.  İki siyasetçi de ülkelerindeki laik cumhuriyete, kurumlarına, simgelerine kesinlikle karşıydı. Ülkelerin tarihi, yapısı, AKP ve BJP’nin ideolojik    kaynakları,  “düşman” anlayışını değiştirmektedir; ama “düşmanlar”ın etkisiz kılınması, susturulması, mümkünse dışlanması hususunda görüş birliği vardır. 

Yazı, şu cümlelerle son buluyordu: 2014 Hindistan’ını on bir yıl öncesinin Türkiye’si ile karşılaştıralım. Tutucu köktendinciliğin sağladığı kitle tabanı sayesinde her iki ülkede de   tek parti iktidarı   kalıcı görünmektedir. Yabancı ve yerli sermaye için ise, köktendinciliğin nihaî hedeflerinin toplumsal, siyasal sonuçları değil, neo-liberal programa kesin bağlılık önemlidir.” 

Bu benzerlik 2018’de devam ediyor mu? Hindistan’ın federal yapısı, Modi’nin maksimum programına engeller getirmekteydi;  Modi de ilk iktidar döneminde bu programı arka planda tuttu. Aynı “ihtiyatlı çizgi”, AKP’nin ilk dört yılı için de geçerli olmuştu.
Bugünün Türkiyesi’ne geldiğimizde, iktidar el değiştirmemiş; buna karşılık üç anayasa referandumu ve 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimi sonunda “Parti” iktidarı, tam yetkili “Lider”e devredilmiştir. Anayasal, yasal,  kurumsal değişiklikler, uygulamalar,  2018’de oluşan iktidarı fiilen kalıcı hala gelmiştir. 
Süresi? Bilemeyiz. 

Muhalif akımlar bu durumun farkında değildir veya açıkça ifade etmemektedir.  Geçmişten kalan özgürlük alanları hâlâ vardır; ama kesintisiz daralmakta ve (daha da önemlisi) etkisizleşmektedir.

Kısacası, Patnaik’in Hindistan için tespiti (“faşistler iktidardadır; ama faşist devlet [henüz] oluşmamıştır”) Türkiye’de geçerli değildir.  Uzun iktidar yılları ya faşistleri “evcilleştirir”; ya da faşizmi yerleştirir. Türkiye ikinci durumu yaşadı. 

Hindistan faşizmi on bir yıl arayla Türkiye’yi izlemeye başlamıştı. Umalım ki  2019 seçimlerinde Hindistan halkı bu benzeşmeye son verir. Aksi halde? Kesin konuşmayalım. Tarihsel benzetmeler yanıltıcı da olabiliyor.

Korkut Boratav / SOL

Serbest Uydurma Tekniği ile Tarih Analizi yapmak - TAYLAN KARA

Ahmaklaştırma ile uydurma birçok yerde yan yana, omuz omza, sırt sırta yürür. Buna verilebilecek en iyi örneklerden biri Bülent Somay’ın “Çok Bilmiş Özne” adlı kitabıdır.

B. Somay, bu kitapta Cumhuriyet tarihi başta olmak üzere birçok tarihi olguyu, aklındaki üç beş kavram ile açıklamaktadır. Açıklamakta mıdır peki?
Açıklama diye bir derdi yoktur. 
Kural çok basittir: 
Eğer olgular kavramlarınıza uymuyorsa, kavramlarınızı olgulara zorla giydirin. Uysa da uymasa da…

Kitaptan bazı örnekler verelim:
“Yekpare devlette kendi Oidipal korkularının yansımalarını bulan Batı Asya (ve onların etkisi altındaki Balkan ve Doğu Avrupa) toplumlarında isyancı genç kuşakların vatanseverlikleri, devlet iktidarına olan kontrolsüz tutkuları ve şiddete başvurma konusundaki gönüllülükleri, bu korkunun "yabancı düşmanlığı" şeklinde ifade edilen baba nefreti ve bununla atbaşı giden "baba yalakalığı" arasında yarattığı ikircikli konumdan kaynaklanır” (1). 
                                                                    *

“Batı Asya toplumlarının (esas olarak Rusya ve Türkiye) devlet ile ilişkisi, başlangıçta da anlatmaya çalıştığım gibi, son derece Oidipal bir ilişki. (2)“

                                                                     *

“Batı Asya'da ise devlet, iyi devlet/kötü devlet, anne devlet/baba devlet, eril devlet/dişil devlet diye, muhayyel olarak, ahlaki terimlerle bölünüyor. Bu da devletle karşı karşıya kalındığında bireylerde nevrotik ikircikli tutumlara, giderek psikotik bölünmelere yol açıyor. (3)” 
                                                                      *

“Hamlet'in iyi baba ile kötü babayı ayrıştırarak nevrozdan psikoza transfer etmesi gibi, '60'lar ve '70'ler kuşakları da devleti "iyi/kötü", "anne/baba" ve "dişil/eril" olarak parçalayarak benzer bir psikotik sürece girdiler. "Ana" devleti var olan hâkim ve yönetici sınıfların elinden kurtarma macerasına girerken, meşruiyetlerini tıpkı Hamlet gibi, ölü/iyi babanın hayaletinden aldılar. (4)” 

Bu alıntılarda tek bir tarihsel çözümleme yoktur. Ele aldığı ve yargıda bulunduğu toplumlarla ilgili bir satır bilgi yoktur. Ulaştığı sonuçlarla ilgili tek bir somut kanıt yoktur.  
                                                                    *
Her şey Oidipus, Her şey Freud!
Yazarın aklında bir kavram seti vardır: 
Oidipal çelişki, 
baba nefreti, 
nevroz, 
psikoz vs.
Aklında “ulaşılması gereken ve zaten en baştan ulaşılmış bir sonuç” vardır ve yazar modellemelerini olgulara giydirerek kendince derin çözümlemeler yapmaktadır. 
“Toplumların Oidipal takıntısı” ne demektir?
“Batı Asya Toplumları” diyerek tek bir torbaya doldurduğu toplam, nereden baksanız birbirinden farklı kültürleri ve tarihleri olan onlarca halktan ve 400 milyonun üzerinde insandan oluşmaktadır. Bu toplumların hepsinin analizini tek bir kavramla yapmaktadır: Oidipal ilişki… 
B. Somay, üç beş Freud klişesiyle bütün Cumhuriyet tarihini ve Batı Asya toplumlarının tarihini çözmüştür!

Burada, Türkiye Cumhuriyeti’ni çıkartıp yerine Roma İmparatorluğu,  Fransız Devrimi,  İnka Medeniyetini de koyabilirsiniz, hiç fark etmez; mantık düzeneği aynıdır.  
Bu keyfilik ve özgüvenle yazarın bilemeyeceği ne olabilir ki!
Kitabın adı tam da bu tutumu açıklamaktadır: Çokbilmiş Özne…
B. Somay’ın bu yazdıkları en iyimser bakışla kanıtsız ve uydurmadır. B. Somay aklına geleni kâğıda dökmüştür. Yazarın hiçbir şekilde kanıt gösterme ya da olguya dayanma derdi yoktur. 
Bu kitabın detaylı incelemesini yapmayacağız, konuyu aydınlatmak için bir örnek daha verelim.

 Aşağıdaki alıntıda uydurmanın üzerine cehalet de biner:
“Ne yazık ki Batı Asya toplumlarının tarihi, yekpare toplum/devlet yapısı, bütün değişim süreçlerini Oidipal bir çelişkiye kilitlemiştir. O yüzden de bu toplumların devrimci kuşakları, değişim mücadelelerini asla "özgürlük" talebi çevresinde kurmazlar. Rusya ve Osmanlı örneklerinde, ikisi de Fransız Devrimi'nden esinlenen bu iki ülkenin devrimci kuşakları iki yüzyıl boyunca "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" sloganının son iki talebini almış, ama ilk talebi kah "Cumhuriyet"le, kah "Adalet"le, kah "Bağımsızlık"la ikame etmişlerdir. "Özgürlük!" diye bağırmaya dilleri dönmemiştir bir türlü. (5) 

B. Somay’ın iddiasına göre Rusya ve Osmanlı devrimcileri, 200 yıl boyunca Fransız İhtilali’nin sloganı olan “özgürlük, eşitlik, kardeşlik”in taleplerinden ikisini sahiplenirken ”özgürlük” talebini sahiplenmemiştir. Yazara göre Osmanlı ve Rus devrimcilerinin dilleri "Özgürlük!" diye bağırmaya bir türlü dönmemiştir.”

                                                                  *

Böylesine açık bir tarih çarpıtması yapmak için birçok olguyu görmezden gelmek ve gerçekten çok uğraşmak gerekir. Bu bir bilgisizlik ise sıradan bir bilgisizlik değil, edinilmiş bir bilgisizliktir. 
Yazar çok basit bir araştırmaya girmiş olsaydı, böylesine gerçeğe aykırı iddialarda bulunamazdı. Bu analiz tamamen yanlıştır, uydurmadır, tarihi olgularla asla uyuşmayan keyfi bir saptamadır. 
Çok basit bir soru soralım: İttihat ve Terakki Partisi’nin meşhur sloganı nedir?
Yanıt: hürriyet, 
müsavat, 
adalet, 
uhuvvet…
Bugün kullandığımız şekliyle: özgürlük, eşitlik, adalet, kardeşlik…
1908 seçimlerinde İttihat ve Terakki'nin sloganı "Yaşasın hürriyet!”, “Yaşasın millet!”, “Yaşasın vatan!" olmuştur (6).
B. Somay çok değil iki dakika araştırsaydı 1908 Temmuzunda 2. Abdülhamit tahttan indirildiğinde meydanlardaki kitlenin şu sloganla yürüdüğünü bilirdi:
“Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet!” 
Bağlantıdaki fotoğraf İstanbul’daki 1908 kutlamalarından alınmış olup pankartlarda Osmanlı Türkçesi ve Ermenice ile şunlar yazmaktadır:
AZADUTYUN-HÜRRİYET, HAVASARUTYUN-UHUVVET, ARTARUTYUN-ADALET (7)…
Meşrutiyet’in ilan edilmesinden sonra Resneli Niyazi Bey Selanik’te “hürriyet kahramanı” olarak karşılanmıştır (8).
Resneli Niyazi’nin, dağda bulunduğu sırada evcilleştirdiği geyik, bir hürriyet sembolü kabul edilmiş ve "gazal-i hürriyet" olarak tanınmıştır (9). 
1917 Ekim Devrimi’nin temel sloganı “Ekmek, barış, özgürlük!” idi. 
Sayısız örnek verilebilir.
Bu yazdıklarım herkesin her yerde bulabileceği basit düzeyde bilgilerdir, aslında malumun ilamıdır.
Bu yazılanlar herkesin bildiği, B. Somay’ın ya bilmediği ya da biliyorsa umursamadığı somut olgulardır. 
Bülent Somay uydurmaktadır. 
B. Somay’ın kitabında Osmanlı ve Rus devrimcileri için yazdığı "Özgürlük!" diye bağırmaya dilleri dönmemiştir bir türlü.” yorumu açıkça bir palavradır. 

                                                                 *

Bunlar çok gizli bilgiler midir? İnsan bu denli somut tarihi olguları görmezden gelerek şu satırları böylesine büyük bir özgüvenle nasıl yazabilir? Böylesine keskin ve kendinden emin yargıları büyük bir özgüvenle yazarken yazdığı şeyle ilgili hiç mi bilgi sahibi olmaz? 
Ahmaklaştırıcı metinlerde en sık rastlanan özelliklerden biridir: 
Sınırsız özgüven…
                                                                  *
Bir Önyargı Denemesi
Bir insan size toplumsal olayları psikolojinin düzenekleri/modellemeleri ile anlatıyorsa karşınızda bir uydurukçunun olma olasılığı %90‘dır. 
Toplumsal olayları ya da tarihi, psikolojinin kavram, düzenek ya da modellemeleriyle açıklama eğilimleri kendi başına zaten son derece sorunlu yöntemlerdir. Üzerine yukarıda örneklerini gördüğünüz maddi yanlışlıklar ve keyfilik yığınını da eklediğinizde bu tür bir “tarih analizi”ne sadece bir isim uygun olabilir:
Serbest uydurma tekniği…

Taylan Kara / SOL


Kaynaklar:
1. Bülent Somay, Çok Bilmiş Özne, Sf. 111, Metis Yayınları, 2008, İstanbul.
2. Age Sf. 103.
3. Age Sf. 104.
4. Age Sf. 97.
5. Age Sf. 112.
6. Kâzım Nami Duru, İttihat ve Terakki Hatıralarım, İstanbul, 1957.

Tek hane hedefi - ÇİĞDEM TOKER

Eğer değişiklik olmadıysa, yeni bir isim verilmesi beklenen Orta Vadeli Program hazırlıkları önümüzdeki hafta onaylanacak. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, enflasyonu tek haneye indirmenin öncelikli hedefleri olduğunu açıkladı geçenlerde. 
TL’nin ABD Doları karşısındaki sadece dünkü değer kaybı bile bu hedefin pek kolay olmadığını gösteriyor. Merkez Bankası Başkan Yardımcısı ve Para Politikası Kurulu üyesi Erkan Kilimci’nin şu ana kadar yalanlanmayan istifasını izleyen saatlerde değer kaybı arttı. 

Albayrak, “bağımsız” olması sebebiyle hakkında dikkatli konuştuğunu söylemiş olsa da ağır psikolojik baskı altında bir Merkez Bankası’nın söz konusu olduğu herkesin bildiği sır. 

Dahası, baskı altında olan sadece Merkez Bankası değil. Bütçe de sürekli artış eğrisi gösteren harcama kalemlerinin ağır baskısı altında. Her ne kadar bu ayın başında bütün bakanlıklara giderlerinde yüzde 30 kısıntıya gitmeleri talimatı verildiyse de bu talimatın yılsonu rakamlarına bütçe fazlası olarak yansıyacağı kuşkulu.

Gizemli ‘diğer’ kalemi 
Örnekler ile gidelim: 
- Ocak ayında 2 milyon TL ile başlayan temsil ve ağırlama harcamaları, temmuzda 23 milyon TL’yi geçerek ocak-temmuz döneminde 101.5 milyon TL’ye ulaştı. 2018 bütçesinde, temsil ve ağırlama harcamaları için ayrılan “başlangıç ödeneği”, 217.8 milyon TL olarak kayda geçti. Bakalım yılın kalan beş ayında, AKP’nin yönettiği devletin temsil harcamaları, hedefe uygun olarak kalan 116.3 milyon TL’nin altına düşecek mi, düşmeyecek mi? 
- Bir başka örneği “hava taşıtı kiralama” kaleminden aktaralım. Bütçeden yedi ayda (ocak-temmuz dönemi) hava taşıtı kiralamasına 110.4 milyon TL harcandı. Geçen ay (temmuz) yapılan 45 milyon TL’lik ödeme, bir önceki yılın aynı döneminden yedi milyon TL fazla. Bakalım, yılın kalanında uçak kiralama harcamasında bir düşüş olacak mı? 
- Bütçenin “hizmet alımları” genel başlığı altındaki bir kalem, son yıllarda en hızlı ve dikkat çeken artışa sahip: “Diğer müşavir firma ve kişilere ödemeler” başlıklı bu kalem altında ocak-temmuz döneminde yapılan harcama toplamı 6 milyar 730 milyon TL’ye ulaşmış.

KÖİ faturaları 
Kamuya açık tablolardan seçtiğimiz bu örnekleri verirken, Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) modeliyle özel sektöre yaptırılan ve garantisi döviz üzerinden verilmiş köprü, tünel, havalimanı ve şehir hastanesi ödemelerini saymıyoruz bile. 

29 Ekim’de açılacak 3. havalimanı için İGA AŞ ile yapılan sözleşme uyarınca, yurtdışı yolcu başına 20 Avro hizmet bedeli alınacağını ve yolcu listeleri üzerinden yapılacak hesap sonucu ortaya çıkacak tutarın DHMİ tarafından ödeneceğini yeri gelmişken anımsatalım. Üstelik, TAV’ın işlettiği İstanbul Atatürk Havalimanı’nın bazı servislerinin bir süre daha açık kalacağı duyuruldu. Bu hizmetlerin Hazine’ye bağış karşılığı verilmeyeceğini öngörebiliriz. 

Örtülü ödenekten karşılandığı muhtemel bir kalem olan “cihatçı maaşları” da 2019 bütçesi açısından belirsizlik yaratan harcama kalemi olarak öngörülebilir. 

Üretimde kullanılan enerjinin ithal edilmesi dolayısıyla artan maliyetler, yakında açıklanacak OVP hedeflerinde netleşmeyi zorlaştırıyor. Realite karşısında “enflasyonu düşürme odaklı bir bütçe”nin hazırlık ve uygulama koşulları imkânsızdır. 

Tüm bu örnekler ve olgular bir yana, okuduğunuz şu yazı tek bir cümleden dahi ibaret olabilirdi: 

Saray, köşk, otağ sayısını artırırken “tek hane”de kalamazsınız.

Çiğdem Toker / Cumhuriyet

Türk Telekom ve sorular... - Özlem Yüzak

Et Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu, Tekel, Türk Telekom, SEKA, Petkim, TEDAŞ, TÜPRAŞ, Şeker Fabrikaları, Sümerbank, Demir-Çelik-Bakır Fabrikaları, Eti Krom-Alüminyum, Taksan, Borçelik, yem fabrikaları, barajlar... Yazmanın sonu yok. 

Cumhuriyet tarihinin en önemli değerleri teker teker satıldı. Kiminin önce içleri boşaltıldı, arpalık yapıldı; kimileri kâr ederken satıldı. Çoğu stratejik şirketlerdi. O zamanlar stratejik lafına burun kıvrıyordu özelleştirme gelirlerine bel bağlayan hükümetler ve tabii hiç eksik olmayan liboşlar. Ne oldu? Bugün elimizde hiçbiri kalmadı. İçi boşaltılmış bir ülke, değeri her gün düşen bir Türk Lirası, gıdadan elektroniğe artan bir dışa bağımlılık... 

Türk Telekom... 13 yıl önce Türkiye’nin en büyük özelleştirmesi olarak lanse edilmişti; bugün ise tarihi başarısızlık olarak literatüre geçti. Ülkelerin belirledikleri stratejik sektörleri ve bu doğrultuda stratejik yatırımları vardır. Telekomünikasyon sektörü de bunlardan biridir. Türk Telekom ülkenin ana sabit telefon hattının da, internet omurgasının da yüklenicisi konumunda. Ayrıca, üzerinden veri, enformasyon ve bilgi akan telekomünikasyon fiziksel altyapısı ile, sadece savunma bağlamında değil, ekonomik, teknolojik ve toplumsal bağlamda da stratejik nitelikte. İlk özelleştirme girişimleri 1994 yılında başladı. Hatırlarsınız IMF ve Dünya Bankası ile anlaşmalarda hep Türk Telekom’un özelleştirilmesi şartı getirilmişti. 2001 krizinin tetikleyicileri arasında da gösterilmişti. 2005 yılında kâr eden bir kurumken kasasında 2 milyar dolarla 6.5 milyar dolara Lübnanlı Hariri ailesi ve Suudi Oger Telecom’a devredilmesine büyük tepkiler olmasına karşın, AKP hükümeti karşı çıkış gerekçelerinin hepsine kulak tıkamıştı. Ne yazık ki hepsi de gerçek çıktı. 

Olay sadece batan para, ödenmeyen krediler değil. Ülkenin bilgi toplumu altyapısı da aynı zamanda... Birleşmiş Milletler’in bir kuruluşu olan Uluslararası Telekomünikasyon Birliği (ITU: International Telecommunication Union) her yıl “Enformasyon Toplumunu Ölçme Raporu” (Measuring the Information Society) yayımlar. 

Raporda ülkelerin, bölgelerin ve dünyanın enformasyon ve iletişim teknolojileri (ICT) - kısaca bilgi teknolojileri (BT) - alanındaki durumu değerlendirilir. ITU’nun son raporuna bakalım: 176 ülke içerisinde Türkiye 67. sırada yer alabilmiş. Umman Sultanlığı, Malezya, Lübnan, Suudi Arabistan, Kazakistan ve Azerbaycan’ın biraz gerisinde, Katar ve Birleşik Arap Emirliği’nin çok gerisinde kalmış Türkiye. Raporun alt endekslerinden biri olan, bilgi teknolojileri altyapısında ise 78. sıradayız. Kasım ayında UNDP (Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı) ve Birleşik Arap Emirliği ortak projesi olarak ilk kez ülkelerin bilgi zenginliğini belirleyen bir araştırma yayımlandı. Her ülke için Küresel Bilgi Endeksi (Global Knowledge Index) notu hesaplayan bu araştırmaya göre, Türkiye 131 ülke içerisinde 69. sırada. Hemen üstümüzdeki üç ülke: Makedonya, Mauritius, Suudi Arabistan. Hemen altımızdaki üç ülke ise: Moldova, Panama, Moğolistan. 

Eski CHP Uşak Milletvekili Osman Coşkunoğlu gerek milletvekilliği döneminde gerek sonrasında kamuoyu ile paylaştığı yazıları ile bu konuya en fazla dikkat çekenlerden biri olmuştu. 

Coşkunoğlu, bu raporların Türkiye’de hiçbir şekilde medyada tartılışmıyor olmasına dikkat çekerek “Görmezliğe gelerek gerçekler yok olmuyor. Bu raporları incelemek ve kamuoyu önünde tartışmak, durumumuzu ve performansımızı iyileştirmek için neler yapılması gerektiğine, geliştirilmesigereken politikalara ışık tutar. Oysa ne hükümet, ne muhalefet ne de STK’lerbir açıklama yaptı. Buna karşın kendi durumunu öğrenen Birleşik Arap Emirliğibile, geliştirilecek politikalar ve verilecek kararlar için raporun çok değerli katkıları olduğunu medya önünde açıklama özgüvenin gösterebildi” diyor. 
Konuya bir de bilgi toplumu altyapısı cephesinden bakmak istedim. İnanın uğratılan zarar kadar bu da önemli...

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

Malazgirt Dumlupınar’a karşı - ALİ SİRMEN

Zamanlar mı bozuldu, yoksa bizlere mi bir haller oldu, bilmiyorum, ama “Allahım bir süredir yitirmiş olduğumuz aklımıza sen mukayyet ol bari!” diyorum.

Dün 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı bir kez daha kutladık. 26 Ağustos 1922’de başlayan “Büyük Taarruz” dört gün içinde 30 Ağustos’ta Dumlupınar Meydan Savaşı ile zafere dönüşüyordu. 

Bir süredir başlatılan 30 Ağustos Zafer Bayramı’na ortak katma girişimleri, bu yıl da artarak sürdürüldü. 

Amaç 30 Ağustos’un ve onun simgesi olduğu Kuvayı Milliye ruhunu zayıflatmak. 
Bu yıl da 26 Ağustos 1922’de başlayan süreçten çok, 26 Ağustos Malazgirt Meydan Muharebesi’nden söz edildi. Bu yıl parlak (!) bir de öneri getirildi: 26 Ağustos 1071’de Malazgirt’e Alparslan’ın otağını kurduğu yere bir Cumhurbaşkanlığı sarayı dikmek. 
26 Ağustos ve izleyen günlerde, Malazgirt ile Büyük Taarruz’u karşılaştıran, kıyaslayan nutuklar atıldı, yazılar yazıldı, vecizeler saçıldı. 

Değişik zaman ve koşullarda meydana gelmiş tarihi olayları, sanki bu farklar yokmuşçasına birbirleriyle kıyaslayarak, ben de abesle iştigal edecek değilim.

                                                               ***

Türk boylarının batıya doğru göçleri sırasında, Anadolu’ya ilk adım attıklarında, “Küçük Asya”nın o sıradaki egemeni Bizanslılara karşı zafer kazanıldığı 1071 yılında, fetih bir haktı; uluslar bile yoktu ki ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı olsun, dünya daha tarım toplumu dönemini yaşamaktaydı. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı zaferle noktayan Büyük Taarruz’un başladığı 26 Ağustos 1922’de ise dünya, sanayi devrimini yaşamakta olan toplumlar ile, henüz ona ulaşamamış olanlar arasında bölünmüştü. Ulus devlet kavramı çıkmış, ulus toplumlar oluşmuş, fethin hak olduğu dönemler geride kalmış, ulusal egemenlik ve ulusların bağımsızlıkları ile kendi kaderlerini tayin hakları evrensel bir ilke olmaya başlamıştı. 

30 Ağustos’ta zaferle taçlanan Büyük Taarruz, bu sürecin Anadolu’da da başarıya ulaşmasının onsuz olmazı niteliğini taşıması bakımından çok önemlidir. 
Görülüyor ki iki olayın koşulları, birbirleriyle kıyaslanmalarına imkân vermeyecek kadar değişiktir. 

Türkler 1071’de Malazgirt ile Anadolu’ya adım atmamış olsalardı, 1922, 30 Ağustos da olmazdı” türünden bir görüş ilk bakışta çok çekici görünse de yüzeyseldir. 
Zira, aradan geçen zaman içinde, Malazgirt’te karşı karşıya gelen iki ordunun karşıt saflarında bulunanlar da bir potada eriyip birleşmişlerdi. Bozkurt Güvenç, “Türk Kimliği” adlı eserinde bu gerçeği şöyle açıklıyor: 
Özetle Türklerin varlığının ve Türk tarihinin kökleri: 
1- Türklerden önceki Anadolu kültürlerine ve insanlarına; 
2- Küçük Asya’ya gelip yerleşmeden önceki Orta Asya Türk boylarına; 
3- Küçük Asya’yı fethedip yerleşen Müslüman Türkmen veya Oğuzlara; 
4- Anadolu’da fethedilen, Müslümanlığı kabul ederek Türkleşen yerlilere; 
5- Batılı çağdaş laik Türklere; kadar uzanıyordu. Biz bunların hangisiyiz sorusu yersiz ve gereksizdi. Çünkü bunların hepsi biziz, biz hepsiyiz...”

                                                               ***

Tarihe bakmak, tıpkı arabanın dikiz aynasına bakmaya benzer. Geriye değil, ileriye gitmek için bakılır dikiz aynasına (geriye giderken, dönüp arka camdan bakarsın). 
Toplumlar da ileriye yönelirken, o yönelişlerini sağlıklı biçimde gerçekleştirebilmek için bakarlar tarihe.

Tarihi zaferlerimizi birbirleriyle tokuşturmak, yarıştırmak saçmalığıyla iştigal edenler de, Bozkurt Güvenç’in tanımladığı kimliğe karşı çıkıp, laik ulus toplumun yerine ırkçı bir ümmet toplum kimliğini egemen kılmak isteyenlerdir.

 Saçma müdahalelerle tarihi saptırmalarına yol açan saplantıları geçmişle değil, gelecekle ilgilidir. Başka bir deyişle ortak geleceğimize itiraz ettikleri için ortak geçmişimizi de karmakarışık etmeye çalışıyorlar ve 1071 ile 1922’nin değişik koşullarını görmezden gelerek Malazgirt ile Dumlupınar meydan savaşlarını birbirleriyle kafa kafaya tokuşturuyorlar.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Boşuna bir uğraş!.. - Meriç Velidedeoğlu

“Büyük Selçuklu Devleti’nin Sultanı Alp Aslan ile Bizans İmparatoru  Roman  Diogenes arasında geçen, Malazgirt Savaşı (26.8.1071), Anadolu’nun mukeddaratında yeni bir devir yarattı; Türkler Anadolu’yu yeni vatanları halinde kazandılar. Gerçi bu savaştan bir yıl önce, Selçuklular, Anadolu’ya girmişler, Doğu’yu  hâkimiyetleri altına almışlardı (...) Bunlara rağmen,Anadolu’nun Türklüğe açılması ‘Malazgirt Zaferi’ ile mümkün oldu.” (*) 

Evet değerli dostlar, tarih böyle yazıyor. 
Ne ki aynı tarih, “Birinci Dünya Savaşı”nda yenik düşen Osmanlı Devleti’nin imzaladığı Sevr Anlaşması ile de dönemin emperyalist güçlerinin, hem Anadolu’yu hem de halkını bölüp parçaladıklarını da yazıyor.

Batı’nın, Uzakdoğu’dan Japonya’nın da katılımıyla gerçekleştirdiği bu paylaşımına karşı, henüz tümüyle yok olmayan orduyu toplayan Atatürk’ün halkla birlikte başlattığı “Ulusal Kurtuluş Savaşı”nı da yazıyor bu tarih... 

Bütün “mazlum milletlere”, örnek olan bu özgürlük savaşının sonucunu sağlayacak  “Büyük Taarruz”, Atatürk’ün, “26 Ağustos 1922” sabahı Kocatepe’den verdiği buyrukla başlar; beş gün, beş gece aralıksız süren savaş, “30 Ağustos” günü zaferle noktalanır. 

Değerli dostlar, bu savaşı bir de Başkomutan Atatürk’den dinleyelim diyorum, bu köşenin sınırları içinde. 

Atatürk, ünlü yapıtı Söylev’in (Nutuk) ikinci cildinde anlatır “26 Ağustos”u; adım adım, kimi zamanda dakikası dakikasına... 

Önce kısa bir bilgi tazeleme; Büyük Savaş sonunda, Batılı emperyalistlerin “maşa”sı durumuna getirilen Yunanistan, dönemin en yeni savaş donanımıyla donatılıp İzmir’e çıkartılmış, ardından da Anadolu’nun içlerine doğru salıverilmiş, Afyonkarahisar’a ulaşmıştı; şimdi, Nutuk’tan yer yer yapılacak alıntılarla Atatürk’ü dinleyelim:


“23 Temmuz 1922 akşamı Ankara’dan ayrılıp, Batı Cephesi Karargâhı’nın bulunduğu Akşehir’e gittim.” 

“28 Temmuz günü, yaptırılan bir futbol maçını izlemeleri nedeni ileri sürülerek, ordu komutanları Akşehir’e çağrıldı (...) komutanlarla yapılacak saldırı üzerine konuştuk (...) ayrıntıları saptadık.” 


Ankara’ya dönen Atatürk, Meclis’te olanları da: “Muhalifler, ordunun yozlaştığı, kıpırdayacak durumda olmadığı (...) yolundaki propagandalarını iyice   kızıştırmışlardı”  diyerek dile getirecek, birkaç gün sonra da Ankara’dan “gizlice” ayrılacaktır; sözü yine Atatürk’e bırakalım. 

“20 Ağustos 1922 günü Batı Cephesi Karargâhı’nda, yani Akşehir’de bulunuyordum (...), ‘26 Ağustos 1922’ sabahı düşmana saldırmak için Cephe Komutanı’na emir verdim, (...) hazırlıklara başladılar.” 

24 Ağustos’ta karargâhlarımızı Akşehir’den, cephe gerisindeki Şuhut kasabasına getirdik; 25 Ağustos 1922 sabahı da, savaşları yönettiğimiz“Kocatepe”nin güneybatısındaki çadırlı ordugâha gittik” diyerek anlatır. Atatürk; kuşkusuz, “Batı Cephesi Komutanı İsmet İnönü” ile birliktedir. 

Ve şöyle sürdürür: “26 Ağustos sabahı Kocatepe’de bulunuyorduk, sabah sabah 5.30’da topçu ateşiyle saldırı başladı... 

İki gün içinde (...) kilometrelerce uzunluğundaki düşman cephelerini düşürdük (...) 30 Ağustos’ta yapığımız savaş sonunda, düşmanın ana kuvvetlerini yok ettik ve tutsak kıldık; düşman ordusunun Başkomutanı General Trokopis de tutsaklar arasındaydı!” 


Evet dostlar, Atatürk, böyle yalın, özlü ve güven dolu bir söylemle dile getirir,  Ortadoğu’yu, İslam Dünyasını daha ilk adımda etkileyecek bu zaferi, yengiyi... 
Ve ordu, İzmir’e doğru ilerlerken, İzmir’deki İtilaf Devletlerinin (savaş ortaklarının) konsolosları, Atatürk’le buluşmak istiyorlardı; Atatürk, “9 Eylül1922’de, Kemalpaşa’da görüşebileceklerini bildirir.” 

Bu “davet”in sonucunu şöyle açıklar: “Gerçekten dediğim günde ben Kemalpaşa’da bulundum. Ama görüşmeyi isteyenler orada değildi!..” 


Değerli dostlar, Atatürk’ün bu vurgusu, 96 yıl önce, “yedi düvel”e yettiği gibi, bugünkülere de “içte, dışta” nerede olurlarsa olsun yeter... 

Dün, “O”nun huzurundaydılar! İnsan ister istemez düşünmeden edemiyor, “sap gibi durmak!” söylemini...

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET 

(*) Mufassal Osmanlı Tarihi, Cilt II, İskit Yayınevi (1957)

30 Ağustos 2018 Perşembe

Tarihsel déjà vu -( I - II ) / SERDAL BAHÇE - SOL

Tarihsel déjà vu (1)

Walter Benjamin kapitalizmi anlamadan faşizmi anlamanın imkânsız olduğunu vurgulamıştı. Bu belirlemeyi II. Dünya Savaşı öncesi kendi bireysel dramının da bir parçası olduğu kıtasal bir travma ortamında yapmıştı. Bugün bu belirlemenin gidişatı tersinden algılamaya yol açan bir yanılsama olduğunu vurgulamalıyız. Artık faşizmi anlamadan kapitalizmi anlamlandıramayacağımız bir çağda yaşıyoruz. Bu yazı ve devamında bunun ne anlama geldiğini açıklamaya çalışacağız. 
Ancak önce birkaç belirlemeyle başlayalım. 

Öncelikle kapitalizm sanki iki savaş arası dönemi yeniden yaşamaya başladı. Bir tür deja vu izlenimi yaratmaktadır bu durum. İki savaş arası dönem hem insanlık hem de Avrupa açısından trajediydi. Bugün yaşanan ise bir tür komedidir. Ancak her iki dönem de kapitalizmin ve emperyalizmin yönetilemez bir tür çılgınlığa sürüklendiği dönemler olmaları itibarıyla benzeşmektedir. Her iki dönem de rafine burjuva politikacıların yerini karikatürize figürlerin aldığı dönemlerdir. Her iki dönem de emperyalistler arası işbirliğinin yerini bitmemiş bir hesaplaşmanın süregiden gerilimi tarafından damgalanmıştır. Her iki dönem de yükselen ırkçılık ve yabancı düşmanlığıyla bezenmiştir. Her iki dönem de güdük burjuva temsili demokrasisinin ve onun ideolojik arka fonu burjuva liberalizminin yerle yeksan oluşuna şahitlik etmiştir. Her ki dönem de emekçilere, emekçi örgütlerine ve haklarına karşı kutsal bir savaş açıldığı dönemlerdir. Her iki dönem de insani erdemlerin hallaç pamuğu gibi atıldığı, her türden dekadansın, çürümenin ve sefihleşmenin toplumların bedenini kanser gibi sardığı dönemlerdir. 

Ancak benzerlikler yine de sınırlıdır. Bahsedildi; iki savaş arası dönem trajedidir, bugün yaşanan ise komedidir. Trajedi aynı zamanda kahramanın kendi kaderiyle yiğitçe savaşmasını da ifade eder; iki savaş arası dönem en azından Avrupa için yaygın bir iç savaş dönemidir. Bu dönemde Sovyet Devriminin de etkisiyle güçlü bir komünist damar vardır ve mücadele etmektedir. Trajedi eninde sonunda kahramanın yiğitçe direnişine rağmen karşı konulmaz kaderin önünde yok oluşu anlamına da gelmektedir; Avrupa solu iç savaşı kaybetmiştir. Sonuç kıtasal faşizm ve gericiliktir. Geriye kalan ise Ebro’nun kıyısında, Hamburg barikatlarında, Viyana varoşlarında yitip giden hayatlardan damıtılan kahramanlık hikayeleridir. Yenilgi olduğu açıktır ancak en azından yiğitlik/kahramanlık bakidir. Üstelik bu dönem özellikle entelektüel anlamda muazzam bir sıçramanın yaşandığı bir dönemdir. Ama yine de trajedidir. 

Bugün ise yiğidi ve kahramanı olmayan kirli bir savaş verilmektedir. Kapitalizm özüne dönmektedir. Emperyalist özünü dışa vurma konusunda en az 20. Yüzyıl’ın başındaki kadar pervasız ve yüzsüzdür. Libya ve Suriye’nin yok edilmesi, Irak’ın varlığının ortadan kaldırılması süreçlerine bakın. Sykes-Picot anlaşması henüz Birinci Dünya Savaşı sürerken İngiltere ve Fransa arasında imzalanan gizli bir anlaşmadır, Rus Çarlığının da oluru alınmıştır. Anlaşma gizli bir şekilde Osmanlı İmparatorluğu’nun Asya topraklarını Fransa ve İngiltere arasında paylaştırmayı, Rusya’nın önüne de birkaç kırıntı atmayı hedeflemişti. Savaş bitince hayata geçirildi ve Orta Doğu’da yılarca bitmeyecek çatışmanın da en önemli nedenlerinden biri oldu. Ancak o zamanlar emperyalistler biraz daha usturupluydu, böyle şeyleri kamuoyundan gizleyerek kotarıyorlardı. Bu türden pervasız ve utanmaz anlaşmalarına detaylarının ortaya çıkarılmasını Bolşeviklere borçluyuz. İktidara gelince gizli emperyalist anlaşmaların içeriklerini açıkladılar. 
Zaman değişti. Artık hergün yeni bir Suriye paylaşım haritasıyla karşılaşmaktayız. ABD, Rusya ve diğerleri egemenlik bölgeleri üzerindeki pazarlıkları sakınmadan açık bir şekilde yürütüyorlar. Aynı türden bir süreci Libya’da da gözlemlemiştik. Pervasızlık ve utanmazlık dönemin en asli nitelikleridir. Bir kere daha sosyalizmin çözülmesinin ağır maliyetlerini açıkça gözlemlemekteyiz. 

İki savaş arası dönem süreklileşen bir kapitalist krizin yaşandığı bir dönemdir. Bugün de çok uzun erimli bir kapitalist krizin kucağında oturmaktayız. İlkinde emperyalistler eşgüdüm mekanizmalarını işlevsizleştirmiş ve siyasal çatışmanın yanına bir de ekonomik çatışmayı eklemişlerdi. Bu gün de aynı türden bir döneme girmekteyiz. Eşgüdüm ve koordinasyon için hayata olan küresel sermaye kuruluşları sürekli erken uyarı sinyalleri vermekteler. Onlara göre uzun sürecek bir durgunluk özelikle sistemin tepesinde oturanların bilinçli olarak başlatacakları ticaret savaşları, ekonomik sabotaj ve komşunu yol politikaları aracığıyla daha da derinleşecektir.  Böylece küresel kapitalizm aynı zamanda bir yönetsel krizle de baş etmek zorunda kalacaktır.


Tarihsel déjà vu (2) 

Bir önceki yazıya başlarken artık faşizmi anlamadan kapitalizmi anlamanın imkânsız olduğu tespitini yapmıştık. Devamında ise içinde yaşadığımız çağın giderek iki savaş arası dönemi anımsattığını da vurgulamıştık (Cumhuriyet gazetesinde üstat Ergin Yıldızoğlu da aynı belirlemeyi yapmış, o da bir tür tarihsel deja vu tespit etmiş, Cumhuriyet, 13 Ağustos). Şimdi bu tezleri biraz daha detaylandırma vaktidir. 

Öncelikle bir teşhisle başlayalım. II. Dünya Savaşı’nın bitiminden 1980’lerin başlarına kadar kapitalizmin ve emperyalizmin ulusal ve küresel yapılanması hem sağdan hem de soldan araştırmacıların kafasını fena halde karıştırmaktadır. Kapitalizmin çekingen ve pek de yeni fikirlere sahip olmayan reformatörü Keynes’in adına yazılan bu dönem kapitalizm için anomalidir (1936’da Keynes’in magnum opusu Genel Teori yayınlandığında kitap hakkında fikirleri sorulan Şikago okulunun gurusu sağcı iktisatçı Frank Knight “Keynes pek çok yeni ve pek çok doğru fikre sahip; ancak yeni olanlar doğru değil, doğru olanlar da yeni değil” cevabını vermiştir). Anomalidir, çünkü çok özgün ekonomik, tarihsel, toplumsal ve küresel şartların bileşimiyle ortaya çıktı. Bu nedenle tekrarlanamaz, sırf bu nedenle her kapitalist krizde Keynes’in ruhunu mezarından çağırmaya yönelik sol reformcu çağrılar nafile çabalardır. Başka bir ifadeyle, gayrı insani arzuları gemlenmiş, yola getirilmiş ve ehilleştirilmiş bir kapitalizmi tesis etmek artık nerdeyse imkânsızdır. Bugün yaşadığımız ve iki savaş arası dönemdeki deneyim aslında kapitalizmin öz gerçekliğidir; başkaca bir kapitalizm yoktur. Sadece ve sadece bu nedenle faşizmi anlamadan kapitalizmi anlamak mümkün değildir. 

Şu itiraz gelebilir; ama iki savaş arası dönemde sosyalist bir gerçeklik olarak SSCB var idi. Doğru SSCB varlığıyla Avrupa iç savaşında çok belirleyici bir unsura dönüştü ancak özellikle liberal burjuva demokrasileri İngiltere ve Fransa tarafından çabucak marjinalize edildi. Örnek olsun Nazi Almanya’nın I. Dünya Savaşı sonrası dünya ve Avrupa’nın siyasi statükosunu belirleyen temel anlaşmalar aleyhine doğuya doğru her saldırgan adımında düzenlenen ve aslında hiçbir sonuç üretmeyen uluslararası toplantıların hiçbirine SSCB çağrılmadı. Oysa Nazi Almanya sürekli olarak doğuya doğru ilerliyordu.  Başka bir örnek daha verilebilir. Naziler önce Avusturya’yı, sonra Slovakya’yı, sonra da Çek bölgesini egemenlik altına alınca Doğu Avrupa’da SSCB olmadan bir savunma hattı kurulamayacağı  gerçeğini kabullenmek zorunda kalan Fransız hariciyesi, savaşı tetikleyecek Polonya işgalinin hemen öncesinde Moskova’ya bir heyet gönderdi. Anca bu oldukça ciddiyetten uzak bir adımdı. Çünkü yola çıkan heyet, durumun aciliyetinin tüm gerekleriyle dalga geçer şekilde, sanki uzaktaki yazlığa arabayla giden bir aile gibi her yerde uzun süreli molalar verdi. Stalin ve Sovyet hariciyesi gerekli dersi çabucak çıkarttı ve hala sosyalistlerin büyük bir bölümü için bir tür muamma ve trajedi olarak duran Molotov-Ribbentorp paktını imzaladı. Kısacası SSCB bu dönemde henüz yeni sosyalist cumhuriyeti tüm iç ve dış baskılara karşı ayakta tutma savaşı veren ve dış dünyadaki etkinliği çok sınırlı bir faktördü. 

İki savaş arası dönemde küresel kapitalizm sabit döviz kuru ve sermaye hareketleri serbestisi üzerine kuruluydu. Pratik kafalı iktisatçılar imkansız üçleme demektedir; eğer bu ikisi varsa kapitalist devletler bağımsız para politikası uygulayamıyorlar. Diğer bir deyişle piyasadaki para arzını belirleme yetisine sahip değiller. Bu ise altın standardına kıskanç bir şekilde bağlılıktan kaynaklanıyor. Ulusal para birimi belirli bir miktarda altını temsil etmektedir. Böylece devletler ellerindeki altın kadar para sürebilmekteydiler. Eğer altın miktarı artmıyorsa ve üretim artıyorsa sonuç mutlak deflasyon yani mutlak fiyat düşüşü anlamına gelmektedir. Her şeyin fiyatı eşit derecede düşerse kapitalistler açısından bir sorun yoktur. Ancak Marx’ın da teşhisiyle çok özel bir meta olan emek gücünün fiyatı herhangi bir malın fiyatına benzemez. Özellikle iki savaş arası dönemin özellikle başlarında giderek güçlenen komünist, sosyalist ve sendikalist hareketlerden dolayı böyle bir adımı atmaya çalışmak kuşkusuz yoğun bir sınıfsal çatışmayı göze almak anlamına gelecekti. Nitekim iki savaş arası iç savaşın önemli unsurlarından ikisi çok sayıda grev ve yükselen işçi militanlığı olacaktı. İki savaş arası dönem deflasyonist bir dönemdi ve deflasyon sermaye açısından enflasyona nazaran bir tür kâbus anlamına gelmekteydi. Ücretleri parasal olarak düşürme zorunluluğu ortaya çıkıyordu ve örgütlü işçi sınıfına bu almaşığı kabul ettirmek çok zordu. İrili ufaklı sermaye gruplarının en sağ seçeneklere yönelmesinin altında biraz da bu sıkışmışlık vardı. Ancak deflasyonist ekonomik baskının ilk elden muhatapları köylüler ve küçük üreticilerdi. Bu sınıfların ürettikleri malların fiyatları hem ulusal hem de küresel dalgalanmalara karşı oldukça hassastı. 1920’lerin büyük bir bölümü ve 1930’larda hem tarımsal ürünlerin hem de küçük üretime konu malların fiyatları tepe aşağı düştü. Bu sınıflar giderek aldıkları mallara sattıkları mallardan daha fazla ödemek zorunda kaldılar ve muazzam bir borç yükünün altına girdiler. Bu güvensizlik ve çaresizlik özellikle Orta ve Doğu Avrupa’da bu sınıfları doğrudan faşistlerin kucağına itti. Örneğin Nazilerin oy oranlarını en çok yükselttikleri 1933 seçimlerine yönelik araştırmalar özelikle Güney ve Doğu Almanya’daki köylülerin silme Nazilere oy verdiklerini göstermektedir. 

Bu sınıflara yönelik gerici retorik istikrarsızlığın solcu ve hıyanet içindeki unsurlardan geldiği tezini sürekli işledi. “İstikrar” kavramının ve arayışının faşizmin gözde silahı haline gelmesi bu süreçte gerçekleşti. 

Devamı gelecek yazıda…..

Serdal Bahçe / SOL