Tarihsel déjà vu (1)
Walter Benjamin kapitalizmi anlamadan faşizmi anlamanın imkânsız olduğunu vurgulamıştı. Bu belirlemeyi II. Dünya Savaşı öncesi kendi bireysel dramının da bir parçası olduğu kıtasal bir travma ortamında yapmıştı. Bugün bu belirlemenin gidişatı tersinden algılamaya yol açan bir yanılsama olduğunu vurgulamalıyız. Artık faşizmi anlamadan kapitalizmi anlamlandıramayacağımız bir çağda yaşıyoruz. Bu yazı ve devamında bunun ne anlama geldiğini açıklamaya çalışacağız.
Ancak önce birkaç belirlemeyle başlayalım.
Öncelikle kapitalizm sanki iki savaş arası dönemi yeniden yaşamaya başladı. Bir tür deja vu izlenimi yaratmaktadır bu durum. İki savaş arası dönem hem insanlık hem de Avrupa açısından trajediydi. Bugün yaşanan ise bir tür komedidir. Ancak her iki dönem de kapitalizmin ve emperyalizmin yönetilemez bir tür çılgınlığa sürüklendiği dönemler olmaları itibarıyla benzeşmektedir. Her iki dönem de rafine burjuva politikacıların yerini karikatürize figürlerin aldığı dönemlerdir. Her iki dönem de emperyalistler arası işbirliğinin yerini bitmemiş bir hesaplaşmanın süregiden gerilimi tarafından damgalanmıştır. Her iki dönem de yükselen ırkçılık ve yabancı düşmanlığıyla bezenmiştir. Her iki dönem de güdük burjuva temsili demokrasisinin ve onun ideolojik arka fonu burjuva liberalizminin yerle yeksan oluşuna şahitlik etmiştir. Her ki dönem de emekçilere, emekçi örgütlerine ve haklarına karşı kutsal bir savaş açıldığı dönemlerdir. Her iki dönem de insani erdemlerin hallaç pamuğu gibi atıldığı, her türden dekadansın, çürümenin ve sefihleşmenin toplumların bedenini kanser gibi sardığı dönemlerdir.
Ancak benzerlikler yine de sınırlıdır. Bahsedildi; iki savaş arası dönem trajedidir, bugün yaşanan ise komedidir. Trajedi aynı zamanda kahramanın kendi kaderiyle yiğitçe savaşmasını da ifade eder; iki savaş arası dönem en azından Avrupa için yaygın bir iç savaş dönemidir. Bu dönemde Sovyet Devriminin de etkisiyle güçlü bir komünist damar vardır ve mücadele etmektedir. Trajedi eninde sonunda kahramanın yiğitçe direnişine rağmen karşı konulmaz kaderin önünde yok oluşu anlamına da gelmektedir; Avrupa solu iç savaşı kaybetmiştir. Sonuç kıtasal faşizm ve gericiliktir. Geriye kalan ise Ebro’nun kıyısında, Hamburg barikatlarında, Viyana varoşlarında yitip giden hayatlardan damıtılan kahramanlık hikayeleridir. Yenilgi olduğu açıktır ancak en azından yiğitlik/kahramanlık bakidir. Üstelik bu dönem özellikle entelektüel anlamda muazzam bir sıçramanın yaşandığı bir dönemdir. Ama yine de trajedidir.
Bugün ise yiğidi ve kahramanı olmayan kirli bir savaş verilmektedir. Kapitalizm özüne dönmektedir. Emperyalist özünü dışa vurma konusunda en az 20. Yüzyıl’ın başındaki kadar pervasız ve yüzsüzdür. Libya ve Suriye’nin yok edilmesi, Irak’ın varlığının ortadan kaldırılması süreçlerine bakın. Sykes-Picot anlaşması henüz Birinci Dünya Savaşı sürerken İngiltere ve Fransa arasında imzalanan gizli bir anlaşmadır, Rus Çarlığının da oluru alınmıştır. Anlaşma gizli bir şekilde Osmanlı İmparatorluğu’nun Asya topraklarını Fransa ve İngiltere arasında paylaştırmayı, Rusya’nın önüne de birkaç kırıntı atmayı hedeflemişti. Savaş bitince hayata geçirildi ve Orta Doğu’da yılarca bitmeyecek çatışmanın da en önemli nedenlerinden biri oldu. Ancak o zamanlar emperyalistler biraz daha usturupluydu, böyle şeyleri kamuoyundan gizleyerek kotarıyorlardı. Bu türden pervasız ve utanmaz anlaşmalarına detaylarının ortaya çıkarılmasını Bolşeviklere borçluyuz. İktidara gelince gizli emperyalist anlaşmaların içeriklerini açıkladılar.
Zaman değişti. Artık hergün yeni bir Suriye paylaşım haritasıyla karşılaşmaktayız. ABD, Rusya ve diğerleri egemenlik bölgeleri üzerindeki pazarlıkları sakınmadan açık bir şekilde yürütüyorlar. Aynı türden bir süreci Libya’da da gözlemlemiştik. Pervasızlık ve utanmazlık dönemin en asli nitelikleridir. Bir kere daha sosyalizmin çözülmesinin ağır maliyetlerini açıkça gözlemlemekteyiz.
İki savaş arası dönem süreklileşen bir kapitalist krizin yaşandığı bir dönemdir. Bugün de çok uzun erimli bir kapitalist krizin kucağında oturmaktayız. İlkinde emperyalistler eşgüdüm mekanizmalarını işlevsizleştirmiş ve siyasal çatışmanın yanına bir de ekonomik çatışmayı eklemişlerdi. Bu gün de aynı türden bir döneme girmekteyiz. Eşgüdüm ve koordinasyon için hayata olan küresel sermaye kuruluşları sürekli erken uyarı sinyalleri vermekteler. Onlara göre uzun sürecek bir durgunluk özelikle sistemin tepesinde oturanların bilinçli olarak başlatacakları ticaret savaşları, ekonomik sabotaj ve komşunu yol politikaları aracığıyla daha da derinleşecektir. Böylece küresel kapitalizm aynı zamanda bir yönetsel krizle de baş etmek zorunda kalacaktır.
Tarihsel déjà vu (2)
Bir önceki yazıya başlarken artık faşizmi anlamadan kapitalizmi anlamanın imkânsız olduğu tespitini yapmıştık. Devamında ise içinde yaşadığımız çağın giderek iki savaş arası dönemi anımsattığını da vurgulamıştık (Cumhuriyet gazetesinde üstat Ergin Yıldızoğlu da aynı belirlemeyi yapmış, o da bir tür tarihsel deja vu tespit etmiş, Cumhuriyet, 13 Ağustos). Şimdi bu tezleri biraz daha detaylandırma vaktidir.
Öncelikle bir teşhisle başlayalım. II. Dünya Savaşı’nın bitiminden 1980’lerin başlarına kadar kapitalizmin ve emperyalizmin ulusal ve küresel yapılanması hem sağdan hem de soldan araştırmacıların kafasını fena halde karıştırmaktadır. Kapitalizmin çekingen ve pek de yeni fikirlere sahip olmayan reformatörü Keynes’in adına yazılan bu dönem kapitalizm için anomalidir (1936’da Keynes’in magnum opusu Genel Teori yayınlandığında kitap hakkında fikirleri sorulan Şikago okulunun gurusu sağcı iktisatçı Frank Knight “Keynes pek çok yeni ve pek çok doğru fikre sahip; ancak yeni olanlar doğru değil, doğru olanlar da yeni değil” cevabını vermiştir). Anomalidir, çünkü çok özgün ekonomik, tarihsel, toplumsal ve küresel şartların bileşimiyle ortaya çıktı. Bu nedenle tekrarlanamaz, sırf bu nedenle her kapitalist krizde Keynes’in ruhunu mezarından çağırmaya yönelik sol reformcu çağrılar nafile çabalardır. Başka bir ifadeyle, gayrı insani arzuları gemlenmiş, yola getirilmiş ve ehilleştirilmiş bir kapitalizmi tesis etmek artık nerdeyse imkânsızdır. Bugün yaşadığımız ve iki savaş arası dönemdeki deneyim aslında kapitalizmin öz gerçekliğidir; başkaca bir kapitalizm yoktur. Sadece ve sadece bu nedenle faşizmi anlamadan kapitalizmi anlamak mümkün değildir.
Şu itiraz gelebilir; ama iki savaş arası dönemde sosyalist bir gerçeklik olarak SSCB var idi. Doğru SSCB varlığıyla Avrupa iç savaşında çok belirleyici bir unsura dönüştü ancak özellikle liberal burjuva demokrasileri İngiltere ve Fransa tarafından çabucak marjinalize edildi. Örnek olsun Nazi Almanya’nın I. Dünya Savaşı sonrası dünya ve Avrupa’nın siyasi statükosunu belirleyen temel anlaşmalar aleyhine doğuya doğru her saldırgan adımında düzenlenen ve aslında hiçbir sonuç üretmeyen uluslararası toplantıların hiçbirine SSCB çağrılmadı. Oysa Nazi Almanya sürekli olarak doğuya doğru ilerliyordu. Başka bir örnek daha verilebilir. Naziler önce Avusturya’yı, sonra Slovakya’yı, sonra da Çek bölgesini egemenlik altına alınca Doğu Avrupa’da SSCB olmadan bir savunma hattı kurulamayacağı gerçeğini kabullenmek zorunda kalan Fransız hariciyesi, savaşı tetikleyecek Polonya işgalinin hemen öncesinde Moskova’ya bir heyet gönderdi. Anca bu oldukça ciddiyetten uzak bir adımdı. Çünkü yola çıkan heyet, durumun aciliyetinin tüm gerekleriyle dalga geçer şekilde, sanki uzaktaki yazlığa arabayla giden bir aile gibi her yerde uzun süreli molalar verdi. Stalin ve Sovyet hariciyesi gerekli dersi çabucak çıkarttı ve hala sosyalistlerin büyük bir bölümü için bir tür muamma ve trajedi olarak duran Molotov-Ribbentorp paktını imzaladı. Kısacası SSCB bu dönemde henüz yeni sosyalist cumhuriyeti tüm iç ve dış baskılara karşı ayakta tutma savaşı veren ve dış dünyadaki etkinliği çok sınırlı bir faktördü.
İki savaş arası dönemde küresel kapitalizm sabit döviz kuru ve sermaye hareketleri serbestisi üzerine kuruluydu. Pratik kafalı iktisatçılar imkansız üçleme demektedir; eğer bu ikisi varsa kapitalist devletler bağımsız para politikası uygulayamıyorlar. Diğer bir deyişle piyasadaki para arzını belirleme yetisine sahip değiller. Bu ise altın standardına kıskanç bir şekilde bağlılıktan kaynaklanıyor. Ulusal para birimi belirli bir miktarda altını temsil etmektedir. Böylece devletler ellerindeki altın kadar para sürebilmekteydiler. Eğer altın miktarı artmıyorsa ve üretim artıyorsa sonuç mutlak deflasyon yani mutlak fiyat düşüşü anlamına gelmektedir. Her şeyin fiyatı eşit derecede düşerse kapitalistler açısından bir sorun yoktur. Ancak Marx’ın da teşhisiyle çok özel bir meta olan emek gücünün fiyatı herhangi bir malın fiyatına benzemez. Özellikle iki savaş arası dönemin özellikle başlarında giderek güçlenen komünist, sosyalist ve sendikalist hareketlerden dolayı böyle bir adımı atmaya çalışmak kuşkusuz yoğun bir sınıfsal çatışmayı göze almak anlamına gelecekti. Nitekim iki savaş arası iç savaşın önemli unsurlarından ikisi çok sayıda grev ve yükselen işçi militanlığı olacaktı. İki savaş arası dönem deflasyonist bir dönemdi ve deflasyon sermaye açısından enflasyona nazaran bir tür kâbus anlamına gelmekteydi. Ücretleri parasal olarak düşürme zorunluluğu ortaya çıkıyordu ve örgütlü işçi sınıfına bu almaşığı kabul ettirmek çok zordu. İrili ufaklı sermaye gruplarının en sağ seçeneklere yönelmesinin altında biraz da bu sıkışmışlık vardı. Ancak deflasyonist ekonomik baskının ilk elden muhatapları köylüler ve küçük üreticilerdi. Bu sınıfların ürettikleri malların fiyatları hem ulusal hem de küresel dalgalanmalara karşı oldukça hassastı. 1920’lerin büyük bir bölümü ve 1930’larda hem tarımsal ürünlerin hem de küçük üretime konu malların fiyatları tepe aşağı düştü. Bu sınıflar giderek aldıkları mallara sattıkları mallardan daha fazla ödemek zorunda kaldılar ve muazzam bir borç yükünün altına girdiler. Bu güvensizlik ve çaresizlik özellikle Orta ve Doğu Avrupa’da bu sınıfları doğrudan faşistlerin kucağına itti. Örneğin Nazilerin oy oranlarını en çok yükselttikleri 1933 seçimlerine yönelik araştırmalar özelikle Güney ve Doğu Almanya’daki köylülerin silme Nazilere oy verdiklerini göstermektedir.
Bu sınıflara yönelik gerici retorik istikrarsızlığın solcu ve hıyanet içindeki unsurlardan geldiği tezini sürekli işledi. “İstikrar” kavramının ve arayışının faşizmin gözde silahı haline gelmesi bu süreçte gerçekleşti.
Devamı gelecek yazıda…..
Serdal Bahçe / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder