T-24 "Köşebaşı + Gündem" -5 Mayıs 2025-

Suriye ‘asıl depreme’ doğru adım adım -Akdoğan Özer-

Geçen aralık ayında “öncü deprem” ile sarsılan Suriye’de geçen hafta yaşananlar sonucu tüm göstergeler ülkedeki etno-tektonik bazı fay hatlarının İsrail tarafından “asıl depreme” doğru tetiklendiğine işaret ediyor.

Heyet Tahriru’ş Şam (HTŞ) güçlerinin Cevlani önderliğinde Halep’ten sonra Şam’a girerek kendilerini Suriye Savaşı’nın muzafferi ilan ettiği günlerde kaleme aldığım 9 Aralık 2024 tarihli Suriye yazımda şöyle sormuştum:

“Suriye’deki bu şiddetli sarsıntı asıl deprem mi, yoksa öncü mü?”

İsrail’in, geçen cuma günü Suriye başkenti Şam’daki Cumhurbaşkanlığı Sarayı yakınlarındaki bir noktayı da vurmasıyla, asıl depremin daha gelmediğini, geçen Aralık’ta aslında ana fayda bir “tetiklenme” yaşadığımızı bir kere daha anlamış olduk. Böylece, ABD desteğindeki Kürt grupların kontrolündeki Fırat’ın doğusunu hariç tutarsak, İsrail Hava Kuvvetleri’nin Suriye topraklarında vurmadıkları yer kalmamış oldu. Şam, Lazkiye, Dera, Kuneytra, Hama, Süveyda, hatta, Ankara’nın da zamanında çok sayıda askeri kontrol noktası oluşturduğu, İdlib ve Halep derken, Başkanlık Sarayı yakınları da bu hava saldırılarından nasibini aldı.

Suriye topraklarında Beşşar Esad’ın ülkeden ayrılmasından bu yana gerçekleşen İsrail saldırılarının belki de en kritik adımında, bu kez başkent Şam’daki Cumhurbaşkanlığı Sarayı yakınlarında bir hedef vurularak aslında rejime “silahını eline alma, yoksa” şeklinde açık bir mesaj verilmiş oldu.

Uluslararası örgütlerin tamamen seyirci kaldığı bir ortamda Suriye’nin özellikle askeri yapısını imha etmeye dönük saldırılarını hız kesmeden sürdüren İsrail, böylelikle ülkeyi parçalamanın zeminini hazırlama, uluslararası ilişkilerde zaafa uğratmaya çalışma gayretlerinde vites yükseltmiş oldu.

Şeref sayısı bile yok

İsrail’in Suriye’ye yönelik saldırılarıyla ilgili birtakım rakamları Middle East Institute’ün Terörle Mücadele ve Suriye Programları Direktörü Charles Lister verdi geçen gün. Lister’in son 1 haftadaki saldırıları dahil etmeden verdiği rakamlara bakılırsa…

* İsrail Suriye'ye 786 hava ve topçu saldırısı ile 226 kara saldırısı gerçekleştirdi. Ayrıca, 1974'ten bu yana ilk kez Golan Tepeleri'ndeki işgalini genişletti.

* Suriye'den İsrail'e gerçekleşen saldırı sayısı ise 0. Yani amiyane futbol tabiriyle, Ahmed el-Şara yönetiminin İsrail’e karşı “şeref sayısı” bile yok.

“Birden fazla İsrail”

Aylar önceki “Suriye ‘tiyatrosunda’ ikinci perde” başlıklı bir T24 yazımda şöyle demiştim:

“Alevi katliamlarının yaşandığı bölgede birileri sahadaki koşulları olgunlaştırmakla (!) meşgul. Yaklaşmakta olan yeni fırtına bir İsrail yayılmacılığından ziyade, bölgede “birden fazla İsrail” görebileceğimiz sonuç üretirse şaşırmamak lazım.”

“Birden fazla İsrail” iddiasının sürdürülmesine olanak tanıyan son gelişmelere dair diğer bazı bilgileri de ben özetle aktarayım:

* IŞİD saflarında savaşmış pek çok Suriyeli, kimi örneklerde IŞİD pazıbentlerini çıkarmaya dahi gerek duymadan kendilerine ülkenin yeni güvenlik güçleri içinde yer buldu.

* Geçici Suriye rejimi ile Kürt grupların önderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) arasında gerçekleştirilen 10 Mart tarihli anlaşmanın uygulanmasındaki aksaklıkların artması anlaşmanın çöküşün eşiğine geldiğine yönelik iddiaların güçlenmesine sebep oldu.

* Aleviler hem ordudan hem de kamu görevlerinden uzaklaştırıldılar. Mart ayı başlarında Alevilere karşı büyük bir katliam başladı. Katliam korkusuyla on binlerce Alevi evlerini terk etti.

* Ülkenin kıyı kesimlerinde eski yönetime sadık olduğu ileri sürülen bazı unsurlara karşı sürdürülen kıyım sonucunda Aleviler hamisiz bırakılmaya çalışıldı.

Jerusalem Post gazetesi, Alevilerin “cihatçı vahşete karşı İsrail'in yardımına ihtiyacımız var” şeklinde yardım çığlığı attıklarını ileri sürdü.

* Güneyde de ilginç gelişmeler oldu. Hafta başında Hz. Muhammed'i eleştiren bir ses kaydının sosyal medyada yayılmasının ardından rejim güçleriyle silahlı Dürzi gruplar arasında patlak veren çatışmalar da, Lister’in aktardığı rakamlara bakılırsa, son bir hafta içinde 47 Dürzi milisin yanı sıra 28 kolluk kuvveti hayatını kaybetti: Ayrıca çatışmalarda 14, İsrail’in drone saldırılarında 4 sivil öldü.

* İsrail’in rejimin baskısı altında olduklarını savunan bazı Dürzi grupların hamisi olarak belirmeye çalıştığı görüldü. Bazı Dürzi gruplarının İsrail’in desteğini arkasına alarak Şam güçleriyle çatışmak için hazırlık yaptığı ileri sürüldü. Suriye’nin güneyindeki Süveyda’da genel seferberlik ilan eden ve Şam güçlerine ait askerî konvoyların kente girişini engellemek amacıyla ana meydanlara konuşlanan Dürzi gruplar bağımsızlık istiyor.

* Cumhurbaşkanlığı Sarayı yakınlarında bir noktanın bombalanması da İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar’ın, uluslararası topluma “Suriye'deki azınlıkları, özellikle de Dürzileri rejim ve terör çetelerinden korumak için üzerine düşen görevi yerine getirme” çağrısında bulunmaya davet eden perşembe günkü demecinin bir gün sonrasında geldi.

Dürzilere hamilik

Süveyda’da yaklaşık 380 bin Dürzi yaşıyor. Suriye'deki geçiş hükümetini “Şam'ı zorla ele geçiren İdlib çıkışlı bir terör örgütü” olarak gören İsrail’in aşamalı yayılmacılık planının Dürzi’lerin yaşadığı bölgeleri kendi güvenliği için tampon bölge ilan ederek topraklarına katmak istemesi yeni bir şey değil. Yalnız sorun şu ki, İsrail işgali altındaki Golan Tepeleri ile Süveyda arasında Dera bölgesi bulunuyor ve burada 1,3 milyonu aşan sayıda Sünni Müslüman yaşıyor. İsrail’in bu coğrafi ve demografik engeli “aşmaya” kalkması, buradaki insanları göçe zorlaması büyük kan dökülmesi demek. Ama sınırlarını Dera, Kuneytra ve hatta Suveyda’yı da içerecek şekilde- Golan’ın da ötesine taşırmak için- zaman kollayan İsrail bu yolda kendisini destekleyen Sünni gruplar da bulma ya da yaratma yoluna gidebilir mi? Gidebilir elbette, çünkü geçmişte buldu. Nasıl, anlatayım.

Genişleme planlarının geçmişi

İsrail’in Suriye topraklarına yönelik tasarrufu, hiçbir zaman 5 Haziran 1967'den bu yana işgal altında tuttuğu stratejik Golan Tepeleri ile sınırlı olmadı. Tel Aviv’in Suriye’nin güneyinde 40 km derinliğinde bir tampon bölge oluşturmayı planladığı ve bu amaçla Suriye’deki bazı cihatçı gruplarla iş birliği yaptığını ilk olarak 2018’de öğrenmiştik. Buna 2024 yılı Aralık ayı başlarındaki “Orta Doğu’da Arap Sonbaharı” başlıklı yazımda da değinmiştim. ABD merkezli bir “yeni medya” kuruluşunda bundan 7 yıl önce “Israel’s ‘Safe Zone’ is Creeping Farther Into Syria başlığıyla kaleme alınan bir makalede, Tel Aviv yönetiminin bu amaçla üç aşamalı bir plan geliştirdiğinin altı çiziliyordu.

Söz konusu 3-aşamalı plan uyarınca küçük bir İsrail birliği ile istihbarat personeli 2017 yılı Temmuz ayında Suriye’nin Ürdün sınırına yakın Batı Dera kırsalına geçmiş ve ABD ile Ürdün’ün desteğiyle Dera ve Kuneytra bölgesinde savaşmakta olan Liva Ceydur Horan ile Ceyş’ül Ebabil adlı iki Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) grubunun komutanlarıyla buluşmuştu. İddiaya göre, İsrailli yetkililer Eylül 2017’de de Liva Caydur, Fursan el-Culan ve Suriye Devrimciler Cephesi (Cebhet Suvvar Suriye) gibi (Ankara desteğindeki eski Özgür Suriye Ordusu yapısıyla karıştırılmaması gereken bir başka silahlı yapı olan) ÖSO gruplarıyla Kuneytra’nın güneyindeki Rafid kasabasında görüşmeler gerçekleştirmişti.

Cihatçılara destek

Bir ÖSO komutanının Intercept’e aktardığı bilgilere bakılırsa, ülkenin güneyinde hükümete karşı savaşan bu militanlar, Ürdün’deki ABD Askeri Operasyon Merkezi (MOC) kendilerine yönelik askeri desteğini kestikten sonra gerek silah ve teçhizat gerekse de parasal desteğini İsrail’den karşılama yoluna gitmişlerdi. İsrail ordusu söz konusu güvenli bölge oluşturma planının ikinci safhası için Fursan el-Culan örgütünün militanlarından oluşan 500 kişilik bir grubu sınır muhafız gücü olarak konuşlandırmak üzere bir eğit/donat programı dahi yürürlüğe koymuştu. Sınır muhafızlarının Golan Tepeleri’nin Suriye tarafındaki Dürzi kenti Hadar’ın güneyinden başlayarak, güneye doğru inen, ÖSO denetimindeki Cubata el Keseb, Ber Acem, Hamidiye ve Kuneytra’nın güney kırsalındaki Rafid kasabasına kadar olan hat üzerinde devriye görevi yapacağı ileri sürülüyordu. İsrail’in planın üçüncü aşamasında da güvenli bölgeyi 40 km derinliğe ulaştıracağı savunuluyordu. Tel Aviv’in ÖSO ile ilişkisi de o zaman da çok yeni ve çok sürpriz değildi.

Tamponun tamponunun tamponu

Öte yandan, Wall Street Journal gazetesinden Rory Jones, Noam Raydan ve Suha Ma’ayeh, 2017 yılı Haziran ayında yaptıkları “Israel Gives Secret Aid to Syrian Rebels” başlıklı haberlerinde, İsrail’in Suriye’nin güney cephesindeki silahlı gruplara gıda, ilaç ve yakıt desteğinin yanı sıra nakit para yardımı da yaptığını ortaya koymuşlardı. Haberde açıklamalarına yer verilen Furkan el Culan grubunun sözcülerinden Mutasım el Culani, “İsrail kahramanca yanımızda durdu. Onların yardımı olmasaydı ayakta kalamazdık,” diyordu.

Şam’ın HTŞ güçlerinin eline geçmesinin hemen akabinde İsrail’in sanki baş aktörmüş gibi (!) cihatçılardan rol çalıp sahaya inmesi “hoş olmaz,” “iyi görüntü vermez” idi belki. Zaten cihatçılar ve onların destekçileri bir “zafer” havası yaşamalıydılar. Ayrıca İsrail bu zaman zarfında sahaya inmeye değil sessiz sedasız gerçekleştirdiği hava saldırılarıyla Suriye’nin askeri altyapısını imha etmeye odaklanmıştı. Ama tabii 1974 yılı tarihli Kuvvetlerin Ayrıştırılması Anlaşması'nın çöktüğünü iddia ederek geçen Aralık ayında Golan Tepeleri’ndeki işgalini genişlettiğini de unutmayalım. Yani Tel Aviv yönetimi, Suriye’de tampon bölgenin tampon bölgesini oluşturdu. Şimdi de o tampon bölgenin tampon bölgesinin tampon bölgesini oluşturmak üzere sahaya ineceği günün gelmesi için çalışıyor. Dürzileri HTŞ’nin hedefine koyan bir kışkırtma planının parçası olarak Süveyda’daki bazı Dürzi gruplara silah ve insani yardım ulaştırıyor.

İsrail Genelkurmay Başkanı Eyal Zamir’in kabineye dün sunduğu ve 48 saat içinde on binlerce yedek askeri seferber etmeyi içeren yeni planı belki Gazze’deki kıyımı şiddetlendirmeyi hedefliyor. Ancak Tel Aviv’in sıraya mart ayındaki bir yazımda “ülkedeki durum bize biraz Irak’ta 2014 yılındaki durumu ve IŞİD’in pozisyonunu anımsatıyor” dediğim Suriye topraklarını koymadığının hiçbir garantisi yok.

                                                                /././

Uzlaşma başvurusu yaptım diyerek dava açma süresini kaçırmayın…-Murat Batı-

Tebliğ edilen vergi/ceza ihbarnamelerinde yer alan vergilerin aslı ve cezalar için önce uzlaşma hakkınızı kullanmak istiyorsanız tebliğ tarihinden itibaren verginin aslını dava konusu yapıp; cezalar için ise uzlaşma vaki olmadığı zaman ek dava açma süresini kullanarak dava açabilirsiniz.

Uzlaşma, vergi idaresi ile kesilecek ceza hususunda anlaşmak için başvurabilecek idari bir çözüm yoludur. VUK ek m.1 ilâ ek m.12 arasında düzenlenen uzlaşma müessesesi esasında iki türlüdür. Bunlardan biri tarhiyat öncesi uzlaşma diğeri tarhiyat sonrası uzlaşmadır.

Uzlaşma, mükelleflerin ikmalen, re’sen ya da idarece tarh edilen vergilere ilişkin kesilen vergi ziyaı cezaları ile 2025 yılı için 33 bin TL’yi aşan usulsüzlük ve özel usulsüzlük cezaları konusunda yargı yoluna başvurmadan, vergi idaresi ile anlaşmak amacıyla başvurabilecekleri idari bir çözüm yoludur.

Uzlaşmanın konusuna vergilerin asılları da girmekteydi lakin 2 Ağustos 2024 itibariyle verginin aslı uzlaşma kapsamı dışına çıkartıldı.

Daha basit bir ifadeyle bundan sonra vergilerin asılları üzerinde uzlaşma yapılmayacak. Vergi ziyaı cezasının tutarı ne kadar olursa olsun uzlaşma kapsamında olduğu halde 33 bin lirayı aşmayan genel ve özel usulsüzlük cezaları ise uzlaşma kapsamında değildir. 33 bin liralık sınır her sene yeniden değerleme oranı kadar artırılacak. Yani uzlaşmanın konusuna vergi ziyaı cezası ile 33 bin lirayı aşan genel ve özel usulsüzlük cezaları girer; vergi aslı girmez. Buna ilaveten VUK m.359’da (kaçakçılık) yazılı fiillerle vergi ziyaına sebebiyet verilmesi halinde kesilen ceza ile bu fiillere iştirak edenlere kesilen ceza uzlaşma kapsamı dışınadır. 

Buraya kadar tamam sanıyorum. Ancak 2 Ağustos’ta yapılan değişiklikle vergilerin aslı uzlaşma dışına çıkartıldığından önemli bir hususa dikkat çekilmesi gerekmektedir.

Şöyle ki;

VUK ek m.7 uyarınca süresi içinde tarhiyat sonrası uzlaşma talebinde bulunan mükellef veya ceza muhatabı, uzlaşma talep ettiği ceza için ancak uzlaşma vaki olmadığı yani uzlaşmaya katılıp anlaşamazsa/uzlaşamazsa dava açma yoluna gidebilir. Mükellef veya ceza muhatabı aynı ceza için uzlaşma talebinden önce dava açmışsa dava, uzlaşma işleminin sonuca bağlanmasından önce vergi mahkemelerince incelenmez; herhangi bir sebeple incelenir ve karara bağlanırsa bu karar hükümsüz sayılır. Uzlaşmanın vaki olması halinde mükellef, üzerinde uzlaşılan cezaya karşı dava açamaz.

Uzlaşmanın vaki olmaması halinde mükellef veya ceza muhatabı kesilen cezaya, uzlaşmanın vaki olmadığına dair tutanağın kendisine tebliğinden itibaren yetkili vergi mahkemesi nezdinde dava açabilir. Bu takdirde, dava açma süresi bitmiş veya 15 günden az kalmış ise dava açma süresi tutanağın tebliği tarihinden itibaren 15 gün uzar.

Özetle uzlaşmaya başvurmak dava açma hakkını engellemez. Mükellef, tebliğ edilen ceza ihbarnamesine karşı tebliğ tarihini takip eden günden itibaren 30 gün içinde uzlaşma isteğinde bulunulabilir. Süresi içinde uzlaşma talebinde bulunan mükellef, uzlaşma talep ettiği ceza için uzlaşma vaki olmadığı takdirde dava açma yoluna gidebilir. Uzlaşmanın vaki olması halinde mükellef, uzlaşmaya varılan cezaya karşı dava açamaz. Mükellefin uzlaşma talebinden önce dava açmış olması durumunda uzlaşmaya varıldığı hususu ilgili mahkemeye bildirilir ve davanın incelenmeksizin reddolunması sağlanır. Uzlaşmanın vaki olmaması halinde mükellef, kesilen cezaya uzlaşmanın vaki olmadığına dair düzenlenen ve kendisine tebliğ olunan tutanağın tebliğinden itibaren yetkili vergi mahkemesi nezdinde dava açabilir. Bu takdirde dava açma süresi bitmiş veya 15 günden az kalmış ise bu süre tutanağın tebliğ tarihinden itibaren 15 gün uzar.

2 Ağustos tarihinden önce durum şöyleydi;

Örneğin; 1 Mart 2024’te mükellefe tebliğ edilen vergi/ceza ihbarnamesine karşı mükellef, 25 Mart 2024 tarihinde hem verginin aslı hem de vergi ziyaı ile usulsüzlük cezaları için uzlaşmaya başvurmuştur. Uzlaşma günü olarak 10 Nisan günü verilmiş ama uzlaşma vaki olmamış yani taraflar uzlaşamamışlar. Aynı gün tutanak imzalanmış ve muhataba tebliğ edilmiştir. Bu durumda VUK Ek m.7/3.fıkra uyarınca 11 Nisan’dan itibaren (11 Nisan 1. gün kabul edilecek) 15’inci günün sonuna kadar yani örneğimize göre 25 Nisan’a kadar uzlaşma konusu olan hem vergi aslı hem de cezaları için dava açabilecekti. Görüldüğü üzere buraya kadar bir sorun yok…

Ancak 2 Ağustos tarihi itibariyle vergilerin aslı uzlaşma dışına çıkartıldığından dikkat edilmesi gereken önemli bir husus bulunmaktadır. Bu hususu, aşağıda bir örnekle izah etmeye çalışayım;

Örneğin; 1 Mart 2025’te mükellefe tebliğ edilen vergi/ceza ihbarnamesine karşı mükellef, 25 Mart 2025 tarihinde vergi ziyaı ile usulsüzlük cezaları için uzlaşmaya başvurmuştur. Verginin aslı uzlaşma dışına çıkartıldığından aslı için uzlaşma talebinde bulunulmayacaktır.

Uzlaşma 10 Nisan 2025 tarihinde gerçekleşmiş ama uzlaşma vaki olmamış yani taraflar uzlaşamamışlar. Aynı gün tutanak imzalanmış ve muhataba tebliğ edilmiştir. Bu durumda VUK Ek m.7/3.fıkra uyarınca 11 Nisan’dan itibaren (11 Nisan 1. gün kabul edilecek) 15’inci günün sonuna kadar yani örneğimize göre 25 Nisan 2025’e kadar uzlaşma konusu olan sadece cezalar için dava açılabilecektir.

Verginin aslı için ise 1 Mart 2025’te vergi/ceza ihbarnamesi tebliğ edildiğinden 31 Mart’a kadar[1] dava açılabilecektir.

Ezcümle 2 Ağustos 2024 itibariyle verginin aslı uzlaşma dışına çıkartıldığından bu tarihten sonra tebliğ edilen ihbarnamelere ilişkin uzlaşma talebi sadece vergi ziyaı cezası ile 2025 yılı için 33 bin lirayı aşan genel ve özel usulsüzlük cezaları için yapılabilecektir.

VUK Ek m.7 uyarınca da uzlaşmanın vaki olmaması durumunda dava açma süresi geçmiş ise ya da 15 günden az kalmış ise 15 günlük ek dava açma süresi sadece cezalar için söz konusu olacak vergilerin asılları için ek 15 günlük süre verilmeyecektir.

O nedenle tebliğ edilen vergi/ceza ihbarnamelerinde yer alan vergilerin aslı ve cezalar için önce uzlaşma hakkınızı kullanmak istiyorsanız tebliğ tarihinden itibaren verginin aslını dava konusu yapıp; cezalar için ise uzlaşma vaki olmadığı zaman ek dava açma süresini kullanarak dava açabilirsiniz. Dikkat etmenizde fayda var…

Usul ekonomisi açısından önemli bir sorun

Usul ekonomisi, en basit tanımıyla dava sürecinin en makul sürede ve en az masrafla tamamlanmasıdır. Bu çerçevede dava sürecinin makul bir sürede, makul harcamalarla ve adalete yakışır standartlara uygun şekilde tamamlanması usul ekonomisi gereğidir.

Ülkemizde bir kanun değişikliği yapılırken çoğu zaman önüne, arkasına pek bakılmaz, istenen ne ise o yapılır ve olası aksaklıklar süreç içerisinde kervan yolda düzelir anlayışıyla ve gelecek tepkiler ile gecekondu misali ekleme çıkarma yapılarak yoluna koyulmaya çalışılır.

Vergi aslının uzlaşma kapsamı dışına çıkartılması da yargı açısından bazı sorunları beraberinde getirmiştir ki bunların başında usul ekonomisi var.

Örneğin tebliğ edilen vergi/ceza ihbarnamesine ilişkin hem aslı hem de cezası -süresinde- tek dilekçeyle dava edilirse sorun yok ancak vergi aslı 30 gün içinde dava edilip, cezalar ise önce uzlaşmaya sokulup vaki olmaması durumunda (cezalar) ayrıca dava edilirse o zaman problemler de peşinden gelecektir.

Şöyle ki, tek ihbarnameye iki ayrı dava açılacağı için -bağlantılı dosya olduğu için aynı mahkemede görülecektir- iki ayrı harç ve iki ayrı avukatlık/karşı vekalet masrafı olacak dava(lar)nın sonucuna göre ya yurttaşa ya da devlete katmerli bir maddi yük gelecektir. Ve tabii ki diğer başka sorunlar da…

Bu hususun ivedilikle çözülmesi gerekmektedir, zira önemli hak kayıpları yaratacağı gibi ziyadesiyle parasal külfetle de sonuçlanacaktır.


[1] Bugünün bayram ya da diğer tatil günlerine denk gelip gelmediği hususu göz ardı edilmiştir.

                                                                 /././

Prof. Dr. Cenk Yaltırak: Deprem her yeri aynı ivmeyle vuracak ya da yıkacak gibi anlatmak yanlış -Cansu Çamlıbel-

"Maslak civarındaki evler yıkılacaksa İstanbul’da kimsenin hayatta kalma şansı yok ama böyle bir deprem oluşturacak fay ya da birikim yok. En kötü senaryo olan 7,8’de bile İstanbul’un sağlam zeminlerinde 23 Nisan’da kıyıda hissedilen 0.2g ivmeyi ancak görüyoruz. 6,2’nin büyük depreme etkisini anlayabilmemiz için artçıların bitmesi lazım"

CEM YALTIRAK

Coğrafya kader midir yoksa keder mi? Makul ölçülerde yaşanabilecek bir kaderi, derin bir kedere dönüştürecek şeyin coğrafyanın kendisi değil de bilime ve akla direnmek olduğunun deprem kadar vurucu başka bir kanıtı var mıdır bilmiyorum. Ülkenin siyasi geriliminin üzerine gelen 23 Nisan’daki 6,2’lik depremle beraber Marmara’da yaşayan nüfusun hayata dair kaygıları arşa çıktı. Zaten psikolojisi kırılgan olan toplumun üzerine bir de ‘deprem profesörleri’nin kafa bulandıran anlık yorumları boca edilince, ortalık yangına yerine döndü.

Kahramanmaraş depremlerinden beri görüşleri en çok merak edilen yerbilimciler arasına giren Prof. Dr. Cenk Yaltırak’ın ise 23 Nisan’daki Silivri depreminden sonra çok az ve sınırlı konuşması dikkatimi çekti. Sadık okurlarımdan gelen “Cenk Hoca ile konuşsanız da okusak” şeklindeki ısrarlı mesajlardan aldığım cesaretle aradım kendisini. Tam tahmin ettiğim gibi bir çeşit medya ve sosyal medya orucundaydı. O bana neden detaylı bir söyleşi vermek istemediğini izah ederken anladım ki polemiklerden ve hedef haline gelmekten yorulmuştu. Daha da önemlisi şu an bütün konsantrasyonu kendi okulu İTÜ’nün Ayazağa Kampusu içinde kurmakta olduğu Marmara Aktif Fay Tehlike ve Risk Uygulama Merkezi’nin (MATAM) üzerinde olduğunu anlattı. Merkezi gezdirmesi için kapısında bitip emrivaki yapınca söyleşiye de direnemedi.

MATAM aslında Cenk Yaltırak ve ekibinin 20 senelik hayali. Doğrudan ulusal güvenlikle ilgili böyle bir merkezin yatırımı için devleti ikna edememiş olması düşündürücü elbette. Ana sponsor İş Bankası’nın elini taşın altına koymaya karar vermesinin arkasında ise Kahramanmaraş’ta kaybettiğimiz 50 küsur bin insanın yattığını söylüyor. MATAM, Türkiye’nin uluslararası kurallara göre akreditasyonu olan yerbilimlerindeki ilk kompozit laboratuvarı olacak. Türkiye, bu merkezin çalışmaları sayede kendi coğrafyamızda beklenen depremlerin olası davranışlarına dair çok önemli ipuçlarına ulaşacak.

Yaltırak, MATAM’la meşgulken beklemediği bir şey olmuş ve Cumhurbaşkanlığı Yerel Yönetim ve Afet Politikaları Kurulu’nun bir üyesi olmak için davet almış. Kabul etmesi de ayrı bir tartışma konusu olmuş ancak oralara girmek istemiyor. 10 Nisan’da ataması resmileşen kurul henüz toplanmamış. İlk toplantıları bu hafta içinde 8 Mayıs’ta olacak.

Cenk Yaltırak’ın depremlerin tarihsel döngüsü üzerinden ileri teknolojiler ve yapay zekâ kullanarak yaptığı analiz ve varsayımları ‘karamsar senaryo’ şeklinde okuma eğiliminde olanlar var biliyorum. Ancak aslında anlattıkları içinde iyimserliğimize kapı açacak veriler de var. Mesela Marmara’da dört fayın birlikte kırılması durumunda oluşabilecek en büyük deprem 7,8 büyüklüğünde olabilir. Evet bu rakam ürkütücü. Ancak Yaltırak diyor ki “7,8’de bile İstanbul'un büyük bir kısmındaki doğru yapılmış, müdahale edilmemiş, az katlı veya ağırlığı az olan binalar bu son 6,2’lik 23 Nisan depreminden en çok etkilenen kıyılar kadar etkilenecek.”

Yani olası depremlerin büyüklüğüne takılarak yaşamak yerine oturduğumuz binalara yüklenecek ivme ve G kuvvetini öğrenmeyi deneyebiliriz. Bütün bu bilgilere bizi hızla ulaştırabilecek yeni teknolojilere yatırım yapan ulusal ve yerel yönetimler talep edebiliriz. Yaltırak ile yaptığımız ufuk turundan bana kalan ana fikir budur.

Fotoğraflar: Lulu Bal Özerten

“Maslak civarındaki evler yıkılacaksa İstanbul’da kimsenin hayatta kalma şansı yok, böyle bir deprem oluşturacak fay ya da birikim yok “

-6,2’lik depremde siz neredeydiniz ve depremi fark edince ne yaptınız?

Ben evdeydim, eşim de evdeydi. Bütün apartman halkı sokağa çıktı ama biz sokağa çıkmadık. Hatta bana “Hocam gelmiyor musunuz?” dediler. “Niçin geleceğim?” dedim. Dediler ki “Deprem olacak.” Dedim ki “Deprem oldu.” Onlar devam etti, “Yok hocam daha büyük olacak” diye. Ben de onun üzerine “Bu bilgi nereden geldi?” diye sordum. Cevap şu oldu; “Hocam WhatsApp'ta dolaşıyor.” Ben de dedim ki “Bakın ben Cumhurbaşkanlığında bir komitede üyeyim. Yani bu tür önemli bilgilerin gelebileceği insanlardan biriyim. Benim elimde böyle bir bilgi yok. Benim jeoloji bilgim şu anda ana şokun olduğunu, bundan sonra olanların da artçı depremler olacağını söylüyor. Bu öncü bir şok değil. Öncü şoku oldu. Ana şok da oldu, şimdi şiddeti azalarak artçılar olacak. Onun için korkacak bir şey yok. Bence evlerinize girin” dedim. Ondan sonra eşimi evde bıraktım, işime gittim, işimi yaptım, döndüm. Baktım hâlâ bazı sakinler sokaktaydı. hâlâ bana soruyorlar “Hocam emin misiniz?” diye. O kadar soğukta dışarda oturamam, evime girdim oturdum. Benim evim Maslak civarında. Zaten benim bulunduğum yerdeki evler yıkılacaksa İstanbul’da kimsenin hayatta kalma şansı yok. Böyle bir depremi oluşturabilecek fay veya bunu yaratacak birikim veya etki yok.

“Kumburgaz segmenti için hesabı 1766 depremi üzerinden yapıyoruz, iki deprem arası bazen 225 yıl bazen 275 yıl olmuş”

-Tam buradan, adım adım ilerleyelim…Sizin argümanınıza göre tüm İstanbul’u yıkacak bir fay yok ama Marmara’da geniş bir alanı etkileyecek 7 ila 7,8 büyüklüğünde bir deprem üretebilecek faylar var ve bunlar henüz kırılmadı. Yani 23 Nisan 2025 depremi aslında 20 küsur yıldır konuştuğumuz denklemi çok da değiştirmedi. Bunu nereden biliyoruz?

O konuştuğumuz fay, Kumburgaz Çukuru ve Orta Marmara kesimindeki faydır ve o fay yaklaşık 250 yılda bir 7,4 bir deprem üreten bir fay. Nereden biliyoruz? Bu, İstanbul ile Tekirdağ arasındaki kentlerde hasar yapıyor hep. Ağırlıklı olarak Marmara Denizi, Büyükçekmece, Silivri, Küçükçekmece'de odaklanan bir fay. Burada da en son 1766 yıkıcı depremi olduğundan dolayı da diyoruz ki “Aradan bu kadar zaman geçti, geçen zamanda buraya atım birikti ve bu kadar bir stres yükledi. O nedenle bu fay kırıldığı zaman 7,4 civarındaki en büyük depremi üretebilir.” Bu bir varsayım. Ama bu varsayım sadece bu basit çıkarıma dayanmıyor. Bizim Marmara'da gördüğümüz fay segmentlerinin yakınındaki kentlerin zamansal yıkılmaları arasında iç içe geçmiş arka arkaya dizdiğinizde bir periyot yok.

Fakat her fayın kendine göre bir deprem üretme aralığı var ve bu sürede artı eksi yüzde 10 fark olabiliyor. Yani aynı alanın aynı şekilde yıkılması arasında örneğin Kumburgaz segmentinde bazen 275 yıl bazen 225 yıl olabiliyor. O nedenle de biz ‘ortalama 250 yıl’ diyoruz. Anlaşılması gereken her fayın kendine has bir periyodu var, kendine has bir boyu var ve diğer küçük faylarla olan etkileşimleri burada çok önemli. Kova boşalacak derken bir çay bardağı boşalırsa, belki deprem biraz gecikiyor ama bu sefer de başka bir kova onun üzerine boşalırsa sizin kova yine taşıyor. Bazı durumlarda iki kova birden boşalıyor. Biz buna fayların üzerine stresin aktarımı diyoruz. Yani konuştuğumuz şey doğrusal değil, karışık bir yapısı var. Ama sonuçta 1766 üzerinden yaptığımız hesapla şu an Marmara için rahatlıkla kırılma eşiğinin içinde olduğumuzu söyleyebiliyoruz.

“7,8’den büyük olmaz”

“Marmara’daki tarihsel verilerde, orta büyüklükte depremlerin büyük depremden yaklaşık 10 yıl önce başladığına dair kayıtlar var”

-Averaj hesabı hâlâ 7,4 olarak anlatsanız da biliyorum ki son yıllardaki çalışmalarınızda büyüklüğün maksimum 7,8’e kadar çıkabileceği varsayımında bulunuyorsunuz. İstanbul’u da etkileyecek büyük Marmara depremi için size göre maksimum büyüklük 7,8. Daha büyük olamaz mı?

Hayır olmaz. Çok daha küçük de olmaz. Deprem tarihini okuduğumuzda periyodik varsayım bize büyük depremin bir yerleri yıkma şartı olduğunu söylüyor. Bu 6,2’likte hiçbir yer yıkılmadı. Mesela 1766'dan önce yapılmış tarihi binalar var, onların hiçbiri yıkılmadı. Demek ki bu o büyük deprem değil. 23 Nisan’daki orta büyüklükte bir depremdir.  İstanbul’daki tarihi binaların ne kadar yıkıldığı ne zaman yıkıldığı hakkında makaleler ve doktora tezleri var. Mesela Deniz Mazlum’un çok güzel bir kitabı var 1766 onarımları hakkında. Bu fay mesela krip ediyorsa o zaman etmeyi unuttu da kitli mi kaldı? Marmara’da tarihsel veriler büyük depremlerden önce yeri belli olmayan orta büyüklükte depremlerin yaklaşık 10 yıl önce başladığını, sayılarının 2 ila 8 arasında değiştiğine dair kayıtlar var. Ama bunlar karmaşık bir düzende. Her segmentte karakteristik değil.

-Peki bu 6,2’lik deprem sizin hâlâ beklediğiniz o büyük Marmara depremi açısından bize hangi ipuçlarını verdi? Ya da belki de asıl soru şu; sizin kullandığınız bilgisayar sistemi ve algoritmalar 23 Nisan depreminin Marmara’da neden olduğu yeni fay haritası üzerine yorum yapabileceğiniz bir veri ortaya koydu mu? 10 gündür süren artçılardan bir pattern ortaya çıktı mı? Yoksa henüz ileri yorumlar yapmak için erken mi?

Bizim asıl depremi beklediğimiz ana faylara açılı bir sürü fay var. İşte bu faylardan birinde bu 6,2’lik Orta Marmara Sırtı Depremi oldu. Şimdi ona yakın bazı faylar var. O faylardaki hareketler de yine ana fayı etkiliyor. Ama beklediğimiz büyük depremin genel büyüklüğü etkiliyor mu? Hayır, etkilemiyor. Bu açıdan baktığımız zaman şunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz ki bu faydaki stres boşalmış değil. Ben bunu hep bir kapı benzetmesiyle anlatıyorum. Kuzey Anadolu Fayı’nın Marmara segmentleri kapılardan oluşuyor, o kapılara yaslandıkça kapıların menteşeleri gıcırdıyor, çatlıyor, patlıyor. Ama o kapının bir de kilidi var. Kilit dediğimiz fayın kırılmasını beklediğimiz yer. Menteşelerde deprem olunca o kilide de bir yüklenme oldu. Ama bu durum için “Beklenen bir depremi öne aldı ya da erteledi” diyemeyiz. Bunu söylemek mümkün değil. Çünkü büyüklük diye bir şey var. Yani siz 20 litrelik bir kova suyun içinden bir çay kaşığı su eksilttiğiniz zaman hacimden çok büyük bir şey gitmiş olmuyor.

“6,2’nin büyük depreme etkisini anlayabilmemiz için artçıların bitmesi lazım”

“Depremin hemen ertesinde bu konuda bir şey söylerseniz bilime dayanmayan yorumdur”

-Biliyorum ki kişilerin açıklamaları ya da yorumları üzerinden bir polemiğe girmek istemiyorsunuz. Hatta sırf bu nedenle geçen sene sosyal medya hesaplarınızı kilitlediniz. Ancak yine de 23 Nisan depreminden sonra medyamızın adeta ‘milli servet’ muamelesi yaptığı Şener Üşümezsoy’un iddialı yorumlarını hatırlatmak zorundayım çünkü kendisine inanmayı tercih eden çok fazla insan var. Üşümezsoy dedi ki “23 Nisan’da Hiroşima’ya atılan bomba kadar gerginlik boşaldı. Artık bu yüzyılda İstanbul’da 7 üzerinde deprem olma riski kalmadı.” Ama sizin kova benzetmenize bakarsak, 23 Nisan’da 20 litrelik kovadan sadece bir çay bardağı eksildi.

Çay kaşığı sadece benzetme. Eğer bunun matematik karşılığını hesaplarsanız ana fayın bütününde olsa Mw 0.03 kadar moment düşer.  7,4 yerine 7,37’lik deprem olsa sismik kayıtlarda bu fark görülemez dahi. Bu depremin yıkıcı bir depreme negatif veya pozitif katkı yaptığını anlayabilmek için önce bu artçı depremlerin bitmesi lazım. Hangi alana yayıldığını görmek lazım. Onların toplam enerjisine bakmak lazım. Ve bu toplam enerjinin çevreyi nasıl değiştirdiğini görmek lazım. Yani depremin ertesi günü bunu söyleyecek hiçbir veri yok aslında teknik olarak. Bunu söylerseniz bilime dayanmayan bir yorum yapmış oluyorsunuz.

-Bu arada hemen hatırlatayım…3 Mayıs’ta 4 büyüklüğünde bir artçı meydana geldi. Tam da herkes artık artçıların hız kestiğini düşünürken. Daha ne kadar daha sürebilir hissedilen artçılar ve size göre bu saatten sonra 4’ten büyük artçı normal midir?

Biz bunlara ana şoktan daha küçük oldukları için artçı diyoruz. 6,2’nin olduğu fayda ise artçı. Fakat bu sisteme açılı onlarca farklı fay var. Bunlarda da olabilir. Burada ancak doğru bir lokasyon çözümü, bu depremin fay çözümü ile yorum yapılabilir.

-Sizin neredeyse kategorik olarak reddettiğiniz şeylerden biri de gazeteciler de dahil sokaktaki herkesin size devamlı sorduğu olası büyük bir depremin zamanıyla ilgili soruları yanıtlamak. Siz zamanından çok nereyi etkileyeceğiyle ilgilisiniz. Ve diyorsunuz ki “O kova mutlaka boşalacak ama bizim için önemli olan ne zaman boşalacağı değil, boşaldığı zaman nereyi ıslatacağı.” Neden siz ne zaman olacağına herkes kadar takılmıyorsunuz?

Çünkü bizim artık tehlikeye değil tehlikenin doğuracağı risklere odaklanmamız lazım. Fay bir tehlike, üzerinde birikmiş enerji var, boşalacak. Eğer orada hiçbir kent yoksa, hiç insan yoksa risk sıfır. Ama siz oraya dünyanın en büyük, en pahalı kentlerini, sanayisini kurduysanız o zaman risk, siz bunları yaptıkça büyüyor. Siz eğer 7,1’e göre hazırlanır ve kentsel dönüşümü ona göre yaparsanız, bir bakarsınız deprem 7,8 olur ve herkes ölür. Yani dört fay aynı anda kırılacakmış gibi 7,8’lik bir depreme göre hazırlanmamız gerekir. Bu senaryo ise Marmara Bölgesi’nin tümünü etkiler. İnsanlar tehlike ve risk kavramlarını karıştırıyor. Mesela yaramaz bir kediniz var, adı ‘t-Tehlike’. Bardağı masanın kenarına dolu bıraktınız, bu bir risk. Çünkü Tehlike bardakları masadan yuvarlamayı çok seviyor. hâlâ büyüklükle şiddeti karıştıran medya anlasın diye onu da şöyle anlatayım; freni patlamış kamyon hızla tüm kütlesi ile bir duvara doğru geliyor…kinetik enerjisi bu büyüklük, duvara çarpınca duvar tuz buz oluyor. İşte bu şiddeti bir daha hatırlatalım.

“Maraş ve Kaikoura bize yeni bakış açısı kazandırdı, çünkü çoklu faylarda aynı anda deprem gerçek oldu, Marmara’da da bu mümkün”

-Son dönemde bu ‘en kötü senaryo’ dediğiniz 7,8’lik büyüklüğe bu kadar odaklanmanızın sebebi nedir, onu da açar mısınız?

Biz, Yeni Zelanda’daki Kaikoura 2016 ve Maraş 2023 depremlerinden sonra kendi açımızdan yeni bir bakış açısı kazandık. Çünkü çoklu faylarda hep birlikte aynı anda deprem olma riski gerçek oldu. Marmara'da dört fay segmenti var. Yani dördü de aynı anda kırılabilir, üçü de teki de. Bunların her birinin sonucu ayrı olur. Ama bir öğrenci sınavda en kolay sorulacakmış gibi hazırlık yapmamalı, en zor sorulara göre hazırlık yapmalı. Marmara’daki bahsettiğim dört fay birden kırılırsa, kısa faylar olsalar da iç içe geçmiş oldukları için toplamda aslında 300 kilometre kadarlık bir faydan bahsediyoruz. Maraş’ta oldu işte! Kırılan ilk fay diğer iki fayı tetikledi. Yeni Zelanda’da altı fay birden kırıldı. Bunları izleyebilmek için de dinamik risk haritaları yapmak, o risk haritalara göre konuşmak lazım. Bu bilimsel bir tahmin, felaket tellallığı değil.

“En kötü senaryo olan 7,8’de bile İstanbul’un sağlam zeminlerinde 23 Nisan’da kıyıda hissedilen 0.2g ivmeyi ancak görüyoruz”

“Gidip sağlam yerlerdeki binaları dönüştürmek milli servetin israfı”

-Tabii 7,8 yıllardır konuşulan 7,2’den epey büyük geliyor kulağa. İşte daha yakın zamanda Myammar’da olan 7,7’lik depremle ilgili görüntüler hafızamızda. Çok kuvvetli bir etkiden bahsediyorsunuz. Bu senaryoya göre bazı çok meşhur meslektaşlarınızın dediği gibi herkes İstanbul’u terk mi etmeli?

7,8’lik senaryoya baktığımız zaman İstanbul'un sağlam zeminlerinde ve kuzeye doğru olan alanlarında 0.2G ancak görüyoruz. Ama bu mevcut azalım ilişkilerine göre. İyi niyetle o en ileri senaryoda dahi sağlam zeminlerde bu 23 Nisan’daki 6,2’lik depremde kıyı alanlarında gördüğümüz ivmeleri görüyoruz. Demek ki 7,8’de bile İstanbul'un büyük bir kısmındaki doğru yapılmış, müdahale edilmemiş veya az katlı, ağırlığı az olan binalar daha az etkilenecekler. Yani deprem her yeri aynı ivmeyle vuracakmış, her yerde aynı yıkım olacakmış gibi anlatmak doğru bir şey değil. Yani siz Yedikule'ye, Fatih'e, Zeytinburnu'na, işte Haliç'in kıyılarına, ondan sonra İstanbul'un vadilerine, Kağıthane'ye, Kasımpaşa'ya, Büyükçekmece’ye, Küçükçekmece’ye öncelik vermeyip her yer bu alanlar gibi etkilenecekmiş gibi konuşursanız doğru bir şey yapmıyorsunuz. Kimse öncelikli olarak konuşulması gereken bu saydığım alanları hak ettiği kadar konuşmuyor çünkü oralar rant getirmiyor. Gidiliyor sağlam yerlerdeki binalar dönüştürülüyor ve böylece milli servet israf edilmiş oluyor. Çünkü o binaların çökme ihtimali yok. Belki hafif hasarla atlatacaklar. Belki güçlendirmeyle kurtarılacaklar. Ama ne yapıyorsunuz? İşte geliyorsunuz Beykoz'u, Sarıyer'i, Beşiktaş'ı, Şişli'yi baştan aşağı yeni binalarla donatıyorsunuz. Hem fiyatları arttırıyorsunuz hem kiraları arttırıyorsunuz. Şehir yaşanmaz hale geliyor. Aradaki uçurum artıyor.

“23 Nisan’da depremde yıkılmayacak yerlerde yaşayanlar sokaklara çıkıp trafiği kilitlediler, çünkü korkuyorlar, çünkü onlara ‘deprem her yerde aynı yıkıcılıkta olacak’ deniyor”

“Deprem her yeri aynı ivmeyle vuracak ya da yıkacak gibi anlatmak yanlış”

-Burası çok önemli, o nedenle tekrarlamanızı isteyeceğim. Yani siz diyorsunuz ki Beykoz, Sarıyer, Beşiktaş, Şişli gibi ilçelerde 7,8’lik bir büyüklük bile sanıldığı kadar yıkım olmaz. Hatta daha ileri gidiyor ve “23 Nisan depreminde mesela Esenyurt’un maruz kaldığı bir ivmeye maruz kalırlar” diyorsunuz.

Münferit binalarda sorun var ise belki çok azı yıkılır ve ağır hasar görür. Bu sistemi doğru anlamazsanız tedbiri de doğru alamazsınız. Bakın 23 Nisan günü depremden hemen sonra depremden yıkılmayacak yerlerdeki evlerin bulunduğu bölgelerdeki insanlar arabalarıyla sokaklara çıktılar ve trafiği kilitlediler. Çünkü korkuyorlar. Neden korkuyorlar? Çünkü olacak olan depremin nereyi etkileyeceği konusunda net bir şey söylenmiyor insanlara. “Olacak, her yerde aynı yıkıcılıkta olacak” deniyor. Yani Gültepe'de başka bir dünya var, karşıda Levent'te başka bir dünya var. Öncelikli olan şey nedir bunu anlamak lazım. Zaten matematiğin temel amacı bu önceliklendirmeyi yapmak ve bunu herkese sunmak. Herkes de kendi kararını versin. Yani nasıl siz sağlığınızla ilgili gittiğiniz zaman doktora doktorun tahlillerinden bir kamuoyu yoklaması yaptırıp bu doktor doğru mu söylüyor demiyorsanız, binanızla ilgili verilerde değerlendirildiğinde, değerlendirilmesini istediğinizde, kendinize check-up yaptırdığınız gibi, planınıza yaptırdığınızda çıkan sonuca göre hareket etmeniz gerekir. Yani bu çok karışık bir iş değil, çok basit bir iş.

“Artık yapay zekâ çağı ama biz Türkiye’de hâlâ 20. yüzyılda yapılanbir harita üzerinden konuşuyoruz”

-Büyük bir deprem İstanbul’un her yerinde aynı şekilde yaşanmayacak…söylediğinizin Türkçesi bu. “Bazıları sarsılmayacak” demiyorsunuz. Herkes sarsılacak ama yıkıcılık konusunda herkesin eşit şekilde korkmasına lüzum yok. Doğru mu yorumluyorum söylediklerinizi?

Bir kere öncelikle şunu hatırlatmak lazım; ‘İstanbul depremi’ diye bir deprem yok. Depremler Marmara'da oluyor ve bu depremler Marmara’daki her yeri etkiliyor, etkileyebilir. Geniş bir etki alanından bahsediyoruz ve bu alan içinde elbette en çok kıyıya yakın yerlerde ve yumuşak zeminde yıkıcılık gösteriyor büyük depremler. Siz olacak depremi, yani tehlikeyi doğru tespit edemezseniz, riski de doğru hesaplamazsınız. Yani düğme yanlış iliklenmişse başta, ondan sonraki her şey yanlıştır. 1999 depreminin üzerinden 26 yıl geçti ve artık bambaşka bir çağdayız. Ama biz hâlâ 20. Yüzyılın başında yapılan bir harita üzerinden konuşuyoruz. Bilgisayarların, yapay zekanın, deneyimler üzerinden yapılan analizlerin hepsi yeni bir bakış açısı çıkardı. Biz hem Türkiye hem de dünya depremlerinden çok şey öğrendik ama bizde hâlâ eskide kalan insanlar var.

“MTA’nın fay haritaları Maraş depreminden sonra da güncellenmedi, sınıflamada hâlâ değişiklik yok”

-Eskide kalan sadece insanlar da değil…size göre bizim ulusal fay haritalarımız, yani devlet kurumlarının bugünkü çalışmalarına baz olan haritalar da eski ve değişmesi lazım. Bunu 2023 Maraş depreminden sonraki söyleşimizde anlatmıştınız, onlarca kez alıntılandı o sözleriniz. Ancak devletin tedbir alma ya da hazırlık usulleri açısından bir değişiklik olmadı iki sene içinde herhalde değil mi?

Şimdi DD1, DD2, DD3, DD4 diye bir sınıflama var. Bu sınıflamada hiçbir değişiklik olmadı. Maraş depremlerinden sonra da olmadı. Bu depremden sonra da olmayacak. Çünkü bu yönetmelikleri yapanlar hâlâ bunların doğru olduğu inancındalar. Türkiye'de bu işlerle ilgilenen kurumlar var, onlardan bir tanesi Maden Tetkik Arama Enstitüsü. Onların bir aktif pay haritası var. O aktif fay haritası da resmen yayınlanmış vaziyette. Her ne kadar kenarında kırmızı bir yazıyla “Bunu kent planlamasında ve benzeri işlerde kullanmayın” diye bir şerh düşülmüş olsa da bütün Türkiye'de şu anda o aktif fay haritası üzerinden tehlike haritaları yapılıyor. Ve orada fayların uzunluklarına bakılıyor ki biz bunun doğru olmadığını düşünüyoruz. Yani Anadolu'daki fayların periyotları 50-60 bin yıldan belki 100 yıla kadar değişebilir. Çok farklı fay sistemleri var. Siz bunların hepsini aynı havuza koyamazsınız. O aynı havuza koyduğunuz zaman Maraş'taki olaylarla karşılaşırsınız. Yani beklediğinizin çok üzerinde bir deprem oluşabilir. O nedenle de fay haritalarının hassas biçimde güncellenmesi gerekiyor. Ama maalesef Türkiye'de bu işler hızlı gidemiyor. Bakış açısı şu; zaten yapılmış harita var, neden yenisini yapalım? İş çıkarma, icat çıkarma! Yaklaşım bu. Halbuki bilim öyle bir şey değil, bilim sürekli yenilenme ister. Ama bizde bir bürokratik yavaşlık var. Bunun sonucunda yapılan öneriler de herkese sanki aynı idrar tahlili çıkmış gibi aynı ilacı vererek çözüm bulmaya çalışmaya benziyor.

“Sistemde çok fazla kişi ve kurum var, bürokratik yavaşlık var,yeni teknolojilerin reddi var”

-Sizin gözlemlerinize göre ‘bürokratik yavaşlık’ dediğiniz şeyin temel sebebi nedir? İktidar sahiplerinin yeterince hızlı talimat vermiyor oluşu mu yoksa liyakatsizlik mi yoksa başka şey mi?

Sistemde çok fazla kişi ve kurum var. Mesela AFAD var ama oradaki bürokrat başka bir bürokrata bağlı. MTA mesela aynı işi o anda yapıyor olabilir ve oradaki bürokrat da diyor ki “Bu araştırmanın sahibi benim.” Yani bağımsız bilim yapmakta sıkıntı var. Belediyelerde yeni seçilen yönetimin de aynı davranıyor. Çünkü yöneticiler kendi yaptıkları işlerde şöyle bir korkuya kapılıyorlar; “Ya zaten mevcut bir sistem var, niye bunu devam ettirmiyoruz? Yeni bir şeye ne gerek var?” Ama dediğim gibi, bu yaklaşım yeni teknolojileri reddetmekle ilgili bir şey.

“Bakan Kurum’un eline verilen bilgideki sınıflandırmanın geçerli olmadığını düşünüyorum”

-23 Nisan depreminden sonra Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum İstanbul’da 1,5 milyon riskli bina olduğunu ve bunların yüzde 30’unun acilen dönüştürülmesi gerektiğini söyledi. Bu size göre doğru bir hesap değil mi? Değilse doğrusu nedir?

Bu bilgi doğrudan doğruya AFAD'ın yaptığı haritadaki DD1 DD2 sınıflamasına dayanıyor. Bu sınıflamanın geçerli olmadığını düşünüyorum ben. Yani Bakan elindeki bürokratların verdiği bilgiye göre bilgi sahibi. Yapılması gereken en gelişmiş şekilde önceliklendirme yapmak. Sayılar ancak o zaman toplumun tüm kesimleri için ikna edici olur.

“Karadakli fayları İHA ile tespit edip lidar ile haritalandıracağız”

-Sizin MATAM’da yapmaya çalıştığınız şey tam da bu değil mi aslında? Bina bazında olası depreme reaksiyon ölçebilecek bir ağ kurmak ve önceliklendirmeyi yapmak. Hangi binaların öncelikli olarak güçlendirilmesi gerektiğini hızla tespit edecek sistemi geliştirmek.

Denizin içindeki fayları haritaladık. Denizin içindeki fayların sismolojiyle, atım yoksunluğu gibi metotlarla üzerinde nerelerde ne kadar biriktiğini hesapladık. O birikimden hangi büyüklükte deprem üreteceğini hesapladık. O büyüklüğü ürettiğimiz zaman artık o fayın yaratacağı tehlikeyi biliyoruz. Ondan sonra yapacağınız şey de o büyüklükteki bir depremde dalgaların hangi ivmeleri yaratacağını hesaplamak. Biz bunun için bir algoritma yazdık. Bütün Marmara bölgesini izleyebileceğimiz bir algoritma bu. Ayvalık'tan Bilecik’e, Bilecik’ten Bolu’nun batısına, Bolu Tüneli girişinden Karadeniz ve Trakya’ya kadar olan alanı kastediyorum. Marmara'da sadece denizde değil, karada da faylar var Kuzey Anadolu Fayı’nın iki kolu, bir tanesi güney kol, Bursa'nın önünden Edirne Körfezi'ne uzanıyor. Bir tanesi de İznik Gölü, ondan sonra Gemlik Körfezi, Bandırma üzerinden Edincik'e uzanıyor. Bizim merkezimizin yapacağı şeylerden biri de karada olan fayları artık tahminle değil bir İHA ile tespit etmek. Yani LIDAR isimli bir denilen bir teknolojiyle haritalayacağız. Bunu kısa zamanda yapacağız. Bu teknoloji şu anda Türkiye’de var ama henüz fay haritalandırılmasında kullanılmadı. Bu Marmara bölgesi aktif fay haritasının yenilenmesi demek. Bunun için hiçbir kurumdan bir bütçe almadan bu araştırmayı yapacağız.

“MATAM’ın aktif fay araştırması yapacak bir gemisi de olacak”

-MATAM’ın deniz içinde yapacağı çalışmanın özelliği nedir peki?

Deniz içinde orta kolda yapılacak çalışma için Kanada'dan buraya gelecek olan bir sismik sistem var. Kanada'daki Memorial Üniversitesi onu 5 yıllığına ödünç veriyor, sonrasında da ihtiyaçları yoksa Türkiye'ye bağışlıyor. Onlar bazı aletleri elden çıkarmaya karar verdiklerinde ya satarlar ya bir üniversiteye bağışlarlar. Benim Memorial ile 2000 yılından beri bağlantım var. Bu usulü bildiğim için bu sistemi ben talep ettim. Onlarla bir anlaşma yapıldı.  Şimdi yükleme aşamasına geldi. Bu ekipman için 25 metrelik bir araştırma gemisi bağışlandı. Bu ay tersanede bakımı yapıldıktan sonra MATAM’ın aktif fay araştırmaları yapan bir gemisi oluyor. Finalize edebilirsek, Karada LIDAR gibi denizin dibinde de çok ışınlı batimetri yapabilen yani çok yüksek çözünürlükte bir sistem gelecek. Nasıl İHA havadan yerin ölçüyorsa, denizin üstünden giden gemi ile deniz tabanında fay izninin aynı hassasiyette bir yüzey topografyasını yapacak. Böylece fayın kesin geçtiği yerler saptandıktan sonra biz bunların üzerinde denizde hassas karotlar alacağız karada trençler açacağız. Yani bu trenç dediğimiz kazılarda tabii en efektif yeri açmak zorundasınız. Elinizde LIDAR verisi olursa kayma hızını en iyi göreceğiniz yerlere gidersiniz. Yoksa tahmin etmeye çalışırsınız. Yani burada santimetre ölçeğinde son kırığın doğru yerini bulacağız artık. Özel bir vibro karotiyer geliyor. 12 metre eksiksiz karot alıyor karada.  Böylece trençten daha derini onunla göreceğiz. Orada fayın önündeki çökelleri de yaşlandıracağız. Böylece en son depremlerini göreceğiz. En son depremden geçen zamanı göreceğiz. Ona göre onun üreteceği en büyüklüğü hesaplayacağız. Yaşlandırma ve suraylı iztop analizi ile karotları aynı binada olacak EMCOL laboratuvarında X ışınlarında tarayacağız.

“Depremin senaryo ivmesine göre tasarım yapıyoruz”

-Bu kadar ileri bir teknoloji zaman hesabı konusunda da bir açılım sağlamaz mı ilerde?

Zamanı hesaplamaya gerek yok. Yani on yıl, yirmi yıl, elli yılda depremin büyüklüğü çok fazla değişmiyor. Üçüncü dijitte değişiyor. Biz tabii depremin hangi büyüklüğünde olacağını biliyorsak, hangi ivmeleri oluşturacağını bileceğiz. Şimdi bazıları “Olacak depremin ivmesi hesaplanmaz” diyor. Oysa basitleştirilmiş harita ve 12 formül içinde sadece birine dayanan ivmeleri bina yapımında tasarım ivmesi olarak kullandığının farkında değil bunu söyleyen. Yani depremin senaryo ivmesine göre tasarım yapılıyor. Bizler ise tüm formülleri kullanırken gerçek depremlerin ivmeleri ile formülleri test ediyoruz. Mesela son depremde bunu tekrar yaptık formüller tek tek yüzde 65 civarı başarılı. Biz binaların altında oluşacak ivmeleri kullanarak yeni bir azalım ilişkisi üreteceğiz ve simülasyonda bunu kullanacağız. İlk adım bu, birinci yılda başarılması gereken bu. 100 metrelik piksellerde yapacağız ilk önce. Yani 100 metrelik pikselde yaklaşık 3-4 tane bina oluyor genelde. Hedefimiz ikinci yılda, BEDAŞ ile geliştirdiğimiz sistemi 1500 sonra 15bin adede çıkarmak ve elektrik saatleri haberleşme sistemi üzerinde her binaya yayacak bir yol haritası oluşturmak.

“Elektrik sayacı gibi binaya takılacak  ivmeölçerlerle veri toplayacağız”

-Nedir bu ‘bina ivmeölçeri’? Bu tür sayaç gibi bir sensor ve hepimiz kendi binalarımıza taktırabileceğiz, öyle mi?

Evet. Zaten bizim projemizin en önemli yanı bu; en sonundan elektrik dağıtım şirketlerinin sistemine ek olarak halkla beraber veri toplayacak olmamız. Bizim tek başımıza bütün evlere aletleri yerleştirmemiz, bakım masraflarını ödememiz vesaire çok büyük para tutar. Ama bir apartmanın sakinleri hep beraber bir adet ivmeölçer binaya taktırdıklarında bunun maliyeti çok yüksek değil. Bunu da standardını oluşturup testini yaptıktan sonra su ve elektrik saati gibi üretilebilir.

-Ne kadardır bir ivmeölçerin fiyatı?

Sensorlar çok ucuzladığı için yıllar önce 10 bin dolara yaptığınız şeyi bugün BEDAŞ projesinde 500-600 dolara yapıyorsunuz. İleride daha da ucuza yapacaksınız. Onun için bunlar apartmana elektrik saati gibi ya da merdiven otomatiği gibi konacak. Ondan sonra orada bir evin Wi-Fi'na bağlanacak o. O Wi-Fi'den sadece deprem olduğunda bize veri gönderecek. Binanın temelinin nasıl reaksiyon verdiğine veri görecek. Ondan sonra biz kendi algoritmamızla hesapladığımızla gerçek veriyi karşılaştıracağız. Ve eğer yapay zekâ burada devreye giriyor makine öğrenmesi, bu verileri ayıkladıktan sonra makine, ondan sonra yapay zekâ simülasyonla gerçek veriyi karşılaştırıp hataları görüp yeni bir formül üretecek bize. Ve böylece azalım ilişkileri istatistik olmaktan kalkacak, sayısal hale gelecek. Burada tabi bunu takanlar ne gibi bir avantaj elde edecekler? Onlar binalarını monitör ettirmiş olacaklar bize. Bize bir ücret vermeyecekler. Biz onlardan bir para talep etmiyoruz.

-Peki ivmeölçeri de siz mi üretip satacaksınız?

Şimdi biz kendimiz BEDAŞ ile prototiplerimizi üretiyoruz, BEDAŞ projesi için İTÜ de üretilecek.  Daha sonra patenti aldıktan sonra bu patenti uygun olarak paylaşacağız. Elektrik sayıcı üretir gibi üretebilecekler. İsteyen bu standartta ivme ölçeri dışarıdan alıp sistemimize dahil olacak.

“BEDAŞ’la birlikte Marmara’ya 15 bin ivmeölçer yerleştireceğiz"

“Elektrik dağıtım şirketleri de projeye katılırsa sayıyı 250 bine çıkartabiliriz”

-Bu ivmeölçeri binasına taktıran depremden ne kadar etkilenip etkilenmeyeceğinden neredeyse kesin emin olabilecek. Doğru mu?

4,5 milyon bina var Marmara Bölgesi'nde. Şimdi 4,5 milyon binadan 10 tane karot alsanız, 45 milyon karot eder. Eğer hepsine bir saat ayırsanız ne kadar büyük bir zamana ihtiyaç duyulacağını hesaplayın. Mevcut sitemde bu çalışma için inanılmaz bir zaman, inanılmaz bir para ve inanılmaz bir laboratuvar ve insan kaynağı ihtiyaç var. İvmeölçer ağı bize önceliklendirme şansı verecek. Fakat önceliklendirmeyi de sayılara dayandırmanız gerekiyor. Binanın yaşına bakarak bunu söyleyemezsiniz ya da yeni yapılmış yönetmeliğe uygun demekle bunu söyleyemezsiniz. Çünkü siz oradaki ivmeyi tahmin edemiyorsanız bu iş olmuyor. Doğanın içinde işte deprem olan noktadan bir deprem dalgası çıkıyor. P dalgası sonra S dalgası arkasından çıkıyor. Kıyıya çıktığı andan itibaren sizin evinize doğru bir yolculuk yapıyor. O yolculuğu yaparken binlerce evin altından geçiyor o dalga. Dalganın aynı sokakta hangi binayı hangi ivmeyle etkilediğini hesap edebiliyoruz bu sensor sayesinde. O anda binanız ne yaşadıysa onu kaydediyor sonra da matematiği sokuyorsunuz devreye. O algoritmaya bir deprem büyüklüğü eklediğinizde, size olası etkisini söyleyecek sistem. Ve diyebileceğiz ki mesela “Şu büyüklükte bir deprem sizin evinizde yüzde 0.7G etki yapıyor. Ama sizin binanızın tasarımı 0.5G'ye dayanıyor. Yani binanız dayanacağından daha güçlü bir ivmeyle karşılaşacak.” Yani böylece herkes binasının başına ne geleceği hakkında bir fikir sahibi olacak. Ve bunu, fayın kendine has üreteceği maksimum depremi hesaplayarak yapacağız.  Bunun üzerine bu değerlerle mühendislik firmalarına gidecek ve karot vesaire analizi yaptıracak.

-BEDAŞ ile yapacağınız iş birliği projenin ne kadarlık bir bölümünü kapsıyor?

BEDAŞ’la geliştirdiğimiz ortak bir proje kapsamında şu anda sadece Avrupa yakasına yerleştirilmek üzere prototip olarak 50 tane ivme ölçer geliştiriyoruz. Bu senenin sonuna kadar yerleştirilmiş olacak bu ivme ölçerler. İkinci aşamada bin 500, üçüncü aşamada ise 15 bin ivme ölçer yerleştirilecek. Eğer diğer elektrik dağıtım şirketleri de bu projeye katılırlarsa yaklaşık 250 bin ivme ölçer yerleştirilebilir. İşte bu ivme ölçerlerden bize gelecek verilerle haritalar hazırlayacağız. Ancak şurayı açıklığa kavuşturmam lazım; biz ivmeölçer üretip satma hedefimiz yok. Yani bu işin maddi kısmında biz yokuz. İvmeölçerleri imal edecek olan BEDAŞ. Biz sadece patent ve projesine sahibiz. Bunun karşılığında para değil, sadece veri alacağız.

“Büyükanıt’ın öğüdü: Otorite her değiştiğinde tesbih taneleri dağılır”

“O günden bugüne değişen şey 50 bin insanı kaybedince işin ciddiyetinin anlaşılmış olması”

-Son iki yıldır verdiğiniz söyleşilerden anlıyorum ki aslında MATAM gibi bir merkezin kurulması için 20 yılı aşkındır uğraşmışsınız ama hiçbir devlet kurumundan beklediğiniz desteği alamamışsınız. Sonuçta da bu işe İş Bankası sponsor olmuş. Bu süreçte yaşadıklarınızı biraz da üstü kapalı anlattınız aslında. Geçen sene Mirgün Cabas yayınında dediniz ki “Üç kuruma yazdım, sadece birinden dönüş oldu.” Sonra geçen haftaki Gazete Oksijen mülakatınızda o dönüş yapan kurumun Genelkurmay Başkanlığı olduğunu açıkladınız. Hatta sizi davet eden kişi de dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Yaşar Büyükanıt’mış, toplantıya o başkanlık yapmış. Sizi dinledikten sonra şöyle demiş: “Türkiye zengin bir ülke, insan kaynakları da çok. Bu insanlar her şeyi yapabilir, ama bunlar dağınık tespih taneleri gibidir. Eğer bunları bir otorite bir araya getirirse, o otorite her değiştiğinde o tespih taneleri dağılır. Onun için bu merkezi siz kendiniz yapmalısınız. Tespih tanelerini siz bulmalısınız, ip de siz olmalısınız. Hazır olduğunuzda imkân önünüze çıkarsa yaparsınız.” Büyükanıt’tan bugüne değişen tek şey Cumhurbaşkanlığı Yerel Yönetim ve Afet Politikaları Kurulu’na davet edilmiş olmanız heralde, değil mi?

Tam değil. Değişen şey, 50 bin insanı kaybedince bu işin ne kadar ciddi olduğu gerçeği. Bu 6 Şubat depremi olmasaydı 6,2 gibi depremlerle kimse bize bir imkân vermezdi. Bu nedenle bizim binamız MATAM, ülkemiz coğrafyasında depremden ölen hayatını kaybeden insanlar ve onarla yaşayan tüm canlılara adanmıştır. O binada https://youtu.be/3dxgsjgjjkkyapacağımız çalışma gelecekte bunu en aza indirmek belki hiç olmamasını sağlamak ülküsüne dayanıyor.

“İşimi yaparken kimseyi siyasi görüşü ve inancıyla yargılamam, didişmeye lüksümüz yok”

-Şu siyasi ortamda normalde iktidarın da hoşuna gitmemesi lazım söylediklerinizin. Ama siz Cumhurbaşkanlığı’nın bir politika kuruluna davet edildiniz ve kabul ettiniz. Nasıl oldu bu anlatır mısınız? Çok taze de bir gelişme bu, 10 Nisan tarihinde Resmî Gazete’de yayınlanmıştı. Kurulunuz toplanabildi mi bu arada? İşleyişle ilgili ilk izlenimleriniz nedir? Bürokratik yavaşlık oraya da sirayet etmiş mi?

Çocukluğum ve gençliğimde yaşadığım ve büyüdüğüm dünya muhafazakâr insanlardan oluşuyor. Bugün arkadaşlarım dostlarım arasında siyasi fikre bakarsanız bir denge var. Benim işimi yaparken kimseyi siyasi düşüncesi ve inancı ile yargılamayan bir dünya bakışım var. İnsanlar benimle karşılaşıp işimle ilgili konuşunca samimiyetimi ve açık sözlülüğümü sever. “İktidar veya muhalefet ne diyor?” diye bakamam. Ben Türk milletinin parasıyla okudum. Ona hizmet etmenin en iyi yolu işini en iyi yapmaktır. Ve korkmamaktır. Sağ olsun bakanlıktaki bürokratlar depremden sonra beni sürekli izlediler ve bu göreve aday göstereceklerini söylediler. Benim için işimi yapmak ve en iyi yapmak önemli. Deprem siyasi görüş, inanç, köken bakmadan insanları eşitliyor. Bizim didişme lüksümüz yok.

“Bilim her depremde çıkıp bir şey söylemek değildir, tabii soranda da izan olması lazım”

-Toplumun kutuplaştığı, her mahallede duygu durumunun zirvede olduğu, insanların sıklıkla bilim yerine ruha hoş giden fikirlerin arkasında hizalandığı bir ortamda, “Tehlike haritalarının kendisi tehlike” diyen bir Cenk Yaltırak tabii ki çok da hoşa gitmez. Sosyal medyada size yazılan yorumlara bakıyorum da…hedef almadan hakarete her şey var!

Bakın 23 Nisan’da 3.9’luk deprem olduğunda bir televizyondan bir arkadaş beni aradı, “Demeciniz olur mu?” diye sordu. Ben de kendisine “Marmara’da son 10 yılda böyle onlarca deprem var ama şu an bununla ilgili detaylı bilgiye sahip değilim, yorum yapamam” dedim ve kapattım telefonu. On dakika sonra 6,2’lik deprem oldu. Eğer ben yayına çıkıp “Burada daha büyük deprem de olacak” deseydim herkes “Ya Cenk Hoca ne büyük adammış” diye konuşacaktı. Bu mantığı hızla terk etmemiz lazım. Bilim her depremde bir şey söylemek değil. Soranda da söyleyende izan olması lazım. (https://youtu.be/3dxgsjgjjkk)

                                                          /././

İddia: Cemil Önal öldürülmeseydi Türkiye’den bir milletvekili ile görüşecekti; vekil, uçak biletini bile almıştı

Cemil Önal

TBMM'den bir milletvekilinin, KKTC'de öldürülen yasa dışı bahis baronu Halil Falyalı’nın finans sorumlusu Cemil Önal ile Hollanda’da infaz edilmesinden önce telefon görüşmesi yaptığı öne sürüldü. İddiaya göre; Önal ile ortaya attığı iddialarla ilgili görüşmek için randevu alan milletvekili, Amsterdam'a gitmek için uçak biletini bile aldı, ancak ziyaret gerçekleşmeden önce Önal öldürüldü. 

TIKLAYIN - Bugün Kıbrıs gazetesi: Cemil Önal Avrupa’da infaz edildi

8 Şubat 2022’de KKTC'de suikasta uğrayan Halil Falyalı’nın “kara kutusu” olarak bilinen Cemil Önal, cinayet sonrası şüpheliler arasında yer almış, önce Türkiye'ye kaçmış, ardından Hollanda’ya firar etmişti. Hollanda’da 7 Aralık 2023’te mahkeme karşısına çıkarılan Önal, tutuklanmıştı. Türkiye’ye iadesi beklenen Cemil Önal, Hollanda ve ABD istihbarat birimlerine toplam 120 sayfalık bir ifade vererek itirafçı olmuştu. 25 Mart 2024 tarihinde serbest bırakılan Önal, polis koruması altına alınmıştı.

Önal’ın, serbest kaldıktan sonra KKTC'deki Bugün Kıbrıs gazetesinden Ayşemdem Akın’a verdiği röportaj büyük ses getirmişti. Önal, Falyalı’nın ölümüne rağmen suç ağının aktif olduğunu, yasa dışı bahis ve para trafiğinin aynı şekilde sürdüğünü öne sürmüştü. Önal, "Halil Falyalı'nın elinde ‘şantaj’ kasetleri olduğunu, rüşvetle Türkiye'den bazı dosyalardan isim sildirdiğini, yasa dışı bahisle elde edilen paranın nasıl aklandığına” yönelik iddialarda bulunmuştu. Ayşemden Akın, söz konusu dosya haberlerin ardından ölüm tehditleri aldığını açıklamıştı.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel de 15 Nisan'da partisinin grup toplantısında söz konusu iddialarla ilgili olarak, “Her şeyi göze alan yürekli bir savcı arıyorum”  ifadelerini kullanmıştı.

Hükûmet yetkilileri söz konusu iddiaları yalanlarken, Dışişleri Bakanlığı'nın açıklamasında, "Bakanlığımıza ve sayın bakanımıza yönelik dile getirilen iddialar tamamıyla gerçek dışıdır” ifadeleri yer almıştı.

Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Önal’ın ortaya attığı iddialara ilişkin olarak, “Bu yalan ve iftiraları yayanlar, hukuk önünde en ağır biçimde hesap vereceklerdir” demişti.

Önal, 1 Mayıs'ta Hollanda'nın güneyindeki bir otelin terasında öldürülmüştü. Önal'ın, uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybettiği Hollanda Polis Bürosu tarafından da doğrulanmıştı. 

"Biletini bile aldı"

Sözcü gazetesinden Veli Toprak'ın haberine göre; TBMM'den bir milletvekili, öldürülmeden önce Cemil Önal ile temasa geçerek, görüşmek için randevu aldı. Toprak'ın aktardığına göre; Hollanda'ya gitmek için biletini de aldı ama Önal'ın öldürülmesi üzerine görüşme gerçekleşemedi. Veli Toprak, Sözcü TV yayınında şu ifadeleri kullandı: "Milletvekili, 'Hollanda'ya gelip sizinle görüşmek istiyorum. Benimle görüşür müsünüz, bildiklerinizi paylaşır mısınız?' diye temasa geçti, telefon görüşmesi yaptı. Cemil Önal önce sıcak bakmadı, sonra vekil ikna etti ve Hollanda'ya gidecekti. Bu milletvekili aynı zamanda Kıbrıs'taki meslektaşımız Ayşemden Akın'la da konuştu, süreçle ilgili bilgi aldı. Akın'la konuştuktan sonra, Cemil Önal ile tekrar görüşüp Amsterdam'a gidecekti, biletini aldı milletvekili. Hafta sonunda gitmiş olacaktı ama Perşembe akşamı bu suikast gerçekleşti. Milletvekilli arzu ederse kendi ismini ve ne zaman gideceğini kendi açıklayabilir ama isim vermediği için diğer detayları şu an için tutmuş olalım."

                                                         ***

Trump'tan yabancı filmlere yüzde 100 gümrük vergisi hamlesi

Trump'tan yabancı filmlere yüzde 100 gümrük vergisi hamlesi

ABD Başkanı Donald Trump, Ticaret Bakanlığı ve ABD Ticaret Temsilciliğine yabancı ülkelerde üretilen ve ülkeye gelen tüm filmlere yüzde 100 gümrük vergisi uygulama sürecini başlatma yetkisi verdiğini bildirdi.

Trump, Truth Social sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, Amerika'daki film endüstrisinin çok hızlı bir şekilde "öldüğünü" belirtti.

Diğer ülkelerin film yapımcılarını ve stüdyolarını ABD'den uzaklaştırmak için her türlü teşviki sunduğuna işaret eden Trump, "Hollywood ve ABD içindeki birçok bölge adeta harap oluyor." değerlendirmesinde bulundu.

Trump, bunun diğer ülkelerin kasıtlı bir çabası olduğunu ve bu nedenle ulusal güvenlik tehdidi oluşturduğunu vurgulayarak, tüm bunların yanında bunun bir mesaj ve propaganda da olduğunu kaydetti.

ABD Başkanı Trump, "Bu nedenle Ticaret Bakanlığına ve ABD Ticaret Temsilciliğine, yabancı ülkelerde üretilen ve ülkemize gelen tüm filmlere yüzde 100 gümrük vergisi uygulama sürecini derhal başlatma yetkisi veriyorum. Filmlerin yeniden Amerika'da yapılmasını istiyoruz." ifadelerini kullandı.

                                                             ***

T-24

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -31 Mayıs 2025-

Cumhuriyetçiler Kurultayından sonra…-Aydemir Güler- Kurultay’dan önce, ilerici olan her şeyin iktidar mekanizmalarından uzaklaştırıldığı ülk...